@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, İlk bölümle geeeeldim! Unutmadan tekrarlıyorum; karakterlerin pozisyonları değişti. Okurken anlarsınız. Kurguyu da iyice oturttuğumu düşünüyorum ve bakalım, güzel olur inşallah. Wattpad’de de yüklüdür. Keyifli okumalar! Şarkı adı: THE WOLF SONG - Nordic Lullaby – Vargsången 1. BÖLÜM: BİR GÖLGENİN NEFESİ Karanlık en dipsiz çukurlarda ölüp gidenlere bile unuttuklarını hatırlatırdı. Bense, her taraf karanlığa büründüğünde bir yangın başlatmak için orada olacaktım. Hatırlamak, Tanrı tarafından insanlara verilmiş bir lütuf gibi gözükse de aslında çok acı veren bir imtihandı. Hatırlamak istemiyordum, daha çok unutmak isteyenlerdendim çünkü kanatları yanmış ve külleri göğe doğru yükselen bir kimse, küllere bakmayı bırakıp artık sırtının dayanıklılığına güvenmesi gerekirdi. Ruhumda binlerce çizik, ruhumun tam karşısında kahkahalarla gülen şeytanımın elinde tuttuğu hançerle beliriyordu. Bense ağlamak yerine artık ona eşlik ediyordum. Gecelerin artık günahları örtemediği yerde, ıssızlığın yuva kurmuş olduğu ormanın derinliklerinde ahşap bir kulübede yaşıyordum. Küçüklüğüm yetimhane köşelerinde geçmiş olsa da annemin annesi Nilüfer, beni o çukurdan çekip çıkaralı yaklaşık beş sene oluyordu. Dibi gördüğümde, küf kokmuş duvarların arasında sıkışmış küçük benliğim çaresizliğin kavurucu tadını tattığında bile yalnızlık benim için fazla yabancı olmayan bir kelimeydi. O anlarda, şeytan ruhumun karşısına geçmeyi bırakıp elindeki hançeri bir altın işlemeli kadehe çevirmişti. Zihnimde binlerce koridor, o koridorları birbirine bağlayan ama kuyrukları asla birbirine değmeyen kocaman labirent vardı. O labirente her defasında ayak basar, sonra koridorlarında gezinirken kaybolurdum. Yüksek duvarlarım, ruhumu gerçeklerden ve gerçek dünyadan korumanın yoluydu. O an, tüm dünyanın gerçekliği soyut bir yalanla süslenip ayaklarımın dibine düşerdi. O, gülümserken koridorlarımı süsleyen tüm ölü çiçekleri solgun bir şekilde canlandırırdı. Çiçeklerin başları yenilgiyi kabullenmişçesine eğilmiş dursa da siyah bir aurayla parlar dururlardı. Ben, Evin Yağmur Erkuran. Zihnimin içinde ulaşılamayan ve benim dahi ulaşamadığım; belki de tüm gerçekleri o karanlık odaya gömdüğüm yerde, sadece tek bir kişinin ulaşabildiği o simsiyah kapının ardında yaşayan İblis’imle beraber ahşap evimde çürüyüp giderken yirmi bir yaşımı deviriyordum. Tanışmamız hiç hoş olmamıştı, onu görürken kalbim nefretle yoğrulurdu ama o bana her zaman sımsıcak bir şekilde gülümser dururdu. Dudaklarında bir ateş parçası besliyormuşçasına gülümsediğinde her tarafı kül ederdi. Küçüklüğümde sadece kocaman bir gölgeden ibaretti. Zihnimin bir köşesinde havada öylece asılı dururken dumanları etrafa uçuşur, bir ağacın köklerini andıran uzun siyah elbisesinin etekleri havaya belli belirsiz karışırdı. Labirentin en sonunda, koridorun sol tarafındaki kapının ardında öylece beklerdi. Çağrılmayı. Benimle konuşmayı. Onu, yetimhanenin arka bahçesinde kimseden habersiz bir şekilde akranlarım tarafından dövülürken çağırdığımı hissetmiştim. En savunmasız anımda, ruhuma çentikler atmayı bırakıp karşıma geçmiş ve dizini yere doğru eğmişti. Kocaman gölgeden ibaret olan elini bedeninin içinden uzatmış bana doğru bakmıştı. ‘’Kalk,’’ demişti, kısaca kapkalın sesiyle. Bana dokunması neredeyse imkânsızdı; fakat o hareketi nedense ruhumu avuçlamış ve ruhumdaki yaraları okşamış gibi hissettirdi. Ben düştüğümde dizimden sızan kanı öpen ilk kişi oldu. O an, küçük zihnimde taşıdığım kişinin erkek olduğunu anlamam da uzun sürmemişti; sesinden ölesiye korkmuştum. Sesinin cinsiyeti vardı ama sesi o kadar gür, o kadar mekanik çıkmıştı ki onun farklı biri olduğunu her halinden belli etti. Yağmur yağdığından ıslak olan soğuk zeminde titreyen bedenimle kalakalmış, şaşkınlık tufanının içinde savrulmuştum. Ne kımıldıyor ne konuşabiliyordum. Sadece aramızda büyüyen sessizliğin içinde gözlerim irice açılmış vaziyette ona bakıyordum. Bana vurulan ayakların acı veren tekmelerinin son bulduğunu bile fark etmemiştim; benden uzaklaştıklarını bile fark etmemiştim. Sadece ona bakıyordum. Siyah kalın kaşlarını çatarak yerde yatmakta olan bana bakmayı kesti; keskin bakışları bir kartalın avını gördüğü anki kadar yırtıcıydı. Kafasını yana doğru çevirip gitmekte olan küçük sırtlara bakarken, sesindeki o ölümcül aurayı duydum. Kalın, her şeyden korkunç sesiyle, ‘’Ayağa kalkıp onlara yumruk savurman için beş saniyen var,’’ demişti, hala koridorun sonundaki odada öylece havada asılı beklerken. ‘’Eğer vurmazsan, öyle kuvvetli çığlık atarım ki hayatın boyunca zihnindeki o sesle yaşamaya devam edersin.’’ Kalın sesi zihnimin koridorlarında gezindi, duvarlarına sindi ve kalbime ulaşamadan havada kayboldu. Şaşkınlık tüm kapıların altından sızıp damarlarıma karıştı. Kafasını tekrar bana doğru çevirip, ‘’Küçük kıçını kaldırdığını göreyim!’’ dedi sert sesiyle, bağırmadan bana ikaz verirken. Asla bağırmadı ama sesindeki o gücü kavrayıp korktum. ‘’Üç…’’ Cesaret neydi, işte o zaman anlamıştım. Ayağa kalkıp bağırarak önden ilerleyen akranımın sırtına bir tekme geçirip onu yere yapıştırmam beş saniyemi bile almamıştı. O yerde sülük gibi yapışırken diğeri bana vurmaya çalışmıştı ama nereden geldiğini bilmediğim bir kuvvetle son anda inecek olan darbesinden sıyrılmış, yumruğumu suratına geçirmiştim. Küçük darbem, onun da küçük bedenine ulaştığında bedeninin sarsıldığını ve yanağını tutuşunu hatırlıyordum. İblis’im o an, beceriksiz ve sağlam olmayan yumruğuma laf atmak yerine baş selamı verip usulca gülümsemişti. Gözlerinde gördüğüm gurur dolu ifade bana yabancı olan bir histi ama o hissi tatmak, bana tüm acıları unutturdu sanmıştım. ‘’Aferin, delirmekten kurtuldun.’’ Nefesi alay kokuyordu. Akranlarım koşarak kaçarken tüm karışık duygularımın suratına yansımasını düşünemeden ona bakmaya devam ettim. Koridorun sonundaki asılı kaldığı yerden kurtuldu; sanki zihnimde bağlı olduğu yerde koparılmayan zincirler vardı, o yerden kurtulduğunda ağır, demir zincirlerin şakırdadığını duydum. Kapıdan ayrıldı; koridorlarda ilerlerken öyle ağır, öyle yavaş yürüyordu ki nereye gideceğini kestiremedim. Elinde tuttuğu altın işlemeli hançeri zihnimin beni koruyan uzun duvarlarının üstüne sürterek ilerledi. Hançeri her sürttüğünde duvarlardan kan aktığını, geçmişimi sarstığını ve geleceğimi yıktığını hissettim. Koca gölge, koridorun yarısında kaybolacağını hissedercesine yavaş süzülürken yüzünde herhangi bir duygu yakalayamıyordum. Koridorun yarısında güzel hayaller gibi havaya karışıp dağılacağını düşünecek kadar yavaş hareket ediyordu. Birden adımları yavaşladı. Geçmişimi kapalı kutunun ardına sakladığım simsiyah odanın kapısı önünde durdu. O an, kalbimin atmadığını hatta kanlı etten bir külçe misali yere devrildiğini hissettim. O simsiyah kapının önünde durmuş, bana yandan bir bakış attığında kara gözlerine sinen o duyguyu hala unutmuyordum. Küçümser bir tavırla, gözünün ucuyla bana baktı. Karşısında korktuğum ne varsa, tüm yaşadıklarımı bütün çıplaklığıyla o kapalı kapının ardında gördüğünü hissettirdi. ‘’Seni korkutan yer burası mı?’’ Kuvvetli, alay kokan sesini kavrayan zihnim bedenimin tepki vermesine neden oldu. Kaşlarım istemsizce çatıldı, ona boş gözlerle bakmaya başladım. Duvarlarım o kadar sağlamdı ki o yaşımda bile onları kontrol etmeme ihtiyacım yoktu. Bana zaten istediğim her şeyi veriyorlardı. Bir maske, belki bir zırh. Ne gülüyor ne ağlıyordum; sadece ona tepkisiz bir şekilde bakıyordum. Ona boş boş bakarak susmayı tercih etmiştim ama o anlamıştı. Kafasını kaldırıp karşısında duran kapının önünde beklemeyi bırakmış, kapının kolunu çevirmeye tenezzül bile etmemişti; fakat o kapı onun için aralanmıştı. O kapı aralandığında dönüm noktamın başladığı yerde, intiharın dili kötürüm eden tadını almıştım. ‘’Sana korktuğun her şeyin aslında koca bir yanılsamadan ibaret olduğunu göstereceğim,’’ dedi, odamın içinde süzülerek. Kendinden emin duruşu, bana üstümde emanet gibi duran bir elbise gibi hissettirmişti ki şaşırdım. Küçük bedenimin bana verdiği hediyenin bu kadar asil, bu kadar kendine güvenen biri olmasını idrak edemedim. Belki o an, inkar bile ettim. Odanın içinde süzülürken etrafı seyretti. Kapının önünde durdum, beni içeri davet etmedi ve ben de girmekten korktum. O odada istemediğim her şey vardı; kaçmak isteyip kurtulamadığım her şey vardı. Düşüncelerimden meydana gelen eşyalar odanın her tarafındaydı. Duvarlar karanlık, zemin dumanlardan oluştuğunu gösteren is şeklindeydi. Karanlık duvarın dibinde yatay şekilde dikilmiş ahşap bir keman, onun hemen yanında uzun bir komodin ve o komodinin üstünde antika radyo bulunuyordu. Radyonun çevresi ahşaptan ama yüzü siyahtı. Oda tek kişilik, küçük bir odaydı ama oraya sığdırdıklarım her şeyimdi. Odanın sol köşesinde, radyonun kaldığı yerin hemen yanında uzun ve büyük bir kitaplık duruyordu. Kitaplık ağzına kadar doluydu ama oradaki kitaplığın ne işe yaradığını ya da neden orada olduğunu anlamadım. Sorgulamadım da. O odada, farkında bile olmadığım altın işlemeli, zarif, kraliyet salonunun tam ortasından hallice bir taht bulunuyordu. Şeytan’ın, Tanrı tarafından özenle çizilmiş dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Tahtın tam önünde durdu, topukların üstünde zarif bir şekilde bana doğru dönerken kuzgunun gözleri kadar karanlık bakışlarını üstüme dikerek oturduğunda rüzgarı seslice yarmıştı. Etrafındaki dumanlar kabararak sönmüştü. Gözlerini üstümden zerre ayırmazken, ‘’Adım, İblis.’’ dedi sert sesiyle. Ruhumun etrafını saran huzursuzluk katlanarak büyüdü. İblis’in yüzünde tehlikeli bir gülümseme belirdi. Kendini böyle gelişigüzel tanıttı. Karanlık gözlerini elinde tuttuğu hançere dikerek yüzünü buruşturdu. Hançerin parlayan yüzeyi usulca karanlık dumanlarının arasına gömüldü, o karanlıktaki metal tıngırtıları duydum ama bir şey göremedim. Renkli gözlerimle eline bakarken karanlık perde gibi gözlerimin önünden kalktı ve elinde tuttuğu hançer, çok görkemli altın işlemeli şarap kadehine dönüştü. ‘’Sana,’’ dedi İblis bakışlarındaki derin anlamla yüzüme bakarken. ‘’Her şeyin tıpkı bu korktuğun hançer gibi iyi ve zararsız bir şeye dönüştürülebileceğini göstereceğim.’’ Boynumun damarları arasına gömülen nabzımın seyri değişti. Ellerim enkazın altında kalan canın son çırpınışları gibi titremeye başladı. Titremelerini önleyemiyordum ama bu titreyiş, ilk defa korkunç korkunun esiri değil; bir heyecanın gölgesiydi. İblis kemikli suratına gömdüğü duyguları iyice derine gömerken, ‘’Toprak,’’ demişti. ‘’Sana bundan sonra böyle sesleneceğim.’’ İsimler dünyadaki kimliklerimizin imzasıydı. Ailemin yokluğunda bir yetimhane kapısının önünde, üstüme yağmur damlaları yağarken sepetin içine sarılmış battaniyenin arasında savunmasız haldeyken içeri alındım. Bana ismimi, anne ve babam değil; yetimhanedeki görevlilerden biri vermişti. ‘’Benim ismim, Evin Yağmur.’’ dedim, hala kapı eşiğinde beklerken. Kaşlarımı çatmış, nabzımın seyrinin heyecandan değişmesine aldırmamıştım. ‘’Toprak değil.’’ İblis’in yüzü gölgelendi, kemikli suratının kademeli şekilde karanlığa bürünüşünü seyrederken yutkundum. Bakışlarıma aldırmadan bana bakmayı sürdürdü. Elinde tuttuğu ve oval bir şekilde gelişigüzel dairelerle salladığı kadehinin içinde bir sıvının olduğunu göz ucumla fark etmiştim. Gözlerini kısarak bana bakarken, kirpikleri o kadar birbirine yaklaşmıştı ki birden kömür karası gözlerini o gölgeler arasında ayırt edemedim. ‘’Kim tarafından verildiği belli olmayan ismin sende kalsın,’’ dedi gür sesle. Damarlarıma sıcak suyun aktığını ve kalbimi haşladığını hissettim. O an kalbimi tuzla buz etmişti ama dönüp arkasına bakmamıştı. Kırılmıştım ve kırıldığımda sessizliğimi kuşanırdım; o zaman da sustum. ‘’Ben sana Toprak diyeceğim. O kadar.’’ Nefret dilimi yakıp geçerken, ‘’Benim adım, Toprak değil! Evin Yağmur!’’ demiştim. Ağlamaklı ve çatallı çıkan sesim boğazımı yakmıştı; İblis yüzünü buruşturdu. ‘’Ah,’’ dedi alayla ama iğrendiği her yerinden belli olan suratıyla. ‘’Eğer ağlamaya kalkarsan seni susturmam ama benim sesime de katlanmak zorunda kalırsın.’’ İkazını öyle uysal, öyle usulca söylemişti ki tehlike vaat eden bir tehdit olduğunu son anda kavramıştım. Kendi yarattığım bir yaratığın düşüncelerine göre hareket edemezdim. Ona kırılamazdım. ‘’Hayır, ağlamayacağım.’’ dedim, manyaklık olduğunu bile bile konuşmaya devam ederken. Başımı her söylediğim kelimede bastıra bastıra sallarken, ‘’Sen bir iç ses, bir hayal ürünüsün. Kafayı yemişim,’’ dedim dişlerimin arasından. ‘’Ayrıca senin benim gibi kız olman gerekiyordu! Yanlış hayal ettim galiba!’’ Anlam veremediğim bir şekilde sesim yükselmişti. Rahatladığını fark ettim, gözlerini erkeksi bir şekilde yana doğru kaydırarak, ‘’Güldürme,’’ dedi kadehini dudaklarına götürmeden önce, tok bir sesle. ‘’Sabahtan beri konuşuyoruz. Yeterince canlı olduğumu sana daha fazla nasıl kanıtlayabilirim, Toprak?’’ İnkar her yeri kuşattı, dilime gönderdiğim kelimelerde inkarın bedenini taşıyacaktı ama dudaklarımı aralar aralamaz İblis kadehi dudaklarından çektikten hemen sonra, ‘’Bunları sonra konuşuruz, Toprak.’’ dedi sahte bir tebessüm bahşederken, gözleri sahte tebessüme rağmen kısıldılar. Kendi uydurduğu lakabı, isim bile denilemez çünkü isim niyetiyle kullanılmıyor gibiydi, beni kızdırmak niyetinde söylediği barizdi. Her cümlenin sonunda o kelimeyi kullanıyor ve zihnime, sanki doğduğum andan beri bana yanlış isim verdiklerini empoze ediyordu. Bir İblis’e, hatta koyu bir gölgeye rağmen yakışıklılıkla parlayan çehresine baktım. Keskin yüz hatları, bıçakla oyulmuş kadar net ve belirgindi. Dudakları biçimli ve öpülesi olacak kadar dolgundu. Burnu bir erkeğe göre hokka ve düzdü; sivri çenesiyle bütünleştiğinde suratına yakışmışlardı. Kuzguni saçları dağınık, sanki onları toparlamaya dikkat etmiyor değil de, toparlasa bile asiliklerini belli ediyorlarmış gibiydi. Birkaç perçem, alnına doğru düşüyordu. Ruhumun sırtında bıraktığı hançerlerin izleri hala tazeydi. Benimle konuşmak için yıllarını veren birine göre, o zamanlar çok cüretkardı. O zamanlar olduğu gibi şimdi bile cüretkarlığından ödün vermiyordu. ‘’Seni istemiyorum. Seni kabullenmiyorum! Benim canımı acıtan birine söyleyecek ne bir sözüm ne de onunla ilgilenecek tavrım olur!’’ dedim nefretle; kaşlarım öfkenin esiri çatılırken. İblis neredeyse kahkaha atacaktı, o normal konuştuğu zamanki gür sesin bir melodiye dönüşmesi nasıl olurdu merak etmiştim. Kafasını geriye yatırarak, gözlerini üstümden çekmezken uzun kirpiklerinin altından bana baktı. ‘’Küçük bir bedene ve akla göre fazla sesin çıkıyor, kızım.’’ Ondan ölesiye nefret edeceğimi düşündüm. O an bu his demir kadar kuvvetli bir ağırlıkta kalbime çöreklenmişti; öyle ağır, öyle derinden hissetmiştim ki topraklarıma nefret ekildiğini ve asla bu hissin son bulmayacağını düşünmüştüm. Nefret kalbe bir kere düştü mü ondan kurtulamazdınız. Nefret büyüyerek kine dönüştüğünde önce kendinizi sonra karşınızdakini yakardınız. Benim acımasız gerçeğim şuydu ki, nefretim kine dönüşse sadece beni yakardı. Yanmaktan, yanarak ölmekten korkardım. O yüzden bu hissi kabullendim ama onu kullanmadım. Dönüştürmedim. Nefret topraklarımın altına sonsuza kadar gömüldü ama asla büyümedi. Özellikle, kibrinden kendini görmeyen İblis’ime karşı asla büyümedi. Yine de o zamanlar onu büyük bir nefretle arkamda bırakarak sırtımı döndüm. İlerledim, ilerledim ama koridorlarımda gezinirken ilk defa gerçekliğe dönecek yolu bulamadım. İblis arkamda oturmaya devam edip sırtımı seyrederek, ‘’Sana damarlarında akan kan kadar yakınım. Zihninin sahibiyim, Toprak!’’ dedi hırçın şekilde. Onu arkamda bırakmama öfkelenmişti. ‘’Ben istemedikçe kapıyı asla örtemezsin ve en önemlisi,’’ dedi devam ederek. Sırtıma bastırdığı gözlerin öfkesini hissediyordum. Sırtımdan kalbime sinerken hala koridorlarda yürüyordum fakat her gerçek gibi aslında yetimhanenin dar ve küçük bahçesini turluyordum. Ruhumda bıraktığı çiziklere umursamaz bir tavırla baktığını hissetmiştim. Tüm buna rağmen bakışları içinde anlam veremediğim derin ifadeler saklıyordu. ‘’Beni susturamazsın, Toprak.’’ Gerginlikten dolayı şişen boğazımdan aşağı zoraki birkaç tükürük indi. İlerlemeye devam ederek onu orada bıraktım; aramıza buzdan duvarlar ördüm ama en çok da o duvarların arasında ben sıkıştım. Her konuştuğunda kafesimin içine sürükleniyordum; yine de ruhuma sessizlik kıyafetini geçirerek yürümeye devam ettim. Ben sustukça onun da susacağını düşündüm ama onu asla susturamadım. İblis o zaman onu umursamadığım için çıldırmış vaziyetteydi. Elindeki kadehi paramparça edecek kadar öfkeyle sıkarken, karanlıktaki simsiyah elinin kemikli boğumlarının o karanlıkta bile beyazladığına şahit oldum. Öfkenin damarları nasıl zehirlediğini o an fark ettim. Küçük ellerimi kulaklarıma doğru götürüp sesleri bastırmak amacıyla kapattım. Ondan nasıl kurtulabilirdim? Kulağımı kapatmak bir işe yaramadı, hatta sesler şiddetini daha bir artırarak fazlasıyla gür yükseldi. ‘’Benden ancak ölürsen kurtulabilirsin ve sakın unutma!’’ dedi, sesini arkamda bırakmak istedikçe daha da katlanıyordu sanki. Sesi bir yıkımın çağırısı gibiydi; koridorların duvarlarını sarsıyor ve ayaklarımın altındaki zemini titretiyordu. ‘’Ölüm ancak onu isteyene yakışır!’’ Zihnimin esaretinden sonunda kurtulduğumu, odamın çalışma masasının üstündeki kitabı çevirirken fark ettim. Göğsümü şişirip indiren sık nefeslerim dudaklarımın arasından kaçarken buzdan farksız odamın içinde sisler bırakıyordu. Masamın üstündeki sol tarafta duran yüz aynasında artık beş, altı yaşlarında olmayan kemikli suratıma bakarken sol gözüm donuk mavi; sağ gözüm kızıl hare olan gözlerimin derinlerinde sakladığım gerçekle sarsıldım. Artık yirmi bir yaşımı deviriyordum ve bu gece yarısı, yirmi iki yaşıma girecektim. ‘’Daldı gitti yine, benim kız…’’ dedi İblis kafasını iki yana sallayarak, dilini damağına sertçe vurarak. Tahtına yan şekilde kurulmuştu; bacaklarını diğer tarafından sarkıtıyordu ve sırtını tahtın diğer dayanağına yaslıyordu. Rahat takılırken elini tahtının bir kısmından aşağı sarkıtmış parmakları arasında altın rengindeki kadehi gevşekçe tutarken, kucağında ilgilendiği kitapla sessizlik içerisindeydi. Gülümseyerek ona baktım, ‘’Dalmadım.’’ dediğimde bir yandan kitabına bakıyor, diğer yandan kafasını alayla sallıyordu. ‘’Tabii, tabii,’’ dedi melodi yükselen sesiyle. Odanın içinde yankılanan ses, mekanik ve gürdü. Kalınlığından hiçbir şey eksiltmemişti ama hiç değilse bir cinsiyeti vardı. ‘’Nilüfer’in sana verdiği kitaba bu kadar takılmana şaşırdım,’’ dedi kitabın sayfasını gürültüyle çevirirken. İlgisiz bakışları okuduğu kitabın sayfasında gezinirken diğer yandan benimle konuşuyordu ama arada zihnini meşgul ettiğinden duraksıyordu. ‘’Sonuçta saçma sapan dille yazılmış bir kitap. Efsane.’’ Tek omzumu ilgisizce silkerken düşüncelerimi mırıldanarak dağıttım. Bakışlarım mavi-mor karışımında parlak yüzeyli, kabartmalarla dolu kitabın üstünde gezindi. ‘’İlgimi çekti. Fantastik bir kitaba benziyor. Dahası Mitoloji okuyormuş gibi hissediyorum.’’ İblis gürültülü bir şekilde kucağında duran kitabın sayfasını çevirdi, bakışları bana değmiyor sayfaların üstünde gezinmeye devam ediyordu. ‘’Hım,’’ dedi boğazından yükselen sesle. ‘’Nihayetinde entrikanın hasıdır, Mitoloji.’’ O sırada, masamın üstündeki çalışma lambam titrekçe soluk verdiğinde bir ürperti bedenimi sarıp geçti. Kaşlarımı çatarak başımı yana doğru eğdim ve beyaz prizi gözümle kontrol ettim. Sonra lambanın ışığı uğursuz seslerle titremeye devam edince tabanının kenarındaki yine beyaz renkli düğmeyi tok sesle kapatıp tekrar açtım. Bu sefer düzelmişti. İblis, ‘’Bu hep oluyor, yaklaşık üç senedir!’’ dedi bastıra bastıra. ‘’Neden tamirci çağırmıyorsun? Belki genel bir arıza vardır.’’ Tek omzumu silktim, ‘’Çağırdım da n’oldu? Hiçbir şey yapmadılar, sorun yoktu.’’ Gözlerini devirdi, ‘’Eski evi başımıza kakalarsa böyle olur.’’ Sesimi çıkarmadan bej renkli, kaliteli kalın sayfaların üstündeki satırlarda dolanmaya devam ettim. Konuyu kapattı. ‘’İyi de, Toprak…’’ dedi kitaptan sıkılmış gibi kapağını gürültüyle kapatarak. Kitabın sayfalarının arasından büyük toz yığınları havaya karıştığında kaşlarımı çattım. Sabahtan beri kitabını öyle mi okuyordu? Göz ucuyla bana bakarken tek kaşını cüretkar ifadeyle kaldırdı. ‘’Sen o dili ne zaman kitap okuyacak kadar iyi öğrendin?’’ Kitap M’rice adında farklı bir dilden oluşuyordu. Harfler o kadar karışık görünüyordu ki asla anlamayacağımı düşünmüştüm ve yeryüzünde böyle bir dil olmaması da işleri zorlaştırmıştı. Okunulduğunda harfler melodiye dönüşüyor, ölümcül kokan ezgileri dudakların arasına hapsediyordu. Konuşulduğunda her şey mükemmel asilliğin esareti altında nüks ediyordu. Görünüldüğü kadar karmaşık ama zarif okunan bir dildi, M’rice. Anneanneme bu dili nereden öğrendiğini sorduğumda neşeli kahkahasıyla karşılık vermişti. Altmış beş yaşına nazaran dinç ve benden daha güzel duran yüzü gülüşüyle aydınlanmıştı. ‘’Doğumumdan beri biliyorum neredeyse. M’rice zamanla unutulmuş bir dil olsa da hala çevremde kullananlar var, tari’a. (bir tanem.)’’ Gelişigüzel söylenen sözlerine anlam verememiştim ama sonra sormak için saklamıştım. Bana da öğretiyordu, nerede kullanacağımı bilmiyordum ama tuhaf, hiç kimsenin bilmediği dil öğrenmek zamanla hoşuma gitmiş; anladığımı gördüğümde de keyifli ve gururlu hissetmiştim. İblis’e cevap olarak, ‘’Yarım yamalak anlıyorum, anlamadığımı kitaptaki resimlere bakarak ve tahmin ederek çıkartıyorum.’’ dediğimde İblis dudaklarının kenarlarını sarkıtarak kafasını düşünceli tavırla salladı. ‘’Anladım,’’ dedi mırıldanarak. ‘’İstersen ben sana o kitabı baştan aşağı okurum, dili öğrenmem kısa sürdü, Toprak.’’ Biliyordum, onun kafası farklı çalışıyordu ama ondan bu konuda yardım almak istememiştim. Kendi kendime bir şeyler başarmalıydım ve onun gururunu tatmalıydım. Yağmur ahşap penceremin camlarına çarparken onun huzurlu gürültüsünü dinledim. Akşamın karanlığı ormana bastırmaya başlamıştı; kurtlar ormanın derinlerinde uluyarak gezinirken sessizlik içerisinde kitabımla bakışmaya devam ettim. ‘’Tahmini olarak ne kadar zekisin, İblis?’’ dedim yüzümdeki alay dolu gülümsemeyle. İblis bu soruma cevap vermedi; sadece bıyık altı gülümserken yakaladım. Pencereye vuran yağmur damlaları gürültülü sesiyle içeriye taşınırken yorulduğumu hissettim. Sırtım saatlerdir masada oturmaktan, boynumsa kitabı okumak için eğildiğinden ağrımıştı. Sırtımı geriye doğru büküp kollarımı gererek kaslarımı rahatlattım. İblis derin bir nefes verdi, ‘’Artık yeter, uyu.’’ dediğinde kafamı iki yana salladım. ‘’Kitabın en heyecanlı yerindeyken olmaz; üstelik uykum yok.’’ İblis dudaklarının arasından derin bir nefes daha verdi; sarkıttığı ayaklarını toparlayarak bedenini bana doğru yönelttiğinde artık düz oturuyordu. Erkeksi şekilde bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslanırken elinde tuttuğu kadehini oval şekilde dans ettirdi. ‘’Bana da göster bakalım,’’ dediğinde yüz ifadesinden bir anlam çıkaramadım. Dümdüz gölgelerle dolu olan suratıyla, ‘’Sonra da zıbar, ciddiyim.’’ dedi tekdüze sesle. Gülerek kaldığım yere odaklandım. Kitap bej renginden, kalın kaliteli yapraklardan oluşuyordu. O kadar karmaşık bir kitaptı ki sadece dilinden değil, sayfalarda anlatılan bölgelerin ve sayfa yerlerinin bile bir anlamı vardı. Bilmece çözüyormuş gibi hissederken diğer yandan eğleniyordum. Gün boyu kitabın anlamadığım yerlerini bile düşündüğüm zamanlar oluyordu. Kitaptaki bazı sayfalar boştu, baskı hatasından diye düşünüyordum ama buna rağmen güzel bir kitaptı. Mırıldanarak dilim döndüğünce kaldığım yerden devam ettim. ‘’…Yarista’s liare bi’rean Satan dairtas kozaras tuesta. Nuzara gartiya Asir tristas kafure’s ılgan cezir. Naenia kuzrar hakomus deste. (…Yangınlar sönmeye başladığında şeytan ruhta daireler çizmeye başlardı. Nizam Koruyucusu Asir çoktan kafes cezasına çarptırıldı. Naenia’ya huzur hâkim oldu.)’’ Kaşlarımı çatarak gözlerimi okuduğum satırlarda dolandırdım. Beni huzursuz eden bir şeyler vardı. Her paragrafta ve her sayfada mutlaka Asir denen bir şeyin adı geçiyordu fakat onun ne cismi, ne de cezasının sonucu vardı. Nizam olmazsa olmaz bir durumken ve Asir’den başka nizam koruyucusu yokken Asir’i neden öldürme pahasına bu cezaya çarptırmışlardı? Düşüncelerimin arasına karışan İblis, ‘’Nuzara gartiya,’’ dedi kaşlarını çatarak, düşünceli bir halde. ‘’Gartiya’nın iki anlamı var; biri gardiyan demek, korumak anlamına gelir; tezat şekilde diğer anlamı yıkıcı, bozan anlamındadır. Buradaysa, ‘’nizamı bozan’’ anlamında kullanılan bir kelime.’’ Kaşlarımı havaya kaldırarak İblis’e baktım, ‘’Vay be,’’ dediğimde kafasını yana yatırarak bilmiş edayla gülümsedi. ‘’Eh,’’ dedi tek elini havaya kaldırarak avuç içini açtı ve bir şey lütfedercesine havada süzdü; fakat devam etmedi. Aklımı kurcalayan ama asla olmadığını bildiğim bir soru daha sordum. Düşünceli sesle mırıldanarak, ‘’Naenia Ülkesi nasıl bir yer acaba?’’ dedim, kitabın sayfalarında parmaklarımı usulca gezdirirken. İblis göğsünü titretecek şekilde kıkırdadı; mekanik tınısı odada yankılandı, ‘’Anlamı feryat olan bir yer, nasıl olurdu sence kızım?’’ dedi. Kafasını iki yana sallayarak altın işlemeli kadehini dudaklarına götürürken bıyık altı gülümsemesini gözümden saklıyordu. Göğü yaran şimşeğin mavi ışığı odamın karanlık köşelerini bile aydınlatıp kayboldu. Karanlık iyice odama çöreklenmişti ve kurtların uğultuları ormanda yankılanmaya başlamıştı. Her gece, istisnasız her gece, kurtları dinleyerek uyuyordum. Bazen korkunç, insanların attıkları çığlıklara benziyorlardı; rüzgarın evimin dayanıksız dış cephesinde bıraktığı uğultularla karıştığında dayanılmaz oluyorlardı. Bazense, onları dinlemek bu ıssız ormanda tek başına yaşıyormuşum düşüncesinden arındırıyor ve beni rahatlatıyordu. Ormanda yalnız değildim, hatta geceleri ya da gündüzleri yürümek için yapılmış alanlar bile vardı ormanda. Fakat evimin etrafları ıssızdı; komşum yoktu. Kurtlar bana komşuluk ediyordu. Yalnız olmadığımı hatırlatıyorlardı ve sanki beni koruyorlarmış gibi hissediyordum. Kaşlarımı çattım, ‘’Feryat denmesinin sebebi, Asir’in bıraktığı enkazlarla alakası olması. İnsanlar ve orada yaşayan canlılar Asir zamanında acı çektiğinden dolayı oraya Naenia ismini vermişler. Yani, artık Asir diye biri kalmadığından o yer, güzel bir yere dönüşmüştür eminim.’’ İblis, ‘’Bilemezsin.’’ dedi, cansız sesiyle. ‘’Efsanelerin her zaman bir gerçeklik payı vardır.’’ diye devam etti, korku veren o efsunlu sesiyle. Hem İblis’in sesinden hem de odaya yağmurdan kaynaklı serinlik hakim olduğundan dolayı ürperdim. Sonbahar ayındaydık, geceleri orman o kadar soğuk oluyordu ki elleri ve ayakları asla ısınmayan ben, bedenimi de hiçbir zaman ısıtamıyordum. Kitabın kapağını yavaşça kapatıp sandalyeyi gürültülü sesiyle geriye doğru sürttüm. ‘’Kıçın dondu, yat artık Toprak.’’ dedi İblis kadehi dudaklarına son kez götürdükten hemen sonra. ‘’Yarın sabah Nilüfer ziyarete gelecek, biliyorsun ve o seni yorgun argın görürse dırdır eder. O dırdır ederse, ben de senin kafanı şişiririm.’’ Fazla konuşan birine göre asla fazla konuşanları dinlemeyi sevmezdi. Keyifli keyifli gülerek ayağa kalktıktan sonra masamın hemen sol yanında ama birkaç metre uzağında olan yatağıma doğru ilerledim. Pencerenin dibine kurduğum yatağım, yağmuru daha iyi dinlememe neden oluyordu. Beyaz, ince gömleğim ve ince alt pijamam beni ısıtmıyordu ama üşümeye alışkındım. Sırtımı eğerek yorganın bir kısmını kavradım ve geriye doğru çektim; siyah saçlarım cansız birer kol gibi omuzlarımdan aşağı düşerek görüş alanımı kapattı. Yatağa girip yorganı üstüme çektiğimde sırtımı yatak başlığımın sert gövdesine yasladım. Uykum yoktu ve yorgun hissetmiyordum. Penceremden dışarı seyrederken yağan yağmurun damlalarından bir şey göremediğimi ve buğulu camlardaki yansımamla göz göze geldiğimi görünce ona bakmaktan vazgeçtim. Bu gece Dolunay olmalıydı ama kasvetli soğuktan hiçbir şey izleyemiyordum. Soğuk, pervazların kenarlarından sızıyordu. Buz dolu küvetin içindeymişim gibi ürperiyordum. İblis Dolunay’a bakıp kömür karası gözlerini kısarken, ‘’Nilüfer’in hep Dolunay gecesinden sonra gelmesi tuhaf değil mi?’’ dediğinde tüm dikkatimi ona vermiştim ki kendi kendine konuştuğunu düşündüğüm o an devam ederek bakışlarını bana çevirdi. İblis dümdüz duvardan farksız suratıyla, ‘’Neden uyumuyorsun?’’ dediğinde tek omzumu silktim. ‘’Yarın ne yaparım, diye düşünüyorum.’’ dedim fısıldayarak. Fısıldamama rağmen odanın içinde yankılanan ses, bana bir kez daha yapayalnız olduğumu hatırlattı. Dudaklarıma buruk bir tebessüm yerleştirdim. Kalbim göğsüme ağır geliyordu sanki. ‘’Sabrım hangi noktada taşar, onu hesaplıyorsun yani.’’ Tahtalar soğuktan gerildiği için gıcırdıyor, korkunç sesler bırakıyorlardı. Ormanın zebanileri olan ağaçların dalları yerlerde korkunç gölgeler bırakıyor, yağmur damlaları Dolunay’ın ışığı altında siyah noktalı gölgelerle zemine yansıyordu. Bu evi seviyordum ama geceleri çekilmez oluyordu. Yapayalnız olduğumu acı gerçekle süsleyip yüzüme yumruk atıyordu. İblis derin nefesini dışarı salarken, ‘’Ben,’’ dedi uykulu çıkmaktan mekanikliğini yitirmiş sesiyle. ‘’Senin yanındayım. Korktuğunu hissediyorum, Toprak. Ben varım,’’ dedi üstüne basa basa. ‘’Korkmuyorum,’’ dedim ama ormanda dolanan yırtıcı kurtların ulumaları sertçe yutkunmama neden oldu. Soğuktan titreyen ellerimi yorganımın altına soktuğumda henüz ısınmaya başlayan yerde parmaklarım karıncalandı. İblis kafasını anlayışla salladı, ‘’Peki öyleyse,’’ dedi, üstelemeyerek. ‘’Yarın ne yapmayı planlıyorsun, Toprak?’’ Dudaklarına zehrin sıvısını değdirdiğinde altın kadehinin işlemeli boncukları parladı. Kaşlarını kaldırmış, gözlerini üstüme dikerken kadehi dudaklarından yavaşça ayırdı. Tek omzumu umursamazca silktim, ‘’Bilmiyorum. Akşın müsait olursa beni bir yere davet edecekti. Doğum günlerini kutlamaktan hoşlanmıyorum. Bu kendiminki bile olsa.’’ dedim. Tüm acımasızlığıyla, ‘’Terk edildiğin günü kutlamanın iyi bir yanı yok,’’ dediğinde ucu sivri hançerini kalbime batırdığını hissettim. Arada sırada bu gerçeği yüzüme vuruyordu ama neden yaptığını kestiremiyordum. Sıcak hançerin ucu damarlarıma yayılıp zehrini akıtırken yutkundum. Sormadım. Konuşmadım çünkü haklıydı. Kadehini parmakları arasında döndürürken kırıldığımı biliyordu; kuzguni gözlerinde vahşi parıltılar dans etti, gözlerimin içine bakarken ne hissettiğini bilmiyordum. Tüm duyguları alınmış biri gibi davranıyordu bazen; öyle ki benden bile sağlam duvarlarının olduğunu ve onların altında ezildiğini düşündürtüyordu. Ölülerin duyguları olmazdı; İblis’se çoktan ölmüş üstüne tabutu benim zihnim olmuştu. Bazense, ben ağladığımda onun da içten içe ağladığını; hatta acıdan köpek gibi inlediğini duyuyordum. Gözlerimin derinlerine öyle bir bakıyordu ki orada saklanan ruhumu, kucağına koyup okuduğu kitap misali sayfalarını çevirip satırlarını net şekilde okuyabildiğini düşünüyordum. Hissediyordum. ‘’Sen kaç yaşına gireceksin?’’ dedim konuyu ve düşüncelerimi dağıtarak. Huzursuzca güldü, ‘’Ben senden büyüğüm,’’ dediğinde gözlerimi sonuna kadar aralayarak ona baktım. Şaşkınlığıma göz ucuyla bakıp tekrar güldüğünde bu sefer samimiydi. ‘’Ah saf kızım benim,’’ dedi mırıldanarak. ‘’Bir gölgenin yaşı olmaz.’’ Tükürüğüm kuruyan boğazımdan aşağı yumuşakça indiğinde, ‘’Ama…’’ dedim mırıldanarak. Yağmurun sesi kulaklarıma, ardından onun bekçisi olan şimşeğin mavi ışığı gürültüyle odamın içine doldu. Bana usulca tepkisizliğe bürünen suratıyla bakarken gözlerinin içinin güldüğünü görebiliyordum. ‘’Sen,’’ dedim bir süre daha bekleyip. Dayanamadı, kafasını geriye doğru savurup uğursuz, mekanik sesiyle kahkaha atarken duvarları titretti. ‘’Toprak,’’ dedi gülüşlerinin ardından, ‘’Anne rahminde bile seninle olabilirim, kafanın bir köşesinde asılı durup seni gözetleyebilirim. Yine de,’’ dedi kaşlarını havaya kaldırarak, beyaz dişlerini açığa çıkartırken. Köpek dişleri hafifçe uzun ve sivriydi ama bu onu korkunç göstermiyor aksine çekici görsellik sunuyordu. ‘’Seninle beraber büyümedim, beraber büyümene tanıklık ediyoruz.’’ Aklım karışmış halimle suratına aval aval bakarken, aslında gözlerimin odağı gerçekte çalışma masamın üstündeki mavi-mor kabartmalı parlayan kitabın üstündeydi. İblis suratıma keyifli, gülercesine bir suratla bakarken başını iki yana salladı. ‘’Bu zamana kadar yaşımı sormamana mı hayret etsem, senden büyük olduğumu tahmin edemeyişine mi üzülsem; yoksa bunu öğrendikten sonraki tepkine mi gülsem?’’ Odayı titreten mekanik tınısı keyifliydi. Kaşlarımı sahte kızgınlıkla birbirine yaklaştırdım ve ‘’Of,’’ dedim dudaklarımı büzerek. Çocuksu halime kaşlarını yaprak kadar belli belirsiz kıpırdatarak kaldırıp bakarken yüzündeki silik tebessümü bozmadı. Yarım yamalak gördüğüm keyifli suratına daha fazla bakmadan, ‘’Kandırılmış hissediyorum.’’ dediğimde tekrar erkeksi kıkırtısını bıraktı. ‘’Deli…’’ dedi kadehini dudaklarına götürüp yutkunurken. Alayından bunaldığımda kafamı geriye doğru yaslayıp gözlerimi kapattım. Ardından gözlerimi kapatır kapatmaz yorgunluk sinyalleri bedenime hücum ederken yatağımda iyice yayılıp yorganı kafama kadar çektikten sonra, ‘’Uyuyacağım,’’ dedim tekdüze sesle. İblis tebessümünü büyüterek, ‘’İsabetli olur,’’ dedi. ‘’Haydi uyu. İyi geceler,’’ dediğinde koridorlarımı turlayan melodik tınısı ninni gibi gelmeye başladığında yanan ışıklar bir bir sönmeye başladı. ‘’İyi geceler,’’ dedim yarım yamalak ama zihnim tamamen karanlığa büründü. Koşuyordum. Gökyüzünde asılı kalmış Kanlı Ay’ın altında bacaklarımın son demlerine kadar koşuyordum. Ölü kuzgunların yerde dağınık duran kanatları gibi arkaya doğru savrulan siyah saçlarımın birkaçı yüzümün yarısını perde gibi kapatıyordu. Yüzümde korku dolu bir ifade, İblis’ime ulaşamamanın verdiği bir dehşet simama ev sahipliği yapıyordu. Karanlık orman tüm ruhları içine çekmiş ve iyileri öldürmüştü sanki; öyle karanlıktı ki gökteki ay olmasa hiçbir şey göremezdim. Yine de bacaklarım, tıpkı zihnimdeki koridorları ezbere bildikleri gibi ormanda nereye gideceklerini de biliyorlardı. Kanlı Ay tepede, Güneş ve Ay’ın tam ortasında dururken tüm ihtişamıyla parlıyordu. Bir alev topunu aya atmışsın gibi ay, alev alevdi. Gökyüzünü saran ve anlamını bilmediğim fısıltıların hangi dilde olduğunu biliyordum. M’rice. Bir vaveyla, annenin evladını kaybettiği andaki çığlığa benzer bir ses ormanın damarlarına yayıldı. Silik bir duman misali beni peşimden takip etti. Bembeyaz, uzun bir elbise giymiştim ve elbisenin etekleri her hareketimde geriye doğru savruluyordu. Etek kısmındaki kat kat duran kesimler, hiç kirletilmemiş roman sayfalarını andırıyordu. Birden gökyüzünü saran ağlamaklı bir ses, ‘’Kafure’s Asir waerit. (Kafesteki canavar uyanıyor.)’’ dedi. Sesi kadın sesiydi; sesi, dehşetin imgesini öyle sindirmişti ki içinde çatlak çıkıyordu. Kalbim yoğun bir ıstırapla atmaya başladığında koşmama rağmen asla nefes nefese kalmayan soluğum kesildi. Ormandaki fısıltıların arasına karışan sesi, kalbimi yerinden çıkaracak şekilde hızlandırdı. Aynı kadın sesi, ‘’Nefin…’’ dedi birden fısıltıyla ama sesini başka bir adamın kadifemsi sesi kesti. ‘’Ti waerit, ti waerit! (Uyanmamalı, uyanmamalı!)’’ dedi bir adam, fısıltıların arasında, onun da dilini ısıran dehşetin izlerini hissettim. Dehşeti süpüren yakarıcı bir sesle, ‘’Leva… Mavera… Azer…’’ dedi biri, fısıltıların arasında; sanki sesler gökyüzündeki Kanlı Ay’ın içinden yükseliyordu. Boğazımı saran bir aura nefes almamı zorlaştırdığında bacaklarımın hareketinin kesildiğini hissettim. O zaman, asla koşmadığımı fark ettim. Zamanın içinde akan bir nehirdim; hareket ettiğimi sanıyor, geleceğe aktığımı düşünüyordum ama beni görenler olduğum yerde durduğumu biliyorlardı. Benden faydalanmak istediklerinde gerçeği anlıyordum. Ben hiç koşmamıştım. ‘’Kuzgusi Kuesta maimi mu’an waerit! (Kuzgunlar Kraliçe’si bir an önce uyanmalı!)’’ Ayağımın altındaki toprak kayboldu; devam eden bir cümlenin birden kesilmesi gibi yer altımdan kayarken sırtım amansız bir boşluğun kucağına doğru düştü. Gözlerim korkuyla aralandığında, kızıl ayın sızdırdığı kanın gökyüzüne dağılışını seyrettim. Şafak tüm gökyüzünü yaktı, kana buladı. Sonra yere düşen bedenimi birden yumuşak tüylerden yapılmış beyaz bir yatağın içinde buldum. Sırtım, arkamda duran açık olan pencerenin camından esen rüzgarın soğuğunu hissediyordu. Odamın kapısı sonuna kadar açıktı ve duvarlar hiç olmadığı kadar kimsesiz kokuyordu. Yatağımda, üstümde beyaz ip askılı mini bir gecelik, üşümeme rağmen üstüme aldığım ince bir pike sayesinde örtülüyordu. Siyah dalgalı saçlarım beyaz yastıkta cansız bir şekilde geriye doğru dağılmıştı. Oda hiç olmadığı kadar serindi; ormandan içeri doğru sızan koku huzur vaat ediyordu. Kimsesizliği üstüne kuşanmış tüm gürültülü zihinler kadar rahatsız edici, bir o kadar tanıdık bir hisle gözlerimi yatakta uzanırken araladım. Arkama doğru dönmek istediğimde görünmeyen bir güç buna engel oldu. Arkamda, yatağımın üstünde bir ağırlık hissettiğimde sessiz duvarlarda sadece benim kalp atışlarım raks etmeye başladı. Korkuyor muydum yoksa heyecanlı mıydım? His o kadar yabancıydı ki, kendime ait sözlüğümde bu hissettiklerimi tarif edecek kelime bulamadım. Sıcak bir rüzgar sırtıma doğru aktı; buz gibi okyanusun derinlerindeymişim gibi hissettiren bu odada sıcaktan kavrulduğumu, bunaldığımı hissettim. Boynumdan göğsümün arasına doğru yol çizen ter, sık nefeslerimin arasına karışmaya başladı. Sıcak nefesle beraber yatağımdaki hareket de aniden kesildi. Huzursuz bir melodinin içinde sıkışmış gibiydim; ya da bir kitap karakteriydim ve kitap sonsuza kadar kapanmış tozlu rafların arasına hapsolmuştu, ben de o kitabın içinde sonsuza kadar sıkışmış kalmış herhangi bir karakterdim. ‘’Le’a morta,’’ dedi arkamdaki sıcak rüzgarın sahibi; hem bir İblis gibi kalın hem de normal bir erkeğe göre kadifemsi sese sahipti. Parmağının ucunu yanağımda kuş tüyü kadar hafif bir şekilde hissettiğimde gözlerim neredeyse bu soğuk odada, sıcak parmağının etkisiyle kapanacaktı. Neredeyse. Sol gözümdeki donuk mavi buz kristallerine dönerken, sağ tarafımdaki kızıl hare bir ateşin kuyruklarının göğe yükselmesi gibi harlıydı. Onu hissetmekten daha fazlası göğsümün tam ortasında yeşerdi. Canlı birer mekanizma misali kollarını kalbime sarılmak için kullandı ve o cansız eti, usulca hızlandırmaya başladı. Onu hissettiğimde içimden kopan sımsıcak bağın etrafı karıncalandırdığını hissettim. ‘’Le’a morta,’’ Sesi o kalınlığa rağmen bir kuş tüyü yatakta uzanıyormuş hissi veriyordu. Kelime eski bir dildendi. Anlamını bilmediğim bir kelimeydi. Hoş bir telaffuzu vardı; adamın sesine öyle yakışmıştı ki dudaklarını nasıl kıpırdattığını görme arzusuyla doldum taştım. Parmağı huylanmama neden olurken bunu hissetmiş olacak ki yanağımdan geriye doğru sürttü ve açıkta olan sırtımın bir kısmında gezdirmeye başladı. Sırt kemiğimin üstünde sahipsiz bir hayvanı severcesine, merhametle aşağı kayan parmakları, kaburgama doğru akın etti ve oranın arasında atan kalbimi, canlandırdı. Dokunuşları ürpermeme neden oldu. Bakışlarını sırtımda hissediyordum; üçüncü bir göz hissi veren gözleri yakıcıydı. Ona bakmasam bile bunu rahatlıkla söyleyebilirdim. Ona baktığımda çoktan etkisi altında kalacağımı içten içe biliyordum. Tekrar o güzel sesiyle, bir ninninin başlangıcını söyler gibi, ‘’Çoktan,’’ dedi, kısık sesiyle. Kalbim o kadar yavaş atmaya başladı ki duracağını sandım. Sesiyle harmanlanmış dokunuşunun böyle bir etkisi vardı. ‘’Yazılmış bir kaderi,’’ diye devam ederken sesinde anlamlandıramadığım bir tını vardı. Yüzümde bir gülümsemeyle gözlerimi kapatıp kafamı arkaya doğru çevirdim. Ruhumun bir yanı göreceklerinden dolayı korkar gibiydi. Diğer tarafımsa, sanki arkamdaki yabancıyı tanıyor ve onu arzuluyordu. Gözlerimi usulca araladım. Karşımda bir çift insani olmayan bir parıltıyla parlayan kızıl gözler, karanlık suratında yarım aydan daha parlak duran beyaz sivri dişlerle bana gülümseyen bir canavar vardı. Bir İblis’ten daha kalın sesiyle konuşurken vahşilikle parlayan kızıl gözlerinin aynasında sıkışıp kaldım. ‘’Kimse silemez!’’ Korku, heyecanı ve arzuyu kökünden kesti. Korkuyla araladığım gözlerim, aralık olan dudaklarımdan firar eden çığlığa karıştı. Sık nefeslerle yatağımda doğrulduğumda terden alnıma ve boynuma yapışan saçlarımı geriye doğru atıp, havadaki hissettiğim soğukluğun tenimi yalamasına izin verdim. İblis kapısını çoktan aralamıştı, gün ışıkları açık olan penceremden yorganımın üstüne bir su birikintisi gibi dağılıyordu. Rüyanın içinde rüya görmek farklı bir histi; bir an gerçekle hayal dünyam birbirine geçmiş sandım. Odamın kapalı olan kapısına gözüm ilişti. Ardından anılar bir bir sayfaları karıştırmaya başladığında kaşlarım derinlikle çatıldı ve renkli gözlerim açık olan pencereme kaydı. Rüzgar içeriye usulca giriyordu, dün hiç yağmur yağmamış gibi hava günlük güneşlikti. ‘’İblis?’’ dedim onun ilgisiz bakışlarını görmeme rağmen. Kömür karası gözlerini üstüme dikerken umursamaz bir tavır içerisindeydi. ‘’Hım?’’ dedi, boğazından yükselen kalın bir tınlamayla. O sırada labirentimin en derin ücra köşesinde parıldayan vahşi sivri dişlerin yansımasını gördüm. Parıltı gözlerimi aldı ve kalbim bir panikle sıkıştı. ‘’Ben,’’ dedim yutkunarak etrafımı kolaçan ederken. Ne ormandaydım ne de gördüğüm canavar buradaydı. Yine de beni rahatsız eden bir his kalbime dokunuyordu. Midemin kasıldığını sonra rahatladığını hissederken içimde sıcak bir suyun aktığını hissettim. Ensemde hala bir şeyin nefesi nabız misali atıyor, beni iliklerime kadar ürpertiyordu. Hızlı düşünüyordum ve hızlı düşünmek beni bulunduğum ortamdan uzaklaştırıyor ve bir gerçeği altın tepside gözlerimin önüne seriyordu. Çabucak serilen gizemli bir gerçekle sertçe yutkunarak İblis’imin kara gözlerine baktım. Bana sorgulayan gözlerle bakarken alnı endişeyle kırışmıştı. Tekrar, ‘’Ne?’’ dedi, kaba bir şekilde. ‘’Dün gece pencerem açık mıydı?’’ İblis şarabından yudum aldıktan sonra dudaklarını birbirine bastırarak açık olan cama baktı; gözlerini sağ-yukarı doğru kaydırırken düşünüyor gibiydi. Ardından kafasını sol tarafına yatırarak, ‘’Saçma bir soru.’’ dedi, düz bir sesle. Kaşlarımı çatarak ona baktım, tekrar yutkunurken, ‘’Cevap ver,’’ dediğimde bir yandan ben de düşünüyordum. Dün gece yağmur yağıyordu ve yağmur yağarken camı açmazdım. İblis kömür karası gözlerini bana doğru kaydırırken düz, kemikli suratını ilgisizliğe boğdu. ‘’Saçma bir soru çünkü sen hiç penceren açık uyumazsın, Toprak.’’ Biliyordum; bu gerçek gizemli bir gerçekle harmanlanarak zehir oluşturdu ve o zehir, yakıcı bir hisle damarlarıma yayıldı. Kalbim korkuyla kasılmaya başladı. Korkuyla karışık fısıltıyla konuştum. ‘’Benden başka kim açar pencereyi?’’ İblis benim aksime rahat görünüyordu. Gözlerini kıstı, tek elinde hafif bir kavisle salladığı kadehi eşliğinde, ‘’Mesela, rüzgar?’’ dediğinde alaylı sesine aldırmadan ona bir an için afallayarak baktım. Olasıydı çünkü pencerelerimin çoğu hasarlıydı, zaten odam o yüzden soğuk olurdu. Derin bir nefes vererek gözlerimi kapattım ve bu düşünce bir nebze rahatlamama sebep oldu. Korku hala damarlarımda pusu kurarak geçtiği yerleri yakarken, diğer yandan gelen rahatlık korkunun yaktığı yerleri karıncalandırıyordu. İblis’in kara hareleri, bir panik sonucu üstüme hücum eden titremeyi baştan aşağı seyrediyordu. ‘’Niye bu kadar korktun ki?’’ Kadehi parmakları arasında çekici bir kavisle döndürmeyi kesti ama sonra ters yöne, sağ tarafa doğru hareket ettirmeye başladı; içindeki sıvının dışarı taşacağını sandım ama hiçbir şey dökülmedi. ‘’Dün fırtına çıktı, her yeri talan etti ama sen tüm o sese rağmen dönüp kıçını yattın, Toprak. Pencereni tamir ettir dediğimde yine aynı yerle gülüyordun.’’ Boynumdan akan teri elimin tersiyle silerek açık olan saçlarımı bileğimde her zaman duran siyah lastik tokayla gelişigüzel topladım. Açık olan enseme değen meltem görünmeyen tüylerimi şaha kaldırdı. ‘’Tamam, tamam.’’ dedim büyük bir rahatlamayla. ‘’Kabus gördüğüm için o anki korkuyla sorguladım.’’ Kaşlarını çattığında düşüncelerinin karmaşık fısıltılarını duyar gibi oldum ama sesini çıkarmadı. Evin içi kuş cıvıltılarıyla dolduğunda yattığım yerde yerimden hopladım. Kalbimin hızı ritmini arttırırken gözlerim usulca kapandı, elimi hızlı atan sol yerime götürüp avcumu üstüne bastırdım. İblis ters ters bana baktı, ‘’Sen çok okuyorsun bundan,’’ dedi çenesinin ucuyla kapalı kitabı göstererek. Bakışlarındaki memnuniyetsizliği yakalayıp sesimi çıkarmadım. ‘’Kalk, Nilüfer geldi.’’ Bu sabah anneannemin geleceği aklımdan çıkmıştı. Zilin sesi evin her yerini sardığında içimde büyüyen uru görmezden gelerek yorganımı kaldırdım. Soğuk yukarıya sıyrılan pijama altlığımdaki açıkta kalan bacağımı ısırdı. Ayağımı sarkıtıp yataktan dışarı çıktığımda ayak tabanlarıma buz iğneleri saplandı, aldırmadan hızlıca ilerleyip odadan çıktım. Ne zaman merdivenlerin başına geldiğimi anlayamadan basamakları hızlıca inerken, ‘’Geldim!’’ diye bağırdım diğer yandan. Merdivenin son basamağında ayağım diğer ayağımın sert bileğine takıldığında yüzümdeki büyük şaşkınlık ve korkuyla beraber dengemi sağlamak adına ileriye doğru atıldım. İblis yerinde şaşkınlıkla dikleşti ve halimi seyretti. Çığlığım henüz boğazımdan ayrılmamışken önce bedenim sonra yüzüm kapıya sertçe çarptı. Gözlerimi kapatarak karanlığı avuçlarken yüzümün kısmında hissettiğim karıncalanmaları daha net hissettim. Acı yüzümün her zerresini talan ederken; zihnimdeki tahtında oturan İblis büyük bir şaşkınlıkla halimi seyretmeye devam ediyordu. Kocaman elinin arasında duran kadehi gürültümden dolayı irkilmeyle hafifçe sarsılmıştı ama o, buna aldırmadan bana şaşkınlıkla bakmaya devam etti. Burnumun ucu kapının sırtına çarpmıştı ve kemeri sızlıyordu; dolan gözlerimi açarken acı dolu iniltim kulaklarıma taşındı. Bulanık görüntüm işleri daha da zorlaştırırken inleyerek elimi burnuma götürdüm ve biraz üstünü ovdum. İblis hissetmişçesine yüzünü buruşturarak bana baktı, ‘’Tatarus aşkına…’’ dedi, mırıldanarak. ‘’Aç şu kapıyı ölmeden önce, kızım.’’ Burnumun ucunu tutarak kapının kolunu aşağı doğru indirdim ve kapıyı araladım. Geriye doğru çekilirken bu sefer ayak başparmağımın ucuna çarpan kapının sert altını hissettim. Sert kapı tırnak ucuma çarpıp tüm ayağımı acıdan uyuştururken refleks olarak ayağımı havaya kaldırıp zıpladım. Ağlamama ramak kalmıştı; acıyı damarlarımda hissederken bir yandan dişlerimi birbirine bastırmıştım. İblis rezaletime karşılık ne yapacağını bilemedi, elini şakağına götürüp dirseğini tahtının kenarına dayarken gözlerini siper ettiği parmaklarının altından bana bakıyordu. Şaşkınlık dolu gözlerle halime bakan Nilüfer, ‘’İyi misin?’’ diyerek içeriye girdiğinde kapıyı da arkasından kapattı. İblis elini alnından çekti ve samimiyetsiz sırıtışıyla Nilüfer’in yüzüne baktı. ‘’Sadece yeni yaşını kutluyoruz,’’ dedikten hemen sonra yüzündeki sırıtışı kaybetmeden gözlerini usulca kapatıp araladı ve alayla fısıldadı: ‘’Fazla takılma.’’ ‘’İyiyim,’’ dedim ama daha yeni uyandığımdan dolayı sesim bozuk yükseldi. Nilüfer elini ağzına götürüp gülüşünü saklarken, diğer yandan sırtıma koyduğu elini bastırarak salona doğru yürüttü. Parmaklarının ucunu sırtımda hissederken ona göz ucumla baktıktan sonra yarım yamalak sırıttım ama bir şey söylemeden salona doğru yürüdüm. Yanımda eşlik eden anneannem, ‘’Ben de dışarıdan gürültü duyunca,’’ dedi mırıldanarak, kızıl haresinin ucunu yüzüme dikerken. ‘’Ne bileyim…’’ İblis dayanamadı; önce burnundan birkaç homurtu çıkarttıktan sonra gür kahkahasını dışarı vurarak, ‘’Ben ne izledim lan az önce?’’ dediğinde, bir kez daha simsiyah dumandan oluşan kafasını geriye doğru savurarak mekanik tınıdaki kahkahasını atarken dumanlarını etrafa yaydı. Gözlerini tavana dikerken kendi kendine, ‘’Nasıl yapıştı ama sülük gibi!’’ dedi tekrar, keyifle hırıltılı kahkahasını salarken. Hala acıyan bir tırnağım ve burnumun kemeri olmasa ben de halime gülerdim ama onun kahkahalarını dinlemekle yetindim. Nilüfer düzenli, tek kişilik salonumdaki kahverengi deri koltuğa otururken koltuktan ayrılan gürültüyü kulaklara taşıdı. Elinde daha yeni gördüğüm marka poşeti yanına koyarken dikkatimi poşetten çekerek anneanneme verdim. Ayakta bekleyerek etrafı süzen Nilüfer’in ruh kadar solgun beyaz tenine baktım. ‘’Hoş geldin,’’ dedim gülümseyerek, tamamen beyazlaşmış küt saçlarının arasına kondurduğu renkli saç tutamlarına bakarken. Kendine bakan, alımlı ve hala dinç görünen bir kadındı anneannem. Şen dolu çocuk yanı vardı ama onu her zaman göstermezdi. Olgun tarafı ağır bassa da benimle her zaman sevecen, ılımlı ve arkadaş canlısı haliyle konuşurdu. ‘’Hoş buldum, tari’a. (bir tanem)’’ dedi, yüzüme bakarak ince dudaklarını asil bir tebessümle gererken. Benim gibi iki farklı renkte olan gözlerinin güzelliğine baktım, biri yaprak yeşili diğeri kızılın en güzel tonunu taşıyan gözleri cam misali parlıyordu. Ardından tekrar bakışlarını düzenli salonumda gezdirdi. ‘’Aferin, en son bıraktığımda çok dağınıktın. Sende gelişme görüyorum, Evin.’’ Bıyık altı güldüm. Salonumun tam karşısında boydan camekanlar vardı; ormanın tüm ihtişamını zorlanmadan seyredebiliyordum. Özel camlardan yapılmıştı, dışarıdan görünmediğimden asla salonda perde kullanmazdım. Aklıma bile gelmeyen televizyonumun sönmüş siyah ekranı, kahverengi deri koltuklarımın tam karşısındaydı. Tam ortada camdan sehpa bulunuyordu ve üstünde birkaç kitap, M’rice dilinden birkaç kağıt bulunuyordu. ‘’Gelirken kahvaltı yaptın mı?’’ dedim, anneanneme tekrar bakarken. Tek omzunu silkerek, ‘’Hayır,’’ dedi. Sonra tek gözünü kısarak bana yandan bakarken aynı zamanda gülümsedi. ‘’Ama önce gel hasret giderelim.’’ dediğinde ikiletmeden gülümseyerek yanına oturdum. Teninden yayılan yasemin kokusu burnuma ev sahipliği yaparken gülümsemem yüzümde büyüdü. Anneannemi iki aydır görmüyordum; arada sırada gelirdi ama fazla durmadan giderdi. Aramızdaki ilişki o kadar sağlam olmasa da zaman geçtikçe aramızda soğuyan buzları erittiğimizi düşünüyordum. On sekiz yaşımda beni yetimhaneden almıştı, o zamana kadar beni bulamadığını söyledi. Sorgulamadım çünkü o an, yetimhaneden henüz ayrıldığınızda ne çocuk ne de yetişkin sayılırdınız. Ben de arafta kalmış biri olarak karşıma çıkan en mantıklı kişiyi kabullendim ve beni yanına almasına izin verdim. Anneannem hayatıma girdiğinde farklı yönleriyle, farklı duygularla beraber geldi. Yıkıldığım zamanlar çok oldu ama artık İblis’imden ayrı, dışarıdan birinin ben düştüğümde beni kaldırdığını hissettim. Yanında fazla rahat olamasam da Nilüfer benim için hayatımda önem kazanan biri haline geldi. Uzun, ince ve kemikli parmaklarını pamuk kadar yumuşak görünen saçlarına daldırıp onları geriye doğru taradı. Siyah kalemli gözleri, harelerinin renklerini daha bir parlatmıştı. Cama yansıyan ışık misali parlayan gözlerini üstüme dikerek sımsıcak gülümserken bana bakıyordu. Kollarımı ona doğru uzatıp ince boynuna sarıldığımda bu anı beklediğini, beni bekletmeden kollarını hareket etmesinden anladım. Parmakları sırtıma gömüldü, beni kendine doğru çekerek bastırırken saçlarımdan yayılan kokuyu içine çekti. Burnum giydiği mavi gömleğin üstüne sürtünürken ben de onun teninden yayılan yasemin kokusunu ciğerlerime çektim. ‘’Ah, mau viera vo’ur, tari’a… (Ah, benim güzel kızım, bir tanem.)’’ dedi anneannem şefkatle, diğer eliyle saçımı okşarken. Sıcak nefesi yumuşak bir şekilde kayan parmaklarının arasına kayıp saç diplerime karıştığında bunun, zihnimi dinginleştirdiğini hissederek gözlerimi kapattım. ‘’Yeni yaşın kutlu olsun,’’ dedi. Ondan usulca ayrıldığımda renkli gözlerinin akı parlıyordu; dolmuşlardı. Yüzündeki hüzünlü tebessümle kırışıklarını ön plana çıkarıp dolu olan gözlerini kısarak fark ettirmemeye çabaladı. ‘’Teşekkür ederim,’’ dedim suratına tebessümle bakmaya devam ederken. Karşımdaki insanın fazla duygusallaştığı anlarda elim ayağıma dolanırdı; çoğu zaman onu teselli edecek bir kelime ya da davranış bulamazdım. Tıpkı o zamanlardaki gibi Nilüfer’in suratına aval aval baktım. Beni İblis’imden başka teselli eden biri olmamıştı ki… Bu konuda tecrübesiz sayılırdım. Nilüfer de uzatmadı, sayfaların üstündeki satır çizgilerini andıran kırışıklıkları tek tüktü ama yüzündeki kasları gevşettiğinde asla tek bir çizgi bile göremezdiniz. Altmış beş yaşına göre fazla çıtır görünen bir kadındı. Biçimli, beyaz kemikli elini kaldırıp parmağının ucuyla gözünün kenarına dokunurken, ‘’Of,’’ dedi derin bir nefes vererek. Elini çekti ve rimelli kirpiklerini kırpıştırdı. Yüzüne bakarak sırıtırken İblis kaşlarını çatmış, yüzündeki muzip bir ifadeyle Nilüfer’e bakarken kafasını sağ tarafa eğmişti. ‘’Ne oldu şimdi?’’ Kıkırtım omuzlarımı titretecek kadar net şekilde dudaklarımdan dökülürken gözlerim kısılmışlardı. Yüzüne bakarken yarım yamalak gördüğüm anneannemin yüzü de gülümsemesiyle aydınlandı. ‘’Manyak gibi geldiler yine…’’ dediğinde kendine bu sıfatı yapıştırmasına daha yüksek sesle güldüm. Gülüşüm kısa sürdü ama tebessüm dudaklarımda hala asılı kaldı. İblis çoğu zaman ailevi meselelerime karışmazdı; o yüzden bizi sessizliğin çınladığı kendi odasında kadehinden yudumlar alarak tepkisizce seyrediyordu. ‘’Açsındır, ben de çok açım. Hadi kahvaltı hazırlayayım,’’ dediğimde Nilüfer tebessüm ederek kafasını salladı. ‘’Ben de sana yardım edeyim.’’ Ayağa kalkarken onaylarcasına mırıldandım. Salondan çıkıp biraz ilerledikten sonra sol tarafta kalan mutfak kapısından içeri girdim. Mutfak küçüktü ama dar değildi. Girer girmez beni karşılayan normal boyutta ahşap pencereyi görüyordum. Havada gri bulutlar kabarık duruyordu, yağmur yağabilirdi. Ormanın gürültüsü içeriye dolarken ilerleyerek bakışlarımı siyah mermer tezgahın üstüne taşıdım. Hemen sol tarafta, duvar dibinde küçük bir yemek masası bulunuyordu. Anneannemin arkamdan geldiğini adım seslerinden anlayabiliyordum. Buzdolabını vakumlu sesiyle açarken, ben de önce ocağın üstünde duran çaydanlığın altını doldurup kaynaması için mavi alevle ocağı sardım. Çaydanlığı ocağın üstüne koyduktan sonra, Nilüfer çoktan buzdolabından kahvaltıları çıkarmış tezgahın üstüne koyuyordu. Bir yandan onun tıkırtılarını dinlerken diğer yandan alt çekmeceyi açıp içinden çatalları aldım, sonra yukarıda duran ahşap kapağı açıp içinden iki çay bardağını çıkarttım. ‘’Ne kadar açmışsın… Sen uyanır uyanmaz yiyen biri değildin hâlbuki.’’ dedi Nilüfer, tatlı sesiyle. Bir yandan domates ve salatalıkları bir tabağa doğruyordu. Bakışları bıçağında ve doğradığı yeşil salatalıktaydı. Ona sırtımı dönerek masaya ilerledim ve üstüne çatal ve bardakları koydum. Tahtadan yayılan o tıkırtıların arasında, ‘’Bilmem, dün fazla bir şey yemeden yattım. O yüzden açım,’’ dedim. İblis sakince bizi dinliyor ve arkasına yaslanıyordu. Baygın bakışları ortamın durağanlığından sıkılmış gibiydi; göz kapaklarını gözlerine yarım bir perde gibi indirmiş, kadehini tek elinde döndürerek onunla oynuyordu. Nilüfer tatlı tatlı homurdandı, ‘’Ne demek o öyle? Neden kendine bakmıyorsun?’’ dedi; diğer yandan içine doğradığı salatalık ve domates tabağını alıp masanın tam ortasına koydu. Tezgahtaki kahvaltılıkları kısa sürede taşırken sessiz kaldım ve Nilüfer’in bana kızmasına boyun eğdim. ‘’Yemekle aram yok aslında, su da içmeyi pek sevmem. Aklıma gelirse.’’ dediğimde İblis tuhaf tuhaf bana baktı, ‘’Doğru, insan değilsin kızım sen.’’ Aksi aksi homurdanmıştı, o da bir insana göre bu kadar az yememe ve su içmeme kızardı. ‘’Kuruyup gideceksin, işin kötüsü beni de yanında götüreceksin Toprak.’’ Gözlerimi devirerek ona baktım. ‘’Derdin bu yani?’’ dediğimde tek omzunu silkerek bana tek kaşını kaldırdı. ‘’Ya ne olacaktı? Kara kaşına…’’ dedi sonra gözlerime bakarak kestiği sözünü devam ettirdi. Kömür karası gözleri, alayla yüzümde dolandı. ‘’Van kedisi gözlerine tav değilim ya.’’ deyip homurdandıktan sonra kadehine odaklanmıştı. Dayanamayıp içten içe güldüm. ‘’Bana Van kedisi deme.’’ ‘’Öylesin, sus.’’ Nilüfer durağan sesiyle konuştu, ‘’Yine dalgınsın,’’ dedi. Masaya oturduğunu çok geç fark etmiştim, ben de uzatmadan karşısına geçip oturduğumda Nilüfer’in çoktan çayı demleyip beklediğini de son anda fark ettim. Anneannemin küt kesim saçlarına bakarak, aralardaki renklere odaklandım ve büyülenmiş gibi çıkan sesimle, ‘’Saçın çok güzel olmuş.’’ diye fısıldadım. Karşımda iltifatım karşısında kızardı ve şen şakrak kıkır kıkır güldü, omuzları titrerken bana sımsıcak tebessümlerinden birini yolladı. Gülerken kırmızı-yeşil gözlerinin derinlerinde ışıklar saçıyordu. Elini utançtan pembeleşen beyaz yanaklarını saklamak için saçlarına götürdü ve biraz karıştırdı, ‘’Yok ya,’’ dedi gerçekten utanç duygusunun sindiği sesiyle. ‘’Senin saçların daha güzel. Simsiyah. Ben renklendirmek için öyle arada…’’ dedi tek omzunu silkip, kendi kendine cümlesini noktalarken. Utanan haline tebessüm ederek baktım, böyle anlarında içimde ona karşı büyüyen sevginin önüne geçemiyordum. Yaşına göre, arkadaşım gibi olmayı başaran tek kadındı. İçten ve samimiydi ayrıca tatlıydı. İblis düşüncelerimin sesini duymuş gibi alayla gülümsedi. ‘’Hele şuna hele,’’ dedi mırıldanarak gülercesine. ‘’Başkalarına imrenmekten kendini göremiyorsun ama ben sana göstereceğim.’’ dedi işaret parmağıyla yüzüme yüzüme işaret ederken. Çay hazır olunca Nilüfer’in ayağa kalkıp onu masaya getirmesiyle kahvaltıya başladık. Çay bardaklarımıza dolan tavşan kanı çayın sıcaklığını hemen hissettim, dumanları ruh gibi havaya yükseliyordu. Elime cam bardağı alıp dudaklarıma götürürken bardaktan yükselen dumandan dolayı gözlerimi kıstım. Birkaç yudum aldığımda dilim yandı ama aldırmadan elime çatalı aldım ve yemeye devam ettim. Zihnimde hala kabusumun izleri dolanıp duruyordu, sessiz kaldığım zamanlarda canavarın o korkunç yüzü karanlık diplerimde nefes alıyor ve kızıl gözler lamba gibi yanıyordu. Hafızamda kalan oyuklar, kara delikleri andırırken oralara çekilmekten kendimi alamıyordum. Düşünüyordum ve düşündükçe korkuyordum. Nilüfer’in arada sırada yüzümde dolanan bakışlarını, ardından kafasını iki yana sallayarak önüne dönmesini göz ucumla fark etsem de bir şey sormadım. Büyük sessizlik içinde, sadece çatalların seslerini duyarak kahvaltımızı yaptık. Nilüfer, ‘’Ee,’’ dedi imalı ses tonuyla. ‘’Anlat bakalım.’’ Kaşlarımı anlam vermeye çalışırcasına çatarak gözlerimi tabağıma indirdim. ‘’Neyi?’’ İblis derin bir nefes verip tek gözünü kıstı. ‘’Mesela, benim bile dikkatimi çeken şu dalgın hallerini…’’ Gözlerimi devirdim. ‘’Bir şey yok İblis.’’ dediğimde bana inanmadı; tek kaşını kaldırarak kadehini tutarken derin bakışlarını yüzümün her zerresinde dolaştırdı. ‘’Nilüfer’i kandırabilirsin, kendini bile ama beni? Sence?’’ dedi bastıra bastıra, alayla. Nilüfer’in tatlı ama isyan eden sesi düşünce dehlizimden sıyırıp çekerken beni kafamı refleks olarak kaldırıp kırlaşmış kaşlarını çatan Nilüfer’e baktım. ‘’Yine daldın?’’ dedi renkli gözlerini, tıpkı onunkine benzeyen renkli gözlerime dikerek. ‘’Nereye dalıyorsun? İşini gücünü mü düşünüyorsun?’’ Tek omzumu silkip kafamı dağıtmak ve ona açıklama yapmaktan kaçınarak kafamı salladım. ‘’Evet.’’ Nilüfer derin bir nefes verdi ve çayından yudum aldıktan hemen sonra, ‘’Düşünme. Ben sana iş bulacağım, Psikoloji okudun ama çalışmamakta ısrar eden de sendin. Şimdiye işin gücün vardı yoksa.’’ dedi, tatlı sesiyle. Güldüm, ‘’Yok ya, gerek duymuyorum. Hem evde çalışırken de para elime geçiyor. Sorun değil.’’ dedim salatalıktan bir dilim ağzıma atarken. İblis acıyan gözlerle bana baktı, ‘’Üzücü, yalan konusunda ustalaşman gerekiyor. Bu evin Nilüfer’e ait olması bir nevi rahatlatıcı en azından, açıkta kalmıyoruz.’’ Gözlerimi İblis’e yönelttim ve yalandan dudaklarıma tebessüm yaydım, ‘’Dırdır etme, başka ihsan istemez.’’ Güldü, ‘’Gölge etme başka ihsan istemem, o.’’ dedi kadehinden yudumlarken. Aldırmayışına aldırmadan tekrar Nilüfer’in sorgu dolu gözleriyle karşılaştım. ‘’Kimle konuşuyorsam sabahtan beri…’’ dedi kendi kendine, kafasını iki yana sallayarak. Çay bardağımı elime alarak gözlerimi ondan kaçırdım ve bardağımın içindeki kırmızı suya çevirdim. Dudaklarıma götürmeden önce Nilüfer’in mırıldanışı kanımı buz kesti. ‘’Kafandaki yoruyor olmalı.’’ Oturduğum sandalyemin üstünde dikenler belirmiş gibi huzursuzlukla kıpırdandım. Şaşkınlıkla aralanan bakışlarım, direkt İblis’e kaydı, onun da bana aynı şaşkınlıkla baktığını gördüm. Bozuntuya vermeden sahte şekilde gülerek, ‘’Ne diyorsun Nilüfer?’’ dediğimde bana tek kaşını kaldırarak ciddiyetle baktı. Alnında yarattığı kırışıklara ardından gerilen dudaklarına odaklandım. ‘’Düşüncelerin Evin, düşüncelerini kast ediyorum. Kafan çok dolu, her zaman.’’ İblis kafasını arkaya doğru yatırdı ve dudaklarından sımsıcak bir nefesi yukarı üfledi. ‘’Öyle söylenir mi kadın? Yüreğime inecekti…’’ dedi ağzının içinde homurdanarak. Dikenler geriye doğru çekildi ve ruhum yavaş yavaş solumaya devam etti; kalbim yakalanma düşüncesinin verdiği huzursuzlukla hala çarpıyordu. İblis’ten kimsenin haberi yoktu, kimsenin. Olmasını da ne o ne de ben istiyorduk. ‘’Sorun yapma, her zamanki hallerim. Doğum günü kutlamayı sevmediğimi biliyorsun ama hediye getirmişsin?’’ dedim ortamdaki geren havayı dağıtmak, hem de konuyu değiştirmek için özel bir çaba sarf ediyordum. Çatalım elimde gevşekçe dururken artık yemeyeceğimi fark edip çatalı tabağımın yanına bıraktım ve çay bardağımı doldurmak için, çaydanlığın üst kısmındaki küçük çaydanlığı kavradım. Çayı doldururken bakışlarım bir anneannemin gerilen suratında, bir de suyunu doldurduğum çayımdaydı. Bardağı tamamen doldurup arkama yaslandım. Sorgulayan bakışlarım, anneannemin gerilmiş suratına kayarken, dudaklarının kenarları zoraki kıpırdanarak kıvrıldı. ‘’Biliyorum…’’ dedi, ‘’Fakat her şeye rağmen sen benim torunumsun, o yüzden hediye almadan gelmek olmazdı.’’ Elindeki çatalı bana doğru sallayarak kaşlarını kaldırdı. ‘’Ayrıca, seninle hayatını büyük ölçüde değiştiren bir konudan bahsetmek için en ideal gün ve hediye.’’ Kaşlarımın havaya kalktığını hissettim, ona dalgın dalgın bakarken İblis’in de kafasını yana yatırdığını ve kıstığı kuzguni gözlerinin Nilüfer’in beyaz teninde dolaştığını gördüm. ‘’Neymiş o kadar önemli mesele Toprak?’’ Tek omzumu silkerek ona sessizlik içerisinde cevap verdim. Anneannem bakışlarını titreterek kaçırdı ve çatalını kenara koyup çayından büyük yudumlar aldıktan sonra son yudumunu boğazından aşağı kaydırdı. Doldurmadan bekleyip arkasına yaslandı. ‘’Neymiş?’’ dedim büyük bir merakla, ona bakarken. Suratı sorduğum soruyla kasıldı, bakışlarını durmadan kaçırıyor ve düşüncelerini toparlamak için zaman arıyordu. ‘’Birazdan konuşacağız. Önemli meseleler, sen ve hayatın hakkında. Artık bilmen gerekenleri anlatmanın vakti çoktan geldi, tari’a ve açıkçası bunları sana tek başıma anlatacağım için hem korkuyorum hem de vereceğin tepkilerin az çok farkında olduğumdan çekiniyorum.’’ İblis yutkunarak Nilüfer’e baktı, ‘’Yoksa ailen hakkında mı?’’ dediğinde kafasını hafifçe sola yatırmış göz ucuyla bana bakmıştı. Sorduğu soru aklımın bir köşesinde kurcalanır dursun, kalbimin seyrini de değiştirmişti. Yine de içimde büyüyen tarifi imkansız boşluğun adını koyamıyordum. Çaresizce bana bir şeyler kanıtlamak için çırpınarak atan kalbimin arasındaki boşluk, gittikçe büyüyordu. Bir şey hissedemez hale gelmeye başlıyordum. Düşündükçe, kalbimin bana kanıtlamak için sarf ettiği tüm çaba solup gidiyordu. Gün geçtikçe ailemi merak edemez hale gelmiştim fakat geceleri kabuslarımı süsleyen sadece o canavar değildi, tuhaf ve anlamsız kadın sesleri de duyuyordum. Ağlayan ve feryat eden insanların seslerini… Zihnimde bir yerlerde, o gökyüzünde hala ağlıyorlardı. Neden aile denildiğinde, bir şey hissetmiyor ama o kabuslarımı düşünüp duruyordum? Neden aile kavramına bu kadar uzaktım? Ailem olsa bile, onlara bağlanacak ruh yoktu bende, o kadar hissizdim ki sanki benim ailem sadece İblis’ti. Bir gölge. ‘’Konuşuruz,’’ dedim durgun sesimle, ardından derin bir nefesi dışarı verdim. Bakışlarım masa ve Nilüfer’in arasında mekik dokudu. ‘’Ne söyleyeceğini merak ettim.’’ Sadece kırık bir tebessüm yolladı. ‘’Masayı toplayayım,’’ dedim ayağa kalkarak. Nilüfer tekrar yardım etmek istedi ama ben izin vermedim. Onu salona yolladıktan sonra hemen bulaşıkları bulaşık makinesine dizdim, daha sonra masayı toplayıp kahvaltılıkları buzdolabına yerleştirdim. İblis, pencereye doğru bakıyordu. ‘’Kuzgun gördüm az önce,’’ dedi dalgın dalgın. ‘’Buralarda onları görmek zordur.’’ ‘’Orman sonuçta, olabilir.’’ dedim umursamadan, mutfaktan çıkarak salona ilerlerken. Ağzının içinde onaylarcasına mırıldandı ve Nilüfer’in koltuğa oturmuş bedeni görüş alanıma girdi. Kot pantolonu fit bacaklarını sarmıştı, üstüne giydiği mavi gömleğiyle rahat bir tarza sahipti. Gömleği salaş duruyordu ve yakaları fazla olmayacak şekilde açıktı. Beni gördüğünde yüzüne dalgın ama samimi bir tebessüm yerleştirdi. Ona doğru ilerledim. Birden nedensizce aklımı kurcalayan o kabusun izlerini unutuverdiğimi sandım ama Nilüfer’e yaklaşırken bana bakan kızıl gözünün derinlerinde sanki o huzursuz karanlıkta büyüyen canavarın gölgesini görür gibi oldum. Kızıl gözler karşıma geçmiş sivri dişlerini parlatırken hayalle gerçeklik arasındaki çizgi silikleşti. Gözlerim kocaman aralanırken dehşet tırnaklarını kalbime geçirdi. Nilüfer’in yanına oturduğumda bir şey belli etmemeye çalıştım ama İblis bile yandan yandan bana baktı. Nilüfer’in de gözünden kaçmamıştı. Yumuşakça yutkundum ve hafifçe titreyen ellerimi saklamak adına bacaklarımın arasına sıkıştırdım, bacaklarımın arasındaki sıcaklık soğuk olan parmaklarıma sızdı. Karşımda sırıtan canavarın simsiyah yüzü, usulca anneannemin beyaz yüzüyle aydınlandı ve yeşille kızıl harelerinin aynasında kendi korkmuş yüz ifademi gördüğümde derin bir nefes verdim. Nilüfer’in beyaz yüzündeki endişe tohumlarının yüzünü kırıştırdığını fark etmem kısa sürdü. Sürmeli gözlerinin içinde dönen hareleri, suratımı incelerken ‘’İyi misin?’’ dedi, endişeyle gerilmiş sesiyle. Kaşlarımı çatarak anlam vermeye çalıştığım o hayalin etkisinde yutkundum, ‘’İyiyim, neden?’’ dedim ama sesim, istemsizce bulunduğum ana göre tuhaf yükselmişti. Gökte ani bir gürültü koptuğunda korkuyla oturduğum yerde irkildim. Bacaklarımın arasındaki ellerim bile ani sesle titremişlerdi. İblis tek kaşını kaldırarak, ‘’İyi halin buysa…’’ diye mırıldandığında kalın sesi, zihnimin koridorlarındaki kabuslar kapısının ardındaki o canavarın sesiyle karıştı. ‘’Le’a morta.’’ Canavarın sesiyle, İblis’imin sesinin benzer olması zihnimi bulanıklaştırdı. Kafamda çınlayan o ses, duvarları titreterek koridorları turladı ama uzun koridorların yarısında silinip kayboldu. Ruhum karanlık boşluğun içindeki rüzgara kapılarak sürüklendi. Neden böyle hissediyordum? Durduk yere ne oldu da o canavarın yüzü ve sesi aklıma düşmüştü? Kafamı iki yana sallayarak nereden geldiğini anlayamadığım soğuğun tenimi ısırmasıyla ürperdim. Nilüfer’in narin eli omzumun köşesini kavrayıp usulca sıktığında, bakışlarının derinlerinde yatan endişeleri yeniden gördüm. Kalakalarak Nilüfer’in suratına bakarken, ‘’İyi misin?’’ dedi, bu sefer net ve kararlı çıkan sesiyle. Tek kaşını kaldırmış sorguladığı her halinden belli olan ifadesiyle bana bakıyordu. Nilüfer dikkatli bir kadındı, bazen ruhumu açık bir kitap kadar net okuduğunu hissediyordum. Bana yaprak yeşili, kızıl tonlu gözünü diktiğinde tüm sakladığım gerçekleri artık saklayamaz hale gelirdim. Siyah kalemle ve rimelleriyle süslediği gözlerini yüzümün her noktasında yavaşça gezdirirken kabarmış gözbebeklerinin hareketini izledim. Kaşları rahatsız bir şekilde çatıldığında İblis tek kaşını kaldırarak Nilüfer’e baktı. Her zaman oturduğum rahat koltuğuma değil de, dikenli bir yatağa oturuyormuşum gibi rahatsız hissettim. Yerimde bakışlarının ağırlığı altında çaktırmadan kıpırdandım. ‘’Sende bir haller var, tari’a.’’ dedi Nilüfer, sorgulayan gözlerini üstüme dikerek. ‘’Ne gibi?’’ Sesim içeriye kaçmıştı sanki, bakışlarımı ondan kaçırarak etrafta dolandırdıktan sonra tekrar sorgularcasına bakan suratına çevirdim ama gözlerim yüzüne değil, arkasında duran cama odaklandığında anneannemin suratı bulanıklaştı. Yağmur boydan boya duran salonumun geniş camına seyrek seyrek, ince bir çubuk halinde çarptı. Onun tam önünde duran Nilüfer’in yüzüne odaklanmaya çalıştım. Bana dikkatli bakıyordu, her mimiğimi takip ediyor ve bilinmezliklere gebe olan zihninde her bir tavrımı kısa sürede analiz ediyordu. Ellerini saçlarına götürüp onları yavaşça geriye doğru atarken parmakları arasında dağılan saç tutamlarının güzelliğine odaklandım; mor ve toz pembe karışımı olan renkler gün yüzüne çıkarak beyazlarının arasına karıştı. Anneannem, ‘’Bilmiyorum,’’ dediğinde sesi her zamankinden daha netti. İblis dudaklarını birbirine bastırarak, ‘’Kadın gerçekten hisli,’’ dedi, uğursuz tonlamasıyla. ‘’Cinlenmiş ama üzülme, senin de öyle olduğunu yavaş yavaş düşünmeye başlıyorum kızım.’’ dedi göz ucuyla bana bakarak, kadehinden yudumlamadan önce. Ortamdaki gergin havayı dağıtmak amacıyla dudaklarımı gererken huzursuzluğumu belli etmemeye çalışarak güldüm. ‘’İyiyim ya, ne oldu ki?’’ dedim, sahtelik kokan neşemle. Anneannem kafasını inanmamış gibi yana yatırarak, tek kaşını kaldırdığında parlayan gözlerle bana baktı. Yüzünde hayatım boyu hiç görmediğim sorgulayan tavrıyla baş başa kaldım; genelde iyi olduğumu söylediğimde üstelemez, beni kendi halime bırakırdı ama şu an neden böyle davranmıyordu? Kirpiklerimi gergince kırpıştırarak televizyona doğru çevirdim. Karanlık olan ekrandaki aksim, kasılmış yüz hatlarımı gösterdi. Neden inanmadıkları ortadaydı ama üstelemelerini istemiyordum. Yanı başımdaki Nilüfer’in ekranda oynayan dudaklarını gördüm. Nilüfer olgun, kadınsı sesiyle konuşurken huzursuzlukla bedenimin içine hapsolmuş ve kıvranan ruhumun rahatladığını hissettim. ‘’Beni kandıramazsın,’’ demişti, ‘’Yalanlar bazen saklanılanların altındadır; benim hislerimse…’’ dedi ve doğru kelimeyi bulmak için yüzüme bakarak duraksadı. Kafamı anlayışla salladım ve fısıldadım. ‘’Kuvvetlidir.’’ Nilüfer kafasını ağır ağır sallayıp bana uzun bir derinlikle baktı. Giderek kuşkuyu kuşanmış ruhumun kıvranacak olmasını hissederken, İblis, ‘’Kabus gördüğünü söylemeyecek misin?’’ dediğinde sesi umursamaz çıksa da aslında benim için endişelendiğini çok iyi biliyordum. ‘’Ona anlatmayacağım. Endişelenecek boşuna.’’ dedim içimden, İblis’e hitaben. İblis tek omzunu silkerek bana cevap verdi, ‘’Bu hayatında verdiğin tüm kararlar arasında en aptalcası olur, Toprak. Bir de fazla kitap okursun?’’ dedi yüzünde kokan bariz alayıyla. ‘’Başkarakterin önemsiz gördüğü her şey, aslında çok önemlidir ve bunu diğer önemli kişiye anlatmaz. Ardından değişmez son; aptallığın getirdiği ağır pişmanlık.’’ dedi, kadehini parmakları arasında dans ettirirken. Her zaman kadehiyle bunu yapıyordu ve bu hareket onu olduğundan daha çekici gösteriyordu. Anlattıklarına birden yüzünü buruşturarak suratıma aval aval baktıktan sonra, ‘’Sizin yazdığınız kurgulardan da anca bu kadarı çıkar zaten.’’ dedi burun kıvırarak. ‘’Entrika bile çeviremiyorsunuz ve bunu bayıla bayıla okuyorsunuz, Toprak.’’ dedi kaşlarını sahte hayretle havaya kaldırarak. ‘’İnanabiliyor musun?’’ İblis’in söylediklerini düşünemeden karanlıktaki gölgelere sığınmış korkunç hafızamın derinlerinde yine sivri dişlerin vahşi sıralaması gözlerimi alırken, o koca gölgenin arasında parlayan kana susamış kızıl gözlere tutsak kaldım. Göğsüme balyozlar indi ve bir kalbin ağrısıyla kıvrandım. Onu her düşündüğümde kalbimin durduk yere sıkışmasına engel olamıyordum ve o kişi her kimse, son birkaç aydır kabuslarıma konuk oluyordu ve bana anlamını bilmediğim sözlerle fısıldıyor, ardından kaderle ilgili kelimelerle aklımı bulandırıyordu. O canavarın yüzü mutlaka her kabusumda bulunuyordu, bu da beni korkutan diğer bir gerçekti. Genelde gün içerisinde sık sık aklıma düşmezdi ama bugün, bir tuhaftı. Anneannem benden uzun süre ses çıkmayınca bu konuyu rafa kaldırdı. Bazı şeyleri zamanı geldiğinde tekrar sormak için rafa kaldırırdı ve bu konu da kaldırılması gereken bir konuydu. Kısa süre içerisinde tekrar soracağını adım gibi biliyordum ama üstelemeyip bana ayak uydurması hoşuma gitti. ‘’Sana getirdiğim hediyeyi merak ediyor musun?’’ dedi anneannem yüzüne yerleştirdiği büyük tebessümüyle. İnce dudakları yanaklarını gerdiğinde kırışıkları gün yüzüne çıktı. Beyaz tene sahip olduğundan kırışıklıkları fazla çıksa da o kadar göze batmıyordu, aksine yüzünü süsleyen armağan haline dönüşüyorlardı. Merak etmiyordum ama onun verdiği hediyeleri genelde beğenirdim. Kısaca, durgun şekilde kafamı sallayarak dudaklarımı birbirine bastırdım. Bana hala yüzünden eksik etmediği tebessümüyle bakarak, ‘’Beğeneceğini düşünüyorum, tari’a.’’ Elinde sabahtan beri taşıdığı marka poşeti koltuğun kenarına koyduğu yerden alarak önüme getirdiğinde üstünde siyah fontla yazan, ‘’NevaSte’’ yazısını göz ucumla gördüm. Ne anlama geldiğini bilmiyordum ve öyle bir marka hayatımda duymamıştım. ‘’İlgilenmediğin içindir,’’ dedi İblis tekrar, lafını dokundurarak. Haklı olduğu için susmakla yetindim. Poşeti büyük bir hışırtıyla aralayıp içinden süet, siyah geniş dikdörtgen şeklinde bir kutu çıkarttı. Kaşlarım merakla havalanırken bir beklentiyle parlayan renkli gözlerine, bir de kutunun siyah yüzüne bakıyordum. ‘’Yirmi iki yaşın sana en güzel uğurları getirsin.’’ Kutuyu bana doğru uzatırken parmaklarının ne kadar ince olduğunu düşünmeden edemedim. Tırnakları bakımlıydı ve ne kısa ne de uzundu. Kırmızı parlak ojelerle süslenmişti. Gülümsedim. Kutunun süet kısmıyla elim tanıştığında, avuçlarıma usulca dolan bir nabzın atışıydı sanki. O atış avuç derimin altındaki damarlara karışarak tenime yayıldığında iliklerime kadar ürperten bir soğukluk bedenimi esir aldı. Yüzümdeki gülümseme usulca soldu ve huzursuzlukla kapağın süet kısmıyla bakıştım. Kutuyu aralamadan önce parmaklarımı, kutunun ince ayrımına getirdim ve o çizgiyi okşadım. Nilüfer hissettiklerimi anlamış gibi durgun sesiyle konuştu. ‘’Açsana.’’ Sesini duymayı bekleyen parmaklarım birden hareketlendi ve kapağı tok bir sesle araladım. İçinde ince, tenime yerleştiğinde gerdanımda havada asılı kalmış gibi gösterecek kadar beyaz bir zincirle; ucunda da sanki rengini okyanusun koyu diplerinden almış Calkarnel taşı bulunuyordu. Kafes parmaklıklar ardına kapatılmış gibi duran oval taşın çevresini ağacın köklerini anımsatan kahverengi kökler sarıyordu. Koyu ama yer yer açık maviliği de taşıyan bir taştı. ‘’Çok güzel,’’ dedim hayran bir şekilde taşın üstünü okşarken. Taşı okşar okşamaz parmağımın üstüne bir ferahlık dağıldı sanki ve tüm huzursuzluğumu, toprağın kökünden sökülen uğursuz bitki gibi aldı götürdü. Anneannemin sesine bulandırdığı gülümseme, kelimelerine de bulaşırken, ‘’Biliyordum,’’ demesine bir şey söylemedim. ‘’Ben tasarladım. Çok özeldir.’’ İblis göz ucuyla kolyenin taşına bakarken dudakları ince bir çizgi halindeydi. Umursamaz ve tok sesiyle, ‘’Güzel boynuna yakışır,’’ dedi ardından tahtına sırtını daha da yasladı. Parmaklarında sallanan kadehini tekrar dudaklarına götürürken sessizdi. İblis’imin iltifatına aldırmadan anneannemin en son söylediği kelimede takılı kalan zihnim, kaşlarımı tekrar merakla ve beklentiyle havalandırdı. Dudaklarımın şaşkınlıkla aralandığını anneannemin ağzıma odaklanmasından dolayı fark ettim. ‘’Nasıl?’’ Sesim oldukça kısık yükselmişti. Nilüfer şaşkın halime bakarak kıkırdadı, ‘’Söylediğim gibi, boş zamanlarımda kolye tasarımları yapıyorum. Fakat bu taş çok özeldir. Erkuran soyuna ait ama aile yadigarı da denemez.’’ dediğinde hala şaşkınlığım sürüyordu. Bakışlarımı süet kutuya indirip içindeki görkemli taşa bakarak tekrar kafamı kaldırdım ve anneannemin beklentiyle kaşlarını havaya kaldırdığı yüzüne odaklandım. ‘’Evin, sana anlatacaklarımın başlangıcına geldik.’’ dedi ciddiyete bürünen sesiyle. Aniden ciddiyete bürünmesine karşılık beklentiyle ona baktım. İsmimi söylediği zamanlar nadir olurdu, genelde bana tari’a ya da vo’ur derdi. Merak, ruhumun bir tarafında büyüyüp kabarırken İblis’in de kaşları derince çatıldı. Anneannem efsunlu sesiyle, ‘’Bu taşı taktıktan sonra bir daha geri çıkaramazsın.’’ dedi. İblis dudaklarının arasından alayla harmanlanmış kısık bir nefes döktü; rahatlamışa benziyordu. ‘’Öyle bir konuşuyor ki sanki devlet taşı.’’ Kıkırdadım, ‘’Anneanne, taşı beğendim. Her kıyafetime de uyar, merak etme hiçbir zaman çıkartmam.’’ dedim ama Nilüfer beyaz saçlarını sallayarak kafasını iki yana salladı. ‘’Anladığını sanmıyorum,’’ dedi mırıldanarak, dalgın sesiyle. Gök gürültüsü havayı sararak evimin içine dolarken irkildim ama kısaca hızlanan kalbim eski ritmine kavuştuğunda ana tekrar odaklanmam kısa sürdü. Yağmur şiddetini bastırarak salona dolmaya başladı. Nilüfer, o gürültünün arasında efsunlu yükselen sesinin bende nasıl etki bıraktığını bilmeden, ‘’Gerçekten çıkartamazsın. Taş seni seçer, sen taşı değil.’’ demişti. İblis’le bakıştık, kömür karası gözlerini bayarak bana bakıyordu; bu saçmalığa inanmadığı belliydi. ‘’Tatarus aşkına,’’ diye inledi tavana doğru bakarak. ‘’Neden bu kadınla normal bir konuşma yapamıyoruz?’’ Kafamdaki haklı isyana sesimi çıkartmadan, ‘’Anneanne,’’ dedim tekrar, tatlı sesimle. ‘’Abartmıyor musun, bu konuları? Ertha Kitabı’nı bana verirken de tuhaftın, ona fazla takılmayışım kitabın ve anlattıklarının gizemli havasına ilgi duyuşumdandı.’’ Nilüfer güldü; gülüşünün sahte olduğunu yavaşça solan tebessümünden kavramıştım. ‘’Uyarımı yapayım, sonra kızma.’’ dedi tek omzunu silkerek. ‘’Hadi dene,’’ Gözleri bir kolyeye bir bana kaydı. ‘’Taktıktan sonra sana bir şey daha göstereceğim ve o, asıl korktuğum sohbeti başlatacak.’’ dediğinde sesindeki efsunlu hava tüylerimi ürpertti. Merak iyiden iyiye ruhuma çöreklenirken yumuşakça yutkundum. Gök gürültüsünün mavi ışığı, yüzlerimize yansıyıp geri çekildi. Kolyeyi kutusundan dikkatlice çıkartıp küçük klipsini açtığımda İblis’le kısa sürede bakıştık. Havaya kaldırdığım kolyenin taş kısmı, sanki okyanusun üstüne sinmiş güneşin parlaklığını almış gibi canlandı; cam bir anlığına gözlerimi alacak kadar parladı ama ardından ışık, canını kaybetti. Göz yanılması olduğunu düşünüp aldırmadım. Klipsi boynumu eğip arkadan kolayca takarken parmaklarımla gerdanımda asılı kalmış olan taşa dokundum ve anneannemin gururla parlayan gözlerini yüzümün her zerresini incelerken fark ettim. Kaşlarım istemsizce çatıldı ama dudaklarımdaki huzurlu tebessümü silmedim. ‘’Taş beni seçti herhalde,’’ dediğimde alayıma karşılık şen bir kahkaha attı. İblis de söylediğime alttan alta kıkırdarken, o mayhoş sesinin odada yankılanmasıyla gülümseyişim samimiyete dönüştü. Anneannemle İblis’in gülüşüne seslice kıkırdamadan edemedim. Nilüfer, ‘’Haklısın ve şanslı…’’ dedi imalı sesiyle. Çenesini dikleştirip, beyazla siyahın karıştığı kaşlarını havaya kaldırarak; ‘’Git bana Ertha Kitabı’nı getir.’’ dedi, arkamda kalan merdivenleri çenesiyle gösterirken. Sorgulayan gözlerle ona baktım, ‘’Neden?’’ diye sorduğumda güldü. Gözlerinin kenarlarındaki kırışıklıklar içimi ısıttı ama içimi ısıtan bu sıcaklığını, şaşkınlıktan donmuş kaslarıma yansıtamadım. ‘’Şimdi söylesem, inanır mısın? Göstermem gerek.’’ İblis de kuşkulu ifadesiyle kaşlarını çatarak anneanneme bakarken, ‘’Ne oldu birden?’’ dediğinde, boşta kalan parmaklarını havada şıklatarak, ‘’Tabii ya,’’ dedi. ‘’Geri isteyecek kesin, Toprak. Sana iyi gelmediğini sezdi belli ki…’’ Gözlerimi devirerek İblis’in kocaman aralayıp bana sahtelik kokan şaşkınlığıyla bakmasına aldırmadan ayağa kalktım. Merak kalbimin etrafını sararak baloncuk haline geldiği için adımlarımı hızlandırıp merdivenleri apar topar tırmandım. Odamın kapısından içeri girerek tam karşımdaki masamın üstünde duran kitaba doğru ilerledim. Kabartmalı cildini avcumun içinde hissederek tekrar odadan ayrıldığımda yine apar topar merdivenleri inip salona doğru yürüdüm. Anneannem heyecanıma sırıtırken, ‘’Beğendin herhalde?’’ dediğinde kitabı elimden çoktan almıştı. ‘’Hı?’’ Kaşlarımı havaya kaldırarak mırıldandığımda, anneannem kitabın sayfalarını çevirmekle meşguldü. ‘’Bayağı okumuşsun, tari’a. Beğendiğine sevindim.’’ ‘’İlgimi çektiğini söylemiştim,’’ dedim umursamazlıkla. Yanına yavaşça otururken atmosferin, Nilüfer’in bakımlı elleri arasında tuttuğu kitapla değiştiğini hissettim. Sanki ortamdaki hava basınçlı bir havaya dönüşmüştü ve kalbime ağırlık yapıyordu. Sayfalar çevrilirken de bu his azalmadı, aksine boğazıma doğru yönelen görünmez ellerin kasvetini hissettim. Canavar zihnimin koridorlarında gürültüyle hırladığında gergince yutkundum. İblis bile sesi duymuş olmalıydı çünkü kadehinin içindeki sıvının yüzeyi uğursuzlukla titredi. Tek kaşını kaldırarak kadehinin içine bakan İblis’e aldırmadan Nilüfer’e bakmaya devam ettim. Eğer İblis bakışlarını yakaladığımı fark ederse, soru sorardı ve kaçınılmaz son olan nutuğunu şu an çekemezdim. Nilüfer sayfaları karıştırırken, ‘’Bu dünyada insana verilen en büyük güç, nedir?’’ dedi. Birden gelen ciddiyet kokan soru karşısında afallayarak kalakaldım. Bakışlarım çevirdiği sayfaların üstündeki M’rice kelimelerinden sıyrılarak yukarı kalktı ve Nilüfer’in aşağı bakan gözlerini hedef aldı. Yağmur evimin içinde yağıyormuş gibi bastırmaya ve esen rüzgar, dış cepheden gürleyerek kulaklarımızı uğuldatmaya devam etti. İblis alayla, ‘’Öyle bir güç mü varmış?’’ dedi. Kadehini sallayıp dudaklarına götürürken asilliğinden taviz vermeyen siluetine bakıp anneannemin sorusuna odaklandım. ‘’Kelimeler,’’ dediğimde aslında bunu kitaba baktığı ve sayfalarından gözünü ayırmadığı için tahmin etmiştim. Yine de Nilüfer kafasını sallayarak beni onayladığında bir şey çaktırmadım. ‘’Kitapların da güçlü olmasının sebebi budur,’’ Gözlerini üstüme aniden çevirdi. ‘’Sayfalar kelimelerin gücünün gölgesini taşırlar. O yüzden kitaplar hiçbir zaman yarım bırakılmamalıdır.’’ Bakışlarımı tekrar kitaba indirdiğimde o kitabın yarım kalan sayfaları, boş olan yerleri aklıma düştü. Yine de her şeyden emin olmak adına, ‘’Ne demeye çalışıyorsun?’’ dedim sorgularcasına yükselen bir sesle. Güldü, ‘’Sana verdiğim kitap asla yarım olmadı. Sadece o sayfaların üstünde yazılanları göremedin. Şimdiyse verdiğim o kolyeyle görebilirsin,’’ dediğinde İblis kafasını geriye yatırarak tavana doğru baktı. ‘’Gerçekten mi?’’ dedi alayla mırıldanıp. Kalın sesi harflere bulaşırken sanki melodi mırıldanıyormuşçasına ritmikti. ‘’Tatarus’u çok kızdırmış olmalıyım.’’ Kafasını aşağı eğerek Nilüfer’le benim yüzüme sıkılgan tavrıyla bakarken mekanik sesiyle devam etti. ‘’İki deli kadının arasına düşmemin tek nedeni bu olabilir.’’ İblis’e aldırmadan kalbimin çevresini saran merak baloncuğunun patlamasını işittim. Kabarmalar bir bir patlayarak damarlarıma karışıp oradan zihnime doluştu. ‘’Nasıl?’’ dedim, nedense sorgulamıyordum çünkü içten içe bir şeylerin farkında gibiydim. Ne olduğunu veya neyin farkında olduğunu bilmiyordum ya da emin değildim; yine de onlarla karşılaşacak cesaretimi içten içe büyüttüğümü hissediyordum. Nilüfer kitabı tekrar bana uzatırken, ağır bir sakinlikle fısıldayarak, ‘’Sadece kitabı inanarak çevir.’’ dedi. Beklentiyle parlayan gözlerine ardından eliyle uzattığı kitap arasında mekik dokudum. Kitapla uzun süre bakışmam, İblis’in bile canını sıkmış olmalıydı çünkü baygın gözlerle bana bakarken derin bir nefes vermişti. Kitabın mor-mavi karışımı kapağını araladığımda derinlerimde hiçbir şeyin aynı kalmayacağını hissettim. Bir an için. Kitap Naenia Ülkesi’ni kısaca anlatarak başlıyordu. Gecenin kaburgalarından damlayan karanlığın içinde, derin sükutla parlayan Kanlı Ay’ın altında olan mağara girişiyle Naenia’ya girebiliyordunuz ama sadece Kanlı Ay gerekmiyor; Kanlı Ay zamanında yağmur da yağması gerekiyordu. İhtimali zor bir zamandı, efsane olmasa bile oraya girmek için hem zamanı tutturmak hem de önemli bir kişi olmanız gerekirdi; mağara herkese görünmüyordu. Kitap bej rengi kaliteli kalın sayfaların üstünde çizilmiş karakalem resimleriyle doluydu. Efsaneler, arta kalan boşluklarda siyah renkte, efsunlu görünen kıvrımlı harflerle süslenerek anlatılıyordu. Hoşuma giden kitapta anlatılanların yanı sıra, içeriğinin kalitesiydi de… Parmaklarımın ucuyla kalın sayfayı değiştirirken Naenia’da yaşayan önemsiz yaratıkların resimleri göründü. Bir Xiya, koruyucu ruhtu ama ne tür şekle büründüğü belirsizdi. O yüzden bej renkli kağıdın üstündeki fotoğrafta her bir canlıdan vardı; köpek, kedi, kartal, kuzgun, karga ya da kurt, aslan… Hatta ejderha. Küçük bir yaratık olabilirdi ya da dev gibi kocaman da olabilirdi. Korkunç ya da sevimli bir canlı da olabilirdi. Genelde Xiya’lar efendilerine karşı sevimli; düşmanlarına korkunç yönünü gösterirlerdi. Pencereden içeriye gürültülü bir gök patlamasının mavi ışığı girdi ve salonu aydınlatıp tekrar gölgelendirdi; sessizlik salonun tam ortasına çöreklenirken kitapları yavaş yavaş, sanki ilk defa inceliyormuşum gibi çevirdim. Serinlik, salonda hayalet misali dolanırken o soğuğun nereden geldiği önemini kaybetti. Önemsiz yaratıkları geçiverdim, aralarda bulunan otlarla ilgili formüller veya ne işe yaradıkları göründü. Boş sayfaların olduğu yerler, önemli yaratıkların ve sırların saklandığı yerler olduğunu düşünüyordum. Kitabın diğer ilgi çekici noktası da buydu. İlk zamanlarda ve anneannemin anlattıklarından önce baskı hatası olarak nitelendirdiğim boş sayfaları, artık bilmem gereken asıl hikayelerin döndüğü yer olarak düşünüyordum. Bilinmezlikten nefret eden ve ardına bile bakmadan kaçan bana göre, hoşuma giden ilk boşluk buydu. Oralara çabucak geliverdim. Nilüfer’in dikkatli bakışlarını yüzümde hissediyordum, sessizdi ve sessizliği bana ağır geliyordu. İblis sıkılmış ifadesiyle kadehini parmakları arasında tutarak döndürürken dudaklarını uzatmış yanaklarını şişirmişti. Bir yandan bana ve ilgisiz bakışlarla kitaba bakıyordu. ‘’Sanki ne olacaksa…’’ dedi mırıldanıp, kaba sesiyle. Boş sayfaya geldiğimde derinlerimdeki canavarın karanlıkta kükrediğini hissettim. Patlayan şimşek tekrar salonu aydınlatıp geri çekildiğinde, salona loş karanlığın omuzları çöreklendi. Beklentiyle boş sayfaya bakarken bir şey olmadığını fark ettiğimde, ‘’Hani?’’ dedim, ilgisizce. Bej renkli kağıdın pürüzsüz yüzüyle bakıştım. İblis omuzlarını sarsacak şekilde kıkırdadı, dumanları etrafına uçuştu. ‘’Bir de, ‘’Hani?’’ demez mi?’’ Sırıttı, ‘’Ulan Toprak…’’ dedi ardından, dayanamayarak kıkırdayıp. Kıkırdamasının önüne taş koyulmuş gibi sesi kesildi ve kuzguni gözlerinin kısılıp boynuma doğru inişini fark ettim. Ardından kirpikleri yavaşça aralandı, ‘’Toprak…’’ dedi bu sefer ciddiyetle, fısıldayıp. Nilüfer’in cüretkar bakışları altında ezilirken yüzüme çarpan ışıkla bakışlarım ondan kayarak boş sayfaya yöneldiğinde, altın sarısı sim misali görünen ve aşağı doğru yağmur damlaları gibi akan kelimelere bakakaldım. Ardından bakışlarım, bembeyaz boynumda asılı duran Calkarnel taşının büyülü parıldayışına takıldı. Kopkoyu lacivert renkte parlarken pürüzsüz tenimin etrafını biraz aydınlatıyordu. Kalbim depar atmaya başlarken ellerimin titrediğini fark ettim. ‘’Nilüfer…’’ dedim fısıltıyla, korku içinde. Nilüfer’in ılık sesi araya karıştı, ‘’Sakin ol…’’ dedi mırıldanıp. İblis şaşkınlık içinde kitap sayfasına bakarken sırtını tahtından ayırdı ve ilgisizlikle düşen omuzlarını dikleştirdi. Dehşetten karıncalanan avuçlarım titremeye başladığında kucağımda duran kitap balyozun ağırlığına büründü, parmaklarım kitabı taşıyamaz hale geldi. ‘’Nilüfer, ne oluyor?’’ dedim korkunun çığ misali büyüyerek dehşete dönüştüğü zamanda. Hala kelimelerin karman çorman uçuşarak farklı yönlere dağıldığı sayfaya bakıyordum. İblis kaşlarını çatarak sessiz kalan anneanneme baktığında, benim de bakışlarım onun gözlerinin rotasını takip ederek beklentiyle ama bu anın geleceğini bilen gözlerle suratıma bakan anneannemle bakıştım. Yay gibi duran ince, tek kaşını kaldırarak, ‘’Oku,’’ dedi, anneannem. Emir vaat eden sesi kulaklarıma taşındığında, hayaletten daha soğuk olan ve bir ölümü çağrıştıran soğuğu derinlerimde hissettim. Canavar sanki o dipsiz derinde hırladı ve kükredi. Bakışlarım tekrar bir zamanlar boş ama şu an, anlam veremediğim şekilde dolu olan sayfaya kaydı. Kelimeler yerine oturmuş, bir düzende beklemişti ve bu kelimelerin rengi, altın sarısıyla parlıyordu. Diğer sayfalar normal duran, siyah harflerle döşeliydi. Orman gürleyerek yapraklarını aramızda hışırdattı sanki, yağmurun bastırarak sesini gürletmesi üzerine neden olduğunu anlamadığım dehşet, emekleyerek bana doğru yaklaştı. Anlamını bilmediğim kelimelerle bakışırken kaşlarım çatıldı. M’rice dilinden oluşan ama bana yabancı gelen kelimelerle bakıştığımda, zihnimdeki benden daha zeki olan İblis’e baktım. O da kaşlarını sorgularcasına çatarak sayfaya bakarken kafasını iki yana sallamakla yetindi. Benden ses çıkmayınca, ‘’Eski M’rice.’’ dedi anneannem, fısıltılı sesiyle. O an birden, zihnimin derinlerinden ince, fısıltı dolu kalın ses yayıldı. ‘’Le’a morta.’’ Tüylerim şaha kalkarken ensemden kayan görünmeyen buz tabakasını hissetmişçesine ürperdim, kafamı sağa sola sallayarak önümde duran harflere odaklanmaya çalıştım. ‘’İgusta gerta viean mau ya’ur. (Seni bekliyorum.)’’ Ses bir kartopu boyutundayken koridorlarda yuvarlandı ve çığ haline geldi. Kalbim sıkıştı, terleyen avuçlarımı hissederken korkudan tutulan dilimle kalakaldım. Toparlanmak için sertçe yutkundum, lakin nafileydi. Toparlanamıyordum, bir cam kırığı gibi parçalarım zemine dağılmıştı ve onlarda gördüğüm yüzler farklı duyguların yansımasını gösteriyordu. Dehşet, korku, heyecan… Panik. Asla bana kurulmayan cümle, zihnimde yankılanmıştı ve o sesin tanıdık bir canavardan yükselmesi korkumu dehşete; dehşeti de paniğe çevirmeye yetmişti. Anneannem mırıldandı. ‘’Okuyabilir misin diye merak etmiştim. Harfler tanıdık gelse de onlar aslında karman çorman cümlelerdir. Okuyamıyorsan zorlama; her şeyin zamanı var.’’ Ona bakmıyordum, hala şaşkınlık denizinde sırılsıklam olmuş vaziyette altın renkte parlayan kelimelere bakarken; anneannemin sesi bile beni gerçekliğe sürükleyemiyordu. Bu nasıl olmuştu? Neden bu kadar sakindim? Zihnimde çağlayan misali gürleyen o ses kime aitti? Korkuyordum fakat şaşkınlık ondan daha baskın gelmeye başlamıştı; ur misali ruhuma yapışmış giderek büyüyordu. Bana ağır geliyordu ve omuzlarıma binen o yükü taşıyamayacağımı düşünüyordum. Her şey birden gelişmişti ve ani gelişen olaylar beni güvensiz hissettirirdi ve konfor alanımdan uzaklaşmama neden olurdu. O yüzden, öleceğimi sandım. Boğulduğumu hissettim. ‘’Şaşkın bakışlarını artık kitaptan çek,’’ dedi Nilüfer, durgun sesiyle. ‘’Sana verdiğim Calkarnel taşının normal bir taş olmadığını sana söyledim. Aynı zamanda gizli olan her şeyi açığa çıkartan bir taştır. Sana göremediklerini gösterir ve bir kere taktığında, onu çıkartman imkansızdır.’’ İblis dehşet ve yüzünü kırıştıran öfkeyle Nilüfer’e baktı, ‘’Şimdi,’’ dedi dişlerini sıkarak. ‘’Ne sikim oluyor bilmiyorum…’’ dedi, oturduğu yerde rahatlamamışçasına hışımla ayağa kalktı ve odada volta atmaya başladı. Birden bana tepeden bakarak, ‘’Aklımı mı kaçırdım?’’ dedi, şaşkınlıkla harmanlanmış tuhaf sesiyle. Kafamı iki yana sallayarak kaçınılmaz sona kendimi hazırladım. Ona bakmaya devam ettim, ben de korkuyor ve panik halinde titriyordum. Bacaklarım sanki salonu saran ahşap zemin sarsılıyormuş gibi titremeye başlamışlardı. Ellerimin arasında tuttuğum kitap, balyozdan daha ağır şeye dönüşüyordu. Korkuyla derin bir nefes verdim; sakin olmak zorundaydım çünkü eğer paniğe daha fazla kapılırsam hiç iyi şeyler olmazdı. İblis gölgeli, karanlık boynunu yukarı doğru kaldırarak dudaklarının arasından dışarıya doğru hırıltılı nefes verdiğinde bunun şaşkınlık ve öfkeden olduğunu biliyordum. Ne hissedeceğimi ya da nasıl davranacağımı kestiremeden öylece boşluğu izledim. Nilüfer’in arkasında kalan tekli koltuğun yüzüne bakıyordum ama bakışlarım, dalgındı ve gördüğümü kavrayamaz haldeydi sanki. ‘’Gerçekten çıkartamaz mıyım?’’ dedim, hissettiğimin aksine tekdüze sesimle. Renkli gözlerim tekrar, anneannemin yeşil ve kızıl harelerine tutundu. Anneannem sakinliğimden yararlanarak ellerini birbirine yavaşça sürttü ve düşüncelerini toparlamak için sessizliği kullandı. Keskin bir tavırla, ‘’Evet.’’ dedi, aynı kelimeleri özenle tekrar etmeden önce. ‘’Hatta seni seçmeyeceğinden korkmuştum ama hemen kabullendi. Kendisini takmasına izin verdiği kişiler oldukça nadirdir, Evin Yağmur.’’ Artık o sinsi korkunun pençelerinin ruhuma geçtiğini hissediyordum. Hışımla ayağa kalktığımda kucağımda duran Ertha kitabı yere gürültüyle düştü ama aldırmadan titreyen elimi boynuma götürdüm ve kolyenin ince ipini kavradım. ‘’Ben böyle bir taş istemiyorum! Niye, nereden, nasıl?’’ dedim şaşkınlıkla araladığım gözlerimle Nilüfer’e bakarak. Aklımı kaçıracaktım ve kelimeler zihnime o kadar doluşmuştu ki dilime ağır geldiklerini ve onu hareket ettirmediklerini sandım. Nilüfer korkumu ve şaşkınlığımı, olgunlukla karşılayarak bana uzun uzun baktı. Gergince yutkunduğunu, pürüzsüz boynunun kıpırdanışından fark ettim. İblis de ayağa kalkarken tahtının önünde bir sağa bir sola gezinerek volta attı. Karanlık zihninde ne düşündüğünü merak ediyordum, kaşları düşüncelerinin etkisiyle çatılırken dudakları öfkeden dolayı gergin bir ip gibi gerilmişti. ‘’Zeki kadın,’’ dedi duraksayıp, boş bakan gözlerini tavana dikerken. ‘’Öyle zeki ki, seni kolayca manipüle etti ve ben buna izin vermeye mecbur bırakıldım.’’ Onun söylediklerini umursamadan anneannemin yüzüne baktığımda, parmaklarımın arasında tuttuğum ipi gerdikçe gerdim. Nilüfer’in durgunlukla dolu gözleri hiçbir duyguyu ele vermeden kolyeyi tutan elime ve onu geren parmaklarıma baktı. Bacak bacak üstüne atarak, yaptığım hareketi dümdüz bir ifadeyle seyretti. Yüzüne bakarak ipi çekiştirdim ama ensem ipin bıraktığı izle acımaya başlamıştı, kızardığından emindim. Yine de ip kopmamıştı. Ayrıca ipi gerdikçe ince demirin giderek ısındığını ve parmaklarımı yakarak uyuşturduğunu hissettim. Parmaklarımı hışımla acıtan bölgeden çekerek bedenimin yanına indirdiğimde elimi açıp kapattım ve avcuma batan görünmeyen iğnenin uçlarını anlamsız hareketlerle geçirmeye çalıştım. Anneannemin tepkisiz suratına bakarken, ‘’Nilüfer,’’ dedim, dehşetle fısıldarken. ‘’Bunlar ne demek oluyor?’’ ‘’Sana anlatacaklarım, okuduğun kitaptan farksız değil. Ayrıca sana zaten kitapta kalan boşlukları anlatmaya çalışıyordum,’’ dediğinde tepesinde dikilerek ona tuhaf tuhaf baktım. İblis aklına düşen anılarla gözlerini sonuna kadar araladı, ardından gözleri derin bir öfkeyle kısılarak Nilüfer’in suratına baktılar. Onun karanlık zihnine düşen, sonunda benim de zihnime düştüğünde koridorların sonundaki anılar kapısı ardına kadar aralandı. Anılardan gelen o derin ses naif bir tınıya dönüştüğünde, anneannemin beyaz yüzü gülümseyerek zihnimin karanlık köşelerinin içinde ışık misali parlarken, o naif ve narin sesi kulaklarıma doldu. ‘’Tari’a, iyi dinle, sana bu gece duyman gerekenleri anlatacağım.’’ Vücudumda akan kanlar fokurdamaya başladığında boşalan ve hareket özgürlüğümün sınırlarını zorlayan ellerim bedenimin iki yanında titremeye başladı. Her efsane anlatışında ilk önce bu cümleyle başlardı; nedenini sorduğumdaysa böyle daha gerçekçi olduğundan bahsederdi ve ben de atmosferin büyüsünden bir şey söyleyemezdim. Haklıydı, hikayeler öyle daha efsunlu bir hale bürünüyor ve anlattıkları gerçeklik kazanıyordu; bu da eğlenmeme neden oluyordu. ‘’Benim aklım karıştı,’’ dedim kafamı iki yana sallayarak. ‘’Anlattığın her şeyi efsane adı altında anlattın bana; gerçek değillerdir, değil mi?’’ Ardından bu cümleyi dudaklarımın arasından döker dökmez aklıma gelen fikir, gözlerimi şaşkınlıkla aralamama ve Nilüfer’in durgun, ifadesiz duran suratına bakmama neden oldu. Her gelişinde, efsane adı altında hikayeler anlatmasını ve bunun için geceyi beklemesini hatırladım. İblis dün gece, neden her Dolunay gecesi sonrası anneannemin geldiğinden bahsetmişti. Kanlı Ay, Dolunay’ın en canavar ve kana susamış haliydi. Burada fazla Kanlı Ay göremezdim ama dolunay, anneannem için bu yüzden önem taşıyor olmalıydı. Yine de düşünceler o kadar hızlı dağıldı ki, tüm bunların hala saçmalıktan ibaret olduğunu içten içe düşünüyordum. Mırıldanışlarıma karşılık hissettiklerim yanardağ fokurdamasına denkti. Her şeyi yakıp kül edebilirdim ama karşımda tüm berraklığıyla akan dere vardı sanki. Hiçbir şey yapamıyordum. Nilüfer bana anlayış dolu gözleriyle bakarken, kızıl-yeşil gözlerinin derinlerinde fark edilmeyecek kadar zayıf kıpırtılar gördüm. Onlar benden sakladığı her şeydi; gerçekleri ya da duyguları… Bana uzunca bakarken, kısa süren sessizliği bozarak, ‘’Sana her şeyi düzgünce anlatacağım. Sana geçmişte anlattıklarım her zaman gerçeklerdi ve beni bu yaşına kadar dinlemen için senin ilgi alanını kullanmalıydım.’’ Ağır ağır fısıldayarak söylediği sözler, atmosferi boğdukça boğdu; havadaki oksijeni gerdiğini ve artık doğru düzgün nefes alamadığımı hissettim. Kabuslarım gerçek mi oluyordu yoksa kabuslarım zaten gerçekleri mi bana gösteriyordu? Öfkelendiğimi hissederek, ‘’Beni güzel manipüle etmişsin, bravo.’’ dedim, avuçlarımı birbirine çarpıp tok sesler çıkartırken; vuruşlarım anneannemin yüzüne doğru rüzgar estirdi, siyah rimelli kirpikleri her alkış yaptığım titriyordu. Fakat bu söylediğim bile belki de ona içten içe inandığımı kabul ettiğimi gözlerim önüne seriyor ve yine kendimi bu düşüncenin saçmalığına kaptırıyordum. İblis volta atmaya devam ederken dumanlarını etrafa yayıyordu; zehir zemberek kokan dumanlarının titrediğini fark ettim. Öfkelendiğinde veya gergin olduğunda dumanları titrekçe havaya karışırdı. Mırıldanarak, ‘’Sadece seni kandırmadı.’’ dedi, hala volta atarken. Sesli düşünmeye devam ederek mırıldanırken, ‘’Beni de kandırdı ve bunu varlığımı bilerek yaptı,’’ dediğinde kafamın içinde aniden duraksadı. Kaşlarım çatılırken duraksayan, büyük şaşkınlıkla araladığı kuzguni gözlere baktım. Afalladım. Gök gürültüsünün sesi gökyüzünde hafifçe gürleyerek kendini belli etti, birazdan mavi ışığın salonumu tekrar aydınlatacağından emindim. Kafamı sağ tarafa çevirip yağan yağmura ve camekanlara yapışan damlaları seyrettim. Cam giderek buğulanmıştı ve dışarıdan esen rüzgarın uğultusunu duyuyordum. Buğulu camın yüzeyinde, ayakta dikilen şaşkın ve öfke dolu suratımla karşılaştığım an bakışlarımı oradan çekerek Nilüfer’in üzerine kaydırdım ve ona tepeden bakmaya devam ettim. Nilüfer’in de tepkilerimi görüp paniklemesini istedim; sadece ben panikliyor olamazdım değil mi? Yine de ay kadar parlak teni ifadesiz, bakışları ölü gibi cansızdı. İçimden, ‘’Ne demek seni biliyordu?’’ dedim, tekrar refleksle camdaki boydan yansımama bakarken. Yüzümün giderek solgunlaştığını fark etmem zamanımı almadı, mavi ve kızıl harelerim ne hissedeceğinden emin olmamış halde karmaşık bakıyordu. Anneannemin ince sesi ona tekrar dönmeme neden olurken, kaşlarını havaya kaldırarak kırıştırdığı alnına sonra beklenti ve sakinlikle parlayan yeşil-kızıl harelerine baktım. Tekrar, ‘’Bugün doğum günün, gerçekleri bilmeye hakkın var,’’ dediğinde ellerim iki yanımda yumruk haline geldi ama ardından onları tekrar çözdüm. Ensemden tutup başımı su dolu kovaya bastırıyorlarmış gibi boğuluyor hissediyordum. Bunaltım, kalbimin ritmini artırarak sıcaklığın tenime hücum etmesine neden oldu. Öfkeliydim ama neden bu kadar pasif hissediyordum? Az önce patlayan gök gürültüsünün sesini, şu an odayı ışığıyla parlatan bedeni karşıladı. Nilüfer fısıldadı. ‘’Zaman yaklaşıyor, tari’a.’’ İblis yüzündeki alay dolu gülümsemesiyle, kıstığı kuzguni bakışlarını Nilüfer’e dikerken ona tepeden bakmaktan çekinmedi. Ağır adımlarla tahtına doğru ilerlerken, yine ağır sakinliğiyle tahtına kuruldu. Elinde tuttuğu kadehini evirdi çevirdi ve altın sarısı parlayan kadehini dudaklarına götürdü. ‘’Beni bildiğini biliyorum,’’ dedi. Nilüfer’in anlatacaklarıyla şu anlık ilgilenmiyor gibiydi. Önemli olan onun için, kendisini biliyor olmasıydı. ‘’Beni kandırmak için hiç ilgimi çekmeyen türü kullandı, efsaneyi. Efsane anlatacağım diye sana bilmen gerekenleri anlatırken o kadar abarttı ki bazı zamanlar, o saçmalıklardan sıkılıp kapıyı suratına çarptım, Toprak. Çünkü bilmemem ve asla duymamam gereken noktaların da farkında olup buna göre anlatıyordu; yani seni etkilememe izin vermedi.’’ İblis’in söyledikleri, savunma duvarlarımı olduğundan da çok yükseltirken Nilüfer’in suratına aval aval baktım. Başında dikilen bana bakarken parmaklarının ucunu yavaşça deri koltuğunun üstüne vurdu. ‘’Gel, otur.’’ Yumuşak yükselen sesi, şiddetini artıran yağmur damlalarının arasına karıştı ve o kabaran sesin arasında kayboldu. İblis gerginliğinden kurtulmuştu ama dumanları hala meltemin etkisiyle kıpırdayan yaprak misali usulca kıpırdıyordu. Öfkenin izleri ruhundan asla tamamen kaybolmazdı, Nilüfer onu oldukça öfkelendirmişti çünkü ikimiz de kandırılmaktan hoşlanmazdık. Yalansa, bu hayatta en nefret ettiğim manipüle tekniklerinden biriydi. Yine de Nilüfer’in dediğini yapıp yanına tekrar otururken, yere düşen mavi-mor kapaklı efsaneler kitabını kaldırdım ve cam sehpanın üstüne koydum. Arkaya doğru yaslandığımda sırtım koltuğumun alçak dayanağına çarptı ama rahatsız olmadan Nilüfer’in yuvalarına dönen irislerine baktım. Bir o yana bir bu yana bakıyor, düşüncelerini düzgünce sıralamak için susuyordu. İblis’in yarım yamalak sırıttığı yüzüne odaklandım, gözlerini kısarak Nilüfer’e bakarken dilini ağzının iç yanaklarında dolandırıyordu. Bir süre sonra, omuzlarını ve göğsünü titretecek şekilde kıkırdarken gür, kalın kıkırtısı odasının duvarlarını titretip zihnimin koridorlarında dolandı. ‘’O kadar tehlikeli bir kadınsın ki…’’ dedi kafasını iki yana sallayarak, imalı bir ses tonuyla. ‘’Evin Yağmur,’’ dedi anneannem sonunda söze başlarken. Odağımı İblis’ten çekerek, Nilüfer’in karışık renklerle sarmalanmış beyaz saçlarına daha sonra güzel, zarif yüzüne ve en son, benim kadar karışık renkli gözlerinin derinliklerine baktım. Ne söyleyeceğini merak ediyordum ama bir yandan, yine yalanın kokusunu alırsam onu evimden kovardım. Bir kez kandırıldıktan sonra beni kandırmak imkansız hale gelirdi; çünkü İblis bunun asla tekrarlanmasına izin vermezdi. ‘’Söze nereden başlayacağımı bilmiyorum. Yirmi iki yaşına kadar beklememin sebebi vardı. Reşit olduğunda seninle daha yeni tanışmıştık ve bana ısınman gerekiyordu. Sen benim torunumsun, sana zarar gelmesini istemiyordum.’’ dedi, samimi olduğunu düşündüğüm sözlerle beni etkilerken. Gözlerinde yalana dair hiçbir izlenim göremediğim için çenemi hafif bir kavisle kaldırıp tepkisizce ona bakmayı sürdürdüm. ‘’Ailen gibi.’’ dediğinde fısıldayışıyla kaşlarım çatıldı ve yoğun bakan gözlerinin eşlik ettiği o cümlede içimde bir şeyler aradım; bir hareketlilik, fakat şu an hiçbir şey hissetmeyecek kadar aklı karışık ve şaşkın biriydim. Kibar görünen ellerinin avuçlarını gergince pantolonunun üstüne sürterken, ‘’Seni neden bulamadığımı merak ediyordun,’’ dediğinde bir an duraksadım. Kalbim ilk defa kendisini gösterip teklerken uğursuz bir sıcaklığın damarlarıma yayılıp kalbime karıştığını hissettim. Beklentiyle ona baktım, İblis de benden farksızdı. Yumuşak bir şekilde yutkunduktan sonra tüyden daha yumuşak yükselen sesiyle devam etti. ‘’Çünkü sen, normal bir çocuk değildin.’’ Kafamı alayla ve içimde büyüyen yangınla beraber sola doğru çevirip karanlık duran televizyonun yüzeyindeki yansımama baktım. İblis kaşlarını çatarak sağ dirseğini tahtının kenarına yaslayıp parmaklarıyla dudaklarını örttü; bıyık altı gülümsediğini biliyordum ama bunu bana göstermeme iyiliğini gösterdi. Gülüşü, öfkesindendi veya anneannemin dümdüz yüzüyle söylediği cümlesindendi. ‘’Teşekkür ederim,’’ dedim imalı sesimle, anneannemin yüzüne kaşlarım çatılı bakarken. ‘’Ailemin öfke problemleri olduğu için ya da geçimleri dar olduğu için beni bıraktıklarını düşünüyordum; beni istememelerinin asıl sebebini bu kadar apaçık söylemene şaşırsam da,’’ dedim dudaklarımı birbirine bastırarak, Nilüfer’in kocaman araladığı gözlerine bakıp samimiyetsizce sırıttım. ‘’Ne derler? Gerçekler acıtır mı?’’ diye devam ettim, zoraki yutkunduktan hemen önce. Ailem ben normal olmadığım için mi zarar görüyordu yani? Ağlamamak için kabarıp sönen göğsüm nefeslerimi düzeltmeme yardımcı oluyordu. Titrek nefeslerle sakinleşmeye çalışırken dilimi ağzımın içinde oynatarak yanağımın yumuşak iç kısmında dolandırdım. Yanan gözlerim anneannemin suratından kayıp arkaya, pencereye gürültüyle çarparak yapışıp inen yağmur damlalarına odaklandı. Orman yağmur ve kabaran bulutlardan dolayı karanlık görünüyordu. Saat öğlen vaktini gösterse de sanki akşam olmuş gibiydi. İblis’in hissettiklerimi hissetmesi bazı zamanlar hoşuma gidiyordu; yalnız olmadığımı hissettiriyordu. Bana uzun uzun, gözlerine yansıyan dumanlı bakışlarıyla bakarken sadece sustu ve derin bir nefes verdi. Kadehinden yudumlarken de sessiz kaldı. ‘’Saçmalamaz mısın, Evin? Böyle söylemek istemedim,’’ dedi Nilüfer, ince sesini şaşkınlıktan kabartarak konuştuğu için kalınlaşan sesiyle. Bakışlarım tekrar renklendirilmiş beyaz saçlı Nilüfer’in endişeden kırışmış yüzüne kayarken, ‘’Normal bir çocuk değildin çünkü hiçbir normal çocuk kafasında o şeyi taşıyarak gezmez.’’ demesini dinledim. İblis alınmış gibi dudaklarını büzerek uzattı, elini dramatik şekilde sol tarafına götürürken, ‘’Teessüf ediyorum,’’ dedi. Ardından elini kalp tarafından yavaşça indirirken, yüzünü aniden buruşturarak, ‘’Şey mi?’’ dedi küfredercesine, kendi kendine. Ona aldırmadan, İblis’in dakikalar önce söylediği düşüncenin gerçekleşmesine de şaşırmadan, ‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim, durağanlıkla. Beklemediğim anlarda, beklemediğim tepkiler verebilme yeteneğine sahiptim. Eğer acele edersem, Nilüfer’in kafamdaki tahtında büyümeme şahitlik eden kişiden haberi olması gerçeğini kabullendirmiş olurdum. Sazan gibi ortaya atılmaktansa her zaman kabuklarımın arkasından insanları seyredip ona göre başımı çıkarmayı öğrenmiştim. Nilüfer eğer beni kandırıyorsa, bunu ona kolaylıkla vermeyecek ve sonuna kadar direnecektim. Nilüfer derin bir nefes alarak, baygın bakan gözlerini üstüme dikti. ‘’Kızım, her şeyin zamanının var olduğunu söylemeye çalışıyorum. Seni bulmam zorlaştı çünkü o şey buna izin vermedi. O şeyin açığa çıkmasını beklemek zorundaydım. Fakat her şeye rağmen o kadar acemiydiniz ki yerinizi bulmam kolay oldu. Sence,’’ dedi söylediklerini sindirmeme izin vermeden, ‘’Tam reşit olduğun zamanda seni bulmam tesadüf müydü?’’ dedi, beklentiyle bana bakarak. Anneannemin bilmediği bir nokta vardı; İblis’le tam altı yaşında tanışmıştık. O anı unutmuyordum çünkü geçmiş, ruhumda asla geçmeyen izler bırakarak geçmişti. İblis gülercesine, ‘’Lan, yine suç başıma kaldı iyi mi?’’ diye söylendi. ‘’Bulunmaman da benim bir suçum yok, Toprak. Niye bulunmamanı isteyeyim, yaşadığın onca acı ve yalnızlığa şahit olurken?’’ Bu sorusuna verebileceğim cevabım yoktu; ama zaten her şey karman çorman bir hale bürünmüştü. İblis’le ilk tanıştığım zamanlarda birbirimizden hoşlanmazdık, genelde ondan nefret eden ben olurdum. O da pasif agresif tutumunu sergilerdi. Her şey olabilirdi, geçerli mantık çerçevelerini elimde tutmama ihtiyacım vardı. O yüzden İblis’in sorusunu yanıtlamadım, buna gerek de yoktu; çünkü her zaman kalbim, kalbinin üstünde atıyordu. Nilüfer’in söyledikleriyle zihnimdeki korkunç düşüncelerin esiri oluverdim; söyledikleri mantık dışıydı ama zaten gerçeklerin bana her zaman kapalı kapılar ardından baktığını hissederdim. Şimdi, loş karanlığın çöreklendiği ve yağmur sesinin giderek arttırdığı bu salonda Nilüfer’in pembe dudaklarından dökülen o uğursuz kelimeleri duyduğumda da bu zehirli gerçek benimleydi. Sanki hiçbir şeyi ben yaşamamıştım ama her şey tüm acı veren duygularla karşımdaydı; benimleydi, damarlarımda geziniyordu. Sessizlik içerisinde yutkunarak, yanan gözlerimi anneanneme diktim. Kaçınılmaz soruyu sormadan önce bekledim, boğazımın kenarlarında görünmeyen dikenler kendini belli ederek her yutkunmamda canımı yaktı. Fısıldadım, ‘’Anne ve babam beni neden terk etti?’’ Sorum karşısında afallayan sadece anneannem değildi; İblis de kafasını aşağı eğmiş, kadehinin içindeki sıvının üstünde duran yansımasına bakıyordu. Onun da afalladığını hissediyordum ama neden olduğunu kestiremedim. Belki bu soruyu sormam onu şaşırtmıştı çünkü aile kavramı bana o kadar uzaktı ki, İblis’le o yokluğu giderdiğimi düşünürdüm. Aile kavramı benim için belirli bir yaşa kadar takıldığım ve sonrasında boş verdiğim bir konuydu. Nilüfer tatlı nefesini dışarı verirken sürmeli gözlerini benden ayırarak arkamdaki beyaz duvara odaklandıktan sonra tekrar bana baktı. Bakışları ifadesizlik maskesini giyinmişti, onun arkasında her şey vardı ve bana yakındı ama elimi uzatsam dokunamayacak gibiydim. Duygulara bu kadar uzaktım. Nilüfer derin bir nefes vererek, ‘’Anlatsam inanmazsın,’’ dediğinde kaşlarımı kaldırıp ellerimi iki yana açtım. ‘’Nilüfer? Sence, bunu söylemek için geç kalmadın mı?’’ dediğimde İblis zihnimde kıs kıs güldü. Gülüşünde hala inanamamışlığın getirdiği şaşkınlığı ve zaman zaman beliren öfkesinin emareleri bulunuyordu. Anneanneminse yüzünde mimik oynamadı ama iki farklı renkteki siyah sürmeli gözlerinde, beni anladığına dair izler dolanıyordu. ‘’Pekala, şansımı deneyeyim o zaman. Dinle,’’ dedi dudaklarını birbirine bastırıp düz hale sokarken. Hala kararsızlığı gözlerinden okunsa da durağan sesiyle konuştu. ‘’Senin bile tahmin edemeyeceğin kadar uzun yıllar önce, Asir’in sebep olduğu savaşta kurban olan yalnızca kötüler değildi; masumlar da kurban oldu. Evin, anne ve baban seni terk etmek zorundaydı ama seni koruyarak bunu yaptılar. Ben oldukça güçlü biriyim, sezgilerim kuvvetlidir ve seni kolaylıkla bulabilirdim ama anne ve baban seni o kadar iyi korudular ki ben bile seni bulamadım. Soracak olursan, onlarla ben de konuşmuyorum ve nerede olduklarını bilmiyorum, sana yemin ederim.’’ Tüm cümlelerin arasında panoya astığım tek soru şuydu: Asir gerçek biri miydi? Asir’in gerçek olması demek, Naenia’nın da gerçek olması demekti ve tüm bunlar, aklımı kaçıracağım kadar saçma şeylerdi. Neler duyacaktım daha? İnanmadığımı hisseden İblis, ‘’Doğru söylüyor, Toprak.’’ dedi tekdüzelikle. Ona şaşırarak baktım, tek omzunu silkerek dudağının iki yanını sarkıttı. Tek elindeki kadehi dudaklarına götürmeden önce havada döndürerek, ‘’Ya da yalan konusunda ustalaşmış diyebilirim.’’ Kadehi dudaklarına götürüp içtikten sonra kaşlarını düşünceyle çattı. ‘’Aklımı karıştıran bir şey var. Her şeye rağmen Asir denilen varlığın gerçek olduğunu bu kadar normal nasıl söyleyebiliyor?’’ dediğinde bu soru benim de aklımda çoktan canlanmıştı. Ayrıca ailem beni ne için ve nasıl korumuşlardı? Asir saçmalığına inanmasam da, kolye şüphelerime kıvılcım püskürtüyordu. Kolye nasıl bir eşyaydı da bu kadar önemliydi? O kitap sayfası nasıl öyle hareket etmişti? Kurumuş dudaklarımı yalayarak kendime bir süre tanıdım; korkmam ya da öfkelenmem gerekirken sanki tüm hislerim alınmış gibiydim ya da tüm hislerim narkozun etkisinde uyuşmuştu. Bilinçaltımda meydana çıkan tek gerçek düşünce, tüm duygularımı uyuşturuyordu çünkü. İnanmama düşüncesi. Göğüs kafesimin arasında atan kalbimi hissetmeye çalışsam da hissedemiyordum. ‘’Asir’le anne ve babamın ne ilgisi var? Aklım daha fazla karışıyor, Nilüfer.’’ dediğimde kafasını anlayışla sallayarak, küt kesim saçlarının yanlarında sallanan tutamlarını önüne getirdi. ‘’Biliyorum,’’ dedi, mırıldanarak. ‘’Daha fazla konuşursam seni korkutmaktan korkuyorum, tari’a. Fakat şunu söylemeliyim; o, senin için gelmeden sen ona gitmelisin. Hem de bir an önce.’’ diye devam ettiğinde ona aval aval baktım. Düşüncelerim susmuş, bakışlarım Nilüfer’in benden kaçırdığı gözlerine takılmıştı. İblis memnuniyetsizlik kokan suratıyla, ‘’Güzel espri,’’ diye mırıldandı. ‘’Aklını kaçıracak şeyleri rahatlıkla yarım saatte anlattı ve hala seni korkutmamaktan mı bahsediyor?’’ Kafasını sallayarak, dudaklarının kenarlarını sarkıttığında, ‘’Bravo.’’ dedi, sahtelik kokan beğeni dolu sesiyle. Kadehini oval şekilde dans ettirerek baygın bakışlarını Nilüfer’e dikti ama daha fazla konuşmadı. Vereceğim tepkiyi İblis’in vermesi işime gelirken, tepkisiz suratımla Nilüfer’e bakmaktan vazgeçip, ‘’Nilüfer,’’ dedim mırıldanarak. ‘’Ben yaklaşık iki senedir kabus görüyorum.’’ Bir an söylediklerimi algılayamadı ve ağzını sessizce açıp kapadı; ardından titreyen kirpikleri sonuna kadar aralanarak bana donuk diyebileceğim bir yüz ifadesiyle baktı. ‘’Ne?’’ Derin bir nefes verdim ve sakin olmaya çalıştım. ‘’Kabus görüyorum; hemen hemen aynı kabuslar. Fısıltılar…’’ dedim hafızamdaki o oyuğun içine kabusun sularını doldurarak. Söyleyebileceğim pek bir şey yoktu. Nilüfer sertçe yutkunduğunda bakışlarım yerden kalkıp yüzüne tırmandı. Yeşil, kırmızı harelerinde sönmüş enerjileri gördüm. Ona bu anlattıklarına devam etmemesi gerektiğini çünkü işlerin benim için yeteri kadar zor olduğundan bahsedecektim. Ta ki, ‘’Çok az zaman kalmış…’’ diye mırıldanana kadar. Gözlerini benden çekerek farklı bir yere odaklamıştı. İblis kaşlarını çattı, ‘’Anasını satayım, korkmaya başladım artık.’’ dediğinde onun gölgeli bedenine doğru kısa bir bakış attım. Dumanları etrafında normal hızla dağılıp kayboluyordu; ya şaka yapıyor ya da yalan söylüyordu. Gerçi o her halükarda duygularını iyi saklayan biriydi. Sakin olmaya çalışıyordum ama sabrımın son demlerini kullandığımın da içten içe farkındaydım. ‘’Nilüfer,’’ dedim devam ederek, bakışları daldığı yerden bana odaklandığında gözlerinin dolduğunu görmemle afalladım. ‘’Tüm bunlar ne demek oluyor bilmiyorum ama aklım zaten karışmış durumda. Ayrıca bu kadar soğukkanlı durduğuma bakma çünkü anlattıklarınla dehşete kapıldım.’’ Söylediklerimle, uyuşturulan tüm hislerim uykudan uyanmış ve aralarından en korkuncu, en mantıksızlığı davet eden duygu baş göstermişti. Dehşet. Kalbim savrularak çarptığında sakin olmak adına alt dudağımı yalayarak, bakışlarımı damlaların hakim olduğu ve aşağı sürüklendiği pencerenin camına diktim. Yağan yağmur gür ormanı serinletirken, yapraklar rüzgarın etkisiyle ağaçlarda hışırtılı danslar ediyordu. Gür seslerini sanki salonumun tam ortasındalarmış kadar net duyabiliyordum. Nilüfer yine, ‘’Biliyorum.’’ dedi mırıldanırken. Patlamak üzereydim ama kime kızgın olduğumu da bilmiyordum? Dilime kadar uzanan zehirli kelimeleri büyük bir sakinlikle söylemeye çalışarak, ‘’Biliyorsan ona göre davran. Şu an mantıklı konuştuğunu sanmıyorum, her şeye rağmen. Kabuslarıma tepki olarak bunu söylemen de korkuttu. Ayrıca Asir kim ve neden ona gitmek zorundayım? Gerçi bunu bilsem de, ona gitmeyeceğim çünkü gerçek olduğunu düşünmüyorum.’’ Son kez nefes verip sakinleşmeye çalıştım; hem heyecanlanmış hem dehşete kapılmıştım ve onun durgun yüzüne bakan ifadem, karman çormandı. Bakışları durağanlaştı ve odağını kaybederek duvara doğru sabitledi; sesini çıkarmadı. ‘’Anne ve babam,’’ dedim tekrar boğazımın derinlerinde çözülmeyen düğümü hissederek. O kadar hızlı ve panik halinde konuştuktan sonra, sakince başladığım cümle göz göze gelmemize neden oldu. Yanan bakışlarım hayra alamet değildi ve sesimi titretmemeleri için sakin davranmaya çalıştım. ‘’Anne ve babam, beni bir hiç uğruna terk ettiler. Onları asla affetmeyeceğim. Kafamdakini bilmeni de, durduk yere orada burada gülüp konuşmama ve bunu görmene yorabiliriz.’’ Nilüfer’in bakışları sessizliğe büründü, kaşlarını havaya kaldırıp indirirken dudaklarını birbirine bastırdı. Ne hissettiğini merak ettim ya da ne düşündüğünü; afallayarak kirpiklerini kırpıştırdı ve sonunda dudaklarını aralayacakken elimi kaldırıp izin vermedim. Kaşlarımı hışımla havaya kaldırıp indirirken, ‘’Sus artık. Daha sonra mantıklı şekilde konuşalım.’’ dediğimde yaslandığım yerden dikleşerek Nilüfer’in tepkimden dolayı iyice afallayan suratına baktım. Savunma duvarlarım beni kıskacı altına alırken o duvarların arasında kalmış olduğumu ve tüm ifadesiz suratlarıyla benim üzerime sürüklendiklerini hissettim. O kadar ki Nilüfer bile tepkilerimi ifadesizlikle seyrediyordu ama gözlerinin derinlerinde korktuğunu ve benim için endişelendiğini görebiliyordum. ‘’Daha sonra konuşamayız, Evin… Beni bir dinl…’’ Sözünü bir kelimeden, bir bıçağın keskin sırtından daha net keserek, ‘’Sana inanmak zorunda değilim. Kolye benim olsun ve sen de beni deli olarak görmeye devam et. Herkes gibi; çünkü ben normal biri değilim.’’ dedim. Sonlara doğru yaptığım imayla titreyen sesime lanet ederek ayağa kalktım. Ona bakmadan arkama dönüp merdivenlere doğru ilerlerken, buz kadar soğuk bir sesle, ‘’Kitabı giderken götürürsün.’’ diye mırıldandım. İblis halimi görmezden gelerek arkasına doğru bakındı, ben Nilüfer’in tepkisini bilmezken İblis hala Nilüfer’in suratına sorgularcasına bakıyordu. Odama doğru ilerleyip kapıyı araladığımda bile bir süre arkasına baktı ama sonra vazgeçip önüne dönerken, ‘’Elleri ve çenesi titriyordu,’’ dediğinde ilgisizlikle tek omzumu silktim. ‘’Üstüne fazla gittin.’’ dedi, kara gözlerini üstüme dikerek tek kaşını kaldırırken. ‘’Bu senlik bir davranış değil, Toprak.’’ ‘’Gittiysem gittim!’’ diye bağırdım odamın içinde. Şimşek mavi rengini odamın içine sürükleyip karanlığı aydınlatırken İblis şaşkınlıkla bana baktı. ‘’Başlatma İblis,’’ dedim dişlerimin arasından. ‘’Söyledikleri sence normal mi? Yok Asir gerçekmiş de, bana anlattıkları yalan değilmiş de. İnandın mı? Geçmiş karşıma saçmalıklarını dinledim, yıllarca beni nasıl kandırdığını dinledim.’’ dedim ama kolye tüm söylediklerimin üstüne kapanmış, tüm inandığım temelleri sarsıyordu. Ailemin neden beni terk ettiğini sorarken, o kadar ciddiydim ki onun da ciddiyetle sorduğum soruya aynı şekilde cevap vereceğini sanmıştım. Şu an, sadece yıkım getiren bir öfkenin kucağına oturmuş, hiçbir şeyi düzgünce algılayamıyordum. Nilüfer’e fazla tepki gösterdiğimi de düşünmüyordum. Sadece düşüncelerimi açıklamış ve mantıklı olarak tepki göstermiştim. ‘’Aslında içten içe gerçek olduğunu düşünüyorsun,’’ dedi, İblis tek kaşını kaldırarak. Afallayarak ona bakarken gerçekleri, geçmişi bir film şeridi gibi akarken gördüm. Gördüklerimi de sonuna kadar inkar edecektim. ‘’Hayır.’’ Net şekilde söylenmemle, kafasını benim aksime sakince sallayarak, ‘’Evet.’’ dedi. ‘’Yoksa bu kadar öfkelenmezdin. Söylesene, neden bu kadar öfkelisin? Asir ve bahsettikleri yalansa gülüp geçebilirdin, değil mi?’’ Gergince yutkundum, kirpiklerim birbirine çarparken düz duvara boş boş bakındım. Artık öfkem pasif boyutuna ulaşmıştı ve kaynar bir su misali damarlarımda akan kanın varlığını, artık bedenim sakin görünürken hissediyordum. ‘’Saçmalama! Sen benden daha mantıklısın, nasıl bu şeylere ihtimal verirsin?’’ dediğimde tek omzunu silkti. ‘’Ben inanmıyorum ama sen inanıyorsun.’’ dedi bastıra bastıra, ‘’İnanmayan kişi, benim gibi tepki verir.’’ Konuyu değiştirmek ya da yolundan saptırmak için başka bir düşüncemi ortaya attım. ‘’Öfkelendiğim nokta, saçmalıklarının boyutunun aileme de değmesiydi. İblis…’’ dedim gözlerimi sakin olmak için açıp kapatırken. Gözlerimi tekrar açarken kanımı kaynatan zehirli öfkemi dışarı püskürtmekten çekinmedim. ‘’Anne ve babamın beni neden terk ettiğini, olmayan Asir’e bağladı. İnanabiliyor musun? Üstelik bana normal değilsin dedi ve bunu bilerek yıllarca beni kandırdı. Normal olmayan bir kişi varsa, o da o!’’ İblis sessizlik içerisinde davranışlarımı ve bağırtımı dinlerken etrafına gelişigüzel bakındı. Baygın bakışlarının odağı tekrar gerilen yüzüm oldu. Sakinlikle çıkardığı sesiyle, ‘’Lan manyak,’’ dedi en sonunda, dudağının kenarını uğursuzca havaya kaldırırken. Gülmüyordu, aksine memnuniyetsizce buruşmuş yüzüyle karşı karşıyaydım. ‘’Anneannen çoktan evi terk etti; bana bağırdığını düşünmek bile istemiyorum, Toprak. Sesini alçalt.’’ dedi normal sesiyle. Ardından sesini biraz yükseltip, ‘’Benim ne suçum var?’’ dedi, gözlerini kocaman açarak, iki omzunu da kaldırıp kadehi devirircesine tek elinde yana doğru tutarken. O şaşkın şaşkın bana ve öfkeme bakarken sakinleşmeye çalıştım. Odada bir o yana bir bu yana yürüdüğümü bile yeni fark edip, gözlerimi devirerek yatağıma doğru ilerledim. Hışımla geriye doğru dönerek yatağıma doğru sırt üstü düşerken öfke de bedeni terk eden ruh gibi havaya kalkıp düşüncelerimi özgür bıraktı. Kafam ve sırtım yatakta bir iki kez havaya kalkıp indiğinde kalbimin göğsümden fırlayacakmış kadar yoğunlukla atışını hissettim. İblis derin bir nefes vererek, ‘’Bak,’’ dedi, dikkatimi ona vermem için. ‘’Normal olmadığın doğru. Kimse bana sahip olamazken sen bana sahip oldun, Toprak. Bunu biliyorsun, değil mi?’’ Kaşlarımı çattım ve dudaklarımdan derin bir nefes döktüm. ‘’Farkındayım, İblis ama yaşadıklarımı da sen benden daha iyi biliyorsun…’’ Şu an sesim sakin yükseliyordu. ‘’Bir zamanlar kendimin şizofren olduğunu bile düşündüm. Seni görmezden geldim ama sonra bununla yaşamayı öğrendim. Nedense, şizofren olmadığımı düşünüyorum ama bunu kimseye kanıtlayamam, İblis. Kanıtlayamadım da zaten. Tımarhane… ondan bahsetmek bile istemiyorum. O yüzden kimseye senden bahsetmeyerek yıllarımı devirdim; şimdi Nilüfer gelip zaten senden haberi olduğunu ve beni yıllarca kandırdığını söylüyor.’’ İblis’le bakışmaya devam ettik, ‘’Ya delilere uygulanan o yöntemi kullanıyorsa? Benim suyuma giderek beni psikiyatriste götürürse? Söylediklerini yeterince dinledim ve bundan sonra asla dinlemem. O konuşma yaşanmadı varsayacağım, döndüğünde daha mantıklı olacağını düşünüyorum.’’ dedim sola doğru dönüp kıvrılırken. Bacaklarımı karnıma doğru çektim ve dudaklarımdan ağır bir nefesi dışarı döktüm. Kalbime çöreklenen uğursuzluğu görmezden gelsem de o his, giderek büyüdü, büyüdü ve kalbimin üstüne elleriyle öküz oturttu. İblis’in odasında söylediklerimden sonra çıt bile çıkmadı. Uyumak için gözlerimi kapattım, yapabileceğim bir şey yoktu. Yağmurun sesi üstüme yağıyormuşçasına giderek zihnime dolarken, su koridorları bastı; karanlık koridorlarda uzanıp beynimi uyuşturarak ele geçirdi. Zihnim karanlığı ele geçirmişken kulaklarıma uzaklardan tatlı bir melodi doldu. Yankılanan ses giderek şiddetini artırırken bilincimin yavaş yavaş gözlerini araladığını idrak ettim; gözlerimi kapalı tutmaya çalıştıkça odamın içinde yankılanan ses, yağmur seslerine karışarak yoğunlaştı. Dilimi ısırarak uyandırılmanın verdiği öfkeyle gözlerimi usulca araladım. Yatağımın beyaz başlığıyla bir süre bakışırken telefonumun çaldığını anlamam uzun sürmedi; bir süre öylece bekleyip sesin kesilmesini diledim. Ses sonunda kesilirken gözlerim ağır ağır tekrar kapandı. Telefonun ritmik, mekanik sesi tekrar yankılandığında İblis, ‘’Akşın arıyor,’’ dediğinde göğsümü şişirip söndüren derin, ağır nefesi dışarı verdim. ‘’Baksana,’’ dedi tekrar kadehi kaldırıp ağzına dayarken, kafasını geriye doğru yatırıp sonuna kadar içindeki sıvıyı içtikten sonra kadehini, yüzü buruşarak aşağı indirdi. Ardından kadehe göz ucuyla bakıp kara gözlerini tekrar bana çevirdi. Sırtımı doğrultup komodinin üstünde beyaz ışığıyla yanan telefonumun ekranına baktım. Gözlerim odaya çökmüş karanlıktaki ışığı algıladığında kamaştı. ‘’Ne istiyor ya?’’ dedim ağlamaklı, her tarafım soğukta kaldığı için uyuşmuştu. Damarlarımda bir sürü karınca geziniyormuş gibi hissederken kolumu uzatıp telefonumu aldım. Metal zımbırtıyı elimde tuttuğumda ekran tekrar karardı. İblis kafasını iki yana sallayarak simsiyah saçlarını uçuştururken, ‘’Ağzına sıçacak,’’ dedi normal şekilde. ‘’Tekrar ararsa yine bakma, çünkü onun dırdırını çekemem.’’ Ben de söylenmelerini çekecek ruh halinde değildim. Telefonumu tam koyacakken Akşın yazılı beyaz ekran tekrar aydınlandı. Telefonumun uğursuz sesi, çiseleyen yağmurun sesleri arasına karışırken kabaran bulutların arasında gök gürültüsünün sakin sesini duydum. Yağmur dinse de sonbahar ayında olduğumdan dolayı yine aniden bastırabiliyordu; sağanak başlayacaktı. Yeşil butonu kaydırıp kulağıma götürürken gözlerimi gelecek olan öfkeli sese karşı kapattım. ‘’İyi misin?’’ dedi, Akşın beklediğimin aksine endişeli tonla konuşurken. Gözlerim usulca aralanırken tam karşımdaki gardırobumun üstündeki aynayla bakıştım. Sorusu, saatler önce Nilüfer’le olan konuşmamızı zihnimde tekrarladı, derin bir nefesi dışarı verirken hala içimdeki rahatsızlığı söküp atamıyordum. Baygın bakışlarımın altında mor halkalar çıkmıştı ve gözlerim uyuduğumdan dolayı şişmişti. Tenim her günden daha solgun görünüyordu. Gözüme boynumda duran Calkarnel taşı iliştiğinde, ‘’Evet, uyuyordum. Ne istemiştin?’’ dedim durgunlukla. Hiçbir şey rüya değildi ama olmasını isterdim. Bari bu doğum günümde bir şeyler yolunda gitmeliydi. Buzdan farksız davranışım karşısında ahizenin diğer ucunda mırıldandı; telefon nefes sesleriyle hışırdarken yüzüm istemsizce buruştu. İblis halimi ilgisiz bakışlarla seyrederken ayağa kalktı ve odanın etrafında yürümeye başladı. O kadar içmesine rağmen asla bozulmayan, sarsılmayan adımlarını seyrettim. ‘’Şey, doğum günün ya…’’ dediğinde görmese de kafamı salladım. ‘’Buluşalım mı diyecektim?’’ Aynadaki yansımamın arkasında kalan pencerenin dışına bakarken, yağmurun hala çiselediğini fark ettim. Yağmur ahşap evimin dış cephesine vururken ince, cılız sesler bırakıyordu. ‘’Kızım yağmur yağıyor. Hasta olursun sonra seninle uğraşamayız.’’ dedim, umursamaz sesimle. İblis bıyık altı gülümserken, ‘’Söyleyene bak,’’ dedi homurdanarak. Tek omzumu silkerek gözlerimi devirdim. Akşın telefonu hışırdattı, ‘’Ya bir şey olmaz. Doğum günün için zaten kutlama falan istemiyorsun. Bari seni yalnız bırakmayalım.’’ dedi yalvarır tonla. Gözlerimi şüpheyle kısarken hala aynaya bakıyordum ve gözlerim olduğundan daha canlı ve karanlıkta parlayan kedi gözleri gibi görünüyordu. Soğuk pencerenin pervazlarından sızarak sırtıma esti ama aldırmadım. ‘’Sen niye bu kadar beni yalnız bırakmamakla ilgilisin? Ne karıştırıyorsun?’’ İmalı konuşmamı direkt kavrayan Akşın tekrar mırıldandı. ‘’Ne karıştıracağım?’’ dedi ama buna İblis bile inanmadı. ‘’Kutlama falan yok bir yerlerde değil mi, Akşın?’’ dedim samimiyetsizce gülümserken, dudaklarım sahte tebessümle kıvrılsalar da gözlerime o kadar sahte yansımadılar. ‘’Ne? Hayır!’’ dedi Akşın aceleci bir tonla. İblis, Akşın’ın aceleci tavrına karşılık kaşlarını alayla havaya kaldırdı ve erkeksi kıkırtısını dışarı bıraktı. ‘’Lütfen! Menekşe Kafe’de buluşacağız sadece, hem kafan dağılır. O korkunç evde otura otura bizi unuttun!’’ ‘’Of,’’ dedim pes ederek, ‘’Tamam, geliyorum.’’ Bir kere uyanmıştım ve Nilüfer’in söylediklerini düşünmeden edemeyecektim. İblis’in de sonradan söyledikleri cabasıydı. Duvarlar her şeye şahit olmuştu bir kere, aşağı indiğimde her şey başa saracak gibiydi. O yüzden yalnız kalmamalıydım. Akşın’ın neşeli konuşması kulaklarıma dolarken bu sefer gerçek bir tebessüm bahşettim, göremese de. ‘’Süpersin! Hadi bekliyorum.’’ Sonra telefonu yüzüme kapattı. Kafamı iki yana sallayarak telefonu kulağımdan uzaklaştırırken, ‘’Çatlak.’’ diye mırıldandım, gülercesine. Oyalanmadan yatağımdan ayrıldım ve yüzümü yıkamak için banyoya girdim. İçeri girer girmez kapının yanında duran anahtara dokunduğumda banyo uğursuz sesle beyaz ışıkla aydınlandı. Aynadaki uyumaktan şişmiş renkli gözlerim ve dağınık saçlarıma bakarken oldukça normal, hissiz bir tavır içerisindeydim. Sonra gözlerim tekrar boynumda varlığını ağırlığıyla hatırlatan Calkarnel taşına indi. Okyanus mavisi koyu renkteki taş zarif ve güzel görünüyordu ama yaptıklarıyla onu kopartıp atmak istiyordum. Banyonun zeminlerini ve aynadaki yüzümü aydınlatan beyaz ışık titrerken dalgın bakışlarımla tepemdeki ince, uzun floresan lambaya baktım. İblis bu durumdan sıkıldığını belli eden bir tavırla gözlerini devirdi ve arkasına yaslandı. Birkaç kez uğursuz cızırtılı sesler bırakarak titredi ve tekrar eski düzenine döndü. Tekrar başımı indirip aynaya baktığımda, gözüm boynumdaki taşa takıldı. Belki görünmeyen yazıları gösteren o ışıklı maddeden yapılmıştı? Anneannem bana kumpas kurmak için onu bana vermiş, ağzımdan laf almaya çalışmış olabilir miydi? Olabilirdi. Mantıklı gelen sebeple dudaklarımı araladım, pembemsi dudaklarımdan dökülen ağır nefes karşımdaki camın yüzeyini buğulandırdı. Yüzümün yarısı o buğunun ardına saklandı. Yine de bir şeyler yolunda gitmiyor gibiydi; düşüncelerim zihnimde o kadar hür gezinmiyor, engellere takılıyorlardı sanki. Madem o ışıklı maddeden yapılmıştı, o zaman ben o kolyeyi neden çıkartamıyordum? Anneannemi usulca dinlemiş olsaydım, bana ne anlatacaktı? Doğruları mı yoksa efsane adı altında yalanları mı? Tatmin olacak mıydım yoksa aklım daha fazla mı karışacaktı? Yansımamdaki buğu ortadan kalktığında yine dalgın gözlerimle karşılaştım. Sarı ışık altında parlıyorlardı ama o kadar solgun baktığımı düşündüm ki birden yorgun hissettim. İblis gözlerini kocaman açarak yansımama baktığında, ‘’Çek artık şunu gözümün önünden!’’ dedi. Suratıma karşı olan tepkisine otuz iki diş sırıtırken, yüzümü yıkamak için soğuk suyu açtım ve parmaklarımı suyun altına tuttum. Dondurucu soğuk derimin altına karışıp kanımı dondururken ürperti bedenimi sardı. Oyalanmadan yüzümü soğuk suyla yıkayıp kendime gelirken ölü gibi duran saçlarımı ıslattım ve yanımdaki havluya uzanıp kurulandım. Sırtımı aynaya vererek kapıdan çıkmadan önce anahtara tekrar dokundum ve tok sesle ışığı kapattım. Banyo kapısının hemen yanında duran aynalı gardırobumun önüne geldim. Aynaya bakmadan kapağı aralayıp içinden boğazlı, kısa siyah örgü bir kazak, onun altına siyah kot pantolonumu; bir de unutmadan siyah, bol kot ceketimi çıkartıp yatağımın üstüne attığımda aklımda tekrar Nilüfer’in söyledikleri dolanıyordu. ‘’Zaman yaklaşıyor, tari’a.’’ ‘’Sana göremediklerini gösterir…’’ ‘’O sana gelmeden, sen ona gitmelisin.’’ İnce, efsunlu sesi koridorlarımda dolanırken aldırmazca yutkundum ve o sesleri bastırmak adına acele davrandım. Üst pijamamı birden çıkardığımda kolye köprücük kemiklerimin tam ortasına sertçe çarptı ve kulaklarıma tok ses bıraktı. İblis’in yüzünde kısa süren afallamaya tanıklık ettim. ‘’Haber versene...’’ Mırıldanışına yarım yamalak sırıttım. Hala alışamıyordu; küçüklüğümde o yokmuş gibi davranırken üstümü değiştirdiğim zamanlar olurdu ya da banyoya gireceğim sırada her zaman beni çıplak yakalardı. Bu alışkanlık haline gelmişti, onun karşısında utanma ihtiyacı hissetmiyordum ki. Zihnimde yaşayan birine göre özel hayata saygı konusunda fazla istikrarlı olan oydu. Bir ara, salonumdaki sehpanın üstünde çalışırken göğsümü sarıp acıtan sutyenimi; tişörtümün altından sürpriz yumurta gibi çıkardığımda öyle şaşırmıştı ki o afallayan suratıyla birkaç dakika onu nasıl yaptığımı düşünüp durmuştu. İrkilip sırtını tahtına yaslamasını, şaşkın gözlerini kırptıktan sonra düşünceli vaziyette kısmasını seyrederek dakikalarca gülmüştüm. Öyle masum ve şaşırmış yüz ifadesiyle bakmıştı ki o dumanlı yüzünü ısırasım gelmişti. Kazağımı başımdan geçirirken soğuktan gerilen örgüler kulaklarıma çıtırtılar bıraktı, siyah renkli kazağımı pürüzsüz, düz karnımdan aşağı indirdim. Saçlarım elektriklenirken onları düzelttikten hemen sonra kazağın boynumu saran kısmını katladım. Altıma da kot pantolonumu geçirip saçlarımı tepeden atkuyruğu yaptım ve kot ceketimi giyinerek odadan dışarı çıktım. Parfüm kullanmazdım. Makyaj yapmayı da sevmediğimden kısa zamanda hazırlanmış oluyordum. Merdivenleri teker teker inerek dış kapının önüne geldiğimde yanındaki askılıktan siyah kabanımı alarak onu giydim. Kapının tam kenarındaki dolabın dibinde duran siyah kauçuk botlarımı giymek için eğildiğimde öyle uğursuz bir his etrafımı sarmıştı ki kaşlarım istemsizce çatıldı. Kamburum sırtıma ağırlık yaparken, kısılan gözlerimle öylece kalakalmıştım. Etrafımdaki boğucu his, boynumu saran kazağımdan mı geliyordu yoksa farklı bir etken mi vardı? İblis de kulaklarını dikmiş köpek gibi etrafa bakınırken onun da bir şeyler hissettiğini fark ettim. ‘’Toprak,’’ dedi. ‘’Sen de hissediyor musun?’’ Hala etrafa bakınırken mırıldanarak bunu söylemişti. Kauçuk botlarımı tamamen giyerek sırtımı dikleştirdiğimde, arkamdan bir şeyin hızlıca geçtiğini sırtıma esen meltemden anladım. Gözlerim ardına kadar açılırken başım refleks olarak hızlıca sağ tarafa döndü. Salona doğru bakarken arkamdan neyin geçtiğini görmeye çalışıyordum ama bir şey görünmedi. İblis hala etrafına bakarken, onun da göremediğini anlamam uzun sürmedi. İçimdeki huzursuzlukla, kolumu titreterek elime indiren o hisle beraber kapının kolunu kavradım. Soğuk metali avcumda hissettim. Kapıyı tam araladığımda salonda kıpırdayan şeyi göz ucumla fark ettim. Kalbim dehşetle sıkışırken gözlerim irice açılıp etrafa bakındı; gözlerim yuvalarında o kadar hızlı dönüyordu ki beynim acele ettiğim için risk altında olduğumu algıladı ve dehşetle karışık panik damarlarımı yaktı. ‘’İblis, ne oldu?’’ dedim sakin olmaya çalışarak. ‘’Evde biri var ama bu Nilüfer değil,’’ dedi, dışarıdakinin zihnimin içini duymasından korkarcasına fısıldayarak. Kapı hala aralıktı ve içeriye soğuk sızıyordu; yağmurun sesini daha net algılıyordum. Rüzgar saçlarımın arasından geçerek dalgalandırdı ve bu titrememe neden oldu. Etrafıma bakınıyordum ama bir şey göremiyordum. Beynimin bir oyunu olduğunu sandım; Nilüfer’in anlattıklarından etkilenmiş olmalıydım. Bilinçaltımda bana oyunlar oynuyordu. Zihnimdeki tahtın sahibi, kuzguni gözlerini irice açarak bir noktaya baktığında, ‘’Toprak, sen de görüyor musun?’’ diye sordu. Dehşetin dilini ısırdığını ve konuştuğu harflere bulandığını sezdim, yutkunarak kafamı onun baktığı yere; salonun tam ortasına baktığımda gördüğüm şey gözlerimi fal taşı gibi aralamama neden oldu. İblis’in formunda, simsiyah upuzun gölge yarım ağız sırıtarak sehpanın üstünde dikilirken boğazımdan dışarı gür bir çığlık kaçtı. Duman çığlığımla titredi ve olduğu yerde kalmayı bırakıp bana doğru süzülmeye başladı. Kafamdaki düşüncelerime hükmeden İblis gibi, karşımdakinin de dumanlı elbisesinin altında ağacın köklerine benzer sarkaçlar vardı. Betim benzim atmış halde bana doğru süzülen koskocaman gölgeye bakıyordum. Dehşet damarlarımı kolaçan etti ve geçtiği yerleri yaktı; kalbim sıkışırken hala gölgenin dumanlı suratına bakıyordum. İblis gibi değildi, İblis’i biliyordum; hissediyordum ama bu gölge, sadece dumandan ibaretti. Ne onu anlayabileceğim bir dili ne de bedeni vardı. ‘’Koşsana lan!’’ dedi İblis, şoktan sıyrılıp zihnimde bağırırken. ‘’Koş, siktir!’’ İblis’in mekanik ve gür bağırtısı bacaklarımı harekete geçirdi. Kapıyı hışımla açarak ileri atıldığımda soğuk rüzgarın yüzüme esmesine izin verdim. Yağmur çiseleyerek yağarken yüzüme noktacıklar halinde çarpıyordu; gözlerimi rüzgardan ve yağmurdan dolayı kısarak ormana doğru koşmaya başladım. Saçlarım geriye doğru savruluyor, görüş alanımı daha da genişletiyorlardı. Ölüm korkusu bedenimi sarmıştı ve panik damarlarımdaki kanı fokurdatarak yakıyordu. O kadar hızlı koşuyordum ki kulaklarıma çarpan sadece rüzgarın uğultusuydu. Kalbimin çarpmasını bile duyamıyordum. Ciğerlerime nüfuz eden havayı soluyarak koşmaya başladım. Korkuyordum, dehşete kapılmıştım ve mantıklı düşünemiyordum. Nereye gidecektim? Kurtların uğultusu ormanın derinlerinden bana doğru ulaşırken her şey buğulanmaya başlamıştı. O buğulu perdenin arkasında afallayan ruhumla kalakalmıştım. ‘’Nereye gideceğim?’’ dedim çığlık atarak, hala arkamdan geldiğini hissediyordum. İblis hızlı düşünürken tahtından ayrılmış, volta atmaya başlamıştı. Kuzguni bakışları etrafı seyrederken aceleci görünse de zihninin durgun denizin yüzeyi kadar aydınlık ve net olduğunu biliyordum. ‘’Patika yoldan ayrılma.’’ Patika yolu, ormanda yürüyüş yapmak isteyenler için ayrılmış ve hazırlanmış kızıl taşlardan yapılmış bir yoldu. Aydınlıktı, geceleri sokak lambalarıyla aydınlatılırdı ve kurtlar da o ışıktan korkarak yaklaşmazdı. Oraya doğru yönelip koşturduğumda omzumun üstünden geriye doğru baktım ve simsiyah ölü saçlarımın yarısı, yüzümün yarısını kapatarak görüş alanımı perdeledi. Hızlı bakmış ve bir şey görememiştim. Toprak ıslak ve nemliydi; kauçuk botlarımın tabanına yapışan nemli toprağın kalıntısını hissediyordum. ‘’O ne anasını satayım? Ben miyim?’’ dedi, İblis geriye doğru bakarken. Saçmalamasına izin verdim çünkü o da en az benim kadar dehşete kapılmıştı. Bacaklarıma verdiğim kuvvet, soluğumun kesilmesine neden olurken ağzımdan sık sık nefesler vermeye başladım. Rüzgar yüzüme doğru esiyor, kulaklarımı kurtların seslerini ileterek uğuldatıyordu. Onu taklit ederek, ‘’Neydi o? Senin kayıp ikizin mi?’’ dedim, patika yola ulaşırken. İblis bana cevap vermedi, hala geriye doğru bakıyordu. Taşlı yol tam tahmin edildiği gibi sokak lambalarının sarı ışığı altında aydınlatılıyordu. Kızıl taşlar, yağan yağmurdan dolayı koyu bakır renge dönüşmüşlerdi. Etrafa korkarak bakınırken adımlarım ürkekti. Kalbimin atışları göğüs kafesime baskı uyguluyordu. Titreyen elimi kaldırıp sakin olmak adına sol tarafıma bastırdığımda parmaklarımın ucu ateşe değmiş gibi oldu. Elimi direkt çekerken dudaklarımdan acı dolu inilti döküldü. İblis iniltimle geriye doğru bakınmayı bırakıp aniden bakışlarını üstümde toplarken endişeliydi. ‘’Yine ne oldu?’’ Kafamı eğerek korkuyla dolan bakışlarımı kolyeme indirdim. Calkarnel taşı uğursuz rengiyle göz alıcı şekilde parlarken nutkum tutulmuşçasına derin bir nefes verdim. Kaşlarım hayretle havalanmıştı. İblis de aynı yere baktığında gözlerine inanamadı, dudakları şaşkınlıkla aralanırken hemen toparlanıp ağzını kapattı. Kaşlarını havaya kaldırıp, ‘’Nilüfer’i dinlemeliydik ha?’’ dedi bu durumda bile alay eden imalı sesiyle. Onu düşünecek halde değildim. Mırıldanıp ‘’Hiç değilse, aydınlık bir yer. Güvenli…’’ dedim etrafıma bakarken. İblis kafasını salladı, o da sakinleşmişe benziyordu ama hala diken üstünde olan bir tarafı vardı. Tahtına oturmuyordu, etrafı kolaçan ediyor ve ağaçların üstüne bile bakıyordu. O sırada, ‘’Toprak,’’ dedi mırıldanırken. Kalbim sesiyle hızlıca atarken, ‘’Hım?’’ dedim korkuyla, boğazımdan mırıltı yükseltip. ‘’Bir kuzgunun burada ne işi var? İkidir aynı kuzgunu görüyorum.’’ Bakışlarım ağacın aşağı doğru sarkmış dalına tüneyen kargaya dikildi. Simsiyah tüyleri, sokak lambasının altında sarı ışıkla parlıyordu; sime benzer küçük gözleri kapanıp aralanırken nokta halinde görünüyordu. Gözlerini tam üstüme dikmişti ve bakıştığımızda uğursuz sesiyle öttü. ‘’Olabilir, orman ya.’’ dedim, rahatlarken ilerlemeye devam edip. İblis kafasını iki yana salladı, ‘’Bu kadar tesadüf hiç hoşuma gitmiyor. Ben tesadüflere inanan biri değilimdir de.’’ dedi, hızlıca konuşurken; hızlıca konuşmasına rağmen telaffuzu sertti. Dehşetten mi yoksa hızlı düşündüğünden zihnine mi yetişemiyordu bilmiyordum ama dudaklarından dökülen kelimeleri anlamam zor oldu; o kadar hızlı konuşmuştu. ‘’Karga o.’’ dedim kaşlarımı çatarak, tekrar kafamı kaldırıp kuşa bakarken. Kanatlarını çırpıyor, hareket ettiriyor ama uçmuyordu. İblis dilini dışarı çıkartıp üst dudağını yalarken, ucu çatallı dilini fark ettim. Yılanın dili gibi görünüyordu, normal bir dile sahip değildi. Üst dudağını yalayarak sakinleşmeye çalışırken öylece bekledi. Sonra dilini ağzına geri soktu ve ‘’Kuzgun. Boyut farkı var; karga daha küçük, kuzgun daha iri olur.’’ dedi, sakin sesiyle. Arkama doğru dönüp hiçbir şey olmayan yola bakarken giderek sakinleşiyordum. Yağmur giderek etkisini artırırken görüş alanıma sisler doluşmaya başladı. Ormanda sonbahar aylarında yoğun sisler olurdu; yağmur yağarken bu sis görüşü daha da engellerdi. Önüme dönerek, ‘’Ne olmuş?’’ dedim. ‘’Şimdi önemli mi bu kuş?’’ Kaşlarını çatarak kafasını hafifçe yana eğip alayla sallarken, ‘’Ha ha,’’ dedi boğazından yükselten kaba sesiyle. Alay dolu bir onaylamaydı; gülüş değildi. ‘’Efsaneler,’’ dedi ve gözlerini devirerek, ‘’Bunu söylediğime inanamıyorum ama…’’ diyerek devam ederken mırıldandı. ‘’Ertha kitabında da kuzgun vardı ve kitap bu kuş hakkında ne diyordu? Hatırla.’’ Kaşlarımı çatarak koridorlarda dolandım, ayaklarım zihnimin koridorlarını dolanarak geçmişte dolanırken; çok değil, bir gün önceki geceye, masamda kitabı okuduğum zamana gittim. Gözlerim siyahla yazılmış metinde dolanıyordu. ‘’A kuzar tepiras uctars yu’gare umi kuzgusi siaer testerits destiras. (Bir karga tepenizden uçtuğunda uğur getirir ama kuzgun görürseniz bulunduğu ortamı terk etmeniz gerekir.)’’ O zaman işin aslını fazla düşünmemiştim, etkilenmiştim çünkü bizim diyarımızla Naenia Ülkesi’nin inanışlarının bu kadar benzeyeceğini düşünmemiştim. Kuzgunlar, lanetin habercisi olarak düşünülür ve efsanelerle ilgili birçok makalede böyle kayıtlara geçerdi. Zeki varlıklardı, bazen akrobasi hareketler bile yaparlardı. İblis’le mırıldandığım kelimeler, bir yandan İblis’in beni onaylarken alayla kafasını sallamasına neden oldu. Kuzguni bakışlarını üstüme diktiğinde ağacın başına tünemiş kuşla ne kadar çok benzediklerini zihnimin bir köşesinde tartışırken buldum kendimi. ‘’Sen,’’ dedim, ‘’Benziyorsun.’’ Kaşlarını çatarak ne dediğimi algılamaya çalıştı. Başparmağımı geriye doğru bükerek omzumun üstünden geride kalan kuşu işaret ederken, ‘’Kuzguna.’’ dediğimde yarım yamalak sırıttı ama sırıtışı samimiyetsizdi. ‘’Uğursuz olduğumu bu kadar belli etmesen keşke be.’’ Normal şartlarda buna sinsice gülerdim ama bulunduğum ortam sebebiyle gülemedim. Patikayı tam bitirmişken arkamdan bir gürültü koptu. Cam kırığına benzer çıtırtılar arkamda büyükçe uğultu bırakarak sinek vızıltılarına dönüşürken; önce İblis’in koskocaman aralanan gözlerine ve ardından kafamı çevirip arkama, sıra sıra patlayan lambalara baktım. Gecenin karanlığında kıvılcımlar çıkartarak uğursuz gürültülerle peş peşe patlıyorlardı. Neyin ışıkları patlattığını sorgulayamadan ileride, birkaç metre ötede sislerin arasında bulunan o gölgeyi görmemle gözlerim fal taşı gibi aralandı, kalbim ritmini hızlandırırken hiç düşünmeden ileriye doğru koşmaya başladım. Sol tarafa doğru yöneldiğimde bacaklarımı kontrol eden ben değil gibiydim. Saf panik ve dehşetti. Sanki küçücük bir çocuktum ve arkamda bacağımı koparmak isteyen sokak köpeği beni kovalıyordu. Yakaladığında beni paramparça edip öldüreceğini düşündüğümden panikliyordum ve gözlerim doluyordu. Tıpkı o his gibi bir his ruhumu kucaklarken gözlerimin yanmasına engel olamadım. Buğulanmış bakışlarım, yağmur damlalarının arasına karışarak görüş alanımı daha beter hale getirdi. Gölge akıllı bir varlıktı; aydınlık lambaları patlatarak bana ulaşmaya çabalıyordu. Tüm lambalar uğursuz cızırtılarla patladığında artık saklanabileceğim bir yer olmamaya başladı. Bacaklarımın dermanı kalmayana kadar koşmaya devam ettim. Yağmur şiddetini arttırarak saç derilerime ve oradan akarak yüzüme; daha sonra beni sırılsıklam ederek her yerimi kuşattı. Gözlerim usulca yanmaya ve iğnenin uçlarını gözbebeklerime batırmaya başladı; görüşüm bulanıklaşırken koşmak bir o kadar güçleşti. İblis, ‘’İleride mağara gördüm!’’ dediğinde odadaki bağırışı kendime gelmeme neden oldu. Karşımda büyük bir ağza sahip olan mağara girişini buldum. Yağmur giderek şiddetini bastırdı ve bir gök gürültüsü göğü aydınlatırken her yeri mavi bir ışıkla doldurdu. Tenimi dağlayan rüzgarın soğuğunu ve yağmur damlalarının suratıma çarpışını hissettim. Çalıların arasında, ağaçların dallarının birbirine geçmiş gözüktüğü yerin tam arkasında büyük bir mağara girişi beni usulca davet ediyordu. Tam ensemde ölümün soğuk nefesini hissettiğimde, o soğuk nefesin gölgeye ait olduğunu düşünmeden edemedim. Boğazımı yırtarak yukarı tırmanan çığlık ormanın derinlerinde yankılandı. Kurtlar, çığlığımı duymuşçasına ulurken bacaklarıma hızlı koşmaları için emir verdim. Mağaranın girişine ulaştığımda, İblis birden ellerini havaya kaldırarak, ‘’Toprak! Vazgeçtim, girme, dur.’’ dedi kelimeleri aceleyle sıralarken, gözlerini dehşetle araladı. Yine de ben can havliyle çoktan mağaraya girmiş bulundum. İblis ayakta dikilmeye devam ederek, ellerini ağır ağır indirirken yüzündeki dehşetle harmanlanmış şaşkınlığı yakaladım. Kafamı arkaya doğru çevirip gölgeyi kontrol ettim ama hiçbir yerde onu göremedim. Ağaçların arasındaki sonsuz karanlığa gömülmüş gibiydi. Hiçbir yerde yoktu ama orada olduğunu hissediyordum. Mağaradan çıkmamı beklediğini içten içe seziyordum sanki. Yine de, ‘’İblis, kurtulduk!’’ dedim, gerilen yüzümün kaslarının rahatlamasını hissederek. Yarım ağız gülerken renkli gözlerimi çevrede tutuyordum; gölge her an gelebilirdi. Telefonumun ekranını aydınlattım ve kısa yollardan telefona ait fener ışığını buldum. İşarete basıp fener ışığını yaktığımda beyaz ışık tüm mağaranın içine doldu. Topuğumun üstüne basarak arkama döndüğümde, fenerin ışığı da benimle hareket etti. Etrafa bakarken İblis hala ayakta, kaşlarını düşünceyle çatmış halde öylece duruyordu. Kafası karışmış görünüyordu, şaşırmış ya da dehşete kapılmış bir havası vardı. Birden göğsü balon gibi şişerek inerken sırtını aşağı doğru eğip iki büklüm oldu ve yayın ipi gibi gerilen dudaklarını aralayarak, ‘’Ulan, Nilüfer!’’ diye kükredi. Mekanik ve hırıltıyla dolu kükreyişi zihnimin koridorlarında dolandı ve duvarları titretti; yere sağlam basan ayaklarımın altındaki zemini sarstı. Suratım irkilerek şaşkınlıkla ona baktım; çığlığa benzer isyanı kulaklarımı uğuldattıktan sonra tiz bir ses bırakmıştı. Sırtını doğrultup elini yüzüne yarım perde misali kapatırken sadece dudak ve burun kısmı görünüyordu. Kuzguni gözlerini göremediğimden ne halde bilmiyordum. Fakat öfkesini zihnimde duran kişi değil de, sanki ben hissediyor gibi net hissediyordum. Ruhum öfkenin alevinden kavruldu ama sadece küllerine bakarken buldum kendimi. ‘’Ne oluyor?’’ dedim, kaşlarımı çatarak; bir yandan etrafı seyrediyordum ve mağarada herhangi bir canlı var mı diye kontrol ediyordum. Mağara boştu ve sınırlıydı, dar olmasa da küçüktü. Yağmur dinene ve sabah olana kadar burada kalabilirdim. Akşın bana kızacaktı büyük ihtimalle ama yapabileceğim bir şey yoktu; ona hiçbir şey anlatamazdım. İblis elini yüzünden ayırdı ve kaşlarını inanamazcasına kaldırıp indirirken sarsak adımlarla tahtına yaklaştı. Hareketlerini takip ederken sırtımı duvara dayadım ve yere kayarak oturdum. Fenerin ışığı etrafımı aydınlatıyordu; ne kurt ne de gölge yanıma ilişebilirdi. ‘’Benim bu dünyada en nefret ettiğim şey nedir, bilir misin?’’ dedi tahtına tamamen yaklaştığında kömür karası gözlerini kısarak oturmasını seyrettim. Sesinin arasında çınlayan, mağaranın girişinin ağzından damlayarak zemindeki gölcüğün üstüne düşen damlanın bıraktığı sesi duydum. Tepkisiz bir ifadeyle İblis’in kasılan yüzüne bakarken, ‘’Ne?’’ diye mırıldandım. Boğuk ve adeta kükrediği için çatallaşan sesini düzeltmeye gerek bile duymadan, ‘’Kandırıldığımı hissetmek. Siz böcekler tarafından.’’ dedi sonlara doğru dişlerinin arasından adeta tıslarken. Çatallı dilinin ucunu bile görmüştüm. Kaşlarımı çatarak ona bakarken sesimi çıkarmadım; şu an öfkeliydi ama nedenini bilmiyordum. Onun kandırıldığını hayatımda görmemiştim. Ben kansam, o asla kanmazdı; öyle bir kişiliği vardı. Öfkesinin sebebinin bu olduğunu ve kelimenin tam anlamıyla kandırıldığını hala sanmıyordum. Fakat o anlatmadan da bilemezdim. Kaşlarımı çatmaya bırakıp çenemi dikleştirerek tek kaşımı kaldırdım, ‘’Böcek?’’ dediğimde kafasını yana eğmiş, gözlerini sakinleşmek adına kısıkça aralayarak kadehine dikmişti. Kafasını kendinden emin sallarken, ‘’Böcek.’’ dedi üstüne basa basa. ‘’Bir şeyi yaptırmanın en kolay yoludur ve en acizi,’’ dedi sesinden yavaş yavaş sakinleştiğini görebiliyordum. Bakışları hala eğik, göz ucu kadehinin altın gibi parlayan yüzeyine dikiliydi. Kadehinin kenarlarında parlayan değerli taşlara bakıyor, kadehini parmakları arasında sallayarak dans ettiriyordu. ‘’Nilüfer’in bir böceğe göre zeki olduğunu söylemiş miydim?’’ Kafamı geriye doğru yaslarken kafamın arkasındaki duvarın pürüzleri derime battı. Üstten üstten mağaranın bir yerindeki boşluğu seyreder görünüyordum ama aslında gözlerim İblis’e odaklıydı. ‘’Evet, defalarca. Ne oldu ki?’’ Tekdüze konuşurken, İblis bıyık altı gülümsedi. ‘’Yalanların arasında insan görmek isterse ne çok şey bulabilir, tahmin bile edemezsin Toprak.’’ Sessizliğimi koruyarak ona uzun uzun baktım, yağmur aramızda esip gürledi; soğuk mağaranın içine akın ederek buzdan farksız duvarları dondurdu ve bedenimi üşüttü. İblis sonunda bakışlarımı hissetmişçesine kafasını kaldırıp benimle göz göze geldi ama yine de bu kısa sürdü. Gözlerini sol tarafında kalan kitaplığın tozlu raflarında gezdirdi, ‘’Dopdolu bir kitaplığın arasında en önemli kitabın en gizli sayfasını bulmak gibi…’’ Gözlerimi kıstım ve sakince devam etmesini bekledim. Kömür karası gözlerini, buz mavisi-kızıl harelerimin tam üstüne dikerken sertti, yüz kasları öfkeyle gerildi ama tüm her şeye rağmen sesinde hiçbir öfke kırıntısına rastlamadım. ‘’Nilüfer istediği için buradayız, Toprak.’’ Kaşlarımı bu sefer tamamen kafa karışıklığıyla derince çatarak ona baktım. Hafızam canlandı ve bir makine gibi çalışmaya başladı, birkaç saat öncesini hafızam turladı. Anneannemin kırışıklarla bezeli yüzü bana gülümserken, hafızam oradan atlayarak merdivenleri tırmandı ve çalışma masamın üstünde duran Ertha Kitabı’na odaklandı. Sanki bir astral seyahatin içindeymişim gibi çalışan beynime ayak uyduramadım. ‘’Zaman yaklaşıyor, tari’a.’’ Her şey, bir gölgenin nefesiyle başladı. Bir gölgenin anlattıklarıyla devam etti, Ve yine her şey, kara bir kurdun gölgesiyle sonlanacaktı.
Bölümü nasıl buldunuz? Gerçekten çok heyecanlıyım, yine sizlerle buluşmak çok güzel hissettiriyor! Unutmadan, oy bırakmayı ve bölüm hakkındaki son düşüncelerinizi yazmayı unutmayın! :) *Calkarnel, mistik taşların isimlerinden bir araya getirdiğim bir kelimedir. İki taş isminin ve anlamının karışımı olsa da gerçek bir taş ismi değildir.
|
0% |