Yeni Üyelik
10.
Bölüm

9. İLK DURUŞMA

@esmatonguc

TUSAŞ🎗

#kadınaveçocuğadokunma

 

 

 

Bu kitapta geçen kişi ve kurumların tümü hayal ürünüdür.

ON YEDİ EYLÜL

9. BÖLÜM: "İLK DURUŞMA"

⚖️

"Biz avukatlar bazen de aklımızla düşünüp kalbimizle savunurduk."

Yazarın Anlatımıyla

5 EKİM SALI

İstanbul Adliyesi'nin önündeki muhabirlerin sözleri, tüm haber kanallarında canlı bir şekilde yayınlanmaktaydı:

"Değerli izleyenler, bildiğiniz üzere iki senedir devam eden ve faili meçhul, üç cinayete sebep olan 17 Eylül davasında, 2027 senesinde, Yenilikçi Halk Partisi Başkanı Ümit Haldun İnal'ın kızı, Melek İnal vahşice katledilmişti. Davanın şüphelisi ise maktul Melek İnal'ın son görüştüğü kişi, erkek arkadaşı ve polis memuru Mir Beyaz Küfe'ydi. 17 Eylül 2027'de savcı karşısına çıkan Mir Beyaz Küfe için tutuklama talep edilince, Sulh Ceza Hakimliği tarafından "kasten öldürme" suçundan ötürü tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. 17 Eylül'den itibaren cezaevinde tutuklu yargılanan şüpheli, ilk defa Ağır Ceza Mahkemesi'nde, saat 10.15'te yargılanacak. Gelişmeler için izlemede kalınız."

İstanbul Adliyesi'nin birinci katında toplanan isimler, Yenilikçi Halk Partisi'nin genel başkanı Ümit Haldun İnal'ın yakın akrabalarıydı: Leman Çakmak Yücesoy, Behzat Ali Yücesoy, Varan Alp Çakmak, Beyhan Çakmak, Teoman Çakmak.

Koridorun karşısında, 41. Ağır Ceza Mahkemesi salonunun kapısının yan tarafındaki bekleme koltuklarında ise sanığın yakınları bulunuyordu: Bengü Lalezar, Adem Lalezar, Koray Lalezar, Biran Küfe.

Herkesin aklında tek bir soru vardı: İki tarafın da yakını olan Miray Hilde Lalezar neredeydi? Ve akıllarındaki bu soru, tüm oyunu bozacak bir cevapla aydınlığa kavuşmak üzere yoldaydı. Daha doğrusu, beklemedeydi.

Doğru zaman çok önemliydi.

Önceki duruşma sona erince ve zaman dolunca, izleyiciler 41. Ağır Ceza Mahkemesi duruşma salonunun kapısına doğru yürümeye başladılar.

Müşteki vekili Aykut Sayer, davanın geç başlayacağını bildiğinden ötürü salon boşalır boşalmaz gelmişti ve yerine geçmişti. Hakimin bakış açısından bakıldığında, sağ tarafta duran Aykut Sayer salondaki dolu koltuklara bakarken oldukça özgüvenli gözükmekteydi.

Hakimden kısa bir süre sonra hatta neredeyse aynı anda, davanın savcısı Erkin Gümüşpala da yerini almıştı.

Zaman dolmuştu ve mahkeme başlamak üzereydi.

Mübaşir, hakimle konuştuktan birkaç saniye sonra "Sanığı alalım." dedi, diğer yandan da izleyici kısmındaki vatandaşları kontrol etti. Henüz sanık müdafi gelmemişti.

Sanık Mir Beyaz Küfe, salona utançla bakarken annesinin gözlerinin içine bakamadan sanık bölgesine getirilip oturtuldu. Arkasına dönmeye yüzü yoktu ve işin doğrusu, az önce iyi mi etti yoksa kötü mü, bilmiyordu.

Aykut Sayer, müdafinin sandalyesine kısaca göz atıp rüşvet teklif ettikleri Züleyha Gülşen'in gelmediğini görünce huzursuzca kıpırdanmaya başladı fakat önündeki dosyaları ayıklamayı da ihmal etmedi.

Ümit Haldun İnal, en önde oturduğundan dolayı Mir Beyaz Küfe'ye pek yakındı.

Mübaşir, oturma düzenine baktıktan sonra Ümit Haldun İnal'a doğru eğilerek "Sizi en arkaya alsam olur mu?" diye sordu. "Siz çıkın isterseniz, evet, siz..." deyip duruşmayı seyretmeye gelen avukatları işaret etti. "Öne gelin."

Gerekli düzen pek sıkıntı çıkmadan sağlandı. Akrabaların tamamı, en arkada oturuyordu.

Hakim başlamadan önce önündeki dosyaları karıştırıp gözlerini mahkeme salonunda kısaca gezdirdi ve sanık müdafinin gelmediğini görünce gözlüğünü takıp iddianameye bir kez daha göz gezdirdi.

Hakim çok beklememek için "Sanık müdafi nerede?" diyerek mübaşire çevirdi yüzünü. "Kapıdan çağır bakalım. Niçin gelmiyormuş?"

Fakat mahkeme salonunun önünde değil, asansörde henüz yeni vekâlet almış Miray Hilde Lalezar gelmek üzereydi, hem de nasıl...

Duruşmadan önce uğradığı üç yer vardı ve üçünün de yeri çok ayrıydı.

Mübaşir, kapının önüne çıkıp etrafı kontrol ettikten sonra seslendi ancak gelen giden pek yoktu.

Erkin Gümüşpala, sanık müdafinin değiştiğini bildiğinden "Sayın Başkan, yeni müdafi adına vekâletname sunulmuş." diyerek elindeki dosya kâğıdını Hakime Hanım'a uzattı. Erkin Gümüşpala, olacakları az çok tahmin ettiğinden duruşma salonuna bakamayıp sadece açılacak olan kapıya dikmişti gözlerini.

Üç dakikalık bir beklemenin ardından Hakime Hanım en sonunda öfkelenerek Erkin Gümüşpala'ya döndü. "Duruşmadan bir saat önce vekâletini koyuyor, gecikmesine şaşırmamalı..."

Tam o sırada, kapı açıldı. Avukatın değiştiğine anlam veremeyen, avukatın kim olduğuna anlam veremeyen, avukatın kim olduğunu bilen bütün yüzler açılan kapıya doğru dönünce çoğu şaşkınlığını gizleyemedi. Giydiği topuklu ayakkabının sesi kapı kapandığı an ve yürümeye başladığında, salonda yankılanan Miray Hilde Lalezar, kimsenin yüzüne bile bakmadan müvekkilinin olduğu bölgeye kadar yürüdü.

"Sayın Başkanım, geciktiğim için özürlerimi iletiyorum." Ayağındaki beyaz yüksek topuklu ayakkabı, arkadaşından kalan son görüntüyü anımsatıyordu; tıpkı sabah saatlerinde alışveriş merkezine gidip bulmak için büyük bir çaba sarf ettiği kırmızı fular gibi, o fular da boynundaydı. Bu, tarafsız olduğunu temsil ediyordu. "Avukat Miray Hilde Lalezar, sanık müdafi."

Hakim, kafasını sallamakla yetinince Miray, tekrardan emin adımlarla müdafi masasına doğru ilerledi; tekerlekli sandalyeyi çekip çantasını ve dosyalarını masanın üzerine yığdı. İlk andan beri hissettiği gerilim ona başka çare bırakmamıştı; herkesi oldukça uzun bir duruşma bekliyordu.

Çünkü Miray Hilde Lalezar'ın pes etmeye niyeti yoktu.

Duruşma başlamadan önce Ümit Haldun İnal'ın hayret dolu yüz ifadesi yalnızca Aykut Sayer'e doğru dönüktü. Aykut Sayer, tıpkı müvekkili gibi şaşkınlığını gizleyemezken aklına gelmeyen senaryo yoktu. Demek onu davaya ortak etmeyince o da sanık müdafi olmakla çözüm bulmuştu. Bu, kabul edilemezdi.

Varan Alp Çakmak, Miray'ın duruşmaya bile gelmeyeceğini düşünürken karşısına sanık müdafi olarak çıktığında sadece düşünmüştü; eğer bu şekilde bir karar aldıysa elinde somut deliller olması gerekirdi.

Geri kalan herkesin kaşları çatıktı; kimi Miray'a öfke dolu bakarken kimiyse gurur dolu bakışlarla gülümsüyordu.

 

MİRAY HİLDE LALEZAR anlatımıyla...

 

Hakim duruşmayı başlattı: "Belirli gün ve saatte birinci celse açıldı. Sanık müdafi olarak görev alan Avukat Miray Hilde Lalezar'ın ve müşteki vekili Aykut Sayer'in geldikleri görüldü. İddianamenin kabullü kararı okundu. Hüviyet tespitine geçildi."

Hüviyet tespiti bir iki dakika sürdü, Mir Beyaz bu süreçte konuşmakta oldukça zorlansa da yapılacak pek bir şey yoktu.

Hakim, "Mir Beyaz Küfe, sanık sıfatıyla yargılanmaktasınız." diyerek kısaca bilgi verdi. "17 Eylül 2027'de öldürülen maktul Melek İnal'ı kasten öldürme şüphesiyle bugün, buradasınız." Hakim Aykut'a ve Erkin'e kısa bakışlar attıktan sonra Aykut, sol elini kaldırarak Erkin'e müsaade verdi.

Erkin, hakimden sonra hemen lafa girdi: "Sayın Hakim; iddianamede belirttiğim üzere, Sanık Mir Beyaz Küfe'nin emniyet güçleri tarafından edindiği silahtan çıkan kurşun, maktul Melek İnal'ın öldürücü kurşun darbesi olarak gözüken, göğüs ve karın bölgelerinde bulunan beş adet kurşunla eşleşmektedir. Üstüne üstlük yalan beyanlarla kolluk kuvvetine ve Cumhuriyet Savcısına ifade vermiş olan Mir Beyaz Küfe'nin, maktul Melek İnal'la görüşmediğine dair sunduğu sözde delilde, yani bir tektaş yüzükte, Melek İnal'ın parmak izi bulunmuştur. Bu da yetmezmiş gibi, yakın arkadaşı ve aynı zamanda gariptir ki şu an avukatı olan Miray Hilde Lalezar'ın Melek İnal'la olan mesajlaşmalarında görülmüştür ki ikili, cinayet saatinden bir iki saat kadar önce buluşmuşlardır. Fotoğrafta görülmektedir ki maktul Melek İnal'ın parmağında, Mir Beyaz Küfe'nin kolluk kuvvetine sunduğu sözde delil, yani tektaş yüzük açıkça gözükmektedir. Son olarak..." Erkin'i can kulağıyla dinlemeye devam ederken diğer yandan da savunmamı kontrol ediyordum. "Otopsi raporunda, maktul Melek İnal'ın sağ kolunda, yani yüzüğün bulunduğu parmağında derin bir kesik mevcuttur."

Kaşlarım çatılınca gözlerim Mir Beyaz'a döndü; yüzü yere dönüktü.

Erkin devam etti: "Bu kesik hem parmak bölgesinde hem de sağ kolunda görülüp Adli Tıp ekibi tarafından huzuruma sunulmuştur. Sanık Mir Beyaz Küfe, tıpkı maktul Melek İnal gibi kol bölgesindeki çiziklerle iyice şüphe uyandırmaktadır." Mir Beyaz'ın kolundaki çizikleri bilmiyordum, bunu derhâl lehime çevirmek için önümdeki kâğıda aklıma gelen her şeyi yazdım. "Bu senaryoda aklımıza gelen tek bir hadise vardır; bu da ikilinin yaşadığı münakaşa sonucu ardından gelen şiddettir. Ve de uzatmayarak mahkemeden sanık Mir Beyaz Küfe'nin çok açıkça gözüktüğü üzere ki kimse kendini kandırmamalı, suçu işlemiş olma ihtimali yüksek olduğundan dolayı, bulunan somut deliller ışığında tutuklu yargılanmasını talep ediyorum."

Tam olarak şu anda araya girmek zorundaydım.

Ayağa kalktığım an, hakimle göz göze gelince bir yandan Erkin'in de gözü üstümde olduğundan öfkem harlandı ve derin bir nefes verdim. "Yapılan suçlamayı reddediyoruz." diyerek lafa girdim. "Müvekkilim Mir Beyaz Küfe, neredeyse on senesini vatanı için geçirmiş şerefli ve onurlu bir Türk polisidir." deyip Mir Beyaz'ın statüsünü kullanarak başladım. "Davanın savcısı Erkin Gümüşpala'nın beyanlarındaki uyuşmazlıklar, davayı iyice hallaç pamuğuna çevirmekten başka hiçbir şeye sebep olmamaktadır. Bir savcının görevi, şüphelinin aleyhine gözüken delilleri bulmaktır ve fakat aynı zamanda lehine olan delilleri de mahkemeye sunmaktır. Fakat kendisi, görüldüğü üzere müvekkilimi yalnızca suçlamaktadır." Birkaç saniye duraksadım. "Sayın Savcımıza sormak isterim: Mir Beyaz Küfe'nin silahından çıkan kurşunu iddianameye koyup aleyhimize beyanda bulunuyorsanız sizce de silahın kayıp olduğunu ve üstünden belki de başka parmak izleri çıkabileceğini de ekleyip lehimize delil sunmayı düşünmemek ne kadar doğrudur? Üstelik müvekkilimin tırnak arasında herhangi bir kadın genotipine rastlanmadığından birbirleriyle fiziksel şiddet içeren bir kavgaya dâhil olmadıkları apaçık bellidir."

Erkin'in yüzündeki küçümser bakış büyüdü. "Avukat Hanım, müvekkiliniz bile utançtan susup suçunu kabul ediyorken sizin savunmanız boşa kürek çekmekten başka bir şey değildir. Elbette iddianamede lehinize delillere de yer verdim fakat çok açık görülmektedir ki bu cinayeti, ne yazık ki arkadaşınız olan Mir Beyaz Küfe işlemiştir."

Zaten ayakta olduğumdan söz almadan cevapladım: "Müvekkilimin suskunluğu utancından ve suçluluğundan değil, bilakis hüznünden ve suçsuzluğundandır. Kendisi, senelerini beraber geçirdiği ve bir kez olsun elini bile kaldırmadığı, hayat arkadaşı olmasını istediği biricik sevgilisini elim bir vahşet sonucunda kaybetmiştir. Müvekkilim, az önceki beyanımda da belirttiğim gibi vatan için kendini tehlikeye atan, birden fazla kez vücuduna kurşun yiyen, şerefli ve onurlu bir Türk polisidir. Çok yakından tanıklık ettiğim ilişkisinde, bir kez bile olsun kız arkadaşına bırakın elini kaldırmayı, bağırmamıştır bile. Hem sorarım size, mademki cinayeti Mir Beyaz Küfe işledi, o hâlde neden parmak izinin üstünde olduğunu bilmesine rağmen yüzüğü teslim etti? Yüzüğü teslim etmek yerine silahı neden teslim etmedi? Aynı hesap değil mi? Belli ki arkada dönen bir oyun var." Şimdi başlıyordum, daha doğrusu daha yeni başlıyordum: "Sayın Hakim," diyerek yüzümü hakime çevirdim. "Müvekkilime kumpas kurulmuştur. Sırf bu nedenden ötürü belki de bilfiil şahit olduğu cinayeti avukatına, bana bile anlatamamaktadır. Dilini yutmuş gibi davranmaktadır, psikolojisi hiç iyi değildir."

Aykut ilk defa lafa girdi: "Sayın Başkan, sanık müdafi kendisiyle çelişmektedir üstelik eğer psikolojisi iyi değilse de gidip sağlık raporu alması gerekmektedir, yani gerisi boş laftır." Lafımı böldüğünden dolayı kaşlarım havaya kalktı. Merakla ne söyleyeceğini dinlerken "Kendisi müvekkiline kumpas kurulduğunu beyan ediyor ama sanık, aynı zamanda maktulün parmak izinin bulunduğu yüzüğü niçin kolluk kuvvetine teslim etsin?" diyerek sinirlenmeme sebep oldu. "Kendisi müvekkilinin çocukluktan beri yakinen tanıdığı, süt kardeşidir ve ne yazık ki bir kadının öldürülmesine bile bu şekilde çirkin bir üslupla sesini çıkarmamaktadır. Bu ülkede kadın cinayetleri..."

"Sayın Hakim, lafım bölündüğünden ötürü araya girmek durumundayım. Devam etmek istiyorum."

Hakim, Aykut'a dönüp "İtiraz reddedildi." deyince gururla duruşumu dikleştirdim. Bana dönüp "Buyurun." dediğinde ise tüm sözlerimi dinlediğinden ötürü mahkûmiyetin kısa zamanda geleceğinden endişelenmedim değil ancak yine de güçlü durdum.

"Sayın Hakim, belirtmek istediğim ve özellikle üstünde durulmasını istediğim birkaç husus var; bunlardan en önemlisi, maktul Melek İnal'ın ölümünün bir kadın cinayeti olmamasıdır. Evet, Türkiye'de çok fazla rastladığımız kadın cinayetleri durmak bilmemektedir ve Avukat Bey'in söylediğinin aksine, bir kadın olarak bundan epey rahatsızım. Söylediği çirkin sözleri reddetmekteyim." Aptal Aykut bir halta yaradığını zannediyordu ancak beni ezmek öyle kolay değildi. "Cumhuriyet Savcısı Erkin Gümüşpala'nın da çok iyi bildiği üzere, 17 Eylül 2025 ve 17 Eylül 2026'da iki kuvöz arkadaşı peş peşe öldürülmüştür. Bunun bir tesadüf olmadığı açıktır, bu nedenle 17 Eylül 2027'de vahşice katledilen," Söylediğim söz tuhafıma gidince biraz duraksadım. "Vahşice katledilen maktul Melek İnal'ın da ölümünün bu cinayetlere bağlı olması kuvvetle muhtemeldir. Üstelik Bölge Adliye Mahkemesi kararıyla üç dava birleştirilmiştir ve üçünü de Sayın Savcımız soruşturmaktadır. Peki mahkeme huzurunda Sayın Savcımıza sorarım: Mir Beyaz Küfe'nin kuvöz arkadaşlarıyla derdi ne olabilir? Üstelik önceki iki sene öldürülen İnan Erkoç ve Turgay Işık soruşturmaları sırasında, cinayet büroda bir komiser olarak görev alırken... Bu insanları öldürüp ne gibi bir çıkar elde edebilir ki?"

Erkin bu soruyu bekliyormuş gibi "Sayın Hakim, iddianamede de belirttiğim gibi sanığın önceki senelerde işlenen iki cinayetle bir bağlantısı yoktur ancak bu durumu fırsat bilerek maktulü onun öldürmediğini kim iddia edebilir?" deyince gülümsedim.

"Ben iddia ederim." Erkin'in gözleri kısıldı ve kafasını olumsuz anlamda salladı. Hakime Hanım, bana doğru döndüğünde izinsiz bir şekilde konuştuğum için rahatsız olmuş gibiydi ama sesini pek çıkarmamıştı. "Hem maktulün hem sanığın çok yakın arkadaşı olarak aralarındaki ilişkiyi bilmeme rağmen uydurduğunuzu ve bir komplo olacağının ihtimalini heyete sunmadığınızı düşünürsek ben iddia ederim." Tüm kozlarımı kullanmalıydım. "Tanığımın çağırılmasını talep ediyorum, Sayın Başkanım." Hakim kafasını olumlu anlamda sallarken "Tanık beyanından sonra devam edeceğim." diye ekledim.

Hakim "Tanığı alalım." dediği an mahkeme salonunun kapısı açıldı. O sırada derin bir nefes alıp verdim ve göz ucuyla mahkeme salonuna baktım.

Gerçi kimseyi görmek istemiyordum, bu yüzden yalnızca tanığa odaklanmak için dümdüz durdum.

Tanık, Melek'in yakın erkek arkadaşı Bera Emin'di. Ona ulaşmam pek zamanımı almamıştı.

Yerine geçtiği an "Lütfen kendinizi tanıtın." diyerek elimle Bera'yı işaret ettim.

"Ben Bera Emin, Melek'in yakın arkadaşıyım. Mir Beyaz'dan önce de onu en son ben gördüm." diyen Bera, az çok utanıyordu.

Mübaşire doğru döndüğümde herkesin ayağa kalkmasını işaret ettiğini fark ettim, hâkim de ayağa kalktıktan sonra "Ayağa kalkalım." dedi. "Tanık sıfatıyla sorulacak sorulara vereceğiniz cevapların gerçeğe aykırı olmayacağına ve bilginizden hiçbir şey saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz ve kutsal saydığınız bütün inanç ve değerler üzerine yemin ediyor musunuz?"

"Sorulacak tüm sorulara, hiçbir şey saklamadan namusum, şerefim ve kutsal saydığım tüm inanç ve değerler üzerine yemin ediyorum." dedi Bera Emin.

Daha sonra herkes oturdu, ben ayakta kaldım ve sorularımı yönelttim:

"Bize Melek ile Mir Beyaz'ın ilişkisinden kısaca bahseder misin? Nelere şâhit oldun? Sence Mir Beyaz Melek'i öldürür müydü, ona kıyar mıydı? Melek evden çıkmadan önce nasıldı? Onu en son nasıl gördün?" diye sorduğum an kalbimi avucumu içine alıp sıkmışım gibi acıtmıştım.

Bera kafasını olumsuz anlamda salladı. "Melek evden çıkarken yine babasıyla tartıştığı için mutsuzdu ama Mir Beyaz'ı göreceği için heyecanlıydı. Mir Beyaz'ın öldürmüş olma ihtimali ise..." Duraksadı. "Mümkün değil." Gözleri dolmuştu. "Bakın, nasıl gözüktüğünü pek bilemem ama Melek'in çok yakın arkadaşı olarak söyleyebileceğim tek şey, Melek'in ve Mir Beyaz'ın ilişkisinin kavgasız ve gürültüsüz olduğu. Örneklendireyim," diyerek sorgular gibi bana baktı. Müsaade senin, der gibi elimi havaya kaldırarak kendisini işaret ettim. "Mir Beyaz, Melek'in kolu kırıldığında bir hafta ya da on gün civarı nereye gidecekse özel şoförü gibi oraya bırakmıştı. Benimle buluştuklarında Melek'in tek kolunu hareket ettirmesi sebebiyle içeceğini bile Mir Beyaz içirmişti. Bana suç atsanız ben bile kendimi sorgularım ama Mir Beyaz, Melek'in kılına zarar gelse dünyayı yakıp yıkardı. Miray ne diyorsa doğrudur. Tanık olarak söyleyebileceklerim bu kadar. Lütfen suçsuz bir insanı hapse tıkmayın, lütfen."

Bera sustuktan sonra hakime döndüm. "Tanığa başka sorum yoktur, Sayın Hakim."

Bera, hakimin emriyle mahkeme salonundan çıktıktan sonra Aykut söz istedi ve tekrardan karalamalarına başladı: "Sayın Hakim, tanığın söylediklerine dayanarak ikisinin arasındaki ilişkiyi anlayıp buna göre yargılamamız uygun değildir ki kendisi tanık bile sayılmaz... Sonuç olarak iki insanın arasındaki özel mesele, yalnızca o iki insan baş başa kaldığında nüksedebilir. Dışarıya neşeli görünüp içine kapanık olan tonla insan varken ilişkilerin de bu şekilde olduğu aşikârdır. Tanığın beyanları kesinkes önemsizdir."

Zaten ayakta olduğumdan ötürü konuştum: "İtiraz ediyorum, Sayın Hakim. Tanık beyanı son derece önem arz etmektedir. İkilinin ilişkisinin yakınları tarafından nasıl göründüğü, davanın seyri açısından büyük bir bakış açısı kazandırmaktadır. İşin özeti şudur: Müvekkilime kurulan kumpas planlıdır; 17 Eylül seri cinayetlerinin tümü müvekkilimin üstüne yıkılmaktadır ve fakat bunun için geçerli hiçbir sebep bulunmamaktadır. Müvekkilimin tutuksuz yargılanmasını ve davanın diğer cinayetlerle benzer yönlerinin araştırılıp o şekilde devam etmesini talep ediyorum."

"Avukat Hanım..." Erkin'in sesi bu kez daha sert geldi. "Müvekkiliniz benim de en başta belirttiğim gibi susmaktadır,"

Sözünü kestim. "Sanığın ya da şüphelinin susma hakkı vardır."

"Lütfen sözümü kesmeyin!" Erkin'in sesi iyice yükselmişti. "Müvekkilinizin sahip olduğu silahtan çıkan mermi, maktulün ölümüne sebep olmuştur." Hakime döndü. "Suçu işlemiş olma dolayısıyla sanığın tutuklu yargılanmasını talep ediyorum."

Hakim bana dönerek söyleyecek bir şeyim olup olmadığını kontrol eder gibi bakınca tekrardan ayaklandım. "Sayın Hakim, benim telefonumdan ulaşılan ve maktul ile sanığın son fotoğrafı olan, muhtemelen iddianamede de bulunan görseli incelemenizi talep ediyorum." Artık bulduğum ipuçlarından bahsetmem gereken noktadaydık ve uydurmam gereken senaryodan, belki de gerçeklerden. Fotoğraf televizyona yansıtıldı. "İkilinin ne kadar mutlu olduğunu ve bana gönderilen mesajın ne kadar samimi olduğunu anlatmama gerek yoktur." Fotoğrafa bakarken yutkunamadım. "Benim ifademle beraber tutuklanma kararının gerçekleşmesine asıl sebep veren detay, kırmızı fulardır." Boynumda tıpkısı vardı, hakimin gözü boynuma değip televizyona döndü. "Peki ya fular niçin maktulün üzerinde değildir? Belki de sırf bu şekilde düşünmemiz için fular, başka biri tarafından cinayet işlendikten sonra maktulün üzerine konmuştur. Gördüğüm kadarıyla pek yıpranmamıştı."

Hakim kaşlarını kaldırdıktan sonra Erkin'e doğru döndü. Erkin bıkkın bir nefes vererek devam ederken bu şekilde yorduğumdan dolayı onur duydum.

Savcı Erkin, "Sayın Başkan, sanık müdafinin savunması pek yetersizdir. Talebimi yineliyorum: Sanığın tutuklu yargılanmasını talep ediyorum." diyerek arkasına yaslandı.

Günlerce bana bilgi verilmemişti, davaya sadece inancımla ve hislerimle hazırlanmıştım. Mir Beyaz'ı işaret eden tüm delilleri yok saymak için elimden geleni yapmıştım ancak yalnızca aklımdaki ihtimali söylememiştim.

"Sayın Başkan, müvekkilimden önce son savunmamı yapmak istiyorum." Hakim de tıpkı Erkin gibi bıkkındı ancak yine de müsaade etti. İyice toparlandıktan sonra yutkunarak Mir Beyaz'a baktım. "Konuyu şahsileştirmek mesleğim boyunca yaptığım en son harekettir fakat kendimce zihnimde dönen senaryoları bastıramamaktayım. Hayatım boyunca yanımda olan iki dostumu tek gecede, üstelik doğum günümde, birini sonsuza dek olmak üzere kaybetmiş bir insan olarak sizce de burada durup suçlu bir adamı, bir kadın ölmesine rağmen savunur muyum?" Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Daha önce de söylediğim gibi, müvekkilim ve evet, kardeşim, Mir Beyaz Küfe konuşmuyor, susmayı tercih ediyor; susmasının en büyük sebebi hüznüdür, hüznü de gözlerinden anlaşılmaktadır." Gözlerinin altı mosmordu. "Bir öfke anı söz konusu olamaz, kendisinin öfke problemi yoktur. Bir kadını öldürüp caddenin ortasına attıktan sonra üzerinden araçla geçecek bir öfkesi niçin olsun? Belki tehdit edildi, belki kumpas kuruldu ve susmayı tercih etti, belki de olup bitenden haberi olmamasına rağmen sadece susuyor ve kendisini suçluyor... Evet, silahından çıkan bir kurşun söz konusu olabilir, son ihtimali çiğneyebiliriz fakat o hâlde kolluğa sunduğu yüzüğün üstünde maktulün parmak izi olmasına rağmen niçin maktulün üstündeki kurşunun çıktığı silahı gizleme gereği duysun? İddianamede aleyhimize bulunan tüm beyanları reddediyorum. Silahın bulunmasını, bulunduktan sonra da başka şahıslara ait olan parmak izlerinin tespit edilmesini talep ediyorum. Televizyonda görülen fotoğraf, ikilinin olacaklardan habersiz olarak çekildiği samimi bir fotoğraftır. İkili, her şeye rağmen birbirine destek olup evlenmeye karar vermiştir. Tüm engellere rağmen birbirini sevmeye devam eden bu çiftin tanıkları çoktur, bir tanığı da huzurlarınıza sundum."

Bir süre duraksadım, ardından devam ettim:

"İhtimaller zinciri, birbirini kenetleyen karışık olay akışını oluşturmakla beraber kafamızı oldukça karıştırmaktadır. Ben, 17 Eylül seri cinayetlerinin son bulmasını kendim adına da diğer kuvöz arkadaşlarım adına da talep etmekteyim. Davanın savcısının bir sene boyunca kim olduğunu çözemediği, arkasında tek bir iz bile bırakmayan, belki de tetikçi olan o katil, Mir Beyaz Küfe ise bu cinayette de kendisini ele vermezdi. Kendisi susmazdı, bir cinayet büro komiseri olarak delilleri yok etmesini çok da iyi bilirdi. O yalnızca susuyor; konuşmamak demek, suçlu olmak demek değildir."

Hakim artık karara bağlamak ister gibi Mir Beyaz'a döndü.

"Mir Beyaz Küfe," diye seslenince yüzümü müvekkilime, dostuma, süt kardeşime doğru çevirdim. "Senin söylemek istediğin, eklemek istediğin bir şeyler var mı?"

Mir Beyaz ayağa kalktığı an elimi kalbime götürdüm. Gözleri televizyonu buldu, kıpkırmızı oldu ve yaşlar süzüldü. Dudakları aralandı, kapandı ve "Yok Sayın Hakim." deyip yüzünü tekrardan yere çevirdi.

"Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?" diye soran hakim, Aykut'a dönmüştü.

"Sayın Savcımın söylediklerine katılıyorum." diyen Aykut'tan sonra gözlerimi devirerek mahkeme salonundaki her tanıdığa tek tek baktım.

Varan Alp'le göz göze gelince yüzünde bir öfke kırıntısı görmediğim için mutluydum.

Kaşlarım çatıldığı an aklıma gelen bir detayla "Sayın Hakim," diyerek ayağa kalktım. "Atlanılan çok büyük bir detay vardır. İzninizle onu da belirtmek isterim."

Hakim bu kez diğer bakışlarının aksine merakla bana döndü. "Buyurun."

"Fotoğrafa dikkatli bakıldığında camdan yansıyan görüntüde de görülmektedir ki Mir Beyaz Küfe'nin silahı, belinde ya da masada gözükmemektedir." Kaşlarım iyice çatıldı. "Aynı zamanda kamera görüntülerinden de bahsedilmedi, belli ki silahının yanında olup olmadığı kesin bir bilgi değil. Bakın altını çizerek belirtmek isterim ki silah kayıptır. Silah bulunmadan, üstündeki parmak izleri saptanmadan müvekkilimin mahkûmiyet alması çok büyük bir haksızlık olacaktır." Hakimin gözleri önce Erkin'e ardından Mir Beyaz'a döndü. "Üstelik Melek İnal'ın..." Balistik raporunu inceledim. "Melek İnal'ın kıyafetinde barut izi de mevcuttur. Maktul, yakın mesafeden iki kez vurulmuştur." Mir Beyaz bu kez yüzünü kaldırıp hayretle yüzüme bakınca kendimce zafer elde ettiğimi çok net kavramıştım. "Tıpkı..." dedim gülümseyerek. "Tıpkı İnan Erkoç ve Turgay Işık gibi iki kurşunla yakından açıdan vurulduktan sonra diğer hamleler gibi uzaktan ateş edilmiştir." Dosyalarımın hepsini kapattım çünkü artık bakmaya gerek yoktu. "Cinayet, 17 Eylül 2025 ve 17 Eylül 2026'da işlenen cinayetle doğrudan bağlantılıdır. Bu sebepten ötürü üç cinayetin de tekrardan incelenilmesi ve asıl katil kimse onun üzerine yoğunlaşılması, ben de dâhil olmak üzere tüm 17 Eylül 1998, İzmit Seka Devlet Hastanesi doğumlu kuvöz arkadaşlarımın yaşam refahı bakımından daha doğru bir karar olacaktır. Müvekkilimin acı kaybından ötürü susması gayet normaldir. Dosyadaki eksikliklerin giderilmesini ve bu süre zarfında müvekkilimin tutuksuz yargılanmasını talep ediyorum."

Erkin de Aykut da öylece kalakaldı.

Hakim, "Karar," dediği an bu kadar hızlı beklemediğimden nabzım hızlanmıştı. Herkes ayağa kalktı. "Dosyadaki eksikliklerin giderilmesi için gerekli yerlere müzekkerelerin yazılmasına; duruşmanın," dedikten sonra duraksadı ve diğer hakimlerle kısaca münakaşa etti. Muhtemelen işin siyasi ve sosyal boyutu da düşünülerek erken bir tarihe ertelenecekti. "22 Ekim Cuma, 09.45'e ertelenmesine; bu süre zarfında sanık Mir Beyaz Küfe'nin üzerine atılı maktul Melek İnal'a yönelik kasten öldürme suçunu işlediği büyük şüphe uyandırdığından ötürü tutukluluğunun devamına karar verilmiştir."

Tutuklu yargılanmaması gibi bir seçenek aklımın ucundan bile geçmemişti, karara şaşırmamıştım; bu nedenle istediğimi almış gibi gururla başımı dik tutmaktan başka çarem yoktu.

En azından Ümit Haldun İnal sayesinde duruşma bir ay değil de on yedi gün ertelenmişti. Bu iyi bir haberdi.

Biran teyzenin sesi, duruşma biter bitmez mahkeme salonunda yankılandı: "Oğlum!" Bir annenin acı dolu feryadı ne kadar parçalayabilirse o kadar parçaladı kalbimi. "Oğlum niye susuyorsun, Mir Beyaz'ım?" Daha sessiz konuşmaya başladı. Mir Beyaz'ın kolundan tutup götürmeye çalıştıklarında ise annesi büyük bir acıyla oğluna sarılmaktan başka hiçbir şey yapamadı.

Karşımdaki bedeni fark ettiğim an kaşlarım çatıldı. "Kovuldun, Miray." diyen Aykut'un ne dediğini bir süre algılayamadım.

"Kovuldum mu?" diye sorduktan sonra sanki az önce kalbim acımamış gibi keyifle gülümsedim. "Kovulmam için işte olmam gerekmiyor mu?" Yüzü bozuldu, anlayamadı. "İstifamı vermiştim sabah, masanızın üstündeydi..."

Çatık kaşları gevşedi. "Bana bak, başına bela alıyorsun." diyerek yüzünü yüzüme yaklaştıran sevimsiz adama meydan okur gibi otuz iki diş sırıttım. "Dikkat et Miray..." dediği an arkasında beliren Varan Alp'i fark etmemişti. "Dikkat et de gece vakti yolun ortasında senin de cesedin bulunmasın, yoksa arkandan savunmayız." Pişkince sırıttıktan sonra ekledi: "Bir daha düşün, Mir Beyaz'a avukatlık yapmak ölüme bir adım yaklaşmak demek."

Söylediği cümlenin verdiği şokla beraber beynime kan gitmedi. Birkaç saniye ne olduğunu algılayamasam da Varan Alp'in Aykut'u tuzluk gibi yakasından tutarak ileriye ittirdiğini gördüm.

"Hop hop hop!" diyen Erkin, Varan Alp'i zar zor zapt edip çekiştirirken ellerim titremeye başladı.

Ben hiç bu şekilde tehdit edilmemiştim.

Tüm nefretimle "Bu adam beni açık açık öldürmekle tehdit etti!" diyerek bağırmaya başladım. Birkaç adım ileride duran Aykut, korku dolu bir bakışla Varan Alp'e bakarken geriye doğru birkaç adım attı.

"Savcım siz yanlış anladınız... Ben, misal..." diye açıklamaya çalışırken sesi içine kaçmış gibiydi.

Varan Alp'in yanında beliren polis memurları Aykut'u tuttular. "Nezarete atın şunu," diyen Varan Alp'i ilk defa bu kadar öfkeli görmüştüm. Göğsü hızla inip kalkıyordu ve Erkin onu zar zor tutuyordu. "Açık açık tehdit etti."

Hepimiz bu adamın ceza almayacağını biliyorduk ancak şu an nezarete gidecek olması bile rahatlatmıştı.

Aykut'u duruşma salonundan çıkardıkları an annem, babam, Koray, Biran teyze... Tanıdığım kim varsa buraya toplandı ancak ben eşyalarımı toparlayıp çıkmak istediğimden kimseye bakmadım.

Mir Beyaz'ı sanıkların çıktığı kapıdan çıkaracaklarken o bile bunu duyup "Ne diyorsun lan sen?" diye bağırmıştı ancak buraya doğru gelememişti.

Birkaç saniye sonra Mir Beyaz ve yüksek sesli haykırışları kayboldu; onu duruşma salonundan çıkarmışlardı.

"Ne söyledi Miray'a o adam?" diye soran babamdan sonra arkamı dönüp dosyalarımı toparladım. "Miray!" Babam tekrardan bana seslenince dosyaları elime aldım ve arkamı döndüm. "Kızım sana ne söyledi o adam?"

Annemin dolu gözlerini gördüğüm an "Yok bir şey baba." diyerek çantamı koluma aldım. Dosyalarla beraber duruşma salonunun çıkışına doğru yürüdüm, arkamdan gelen konuşmalara asla kulak asmadım.

Buraya nasıl girdiysem öyle çıktım: dimdik.

Buraya girerken nasıl hissediyorsam o şekilde çıkmaya çalıştım: korkusuz.

ERTESİ GÜN

Duruşmanın üstünden geçen yirmi dört saat, benim için pek de iyi geçmemişti. Sürekli düşünüyordum, düşündükçe deliriyordum... Bunu bize kimin yapabileceğine dair hiçbir bilgim yokken iyi olamıyordum.

Bu yüzden aklıma kuvöz arkadaşlarımla konuşmak gelmişti.

Ve bunun için önce Menderes ile buluşmam gerekiyordu, ben de onun Beyoğlu'ndaki lokantasına gelmiştim.

Topuklu ayakkabılarımın lokantada yarattığı gerilim sonucunda herkesin bana bakması pek normaldi. Gözlerim, Menderes'in yüzünü ararken sağ elini kaldırıp beni masasına davet etti.

"Hoş geldin avukatım," diyerek beni hoş ve enerjik bir sesle karşılayan Menderes, et lokantası açmıştı ve meşgul olduğunu söylemişti. Yoksa buraya gelmezdim. "Buyur, otur, afiyetle etlerimi tat."

Kahverengi deri çantamı masanın üstüne koyduğum an takım elbiseli ve Menderes'in korumaları olarak tahmin ettiğim, savcılara göre mafya tayfası olarak adlandırılan adamların tümü önce çantama sonra gözlerimin içine aval aval baktılar.

"Müvekkilimle yalnız görüşmem uygun olur." diye açıkladıktan sonra masanın başındaki sandalyeyi çektim.

Ben otururken Menderes, "Duymadınız mı lan? Kalkın, ötede yiyin. Zaten dağ ayısı gibi olmuşsunuz. Gidin, ot mot yiyin azıcık..." deyip sandalyesine yerleşti.

Masada yalnızca ikimiz kalana dek çıtım çıkmadı. Sessizliğimi "Bana yardım edeceksin." diyerek bozunca Menderes de bozulmuştu. "Nasıl yapacağımızı sormadan ve beni gereksiz soru yağmurunda doluya tutmadan önce emniyetteyken aynı odada kaldığın kuvöz arkadaşlarımızı bulman lazım."

Menderes'in kaşları çatıldı. "Ben onları hayatta bulmam. Allah korusun."

"Aptal aptal konuşma Menderes," diyerek yüzümü masaya yaklaştırdım. "İşim düştü ki sana geldim. Savcıların yapması gerekeni ben yapıyorum..." Kendimce birkaç saniye düşünüp tekrardan Menderes'in açık kahve harelerine döndüm. "Otuz yaşında adamsın, İstanbul bebelerinden mi korkuyorsun yoksa?" diyerek onu gaza getirmeye çalıştım.

Kaşları havaya kalktı, oltaya düşmedi. "Niye peki?" diye sorunca arkama yaslandım.

"Onu herkes toplandığında açıklayacağım. Peki senin özel oda var, masa var, dediğin kısım bu kısım mı?" Lokantanın en izbe köşesiydi fakat bana daha gizli bir alan lazımdı. Menderes'i aradığımda lokantasında böyle bir kısım olduğunu söylemişti.

Oda dememişti, kısım demişti.

"Yok, üst katta bir toplantı odası var. Benim kendi odam da var ama orası benim mahremim..." Teessüf edercesine sırıttı. Boynundaki zincirli kolye, siyah gömleğinin arasından çıkarken tam bir mafyaya benzediği kesindi. "Üst kattaki toplantı odasını kullanabilirsin, avukat."

Kemiklerimi kıtlattıktan sonra yukarıyı işaret ettim. "Oraya çıkalım."

"Sen hayırdır ya avukat?" Önümdeki etleri gösterdi. "Önce bir yemek yiyeydin. O kadar savundun beni, karnın doysun." Eliyle garsona işaret yaptı. "Bahto!" diye bağırdı. "Avukat Hanım'a bir kilo kuzu getir bakayım."

Duyduklarıma inanamayıp "Yok, ben tokum!" diyerek ayağa kalktım. Çantamı omuzuma attıktan sonra gözlerim merdivenleri aradı, saniyeler sonra merdivenleri görüp o yöne döndüm. "Hadi Mendo," diyerek az önceki seslenişini taklit ettiğimde kaşları kalktı. "Yukarı çıkalım ve kuvöz arkadaşlarımızı bulalım. Acil..."

"Avukat, ne karıştırıyorsun, bilmiyorum ama karışık işlerin arasında barınmasam gelmezdim, haberin olsun." Yürümeye başladık, tabii bir yandan elinin içinde bile kocaman gözüken et dürümü yiyordu. "Hem sen avukat değil misin? Bulursun numarasını."

Merdivenleri çıkarken "Onu herkes yapamaz işte. Siz hukukçuların hepsini saygın zannediyorsunuz ama biz avukatların o denli erişimi yok." diye açıkladım. "Bu yüzden sana geldim. Sen de bulamazsan emniyetteki arkadaşımı arayacağım ama o da yardım eder mi, muamma. Gerçi kötü bir işe karıştırmayacağım ama..."

İlerideki tahta kapıyı işaret etti. "Avukat burası toplantı odası," Kapıya benden önce ulaşıp kulpuna tutundu. "Buyurun," Kapıyı açar açmaz ikimiz de içeriye girdik. Burası tam bir dedektif odası gibiydi, yani istediğim odayı Menderes'in lokantasında bulmuştum ve buna inanamıyordum. "Nasıl, iyi mi? Daha pek dizayn edemedim. Mesela şu duvarı yeşile boyamayı düşünüyorum. Gerçi dur, öyle de türbe gibi olur. Olsa da sıkıntı değil, yanlış anlama ama sanki siyah olsa daha iyi."

O duvara bir pano daha iyi giderdi.

"Sen varlıklı bir ailedensin, değil mi?" Uzun masaya doğru ilerledim, çantamı masaya bıraktım.

Menderes gururla kafasını salladı. "Ailem Bursa'da ve de anamgili çok özledim ya..." Özlemle suratını buruşturdu. "Neyse, babam falan da iş insanı yani... Hani nasıl desem?" Çenesini kaşıdı. "Gerçi sana anlatmayayım, başımıza bela olma."

Kaşlarım çatıldı. "İllegal işler mi?"

Dudaklarını büzdü. "Görmedim, duymadım, bilmiyorum. Bak," Etrafını işaret etti. "Benim Bursa'da sekiz tane lokantam var ama etrafım tehlikeli dümbük dolu. Şimdiden uyarayım avukat, burası sana lazımsa başım gözüm üstüne de her an lokanta taranabilir."

"Ne?" Umarım şaka yapıyordu. "Ya sen delirdin mi? İşlek bir cadde burası! Kim cesaret edebilir taramaya? Salak saçma konuşma Menderes ya... Ayrıca bana lazım değil," diyerek saçlarımı geriye attım. Pişkin bir hâlde dürümünü yemeye devam etti. "Bize lazım. Arada bir buraya geleceğiz. Burası bizim buluşma noktamız. Bu odaya bizden başka kimse girmeyecek. Anlaştık mı?"

Menderes hiçbir şey anlamamıştı. "Anlaştık," dedi yine de. "Katilimizi mi bulacaksın?"

Katilimizi, demişti; katilleri dememişti.

Menderes'in kötü bir adam olduğunu zaten düşünmüyordum, bu cümlesiyle daha net kavramıştım.

"Bizi öldürmemesi için bulmamız şart, Menderes. Tek başıma bulabilir miyim, bilmiyorum ama birlikten kuvvet doğar, bunu biliyorum. Bu yüzden emniyete gelen, o gün ifade odasında korunan tüm 17 Eylüllülerin numarasını bulup çağırman gerek." Çantamdan telefonumu çıkarıp saati kontrol ettim. "Zaten akşam olmuş, mesaisi olan da bitmiştir."

Menderes, kafasını sallayıp cebinden telefonunu çıkardı. "Beni özellikle Jack denen sümükle muhatap etmemeye dikkat et, avukat. Yoksa onu gerçek bir sümüğe çevirip şu duvara sergi namına tablo diye yapıştırırım."

Şiddet içeren cümlesini kınayarak "Hiçbir şey yapamazsın. Git, şimdi söylediğimi yap. Hepimiz geberip gitmeden bulmamız lazım." dediğimde telefonunu kulağına götürmüştü.

"Hayro, bana bak..." Dili bozuldu ve bir anda şivesini değiştirdi. "Benim hastanede benimle aynı gün doğan herkesin numarasını at bana, he, aynen..." Dürümünün kalan tüm parçasını ağzına tıktı. Birkaç saniye sonra lokmasını yutmadan "Bulur, değil mi senin velet? Ha, kaç yaşındaydı o?" diye sevecenlikle sormaya başladı. "Maşallah, üniversiteye gidecek mi peki?" Bu adam neyin kafasını yaşıyordu? "Menderes abisi kurban ya... Tamam Hayro, bulunca bana sms falan atarsınız. Hepsinin adı soyadı da olsun ha..." Sırıttı. "Tamam Hayro, görüşürüz."

Elimle alkış tutarken "Bravo sana Mendo..." dediğimde yüzü bozuldu. "Küçücük çocuklara suç mu işlettiriyorsun sen ya?" Açıkçası benim anladığım buydu. "Yahu daha liseye giden çocuk nasıl bulsun numaraları?"

Menderes dilinin kuruduğunu belli ederek dudaklarını hareket ettirdi. "Avukat sen boş ver ya, vallahi, karışma bana..." Önce ıslak mendille ellerini sildi, sonra da ceketinin cebinden tabii ki tespihini çıkardı ve sallamaya başladı. "Şu sandalyeye bakayım," Arkasını dönüp sandalyenin sağlamlığını kontrol etti. "Bak bunlar kalitesiz ha..."

"Ya Menderes ben ne diyorum sen ne diyorsun!" diye kızınca öylece kalakaldı. Yüzündeki tuhaf ifadeye aldırış etmeden "Tamam, iptal et..." dedim bir anda. Telefondan Sarp'ı aramak için rehbere girdim. "Ben komiser arkadaşımdan öğrenirim."

Menderes, telefonunun ekranını havaya kaldırdı ve bana gösterdi. "Çocuk bulmuş ama..."

"Bir dakikada?" Hayretle ekrana bakınca ve Varan Alp'in bile adını görünce ağzım açık kaldı. "Ya Menderes... Savcının numarasını mı istedim senden? Başımıza bela olmasa bari."

Menderes'in kaşları havaya kalktı. "Kerataya bak, araya savcı numarası da sıkıştırmış." Kıkırdamaya başladı. "Ben ona bir yazılım programı ya da bilgisayar ısmarlayayım en iyisi."

"Bir de dalga geçiyor ya..." dedikten sonra numaralara tek tek baktım. "Neyse, arayalım o zaman. Zaten Varan Alp'i aramayacağız. Geriye üç numara kalıyor çünkü üç ölü ve bir tutuklu var, ikimiz de buradayız. Evet, Jack-Isabelle ikilisini ve Elif'i arıyoruz." Daha doğrusu ben arayacaktım. "Jack'i arayayım, kardeşine de haber verir o."

Menderes'in yüzü ekşidi. "Jack o kadar suratsız ki bence hastanede karışmış olma ihtimali yüksek."

Elif'in numarasını kendi telefonuma kaydederken "Niye, Isabelle çok mu güzel?" diye sorup Menderes'e çevirdim yüzümü.

"Doğruya doğru, güzel kız." Gülmemek için büyük bir çaba sarf ettim. "Ama biraz bizden farklı... Mesela buraya gelip kebap yemez, anladın mı? İngiliz gibi."

"Duymadın mı geçen sene? Hem İngiliz hem de İspanyollar, üstüne Türkler." Ben bile kurduğum cümleye inanamazken Menderes kaşlarını çatmakla yetinmişti. "Neyse, Elif'i aradım, dur." Telefonu kulağıma götürdüm.

"Buyurun?"

"Alo, Elif Hanım..." diyerek lafa girdiğimde onu nasıl çağırmam gerektiğini hesap etmediğimden bir süre duraksadım. "Miray ben, avukat olan... Hani, emniyette karşılaşmıştık."

Elif'in, "Evet..." dediğini duydum. "Buyurun?"

"Biz tekrardan tehlikedeyiz." Dan diye konuya girdim. "Bakın, belki siz fazla bilgi almadığınızdan konunun ehemmiyetinin farkında değilsiniz ama seneye, doğum gününüzde öldürülebilirsiniz. Bunu anlatmıştım, geçen sene de bu sene de."

Elif, "Biliyorum," derken sesi hüzünlü gelmişti. "Ben de çok korkuyorum ama ne yapacağımı bilmiyorum. Siz neden aradınız? Yoksa birinden mi şüpheleniyorsunuz?" Sesi kabalaştı. "Bakın, birinden şüphelenecekseniz eğer maço bir adam vardı, Menderes... O sırf zevkine bile öldürüyor olabilir. Hiç iyi enerji almadım."

Gözlerimi belerttikten sonra karşımda tespih sallayan Menderes'e bakıp sırıttım. "Yok, o olamaz. İmkânsız çünkü şey... Elif Hanım, görüşürsek eğer ben size bu akşam tüm olan biteni özetleyeceğim." Etrafa göz attım. "Bursalı Lokanta var, Beyoğlu'nda. Konumunu size ulaştırırım. Eğer bu akşam gelirseniz bana çok yardımınız dokunacak, eminim. Sonuçta doktorsunuz, benim bilmediğim tıbbi bilgilere sahipsiniz. Birlikten kuvvet doğar."

"Anladım... Biz katili mi bulmaya çalışacağız? Dizilerdeki gibi... Ama bu çok zor." Kadının kafasını allak bullak etmiştim.

"Siz gelin, anlatacağım." dedikten sonra telefonu kapattım ve ona konumu gönderdim. "Artık gelecekse gelir, vallahi kimse lafa tutmasın beni, ikna kabiliyetimi mahkeme salonunda, duruşma esnasında dün kaybettim." Telefonunu Menderes'e uzattım. "Sen diğerlerini de arayıp çağır. Benim dışarıda ufak bir işim var."

Yerimde duramıyordum.

"Ben mi arayacağım?" Kapıya doğru yürürken arkamı dönmeye tenezzül etmeden kısa bir cevap verdim. "Avukat!" diye seslendiğinde kapıyı kapatmıştım. Sesi hâlâ boğuk boğuk gelirken "Ya sen arasan avukat? Hey!" deyişine de aldırış etmeden merdivenlere yöneldim.

Tereyağı ve et kokusu dışında hiçbir koku almadığım boğuk ve koyu renkli lokantadan çıktığım an aldığım havayla derin bir nefes verdim. Büyük bir pano ve birkaç fotoğrafa ihtiyacım vardı; gerçi evdeki yazıcıdan hallederdim onları.

Sağımı ve solumu kontrol edip yolun karşısına geçecekken yanımda beliren bedenle bir adım geriye sendeleyerek şaşırdım çünkü Varan Alp buradaydı. Birkaç saniye gözlerinin içine bakakaldım, ardından kaşlarımı çattım.

"Ne yapıyorsun burada?" diye sorarken sesim meraklıydı. Menderes'in lokantasının önündeydik ve burada olması tesadüf olamazdı.

Kaldırımın sonunu işaret etti. "Biraz konuşalım mı?" diye sorduğunda gayet sakindi ancak belli ki söyleyecekleri vardı.

"Olur." dedim mecburen ve işaret ettiği yöne doğru yürümeye başladık. "Beni takip mi ettin? Yoksa başka bir şey mi oldu?"

Varan Alp'in arabasının yanından geçip sola döndük, sahile doğru iniyorduk. "Tam takip etmek denilmez aslında..." diyen Varan Alp bu kez sıkıntılı bir nefes verdi. "Neden Menderes'in lokantasındasın?"

Adımlarım durdu. "Neden olmayayım? Kendisi müvekkilim."

Durduğum an o da durdu. "Müvekkilin olduğu için buradaysan söyleyecek bir şeyim yok ama başka işler çeviriyorsan..." Göz ucuyla gerimizde bıraktığımız lokantaya baktı. "Bu adam biraz tehlikeli."

"Nasıl tehlikeli?" diye sorup bir adım attım ona doğru. "Benim bilmediğim ne biliyor olabilirsin ki? Böyle bir durum varsa söyle, yoksa da rica ediyorum git."

Ani çıkışmam onu yerle bir etmiş gibiydi çünkü öylece kalakalmıştı. "Başına bir iş açma diye geldim." dediğinde neden böyle bir eylemde bulunduğuna mana veremedim. Ona neydi ki? "Seray bana evden çok sinirli çıktığını söyledi. Ben de buraya geldim."

"Burada olduğumu tahmin ettin yani?" Anlamamıştım. "Anlayamadım."

Kafasını olumlu anlamda salladıktan sonra "Yok, aslında ben buraya yemek yemeye geldim." deyince dalga geçtiğinin farkındaydım. "Kebabının iyi olduğunu söylüyorlar."

"Kebap yemeye geldin..." diyerek tuhaf ve gerçek dışı şakasına ayak uydurdum. "Buyur, ye o zaman..." Elimi kaldırıp geride kalan Bursalı Lokanta'yı işaret ettim. "Ben seni tutmayayım, savcım. Açsındır şimdi, uzun yoldan geldin. Malum, et yemeye buralara kadar gelmişsin, ayakta kalma, geç içeri..."

Kafasını olumsuz anlamda salladı. "Katili bulmak savcının işi," Yumuşak bir sesle söylemişti ancak benim bu tür cümlelere maruz kalacak ne vaktim vardı ne de hâlim. "Sen sadece savunmakla yükümlüsün. Erkin zaten..."

Lafını böldüm. "Erkin'in hiçbir halt yediği yok, onu da araştıracağım..." Fazla gaza geldiğimin farkındaydım, yine de pişman değildim. "Benim arkadaşım, hatta kardeşim içeride şu an. Niye? Erkin yüzünden. Bir sene boyunca bulamadığı katili şimdi de Mir Beyaz zannediyor! Bu nasıl bir görev ya? Savcı mı şimdi Erkin yoksa haber spikeri mi? Ne duysa ona inanıyor."

"Sen de biliyorsun ki deliller az buz değil, çoğu Mir Beyaz'ı işaret ediyor."

"Mir Beyaz katil değil, Varan Alp. Katil olsa hissederdim ve savunmazdım." Artık buradan gitmek istiyordum. "Gerçekten acıktıysan yemek ye çünkü benim pek vaktim yok, işim var, gitmek zorundayım. Sohbetine de doyum olmazdı ama ne yaparsın, iş işte..." Kol saatime birkaç kez vurdum.

Varan Alp bıkkın bir nefes verdikten sonra "Tamam da burada neden arıyorsun?" diye sordu bıkkınlıkla. "Katili yani."

"Ya savcım, size ne?" diyerek saygımı korumaya çalıştım ama duygusallığım ortaya çıkınca işler pek de istediğim gibi gitmedi. "Çünkü kimsem yok." dedikten sonra tırnaklarımı çantama bastırdım. "Tüm tanıdıklarım perperişan, arkadaşlarım pek kalmadı, ailem burada değil, ablam zaten lohusa... Geriye de sadece onlar kalıyor."

Gözleri lokantaya ilişti. "Kimler?"

"Benim gibi tehlikede olanlar işte..." diyerek belli ettiğimi düşünüyordum. Anlamazsa da salaktı.

"17 Eylül'de doğanlardan mı bahsediyorsun?" diye sorduğunda kafamı sallamakla yetindim. "Ya onlara nasıl güvenebilirsin ki?" diye devam edince ise gözlerimi devirdim. "Bak, buraya gelmemin iki sebebi var." Merakla dinlemeye devam ettim. "Bir, ablan senin için çok korkuyor. İki, kimin avukatısın, bir düşün... Dayımın yapabileceği birçok şey var, söylemeye korkuyorum ama seni alıkoyabilir, sırf Mir Beyaz'ı savunmaman için... Dışarıda tek gezmen ya da direkt dışarıda gezmen bile tehlike teşkil ediyor."

Çenemi sıkmaya başladım. Şimdi sinirden diğer dünyaya gidecektim.

"Ben kendimi korurum." demekle yetindim. "Ayrıca canı tehlikede olan dört insanla beraber bizi öldürmeye niyetlenen katili bulmak çok mu abes?" Gözlerimi devirdim. "Seni zaten çağıramam, savcısın ya..." Alınmasın diye açıklama yaptığıma inanamıyordum. "Şimdi başka savcının davasına burnunu sokmak... Garip olurdu." Göz göze geldiğimizde pişkince sırıttım. "Gerçi senin yakın arkadaşının davasıydı, değil mi? Sana her şeyi anlatıyordur."

Kafasını olumsuz anlamda sallarken sıkıntılı olduğu belliydi. İki dakikada bıktırmıştım onu. "Ne yapmayı düşünüyorsun?"

Kaşlarımı çattım. "Bana yardım edeceğini söylersen bayılıp kalırım." Kıkırdarken yüz ifadesindeki ciddiyeti görünce ufak çaplı bir şok geçirdiğim doğruydu. Yine de fazla tepki vermek istemedim. "Önce kuvöz arkadaşlarımı toplayacağım, sonra onlardan yemin etmelerini isteyeceğim." diyerek aklımdaki saçma planın başlangıcını anlattım. Neyse ki suratını buruşturmadı. "İlk planım, Mir Beyaz'ın ablasını bulmak. Bu ilk planın b kısmı ise, gittikleri lokantayı bulmak."

"HTS kayıtlarından çıkmadı mı?"

Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Hayır, çıkmamış. Gittikleri yerde sinyal yoktu herhalde."

"Nasıl bulacaksın o zaman?" diye sorduğunda sadece ofladım. "Bence önce Mir Beyaz'ın ağzını ara, avukatısın sonuçta, gidip görüş. Belki anlatır."

Haklıydı fakat Mir Beyaz'ın sakinleşmesini bekliyordum, cuma gününe kadar yanına gitmeye niyetim yoktu.

"Ben bulurum." diyerek kısa kestim.

Varan Alp'in yüzündeki sırıtma ifadesini görür görmez hava karanlık diye yanıldığımı düşünüp daha da odaklanmaya başladım yüzüne, sanırım gerçekten sırıtıyordu.

Dayanamadım ve lafı yapıştırdım: "İkinci planım, sırf benden ve planlarımdan uzak durman için sana karabiber koklatmak." Gözlerini kırptı, gülümsemesi aniden yok oldu. Duymaya bile tahammülü yoktu demek ki... "İçeride de bol bol vardır, pilavın üstüne karabiber döküp yersin." Menderes'in lokantasını kastettiğimde bir kez daha buruşturdu yüzünü. "Varan Alp, sen ne zamandır karabiber yemiyorsun?"

Sesli bir nefes verdikten sonra "İçmiyorum." dediğinde kaşlarımı çattım. "Kahvenin içinde de tercih etmiyorum ama sen kahvenin içinde seviyordun yanlış hatırlamıyorsam."

Rezillik kere rezillik.

Otuz iki diş sırıtarak "Karabiber sevmeyen köyüne dönsün." dediğimde yüzünü bu kez buruşturmadı. Kafasını salladı. "Karabiberi yerim de içerim de. Severim karabiberi. Karabiber. Tuz."

"Ben seni anladım," dedikten sonra cebinden telefonunu çıkardı.

"Sakın!" diyerek uyardım onu. "Sakın beni yine tehdit etme, bozuşuruz Varan Alp!"

Telefonuna bakarken bir yandan da manasızca yüzüme odaklanmış durumdaydı. Anlamamış gibiydi. "Ablanı arayacaktım. Gece vakti mafya lokantasında taranmak üzereyken zar zor kurtardım diye," dediği an kolumu da tuttu. "Haber vereceğim."

Kolumu tutan eline bakakalırken çıtımı çıkarmamam beni epey şaşırttı. "Bir dakika," Arabasına doğru yürümeye başladık. "Ne alaka ya? Ne taraması?" Menderes de öyle söylemişti. "Sen nereden biliyorsun ki?" Gerçi... Sorduğum soru da soruydu.

Arabasına kadar yürüdük, bindikten sonra kapıyı üstüme kapatınca tuhaf hissede hissede nabzım hızlanmıştı yine ya da tansiyonum da çıkmış olabilirdi... Bence taramadan bahsedildiği için korkmuştum.

Varan Alp arabaya binerken "Muhtemelen birazdan ateş etmeye başlarlar, bir polis arkadaşı gördüm ileride, ondan duydum. Gizli operasyon var." dediğinde korkarak emniyet kemerimi bağladım.

Bir anda telefonunu açıp konuşmaya başladı:

"İçerideki insanlar çıktı, bir arkadaş gönderdim... Tamam Savcım, kaçamazlar zaten ama önemli olan başındaki kimse onu bulmak. Bu Menderes İnegöl'ü sorguya tutunca anlaşılır belki de... O da içerideydi, ona da haber verildi."

Konuştuğu kişi soruşturmayı yürüten savcıydı muhtemelen.

Varan Alp, telefonunu kapattıktan sonra arabayı çalıştırdı ve geriye sürmeye başladı. "Sen benimle konuşurken diğer yandan etrafı mı gözetliyordun?" diye sordum korkuyla. "İnsan haber verir!" Elimi kalbime götürdüm. "O yüzden beni lokantanın önünden buraya kadar getirdin... Allah'ım ya! Ayrıca çok saçma!" Anlam veremiyordum. "Operasyon olduğunu nereden anladın, onlar senin savcı olduğunu nereden anladılar... Saçmalık." Acaba beni mi kandırıyordu bu?

Beni dinlemediğini arabaya bağladığı telefonunun sesinden anladım. "Kardeşini kurtardım," diyen savcımız birazdan ateş edilecek olmasına rağmen mutlu gibiydi. "Yanımda şu an."

"Miray!" Ablamın sesi gerçekten endişeli gelmişti. "Hemen bize geliyorsunuz!"

"İyiyim abla, sakin ol." dedim bıkkınlıkla.

"Sakin olmak ne mümkün!" Ablamın sesi kesik gelmeye başladı, sonra da telefon kapandı.

Muhtemelen çekmemişti.

Daha ne olduğunu anlayamamışken bir anda silah sesleri patlamaya başladı, biz uzaktan izliyorduk ve Menderes'in söylediğinin bu kadar kısa bir sürede gerçekleşmesini beklemediğimden oldukça şaşırarak gözlerimi yumdum.

Refleksle kafamı eğip diğer yandan da Varan Alp'in kolunu tuttum; sesler bir dakika içerisinde azaldı ve sonunda bitti ancak ben de bitmiştim.

Arabanın camına biri tıkladı, Varan Alp camını açtı. "Savcım sağ ol, yardım ettin." diyen kişi, kumral saçlı bir adamdı, muhtemelen Varan Alp'in az önce telefonla görüştüğü savcı buydu.

Bana asker selamı çaktıktan sonra arkadan polisler de gelmeye başladı, bu kez onlara doğru baktım. Ortalık çok karışmıştı.

"Hiç önemli değil." diyen Varan Alp kadar rahatı yoktu. O kadar rahattı ki camı açarken kafasını yasladığı yerden hareket dahi ettirmemişti.

Varan Alp, savcıyla kısa bir görüşme yaptıktan sonra sonunda bu sokaktan çıkmak için arabayı kullandı. Sokağı geçtim, caddeye girene kadar korkum devam etti.

"Hiç sevmem ben silah sesi..." diye açıkladım kendimi.

"Ama mafyanın lokantasına gitmeyi hatta ona avukatlık yapmayı seviyorsun. Yanlış mı anladım? Devam edeceksen alış bence. Bak, o adamı tutukluluktan kurtardın ya... Düşmanları dışarıda seni bekliyordur."

Aldırmamak en doğrusuydu.

"Sen gerçekten çatışma olacağını bildiğin için mi geldin lokantaya?" diye sorduğumda kafasını olumsuz anlamda salladı.

"İki nedeni olduğunu söylemiştim."

Sıkıntıyla çantama uzandım ve telefonumu çıkardım. "Ben Elif'i aramıştım, lokantaya gelmesi için. Ona gelmemesi için mesaj atayım bari."

Elif'e mesaj gönderdikten sonra neredeyse beş dakika konuşmamıştık.

Ben nasıl oluyordu da sürekli Varan Alp'in arabasının içindeydim, anlamıyordum. Bir şekilde denk geliyorduk ya da o peşimi bırakmıyordu.

"Sence?" diye sorduğumda tırnaklarımla oynuyordum. Sorumu cevaplamayınca detaylandırdım. "Sence kim, niye bizi öldürmek istesin? Bir savcı olarak tahminin vardır herhalde?"

Yavaşça yüzüne doğru gözlerimi çevirdim, sanki bir tahmini vardı fakat söylemiyor gibiydi. Dudakları aralandı, "Cezaevindeki kadından şüpheleniyordum ama muhtemelen şüphemde yanıldım." dedi ve sesli bir nefes verdi. "Yakalandığında gerçekten o olduğunu düşünmüştüm ama ifadelerinde verdiği tepkiler bile tuhaftı, bir terslik olduğunu sezmiştim."

Kaşlarımı kaldırdıktan sonra otuz iki diş sırıttım ve sinirlenmemeye çalıştım. "Sen o kadının ifadesini de izledin yani," dediğimde bana bakmıyordu ama kaşlarının çatıldığını görmüştüm. "Harika ya... Gerçekten." Biz avukatlara gelince herkes kuralcıydı ama birbirlerinin yanında kuralları nasıl çiğniyorlardı...

"O kadını ben buldum bu arada," dedi sıradan bir haber verir gibi. "Annemin, doğumuma kadar tuttuğu günlükte adı vardı. Doğum kaydı bulunmayan tek kadın, o kadın olduğu için, yani Semiha Ertürk, ben de sırf bebeği öldüğü için bizden bilip psikopata bağladı muhtemelen, diye düşünmüştüm."

"Akrabası var mıymış?"

"Kocasını bıçaklamış, öldürmüş; başka da akrabası yok."

Psikolojisinin berbatlık seviyesini kavrayınca sıkıntılı bir nefes verdim. "Bende de öyle bir günlük olsa ya da o zamanları hatırlayan bir..." Aniden kafama dank etti. "Bu yangının sebebi neymiş peki? Ayrıca annem hep anlatır, anlattığında da kapıların kilitli olduğunu söyler. Kapılar kilitli, yangın bir anda başlıyor ve ölümden dönüyorlar."

"Kesinlikle yangınla bir bağlantısı var zaten ama 1998'den kalan bir mevzu... Biz daha doğmamışız, düşün yani." deyince kalbim bir iki saniyeliğine duracak gibi oldu. Sanırım durumun vahimliğini yeni yeni kavrıyordum. "Yangını da araştırdığımız kadar araştırdık ama üstünden çokça zaman geçti. Bir dava açıldıysa bile zamanaşımına uğramıştır."

"Doğru," Dirseğimi cama dayayıp avuç içimi yanaklarıma bastırdım. "O zaman imkânsız. Katili sadece seneye bulabiliriz, o da birimiz canımızı feda ederse." Birkaç kez cıkladım.

Varan Alp bana katılmamıştı. "Bulunur, merak etme."

"Hadi ya," Dirseğimi cam kenarından çektim. "Üç insan öldü ya, üç! Bu nasıl bir sistem ki üç insanı iz bırakmadan öldürebiliyor? Kim bu? Kesin kiralık bir katil tuttu, kesin. Azmettirici ayrı, tetikçi ayrı. Ama kim günahsız 11 çocuğu öldürmek ister? Ki bence Mir Beyaz'a komplo kurdular ama neyle tehdit ediyorlar? Allah kahretsin ya..." Pembe ablayı bulmam lazımdı. "Pembe'ye ulaşamadınız madem o zaman eşini niye aramadınız?"

Varan Alp trafik yüzünden durmak zorunda kaldı. "Sence aramamış olma ihtimalimiz var mı?"

"Bakıyorum yine her gelişmeden haberdarsın."

Gayet sakince "Sen de olabilirsin." dediğinde somurttum ve önüme döndüm. "Kıskanma." diye eklediğindeyse hayret edercesine yüzümü ona çevirdim.

"Seni niye kıskanayım?" Önüme döndüm. "Asım da mı açmadı, Pembe'nin eşi?"

"Açmadı."

"Kesin o da işin içinde hatta belki de katil odur ve Mir Beyaz yeğeni babasız kalmasın diye kabul etmiştir ama hayır ya... Melek'i öldürse," deyip duraksadım, bu varsayım konuşmamı bir nebze güç hâle getirmişti. "Direkt hapse tıkardı. Affetmezdi. Yeğeni için olsa bile... Ben mesela Teoman böyle bir şey yapsa ensesine şamarı patlatıp savcının önüne atardım. Mir Beyaz da benim erkek versiyonum olduğu için pek mantıklı gelmedi."

Varan Alp'in gözleri kısıldığı gibi bana döndü. "Ya Melek'in ölümünün gerçekten 17 Eylül'le bir bağlantısı yoksa? Bu tezin bana pek de mantık dışı gelmedi." Trafik açılınca önüne bakmaya başladı. "Erkin de Pembe'nin kocasına ulaşamayınca işin içinde olabileceğini söylemişti ama evlerinin önündeki mobeseye baktığımızda sadece Pembe'nin evden çıktığını gördük. Bir daha da eve uğramamış."

"Mir Beyaz'ın evi sitede." Varan Alp'e döndüm. "Onda bir şeyler var mı?"

"Sitenin kamerası bozukmuş, yersen." diye cevaplayınca ne diyeceğimi bilemedim.

Ofladıktan sonra "Ya bu iş iyice kördüğüme dönüştü. Nasıl işin içinden çıkacağımı şaşırdım. Nerede bulacağım ki ben bu Pembe'yi?" diyerek yakınmaya başladım. "Aslında Mir Beyaz'ın babasının Sakarya tarafında bir yazlığı vardı... Orada mıdır, diye düşündüm ama şu an Mir Beyaz'ın babası orada ve adamın dünyadan haberi yok. Söylemedi Biran teyze hiçbir şey... Eğer Pembe ve kocası, bir de kızı Mir Beyaz'ın babasının yazlığına, yanına gitseler adam sorgular. Torununun okulu var, kocasının işi var... Var da var."

"Yahu adamın haberi nasıl olmasın?" diyerek araya girdi Varan Alp. "Bütün televizyon kanallarında, gazetelerde Mir Beyaz'ın adı geçiyor. Melek'le olan fotoğrafları sosyal medyaya yayılmış, kaç kere gündem oldu..."

"Doğru." dedim bıkkınlıkla.

"Şu Mir Beyaz'ın babası, Emrah'ın yazlığının konumunu Erkin'e atarsan araştırabilir."

"Biran teyzenin hâlinden anlaşılıyor. Muhtemelen şu an ailecek gizleniyorlardır, diye düşünüyorsun ama imkânsız. Pembe kesin işin içinde ama geri kalan herkes suçsuz olabilir."

Varan Alp kafasını olumsuz anlamda sallarken "Ailenin yakını olarak düşündüğünde öyle gözüküyor olabilir ama ben bir savcı olarak düşündüğümde iki şüpheli görüyorum." deyince hangi ikisini ayıkladığını bizzat merak ettim.

"Kimmiş iki şüpheli?"

"Ya Pembe, yani Mir Beyaz'ın ablası ya da tetikçi. Tetikçi evlenme teklifinin yapıldığı restorana gittiğinde, orada kim vardı? Mir Beyaz ve Melek dışında Pembe, eşi ya da kızları diye bahsettiğin küçük kız... Bunlardan hangileri oradaydı ya da başka birisi daha mı vardı? Düşün," Yanaklarımı şişirip beş saniye ofladım. "Bak, eğer üçü de oradaysa, yani mobeselerde gözükmeyen eş de velev ki oradaysa kızlarının tetikçi tarafından alıkonulup Mir Beyaz'a Melek'i öldürmek dışında bir çare bırakmamış da olabilirler."

Çok geçerli bir tezdi ama yakın mesafeden iki kez ateş edilmesi ve beş el ateş, 17 Eylül davasına götürüyordu beni direkt.

"Ya da," diyerek kendi fikrimi sundum. "Mir Beyaz bunu kabul etmemiştir, etmediği için Melek'i tetikçi vurmuştur ve..." Ellerimi birbirine çarptım. Kafam karışmıştı. "Ama olay yeri restoran mı?"

Varan Alp sinirle gülmeye başladı. "Sen HTS bekle bence..."

"Telefonlarına ulaşılmıyordu, yani muhtemelen sinyalleri saptanmayacak."

Varan Alp, "Mir Beyaz'ın telefonundaki aramalardan anlaşılır restoran. Sadece konum zaten yeterli olmaz. Aramalar incelensin, zaten ne olup bittiği anlaşılır. Şimdi düşünme." dediğinde ise hak verdim. "Önce bir suç mahalli belli olsun."

"Doğru."

⚖️

Ablamların sokağına girdiğimizde yol, epey uzun olduğundan ötürü muhtemelen yirmi dakikaya yakındır uyuyakalmıştım. İki dakika önce de uyanıp nerede olduğumuzu kontrol etmiştim. Klasik İstanbul trafiği, yanıltmamıştı.

Tek eğlencem köprünün üstünden geçerken iki taraftan da gözüken denizi izlemekken o sırada uyumuş olmanın verdiği pişmanlıkla hayatıma devam edebilirdim.

Varan Alp birkaç gündür aklımdan çıkan fakat mühim derecede kıymetli bir konuyu bana, arabayı tacize uğrayan orta yaşlı kadının evinin önüne park ederek anımsatırken kaşlarım havaya kalktı.

"Sen..." dedim apartmanı işaret ederek. İkimiz de emniyet kemerlerimizi çıkardık. "Şu daireye uğradın mı? Gerçi ben sana o gün apartmanı göstermeyi unuttum!" Kafama vurdum bir kez. "Geçen aylarda Sakarya Nehri içinde bir kadın cesedi bulundu ya," dediğimde kafasını çevirip daireye baktı bir süre. "Meğer kadın, eski eşi olacak aptal mahluk onu darp ettiği için şikâyet etmiş ama herifi salmışlar."

"Yapmadım, demiştir." diyen Varan Alp, ne yazık ki haklıydı. "Bu yüzden görüntü, ses kaydı ya da ispat edilebilecek bir delil lazım ki içeri atılabilsin."

Kafamı olumsuz anlamda salladım. "Pişmanım, der; öfke anıma denk geldi, der; bir daha yapmayacağım, der. Avukat tutar afilisinden. Avukatı pişkince basit bir yaralama olduğunu söyler. Hâkim de bir yıl ceza verir, tabii içeri girmez..." Ezberlemiştim bunları. "Bir kadını koruyamıyoruz, kabul edelim. Ama ben koruyacağım. Melek gibi gitmesine izin vermeyeceğim. Artık kadınlar ölmeden de bu şiddet faillerinin cezası verilmeli." Arabadan indiğim gibi apartmana doğru yürümeye başladım, ben kaldırıma çıktığımda Varan Alp de tam tahmin ettiğim gibi benimle beraber apartmana doğru yürüyordu.

Apartmanın kapısı önceki girdiğimde de olduğu gibi açıktı, yani içeriye hırsız bile girebilirdi, kimsenin ruhu duymazdı, bu da bir ihmaldi işte!

Dairenin karşısında durdum ve kapıya beş kez tıkladım. Alacaklı gibi vurduğum için pişman değildim.

Kapı açıldı ve bu sefer kapıyı açanın bir kadın olduğunu gördük.

"Merhaba," dedim yumuşak bir sesle. Yüzünü göstermiyordu pek. "Biraz konuşabilir miyiz?"

Kadın geriye çekilip arkasını döndü, geçen gün bana kapıyı açan adam belirdi arkasında. "Ne var kardeşim ya?" Adamı görür görmez suratımı ekşittim. "Yok köpeğin falan, görmedik!" Beni hatırladığı için şaşırmıştım. Varan Alp'i görünce gözlerini devirdi. "Yanında bir de erkek getirmiş ya... Ne yapacaksın, zorla içeri mi gireceksin?"

"Ne diyorsun be sen?" Elimi havaya kaldırdım. "Ben seninle konuşmuyorum, arkana gizlediğin hanımefendiye müsaade et de yüzünü göstersin."

Adam sabrının son noktasındaymış gibi "Gösteremez, hasta." deyince sinirle sırıtmaya başladım. "İçeri giremezsiniz, izin vermiyoruz. Biraz daha beklersen de polisi ararım, savcılığa şikâyet ederim sizi! Defolun!"

Mecburen Varan Alp'e döndüm çünkü kimliğini göstermek zorundaydı.

"Bak kardeşim," Cüzdanının içini açıp savcı kimliğini gösterdi. "Ne yazıyor burada?"

Adam yüzünü yaklaştırıp Varan Alp'in kimliğinde yazanları okudu. Ardından kısık bir sesle "Savcım, kusura bakmayın ama bu kadın bizi ikidir rahatsız ediyor." diyen gerzek herifin canına okumama az kalmıştı. "Geçen gün gelip kangalını kaybettiğini söyledi."

Rezillik!

Rezilliğim daha fazla gündemimizi meşgul etmesin diye "Hanımefendiyle konuşabilir miyiz?" diye sordum.

Varan Alp de beni tekrar etti: "Hanımefendi, müsaitseniz kendinizi gösterebilir misiniz?"

Kadın, bedeninin tamamını gösterdiği an beynime bir anlığına kan gitmedi. Yüzünün sağ tarafı mosmordu.

Dişlerimin arasından "Bunu size bu adam mı yaptı?" diye sorunca adam tehdit eder gibi kadına döndü. İki saniye bakıştılar. "Hanımefendi," diye yineledim ve dayanamayıp içeriye doğru bir adım attım. "Çekil şuradan." Adamı ittirdiğimde kapıya doğru sendeledi ve kapı tamamen açıldı.

Kadının kolu bakış açıma dâhil olunca gözlerime inanamadım, o sırada Varan Alp de içeriye girdi ve adamın kolundan tutup dışarı çıkarmaya çalıştı.

"Bakın, ben size yardımcı olabilirim. Uzaklaştırma cezası veririz, sığınma evine göndeririz sizi... Sürekli dövüyorsa bu adam gizlemenize gerek yok."

Ağlamaya başlayan kadın "Yapmadılar." deyince kalbim acıdı.

Varan Alp'e döndüm ve "Sen de şu gerzeği dışarı çıkar," dedim sinirle. İki kolunu arkadan tutup kapıya dayamıştı yaşlı adamı. Kırklı ya da ellili yaşlardaki kadına döndüm. "Ablamların evi hemen yan binada, isterseniz oraya çıkıp konuşabiliriz sizinle. Olur mu?"

Gözyaşlarına hâkim olamayan kadın "Bu adam ölmeden dışarı çıkamayacak mıyım ben?" diye sorduğunda sıkıntıyla sesli bir nefes verdim.

Varan Alp "Merak etmeyin, yanınıza yaklaşamayacak." derken hareketsiz bir şekilde duran adam bir anda Varan Alp'in elinden kurtularak bize doğru koştu. Ben hareket edip kendimi koruyamadan bir hışımla beni itekleyen adam yüzünden yere düştüm.

Ne yapacağımı şaşırırken kolumun üstüne düştüğümü anımsamam saniyeler sürdü, ya incinmişti ya da kırılmıştı. Canım çok yanıyordu.

Telefonumu yerde görünce ayağa kalkmaya çalıştım ve Varan Alp'in önünde bariyer olduğu adamın elinde bir çakı gördüm.

"Varan Alp dikkat et!" diye bağırsam da engel olamadım çünkü Varan Alp adamın elindeki bıçağı almaya çalışırken yaralanmıştı.

Kadın, muhtemelen korkudan düşüp bayılırken karın boşluğuna bıçak saplanan Varan Alp, duvara yaslanıp yere düşmüştü. Gömleğinde kan lekesi vardı, görmüştüm.

Ne yapacağımı bilemedim, elim ayağım boşaldı ve bir anlığına nefes alamadım.

Şiddet faili aptal herif bir tek ben baygın olmadığımdan dolayı bıçağı bana doğru doğrulturken elim ayağım boşaldı ve geriye doğru hareket ettim. Ellerimi zemine bastıra bastıra geriye doğru giderken Varan Alp ile göz göze geldik. Belinden çıkardığı silahı adama doğru doğrultuyordu.

Bayılmak üzereydi ve duvara yaslanarak güç almaya çalışıyordu.

Silahı adama doğru doğrulttu; önce bir kez duvara sıktı, ardından hiç beklemeden adamın bacağına ateş etti.

Bayılmadan önce söylediği son söz "Ambulansı ara." olmuştu.

-

Selam :') Umarım iyisinizdir (ülkecek ne kadar iyi olabilirsek)...

Bundan sonraki bölüm, iki hafta sonra gelecek. O yüzden bu bölümü biraz uzun tuttum, diğer bölümlerime nazaran daha uzundu.

Sormak istediğiniz bir soru olursa bu satırın altına yazabilirsiniz.

INSTAGRAM // esmatonguc

TWITTER // esmatonguc

Loading...
0%