@esmatonguc
|
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
BU BÖLÜMDE GEÇEN SİYASİ PARTİ VE POLİTİKACI İSİMLERİ GERÇEĞİ ASLA YANSITMAMAKTADIR. GERÇEK KURULUŞLARLA HİÇBİR BAĞLANTISI YOKTUR. ON YEDİ EYLÜL 11. BÖLÜM: "SARI LALELER" "İlkbaharda sarı laleler, sonbahar kasveti müjdeler."
⚖️
Bir süre boyunca duyduğum cümlenin anlamını kendi içimde tartarken duvarla bakıştım, ardından Varan Alp'in kapanan gözlerine hayret dolu bakışlar savurdum. Bir yandan içimdeki duygusal Miray kahkaha atıp duyduğuna şaşırmak isterken diğer yandan da içimdeki odun Miray öylesine bir cümle kurduğunu bana bas bas bağırıyordu. Hem uyumadan birkaç saniye önce uykulu bir edayla mırıldanmıştı cümleyi, ne diye ciddiye alacaktım ki?
Bütün gece uyumadığımdan dolayı hem uykuluydum hem de yorgun. Üstelik Varan Alp uyuduğundan beri sadece esniyordum ve cenaze günü gerçekleştirdiğim tüm diyaloglarımı düşünüp, yeterince güçlü durup durmadığımı anlamaya çalışıyordum.
Cenaze günü gerçekten Ümit Haldun Bey'e çok ama çok sinirlenmiştim. Mezara giren onun kızıydı, evet, sinirlenebilirdi de lâkin defin gerçekleşirken ne diye gelip bana hesap sorabiliyordu ki? Ben, Melek'in en yakın arkadaşıydım hatta kardeşi bile sayılırdım; buna rağmen nasıl bana inanmazdı? Hele Leman abla, yani Leman Hanım! Ara ara Leman abla, diye seslensem de dün kim gerçek kim sahte anladığımdan insanlarla seviyemi korumuştum.
Herkes bir dil konuşuyordu; kimi öfkeli kimi hüzünlü kimi meraklı... Ben ise hepsiydim, hepsi olduğum için de herkesin anladığı dilden konuşmasını bilirdim.
Varan Alp'in uyarılarına rağmen Menderes ile görüşüp görüşmemek konusunda da kararsızdım, hatta bunu Varan Alp'in arabasında ablamlara giderken çok fazla düşünmüştüm. Mekânı taranmıştı, buna rağmen Menderes ile görüşmek istemek ahmaklık mıydı, seçemiyordum. Neticesinde benim müvekkilimdi, ben de onun avukatıydım; elbette görüşmem gereken zamanlar da olacaktı.
Varan Alp'in uyuyakalmasının ardından geçen bir saatin sonunda, telefonumu elime alarak Ziva'nın uzandığı kanepeye oturmuştum. Bir yandan Varan Alp hareketlenir de canı yanar diye onu kontrol ederken diğer yandan da Melek için sosyal medyaya atılan gönderileri okuyordum.
Yenilikçi Halk Partisi üyelerinden Aybora Sağtürk'ün başsağlığı mesajını okuduktan sonra bu gönderinin yorumlarına göz gezdirdim. Çoğu parti üyesi ya da partiyi destekleyen halk, ki bu ülkenin neredeyse yüzde kırk ya da ellisi diye tahmin ediyordum, Melek'in ölümünü siyasete bağlıyordu.
Bir haber spikerinin yaptığı haberi izlediğimde, telefonun sesini daha da kıstım ve yalnız benim duyabileceğim bir şekilde dinlemeye başladım.
"Sayın Seyirciler, Yenilikçi Halk Partisi'nin genel başkanı Ümit Haldun İnal'ın kızı Melek İnal, geçtiğimiz haftalarda son yolculuğuna uğurlandı. İstanbul Pendik yolunda, otobanda cesedi bulunan Melek İnal'ın cenazesindeki kalabalık ise herkesin gözlerini yaşarttı." Cenazenin görüntüsünü izlediğim an kalbim sıkıştı ve istemsizce kafamı koltuğa yaslayıp çenemi sıkmaya başladım. Ruhum daraldı, kapatmak istedim ama Melek ile babasının fotoğrafı ekrana gelince kapatamadım. "Ümit Haldun İnal'ın kızı, Melek İnal, henüz 28 yaşındaydı. 29. yaş gününe girdiği an ne yazık ki, doğum gününün ilk saatlerinde vahşice katledildi. Katili meçhul olan Melek İnal'ın mezarı, İzmit’teki Bağçeşme Mezarlığı'nda. Cenazeye ise yüzlerce insan, hatta sokağa dökülen halkla beraber milyonlarca insan yürekten katıldı."
ANONİM KULLANICI GÖNDERİSİ: Fotoğraftaki bu güzel kadın, her şeyden önce suçsuz ve günahsızdı. Parti üyesi ya da destekçisi olmayabilirsiniz ama kullandığınız dil kadar kötüsü yok. Ümit Haldun İnal'dan bağımsız bir şekilde düşünmemiz gereken bir 17 Eylül vakası söz konusuyken sizler, devamlı olarak tüm hadiseyi siyasetle bir tutuyorsunuz.
Yazılan gönderilere bakarken gözlerim doluyordu.
ANONİM KULLANICI GÖNDERİSİ: Savcılıktan gelen açıklamayı izlemediyseniz o şekilde kalmasını tavsiye ederim. Resmen bizimle alay ediyorlar! Hey! Koskoca devlet, Ümit Haldun İnal'ın kızının katilini nasıl bulamaz yahu? Siz bizimle alay mı ediyorsunuz?
Aşağıya kaydırdıkça dişlerimi daha da sıktım.
BİR AVUKATIN PAYLAŞIMI: Melek İnal'ı kasten öldürme suçundan ötürü tutuklanan Mir Beyaz Küfe, Sulh Ceza Mahkemesi neticesinde cezaevine gönderilmişti. Geçtiğimiz gün duruşma oldu, birkaç avukat arkadaşım duruşmayı izlemiş. Komiser Mir Beyaz Küfe'yi savunan kişi, Melek'in en yakın arkadaşı Avukat Miray Hilde Lalezar'mış.
Bunların olacağını zaten tahmin ettiğimden, üstteki gönderiyi boş verdim ancak kendime hâkim olamayıp gönderinin yorumlarına baktım.
ANONİM KULLANICI YANITI: Ülkede hukuk mezunu insan sayısından belli zaten... Önüne gelen hukuk okumamalı.
ANONİM KULLANICI YANITI: Ah Melek, güzel kız... En yakın arkadaşı, katilini savunuyor!
ANONİM KULLANICI YANITI: Siz salak mısınız? Bu yanıtlar da ne böyle? 17 Eylül cinayetlerinin bir komiserle ne gibi bağlantısı olabilir? Tuzak kurulmuş ve ikisinin de arkadaşı olan avukat kadın savunmuş işte. Her şeyi en çok bilen sizsiniz zaten, değil mi? Anonim aptallar sizi...
Sosyal medyayı daha fazla kurcalamak istemediğimden ötürü telefonumu kilitleyip koltuğun üstüne ağır hareketlerle bıraktım, daha sonra da ses çıkarmamaya özen göstererek ayağa kalktım. Gözlerim, Varan Alp'in yorgun ve sessiz bedenine bakmak için büyük bir çaba sarf ederken ayaklarım tam tersi bir biçimde odadan çıkmak için kapıya doğru yönelmişti.
Hole ilk adımımı attığımda, eve yabancı olduğumdan dolayı çok huzursuz ve çaresiz hissettim. Ardından dilim damağım kuruduğu için, muhtemelen çok konuştuğumdan dolayı, mutfağa yürüdüm.
Tezgâhın üzerindeki sürahiyi görür görmez Varan Alp'e bardak çıkardığım çekmeceyi açtım, ardından kendime bir bardak su doldurdum. Varan Alp'in dört sandalyeli mutfak masasına geçerken bardak neredeyse elimden kayıp düşecekti, neyse ki düşürmedim...
Sırtımı duvara dayadım ve suyu birkaç seferde zorla da olsa içtim. Gözlerim kapanacak gibi olduğundan dolayı başıma da ağrı girmek üzereydi. Az önceki gönderileri okurken de epey sinirlenmiştim zaten. Tuz biber olmuştu.
Masanın üstünde duran bir kâğıt parçası gördüğümde önce önemsemedim ancak altında birkaç kâğıt daha olduğunu anlayınca yüzümü masaya yaklaştırdım. Kâğıtların duruş pozisyonunu inceledikten sonra -tekrardan o şekilde yerleştirmek için- en üstte duran kâğıdı elime alıp incelemeye başladım.
"Limonlu kek tarifi mi?" diye fısıldadım kendi kendime. Kaşlarımı çatıp tarifin altına çizilen kek dilimini görünce kaşlarım havaya kalktı. Kek dilimi çok profesyonelce çizildiği için gülümsedim ve aklıma önce Leman abla geldi. Gerçi Varan Alp küçükken çok resim çizerdi, belki de kendisini geliştirmişti. Hem Teoman hem de Leman ablanın resim yeteneği olduğunu düşünürsek Varan Alp'in de bu yetiye sahip olması aklıma yatmıştı.
Ama limonlu kekle Varan Alp'i bağdaştırmam epey zamanımı almıştı.
Buzdolabının kapağındaki magnetlere bakarken ne kadar çok şehir gezdiğini anlayıp dudaklarımı büzdüm. Diyarbakır, Bitlis, Ankara, Erzurum, İzmir, Muğla, Antalya, Aydın, Balıkesir, Çanakkale, Bursa, İstanbul ve aralarında en güzel şehir olan Kocaeli'nin plakası ve kendisine has gezilecek semtlerinin resimleri bulunurken geri kalan magnetleri sorgulamaya başladım. Gerçi, çoğu adalet temalıydı... Adalet terazisi vardı, çok alakasızdı ama portakal ve muz magnetleri vardı, bir yerde de makarna ve pizza magneti vardı, hemen üstünde Italy yazılı bir magnet... Demek İtalya'ya da gitmişti, ablam ya da Teoman hiç söylememişti.
Merakıma yine yenik düştüm, hava çok aydınlık olmadığından dolayı buzdolabındaki tüm magnetleri görememiştim, bu yüzden elimdeki kâğıdı masaya rastgele bırakıp, buzdolabına doğru yürüyüp tam karşısında durdum.
Diğer magnetleri çıkarıp detaylı inceledim, başka ülkelerin magnetleri de vardı ama toplasan üç dört ülke ediyordu.
Varan Alp bu hayatı yaşıyordu, net bilgi.
Magneti buzdolabına aynı şekilde yapıştırdıktan sonra tekrardan meraklanarak buzdolabının kapağını yavaşça açtım, bir yandan arkamı kontrol ederken diğer yandan da buzdolabının açılan ışığıyla birlikte gözlerimi kırpıştırmıştım.
Buzdolabının üst rafında bir tencere vardı, onu da açıp baksam delirdiğimi düşünecektim bu yüzden daha çok meyvelerin bulunduğu kısma baktım. Kahvaltılık için iki çekmece gördüğümde başımı eğdim ve içerisine baktım, bayağı bir kap vardı. Buzdolabının kapak kısmı daha doluydu. Gazoz ve sodalar, su şişeleri...
Sesli bir nefes vereceğim an buzdolabının ışığının yansıdığı solumdaki koca duvarda bir gölge görüp çığlık atarak geriye çekildim. Ne olduğunu anlamadan birkaç havlama sesi, ardından da Varan Alp'in içeriden gelen "Ne oluyor?" diyen korku dolu naralarını işittim.
Buzdolabının kapağını kapattığım an yerde çömelen Ziva'nın bana attığı hüzünlü bakışları gördüm, sonra da Varan Alp mutfak kapısında belirdi; eli yine bandajındaydı.
"Korkma," diyerek hem Varan Alp'e hem de Ziva'ya tek tek baktım. "Ziva içeri girince ödüm koptu." Elimi kalbime götürdüğüm an Varan Alp, Ziva'ya sanki suç işlemiş gibi bakmaya başladı. Ziva ise sadece dilini çıkarıp nefes alıp vermeye devam etti. "Yani Ziva, önce odada havlayıp sonra buraya gelirken de havlasaydın o kadar korkmazdım." Ziva'ya yakınmam trajikomik olsa da aldırmadım.
"O da korkmuş, belli..." Varan Alp, zavallı köpeğe iç çekerek bakmaya başlayınca arkamdaki buzdolabına bakarak masaya doğru yürüdüm. "Sen... Acıktın mı?" Sandalyeyi çekecekken duyduğum soruyla öylece kalakaldım. "Mutfağa gelmişsin." Gözü masanın üstündeki su bardağına ilişti. "Su mu içtin?"
Kalbim hâlâ deli gibi attığı için "Susamıştım." deyip sandalyeye yerleştim. Masanın üstünde duran kâğıdı görür görmez ise kendime beddua etmeme ramak kalmıştı. Sözde milimine kadar kâğıdın nasıl durduğunu incelemiştim fakat kâğıdı aynı şekilde yerine koymamıştım.
Varan Alp, Ziva mutfaktan çıktığı an kapının yamacındaki sandalyeyi çekti ve yanıma oturdu. O sırada kâğıda bakan ben, yerin dibine girmek istiyordum.
"Köpeğin de dengesi bozuldu, Ankara'daki eve alışmıştı." dedikten sonra masanın üstünde duran kâğıdı eline aldı ve gözlerini kısıp okumaya başladı, ardından bana dönünce yüzümü halıya doğru eğdim. Kâğıdı diğer kâğıtların üzerine yerleştiren Varan Alp, beni yanıltarak bu konuyla alakalı konuşmadı. "Gerçi bu evi de benimsedi, eşyalar aynı olduğu için olabilir. Sabahları dışarı çıkardığımda her yere koşmasa benim için daha iyi olacak..."
"Kaç yaşında?" diye sorduğumda kafasını duvara yaslamıştı.
"Yedi olacak birkaç aya..." Sıkıntıyla kapının pervazından içeriye bakındı. "İki yaşındayken sahiplenmiştim."
Dirseğimi masaya dayadıktan sonra "Sen savcı olduktan sonra kaç şehir gezdin?" diye sorunca gözlerini tavana dikti, sonra da bana. Tam cevap verecekti ki buzdolabındaki magnetleri işaret etti. "Oradaki şehirlerin çoğunda görev yaptım ama..." dedi hüzünle. "Manisa magnetim kırıldı." İkimiz de gülümsedik. "Buraya taşınırken kolilerin içinde kırılmış."
Sanki daha önce hepsine bakmamış gibi kafamı buzdolabına çevirdim. "Yurt dışına da çıkmışsın," Buzdolabındaki magnetlere biraz daha baktım ki bu göz gezdirişim tamamen yalandı. "Tek başına mı gezdin?"
Başımı tekrardan ona çevirince dudaklarını büzüp bilmiyorum dercesine öylece durdu. "Bazılarına tek başıma gittim, bazılarına birileriyle." Beni işaret etti. "Sen?"
"Ne ben?" diye sorarken uykum çok geldiğinden dolayı sesim sessiz çıkmıştı.
"Sen nereleri gezdin?"
Röportaj mı yapıyorduk?
Esnedim. "Yurt dışına çıkmadım." Gözlerim neredeyse kapanacaktı. "Bilmiyorum, zaman olmadı galiba. Aslında çıkmak isterdim. Ama eğer gezeceksem tam gezmem lazım, her yerini ince ince dolaşmam lazım. Bunun için avukatlığı bırakmam gerekebilir." Dalga geçer gibi güldüm. "Sen de nasıl zaman bulup gezdiysen..."
"Bir aylık tatilim var ya yazları... Hem ben öğrenciyken de gezdim."
"Ben öğrenciyken sadece ders çalışıyordum." deyince tekrardan güldük. "Sen neden hukuk okudun? Gerçi senin baban da hukukçu," diyerek kendi kendime açıklama yaptım. "Peki neden savcı olmak istedin? Niye avukatlık değil, hakimlik değil?"
Varan Alp hiç düşünmeden "Ben avukat olamam," dedi fakat sesinde küçümser bir ton mevcut değildi, sanki avukat olmak daha zormuş gibi konuşmuştu. "Bence büyük bir sabır gerektiriyor avukat olmak, özellikle ceza davalarına bakıyorsan. Az çok biliyordum öğrenciyken... Genelde çok koşuşturan taraf, yorulan taraf avukatlar oluyor gibi geliyordu." Bana göre de savcı olmak çok zordu. "Bir de ben suçlu birini savunamazdım, daha çok onun suçsuzluğunu ispat etmesini beklerdim..." Bu söylediği komiğime gitmişti. "Yani dolaylı yoldan avukat değil de savcı olmuş olurdum." Gözlerini üzerime dikti. "Sen niye hukuk okudun? Senden hiç beklemezdim."
Kafamı geriye doğru çekerken "Sanki hapse düştük..." diyerek güldüm. "Ben de kendimden beklemezdim aslında hukuk okumayı ama avukatlık tam benlik bir meslek." Kendimi işaret ettim. "Her türlü pislik var bende. Zaten dünyanın en çok konuşan insanlarından biriyim. E boşuna gitmesin madem, avukat olayım, dedim."
"Yok artık."
"Şaka tabii ki..." dedim neşeli bir sesle. "Ben bisiklet sürerken bana kamyon çarptı, uçtum ya..." Varan Alp esefle kınar gibi gözlerini devirdi.
"O ne biçim bir cümle ya? Komik değil zaten..." dediğinde kafamı olumlu anlamda salladım.
"Tam on sekiz yaşındaydım Varan Alp, üniversite sınavına hazırlanacağım ikinci seneydi. Dışarıda çok dolanırdım, sürekli arkadaşlarımla buluşurdum, sabahları bisiklet sürerdim, sahile inerdim... Anlayacağın ne kadar boş iş varsa, bendeydi. Ama kazadan sonra kafam yere sertçe çarptığından mıdır nedir, akıllandım. Güçlü durmak istedim, yükselmek istedim, adımın anlamı gibi." O günler aklıma gelince hüzünle gülümsedim. "Sonra da ders çalışmaya başladım ve yapabileceğim en yüksek puanı yaptım. En statüsü yüksek bölüm bana göre Hukuk'tu ve ben de tüm tercihlerimi o yönde yaptım."
Gözlerinin içi gülen Varan Alp, "İyi yapmışsın, bence çok iyi bir avukat olmuşsun." dediğinde şımarmak üzereydim.
Dudaklarımı aralayıp teşekkür edeceğim sırada kapı çalınca ikimiz de donakaldık. "Teoman mı geldi acaba?" diyerek ayağa kalktım, ardından Varan Alp'e oturmasını işaret ettim. "Sen kalkma, ben bakayım."
Kapıya doğru yürürken Teoman'ın geldiğinden pek emindim fakat kapıyı açtığım an düşüncelerimde yanıldığımı anlamam pek uzun sürmemişti. Gelen kişi, Erkin'di.
"Miray," Gözleri kısıldı, ardından pis pis gülümsedi. "Sen ne yapıyorsun burada?"
Muhtemelen yanlış anlamıştı. Bu yüzden hiç beklemeden "Varan Alp bıçaklandı, ben de refakatçisiyim." deyip kapıyı tamamen açtım. Bu mavi gözlü sırığı görünce zaten sinirleniyordum, gelmesi hiç iyi olmamıştı.
"Neylendi?" diye sorup içeriye daldı bir anda. "Ne yaptılar? Bir daha söyle..." Kapıyı kapattığım an Varan Alp de mutfaktan çıkıp yanımıza varmıştı. "Varan Alp, ne oldu?" Yanına yaklaşıp tişörtüne bakmaya başladı Erkin. "Neren bıçaklandı?"
Bu soruya kahkaha atmamak için dudaklarımı birbirine bastırırken "Ya Erkin, yeni uyandım zaten, içeri geç." diyerek salonu işaret etti. "İçeride anlatırım."
Hâlâ kapının yanında dikildiğim için ve Erkin'in sorusuna kahkaha atmamak için direndiğim için Varan Alp tarafından tuhaf bakışlara maruz kaldım. "Ne var?" dedim ciddiyetsiz bir sesle. Muhtemelen neden güldüğümü anlamıştı.
Erkin salona geçince Varan Alp bir bana bir salonun kapısına baktıktan sonra tekrardan bana döndü.
"O benim en yakın arkadaşım," dedi o da ciddiyetsiz bir fısıltıyla. "İnsan öyle mi haber verir Miray?"
Ağzıma yalandan fermuar çektim. "Ben susuyorum, siz konuşun." Muhtemelen ikisi yan yana gelince diyalogları pek de ciddi kalamıyordu.
Varan Alp ağır adımlarla salona ilerlerken peşinden yürüdüm ve ben de salona ulaştım. Erkin, yemek masasına yaslanmış bizi bekliyordu ve ikimizi peş peşe gördükten sonra birkaç saniye sadece bana bakmıştı.
Davanın savcısıyla aynı evin içinde olmak garip hissettirmişti.
"Anlatın bakalım," Bir yandan Varan Alp'in oturduğu koltuğa bakarken diğer yandan da bana ölümcül ve ciddiyetsiz bakışlarını savurmuştu. "Kim bıçakladı ve nereni bıçakladı? Karnını mı?"
"Karın boşluğumu."
"Kim oğlum?" Erkin elini öfkeyle havaya kaldırdıktan sonra göz ucuyla bana döndü. "Yoksa sen mi bıçakladın?"
Kaşlarım çatıldı. "Yuh!" dedim sesimi hafifçe yükselterek. Elini hafifçe indiren Erkin, Varan Alp'e bakarken hâlâ çok endişeliydi. "Buraya Varan Alp’in arkadaşı olarak mı geldin yoksa müdafisi olduğum davanın savcısı olarak mı? Hâlâ suç atma peşindesin ya..." Bu kez haddini aşmak bir yana dursun komik olduğunu zannediyordu. "Ben neden Varan Alp'i bıçaklayayım? Oradan bakınca şiddet meraklısı gibi mi görünüyorum?"
Erkin sesli bir nefes verdikten sonra "Takıldım Miray, sakin... Duruşma salonunda değiliz." dedikten sonra Varan Alp'e döndü ve onu işaret etti. "Söyleyin, kim yaptı bunu?"
Bu seferlik düşüncesiz ithamlarını görmezden geldim. "Abimin yan apartmanında oturan bir kadın var, onun eski eşi yaptı." Varan Alp, bunu söyler söylemez koltuktaki yastıklardan birini alıp kucağına koydu. Ben de kendimi dizginlemek adına diğer koltuğa yerleştim.
Hâlâ yemek masasına yaslanmış bir şekilde duran ve olayı çözmeye çalışan Erkin, "Ne alaka peki?" diye sorup kollarını göğsünde bağladı. "Seni bıçaklamaya nasıl cesaret eder? Yürek mi yemiş bu adam?"
Ben araya girdim: "Karısını darp etmiş, daha sonra da serbest bırakılmış. Bir kez şiddet uyguladıysa ve serbest bırakıldıysa her ne kadar korkmuş olursa olsun bir kere yapan bir daha yapar, Sayın Savcım. Bunu benden iyi biliyor olmanız gerek." Tüm sinirimi Erkin'den çıkarmak iyi bir fikirdi.
Erkin gözlerini devirdi. "Neyse... Ben de buraya değişik bir haber getirdim." Ceketinin cebinden telefonunu çıkarınca bana laf sokmadığından ötürü kuşkulanıp dikkatimi telefonuna verdim. Erkin, birkaç saniye telefonuna baktıktan sonra ekranını bize çevirdi. Odanın metrekaresinden dolayı görmemem çok normalken Erkin'in görmeyeceğimizi akıl edememesi okumuş olduğu fakülteye nasıl girdiğini sorgulamama neden olmuştu.
"Ne haberi?" diye sordu Varan Alp.
Erkin, üç adımla Varan Alp'in yanına ulaşıp telefonu arkadaşının eline bıraktı.
Burada evlatlık gibi dururken tekrardan sinirlendim. Keşke bir bana da gösterme zahmetinde bulunsalardı... Muhtemelen benim de vekâletimin bulunduğu dava hakkında bir gelişme meydana gelmişti.
"Mir Beyaz'ın HTS ve PTS kayıtlarına baktırmıştım, onlar elime ulaştı." Merakla Erkin'in devam etmesini beklerken stresten bacaklarımı sallamak durumunda kaldım. "Aracı..." derken biraz ürkmüştü.
Varan Alp yüzünü dehşetle bana çevirdikten sonra "Aracı saat 00.00 – 01.00 arasında İzmit-Sakarya yolundaymış." Çenemi sıktım. "Muhtemelen..." Erkin'e döndü, kaşları iyice çatıldı. "Diyorum ki: Babasının yanında mı saklanıyorlar acaba?"
Erkin, açık mavi gözleriyle beni iyice gömdü. Ben haklıyım, bakışlarıyla üstünlük kurmaya çalıştı fakat buna izin vermedim.
"Demek ki Melek'in ölüm saatinde yoldaydı." Kollarımı göğsümde bağlayarak ayağa kalktım. "Eğer zamanında katilimizi bulsaydın Melek ölmezdi. Günlerdir arkadaşımın öldüğünü es geçerek bana yapmadığını bırakmadın. Artık bitti. Mir Beyaz'ın yolda olduğunu..."
"Mir Beyaz'ın HTS kaydı evinde çıktı Miray." Erkin ayağa kalkıp dibimde durdu. Üstten üstten bakarken gözlerim Varan Alp'in korku dolu yüz ifadesine değince ise iki adım geriye yürüdüm. Bu Erkin denen heriften hiç haz etmiyordum, etmeyecektim de.
Dudaklarımı ıslattıktan sonra "Mir Beyaz, evine dönüp üstünü değiştirdikten sonra emniyete geldi. Aracını kullanan kimse gidip ondan sor hesabını. Çünkü aracıyla restorana giden Mir Beyaz aracıyla dönmeliydi. O hâlde bu işte bir terslik var. Gelip Varan Alp'e haber vereceğine git de araştır." dedim.
"Sen bana akıl mı veriyorsun? Kimsin sen ya?" diyen Erkin'in beyaz teninden dolayı yüzünün kızarıklığı epey belli oluyordu. "Karşında devletin savcısı var, yerini bil."
Varan Alp, karın boşluğunu tutarak aramıza girdi ve "Sen de düzgün ve sakin konuş Erkin." diyerek kolumu kavradı.
"Bundan sonraki gelişmeleri UYAP üzerinden takip edersin avukat." diyen Erkin, eğer ki savcı olmasaydı daha da sert konuşurdum. "Mademki gelişmelere objektif yorumlar yapamıyorsun, o hâlde gidip süt kardeşinle ağlaya ağlaya olayı çöz."
Dişlerimin arasından "Benimle böyle konuşamazsın." derken Varan Alp iyice sinirlendi ve birkaç kez oflayarak geriye doğru yürüdü. Kolumu tuttuğu için ben de onunla beraber hareket hâlindeydim. "Olayı avukat çözmez!" dedim gözlerim dolunca. "Ben savunurum, çözmesi gereken sizsiniz!"
"Ya müvekkilin konuşmuyor, hâlâ savunuyorsun!"
"Burası duruşma salonu değil!" Varan Alp, beni nazik bir hareketle koltuğa oturturken bir yandan da Erkin'e dönerek bağırmaya başlamıştı. Kafasını bana çevirdi. "İkiniz de susun, saçma sapan konuşmayın. Bu ne ya? Düşman mısınız siz?" Varan Alp, yanıma oturduktan sonra Erkin'e çaprazımızda duran koltuğu işaret etti. "Otur, anlat. Sonra beraber adliyeye gideriz. Beni sen bırakırsın."
Erkin kaşlarını çattı. "Dinlenmeyecek misin?"
"Bir şeyim yok." dedi Varan Alp arkasına yaslanarak.
İtiraz etmemek için çok direndim ama başaramadım. "Daha doğru düzgün yürüyemiyorsun bile, bence de adliyeye gitme."
Erkin, koltuğa yerleşir yerleşmez Varan Alp ikimizin söylediklerini de es geçip "Anlat Erkin," dedikten sonra elinde tuttuğu telefonu bana uzattı. Erkin, telefonunu elimde görünce gözlerini yumup öfkeyle arkasına yaslansa da HTS kayıtlarını incelemeye başlamıştım bile.
Elbette bazı noktalarda telefon kapandığından ve görüşmeler olmadığından kesin bir yargıya yine ulaşamamıştık. Melek’in ölüm saati içerisinde de telefonu kapalıydı, zaten onu arayıp ulaşamamıştım...
"HTS kayıtlarında bir şey çıkmamış. PTS kayıtlarından olayı çözersiniz diye umuyorum..." Telefonu Varan Alp'e uzattım. "İnşallah." diye ekledim.
Erkin, gururuna yediremeyerek "Benim şu ana kadar çözemediğim bir cinayet dosyası yok, avukat." deyip yüzünü başka bir yöne çevirdi.
"Belki onları da yanlış çözmüşsünüzdür, bir kontrol etmenizi öneririm."
"Miray," diyerek beni uyaran Varan Alp, Erkin'in konuşmasına da müsaade etmedi. "İkiniz de saçmalıyorsunuz." Bedenini bana çevirdi. "İkinizin de amacı aynı..." diyerek beni sakinleştirmeyi başardı. "İkiniz de suçluyu bulup cezasını vermek istiyorsunuz, yanlış mıyım? Hayır ikinizi geçtim, neredeyse tüm ülke bunu istiyor. Tamam, o avukat, bu savcı, diğeri hakim... Hepiniz birbirinizden farklısınız da hepinizin amacı aynı."
Haklıydı. Eğer arkadaşı, süt kardeşimi suçlayıp durmasa daha da haklı olabilirdi.
"Sakarya'da yazlıkları varmış, muhtemelen ablası orada gizleniyor." diyerek benden önce davranan Varan Alp'in sözünü kesmek istemedim. Erkin'le pek muhatap olmak istemiyordum.
Erkin, bacağını bacağının üstüne atarak koltuğa yaslandı. "Biliyorum Varan Alp, ekipleri yolladım bile." deyince kafamı birkaç saniye salladım. "Onlara da avukatlık yapacak mısın?" diye sorunca bu soruyu beklemediğimden birkaç saniye dümdüz baktım suratına. "Yoksa sadece kardeş torpili mi yapıyorsun suç dünyasında?"
"Sizi ilgilendirmez." dedim çok beklemeden.
Aklımda kalan PTS kaydı dökümünü düşünürken bir yandan da Varan Alp'e baktığımda ortalık ölüm sessizliğine bürünmüştü. "Şey," diyerek Varan Alp'in koluna dokundum. Çok sessiz konuştuğumdan dolayı kaşlarını çatıp dönmüştü. "Bence sen bugün adliyeye gitme, zaten yaralısın." İmalı bir bakış attım.
Varan Alp başta itiraz edecek gibi oldu fakat sonra üstelemedi. "Bandajımın sürekli değişmesi gerekiyor zaten," deyip Erkin'e döndü. "Sen tek git. Ben gelmeyeyim."
Erkin işkillenir gibi birkaç saniye yüzüme baktı, ardından ayağa kalkıp Varan Alp'e doğru yürüdü. Telefonunu Varan Alp'in elinden aldıktan sonra nefret dolu bir bakışla zaten ayakta olduğundan dolayı hızlı adımlarla odayı terk etti.
"Akşam görüşelim Alp!" diyen Erkin'in sesi kesildikten üç saniye sonra dış kapı sertçe kapandı.
O gidince sanki benim evimmiş gibi iyice koltuğa yayılıp başımı koltuğa yasladım.
Varan Alp, "Hayırdır?" diye sorunca ona bir açıklama yapmam gerektiğinin farkındaydım. "Eğer geçerli bir sebebin yoksa ben kendim gideceğim adliyeye. O imalı bakış neydi?" dediği an tişörtüne bulaşan kan lekesini işaret ettim.
"Aynen, gidersin." Varan Alp, bu dediğimden hemen sonra tişörtündeki kan lekesini görüp somurttu. "Neyse," dedim gülümseyerek. "Şaka bir yana..." Sesli bir nefes verdim. "Boş boş durmak istemiyorum, acaba sen bana yardım mı etsen? Zaten daha sabahın körü... Eniştem gelene kadar araştırma mı yapsak?"
"Olur." Hemen kabullenmesi beni şaşırtsa da üstüne pek düşünmedim ve ne araştıracağımıza yöneldim. "HTS ve PTS kayıtlarındaki adreslere mi bakacağız?"
Evinin için işaret ettim. "Dışarı çıkmasak bizim için daha iyi olur." Evde kalma fikri her ne kadar garip gelse de -çünkü Varan Alp'in eviydi- sessiz bir ortam olduğundan ve en önemlisi de içinde bir savcı olduğundan düşünüp neler olduğunu anlamam için uygun bir alandı.
"Dışarı çıkmadan bulabileceğimiz bir detay olduğunu düşünüyorsan bakarız, yardımcı olurum."
Dün mafya kılıklı Menderes'in mekânında taranmak üzereyken kurmak istediğim dedektif odasını bugün Varan Alp'in salonunda, masasının üstünde kuracağımı söyleseler inanmamakla kalmayıp iki kilo gülerdim.
"Benim laptopum ablamda kaldı." diyerek muhtemelen ip yumağı gibi karışan saçlarımı geriye attım. Ayağa kalkıp masanın önünde durduğum an "Gerçi telefonuma yüklemiştim belgeleri, senin laptopuna aktarabiliriz. Hayır yani, telefonda kalsa da olur ama ben ekran büyük olunca detayları daha iyi fark edebiliyorum." diye bir açıklama yaptım.
"Sıkıntı yok." Zor da olsa yanıma kadar yürüyüp masanın başındaki sandalyeye oturdu. Laptopunu açarken "Otur sen de," diyerek çaprazındaki sandalyeyi işaret etti. "Az önceki adresler aklında mı?"
"Aklımda."
Sandalyeye oturunca laptopunu bana doğru çevirdi. Masaüstü fotoğrafında elbette Ziva vardı. "Burada çok küçük," diyerek gülmeye başladım. "Teoman'ın dediği gibi... Bayağı büyümüş."
Varan Alp'in telefonu çalınca ikimiz de masanın üstünde ters bir şekilde duran telefona doğru baktık. Çok geçmeden Varan Alp telefonunu kaldırdı, ardından hemen açıp kulağına götürdü.
"Günaydın." Ses tonu çok sevecen çıkmıştı. "Sen beni arar mıydın ya?" Telefondan bir ses duymayı çok isterdim fakat duyamıyordum. "Özledim tabii ki..." Gözlerimi belerterek bilgisayar ekranına bakmaya devam ettim. "Sen nereden öğrendin ki? Ufak bir kaza, önemsiz. Endişelenme ya, kalkıp oralardan gelme. Hiçbir şey yok."
Çok kibar konuşuyordu.
Ama bana sevgilisinin olmadığını söylemişti.
Belki de bahsettiği eski sevgilisiydi bu, tek hoşlandığı kadındı.
"Ben de çok özledim vallahi ama Ziva daha çok özlemiştir seni." Varan Alp iyice sırıtmaya başlamıştı ve durum gittikçe garip bir hâl alıyordu. "Her sabah dolaşıyoruz, ayıp ettin. Yok ya, sen gececisin..." Bu sefer yüzümü Varan Alp'e tamamen çevirdiğimde göz göze geldik ve benim burada olduğumu yeni anımsıyormuş gibi gözlerini kıstı. "Aynen," dedi fısıldar gibi. "Ben seni sonra arayacağım, şimdi biraz işim var. Tamamdır, hoşça kal..."
Telefonu kapatıp masaya bıraktığında ben tekrardan laptopa döndüm, telefonumdaki dosyaları aktarmak için telefonumu açtım ve dosyalar kısmına girdim.
Sıradan bir soru sorar gibi "Ankara'dan arkadaşın herhalde?" dediğimde birkaç saniye cevapsız bıraktı. Soruma cevap vermediğinden dolayı gözlerimi üzerine diktim.
Birkaç saniye yüzündeki ciddiyetsiz ifadeyi izlemek zorunda kaldım. Ardından, "Merak mı ettin?" diye sorunca ne diyeceğimi bilemedim.
Ben gerçekten bazen salak oluyordum. Saf salak. Su katılmamış salak. Dümdüz salak. Bana neydi ya Varan Alp'in konuştuğu telefondan?
"Hayır." deyip laptopa döndüm. Telefonumu bağlamıştım, şimdi de dosyaları seçiyordum. "Bayağı enerjiktin onunla konuşurken, o yüzden sordum."
"Çok değer verdiğim birisi, o yüzdendir." derken bakışlarıyla beni yiyip bitirmek üzereydi ama ben gayet rahat bir role büründüğüm için görmemiş gibi yapıyordum.
Telefonu görür görmez "Adı ne?" diye sordum ve bir saniye de olsa koyu kahve gözlerine bakmak durumunda kaldım.
"Kamil."
Az önce Erkin, "Nerenden bıçaklandın?" diye sorduğunda bile bu kadar komiğime gitmemişti.
Haykırarak kahkaha atmamak için dilimi ısırıp laptopa odaklandım. "Kamil..." dedikten sonra bir iki kez öksürdüm.
"Kendini tutma bence," deyince sol elimi dudaklarıma götürüp gülmeye başladım. Varan Alp de benimle beraber gülünce hem kendimi rezil hissettim hem de sanki yıllardır gülmüyormuş gibi gülmeye devam ettim. Sonunda gülüşüm durduğunda "Sen bir kadın ismi bekliyordun sanırım." deyip kolundaki saatin üstünde parmaklarını gezdirmeye başladı.
"Alakası bile yok." diyerek laptopa aktardığım dosyaya girdim. "Ama Kamil'i beklemediğim kesindi. Kim bu Kamil?"
"Kamil Kavakcı, Cumhuriyet Savcısı." Hiç şaşırmadığımdan dolayı kafamı sallamakla yetindim. "Abim gibidir hatta... Kendisi pek kabul etmiyor ama otuz altı yaşında olduğu için ve benim abimden de büyük olduğu için abim gibi görüyorum. Ankara'dayken meşgul olduğum zamanlarda Ziva ile çok ilgilenirdi. Şimdi aradı, çok özlemiş."
"Senin arkadaşlarının hepsi savcı mı? Böyle... Avukat ya da hakim yok mu?" diye sorunca ağır ağır ayağa kalkmaya başladı.
"Çok yakın olmadığım iki hakim arkadaşım var, avukat arkadaşım yok." Kapıya doğru yürürken neden gittiğine anlam veremedim. "Önce bir şeyler mi yesek?" İyi bir fikirdi. "Ben açken kafam çalışmıyor."
"Olur ama bekle," diyerek sandalyeyi geriye doğru ittim. Koşar adımlarla mutfağa doğru ilerlerken ayağım tekrardan takıldı, hep de burada düşecekmiş gibi oluyordum! "Bekle Varan Alp, sen otur ya... Zaten dikişli yaran var, kanayıp duruyor."
Çoktan buzdolabının içini açıp bakmaya başlamıştı bile. "Oturmaktan ve uzanmaktan çok sıkıldım." diyen Varan Alp sanki dünden beri uzanıyormuş gibi konuşmuştu, gözümle görmesem inanırdım. "Tost yapalım, daha doğrusu ben yaparım."
"Allah'ım ya..." diyerek saçlarımı arkadan topladım. "Çık, çekil." diyerek Varan Alp'in canını çok acıtmadan itekledim. "Koray bir keresinde tost yapacağım diye alüminyum folyoyla mutfak havlusunu yakmıştı."
Varan Alp gururuna yedirememiş gibi bir bakış atarak "Ne alaka ya Koray? Koray daha çocuk. Ayrıca sen pek bilmezsin, normal ama ben çok iyi yemek yaparım." diye kendisini açıklayınca geçiştirerek güldüm.
"Babam da aynısını söyledi," Elimi havada salladım. "Koray'dan sonra babam da tost yapmaya çalıştı ama beceremedi." Varan Alp'in meraklı yüzüne dönüp sırıttım. "Fişi takmayı unutmuş. Ha, diyeceksin ki iki dakika taksaydı fişi... Müdahale edeyim derken saçıma tereyağı sürmüştü. Bir daha erkek milletinin elinden hayatta kahvaltı yemem ben. Ön yargımın kırılması çok zor."
Varan Alp'in fikrini değiştirememiştim. "Benim evim ve sen misafirsin."
"Senin evin ama ben refakatçiyim."
Tost makinesini görür görmez ilerleyip fişe takmak istedim ancak Varan Alp beni durdurdu. "Bak, bana on dakika ver." İki kolumu da tuttuktan iki saniye sonra bırakmıştı. Kollarımda bıraktığı dokunuş saniyeler geçse bile gitmedi. "Hayatında yiyeceğin en iyi tostu yaparım sana."
Sandalyeye oturdum. "Sucuk beni rahatsız ediyor, kaşarlı olsun." deyip rahatıma bakmaya devam ettim.
Söylediği gibi on dakika geçti, ben de o sırada çay demledim ve buzdolabında ne varsa mutfak masasının üstüne yığdım.
Ve yine söylediği gibi, tost harikaydı.
Yeterince onu övdüğümü düşünmemin üstünden yaklaşık yarım saat geçmişti ve ikimiz de mutfaktan çıkıp tekrardan salona, masaya yerleşmiştik. Bu kez dosyalar hazırdı, kahvemiz hazırdı ve laptopun ekranındaki fotoğraf da hazırdı.
Melek ile Mir Beyaz'ın çekildiği son fotoğraf.
"Mir Beyaz'ın belinde silah olmadığını camdaki yansımadan görmene aşırı şaşırmıştım." derken kafasını laptopa yaklaştırmış, fotoğrafı inceliyordu. "Sence silahı nasıl aldılar? Oraya götürmediyse ondan nasıl alacaklar ki?"
Kafamı olumsuz anlamda sallarken "Hiçbir şey bilmiyorum. Yarın Mir Beyaz'la görüşeceğim ama tekrardan susacağına, konuşmayacağına adım gibi eminim. Yine de bir umut gidip görüşmem lazım, zaten zar zor aldırdım vekâleti. İstemedi." deyip yakınırken buldum kendimi. "Pardon ya... Kafa ütülemek yok, çalışmak var şu an!" Elimde tuttuğum pilot kalemle bakıştım.
Varan Alp az önce onun telefonuna gönderdiğim dosyadan kafasını kaldırarak "Bence bunlara daha fazla bakmayalım çünkü sen duruşmada ne söyleyeceksen söyledin, fazlasına lüzum yok. PTS kayıtlarına bakalım." dediğinde beni pek de dinlemediğini anladım, suratım düştü.
"İyi." deyip PTS kaydında aracın park hâlinde olabileceği mekânları saptamak için arama motoruna girdim.
"Hâlâ restoran bulunamadıysa..." Varan Alp'in gözleri kısıldı. "Muhtemelen restoranda yaşanmadı," Büyük ihtimalle cinayet demeye dili varmıyordu. "Yani başka bir yer, olay yeri." İki kez öksürdü. "Ama restoranı bulmak işimize gelir. Fotoğrafta biraz belli oluyor, ormanlık bir alanda gibi."
"Benim şimdiden beynim durdu." deyip HTS kayıtlarını düşündüm. "Şimdi Mir Beyaz ve ablası zaten olay yerindeydi, o konuda hemfikiriz." Gözlerimi kapattım ve düşünmeye başladım. "Pembe'nin eşi, Asım abi de ortalıklarda görünmediğine göre ve kızları da... Kızları da onlarla. Araba Sakarya'daysa Mir Beyaz binmedi ama Asım bindi, o sürdü arabayı."
"Pembe'nin ehliyeti var mıydı?" Varan Alp'in sorusuyla göz kapaklarım açıldı.
"Bilmiyorum ki... Bence yok." Olsa bilirdim, illaki duyardım. "Otuz senedir bir kez araba kullandığını görmedim Pembe ablanın."
Varan Alp huzursuz bir tınıyla "Bu işte bir gariplik var Miray," deyince sesindeki gizem beni de huzursuz etmişti. "Kamera görüntüleri, site görüntüleri... Acaba mobese görüntüleriyle oynamış olabilirler mi? Sitedeki kameralar da bozukmuş, yersen... Bence değildi." Telefonunu eline aldıktan sonra birkaç saniye konuşmadı.
"Sen hâlâ dünkü tezinin arkasındasın, değil mi? Orada uyuşmayan tek bir detay var, Varan Alp. Mir Beyaz, Melek'i vurmaz hatta sana şunu söyleyeyim," dedim bahis artırır gibi. "Mir Beyaz'a 'Melek'i vur.' deseler onu vursa bile vurduktan sonra kendisini de vururdu." Gözlerimi iyice kıstım. "Ben sevdiğim adamı vurmak zorunda kalsam, ölse..." Dudaklarımı ısırıp kulağımı çektim ve masaya iki kez vurdum. "Allah korusun ama kendimi de öldürürdüm."
"Doğru. Bence bu varsayımı da çöpe atmanın zamanı geldi." Bana katılınca gözlerimi kırpıp gülümsedim. "Şu an araştırmamız aslında yanlış çünkü bilgi akışı sağlanması gerekiyor. Mesela ben olsam, Sakarya'dan gelecek haberi beklerdim."
Kafamı olumlu anlamda salladım. "Bak, şunu asla unutma." Keyifle devam ettim. "Genelde savcılar, açıkça ortada olan ipucunun peşine düşerler. Biz avukatlar da, yani ben kendi adıma konuşayım, gizlenmiş ya da saklanmış bir bilgi varsa onun peşine düşeriz."
"Aynen, siz dedektifsiniz biz de salak." diyerek dalga geçti. "Alakası bile yok."
Küçümser bir bakış attım. "Çok alakası var. İddiaya girelim mi?" Serçe parmağımı uzattığım an gözleri sadece parmağıma döndü. "İki saatin sonunda kim ne bulursa yazıp masaya koysun," Zaten dosyaların tamamını incelememiştim, bu iyi bir motivasyon olurdu. "Zamanı gelince ortaya çıktığında hangimiz daha çok yaklaştıysak onun dediği doğrudur."
"Çok saçma bir şartname olsa da korkaklık yapamam, kabul." Parmağını parmağıma doladı. "Ama makamımı kullanıp senin giremediğin, giremeyeceğin konulara ve mekânlara girersem ağlama."
Parmağını daha da sıktım. "Sen merak etme, ben oraya ruhsatsız da girerim." Sol gözümü kırptım.
"Bayağı etiksin, her zamanki gibi." Parmağını geri çekti. "Girmene engel olursam da az önce kurduğun cümleleri kurabilecek misin?"
Parmağım havada kalmasın diye elimi masanın üstüne koydum. "Bak, kuru kuru iddiasına girmeyelim ve sen de beni bu vesileyle tanımış ol." Çok büyük konuşuyordum, yine de hâlâ kendime olan inancım tamdı. "Ben bir şey istersem, olur." İki gözümü de birden kırptım.
"Tamam, ne istiyorsun?" diye sorarken diğer yandan da gülmemek için kendisini çok zor tutuyordu.
"Siz söyleyin savcım, ne istiyorsunuz?"
Varan Alp'in gülen gözleri tavana döndü. Sesli bir nefes alıp verdikten sonra "Ben de bir şey istersem olur, o yüzden..." derken biraz tereddüt etti. Muhtemelen çocukluk anılarını unutmuştu. "O yüzden böyle küçük iddialara gerek yok."
"Tamam, kabul, her istediğimiz olmaz. Mesela ben bugün içerisinde atıyorum, Milano'ya gidemem. Niye? Çünkü vizem yok." Kaşlarımı kaldırıp indirdim. "Senin de isteyip yapamayacağın bir durum illaki vardır."
Varan Alp birkaç saniye gözlerimin içine baktıktan sonra "Peki bunu sen mi yapacaksın?" diye sorunca öylece kaldım.
"Yok, az önce örnek verdim." Nabzım hızlanınca şaşkınlıkla kalbime dokundum.
"Ne oldu?" diye sordu Varan Alp elimi işaret ederek. "İyi misin? Yoksa..." Biraz kötü bir gülüşle kendisini işaret etti. "Oyunbozanlık mı yapıyorsun?"
Sahte bir gülüşle "Hiç alakası yok, alakası bile yok..." diyerek laptopu önüme çektim. "Laptop bende." Laptop sanki benimmiş gibi kollarımın arasına aldım, Varan Alp o sırada kaşlarını çatmıştı. "Çünkü..." Yan taraftaki sandalyeye geçtim. "Sen misafirperversin."
"Sen çok iyi bir refakatçisin, ondandır." diyerek kibar bir tarizle yanıt verdi. Geçtiğim sandalyeye göz ucuyla bakarken aramıza mesafe koyduğumdan ötürü kendimi biraz daha rahat hissetmiştim.
Ekranda açık duran fotoğrafı incelerken diğer yandan da raporları inceleyerek olay anını hayal etmeye çalışıyordum. Kayıt raporlarında gördüğüm bilgileri önümdeki dosyaya yazarken diğer yandan da fotoğrafta kaçırdığım bir detay olup olmadığına bakmak için gözüm laptopun üstündeydi.
Bir saat geçti ve masanın üstünde değişen tek şey, kahve bardaklarındaki kahvenin bitmiş olmasıydı.
Melek'in yüzü bembeyazdı fakat pek makyaj yapmamıştı; badem gözlerine bakarken onu özlediğimi her fark ettiğimde yutkunamaz hâle geldiğim de doğruydu. Günlerdir incelediğim fotoğraf, bu gidişle psikolojimi bozacaktı.
Mir Beyaz'dan olanı biteni öğrenebilecekken niçin bu kadar debelenip duruyordum? Her şey zor mu olmak zorundaydı?
Neredeyse beş saniye boyunca sesli bir nefesle ofladıktan sonra elim kaşındı ve bıkkınlıkla elimi kaşımaya başladım. Bir yandan elimdeki kızarıklığa bakarken diğer yandan da Melek'in ve Mir Beyaz'ın fotoğrafını kapatmak üzereydim.
Fakat aklıma gelen bir bilgi, elimi kaşımamın ardından fotoğrafın üstünde de açık bir şekilde karşıma çıkınca gözlerim fal taşı gibi açıldı. Her gelişmede katbekat hızlı çarpan kalbim, bu kez daha da hızlı çarparak yutkunmamı bir hayli zorlaştırmıştı.
Melek'in burnu kıpkırmızıydı; genelde alerjisi tutunca çok fazla hapşırırdı ve burnu kızarırdı. Belki de yine alerjisi tutmuştu, olamaz mıydı?
Ve ıtır çiçeğine alerjisi vardı... Belki gittiği yerde vardı? Olamaz mıydı?
Alerji çok kısa sürdüğü için ve belki de yüzü tanınmadığı için otopside bunu es geçmiş olabilirlerdi.
Aracın konum bilgilerinin bulunduğu kayıtları az önce kâğıda geçirmiştim.
Laptoptan konum bilgilerini araştırmaya başladım, diğer yandan da Varan Alp ne yapıyor diye kısa bir bakış attım; karşılaştığım manzara, elinde tuttuğu kalemle kâğıda bir şeyler karalayan bir adamdan ibaretti.
Resim çiziyor bile olabilirdi. Kalem bir ileri bir geri gidip geliyordu ve pek ses çıkarmıyordu.
Yarım saat boyunca aracın konum bilgilerine baktım fakat Erkin'in de belirttiği gibi araç, Mir Beyaz ile Melek buluştuğunda bile hareket hâlindeydi; yine de Mir Beyaz evden araçla çıktığından ötürü ilk saatlerde uğradığı kısımları elemiştim.
Buluşma saatlerini biliyordum; o saatten bir saat öncesine kadar olan tüm mekânları inceledim.
Arama motorundan bakıp gördüğüm çiçekçi dükkânı beni şoka uğratmıştı. "Varan Alp," dedim ve yüzümü ona doğru çevirdim. Aramızda duran sandalyeye baktıktan hemen sonra gözlerini bana çevirdi. "Ben gidiyorum." Bir yandan yarasının bulunduğu karın boşluğuna bakarken diğer yandan da koyu kahve gözlerinin içine bakarak tepkisini anlamaya çalışıyordum.
"Nereye?" diye sordu ve elindeki kalemi kâğıdın üstüne bıraktı. Bir saat önceki saçma iddiamızı bir kenara bırakarak laptopun ekranını ona çevirecekken kâğıdı kaldırdı ve ne çizdiğini görmemi sağladı.
Öylece kalakaldım.
Bu adam bir saattir ıtır çiçeği mi çiziyordu?
"Nasıl anladın?" diye sorarken bu kadarını beklemiyordum. Kendimden de beklemiyordum fakat Varan Alp'in bir saati aşkındır bu karakalemi çizdiğini gördüğüm için nasıl bu kadar hızlı anlardı, ona şaşırmıştım. "Yani nasıl bu kadar çabuk anlayabilirsin?" Kâğıdı çekip incelemeye başladım. "Bana da çaktırmadın hiç, aşk olsun."
Varan Alp uykulu gözlerini açmak için kırpıştırdıktan sonra sandalyesini ittirerek ayağa kalktı. "Duruşmada fark etmiştim ama otopsi raporunda yok diye elemiştim. Ayrıca kaç senelik sevgilisi buluştuğunda ona ıtır çiçeği mi alacaktı? Çok saçma."
"Belki de öylesine bir kızarıklık..." diyerek beklentimi düşük tutmaya çalıştım. "Ama PTS kaydındaki bölgede de HTS kaydındaki son bölgeye yakın alanda da bu çiçekçinin olması bana pek tesadüf gibi gelmedi. Belki de karışık buket yaptırdı..." Kaşlarım çatıldı. "Unutmuş olabilir."
Varan Alp kafasını olumsuz anlamda sallarken "Belki de Melek gitmiştir çiçekçiye?" diye sorduğunda gözlerimi yumarak sakin kalmaya çalıştım. Adı her geçtiğinde canım yanıyordu.
"Olabilir... Her şey olabilir." Sandalyeyi ittirirken Varan Alp'in ıtır çiçeği çizdiği kâğıdı masanın üstüne bıraktım, tüm dosyalar birbirine karıştırdığından kâğıdı da oraya bırakmıştım. Ayaklanırken diğer yandan da Varan Alp'in çok hızlı yürüyemeyen bedenini izleyip iç çektim. "Ya acaba sen kalsa mıydın? Ben tek başıma da gidebilirim."
Ziva yanında durduğu için koltuğun kenarına oturup köpeğini sevmeye başladı. Gülerek "İddiaya girmiştik hatırlarsan..." dediğinde sıkıntılı bir nefes verdim. "Aynı mekânı bulduk, sıra gitmekte."
"Sen bıçaklandın Varan Alp." diyerek dünkü hadiseyi anımsamasını sağladım. "Bu hâlde evden çıkıp bir de araştırma mı yapacaksın? Şakalaştık, bitti. Zaten sen de çok kötü değilsin, kalırsın evde. Bir sıkıntı çıkarsa ararsın, gelirim. Tek başıma gideyim."
Varan Alp küçümseyerek "Üf," deyince ona doğru ilerleyen adımlarım durdu. "Tamam, sıyırdı geçti işte. Yarı baygındım zaten..." Yarasını bu kadar küçümsemesi saçmaydı, yine de ses etmedim. "Yürüyebiliyorum."
"Peki."
Telefonumu cebimden çıkardığım an, ablamın ve annemin cevapsız aramalarını görünce ufak çaplı bir şok geçirdim. Az önce de elimdeydi fakat aramalar düşmemişti. Acaba ne zaman aramışlardı?
"Ne oldu?" diye soran Varan Alp'e baktıktan hemen sonra telefonuma döndüm.
"Annemle ablam yüz kere aramış." Önce annemin numarasını tuşladım çünkü beş dakika önce bile aramıştı kadın. Nasıl görmezdim? "Anne?"
"Miray sen neredesin?" diye soran anneme ne uyduracağımı hesap etmemiştim.
Varan Alp'i ve Ziva'yı kısa bir bakış attıktan sonra odada yalnız bıraktım, mutfağa doğru ilerledim. "Ben şeydeyim ya," dedim kısık bir sesle. "Arkadaşımda."
"Arkadaşın kim? Sen hiç kalmazdın arkadaşında falan... Kız yoksa sevgilin var da bana mı söylemiyorsun? Yemin ederim küserim Miray! Bak, Allah'ın adını verdim, söyle!"
Annemin gereksiz telaşı aslında pek de gereksiz değildi, sonuçta dün ölümden dönmüştüm fakat geliştirdiği teori yanlıştı, bu yüzden yalana başvurmak durumunda kaldım:
"Ya anne, sorma..." Büründüğüm rol dolayısıyla sesim hüzünlüydü. "Benim bir arkadaşım var, avukattı ama evlendiği ve çocuk sahibi olduğu için mesleğini bırakmıştı. Şimdi eşiyle boşanma aşamasındalar, ben de dün akşam ablama gidecekken beni aradı, yanına gelmemi istedi. Kıramadım, ağlıyordu. Dedim, gideyim bari... O yüzden telefonlara çok bakamadım."
Annem direkt "Yalancı süslü," deyince bozularak kaşlarımı çattım. "Yalanların gelişmiş ama unutma, ben senin annenim. Şimdi sana bir şey soracağım, doğruyu söyle..."
"Hayda..." dedim sinirle. "Anne ne yalanı? İstersen yanına gittiğimde telefonla konuşturayım sizi."
"Ablan dün beni aradı, sen gitmişsin ta kurşunların arasına girmişsin, az kalsın vurulacakmışsın, Varan Alp de gelip seni oradan almış." Ağzım beş karış açık kaldı. "Hatta ablan Varan Alp'i aramış, sen konuşmuşsun onunla..." İçimden ablama beddua etmeye başladım. "Şimdi sen Varan Alp'in evinde misin yoksa az önce uydurduğun sahte arkadaşının evinde misin? Söyle."
"Anneciğim, evde falan değilim ben... Binadayım, çıkmak üzereyim. Hatta bak," Bulduğum ilk tepsiyi kaldırarak yüzüme yaklaştırdım. "Sesim yankılanıyor!" diye bağırdım.
Annem "Miray o tepsi sesi! Beni çıldırtma!" diye patlayınca gözlerimi devirdim.
"İyi! Varan Alp'in evindeyim!" diyerek patladım en sonunda.
Annem "Hhhi!" derken sesi o kadar şaşkınlık ve korku içeren bir hâlde çıkmıştı ki kafama terlik yiyeceğim için oldukça heyecanlanmıştım. "Miray... Gece orada mı kaldın?"
"Evet anne."
"Kızım tövbe... Neden gece çocuğun evinde kalıyorsun?"
Dürüst oldum. "Anne, korkma ve sakın kimseye söyleme; sırf yanlış anlama diye haber..." Telefon bir anda kapanınca kaşlarımı çatıp telefonu kulağımdan çektim. Şarjım vardı, neden kapanmıştı ki bu arama? Tam neden burada kaldığımı söyleyecektim ve telefonu yüzüme mi kapatmıştı? Hiç annemlik değildi.
Tekrardan aradığımda ne yazık ki ulaşılamadı, muhtemelen şarjı bitmişti.
Bu kez ablamı aradım.
"Miray!" diye neredeyse çığlık atan ablam, her zamanki gibiydi. "Ya sen neredesin? Ne arkadaşı? Senin İstanbul'da o kadar yakın arkadaşın mı var? Neredesin ya sen? Meraktan delireceğim."
Artık gına gelmişti. "Ablacığım..." Varan Alp kimsenin öğrenmesini istemediği için sustum. "Dün fakülteden bir arkadaşım beni yemeğe çağırdı, onlara gittim. Orada da gece sohbet etmişiz, uyuyakalmışız."
"Ya Miray bu nasıl bir yalan ya?"
Öfkeyle "Ay, yeter! Size de yalan beğendiremiyoruz ya!" diyerek telefonu yüzüne kapattım. Sinirim iyice bozulmuştu.
Hole çıkarken dahi gözlerimden ateş fışkırdığı için holde ceketini giyen Varan Alp'i gördüğümde onu bakışlarımla yakmıştım.
"Ne oldu?" diye sorarken yakasını düzeltiyordu. "Niye beni öldürecekmiş gibi bakıyorsun?"
Gülümsemeye çalıştım. "Bir şey yok." Kapıya dönerken sesli bir nefes verdim. "Gidelim."
⚖️
"Sola dön," Varan Alp, direksiyonu sola kırarken dağ başında olduğumuzdan dolayı (!) sürekli konuma bakıp yolu tarif ediyordum ki ben bile doğru yolda olduğumuzdan emin değildim. "Tamam, dümdüz ilerlemen lazım. Şu ilerideki tabeladan sola döneceksin, sonra da sağda gösteriyor. Benden bu kadar."
Öğle saatlerini geçmiştik, güneş tepedeydi ve benim cinlerim de tepemdeydi. "Emin misin?" Dediğim tüm yollardan geçtiği için ve meşhur çiçekçimiz görünmediği için muallakta kalmıştık.
"Senin telefonun," dedim vurgulayarak, "öyle gösteriyor Varan Alp."
Varan Alp, umutsuz bir şekilde arabayı sürmeye devam ederken hava çok sıcak olduğundan pişmek üzereydim; zaten buraya ne diye öğle vaktinde gelmiştik ki?
"Bak, burası işte." dediği an kafamı sol tarafa çevirdim. Sonunda tabelası önümüze çıkmıştı ya, gözüm arkada kalmazdı! "Şükür Çiçekçilik."
"Burası daha çok tarla gibi," Arabayı durduran Varan Alp, anahtarı çekip kendi kapısını açtı. Neler çıkacağını düşünürken gerilip öylece kalakaldım fakat bundan kaçamazdım. Gerçeklerin artık gün yüzüne çıkması gerekiyordu.
Kapıyı aralar aralamaz "Evet, öyle bir yer. Zaten tahmin etmiştik." dedikten sonra güneş gözlüğünü gözüne geçirdi. İkimiz de aynı anda yürümeye başladık.
Üstünde koyu lacivert bir yelek, içerisine de kareli bir gömlek giyen yaşlı bir amca çıktı karşımıza. Önce bizi görmedi, kapının önündeki çiçeklere dokundu; adım seslerimizi duyunca ise kaşlarını kaldırarak gözlerini kıstı ve bizi sonunda gördü.
Varan Alp, "Merhaba, kolay gelsin." dedikten sonra güneş gözlüğünü çıkardı.
"Kolay gelsin amca, nasılsın?" diyerek dizginleri elime almak için harekete geçtim.
Bir bana bir Varan Alp'e şaşkın bakışlar atan adam, "Siz kimsiniz yahu?" diyerek arkada duran, Varan Alp'e ait arabaya bakmaya başladı. "Ne zaman geldiniz?"
Varan Alp ile birbirimize tuhaf bakışlar attık. Vallahi çok dükkâna gitmiştim, pek iyi karşılanmadığım zamanlar da olmuştu ama bunun gibisi olmamıştı.
"Amcacığım merhaba, biz sana bir soru sormaya geldik. Eğer müsaitsen konuşabilir miyiz?" diyerek adama doğru yaklaştığımda kısık gözleriyle Varan Alp'e döndü.
"Sen de mi?" diye soran adamın sesi kısık çıkmıştı.
Varan Alp kafasını sallayarak "Evet, biz beraber geldik zaten. Şimdi geldik." diyerek zannımca yaşlı adamı sakinleştirmeye çalıştı.
"Ama ben çiçek yetiştireceğim, bak." İleriyi işaret ettiğinde hepimiz tarlaya döndük. "Kamyona çiçek yükleyip dükkândan gitmem gerek." Kolundaki saate baktı. "Çok da geç..." Dudaklarını ısırdı. "Yine geciktirdim."
Adamın bunadığını düşünmeye başladığım an "Amcacığım sorumuz çok basit zaten... Kamera görüntüleri varsa eğer..." deyince Varan Alp araya girdi:
"Ben sana yardım edeyim, sen de bana iki dakikanı ayır. Olur mu?"
Lafımı böldüğünden ötürü gözlerimi devirdim. "Ben de yardım ederim amca..."
Adam kafasını kaşırken "Benim ileride sulayacağım çiçeklerim var," derken gözleri titriyordu. Belli, bu adamdan bir bilgi alamayacaktım. En iyisi ısrar edip görüntülere bakmaktı. "Orada sulanacak çiçekler var... Lalelerim var, güllerim var, sardunyalarım var, frezyalarım var..." İki kez öksürdü. "Şurada ıtır çiçeği ile nergis var, yan yana. Bunları sular mısınız?"
Itır çiçeklerine döndüm.
Yutkunarak kafamı Varan Alp'e çevirdiğimde onun da ıtır çiçeklerine dalgın bir bakış attığını fark etmem uzun sürmedi. Boğazımı temizledikten sonra "Tabii, sularız biz çiçeklerini." dedim sevecen bir sesle.
Adamın aklının uçup gittiğini ikimiz de anlamıştık, bu nedenle yaşlı adam içeriye muhtemelen sulamamız için araç gereç getireceğini düşündüğüm bir sebeple girince ikimiz de birbirimize dönüp kafamızı olumsuz anlamda salladık.
"Bu adamı neden çalıştırıyorlar acaba?" diye sordum kendi kendime.
"Belki kimsesizdir." dediği an dudaklarım düz bir çizgi hâlini aldı. "Sokakta bile satış yapan seksen doksan yaşlarında yaşlı kadınlar, adamlar varken pek şaşırmadım."
Yüzüm düştü. "Doğru." demekle yetindim. "Ama bence aklı pek... Nasıl desem? Aklı pek yerinde değil. Burayı tek başına işletemez."
Cebimden telefonumu çıkardıktan sonra çekmediğini fark edip çokbilmiş bir ifadeyle gülümsedim. "Telefon çekmiyor, kesinlikle buradalardı..." Dağ başında olmasak da buradaki evler tek tüktü, restoran da pek görmemiştim.
"Nedense ben de öyle hissettim."
Yaşlı adam kapıda belirip yüzümüze gülmeye başlayınca şaşkınlığımı gizleyemeyip sırıttım. "Gelinim!" dedi dehşet bir ifadeyle. Önce arkamı döndüm, birinin gelip gelmediğini anlamak için ve kimseyi görmeyince aklının gittiğine kesinlikle emin oldum. "Nazmiye!" Adam boynuma sarılınca kafamı sola çevirip Varan Alp'in tepkisini izledim; boşu boşuna geldiğimizi düşünüyordu bence.
"Canım oğlum..." diyerek bu kez Varan Alp'e sarılınca elimi havada salladım. "Nasrettin!"
Kendimi tutamayıp üç saniye boyunca güldüm, Varan Alp de bozmamak için "Nasılsın?" diyerek yaşlı adama sarıldı. "Ne zamandır görüşemiyoruz..."
Kendisini geri çeken yaşlı adam, "Sen Nazmiye ile evlendin, değil mi?" diye sorunca gözlerimi yumarak sesli ve bıkkın bir nefes verdim. Muhtemelen buradan bir şey çıkmayacaktı. "Peki Nazmiye, sen kiminle evlendin?"
Gözlerimi açıp "Nasrettin'le, babacığım... Kiminle olacak başka? O benimle evlendi, ben nasıl başkasıyla evleneyim?" diye açıklayınca adam gözlerini kısıp aklaşan saçlarına parmaklarını iki kez vurdu.
"Ben ne bileyim?" Çiçekleri gösterdi. "Nasrettin sen buraya bakmaya mı geldin oğlum?"
Varan Alp, muhtemelen ismini pek kabullenemediğinden ötürü "Yok, hava almaya çıktık biz. Sana uğrayalım dedik... İçeriye bakabilir miyiz?" diyerek hızlı hızlı konuyu değiştirdi. "Bayağıdır gelmiyoruz ya baba."
Yaşlı adam, üstündeki yeleği çıkararak "Oğlum sen neden sadece tişört giydin? Al, bunu giy, üşüme..." diyerek Varan Alp'e uzatınca kaşlarım havaya kalktı. Varan Alp zaten sıcaktan bunalıp ceketini arka koltuğa fırlatmıştı, bu adam neyin kafasını yaşıyordu da havanın bozuk olduğunu düşünüyordu?
"Babacığım," diyerek yeleği elinden aldım. "Bak sana ne diyeceğim... Ben telefonumu kaybettim, birine ulaşmam lazım. Senin telefonunu kullansam olur mu?"
Adamın beyaz kaşları havaya kalktı. "Nazmiye burada telefon çekmez ki... Ama bekle, getireyim." Ağır adımlarla içeriye giren adam yürümeye başladığı an Varan Alp'in kolundan tutarak arabaya doğru sürüklemeye çalıştım ama öylece durduğu için bir adım dahi atamadım.
"Niye duruyorsun?" diye sordum dünyanın en normal sorusunu sorarak.
"Ya ben bu adamı böyle bırakamam, imkânsız." İçeriyi işaret etti. "Biri gelene kadar yanında duralım. Başına bir şey gelir, kalır öyle..."
Gözlerimi devirerek "Ya Varan Alp, kafası gidik işte..." diyerek koluna dokundum. "Biz gidelim buradan, Erkin kankana haber verirsin, o bir ekip yollar."
"Miray bırakamam diyorum ya," deyince hayretle bıkkın bir nefes verdim. "Aklım kalır, vicdan azabı çekerim..."
Pek ısrar etmedim. "İyi, tamam." dediğim an adam tekrardan çiçekçinin kapısında belirdi.
"Al, Nazmiye bak..." Gözleri dolmuştu ve bu iş iyice çığırından çıkmıştı. "Bu Nurhan'ın telefonu, anneciğinin..."
Telefonu elime alırken "O nerede ki?" diye sorduğumda gülmeye başladı.
"O öldü." Yüzüm aniden düşünce söylediği cümleyi ciddiye alıp almamak konusunda ikilemdeydim. "Kafasını vurdu, kanadı..." Ağlamaya devam etti. "Telefonunu polisler bana verdi. Ben annenin telefonunu kullanıyorum. Sen bunu bilmiyor musun?"
Duygusallığımı daha fazla bastıramadım. "Biliyorum."
Kapının yamacındaki masaya doğru ilerleyen adam, eline bir saksı alıp sandalyeye oturdu. "Ben rahmetli annenizin mezarına çiçek götüreceğim." Elindeki makasla çiçeğin belirli bölgelerini kesti. "Buraya geçen gün iki tane genç geldi, benden çiçek aldılar..."
Varan Alp de ben de masaya doğru yürüdük, sandalyeye oturduk.
Ben sormadan Varan Alp aklımdaki o soruyu sordu: "Ne çiçeği aldılar senden?"
Yaşlı adam hâlâ ağlıyordu. "Benden gül aldılar, kırmızı gül aldılar." Yüzünü bana çevirdi. "Nazmiye sen de gül gibisin, Nasrettin'e zamanında çok çektirdin..."
Adamın gözünden dökülen yaşlar nedenini bilmesem de canımı yakmıştı. Kim bilir neler çekmişti de bu hâldeydi...
Daha fazla sohbet etmek için "Ne yaptığımı hatırlıyor musun sen?" diye sorunca buruşmuş yüzündeki ıslaklığı sildi.
"O seni sevdi, sen onu sevmedin."
Hüzünlü bir gülümsemeyle Varan Alp'e döndüm. Nasrettin rolü hoşuna giden Varan Alp, "Ama bak, şimdi yanımda. Üzülme sen o yüzden..." diyerek yaşlı adamı kendince teselli etmeye çalıştı. Belliydi, çok yumuşak bir kalbi vardı.
"Olsun. Sen onu sevdin, o seni sevemedi." Kıpkırmızı gözlerini bana çeviren adam gülümsedi. "Bazen erkekler sever, kadınlar sevmez. O kadınlar gül gibidir işte... Güzeldir, hoştur ama dikeni vardır. O dikeni batırırlar sevdiceklerine, ömür boyu canları yanar."
Saksıya bakarken Varan Alp, "Yanmaz yanmaz..." deyince somurtarak yüzümü ona doğru çevirdim. Gözlerini yaşlı adamın üstünden çekmeyen Varan Alp "Sonunda kavuşmak varsa her özlem güzeldir." deyince hızlı bir hareketle kafamı tekrardan masaya çevirdim.
"Her özlemin sonunda var kavuşmak çünkü bak, annen toprağın altında." diyen yaşlı adam, bu kez doğruyu söylemişti. Varan Alp'in annesi gerçekten de toprağın altındaydı. "Zaten gülün ömrü az olmaz mı? Onun da ömrü az oldu..." Bana döndü. "Nazmiye, sen de gül gibisin, dikkat et."
"Allah korusun ya," diyerek koluna dokundum. "Ben laleyim bence, gül değilim." Ortamı neşelendirmek için kıkırdadım. "Baksana, süslünün tekiyim zaten... Aynı laleler gibi."
Adam ağlarken gülmeye başladı. "Lale zor iklimlerin çiçeğidir. Sen de çok zorsun o zaman." Gülümseyerek kafamı sallamaya başladım. "Nazmiye, senin gözlerin de ne kadar güzel." Yüzünü yaklaştırıp gözlerimin içine baktı. "Çok yeşil. Gözlerinin içi gülüyor Nazmiye."
"Tabii güler, senin sayende." Nedendir bilinmez ama bu adama ısınmaya başlamıştım.
"Sen bilir misin laleleri?" İleriyi işaret etti. "Orada bir sürü lale var."
Soyadımın içinde geçen çiçek, en sevdiğim çiçekti ama nedenini bilmiyordum. "Lalenin anlamını mı?" diye sorarken Varan Alp'le göz göze geldik. "Aşk çiçeği demek," Kıkırdamaya başladım. "Ve çok güzel bir çiçek, bunu biliyorum."
"Bak," diyen yaşlı adam tekrardan laleleri işaret etti. "Orada her renk lale var. Laleler ilkbaharda yetişirler aslında... Bendekiler orada." Kırmızı, sarı ve beyaz laleler vardı. "Sen en çok hangisini seviyorsun Nazmiye?" Sanki kafası karışmıştı. "Sen lale seviyordun, değil mi Nazmiye?"
Sıkıntıyla başımı salladım. "Evet, lale seviyordum. En güzeli..." Gözlerimi kısarak hepsini inceledim lâkin bir karar veremedim. "Niye seçeyim ki? Hepsi çok güzel."
"Ne çok güzel?" diye soran adam Varan Alp'e döndü. "Nazmiye mi çok güzel?"
Varan Alp bir bana bir de yaşlı amcaya dönerek "Evet, güzel, çok güzel." deyince içinde bulunduğumuz ortamı çok garipsemeye başladım.
"Baba," Yan yana duran üç ağacın arkasında beliren mavi gözlü, bizden muhtemelen on yaş kadar büyük bir adam hayretle bana ve Varan Alp'e bakmaya başladı. "Merhaba, hoş geldiniz..." dedi hızlıca. "Baba sen odandan neden çıktın?" Yaşlı adamı kaldırmaya çalışınca engel olmak istedim.
Varan Alp benden önce davranarak "Kalsaydı, sıkıntı yok..." deyip ayağa kalktı. Adam da rahatsız olmadığımızı anlayınca rahat bir nefes verdim.
Varan Alp ile el sıkıştılar, daha sonra bana el uzatınca ben de sıktım.
Yaşlı adam, "Nasrettin geldi işte, bak..." diyerek Varan Alp'i işaret etti. "Nazmiye de geldi, bak, hem de çok güzel olmuş. Büyümüşler."
Oğlu mahcubiyetle gülümserken Varan Alp'e sandalyeyi işaret etti. "Doğru babacığım, gelmişler..." Bize dönerek sol gözünü kırptı ve "Hoş geldiniz," diyerek gülümsemeye devam etti. Varan Alp sandalyesine tekrardan oturdu. Oğlu, "Babacığım sen odana geç," deyince çiçekçinin aslında sadece dükkân olmadığını yeni fark etmiştim, üst katta bir ev de vardı. "Ben de Nasrettin ile ilgileneyim."
"Ama ayıp, onları yalnız bırakmayayım." diyerek başını olumsuz anlamda sallayan yaşlı adam çok yorgun görünüyordu.
"Babacığım sen dinlen biraz..."
Yaşlı adam zorla da olsa kalktı, üzüle üzüle içeriye girdi. Oğlu, babası içeriye girer girmez "Ya gerçekten kusura bakmayın, demans hastası." diyerek açıklamaya çalıştı. Zaten anlamamak elde değildi. "Sizi abim zannetmiş." Varan Alp'ten sonra da bana döndü. "Sizi de abimin eski aşkı Nazmiye sanmış."
Anlayışla kafamızı olumlu anlamda salladık. "Biz aslında buraya çiçek almaya gelmedik," diyerek lafa girdim. "İsminiz neydi?"
"Nedim."
"Memnun olduk," diyerek araya giren Varan Alp'e ölümcül bir bakış attım. Gözü bana değdikten kısa bir süre sonra Nedim Bey'i buldu. "Ben Cumhuriyet Savcısı Varan Alp Çakmak," deyince sol kaşımı havaya kaldırarak gülümseye başladım. "Yakın zamanda bir cinayet işlendi, buraya yakın bir bölgede işlenmiş olması kuvvetle muhtemel."
Nedim Bey'in kaşları çatıldı. "Tövbe estağfurullah ya..." Korktuğu kesindi. "Burada mı işlenmiş?"
"Siz yanlış anladınız bizi," diyerek sandalyemi masaya yaklaştırdım. "Ben de avukatım, zaten bu beyefendi de davanın savcısı değil..." diyerek Varan Alp'e buradayım adlı mesajımı verdim. "Onun kuzeni öldü, benim de arkadaşım. Muhtemelen ölen ismi televizyonda duydunuz... Melek İnal."
"Ney?" diyerek iki elini birbirine çarptı. "Ümit Haldun Baba'nın kızı sizin tanıdığınız mıydı?" Yüzü iyice ekşidi. "Allah rahmet eylesin ya, başınız sağ olsun." Birkaç kez cıkladı. "Ne isterseniz göstereyim size, kamera var dükkânda."
Varan Alp, "Çok iyi olur gösterebilirseniz..." diyerek ayaklandı.
Üçümüz de ayaklanıp içeriye girdik, bu sayede tepedeki güneşten bir nebze kurtulmuştum. "Bir saniye savcım, bekleteceğim..." Bilgisayarın başına oturduktan sonra bahçeyi işaret etti. "Üç tane kamera var savcım, istediğinize bakın. Açıyorum, bir saniye..." Adam benden de hızlı konuşmaya başlamıştı.
"16 Eylül'e bakar mısınız, saat altıdan sonrasına. Hızlandırılmış olsun." dedikten sonra bilgisayara doğru eğildim.
"Tamam, Avukat Hanım."
Görüntülere girdikten sonra Varan Alp'e ve bana doğru çevirdiği bilgisayar ekranına üç dört dakika boyunca bakmıştık fakat gelen giden yoktu.
"Bakın," dedi Nedim Bey ekranın sol üst kısmını işaret ederek. "Saat sekiz civarı iki genç gelmiş..." Kaydı yavaşlatınca ikisinin yüzü de seçilmediğinden pes edercesine Varan Alp'e döndüm.
"İçeri girmediler mi?" diye sordu Varan Alp, Nedim'e bakarak.
Nedim Bey, sandalyeden kalkıp "Vallahi savcım, ben burada değildim." deyince sessiz bir nefes verdim. Bu durumdan çok sıkılmıştım: ilerlemekten ama her seferinde geriye yürümüş olmaktan.
"Dur bir dakika," diyen Varan Alp'in sesini işittiğim an gözlerimi fal taşı gibi açarak ekrana odaklandım. "Siyah kapüşonlu çocuk hırkasını çıkardı, geri dön." Nedim, bilgisayara eğilerek geriye sardığı an iki erkek gencin yüzlerini eğerek yürüdüğü anları izlemek beni çok germişti. "Bak, kolunda bir dövme var..." Varan Alp, ekranı işaret etti. "Yıldızın etrafında motifler var..."
Kaşlarım çatıldı. "Üzgünüm ama böyle birini tanımıyorum Varan Alp." Ekrana bakmaktan vazgeçtim. "Ve görüldüğü gibi, Melek yok." Mir Beyaz aklıma gelince dudaklarımı büzdüm. "Mir Beyaz da zaten Melek'e ıtır çiçeği almazdı... Unutur, dedim de... Bence unutmazdı."
"Miray," diyen Varan Alp'in koluma dokunduğunu yeni fark ediyordum. Kafamı hafifçe sola ve boyunun uzunluğundan dolayı yukarıya kaldırdım. Göz göze geldiğimiz an güven veren bir sesle "Belki benim gözümden kaçan bir detay vardır. Sen de bak." deyince kabullenerek ekrana odaklandım.
Nedim, "Eşiniz mi savcım?" diye sorunca ikimiz de öylece kaldık.
"Hayır, değilim." dedim birkaç saniye sonra. Varan Alp de elini kolumdan geri çekti. Konuyu değiştirmek için "Hırkasını çıkardığı yere sarabilir misiniz Nedim Bey?" diyerek bilgisayarı Nedim'e çevirdim.
Nedim iki tuşa tıkladıktan sonra "Buyurun." diyerek ekranı bana çevirdi.
Varan Alp kulağıma kadar eğilince dikkatim dağıldı ancak söylediği cümle, tekrardan odaklanmamı sağladı: "Hırkasını çıkaran gence bak."
"Baktım." Siyah ve kapüşonlu hırkasını çıkaran gencin belindeki çıkıntı, kaşlarımı kaldırmama sebep oldu. "Silahı var..." derken benden önce fark etmesine rağmen sırf kendim görebileyim diye bunu yaptığını anlamıştım ancak belli etmemiştim. "Bu kadarına yuh derim... Bence çevredeki diğer kameralara da baktırsın Erkin. Sen söylersin. Bu işte bir iş var, o kadar eminim ki..."
Çabamızın boşuna gitmediğini düşünerek elimi kalbime doğru götürdüm ve etrafı kontrol etmeye devam ettim. Varan Alp hâlâ kayıtları inceliyordu.
Birkaç dakika sonra Varan Alp, Nedim'e kamera kayıtlarını ulaştırması için savcılığın bulunduğu semti söyledi. Kendisinin ulaştırması uygun olmayacağından ötürü bir kopyasını aldı, ulaştırması için de Nedim'i görevlendirdi.
Bu esnada sadece düşünerek dışarıdaki masada otururken gözüm saksıdaydı.
Az önce yaşlı amcanın bakım yaptığı çiçeğe bakarken gülümseyerek lalelere döndüm.
"Ümit Haldun Baba'ya iyi bakın, ne olur... Bak, o adam bu ülkenin Cumhurbaşkanı olacak, adım gibi eminim. Allah onu başımızdan eksik etmesin." diyen Nedim'in sesi pek uzaktan gelmiyordu. Yine de dinleyemiyordum, sadece lalelere bakıyordum. "Babam için de kusura bakmayın, savcım. Avukat Hanım, siz de hakkınızı helal edin."
İrkilerek ikisine doğru döndüğümde kapının önünde, ayakta dikildiklerini fark ettim. Daldığım için şaşkındım, belli etmemek için de gülümsedim.
Varan Alp, "Ben şeyi merak ettim," derken masanın üstündeki telefonu işaret etti. "Eski eşi, sanırım anneniz. Onun telefonunu kullanıyormuş, öyle mi?"
Nedim Bey, "Tabii," deyip başıyla onayladı. Telefonu masanın üstünden alıp "Annem de tıpkı size benzerdi Avukat Hanım, acaba ondan mı ısındı size? Gerçi Nazmiye'ye benzetmiş ama..." deyip telefonu havaya kaldırdı. "Bakın, rahmetli annem..."
"Allah rahmet eylesin." diyerek telefonu elime aldım, gerçekten de benziyordu bana. "Kaç yaşındaydı?"
Nedim birkaç saniye düşündükten sonra "Yetmiş." deyince Varan Alp de ben de teselli etmek adına hüzünle gülümsedik. "Yana kaydırın, babamla fotoğrafları da var..."
"Güle benzetiyormuş annenizi," Varan Alp bunu söylerken ben fotoğrafı yana kaydırmakla meşguldüm. Telefon biraz donmuştu, yine de sağa kaydırabilmiştim. "Allah şifa versin babanıza."
"Amin inşallah," diyen Nedim göz ucuyla içeri baktı. "Genelde ben yokken uyur ama bugün dükkâna inesi gelmiş..." Kıkırdadı.
"Adı neydi babanızın?" diye sorarken yaşlı çiftin gençken çekildikleri fotoğrafa bakıyordum.
"Şükrü." Kafasını kaldırıp tabelayı işaret etti. "Ama Şükür Çiçekçilik..."
Fotoğrafı tekrardan sağa kaydırdığımda, görmüş olduğum videoyla beraber aniden ayağa kalktım. Video, 16 Eylül akşamı çekilmişti.
Açılan videoyu tam olarak algılayamadığımdan dolayı Varan Alp'e döndüm. Gayet rahat bir ifadeyle etrafı inceleyen Varan Alp, yüz ifademi görür görmez bana doğru iki adım attı. Yanımda durduğu an videoyu beraber izlemeye başladık.
"Buket yaptırıp silahı yerine götüreceğiz işte." diye sessiz bir fısıltı yayıldı. "Hepsinden olsun amca!" diyen genç adamın kolundaki dövmeyi görür görmez elimi kalbime götürdüm. Devamı yoktu.
"İnanamıyorum..." diyerek telefonu masanın üstüne bıraktım. "Silahı gördün mü?"
Varan Alp, "Mir Beyaz'ın silahı muhtemelen..." deyince elimi saçlarıma daldırdım. "Buket yaptırmışlar, silahı götürmüşler..." Kafam allak bullak olmuştu, muhtemelen onun da. "Bunun da dosyaya dâhil olması gerekiyor, Nedim Bey. Şimdi giderseniz iyi olur."
Tıpkı az önceki gibi ne olur ne olmaz kopyasını kendi telefonlarımıza da aktardık.
"Ben arabaya gidiyorum." diyerek yanlarından uzaklaştım. Yürürken attığım her adımda, az önceki görüntüleri düşündüm ve yanılmamak, uğraşmak, ne pahasına olursa olsun mücadele etmek beni güçlendirirken bir yandan da zayıf düşürdü.
Mir Beyaz'ın silahı nasıl bir gençte olabilirdi ki?
Ya dövmeli genç öldürdüyse Melek'i?
Düşüncelerimi kontrol edemedim, her şey birbirine karıştı.
Birkaç dakika sonra Varan Alp, kapıyı açtıktan sonra arabaya bindi ancak az önceki hâlinden biraz daha farklıydı. Elinde bir buket lale vardı, hepsi sarı renkti.
Gözlerimin dolduğunu görünce "Niye ağlıyorsun?" diye sorup elindeki buketi bana uzattı. İki elimle kavradığım sarı laleleri kucağıma aldım ve manasız bakışlarımla yüzüne bakmaya devam ettim. "Miray niye ağlıyorsun?" Emniyet kemerini bağladıktan sonra bir elimde tuttuğum lalelere bir de bana bakıp gülümsedi. "Bence üzülme, sevin. Eğer o silah Mir Beyaz'ın silahıysa ve o dövmeli çocuğu bulabilirsek her şey çözülecek."
Lale buketine bakarken "Sağ ol." diyerek çiçekleri iyice sahiplendim, onlara sarıldım. "Uzun zamandır müvekkillerim bile çiçek almamıştı bana."
Varan Alp arabayı çalıştıracakken bir anda lalelere baktı. "Sarı renk aldım."
Çok güzellerdi. "Güzel renk."
"Sarı alasım geldi." diye açıklamaya devam edince kaşlarım çatıldı. Bir şey mi anlatmaya çalışıyordu, anlayamamıştım.
Bir anda tüm ruh hâlim değişti ve gülmeye başladım. "Yani?" diye sorup kendisini açıklamasına fırsat verdim.
"Yani... Yok bir şey."
Gülümsemem durunca "Sen de mi gül olduğumu düşünüyorsun yoksa? Hani şu dikenli olan..." diyerek ağzını aradım.
"Hayır," deyince ben de emniyet kemerimi bağladım. Çiçekleri havaya kaldırıp bakarken "Sen gülden daha güzelsin zaten." dedi. Beklemediğim bir cümle kurunca içimden şaşırsam da pek belli etmedim, sadece yüzüne baktım. "Yani laleler gülden daha güzel."
Teşekkür etmek yerine "Lale de benden mi güzel?" diye sorup büyük bir odunluk yaptım.
"Lale senin adının içinde var zaten," diyerek arabayı çalıştırdı. "Gerisini sen düşün. Sana lale aldım."
Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. "Çok bilmeceli konuşuyorsun Varan Alp..." Araba artık hareket halinde olduğundan pek konuşasım gelmiyordu ama alışmıştım sanki.
"Çok dümdüz konuşuyorum bence," derken sesindeki tokluk sayesinde elimde tuttuğum lale buketi gibi canlanmıştım. "Sana sarı laleler aldım, gerisini sen düşün."
Aklımda dönen şarkının sözleriyle gözlerimi kısarak Varan Alp'e döndüm, onun yüzü yola dönüktü...
"Sen olmasan buralara, gelemezdim ben.
Sevemezdim bu şehri, anlamazdım dilinden."
"Teşekkür ederim o zaman..." diyerek başka bir şarkıyı anımsattığımda ikimiz de sessizce güldük.
|
0% |