@esmatonguc
|
Bu bölümdeki politikacılar veya yüksek mertebe parti üyeleri, Cumhurbaşkanı; günümüz Türkiyesi başkanlarını kastetmemektedir.
Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.
ON YEDİ EYLÜL
6. BÖLÜM: “TÜM TÜRKİYE”
⚖️
“Artık kaçış yok çünkü kovalayan taraf biziz.” “Ben artık gerçekten delireceğim.” derken aynı zamanda hastanenin koridorunda Varan Alp’in telefonuma kilitlenişini seyretmekle meşguldüm. Arabadan inip hastaneye girdiğimizden beri telefonumdaki fotoğrafa bakıp duruyordu, daha doğrusu mesaja. “Varan Alp, tamam, yeter…” diyerek telefonu elinden aldım. “Ablamı göreyim, yeğenimi göreyim, emniyete götürüp göstereceğim. Daha fazla bakma sen de.” Kafası karışmış gibi etrafa bakıp durdu. “Çok mutlular.” dedi birkaç saniye sonra. Ona hak verir gibi sesli bir nefes verince “Çok mutlu görünüyorlar. Melek mutlu, Mir Beyaz mutlu ve… Nasıl desem? Çok rahat.” diye devam etti. “Neyse, dediğin gibi olsun. Önce yukarı çıkıp bizimkilere bakalım, sonra emniyete döneriz.” “Tamam.” Yukarı çıkarken beynimde dönen ihtimaller zinciri birbirine kenetlenmişti, sıkı sıkı tutunuyordu. Melek’le buluşmadığını söyleyen Mir Beyaz, ne yazık ki yalan beyanda bulunmuştu; savcı bunu somut bir delil olarak iddianameye eklediğinde, Mir Beyaz artık sanık olacaktı. “Tutuklama süresini uzatır mı sence Erkin?” diye sordum Varan Alp’e. Merdivenlerden çıkmıştık ve ablamın kaldığı odaya doğru yürüyorduk. Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Sen de gördün, fevri bir savcı. İçten içe düşünse de atik davranıyor. Direkt Sulh Ceza’ya sevk eder.” Sadece ofladım ve sessiz kalmayı tercih ettim. “Şu an önemli olan Mir Beyaz’ın ifadesi.” diyen Varan Alp, tam odaya girecekken durunca ben de durdum. Koridorda yalnızca biz vardık ve ablamın odasının kapısı kapalıydı. “Onunla görüşeceğim.” deyince kaşlarım çatıldı. “Madem avukatı olmanı istemiyor, hatta direkt avukat istemiyor… O hâlde ben onunla anlayacağı dilde tatlı bir sohbet ederim.” Kafamı hızlıca olumsuz manada salladım. “Bana anlatmadıysa sana da anlatmaz, Varan Alp.” “Belki anlatacak bir şeyi de yoktur.” dedi sertçe. “Benim kuzenim öldü, senin de arkadaşın. Mir Beyaz senin için önemli olabilir ama Melek’in ölümünün önüne geçmesin. En olumsuz senaryoyu düşün ve ona göre davran yoksa dayım, sana düşman kesilir.” Ümit Haldun İnal… Milyonlarca seveni olan bir partinin genel başkanı ve belki de seneye Cumhurbaşkanı olacak adam. “Biliyorum, biliyorum ama elimde değil ki… Mir Beyaz’a konduramıyorum hem sen de görmedin mi? Fotoğrafta ne kadar mutlular… Arkada bir iş dönüyor Varan Alp. Eminim.” Ablamın odasının kapısı açılınca aralanan dudaklarım kapandı, kapının ardından da Koray çıktı ve bizi görür görmez birkaç saniye bakakaldı. “Abla,” diyerek otuz iki diş sırıttı. Yüzü gözü tıpkı benimki gibi şiş olsa da içeriyi işaret ederek gülümsüyordu. “Burada mıydınız? Ne zaman geldiniz?” Sorusunu cevapsız bırakınca içeriyi işaret etti. “Bebek kırmızı değilmiş, geçmiş olsun.” Gözlerimi devirerek “Ya ne kırmızısı? Çekil…” dedikten sonra odaya doğru bir adım attım. “İçeride mi?” diye sorduğum an babamı ve Teoman’ı gördüm. “Kızım, nereye kayboldun sen?” diyen babamdan sonra hasta yatağında yatan ablamı, ardından da kucağında tuttuğu minik bedene bakarken içimdeki ateşe su serpildi. “Baba bir dakika…” diyerek ablamın yanına yürüdüm. Koyu yeşil gözlerini üzerime diken ablamın yanına yürürken ağlamamak elde değildi. “İnanamıyorum ya,” dedikten sonra yatağının kenarına oturdum. O kadar küçük ve narindi ki… Ablam nasıl kucağında tutuyordu? “Abla, dikkat et tutarken. Hemşire yok mu? O da burada olsaydı keşke. Annem? O nerede?” Elimi uzattım ancak hemen geri çektim. “Ben elimi yıkamadan dokunmayayım… Hem bu erken doğmamış mıydı? Buraya nasıl getirdiler? Nasıl izin veriyorlar kucağında tutmana?” Koray arkadan “Ya Miray abla ne abarttın? Sekiz buçuk ay karnında taşımış, elinde mi tutamayacak?” deyince babamın da “Eşek sıpası…” diyerek hafifçe güldüğünü işittim. “Öyle olmuyor ki…” diyen Teoman’ın sesi epey bitkin gelmişti. “Doğumdan sonra kucağıma almam için bebeği uzattıklarında az kalsın kafasını tutmayı unutuyordum.” “Yuh enişte… Uzaktan eğitimle ortaya çıkan maksimum baba…” diyen Koray’ın ne dediğini anlamasam da gülümsedim. Varan Alp, abisinin yanında durup omuzunu sıkarken bir yandan da bebeği uzaktan izliyordu. Rüzgar’a daha yakından bakıp “Ben de kucağıma alabilir miyim?” diye sordum. “Ama önce elimi sabunlayıp yıkayayım.” Ablam ilk defa konuşarak “Miray,” deyince Rüzgar’a bakmayı bırakıp ablama döndüm. Dudakları titredi, Rüzgar’a baktı ardından zorla gülümsemeye çalıştı. “Mir Beyaz nerede?” Ablamın kurduğu cümleyle bozguna uğradım fakat daha da etkilenmesin diye “Emniyette şu an,” diyerek omuzuna dokundum. “Sen Rüzgar’a odaklan abla, lütfen. Gerisini düşünme.” “İmkânsız.” diye fısıldadı. Kollarını hafifçe hareket ettirip “Al kucağına, hadi.” deyince gözlerimi belerttim. “Miray, saçmalama, hadi, al kucağına…” Kekeleyerek “Ama,” derken ablam mışıl mışıl uyuyan minik Rüzgar’ı kollarımın arasına bıraktı. Şoktan konuşamaz hâle geldim. “Ay, ben yüz senedir bebek tutmadım abla! Ya düşürürsem…” Varan Alp ağır ağır yürüyüp bana doğru yaklaştıktan sonra biraz ilerimde duran sandalyeyi çekip yakından Rüzgar’ı izlemeye başladı. Göz göze gelince “Bence bana benziyor.” diyen Varan Alp çok haksızdı. “Ne alakası var ya?” diye çıkıştım. “Gözleri yeşil, bana benziyor.” Koray birkaç kez öksürüp “Abla bebek zaten doğduğundan beri uyuyor, ne ara gözlerini gördün?” deyince gözlerimi devirdim. “Ben gelince açtı, gördüm.” diyerek yalan söyledim. Eniştemin hâli pek hâl değildi, bunu anlayabiliyordum. Bu yüzden ona dönüp tepkisini kontrol etmek istedim. Bize bakıp gülümsüyordu ancak yüzünde öyle bir hüzün vardı ki içimi parçalamıştı. Babam biraz daha normaldi, dünden beri herkes çok yıprandığından babamın soğuk tavırları bile en normali gibi geliyordu. Şimdi dümdüz bakıyordu ama kaşlarını çatmaması da iyiye yorulabilirdi. Kucağımda tutarken sanki tüy tutuyormuşum gibi hissettiren Rüzgar’ın dudakları büzülünce “Ay,” diyerek korkuyla ablama döndüm. “Dudakları hareket etti.” Varan Alp ona dönmemi sağlayan “İnsan çünkü,” cümlesini kurunca kaşlarımı çattım. “Hem sen versene bana, biraz da benim kucağımda dursun.” Alıştığımdan dolayı “Ben teyzesiyim, anne yarısı yani…” diye çıkışarak Rüzgar’ı izlemeye devam ettim. “Hem senin kucağına verirsem çocuk maazallah, Allah korusun, yere düşerse sekizinci kattan düşmüş gibi olur. İki metre boyun var.” “Miray!” diye uyardı babam fakat sesi çok kızgın gelmemişti. Koray, Varan Alp’in yanına geçip “Savcım cidden boyun kaç senin? Benim 1.81 ama sen oturunca aynı boyda oluyoruz.” dediğinde fırsat bu fırsat Rüzgar’a doğru eğildim. Saçlarımı toplamanın rahatlığıyla yakından kokusunu alınca içime huzur doldu. Varan Alp ile Koray’ın sohbeti “İki metre değilim.” açıklamasıyla kaldığı yerden devam etti. “1.92 boyum ama şu an oturduğumdan dolayı ve bebeği düşürmem için hiçbir sebep olmadığından dolayı benim de yeğenim olan Rüzgar, zarar görmeyecek. Sekizinci kattan düşer gibi olmaz yani…” “Miray,” diyen ablamın gözleri Varan Alp’i işaret etti. “Biraz da o tutsun, amcası sonuçta.” Şimdiden Rüzgar’ı kıskanıyorsam geçmiş olsun. En son pes ederek zaten zar zor tuttuğum Rüzgar’ı bu kez Varan Alp’e doğru uzattığımda sanki kırk senedir babaymış gibi rahatça Rüzgar’ı kucakladı. Hayret içerisinde bakakaldım çünkü hiç gerilmemişti. Varan Alp’in gözleri kısıldı, dün geceden beri ilk defa bu kadar derin güldü. Teoman, “Hiç böyle hayal etmemiştim…” deyince zaten kursağımda olan sevincim daha da derinlere gömüldü. “Oğlum yapma,” Babam, Teoman’ın sırtını sıvazladı. “Oğlun doğdu, tabii ki sevineceksin… Kendini suçlu hissetme.” Babamdan hiç beklemediğim bu hamleden sonra Koray, “Harbi Varan Alp abiye benziyor ya…” dedi yüksek bir sesle. “Burnu aynı onunki gibi, baksana.” Rüzgar’a doğru eğilip burnunu kontrol ettikten sonra Varan Alp’in burnunu inceledim. “Eh işte,” diye mırıldandım. “Birazcık.” Zaten çoğumuzun burnu kemersizdi; Varan Alp’in burnu daha yuvarlaktı sadece. Ayrıca küçücük bebekti Rüzgar, burnu da minicikti; illaki değişirdi sonradan. “Abla sen cidden aşırı kıskanç bir insansın.” diyen Koray, ablamın yanına oturup kafasından öptü. Cümleyi bana kurmuştu ama ben cevap veremeden ablama laf atmaya başladı: “Sen de beş bin saattir ağlıyorsun abla, biz kırk gün senin lohusalığını mı çekeceğiz?” dediği an ablam Koray’a öyle bir bakış attı ki Koray sırf dayak yememek için iki adım geriye sıçradı. “Pardon.” “Benden de dayak yiyeceksin, az kaldı.” diyerek uyarımı yaptım. Koray pes edercesine cebinden telefonu çıkarıp ilerideki koltuğa doğru yürüdü, o sırada kapı açıldı ve içeriye annem girdi. Beni görür görmez gözlerini kısarak “Geldiniz mi Miray?” diye sordu. Kafamı bir aşağı bir yukarı sallarken babamla göz göze geldik ve direkt bakışlarımı kaçırdım. “Kızım, anlatacak mısınız artık? Ne oluyor?” Annem yanıma kadar yürüdükten sonra karşımda durdu. “Nereye kayboldun, Mir Beyaz nerede, Melek nasıl ölmüş? Allah’ım sorduğum soruya bak…” Elini kalbine götürdükten sonra Koray’ın yanına oturdu. “Rabbim sabır ver…” Annemin yanına yürüdükten sonra “Geçen seneki mevzu işte… Emniyete çağırmışlardı, hatırlıyor musun?” diye sorarken omuzuna sarıldım. “Bak anne, hatta baba, abla, enişte… Sizden tek istediğim, sakin olmanız. Geceden beri hepimiz perişanız zaten, beynim zonkluyor, kimseye açıklama yapacak hâlim de yok. Sadece şunu bilin: Bizim emniyette olmamız lazım, güvenli tek yer orası.” “Kızım tamam, gidin. Gitmeyin, demiyoruz.” dedi babam ayağa kalkarak. “Ama Allah aşkına bir bilgi yok mu, bir şüpheli bile mi yok? Söyleseniz de burada durup beynimizi tüketmesek. Bütün gece ablan ağlaya ağlaya hastaneyi inletti yahu…” Varan Alp, benden önce lafa girerek “Belki anlatılmıştır size belki de tam bahsedilmemiştir ama doğum günümüzde, doğduğumuz hastaneye özel olarak bizi teker teker her sene öldürmeyi planlayan bir seri katil söz konusu. Bu yüzden emniyete gidiyoruz.” diye açıklamaya başladı. “Şüpheli konusuna gelince henüz Melek’in otopsi sonucu çıkmadı, yaklaşık bir gün sürer, belki daha fazla, bu yüzden bugünü atlattıktan sonra size daha net bilgiler verebiliriz.” Eniştem, “Ben de gelirdim Varanım ama…” diyerek ablamın kucağında duran Rüzgar’ı işaret etti. “Bırakamıyorum ikisini de. Hakkınızı helal edin.” “Abi oğlun yeni doğdu, tabii ki hastanede kalacaksın. Mesleğin ayrı babalığın ayrı.” diyen Varan Alp ayaklanınca ben de annemin kolunu bırakıp ayağa kalktım. Annem, beni bırakmak istemiyormuş gibi gözlerimin içine derin derin bakınca sıkıntılı bir nefes vererek arkamı döndüm. “Sarp var, Korhan Amir var…” Varan Alp, Teoman’a açıklama yaparken ben de kapıya doğru yavaş yavaş yürüdüm. “Biz de elimizden geleni yapacağız, aklın kalmasın. Tamam?” “Haber verin.” diyen Teoman göz ucuyla Varan Alp’i işaret etti bana bakarak. “Dikkat edin birbirinize. Beni arayın.” “Tamam, enişte. Merak etmeyin…” Son kez anneme, babama ve Koray’a baktıktan sonra Rüzgar’a bakarak ağlayan ablama kıyamayarak yanına yürüdüm. Beni karşısında dikili görünce “Abla,” dedim yanına yaklaşıp. Sadece onun duyabileceği kadar kısık bir sesle “En çok sen güçlü durmalısın abla çünkü artık sadece kendin için değil, kucağındaki minik günahsız için de yaşıyorsun. Sen üzülürsen o da üzülür.” deyip yanağına dokundum. Ablam çaresizce başını salladı. “O zaman biz gidelim.” diyen Varan Alp, kapının pervazında duruyordu. Ablama iki gözümü birden kırptım, son kez Rüzgar’ın minik bedenine baktıktan sonra arkamı döndüm ve Varan Alp’e doğru yürümeye başladım; zaten beni bekliyordu. Kapıyı kapattığımız an, birkaç saniye birbirimize baktıktan sonra yürümeye devam ettik. Cebimde duran telefonum, bedenime bir hayli fazla geliyordu. Yürürken ikide bir arkamı kontrol edip o şekilde yürüyordum. Hastanenin çıkışına kadar hiç konuşmadık. Az önce arabanın içinde gördüğüm mesajdan o kadar etkilenmiştim ki arabanın önüne gelir gelmez olduğum yerde kalakalmıştım. Varan Alp’in telefonu çalınca bana da soluklanmak için birkaç saniye doğdu, telefonla konuşmasını bekledim. “Efendim?” dedikten sonra arabasının anahtarını çıkarıp kilidini açtı. “Sen basın yasağıyla ilgilen, demiştim. Başsavcının kalemine bildirdin mi? Hiçbir bilgi sızmasın. Bununla ilgilenin, yeter.” Öfkeyle arabaya doğru yürüyünce ben de alelacele arabaya doğru koşturdum. Varan Alp, ben arabaya binince kapıyı kapatır kapatmaz arabayı çalıştırdı ve sürmeye başladı, hâlâ telefonla konuşuyordu. “Tamam, kapatabilirsin.” Telefonunu arabanın boşluğuna öfkeyle attıktan sonra sanki varlığımı yeni anımsamış gibi bir iki saniye yüzüme bakındı. “Ya, bu yeni kalemimle hiç anlaşamadım…” deyip yola odaklanmaya devam etti. “Gerçi daha bir hafta anca oldu da… Pek anlamıyor ya… Basın yasağıyla ilgilenilmesi için bizzat Erkin’le dün gece nelerle uğraştık.” Birkaç saniye sesli nefesler verdi. “Tabii ki duyulacak ama dayım henüz buna hazır değil. Muhtemelen ülke ayağa kalkacak.” Melek’in yokluğuna henüz alışamamışken onu kırdığım her anı teker teker düşündüm. “En çok da dayın bence onunla küsken aramızdan ayrıldığı için üzülmüştür. Araları çok kötüydü, Melek son günlerde onunla neredeyse hiç konuşmuyordu.” “Az çok biliyorum.” derken sesi çok yorgun çıktı hatta akabinde esnedi. Merakıma yenik düşüp “Bütün gece uyumadın mı?” diye sordum. Sonra da bu soruyu sorduğum için pişman oldum çünkü çok üzgün görünüyordu, ruh hâlini tekrardan anımsatmak istememiştim. “Uyumadık, daha doğrusu uyuyamadık.” diye cevapladı. Başımı hafifçe çevirip yüzünü inceledim. O da “Senin boynun daha iyi mi?” diye sordu. “Hı, evet…” dedim sessizce. “Sıcak havlu işe yaradı.” Varan Alp, dudaklarını birbirine bastırıp burnundan güldü. “Ne oldu?” diye sordum kaşlarımı çatarak. “Neden güldün?” Kırmızı ışıkta durduktan sonra başını bana çevirip “Emniyetteki temizlik görevlisi ifade odasını temizlemiş,” derken bile ciddiyeti yok olmuştu. Onu yıllar sonra bana da bu şekilde samimi görmek çok garip hissettirmişti. Merakla dinlerken “Elinde havluyla ifade odasından çıktıktan sonra biraz isyan etmiş olabilir, aklıma o geldi…” deyince dudaklarımı ısırdım. “Ay ben attım havluyu yere!” Ellerimi yüzüme götürdüm. “E adam isyan etmekte haklı… Yere havlu mu atılır? Gerçi…” Ellerimi indirdim, Varan Alp de yeşil ışık yanınca önüne döndü ve sürmeye devam etti. “İçeride yaşadıklarımı düşünürsek havluyu yere atmamak elde değildi.” Biraz da olsa keyfi yerine gelen Varan Alp, “Senin omuzundaki yara izi önceden yoktu,” deyince anlamayarak öylece durdum. “Yani, omuzun ile boynunun tam ortası, artık ne denirse. Orada bir iz var.” Omuzuma bakmak için gereksiz bir çaba harcadıktan sonra sol omuzuma dokunup “Ha şey,” dedim kekeleyerek. Kalbim hızla çarpmaya başlayınca birkaç kez art arda öksürdüm. “Geçenlerde bir kadınla boğuştum da…” Neden heyecanlandığımı anlayamamıştım, sürekli kekeleyip duruyordum. “Alışveriş merkezinde bir kadınla kavga ettim. Zaten dava açacağım ona. Dua etsin başıma bunlar geldi, gelmeseydi süründürürdüm onu…” “Alışveriş merkezinde bir kadınla mı boğuştun?” diye sordu şaşkınlıkla. “Neden?” “Çünkü geri zekâlının teki,” diyerek bir ayağımı sertçe arabanın zeminine vurdum. “İndirimde olan bir ruj vardı, ben de elimi ruja götürüp tam alacakken kadın tutturdu, onu ben alacağım… Hadi ya, sen kimsin? İlk ben dokundum, ben aldım, değil mi? Sonra iş haysiyetime, şerefime kadar gelince vurdum bir tane suratına.” Varan Alp inanamayarak “Niye vurdun kadına? Bir tane ruj için mi? Anlamadım.” diye sözler sarf edince burnumdan soludum. “Ya nesini anlamadın? Hayır, ruj için değil. Kadın, şerefime ve haysiyetime laf etti. Burada kullanamayacağım bir kelime andı, anlatabiliyor muyum?” Birkaç kez cıkladım. “Suratına bir tane yapıştırınca da saçlarımı çekiştirip boynuma bir hediye bıraktı işte.” Varan Alp esefle kınar gibi sesli bir nefes verdi. “Çok saçmaymış.” “Bir adam gelip sana pezevenk dese etik olmadığı için başını okşayıp geri mi gönderirsin?” diye patladığım an yüzünü ekşitti. Her zamanki gibi çok hızlı konuşmuştum. “Ne dese?” Zannımca sinirden güldü. “Miray, lütfen… Tamam, bu konuşma farklı yerlere gidiyor.” “Cevapla, cevapla.” dedim peş peşe. “Pezevenk, dedi mesela. Ne yaparsın?” Pezevenk, kelimesini olabildiğince vurgulamıştım. Birkaç saniye cevap vermedi. “Diyemez. Savcıyım ben.” “Aaa, öyle mi?” dedim yalandan şaşırarak. “Memnun oldum Sayın Savcım.” Dalga geçer gibi geriye yaslandım. “Ben savcı olduğunu biliyorum, ablam biliyor, eniştem biliyor falan filan ama yoldan geçen adam bunu bilemez. Savcı kimliğini alnına yapıştırarak gezmiyorsun Varan Alp. Bu yüzden sorumu yineliyorum: Biri sana pezevenk dese başını mı okşardın?” “Hayır, Cumhuriyet Savcısı olduğumu söyleyip özür dilettirirdim.” deyince daha da öfkelendim. Dişlerimin arasından “Ne empati yoksunu çıktın ya! Kadın namusuma laf etti, diyorum. Hâlâ savcı savcı düşünüyorsun… Tamam, yeter.” deyip kollarımı göğsümde bağladım. Cama dönüp trafikteki arabaları izledim. “Ben bir tane vururum ağzına, neye uğradığını şaşırır. Kim ya o bana laf ediyor?” Kaşlarımı çatarak Varan Alp’e döndüm. “Sen desen sana da vururum.” “Tamam Miray, vurursun.” dedi bıkkınlıkla. “Bana da özür dilettirir miydin?” diye sordum gülümseyerek. “Tanıdık kontenjanından yırtardım bence.” “Benim mesleğimde tanıdık kontenjanı, torpil gibi kavramlar söz konusu bile olamaz. Direkt nezarete attırırdım.” Şaşkınlıkla doğruldum. “Ne?” diyerek tekrardan yüzümü ona çevirdim. Gülümsüyordu. “Nezarete mi attırırdın gerçekten?” Gayet keyifle kafasını salladı. “Evet.” “Yazık…” deyip önüme döndüm. Kalbim yine hızla çarpmaya başladı, nabzımın hızlandığını hissettiğim an kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Bunu, bileğimi okşayarak yaptım. Varan Alp arabada yankılanacak kadar yüksek bir sıkıntıyla nefes verdi. “En azından,” dedi bana dönerek. Emniyetin karşısındaki kaldırımın yamacına arabayı park etti. Merakla devamını beklerken “Az önce saydığın kelimeden ziyade çocukken psikolojini bozacak kadar kötü kelimeler kullanmadım.” deyince az önceki çarpıntım daha da hızlandı. “Nezarete atmışım, çok mu?” Arabanın kapısını açarken hiç yüzüme bakmadan konuştuğundan dolayı birkaç saniye yerin dibine girme isteğim had safhaya ulaştı. Çıkarken de gömleğinin yakasında leke olduğunu gördüm ancak söyleyemedim, zaten tam olarak görememiştim. Kapıyı yavaşça açtım, arka koltuktan ceketimi alıp arabadan indim. Ayağım asfalta değdiği an hava kapalı olduğundan dolayı içimi bir huzursuzluk kapladı. “Varan Alp,” dedim aniden gelen cesaretle. Ceketimi giyerken yanımda durdu, bense sırf az önceki cümlesine vereceğim cevabı daha çok beklesin diye oyalandım. Az önce gülümserken şimdi buz gibi bakıyordu suratıma, sanki içine seneler önceki Varan Alp kaçmıştı. “Efendim?” Bir dakika sonra söylemişti bunu. “Bir şey mi diyecektin?” Soğukkanlı durmaya çalışarak “Yo, nereden çıkardın?” deyince yüzü bozuldu ve bedenini emniyete çevirdi. Yürümesine fırsat vermeden ve bu kozu kaçırmak istemediğimden “Ha, şeyi diyorsun…” dedim sonradan hatırlamış gibi. “Az önce şeyden seslendim ben sana,” Yanına yürüdüm, karşısında durdum ve “Gömleğinin yakasında,” diyerek iki yakasına dokundum. “Kana benzeyen bir leke var.” Arabadan inerken gördüğüm lekeye dokunup bir yandan da Varan Alp’e gözlerimi dikerken “Dün olmuştur.” diyerek öylece kalakaldı. Parmaklarımı üstünden çekerken bilerek ağır ağır çektim. “Dün ne oldu ki? Bir yerin mi kanadı?” diye sordum merakla. Koskoca adam yolun ortasında donuk bir şekilde gözlerimin içine bakıyordu. “Erkin’in parmağı kanadı, önemsiz.” “Çocukken hakkında söylediklerimi duymanı istemezdim.” diye dan diye lafa girince beklemediğinden ötürü, tıpkı az önceki gibi donakaldı. Yüzünde hiçbir hareket meydana gelmedi. Acımasızca konuşmuştum, farkındaydım, rezil bir andı onunla son diyaloğum fakat yine de benim suçum yoktu. “Neyse, çocukluk anılarımızı konuşmanın sırası değil. Bulup ümüğünü sıkmak istediğim gerzek bir katil var.” Sinirlenmiştim. “Gidelim.” “Bence de.” Emniyete varana kadar konuşmadık, sadece bahçede bir kez göz göze geldik onda da önüme dönüp adımlarımı hızlandırdım, o kadar. Emniyete girdikten sonra da pek konuşmadık, hem her gülümsediğimde Melek’e hakaret ediyormuş gibi hissediyordum hem de rahatsız oluyordum. Varan Alp ile konuşmak, sohbet etmek ve şakalaşmak da buna dâhildi. “Bu ne biçim bir iş ya?” Cinayet büroya adımımızı attığımız an, Erkin’in sesi yankılanmıştı. Tüm polis memurları, büronun ortasında toplanmıştı ve Varan Alp ile olduğumuz yerde kalakalmıştık. “Yahu ben dün gecedendir emirlerimi yeterince sert ifade etmiyor muyum? Arkadaşlar, hangi gerzek dışarıdaki basına Ümit Haldun İnal’ın kızının öldüğünü söyledi?” Ağzım beş karış açık kaldı. Melek’in ölüm haberi basına sızmıştı… “Şimdi ne olacak?” diye sordum Varan Alp’e dönerek. Ne olacaktı, tabii ki kıyamet kopacaktı. Bana bakmadan Erkin’in polis memurlarını topladığı bölgeye doğru ilerledi. O sırada Erkin beni bile korkudan sıçratacak kadar yüksek bir sesle “Ulan kim?” diye bağırdı. Mavi ve kısık gözlerindeki ateşi yirmi metre öteden bile görüyordum. “Tamam, Erkin Savcım, sakin olun, gelin…” Varan Alp’in sakin ve kısık sesiyle polis memurları kenara çekildi. En arkada duranlardan biri, titreyen elleriyle masasına tutunmuştu. Erkin gerçekten savcıyken çok sert bir adamdı, çekilmez bir vukuata dönüşüyordu. “Ya Varan Alp biz basın yasağını boşuna mı koyuyoruz? Neciyiz burada? Bize de bir anlatılsın! Her davada aynı halt yeniyor! Gizliyse gizlidir net!” Erkin, bu dediklerinden sonra Varan Alp’in kolunu hafifçe ittirerek komiserin odasına doğru ilerledi. Muhtemelen tüm gün Sarp ile o odada dava üzerinde çalışmışlardı. Varan Alp ile Erkin, Sarp’ın odasına girdiği an beklemeden yürümeye başladım. Polis memurları aralarında “Yüreğim ağzıma geldi ya…” diye konuşurlarken hak vermekten başka bir çarem yoktu. Çok haklılardı. Bir kişi suçluysa diğerleri neden suçlu oluyordu ki? “Oğlum dilim boğazıma kaçacak zannettim…” diyen kimse eğer beni saliseliğine de olsa gülümsetmişti. Camdan gözükmeme ve Erkin’le göz göze gelmeme rağmen kapıya tıklayıp içeriye girdim. Ayakta duran Varan Alp ve Erkin, suskun bir biçimde bana baktılar. “Avukat eğer önemli bir hadise yoksa çıkar mısın?” diye soran Erkin’in yüzüne de çakasım gelmişti. Oflayarak “Şansınıza küsün ki var,” dedikten sonra masanın yamacındaki sandalyeye oturup arkama yaslandım. Sandalye oldukça rahattı. “Melek bana dün gece mesaj atmış, yeni gördüm.” Erkin, “Ne yapmış?” diye sordu sesini yükselterek. “Yahu sen bunu bana neden sabah söylüyorsun?” Tam yeni gördüğümü ve artık sakin olması gerektiğini ona sert bir dille ifade edecektim ki “Sabah gördük, sakin ol artık.” diyen Varan Alp, Erkin’i omuzundan tutup kendisine çevirdi. “Telefonla mı ilgilenecekti kız? Arkadaşı öldü. Sen de kes artık şunu, otur işini yap.” İkisinin arasındaki gerilimden epey çekinip önüme döndüğüm an, odanın kapısı açıldı. Arkamı döndüm, Sarp’ın geldiğini gördüm. “Sayın Savcım, maalesef haber kanallarında yayımlanmaya başlamış.” Erkin Savcı’dan maalesef ki çekinip “Sarp, bir bakar mısın?” dedim. Sarp anında bana döndü. Ayağa kalkıp telefonumu Sarp’a doğru uzattım. “Melek dün akşam bana mesaj göndermiş ama tuhaf bir şekilde saat 00.39’da gelmiş, bakabilir miyiz?” “Ne mesajı? Bakalım.” deyip savcısına döndü. “Savcım?” “Avukat, önce bana mı göstersen? Delil mi, değil mi? Bir baksam mı mesaja?” diyen Erkin Savcı, dibime kadar girdikten sonra elimdeki telefonu alıp kurcalamaya başladı. İyice kaşlarımı çatıp “Siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz ya?” diye sordum sertçe. Tok sesim, odada yankılanınca kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı. “Dövseydin! Kafama telefonu çarpa çarpa alsaydın bir de! Senin mi yakının öldü, bizim mi? Yeter be!” “Miray,” diyerek sakinleştirmek ister gibi kolumla çekiştiren Sarp’ı görmezden geldim. Erkin Savcı’nın kaşları havaya kalktı. “Bana bak, haddini bil. Kafana göre konuşma!” Öfkemden, Erkin’i ittirmeme ramak kala Varan Alp önümde bariyer oldu ve beni odadan çıkarmak için kollarımdan tuttu. Varan Alp “Hadi, ifade odasına.” derken küfretmemek için kendimi çok zor tutuyordum. “Hukuk okumamış gibi davranıyorlar ya! Siz de bakmayın öyle, zaten sizin yüzünüzden tüm haber kanallarında 17 Eylül cinayetleri konuşuluyor! Çocuk oyuncağı mı be bu?” diye devam eden Erkin gerçekten haddini aşıyordu. Erkin’in sesi kesildiği an Varan Alp yürümeyi bırakıp “Miray,” dedikten sonra beni durdurdu. Hâlâ iki kolumdan da tutuyordu. “Bak, zaten basına sızmış, çok sinirli…” Eğer Varan Alp içeride beni savunmasa şu an onu da pataklayacak kadar sinirliydim ancak hatırı için çenemi sıkmakla yetindim. “Sen de şu Menderes midir, nedir… Onların yanına git. Orada bekle.” “Varan Alp şu adamı durdur artık.” Kollarımı, ellerinden çektim. “Bak, sırf içeride beni koruduğun için sınırımı bilerek konuşuyorum ama…” Gözlerim doldu, dudaklarım titredi. “Şu adama artık arkadaşımın öldüğünü, benim ölüm tehlikesiyle burun buruna olduğumu, sadece avukat sıfatıyla bakıp sırf bana bağırıp çağırabilecek yetkisi var diye arkadaşımın ölümünün üstünden daha on iki saat geçmişken bana bu şekilde davranamayacağını anlat. Sana nasıl davranıyorsa bana da öyle davranmak zorunda! Yoksa az önce de konuştuğumuz gibi…” Duraksadım. “Neyse ya!” Arkamı dönüp 17 Eylüllülerin olduğu ifade odasına doğru yürüdüm, içeri girdiğim an da kimseye bakmadan kapıyı sertçe kapattım. “Gerçekten geri zekâlılar!” diye bağırıp odanın ortasına doğru yürüdüm. Kimsenin yüzüne bakmamıştım ancak gördüğüm kadarıyla herkes odanın başka bir köşesinde telefonuyla oynuyordu. “Duygusal manada aptal olan insanlara tahammülüm yok benim, hele ki savcıysa!” Saçlarımı çekiştirip kafamı duvara sürtmek istiyordum. “Ya benim en yakın arkadaşım vahşice katledilmiş, bu gerzek Erkin Savcı hâlâ fasa fiso derdinde! Var ya, yumruklamak istiyorum onu!” Yumruğumu kaldırdığım an Jack ile göz göze geldik. “Bana vurma da avukat, azıcık tırsıyorum ben kavga dövüşten.” “Lütfen, rica ediyorum artık sus.” diyen kişi, beni şaşırtmıştı. Elif’ti ve Jack’e dönerek söylemişti. “Geldiğimden beri çiğnediğin sakızlarla başımın etini yedin zaten, gece uyuyamadım!” Gözleri beni bulunca mahcup bir bakış attı. “Kusura bakma ama dünden beri biz de çok yıprandık, ayrıca gerçekten sürekli sakız çiğniyor ve çok sinir bozucu birisi.” Jack’in ikiz kardeşi Isabelle, “Siz de telefon görüşmelerinizi odanın içerisinde yaptınız.” diyerek ikizini savundu. Menderes oflarken “Yeter, sıkıldım, bıktım, usandım…” deyip bana içeridekileri işaret etti. Elindeki tespihi çevirirken bir yandan da sol bacağını sallayıp duruyordu. “Zaten dün şu mavi gözlü deccal savcının parmağı kanadı Miray…” Yüzünü ekşitti. Yutkunurken “Benim ifademde oldu.” deyince sesli bir nefes verdim. “Ne olmuş parmağı kanadıysa?” diye soran Elif’in sanırım odadaki kimseye tahammülü yoktu. “Başka odaya çıkmak istediğimi söyledim, izin vermediler. Nezarete kapatılmaya bile razı geldim, saçmalamamamı söylediler. Avukat Hanım, siz sanırım savcı ile yakınsınız. Şu üç insanla aynı odada kalmaya tahammülümün olmadığını kendisine beyan edebilir misiniz?” Hayretle bakakaldım. “Edemem.” Soğuk bakışlarımı üzerlerinde gezdirdim. “Arkadaşım öldü benim.” dedim kısık bir sesle. Elimi kalbime götürdüm. “Arkadaşımın öldüğü gün ablam rahatsızlandı, doğuma aldılar. Yeğenim doğdu.” Hepsi bana bön bön bakıyordu. “Diyeceğim o ki, benim için oldukça zor bir gündü. Siz de bir zahmet şu yaşa gelmişken topluluk içerisinde yapılıp yapılmayacak hareketleri kendinize kural mı edinseniz?” Bir iki dakika kadar herkes sessizliğe gömüldü, bense ayakta dikip öylece bekledim. “Kusura bakma,” Sessizliği bozan Elif ayağa kalkıp yanıma yürüdü. “Bize az önce yemek verdiler, sana da getirdiler ama yoktun. Bak,” Masanın üstünde duran yemeği işaret etti. “Kesin dünkü ağrı kesiciyi içmemişsindir şimdi. Bunu yiyip iç istersen.” Menderes, masanın başındaki sandalyeden Elif’e bakarak “Gerçekten aşırı sıkıldım.” deyince Jack ve Isabelle’e döndüm. Sanırım benden korkup telefonlarıyla oynamaya devam etmeye başlamışlardı. Menderes’in olduğu yöne döndüğüm an “Başın sağ olsun Miray.” deyip içeriyi işaret etmeye devam etti. “Ama en azından başka bir odaya alınsam… Başım ağrıyor.” Şu an, asıl benim tahammülüm kalmamıştı. “Çıkın gidin o zaman Menderes, bana ne?” diye patlayınca yakınımda dikilen Elif’i korkutmuş olacağım ki geriye sıçradı. “Zaten ben burada neden duruyorum ki?” Emniyete geldiğim andan itibaren yaşananları düşündüm. “Sözde bizi koruyor Savcı Bey ama görür o şimdi…” Bu kadar acıdan sonra beni öfkelendirmesine izin vermek istemediğim Erkin’i umursamadan merdivenlere doğru yürümek için önce ifade odasından çıktım, ardından nezarete doğru yürümeye başladım. Mir Beyaz’ın yanına doğru. Artık gerçekten delirmek üzereydim, Melek’e neler olduğunu öğrenmek istiyordum ve bu soruların cevabı kesinlikle Mir Beyaz’daydı. Demir parmaklıkları gördüğümde, aynı zamanda karşımda iki polis memuru arkadaş belirdi. “Mir Beyaz Küfe’nin avukatıyım.” İleriyi işaret ettim. “Kendisiyle konuşacağım.” “Erkin Savcı, kimseyle görüşmemesi gerektiğini söyleyip bizi uyardı. Zaten gördünüz, yukarıdakilere nasıl bağırdığını. Sözünü çiğneyemeyiz.” Gözlerim kısıldı. “Pardon, siz anlamadınız sanırım. Avukatıyım, hani savunucu olan.” İkisinin arasından geçerken beni ne yazık ki tuttular. “Hanımefendi, savcının talimatı.” Kollarından kurtulup “Bana ne ya?” diye bağırınca yüzlerindeki göz devirme ifadesini görmezden gelmek için çok çabaladım. “Müvekkilimle görüşmek istiyorum, avukatı olarak!” “Ne oluyor yahu?” diyerek aşağıya inen kişiye dönüp baktığımda, bu kişinin Korhan Amir olduğunu görüp polis memuru arkadaşları işaret ettim. “Mir Beyaz ile avukatı olarak görüşmek istiyorum ama izin yok.” “Amirim, Erkin Savcı kimseyle görüşemeyeceğini söyledi. Avukat Hanım görüşmekte çok ısrar ediyor. Siz araya girerseniz sevinirim.” Hiç sabrı kalmayan ben “Korhan Amir, şurama kadar geldi.” diyerek elimi kafama kadar çektim. “Ya bu Mir Beyaz bir şeyler saklıyor, delireceğim artık!” Korhan Amir’in yüzündeki çaresiz bakışı da es geçip ağlamaya başladım. “Eğer Mir Beyaz bana ne olup bittiğini anlatırsa…” dedim zorla. “Onu öldüreni buluruz.” “Miray,” Korhan Amir, koluma dokunup merdivenleri işaret etti. “Şu an görüşsen bile seninle konuşmaz, zaten ortalık iyice karıştı, sen de bu hâlde dinlenmene bak. Yemek ye, su iç…” Korhan Amir söylemese dünden beri ağzıma tek lokma atmadığımı anımsamayacaktım, Elif odada bunu teklif etmesine rağmen. “Kafanın çalışması için önce kendine iyi bakman gerekir. Hadi.” Korhan Amir, cinayet büronun başında duran, onurlu ve namuslu bir polis memuruydu. Onunla muhatap olmam gereken iki davada da bana bir kez olsun şu Erkin Savcı gibi bağırmamıştı. Şakacı, komik ve yaşlı bir adamdı… Keşke herkes onun gibi ya da Sarp gibi olsaydı... Bu kadar yıpranmazdım. “Ben çok mu abartıyorum Korhan Amir?” Sesim bu kez daha kısık çıktı. “Arkadaşım nezarette, neden? Arkadaşımı öldürme şüphesiyle. Susuyor, peki o neden? Bilmiyoruz çünkü bilgi vermiyor, yalan söyleyip beni başından savıyor.” Hafif balık etli ve saçları ağarmış Korhan Amir’in kahverengi gözleri zemine döndü. “Abartmıyorsun kızım ama sana söylediklerimi tekrar düşün. Bak, hadi yukarı çık, yemek ye… Konuşma Mir Beyaz’la, gerek yok çünkü çok iyi biliyoruz ikimiz de, o konuşmak istemediğinde konuşmaz.” “Belki beni böyle görünce konuşmak isterdi.” Hâlimi anlaması adına saçlarımı, yüzümü ve dünden beri içinde bulunduğum kıyafetleri gösterdim. “Kaç saattir dışarıdayım ben, biliyor musun?” Korhan Amir geldiğinden beri sesini çıkarmayan iki polis memuru arkadaşa döndüğümde, ikisinin de zemine baktığını görüp sesimi çıkarmadım. Belli ki herkes bana acıyordu. Daha fazla ağlayıp zırlamak istemediğimden “Madem savcı yasakladı, o hâlde ondan izin alırız.” diyerek merdivenlere doğru hızla yürüdüm. Üstüne atlayıp sinirimi ondan çıkarırsam beni nezarete attırırdı, bu da işime gelirdi. “Yahu Miray, adamın cinleri tepesinde!” diye arkamdan bağıran Korhan Amir’i duymazdan gelerek merdivenleri çıkmaya devam ettim. “En son seni de nezarete atacak! Miray!” “Amaç o zaten!” diye bağırdıktan sonra, bağırmam dolayısıyla birkaç göz üstümde gezindi. Kimsenin gözlerinin içine bakmadan koşar adımlarla Varan Alp’in, Sarp’ın ve Erkin’in bulunduğu odaya doğru ilerledim. Sinirden kimseyi görmüyordum. Kapıyı bu kez tıklamadan açınca masanın başında duran Erkin “Hop, hop!” diyerek sesini yükseltti. “Dingo’nun ahırına mı giriyorsun avukat?” Varan Alp beni şaşırtmayarak ayağa kalktı ve muhtemelen Erkin’e saldırmamam için önümde durdu. “Sen benim müvekkilimle konuşmama neden müsaade etmiyorsun?” Varan Alp’in kolunu tutup yanımda durmasını sağaldıktan sonra Erkin ayağa kalktı. “CMK 149: Soruşturma ve kovuşturma evrelerinin her aşamasında avukatın, şüpheli veya sanıkla görüşme, ifade alma veya sorgu süresince yanında olma ve hukuki yardımda bulunma hakkı engellenemez, kısıtlanamaz.” Erkin dişlerinin arasından “Sen onun avukatı mavukatı değilsin!” diye patladı. “Ya işime burnunu sokma arkadaş! Nedir bu ya? Sen kimsin ya Cumhuriyet Savcısına bağırıp hesap soruyorsun? Biz de biliyoruz değil mi hukuk kanun?” Dünyam başıma yıkıldı. “Nasıl?” diye sordum Varan Alp’e dönerek. “Nasıl avukatı değilim ya?” “Vekaletini çekmiş…” diyen Erkin Savcı hayretle yüzüme bakmaya devam etti. “Vekâlet veren Mir Beyaz Küfe, vekaleti kaldırmış, artık davaya dâhil falan değilsin! Çık şimdi dışarı!” Sulu gözlerimle kafamı kaldırıp yanımda duran Varan Alp’e döndüğümde, yüzündeki gergin ve mutsuz ifadeyi görür görmez kolumu ondan geri çekip komiser odasından ayrıldım. Evet, az önce belirttiğim üzere, dünyam başıma yıkılmıştı. Varan Alp’e, avukatı değilim ben onun, derken bile buna inanamamıştım. Şimdi Mir Beyaz, benden vekaletini almıştı. Artık dava hakkında bilgi sahibi de olamazdım. Elimi kalbime götürüp diğer elimle de yanağımdaki ıslaklığı silerken artıp toparlanmam gerektiğini fark edip arkamı döndüm. Odanın içinde hararetli bir biçimde konuşan Erkin ve Varan Alp, odaya tekrardan girmeme sebep oldu. “Benimle gelir misin?” diye sadece Varan Alp’e bakarak konuşmaya başladım. “Çantam arabanda kaldı.” Üstelemeden hızlı adımlarla yanıma ulaştı ve cam kapıyı Erkin ile Sarp’ın üstüne kapattı. Erkin’in çatık kaşları ve öfkeli bakışları hâlâ üzerimdeyken “Sevimsiz.” diyerek diğer yana yöndüm. “Nereye gideceksin?” diye sordu Varan Alp, Erkin’e söylediğimi umursamadan. “Eve!” diye bağırdım öfkeyle. Ona bu şekilde bağırmamı beklemiyor olacak ki yüzü bozuldu. “Pardon,” dedim sesimi kısarak. “Eve gideceğim, üstüme başıma bak…” Saçlarım muhtemelen uzaya kadar elektriklenmişti. “Kendime gelmem lazım. Sonra dayının yanına gidip vekâlet vermesini isteyeceğim, dosyaya vekâletimi koyacağım.” Varan Alp bana katılarak “Böylesi daha iyi olur.” deyince kafamı salladım. “Ama eve gidemezsin.” “Nasıl gidemem?” Bana emir mi vermişti yoksa ben mi anlamıştım? “Sana ne? Bak,” Anlaşabilmemiz için daha kibar konuşmaya çalıştım. “Dünden beri her yere benimle geldiğin için teşekkür ederim, sağ ol. Belki de hayatımı kurtardın, haklıymışsın. Ama buraya kadar,” Gülümseyerek dışarıyı işaret ettim. “Çantamı, eşyalarımı arabadan alıp eve döneceğim. Sonra akşamüstü tekrardan buraya uğrarım. Gebze’de ve İzmit’te işlerim var, hem… Dayınla da görüşeceğim.” Varan Alp söylediklerimi dinlemiyormuş gibi esnedi, sonra da “Gebze’ye de İzmit’e de gidemezsin. İhtiyacın olan ne varsa Koray’a söyle, alıp sana getirsin. Ama emniyetten dışarıya adımını atamazsın.” dedi kararlı bir şekilde. Avukatlık damarım tuttu ve “Sana ne ya?” diyerek ellerimi yumruk yaptım, sıktım. “Bu saatten sonra korkar mıyım sence ben dışarı çıkarken?” “Daha çok korkman gerekmiyor mu? Senin kafan ters mi çalışıyor? Hâlâ doğum günün ve katil dışarıda elini kolunu sallayarak geziyor.” Yüzündeki tüm yumuşaklık aniden yok oldu. “Çıkamazsın buradan, izin mizin yok.” Birkaç saniye meydan okur gibi kafamı kaldırıp gözlerinin içine baktım ancak ikna olacak gibi görünmüyordu. “Oradan bakınca senden izin alıyor gibi mi gözüküyorum? Dünkü numaranın aynısını yap bakalım, yine kalıyor muyum seninle?” Başımı çevirip gitmek için adım atmaya başladım fakat daha dördüncü adımımı atmadan karşımda gördüğüm bedenle öylece kalakaldım. Gözlerinin altı mosmor olan Ümit Haldun İnal ile karşı karşıyaydım, gözlerimin içine bakıyordu. Üstelik çok yakınımızdaydı, sanırım geldiğini fark etmemiştim. Ne söyleyeceğimi bilemedim. “Başımız…” Yüzümü eğdim. “Başımız sağ olsun.” Ümit Haldun İnal, arkasında beliren beş altı takım elbiseli adamı görmemi sağlayarak arkasını hafifçe döndü. Hiçbir söz etmedi. Soğukluğunu, acısına verecektim ki “Nerede o cani?” diye sorup bana doğru iki adım attı. Kimden bahsettiğini pek anlayamadığım için şokla karışık bir bakış attım. Mir Beyaz’a mı demişti cani diye? “Kızım ne bakıyorsun? Nerede kardeşin?” Gözlerinin arkasındaki kan kırmızısı rengini gördüğüm an “Nezaret.” demek geldi içimden. “Onun avukatlığını mı yapıyorsun?” “Dayı,” Varan Alp’in sesini işitince iki adım geriye çekildim. “Niye geldin buraya? Evde kal, dedim sana.” Ümit Haldun İnal, sert bakışlarını Varan Alp’e doğrultarak “Kuzeninin katilini buldun mu?” diye sorunca yanımda bu kez Erkin belirdi. “Haberlere çıkmış, haber vermişsiniz… O serserinin adı geçiyor.” Etrafına bakmaya başladı. “Onu polis diye salmadınız, değil mi?” “Dayıcığım,” diyerek lafa giren Varan Alp’i Erkin susturdu: “Salmadık.” dedi tok bir sesle. “Basın yasağı koyduk fakat bir şekilde yayılmış.” İtibarı olan bir adama kurduğu cümleleri dinlerken az önceki tavrını aklıma getirip dudaklarımı büzdüm. Ümit Haldun İnal, gözleriyle beni işaret etti. “Avukatı o mu?” Erkin, göz ucuyla bana baktıktan sonra “Değil.” dedi kısaca. “Avukatı belli olduğu an bana haber vereceksiniz.” diyen Ümit Haldun İnal’ın cümlesi katıydı. “Nefes aldırtmayacağım, mahkemeye çıkarmayacağım…” Yüzündeki ifade bu kez acılıydı. “Kızımı o öldürdü.” “Dayı, daha kesin bir şey söyleyemiyoruz. Sen de nefretini bırak, acını yaşa.” Varan Alp, kolundan tutarak büronun çıkışına döndü ancak dayısı, gözlerini üstümde dikti. Hüzünle bana bakarken “Sen de dâhil.” dedi tok bir sesle Ümit Haldun İnal. “Hiç acımam.” Son on senede belki beş altı kez gördüğüm bu adam, çocukken beni ve Melek’i sürekli gezdirip dondurma ısmarlardı. Hiçbir zaman aşırı samimi değildik ancak çocukluğumda bana gülümseyen, elimden tutan bu adamdan bu sözleri hak etmiyordum. Çünkü suçsuzdum. Bu denli katı olmasını beklemediğimden “Ben Melek’in…” dedim zorla. “Melek’in avukatı olmak istiyorum ki zaten kendisi de öyle isterdi.” “Benim avukatım var.” diyen adamın gözlerinin içine yapma der gibi bakmama rağmen gözlerini üstümden çekti. Arkasında duran adam, yanına gelince Varan Alp geriye çekildi. “Avukatım, Aykut Sayer.” Adını zikrettiği an kaşlarımı çatarak yanında duran adamın yüzüne baktım. Bu kişi, çalıştığım bürodaki patronumun oğluydu. Kendisi uzun zamandır yurt dışında olduğundan dolayı büroda değildi fakat babası, o geldiği vakit büroyu ona teslim edeceğini çoğu toplantıda belirtiyordu. Otuzlarının sonunda olduğunu bildiğim Aykut Sayer’i neredeyse bir iki kez görmüştüm ve kendisi beni tanımıyordu. Melek’in avukatlığını ben yapmak istiyordum… Elindeki çantaya, giyindiği marka takım elbiseye baktıktan sonra Erkin’e dönen açık kahverengi gözlerine bakakaldım. “Erkin Savcım, izniniz olursa dava hakkındaki gelişmeleri öğrenmek isterim.” dedi Aykut Sayer. Erkin, az önceki ayılığını bırakıp geriye çekildi. Eliyle, Sarp’ın odasını işaret etti ve onlar içeri girene kadar da çıtını çıkarmadı. İçlerinden iki adam, Varan Alp’in yanında durup “Sayın Savcım, dışarıda kıyamet var. Tüm kanallar Melek Hanım’ın ölümünün haberini yapınca halk, sokağa döküldü. Erkin Savcı’nın veyahut Başsavcı Han’ın basın açıklaması düzenlemesi gerekiyor. Ümit Haldun Bey, konuşacak gücü olmadığından açıklama yapmayacak.” deyince öylece kalakaldım. Erkin sesli bir nefes verdikten sonra “Ben içeri geçeceğim,” deyip Sarp’a döndü. “Sen Başsavcı’nın kalemini arayabilir misin?” “Emir anlaşıldı savcım.” dedi Sarp da. Erkin odaya girer girmez Varan Alp de bana ve Sarp’a yaklaştı. Sarp, Varan Alp yanımıza gelir gelmez “Parti binasının önünde Melek’in katiline küfrediyorlarmış…” diye açıkladı. “Haberlerde, Ankara’da bir yürüyüş gördüm ki haberleri beş dakika izledim. Beş bine yakın insan iki saatte toplanmış, Melek’in katili bulamadık diye protesto ediyorlar. Onun dışında haberi çarpıtanlar var…” Sabırsızca ne söyleyeceğini bekledim. “Emniyet devamlı aranıyor. 17 Eylül 1998 doğumlular başta olmak üzere, 17 Eylül doğumlular polisi arıyorlar.” Sarp cebinden telefonunu çıkardı. “Ortalık çok karışacak.” “Karışmış bile.” dedim dehşetle. “Hemen basın açıklaması yapılması gerekiyor.” “Başsavcının kalemini arayacağım.” diyen Sarp, beni ve Varan Alp’i yalnız bırakarak başka bir odaya doğru yürüdü. “Miray, sen de şu odaya geç artık.” 17 Eylüllülerin bulunduğu odayı işaret etti. “İşler karıştı.” “Yanında duran avukat, benim patronumun oğlu.” diyerek dayısının bulunduğu odayı gösterdim. “Aynı bürodayız. Muhtemelen beraber çalışırız davada.” Yutkundum. “Şimdi içeri girmiyorum, çok sinirli diye ama büroya gider gitmez bu işi halledeceğim.” Varan Alp, söylediklerimi dikkatle dinledikten sonra “Eee?” dedi sinirle. “Bu gitmen gerektiği anlamına mı geliyor?” “Sen dayınla ilgilen Varan Alp.” diyerek komiser odasını işaret ettim. Bıkkınlıkla “Hayır, seninle ilgileneceğim.” deyince dudaklarım aralandı fakat konuşamadım. “Eşyaların arabamda, ben de arabayı açmıyorum. Gidemezsin.” Sesli bir nefes verip şaşkınlığımı iyice gizledim. O sırada da dün gördüğüm kadını, yani kriminalden Umay’ı tekrardan gördüm. Muhtemelen yeni bir gelişme vardı. Umay, endişeyle “Savcım, içeriye geçebilir miyim?” diye sorunca Varan Alp kapının önünden çekildi. “İçeride maktulün yakınları var.” diye uyarınca Umay geride durdu. “Sen bir şey mi buldun?” Umay, elindeki dosyayı koluyla bedeninin arasına sıkıştırdı. “Usul gereği bilgi vermem uygun olmaz, savcım.” Göz ucuyla bana ve Varan Alp’e baktı. “Sen söylemesen de arkadaşı ona söyleyecek zaten.” dedim Umay’a doğru. “Böyle bir yetkim yok.” diyerek geriye çekildi Umay da. “Ha, Sarp Komiserim!” diyerek arkama doğru bakan Umay, Sarp’ın bulunduğu odaya yürüdü. “Sence ne buldular?” diyerek Varan Alp’e döndüm. “Genel bilgi verecektir ya da fuları incelemişlerdir…” Kaşları çatıldı. “Mir Beyaz’ın verdiği yüzük,” dediği an büyük bir aydınlanma yaşadım. “Erkin söyledi ya, hatırlıyor musun? Yüzüğü kutusuyla beraber ispat olarak önlerine sunmuştu. Eğer o incelendiyse ve Melek’in parmak izi çıkarsa geçmiş olsun.” “Ve var.” diye fısıldadım. “Gözaltı süresini uzatmaz, direkt mahkemeye çıkarılır.” Yalvarır gibi Varan Alp’e dönünce yüzündeki ifadeyi anlamlandıramadım. “Senin de kafan karıştı, sen de inanamadın Varan Alp. Dayına anlat bunları.” Kafasını olumsuz anlamda salladı. “Yüzük zaten senin telefonundaki fotoğrafta da vardı. Daha büyük bir gelişme olması lazım.” “Ne gibi?” diye sorarken gerginlikten bayılmak üzereydim. “Kurşunun çıktığı silah gibi.” Varan Alp, cümlesini bitirdiği an Sarp sanki bu anı bekliyormuş gibi koşar adımlarla, elindeki dosyayla beraber Erkin’in bulunduğu odaya daldı. İçeride oturan Ümit Haldun İnal ile avukatını bile es geçerek girmişti. “Mir Beyaz’ın olabilir mi?” diye sorarken elimi kalbime götürdüm. “Ne olur bak…” Yüzümü Varan Alp’e çevirdim. “Tüm gün beraberdiniz, illaki yanında konuşulmuştur…” Koca bir oflamayla Sarp’ın odasının önünden çekildim, Varan Alp’in vereceği cevabı bekleyemedim. Mir Beyaz öldürmüş olamazdı, imkânsızdı. Varan Alp, “Ben içeriye geçeceğim, bekle.” dedikten sonra odaya girdi. Meraktan delirecektim. Belki de katil hakkında bir ipucu yakalamışlardı, bilemezdim ki! “Gördün mü?” Masa başında oturan komiserlerin elindeki telefona kaydı gözüm. “Sosyal medyada gündem oldu, bayağı bir saydırıyorlar Mir Beyaz’a…” “Gördüm… Tüm Türkiye Melek için sokaklara dökülmüş resmen.” “Ümit Haldun İnal içeri girdiği an sarılmamak için kendimi zor tuttum.” diyen kadın ağlıyordu. “Annem tüm gün sorup duruyor.” “Annene mi söyledin?” dedi içlerinden birisi. “Aramızda kalsın, zaten annem kimseye haber vermedi.” diye cevaplayan kadına o kadar sinir oldum ki kaşlarımı çatıp yanlarına yürüdüm. Başında durur durmaz “Sen gizli bir davayı gidip ailene mi anlattın?” diye sordum öfkeyle. Beni görünce tedirgin oldu. “Sizin yüzünüzden tüm haber kanalları yalan yanlış bilgiler verip duruyor!” Emniyet sessizliğe gömüldü. “İnanamıyorum ya! Git, Erkin Savcı’ya da söyle şimdi bunu!” “Ama…” Elimi masaya vurarak “Ya kalk!” diye bağırınca diğer polis memurları da ayaklandı. Ellerimi saçlarıma daldırıp hayretle arkamı döndüğüm an, Mir Beyaz’ı iki polis memurunun arasında gördüm. Elleri kelepçelenmişti. Var gücümle yanına koştuktan sonra “Mir Beyaz,” deyip önünde durdum. Gözlerimin içine mahcubiyetle bakan Mir Beyaz yutkundu. “Niye vekaletimi kaldırdın? Bu kelepçe ne ya?” “Bana avukatlık yaparsan meslek hayatın biter Miray.” deyince kaşlarım çatıldı. “Ne alakası var? Kimse bir şey yapamaz…” Ellerindeki kelepçeyi sorgularken kollarına giren memurlara bakakaldım. “Eğer bana anlatırsan sana yardım ederim.” Mir Beyaz donuk bir ifadeyle “Anlatacak bir şey yok.” deyip yanındaki memurlara baktı. “Beklememize gerek yok, gidelim.” diyen süt kardeşimi anlayamıyordum. Kafam allak bullak olmuştu. “Ne demek gerek yok ya?” diyerek durması için kıyafetlerinden tuttum. “Kim öldürdü Melek’i? Anlatmazsan mahkemeye çıkacaksın! Mir Beyaz, lütfen…” Birkaç saniye birbirimize baktık, ikimizin de gözleri doluydu. “Mahkemeye çıkmanı istemiyorum. Ne gördüysen anlat, korkma…” “Mahkemeye çıkacağım.” diye fısıldadı yüzüme doğru. “Anneme söyle, üzülmesin.” “Ne?” Tekrardan önünde durdum. “Ne oldu? Neden? Anlamadım!” Yanındaki polis memuru, “Melek onun silahıyla vuruldu,” deyince başımdan aşağı kaynar sular döküldü. “Adliyeye gidecek.” Melek onun silahıyla vuruldu… Mir Beyaz’ın ruhsatlı silahıyla… Ayakta duramayıp yanımda duran masaya tutundum, gözlerim kararır gibi oldu. Bu nasıl mümkün olabilirdi? İmkânsızdı. - INSTAGRAM VE TWITTER: esmatonguc |
0% |