Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. BÖLÜM: ŞAFAK SÖKMEDEN ÖNCE

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Bölümü okurken umarım keyif alırsınız; pek içime sindiği söylenemez.

Başlamadan önce oy vermeyi ve okurken paragraf arası yorum atmayı lütfen unutma!

Keyifli okumalar!

11. BÖLÜM: ŞAFAK SÖKMEDEN ÖNCE

 

Şeytanla anlaşma yaptığınızda onun size vaat ettikleri bir süre gözünüzü boyardı. Sonra Şeytan, suratındaki o alaycı gülümseme ve dudaklarından dökülen isterik kıkırtılarla gözlerinizin önünden o sis perdesini kaldırdığında ne yaptığınızı anlardınız. Aslında her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğunu ve aslında karanlık bir çukura itildiğinizi; o çukurda onunla yüzleşmek zorunda kalacağınızı bilirdiniz.

Size vaat ettiği her şeyi avuçlarınızdan akan su gibi alır, sonra sizi yalnızlık ve acı dolu bir pişmanlıkla yüzleştirirdi. Köşeye çekildiğinde, onunla gitmek için başka çareniz kalmazdı. Tüm pişmanlığınıza rağmen, onunla sonuna kadar gitmek için can atardınız.

İblis’le yüzleştiğimde onun benim uydurduğum bir hayal ürünü olduğunu sanmıştım. Küçükken yalnızlıkla başa çıkabileceğim hayali bir dost yaratmış da olabilirdim. Depresyona girmekten korkan tarafım, beni onunla tanıştırmış da olabilirdi.

Onun bir iç sesten ibaret olduğundan, dahası şizofren başlangıcından şüphelendiğimi hatırlıyordum. Sonra İblis, gözlerime bir sis perdesi indirip bana hiç ulaşamayacağım bir şey vaat etti. O şey, günden güne görünmez bir halatla birbirimize bağlanmamıza ve yıllar geçtikçe o yerde kilitli kalmamıza neden oldu.

Birlikte.

Benim de çukurum, zihnimdi. Zihnimdeki odaların arkasındaki gerçeklerle yüzleşmenin ne olduğunu hep merak ederdim. İblis’se her zaman bol bol zamanımın olduğunu ve her şeyi akışına bırakmamı söylerdi. Ben de öyle yapardım. Ona güvenmek ne kadar doğruydu bilmiyordum ama bunu düşünmek için bile çok geç kalmıştım.

Ona çoktan güvenmeye başlamıştım.

O yüzden, savaşa doğru gittiğimizi büyük bir heyecanla söylerken de onu sadece dinlemiş ve sonunda tüm itirazlarıma rağmen onun söylediğini yapmak zorunda kalmıştım. Moumar denilen yere gidecek ve gerekirse onunla beraber o çukura girecektim. Zaten kaybedeceğim bir şey de yoktu. Elinde hiçbir şeyi olmayan birinin yaşamak için bir anlamı da olmazdı, değil mi?

Yine de şimdilik bunu bilmesine de gerek yoktu. Bir yanım hala Moumar konusunda kararsızdı.

Sabahtan beri ne zaman gideceğimizi sorup duruyor, beynimin etini köşeden köşeye kemiriyordu. Bense, bunu Asir’e sormaktan çekiniyordum, çünkü onunla güven gibi herhangi ‘özel’ bir bağımız yoktu ve Moumar hakkında bilgilenmek istemem konusunda tüm şüphesini, beni tehlikeye atacak kadar kendimde yoğunlaştırabilirdim.

Onun dikkatini yeteri kadar çektiğimi düşünüyordum ve bu durum, sonuna kadar gitmemeliydi.

Yalvarırcasına, ‘’İblis lütfen.’’ dedim zihnimden gözlerimi kapatıp arkaya doğru yaslanırken. Asir çoktan içeri geçip beni yalnız bırakmış, Korkut’sa tekrar geri gelmek üzere sürüsüne geri dönmüştü. Bense hala verandada sallanan sandalyenin üstünde oturup İblis’i dinliyordum.

Umursamadı. ‘’Ne var lan, ne!’’ dedi İblis dayanamayarak kaşlarını çatıp. ‘’Kızım bu son şansımız olabilir diyorum!’’

‘’Ölebiliriz diyorum!’’ dedim ben de karşılık vererek. Sesim onunkinden daha gür çıkmıştı ve ilk defa ona bu denli bağırmıştım. Öyle ki koridorlarım sesimin baskısı nedeniyle titredi. İblis’in dumandan yaratılmış elbisesinin titrediğini fark ettim. Hangi duyguya kapılıp titrediğini anlamam zor olmuştu. Öfkeden de olabilirdi.

Kaşlarını çatıp çatmamak konusunda ikileme düşmüş gibi bana hayretle baktı. Sonra alt dudağını kavrar gibi dudağını içe doğru kıvırıp tekrar serbest bıraktı. Onu ilk defa böyle susturmanın şaşkınlığı içindeydim. Birbirimize tuhaf tuhaf baktık. ‘’Yani…’’ dedim ılımlı şekilde devam ederek. Boğazımı temizledim. ‘’Kurtulmak için hayatımızdan vazgeçebiliriz. Bunun için çok erken değil mi?’’

Koridorlarımın duvarları sesimden dolayı hala içten içe titrerken, o gözlerini kapattı ve derin bir nefesi koyuverdi. Sonra gözlerini araladığında hala kömür karası harelerin tutuştuğunu görebiliyordum. ‘’Toprak, zaten burada öleceğiz.’’ Kaşlarını havalandırdı. ‘’Anlıyor musun, yavrum? Öleceğiz burada.’’ dedi gereksiz ve abartılı şekilde sakin davranarak.

Bakışlarımı ondan ayırıp kirpiklerimi hafifçe araladım. Karşıda duran dağlar sanki Tanrı tarafından gökyüzüne özenle çizilmiş gibiydi. Çok güzel bir görüntü vardı. Tüm bu atmosfere göre, İblis’in karamsarlığı da içimi daraltmıştı. Haklıydı, ölebilirdim ve benim ölüşüm demek, onun da öleceği anlamına geliyordu.

‘’Ne zamandan beri ölümü bu kadar takıyorsun?’’ dedim sakince karşıyı seyrederken. ‘’Sen ölmek için çırpınan birisin.’’

İblis bir süre suratıma baktı, sonra gözlerini tekrar kapatıp aralarken arkasına yaslandı. ‘’Ben sadece, senin için yaşarım.’’ dedi net sesle. Kalbimde tuhaf bir his baş gösterirken gözlerimi durgun bir şekilde karşıdan ayırıp ona doğru çevirdim. O ise bana bakmıyor, karşı dağları seyrediyordu.

Mekanik sesiyle devam ettiğinde, sesinin arkasına saklanan derinlikte kaybolduğumu sandım. ‘’Ölümü taktığımdan değil, kendimi yaşatmak istediğimden de değil. Ben, seni yaşatmak istiyorum Toprak.’’

‘’Neden?’’

Bana sert sert baktı ama bu ilk defa beni germedi. Net şekilde, ‘’Ölmek istemiyorsun çünkü.’’ diye devam etti, kadehinden umursamaz şekilde yudumlayıp. Kirpikleri birbirine doğru yaklaştı, dağları seyrederken hemen durgunluğa bürünmüştü. ‘’Ayrıca,’’ diye devam etti, ‘’Bir şeyler için çabalarken ölmek, yerinde aptal gibi sayarken ölmekten kat kat iyi.’’

‘’Asir’le nasıl konuşacağım? Onun şüphesini her halükarda çekeceğim. Nasıl kurtulacağız bundan?’’ Pes etmiyordum.

O da etmiyordu. ‘’Zaten yeteri kadar çektin. Az önce.’’ dedi bastıra bastıra. Elini havada rastgele sallayarak saymaya başladı, elini sallarken dumanları etrafa saçılıp kayboluyordu. Sanki o dumanların arasında görünmeyen bir kütle var gibiydi. ‘’Yok o gece onunla konuştum, yok efendim maskenin ardındaki gerçekler…’’ dedi alayla devam ederek. Gözlerinin içine ifadesiz bakmaya çalışsam da konuştuklarımı dışarıdan duymak garip hissetmeme neden olmuştu.

Azar azar utanmaya başlamıştım. Bana alayla bakmaya devam ederken kaşlarını çattı. ‘’Toprak sen ölmeyi çoktan hak ettin de… İşte… Yine uğraşıyorum, yine uğraşıyorum.’’

‘’O zaman…’’ dedim ve bir süre düşündüm. ‘’Hadi pratik yapalım.’’

Yüzünün bir kısmını buruşturup, ‘’Nasıl?’’ dedi kaşlarını çatarken.

‘’Asir’in karşısına geçip, ‘’Bana Moumar hakkında bilgi ver,’’ desem verecek mi ki?’’

İblis gözlerini kırpıştırdı, ardından kafasını yana doğru eğip tek gözünü kıstı. ‘’Bana zaman kazanıyormuşsun gibi geliyor.’’ dedi düşünceli bir şekilde, ‘’Onun yanına gitmemek için bana saçma sapan sorular soruyorsun.’’

Yakalandım.

‘’Ama sen sandığının aksine, zaman kaybediyorsun.’’ dedi boğuk sesiyle. ‘’Neden bu kadar korkuyorsun? Tüm bu olanlar zaten yeteri kadar korkunç değil miydi senin için?’’ diye devam etti, gözlerimin içine bakarak.

Elimi kaldırıp alnıma doğru götürdüm ve parmaklarım örümcek bacağı gibi hareket edip kaşımın üstünü kaşıdı. Tenime baskı uygulayıp geri çekilirken tekrar karşı tarafa baktım, dağların üstünde bilinmezliğe yuva açmış sisler vardı. Rüzgar buraya doğru hücum etti ve oturduğum yerde beni ürpertti.

‘’İblis,’’ dedim titreyerek. ‘’Her şey bana yabancı geliyor. Buradaki hiçbir şey beni yaşatacak potansiyeli taşımıyor.’’ Gözlerimi dağlardan, ölü çimenlerden ve sadece etrafımızda uğuldayan rüzgarın sesinden ayırıp ona doğru çevirdim. Tüm her şey kömür karası gözlerine baktığımda silinip gidiyor gibiydi.

Korku bile.

‘’Anlıyor musun? Moumar ne, gerçekten bilmiyoruz. Yer altına girmekten bahsediyorsun ama ben daha yeryüzünde ne ile karşılaşacağımı bile bilmiyorum.’’ Kalbim söylediklerimle titriyordu, titreyen şey aslında cesaretimdi. Derin bir nefes verdim ve bana tüm tepkisizliğiyle bakan adama bakmaya devam edip, ‘’İç sesimden bile saklasam da, bunu dışarıya yansıtmasam da korkuyorum. Hatta dehşeti hissediyorum.’’

‘’Yalnız olduğunu mu sanıyorsun?’’ dedi hayatında bana ilk defa bu kadar ılımlı bakarak. ‘’Ben korkmuyor muyum?’’

Korkmuyordu. O hiçbir şeyden korkmazdı ki. Alt dudağını içeriye doğru kıvırdı ve dişleriyle onu ezdi. Söyleyeceği şey her ne ise ona azap veriyor gibiydi. Birden, ‘’Korkuyorum.’’ dedi benden önce davranarak. Kirpiklerimin usulca aralandığını hissettim, suratına öyle boş öyle aval aval baktım ki bir süre gölgeleri taşıyan kirpiklerinin arasından bana baktı. ‘’Ben sana zarar gelecek diye ölesiye korkuyorum Toprak.’’ dedi bastıra bastıra, mekanik ve boğuk sesiyle.

Kaşlarımı yukarı kaldırdım, dudağımın kenarı hoş bir şekilde kıvrılacaktı ama sözümü sertçe kesti. ‘’Hemen şımarma.’’

Dudaklarımı birbirine bastırıp düz bir şekilde tutmaya çalıştım, başaramayınca önüme döndüm ve dağlara doğru baktım. Gözlerini devirse de devam etti, ‘’Sence yaşamak istediğimden mi bu kadar çabalıyorum?’’ dediğinde hala karşı tarafı seyrediyordum. Rüzgar tekrar gür bir sesle eserek çimenlerin üstünden geçti, ardından verandaya doğru hücum edip beni titretti.

‘’Hayır.’’ dedi kendi kendine, ‘’Ben seni yaşatmak istiyorum diye bu kadar çabalıyorum. Korku, siz insanlar için normal bir durum olabilir ama o kadar kör bir nokta ki, onu hissederken sınırı aşarsan seni bir noktada kilitler. O yüzden korkunun seni ele geçirmesine izin verme, bana bundan bahset ama onu hissederken sınırı aşma.’’ dedi ve söylediklerini sindirmem için bir süre bana fırsat tanıdı. Yutkundum.

‘’Yapacaklarımız bu saatten sonra bizi daha da tehlikeye atacakken, böyle konuşup oturmaya devam edemezsin Toprak.’’

Sertçe dile getirdiği sözleri üzerine ilk defa bakışlarımı ona çevirdim. Tüm hissettiklerim gözlerime hücum etmiş gibi gözlerim yanıyordu. Kıstığım gözlerimle ona bakmaya devam ederken nefes nefese kalmış halde önce bana, sonra kadehine doğru baktı. Ardından arkasına yaslandı. ‘’Bir daha beni böyle konuşturma.’’ dedi asabice, ‘’Nefret ediyorum.’’

Gülümsedim. ‘’İyi ki varsın.’’

Söylediğimi bir süre algılayamadı, kadehinin içine bakıp durdu ardından kaşlarını hafifçe kımıldatıp yukarı kaldırırken bile kadehinin içini seyretti. Sonra usulca kömür karası harelerini bana doğru kaldırdı. ‘’Bu…’’ dedi ve sustu. Sonra boğazını temizleyip kibirle başını sallarken, ‘’Bunu biliyorum.’’ dediğinde dayanamayarak güldüm.

Sinsice gelen onunla alay etme isteği baş gösterdiğinde hınzırca sırıttım. ‘’Yine de konuşma planı yapmayacak mıyız?’’

Ciddiyetle, ‘’Toprak,’’ dedi harfleri uzata uzata. ‘’Benden o adam olmamı isteme. Beni burada öldür, o olmamı isteme.’’

‘’Abartma,’’ dedim yarım ağız gülerek. Bana sert sert bakmasına aldırmadan alayla, ‘’Ne var canım? Bilmeyecek bile.’’ diye devam ettim.

‘’Ben bileceğim.’’ dedi İblis hazırcevaplıkla. Yüzünü buruşturdu, ‘’Benden alt bir kademeyi canlandırmamı mı istiyorsun?’’ Elini kaldırıp işaret parmağını kendine doğrulttu, ‘’Benden?’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak.

Kafamı sallayıp sessizce ona tebessüm ettiğimde, ‘’Delirmişsin.’’ dedi seri şekilde.

Tatlı tatlı, ‘’Küçük kızın istiyor ama?’’ dediğimde kusacak gibi ağzını araladı ve başını öne doğru doğrultup kusuyormuş gibi hafifçe öğürdü. Onu ve hareketlerini hayretler içerisinde sessizce seyrederken; arkasına yaslanıp ‘’Bu sert geldi.’’ dedi kadehinden yudumlamadan önce.

‘’Çok kabasın!’’ dedim yüzümün bir kısmını buruşturup, ona ters ters bakarken.

Homurdandı, ‘’Eşek kadar kızsın… Ufal da cebime gir, cebime.’’

Ona trip atar gibi kesik bir nefes çıkartıp oturduğum yerden aniden kalktım ve kapıya doğru ilerledim. Bakışlarıyla alay etse de dudaklarına herhangi bir hareket çalınmamıştı. Asir’le konuşacaktım yoksa susmayacaktı.

Çenem yukarı kalkmış şekilde tepeden gittiğim yönü seyrede seyrede ilerlerken, salona bakma gereği bile duymadım çünkü İblis, nereye gideceğimi biliyormuş gibi zaman kaybetmemi istemedi. ‘’Salonda Mehir oturuyor.’’

Merdivenlere yönelip yukarı tırmanmaya başladığımda hala sesim çıkmıyordu. Dayanamayıp güldü, ‘’Salak mısın kızım?’’ dedi aniden, ‘’Trip atacağın en son kişi bile olamam. Uzaklaşsan uzaklaşamazsın, konuşmasan işime gelir.’’

Ayak tabanıma batan koridorun pütürlü hissiyatında ilerlerken, ‘’O yüzden mi konuşmadığım için bu kadar huzursuz hissedip benimle konuşmaya çalışıyorsun?’’ dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak. Güldü, sivri dişleri parlayarak ön plana çıktı; tam konuşacaktı ki dayanamadı ve tekrar güldü. ‘’Konuşmaya çalışan yok. Sadece hareketlerinin yersiz olduğunu söylüyorum.’’

Tekrar sustum ve çenem dik halde odamın önünden geçip Asir’in odası olduğu yöne ilerlemeye başladım. Gülümseyerek dirseğini tahtının kenarına dayadı ve elinin avuç kısmını da çenesine yasladı. ‘’Konuştun bir kere, trip işi yattı.’’

Odasının önüne gelip kapıya vurmadan önce, ‘’Öyle mi oluyor o?’’ dedim ama aslında ona kıyamadığımdan ve bu işi fazla uzatmak istemediğimden kabul etmiş gibi yapacaktım. Elini çenesinden ayırmadan, kaşlarını yukarı kaldırıp başını sallarken halinden memnun görünüyordu.

‘’Evet.’’

‘’Tamam o zaman.’’

Elimi kaldırıp kapının sırtına vurduğumda İblis de ben de ciddileşmiştik. İçeriden ses gelmedi, ardından İblis kulaklarını dikerek sol tarafa baktı. Çenesiyle ileriyi işaret etti, ‘’Orada.’’ dediğinde koridorun sonundaki odaya bir bakış attım. Koridor biraz daha uzuyordu ve en son köşede, sol tarafta bir oda vardı. Orası ilk başlarda dikkatimi çekmişti ama evi benimsemediğimden odaları karıştırmamıştım.

Ellerimi cebime atıp ilerledim ve kısa sürede beyaz kapının önüne geldim.

Kalbim yine amansızca titreyip sarsılmaya başladı. Midemin kasıldığını hissediyordum. Bu hisler, her defasında onu görmeden önce baş gösterecek miydi? Çünkü böyle devam ederse, bir gün midem içeride patlayacak; kalbimse boğazımdan yukarı tırmanıp ellerim arasında can verecekti.

Neden böyle hissetmek zorundaydım? Ondan etkilendiğim için mi? Bu herkese oluyor muydu?

Nefes alıp vermemle sakinleşmeye çalıştım ama başaramıyordum. Bu sefer ellerim zelzelede titreyen bina gibi sarsılmaya başlamıştı. Tek elimi cebime atıp diğerini kaldırdığımda İblis bana göz ucuyla baktı. Ardından işaret parmağımı kıvırıp kapıyı tok sesle tıkırdattım.

‘’Gir.’’ Her zaman kalın ve erkeksi çıkan sesi, derinlerden boğuk bir şekilde yükselmişti.

Kapıyı açmadan önce hızlıca elimi saçıma götürüp kulağımın arkasına sıkıştırdım; ardından içeri girdim. Bir koku burnuma ev sahipliği yaptığında gözlerimi kapayıp onu içime çekmemek için çırpındım. Başardım da. Fakat yine de çaktırmadan derin bir nefes almıştım.

Koku çok güzeldi, ferahtı ama keskin bir tarafı da vardı. Burası küçük bir ofis gibiydi. Asir’in ne işle meşgul olduğunu bilmiyordum ama burada bir şeyler çalışıyor gibi görünüyordu. Hala başını kaldırmamış, önünde duran kağıtla ilgilenirken bazı yerlerini elindeki mürekkep kalemle karalıyor, çiziyor bazı yerlerini de okuyordu.

Konuşmadan önce etrafı biraz daha süzdüm. İki duvarda da büyük kitaplıklar vardı; aşağıdaki kütüphaneye benziyordu ama burası daha çok küçük bir kitaplık yuvasıydı. Önemli bulduğu kitapları buraya getirdiğini düşünüyordum. Tam karşıda doğayı ve gökyüzünü gösteren büyük bir camekan vardı. Onun önünde çalışma masası ve Asir’in oturduğu koltuk duruyordu.

Kapının tam sol yanındaki köşede de küçük bir tezgah vardı. Onun üstüne koyduğu kahve fincanı, kahve makinesi göze hoş geliyordu. Oda koyu kahverengi ve siyah ağırlıktaydı. Kitaplıklar siyah, oturduğu koltuk ve çalışma masası koyu kahverengi ve deridendi.

Arkadaki aydınlık gökyüzünden süzülen ışıkların gölgeler bindirdiği suratına baktığımda orada hiçbir ifade yoktu. ‘’Ne istiyorsun?’’ dedi soğuk bir şekilde. Gözlerini bile kırpmadan, alttan alta beni süzüyor olması ellerimi bile uyuşturmuştu; bu hissizlikle bana bu şekilde tavır sergilemesi ise beynimi dondurmuştu.

İblis’le az önce yaptığımız konuşma bile buhar olup gitmişti sanki. Bakışlarımı yoğun bir şekilde beni süzen bakışlarından ayırıp odanın herhangi bir köşesine çevirdim. İblis konuşmaya dahil olmamı bekliyordu, fakat bekleyen sadece o değildi. ‘’Evet?’’ dedi Asir, geriye doğru yaslanırken.

Konuşmadan önce hafifçe nefes aldım. ‘’Az önce konuştuklarım yüzünden rahatsız olmuş olmalısın,’’ dediğimde sesim ılımlıydı. Ona doğru yönelttiğim bakışlarım bu sefer kendinden daha emin duruyordu. Tek kaşını kaldırdığında, kaşının üst kısmında oluşan çizgi alnına yarım yamalak düşmüş perçemine takıldı. Çehresi her zamankinden daha çekici görünüyordu.

‘’Özür dilerim.’’ Olduğundan fazla içten bir şekilde bunu dile getirmiştim. Yine de sessizliği üstümde baskı kurmaya devam ettiğinden eklemek zorunda hissettim, ‘’Düşünmeden konuştum.’’

Yüzündeki mimikler değişmese de dudağının kenarı hafifçe oynamıştı ya da bu, benim hayal ürünüm de olabilirdi çünkü her şey çok hızlı gelişmişti. ‘’Güzel, takdir ettim.’’ dedi erkeksi sesiyle, hala geriye yaslanmış beni süzerken. Özrümü anlayıp bunu desteklediğini belirtti ama affettiğini söylemedi.

İçimde bir baskı oluştu, baskı yapan eller pişmanlık kokuyordu ve kalbime giderek çörekleniyordu.

‘’Biliyorsun, buralara yabancıyım. Bir şey bilmiyorum ve aklımda bir sürü soru var.’’ Kirpiklerimin arasından ona bakarken gözlerimi bile kırpmıyordum, hareketlerini ve mimiklerini öyle takip ediyordum ki huzursuzluğu yaydığı an bu sefer her şey gerçekten değişecekti.

İblis ellerini birleştirip öne doğru eğilmişti, avuçları arasında duran kadehinin farkında değil gibiydi; dik dik ona bakıyor gibi görünse de aslında konuşma ‘gerçekten’ başladığı için memnun görünüyordu. İblis’in söyledikleri tekrar aklıma hücum etti. Korkamaz veya geri çekilemezdim; bu noktada olmazdı. Bu sefer daha sakin görünüyordum.

Tek kaşı kalkmışken başını aşağı yukarı salladı, ‘’Korkut’la konuştuklarımızın detayını öğrenmek istiyorsun.’’ dedi net bir sesle. Konuya benden önce giriş yaptığı için afallasam da başımı salladım. Kafasını aşağı eğip masanın üstündeki kağıtlara baktığında İblis de başını eğmiş, surat ifadesini görmeye çalışıyordu. Ben de gözlerimi kısıp hareketlerini takip ederken sesimi çıkartmıyordum.

O an, dudağının kenarının kıvrıldığını fark ettim. Başını kaldırdığındaysa hiçbir şey görememiştim.

İblis’le bakıştık, bana kenardan anlam verememiş bir ifadeyle baktı ardından kaşlarını çatıp Asir’e yoğunlaştı.

‘’Neden istiyorsun bunu?’’

Konuşmadan önce yutkunmama engel olamadım. Kızıl hareleri boynuma, oradaki sıcak harekete, ardından tekrar surat ifademe doğru kaydı; dudağının kenarı bu sefer gözle görülür şekilde tehlikeyle kıvrıldı. Devam etmemi bekliyordu.

‘’Çünkü,’’ dedim tek kaşımı kaldırarak, ‘’Buraya girmemin bir sebebi olduğunu düşünüyorum. Sandığımız gibi bir insan olmayabilirim. Kurtarıcı’ysam da bundan emin olmalıyız. Soyum öyle bir vasıf taşıyor diye ben de onlara benzeyecek değilim.’’ dediğimde kirpiklerini usul usul kırpıştırıp bakmaya devam etti.

‘’Ve ne olduğumu öğrenmem için Korkut’la sana ortak olmam şart gibi.’’ dediğimde aslında açık bir kapı bırakmamıştım ama bırakmış gibi bir ses tonuyla söylemiştim. Ona fırsat tanımayacaktım, eğer kabul etmezse de Moumar’ı bir şekilde öğrenecektim. Artık iş, İblis’in haklılığından da öteye gitmeyi başarmıştı.

Kaşlarını çatıp, ‘’Ortak mı?’’ dedi gülercesine. ‘’Atladığın bir şey var. Bize ortak olman için bir yeteneğin olması gerekiyor. Kendini korumalısın. Moumar, Kızıl Diyar bölgesinde olsa da oradan epey tehlikeli bir yerde.’’

‘’Farkındayım.’’ dediğimde başını iki yana salladı.

Cevap olarak, ‘’Hiçbir şeyin farkında değilsin.’’ dedi kalın sesiyle. ‘’Hiçbir şeyin.’’

Damarlarıma yayılan duygu yuvarlanarak öne doğru ilerliyordu, arkada da korkunç birer ayak izi bırakıyordu ve o duyguyu takip ettiğimde önümde iki yol ayrımı görüyordum. Birisine girdiğimde, yine düşünmeden konuşacak ve öfkeme teslim olacaktım; diğerine girdiğimdeyse soğukkanlı bir şekilde durmaya çalışacak ve Asir’i bir şekilde ikna etmeye çalışacaktım.

Hangi yol, hangi yöne çıkıyor bilmiyordum.

İblis devreye girdi, ‘’Cin’den bahset.’’ dediğinde unuttuğum o küçük varlık gözlerimin önüne geldi.

Gittiğim yanlış yönden son anda ayrılıp ayaklarımı diğer yöne soktuğumdaysa, heyecanla çıkan sesime engel olamamıştım. ‘’Cin.’’ dedim aniden. İblis dişlerinin arasından, ‘’Toprak,’’ dedi ikaz vererek. Sakinleştim. ‘’O seninle farklı düşünüyor gibi.’’

Derin bir nefes verdi, omuzları inip kalktı ve ellerini masanın üstünde kavuşturarak parmaklarını birbirine geçirdi. Üstünlük sağlamaya çalışıyordu ve bu duruş, onda ayrı duruyordu. Bana kaşlarının altından dik dik baktı, ‘’O gün ne konuştunuz bilmiyorum ama bunun bir önemi yok,’’ dedi sert bir şekilde, ‘’Hala kendini koruyamıyorsun.’’

Önemsiz bir şeyden bahsediyor havası takınarak, ‘’Kendimi korumak kolay,’’ dediğimde kaşlarını yukarı kaldırdı. Tepkisine aldırmadan, ‘’Bir şekilde öğrenirim.’’ dedim devam ederek. ‘’Cin, Kurtarıcı hakkında bazı bilgiler verdi bana. Ben de o bilgileri kullanarak Moumar’ı kast ettiğini anladım.’’ dediğimde ellerinin bağını çözdü ve tek kaşındaki yarayı sıkıntıyla kaşıyarak bana baktı.

‘’Nasıl çıkardın onu? Moumar’ı bile daha yeni öğrendin.’’

‘’Kurtarıcı hakkında bir şiirden bahsetmişti,’’ dedim ona aldırmadan. ‘’O şiiri ilk duyduğumda hiçbir şeye anlam veremedim ama şimdi fark ettim ki Cin, gizliden gizliye Moumar’dan bahsediyormuş.’’

Ellerini masanın üstünde birleştirdi ve tüm ağır duruşuyla ‘’Yağmur,’’ dedi. Ağır tavrına gölge düşüren bakır rengini taşıyan gözlerinin içindeki parıltılardı ve bu parıltılar, aklımı kaybettirecek şekilde sadece bana bakarken oluşuyordu. ‘’Boşluk’a Moumar’ı sorsan, ‘’O ne, efendim?’’ der.’’ dedi alayla kaşlarını çatarak.

İblis dudaklarını büzdü ve ‘’Ups, bu çok kötü.’’ dedi, ‘’Çakmasa bari.’’ diye fısıldamaya devam ettiğinde kalbimin havadaki atmosferi okuyup tehlikeyle çarptığını hissettim.

Yutkunarak Asir’e bakarken, oturduğu yerden aniden kalktı ve masanın kenarından dolaşarak karşıma doğru adımlamaya başladı. Odanın içinde yankılanan ayak sesleri, kalbimin atışlarını ardı ardına doğurmaya devam etti. Bu esnada gözlerini asla benimkilerden ayırmadı.

Uzun boyluydu, benden daha uzun ve yapılı cüssesi her zaman gücünü bas bas bağırıyordu. Yüzündeki tebessüm, gözlerine ulaşmıyordu. ‘’Sen, benden çok önemli bir şey saklıyorsun. Boşluk’un bahsettiklerine çoğu zaman ben bile anlam veremem ama sonuçta o benim çalışanım.’’ dedi. ‘’Bana açıklar.’’

Alt dudağımı gerginlikle yalasam da duruşumdan taviz vermeyerek ona tepkisiz şekilde bakmaya devam ettim. Kalbimse tüm duruşumu bozmak için göğsümde çırpınıyordu. Kafesimi parçalayıp onun avuçları arasına atlayacağından korkuyordum. Ateşin bir parçası haline gelmiş kızıl gözleri tam karşımda durdu ve bana tepeden baktı.

Bakışlarımı pürüzsüz boynuna doğru indirdim, başını hafifçe yana doğru eğdiğinde boynundaki köprücük kemiği kendini gömleğinin açıkta kalan yaka kısmından belli etti. Suratıma bakmaya çalışıyor gibiydi. ‘’Sana açıklayamayacağı gibi, sen de onun söylediklerini yardımsız asla anlayamazsın.’’ dediğinde dişlerimi birbirine bastırıp geri adımladım.

Ardından sertçe gözlerine baktım. ‘’Neden, ben salak mıyım? Düşünme yetim mi yok?’’

İblis başını hırsla sallasa da aslında öfkeli değildi, Asir’in bir şeyler çakmaması için yalvarıyor gibiydi.

Umursamaz bir şekilde suratıma baktı, ‘’Hayır,’’ dedi erkeksi bir sesle. İçimde büyüyen ateşi hissettim, dudaklarımı araladığımda lafları ağzıma geri tıkarak hızlıca konuştu. ‘’Boşluk’un beyninin bir sınırı yok, bundan bahsediyorum.’’

Kaşlarımı çattım. ‘’O ne demek ya?’’

Asir buna daha fazla cevap vermedi. Tek gözünü kısarak, başı hafifçe eğik bir şekilde bana bakmaya devam etti ardından dudaklarını aralayıp şüpheyle bir şey söyleyecekti ki İblis, ‘’Konuda kal, hatta değiştir. Beni anlamamalı.’’ dedi zihnimden aceleyle.

İblis’in de söyledikleri yüzünden iyice hırslanıp onun konuşmasına fırsat tanımadım. ‘’Ne demek istiyorsun Asir?’’ dedim inatla, gözlerinin içine bakarak. Birden parlayışım onu şaşırtsa da ellerini cebine atarak dikleşti.

Gözlerindeki değişimden aklının bir anlığına dağıldığını kavradım. ‘’Sana aptalsın demiyorum. Aşağılık kompleksin mi var?’’ dediğinde nefesim boğazımda takıldı. Hareketlerimi aşırı tutmaya çalıştım, aklı bu şekilde daha da dağılabilirdi.

Tüm mimiklerimi kullanarak şaşırdım, ‘’Bir de aşağılık kompleksi?’’ dedim biraz da sesimi yükselterek. Hareketlerimi tıpkı istediğim gibi aşırı buldu, irkildiğinden gözleri kocaman aralandı ve kızılları daha da ortaya çıktı. Sesini alçak tutarak, ‘’Ne oluyo…’’ demeye çalıştı ama izin vermeden devam ettim. İblis’se gülmemek için dudaklarını birbirine bastırıyor ve elinde tuttuğu kadehi avcu arasında sıkıyordu.

‘’Seninle buraya düzgün bir şey konuşmaya geldim ama sen bana hakaret ediyorsun!’’

Yüzünü hafiften kasarak, ‘’Hakaret etmedim lan!’’ dedi birden yükselip. Elleri hala cebinde yarım yamalak kıstığı kirpiklerinin arasından bana bakıyordu. Hızlanan nabzım, nefesimi birden daralttı ve tekrar nefes alıp vermeye devam ettim. Bana karşı ilk defa böyle kaba konuşmuştu.

Ona şaşkınlıkla bakarken, dayanamamazlığın verdiği hisle tekrar parladı. ‘’Söylediklerimi nerenden anlıyorsun?’’ Gürleşen sesi odayı bile titretirken hala yerimde sağlam kalmama hayret etmiştim. Kollarımı göğsümde birleştirip ona meydan okumaktan çekinmezken, ‘’Ne bağırıyorsun ya? Bir de ‘lan’lı!’’ dediğimde hala afallamış surat ifadesiyle bana bakıyordu.

Gözleri kocaman aralanmış halde etrafa kısaca bakındı, sonra tekrar bana yöneldiğinde ‘’Sen benimle dalga mı geçiyorsun?’’ dedi ve elini ters çevirip aniden alnıma dayadı. Elinin sıcaklığı tenime işlerken şaşkın şaşkın ona bakıyordum. Bakır rengi gözlerini kısarak bana bakmaya devam etti. ‘’Ateşin de yok?’’

Geri çekildim ama bileğimden kavrayıp beni durdurdu. Şaşkınlık kapının altından sızdı. Sesini dizginlemeye çalışırken tek eli hala cebinde, bana tepeden bakıyordu. Nabzım parmaklarının altında hızlı attığından bakışlarını kısaca bileğime indirdi, tek kaşını yukarı kaldırmıştı; arkadan vuran güneş ışığı yüzünü yarım yamalak gölgede bırakıyordu.

Ardından oradan gözlerini kaldırıp benim mavi-kızıl gözlerime tutundu. ‘’Yağmur, ne oluyor?’’

‘’Hiçbir şey.’’ dedim gözlerim bileğimi saran parmaklarına inerken. Kaşlarımı çatsam da elimi çekmedim. Elini çekmesini bekledim ama o da çekmedi. Beni kendine biraz yaklaştırdığında topuklarım zemine yarım yamalak vurdu ve ona doğru çekildim. Hala aramızda mesafe vardı.

İblis bir ona bir bana bakarken gözlerini kısmıştı, artık eğlenmiyordu.

‘’Bu çok şüpheli. Sen neden birden yükseldin ki?’’ dedi tek gözünü kısarak, beni incelerken.

‘’Birden değil. Hakaret ettiğinden ve benimle kaba bir şekilde konuştuğundan yükseldim.’’ dedim rolde kalmaya çalışarak. Şu an bir sahnenin ortasındaydım ve tüm spot ışıkları benim üstümdeyken aniden yön değiştirip Asir’e odaklanmışlardı. Benimle oynayan asıl oydu çünkü az önce onu kandırdığımı sanmıştım.

‘’Hayır.’’ dedi ve bir adım bana yaklaştı. Ben de geri adım attım ve bana yaklaşmasına izin vermedim. Elimi hafifçe kendime çekiştirdim ama daha sıkı tuttu, yine de canım yanmadı. Gözlerimi tekrar bakır rengine bulanmış harelerine kaldırıp kaşlarımın altından ona baktım. Dudağının kenarı seğirse de ciddiyetini korudu.

Alnına düşen perçemleri onu daha da kasvetli bir havaya büründürdü. ‘’Az önce dikkatimi dağıtmaya çalıştın. Bu da işkillendiğim şeyin doğruluğunu gösterir. Değil mi?’’

Sakinliğimi korumaya çalıştım, sakinliğin tam arkasındaki kapıda panik vardı ve onun kapının arasından bakmasına fırsat veremezdim. ‘’Neyden bahsediyorsun ya?’’

Hafifçe başını kaldırdı ve alt dudağını ısırıp kendine çekti. Bir süre tavanı seyretti, eli hala bileğimdeydi. Çaktırmadan yutkundum, kalbim paniklemeye başlamıştı bile. İblis’i bilmesine imkan yoktu, bu düşünce beni rahatlatmaya yetiyordu çünkü ona bir şey söylemezsem İblis’in varlığı tamamen kaybolurdu.

‘’Bırak tamam,’’ dedim kaşımı kaldırarak. Tavanı seyreden gözlerini aniden bana doğru indirdi. Kısık bakıyordu, bir şeylerden şüphelense de onun adını tam koyamıyordu. ‘’Umarım benden sakladığın ne ise, bir gün başına bela olmaz.’’ dedi dudaklarındaki tehlikeli ve soğuk bir tebessümle.

Kaşlarımı çattım. ‘’Olmaz.’’ dedim sertçe. ‘’Merak etme.’’

‘’Demek benden bir şey saklıyorsun?’’ dediğinde kısmi felçlik zihnimi talan etti. İblis elini alnına sertçe koydu.

‘’Ne var yani?’’ dedim istifimi bozmadan. İblis elini alnından çekerken bana inanamaz gözlerle bakıyordu. Asir’se tek kaşını kaldırmış bana cüretkar bir ifadeyle bakıyordu; hareketlerim içten içe onu eğlendiriyor gibiydi çünkü bu anlarda her zaman bana baktığında gözlerinin içi parlıyordu. O ışığı net şekilde görebiliyordum.

‘’Her insanın sırrı vardır ve herkes gibi bana da bu konuda saygı duyulmasını istiyorum.’’ dedim sesimdeki kararlılık beni bile şaşırtmıştı. Yine de ifadesiz durmayı başarmıştım, duvar kadar sert ve düz bir tavır sergilemiştim. Asir başını salladı, ‘’Bu konuda sana saygı duyamam,’’ dedi bileğimi bırakarak.

Kaşlarımı çattım, öyle bir çattım ki başımın önünde sızı belirdi. Devam etti, yüzünde anlamlandıramadığım ılımlı bir his vardı. ‘’Çünkü saygı duyarsam, başına bir iş geldiğinde seni koruyamam.’’

Gülercesine nefes bıraktım, kelimeleri ruhumda tuhaf hisler baş göstermeye başlasa da suratım ondan zerre etkilenmediğini dile getiriyordu. ‘’Beni korumak zorunda değilsin.’’ dedim kalbim amansızca atmaya başlarken. Bir ona söz geçiremiyordum zaten. Bu adam karşımda bana böyle delici bir ifadeyle baktığında deliriyordu.

‘’Değildim.’’ dedi başını umursamazlıkla sallarken. Gözlerimi kısa süreliğine ondan aldım ve yana doğru baktım; kitaplık çok düzenliydi. Ondan ve onun gözlerinden kurtulmak için her bir köşeyi analiz ettim. ‘’Sen Moumar konusunu açana kadar.’’ dedi devam ederek, keskince.

Bakışlarım tekrar onun gözleriyle buluştu. Yutkundum, oldukça sert bakıyordu. Sert baksa da ses tonu kadifemsiydi, o kalın ve erkeksi sesine yayılan güzel tını kulağa melodi gibi geliyordu. ‘’Aklını mı kaçırdın Rea? Kime güveniyorsun da benden öyle bir bilgi istemekle kalmayıp bize ortak olmak istiyorsun?’’

‘’Kimseye değil, kendime güveniyorum.’’ dedim inatçılık ruhuma kıskacını geçirirken. Karşısında dimdik duruyordum ve çenemi meydan okurcasına kaldırmıştım. Bana bakışlarında bir yumuşama görür gibi oldum ama bu sanrıdan ibaret de olabilirdi çünkü dudaklarında herhangi bir reaksiyon yoktu. ‘’Gülünç,’’ dedi sanki kötü bir espri duymuş gibi bir sesle. ‘’Sadece basit bir insanken kendine bu kadar güveniyor olman,’’

Ardından ellerini cebine attı ve bana arkasına dönmeden önce göz ucuyla gelişigüzel baktı. ‘’Bu sana bilgi vermem için yeterli bir gerekçe değil, seni ortak olarak kabul etmek için de.’’ dedikten sonra arkasına dönecekti ve bu konunun kapandığını imzalayacaktı. Başka çarem yoktu.

Derin bir nefes bıraktım. ‘’Bak,’’ dedim dudaklarımdan dökülen nefes aramızda kaybolur kaybolmaz. ‘’Buraya sandığın gibi bu ülkenin herhangi bir köşesinden gelmedim.’’ dediğimde İblis kaşlarını çatıp ‘’Toprak!’’ dedi uyarır bir tonla yükselerek. Yapacak bir şey yoktu, Moumar söz konusuysa ve kurtuluşumuzun tek noktasıysa bunu ona biraz açıklamak zorundaydım.

Asir kaşlarını çattı ve arkasını dönmekten vazgeçip beni dinlemek için sessiz kaldı. ‘’Buraya ait olmadığım belli zaten. Bunu her halükarda belli ediyorum.’’ dedim ve alttan alta ona bakıyor olmam, onayını beklediğim anlamına gelmiyordu.

Yine de tüm ifadesizliğiyle başını sallayıp sessizliğini sürdürdü. ‘’Ben dışarıdan geldim. Naenia’nın herhangi bir köşesine ait bir şehirden değil. Uzak bir yerden, çok uzak.’’

‘’Dünya’dan.’’ diye devam ettiğimde kaşlarını çatsa da başını sallamaya devam etti. Bana inanmadığı gözlerinden belli oluyordu, yine de devam etmemi sabırla bekledi. ‘’İnanıp inanmamak sana kalmış ama bir sebeple Moumar’a girmek zorundayım. Ona yaklaşmak zorundayım, tamam mı?’’

Bir süre ifadesizce beni seyretti, ardından kollarını göğsünde kavuşturup gür bir kahkaha attı. Başı arkaya düştü ve pürüzsüz boynu gözlerimin önüne geldi; sıralı ve beyaz dişlerinin nasıl parladığına şahit oldum. Boğuk ve kalın sesiyle kahkaha atmaya devam etti; hafif kavruk teni kızarana kadar karşımda güldü.

İblis başını iki yana sallayarak ona manasız bakışlarından atarken, ben ciddiyetimi korumaya çalışarak sessizce kahkahasının bitmesini bekledim.

‘’Moumar’a girmek mi?’’ dedi sonra hala sırıtarak, bana tepeden bakarken. Dilini ağzının içinde gezdirdi ve yanakları dilinin baskısıyla şişip tekrar indi. İçeride dans eden dilini dışarı çıkartıp alt dudağını ıslatırken etrafını seyretti ve tekrar kahkaha attı ama bu sefer kısa sürdü.

Göz kenarları gülüşü yüzünden kırışmıştı ve yüzüne ayrı bir sempatiklik yayılmıştı. Gülmek ona çok yakışıyordu. Birden ciddileşmeye yakın, ‘’Yok, sen harbiden delisin.’’ dedi, üçüncü gözüm çıkmış gibi alnıma bakarak.

Eh, bu fikir benim de aklıma yatmamıştı; sonuçta yer altından bahsediyorduk. Kirpiklerimi usul usul kırpıp suratına bakmaya devam ettim ama gurur ayaklarımın altına girmeden önce onu yakasından kavrayıp yukarı çektim. ‘’O konu beni ilgilendirir. Benden kurtulmuş olursun bu sebeple.’’ dediğimde sırıtmayı aniden bıraktı ve bana ciddiyetle baktı.

Bulutlar gökyüzünü kaplamaya başlamıştı ve odaya aniden loşluk çöreklendi. ‘’Ne?’’ dedi hoşnutsuzlukla.

‘’Beni korumak zorunda değilsin. Bana bir şeyler öğretmek zorunda değilsin. Sınırı aşmadan benden kurtulabilirsin.’’ dedim son cümlemi bastıra bastıra, gözlerinin içine bakarak söylerken. Verandadaki konuştuklarımız aramıza pusu kurdu ve görünmeyen bir masanın üstüne uzandı.

O cümleden etkilendiğimi veya kalbimde içten içe yara açtığını bile bilmiyordum. Dilimden düşene kadar da emin olamazmışım; ben de söylediklerime derinden şaşırmıştım.

Yutkunduğunu gördüm, boynundaki adem elması sallandı ve gözlerime hiç olmadığı kadar yoğun ama kasvetli bir ciddiyetle baktı. ‘’Ölmek mi istiyorsun?’’ dedi birden. Sorusu afallamama neden oldu, ona tuhaf tuhaf baktım ama Moumar’a girmek istediğim için bunu söylediğini düşündüğümde her şey sakinleşti.

‘’Hayır. Bir planım var. Kendime göre ve bu konuda yardımına ihtiyacım var.’’ Tek omzumu silktim. ‘’Bu kadar.’’

‘’Delirmiş.’’ dedi adeta tıslayarak, birden öfkelenmesine anlam veremesem de etrafa rahatsız olduğunu belli eden sert bakışlarıyla baktı. Benden yana doğru dönüp ellerini cebine atarken kitap raflarındaki kitapları inceliyordu; sanki onları o koymamış gibi pür dikkatle ama bakır gözlerinde boşluk yakaladım. Onlarla ilgilenmiyor, söylediklerimle ilgileniyordu.

Aniden bana döndü, kıvılcım saçan gözlerinde öfke ve anlamlandıramadığım bir duygu daha vardı. Buğulanmış gözleri aklarına kızıllık yaymış, bakır rengi gözlerini daha da kızıllaştırmıştı. ‘’Yer altına girmenin ne demek olduğunu biliyorsun, değil mi? Moumar hakkında hiçbir bok bilmeden ne gibi bir planın var da…’’ dedi ve kendi kendinin sözünü kesti. Birden sakinleşmek adına gözlerini kapattı ve derin bir nefesi burnundan dışarı verdi.

Hareketlerini anlamlandıramayan zihnim, birden bir düşünceyle gümlerken kalbimin teklemesine engel olamadım. Benim için endişeleniyor muydu? Asir mi?

İblis sadece sohbetimizi dinlerken bir şeyler düşünüyor gibiydi. Kömür gözleri benim üstümde ve Asir’in arasında mekik dokuyordu. ‘’Yanımda kal ve saçmalama.’’ dedi gözlerini açarak, bana sertçe baktıktan sonra. Ardından sırtını bana doğru döndü ve masasına doğru ilerledi.

Sandalyesine oturduğunda sırtının baskısı sandalyeyi gıcırdatıp onu hafifçe geriye itti ama toparlanarak dikleşti. Keskin bir hançeri andıran gözlerini üstüme dikerek ellerini masanın üstünde kavuşturdu. ‘’Bunları duymamış gibi yapacağım. Yanımda kal ve ne plan yapıyorsan mantıklı bir hale sok. Moumar’a gitmek için kendini tehlikeye atamazsın, önce güçlen.’’ dedi sertçe.

Kendimden taviz vermeyerek, ‘’Nasıl güçlenebilirim?’’ dedim, bir yandan da kollarımı göğsümde kavuşturmuştum.

Kaşlarını kaldırıp ‘’Orası senin için kolay değil miydi?’’ dedi alay ederek, fakat bakışlarında onda hiç görmediğim kadar hırçın bir ifade vardı. Lafımı fark etmeden yuttuğum için kirpiklerimi kırpıştırdım ve dümdüz ona baktım. Hala bir cevap bekliyordum çünkü başka çarem yoktu. Güçlenmek ne demekti ve nereden başlayacaktım, bilmiyordum ki?

İblis elini ağzına götürüp öylece bekledi. ‘’Burada ne döndüğünü bilmiyorum ama çok fazla tepki vermiyor mu?’’ dedi gözlerini kısarak ona bakarken. ‘’Neden bu kadar endişelendi?’’ O da mı hissetmişti? Düşündüğüm şey yanlış değil miydi? Asir gerçekten benim için endişeleniyor muydu?

Kalbime ılık bir his hücum etti, sanki ılık bir su damarlarıma yayılmış ve kalbim onu pompalıyordu. Asir bana bakarken yutkundu ve kirpiklerini kırpıştırdı, ‘’Ne bakıyorsun öyle?’’ dedi sorgularcasına.

‘’Ne?’’ dedim kendimi toparlayarak. Ardından konuyu değiştirdim, ‘’Cevap bekliyorum?’’

Elini kaldırıp suratını sıvazladı, daha yeni çıkmış sakallarının teninde sürtme sesini duydum. Yağmur arka cama hafifçe çarparken bakışlarım o yöne kaydı ama sonra tekrar Asir’e odaklandım. Burnundan derin bir nefes bıraktı. ‘’Kami sana yardım eder, herhalde.’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp indirerek.

‘’Hangi konuda?’’

‘’Kami’ler çeviktir. Ayrıca doğayı yönetirler. Belki içindeki gücü açığa çıkartmayı başarır ve seni bu konuda biraz bilgilendirir.’’

‘’Sen yardım edemez misin?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. Merak içimde büyüdü, bakışlarına karanlık bir güç hakim oldu sandım ama hemen toparlandı. ‘’Hayır,’’ dedi keskince, ‘’Biz çok farklıyız. Senin yapıcı olman gerekiyor ve bu konuda eğitim görmelisin.’’

İblis yandan yandan bana bakıp sırıttı. ‘’Asla yapıcı olamazsın bu arada.’’ dedi imayla gülerek. Biliyordum, biz onunla asla yapıcı değildik. İblis var olduğu sürece ben de Asir gibi olacaktım. Dengeyi sağlamam da zor olacaktı.

Tek kaşını kaldırıp indirdi ve arkasına yaslandı, bu sefer öfkesi azalsa ve hala yerini korusa da rahat görünüyordu. ‘’Çok istiyorsan bir iki dövüş tekniği öğretirim, dengede kalmanı sağlayabilirim.’’

Düşüncelerim dağılıp tekrar bir araya gelirken, ‘’Ama zamanımız yok? Moumar…’’ dediğimde dişlerinin arasından ıslığa benzer bir nefes çekti. İrkilerek ona baktım, bana hem sert hem de hoşnutsuz bir tavırla bakıyordu.

Yağmur şiddetlendi ve cama vuran damlalar daha da gür bir ses çıkarttı. ‘’Sana ne diyorum lan ben?’’ dedi aniden parlayarak ama sesinin desibelini yine de ayarlamıştı. ‘’Hala bana Moumar diyor ya.’’

‘’Yine de…’’ dedim ve tam üsteleyecektim ama bu sefer İblis beni durdurdu. ‘’Toprak fazla üsteleyip iyice adamın heyheylerini tepesine çıkartma. Dikkat çekmeden de onun yerini öğreniriz, bir şekilde. Şimdi dediğini yapacakmış gibi davran.’’

Asir korkunç bakıyordu. Bana alttan bakıyor olması da iyice gözlerindeki karanlığı meydana çıkartırken gergince yutkundum. ‘’İyi, tamam.’’ dedim umursamaz şekilde davranıp. Hala temkinlilikle bana baksa da sessiz kaldı ve çenesiyle çıkmamı işaret etti. Gözlerimi devirdim ve sırtımı ona döndüm.

‘’O hareketi bir daha yapma.’’ dedi arkamdan sertçe. İblis gözlerini devirerek ağzında söylediklerini geveledi, kafasını da iki yana oynatmıştı. Çok komik göründüğünden bıyık altı gülümseyip Asir görmese de dudaklarımı büzerek kapıya doğru yürüdüm ve kulpunu çevirip dışarı çıktım.

Dar holde yürürken aklımda bir sürü şey vardı ama odak noktamı bulamıyordum. Hangi yöne odaklanacağımı bilemediğimden aslında düşüncelerim de bir işe yaramıyordu. Merdivenlerden inerken karnımın kasılıp guruldadığını duydum. Midem kazınıyordu.

Koltukta sıkıntıdan uzanan Mehir’e gelişigüzel baktıktan sonra sağa döndüm ve mutfağa doğru yürüdüm. Reha mutfaktaydı, zemine yayılmış uyukluyordu. Buzdolabının kulpunu tutup onu vakumlu bir sesle araladım, rafların ışıkları yüzüme çarptı. Raflardan bir kaşar ve salam aldıktan sonra kapağı tekrar kapattım ve yanında duran ekmek poşetinden bir parça ekmek çıkardım.

Malzemeleri tezgaha yerleştirirken İblis Reha’ya bakıyor ve bıyık altı sırıtıyordu. Ekmeğin arasını parmaklarımla aralayıp içine dilimli salam ve kaşarı koyduktan sonra tekrar kapattım ve sulanan ağzıma götürdüm. Masaya doğru ilerlerken Reha’nın çoktan uyanıp iki kuyruğunu da iki yana araladığını ve bana boncuk gözlerle baktığını gördüm.

Sandalyeye oturup ekmeğimden ısırmaya devam ettim, arada sırada göz ucuyla ona bakıyordum. Salam versem ne olurdu ki?

Merdivenlerden inme sesleri duyduğumda aldırmadım. Ekmek aramı masada yerken Reha ayak dibime geldi; yumuşak tüyü ayak bileğime sürtündüğünde gülümsemeden edemedim. Ekmek arasından salam çıkartıp önüne koyduğumda tek hamlede onu mideye indirdi. Bu hayvan asla doymuyordu, dışarı çıkıyor ve yine avlanıyordu ama onu doyuramıyordum.

Ekmeğimi yerken sakin geçen zamanların arasından İblis, ‘’Gerçekten nereden geldiğini söylemene gerek var mıydı?’’ dedi birden. Bana keskince bakıyor, bir yediğim ekmeğe bir de suratımı inceliyordu. ‘’Eninde sonunda öğrenirdi, zaten işkillendiğini ikimiz de biliyorduk İblis.’’

‘’İşkillenmesi ayrı,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Bilmesi apayrı.’’

Ekmeğimi masamın üstüne koyar gibi öne uzattım ama hala parmaklarımla onu tutuyordum. Sıkılmış gibi derin bir nefes verdim ve gözlerimi ona doğru kaldırdım ama aslında karşımdaki duvara bakıyordum. ‘’Seni bilmesinden iyidir.’’

Gözlerini usulca kapattı ve bir süre düşündü. ‘’İyi her neyse.’’ dedi sonunda beni rahat bırakıp. ‘’Umarım başımıza bela olmaz, onun bunu öğrenmiş olması. Çünkü olursa…’’ dedi ve ekmeğimden bir parça alırken dikkatlice beni seyretti. ‘’Ağzına sıçarım senin.’’ dedi sakin sakin.

Kafamı sallayıp ekmeği çiğnemeye devam ettim. Salamla kaşar dilimde dans ederken onları yutup mideye indirdim. Hızlıca ekmek aramı yediğimde kapı tıklandı. Mehir’in içeriden, ‘’Ben bakarım!’’ dediğini duydum ve yerimden kalkmadım. Ayak seslerini kapının açılma sesi takip etti.

İki adamın sesi duyuldu içeriden. İkisi de tanıdık geliyordu.

‘’Sen hala burada mısın?’’ dedi Korkut.

‘’Seni ilgilendirmiyor.’’ dedi Mehir de karşılık olarak. Ayağa kalkıp mutfak girişine doğru ilerledim ve mutfaktan tam çıkmadan eşikte durup içeriye baktım. Kapı hala aralıktı ve Mehir dik bakışlarını ikisine yöneltmişti.

Önce Korkut içeri girdi, ardından onu Barlas takip etti. Mehir onların üstünden gözünü ayırmayarak kapıyı dikkatlice kapatırken, ne anlama geldiğini fark etmediğim donuk bakışlarını kısa süreliğine bana doğrultup tekrar salona doğru ilerleyen iki adamın sırtına doğru baktı.

Asir tekli koltuğuna kurulmuştu. Arkasına yaslanmış, tek bacağını diğerinin üstüne yan şekilde koyarak bacak bacak üstüne atmıştı. İki kolu da koltuğunun yan desteklerindeydi; eli aşağı doğru sarkıyordu. Bakır rengi gözlerini onların üstüne dikerek bir süre ikisini de incelerken; Korkut’la Barlas bunlara alışıkmış gibi koltuğa rahatça oturdular.

Mehir yanıma doğru gelip yanımdan geçti ve mutfağa girdi. İçimde karadelik misali büyüyen rahatsızlığı görmezden gelmeye çalışıyordum ama bu neredeyse imkansızdı; sanki o karadelik giderek büyüyor ve beynime doğru hücum ediyordu. Huzursuzluk katmer katmer damarlarıma yayılıyordu. Ciddi konular konuşulacaktı ve benim kendimi ispatlayabileceğim fırsatlar doğacaktı.

Sırf bundan bile gergindim.

İblis benim aksime rahat görünüyordu. Kadehinden yudumlarken bakışlarını etrafta gezdiriyor, özellikle Barlas’ı kömür gözleriyle düşünceli bir şekilde tarıyordu. Mehir iki sandalye kapıp önümden geçerken bana da bir bakış atmıştı. Salona doğru ilerlerken adamların bakışları onun yaptığı hareketleri takip etti.

‘’Ne yapıyorsun?’’ dedi Barlas, kaşlarını yarım yamalak çatıp Mehir’e bakarak. İstenilmediğimizi o an anlamıştım. İblis kaşlarını havaya kaldırarak bana göz ucuyla bakarken; Mehir sandalyeyi düzenli bir şekilde salonun girişine koyarken ona doğru umursamazca baktı. ‘’Oturacağız.’’

Neredeyse gülümseyecektim. Dudaklarımın kenarlarının seğirdiğini hissettim ama ciddi kalmayı başardım. Barlas inanamaz gözlerle Asir’e bakarken, Asir’in delici bakışları Mehir’in üstündeydi. Ardından bir bakırı andıran kızıl gözlerini bana doğru sapladı. Sert surat ifadesine rağmen sesini çıkartmaması, bizi bu ortamda kabullendiğini mi gösteriyordu?

‘’Lan, bir şey demeyecek misin?’’ dedi Barlas, uzun bir süre ona baktıktan sonra. Şaşkınlığı sesine de yansımış, kaşlarının uçlarını yukarı kaldırmıştı. Alnındaki çizgileri buradan ayırt edebiliyordum. Kahverengi gözlerini bir Mehir’e ve sandalyelere, bir de Asir’in arasında dolaştırdı.

Asir gözlerini usulca yumarak sabredercesine bir nefes bıraktığında, dirseğini kaldırmış ve başparmağını ters çevirerek tek gözüne götürmüştü. Orayı bir süre ovaladı ve sesini çıkartmamaya devam etti. Sonra elini indirip kızarmış gözle, Barlas’a ilgisizce baktığında ilk defa onu bu kadar yorgun olduğunu hissedeceğim şekilde görmek beni şaşırttı.

Mehir sandalyeyi kurmuş olmasına rağmen onun üstüne oturmadan Asir’e bakmıştı. Sanki ondan izin istiyor gibiydi; bir yandan bir daha kavga çıkartmamaya özen gösteriyor gibi gelmişti. Asir bir süre düşündükten sonra, ‘’Ne diyeyim?’’ dedi umursamazca. ‘’Buradan göndersem de bizi dinler ve ne kadar istesem de onun kulağını kesemem. Bırak dinlesinler.’’

İblis halinden memnun şekilde sırıttı. Mehir’se ifadesiz bir suratla sandalyesine oturup yanındaki sandalyeyi benim için boş bıraktı. Mutfak eşiğinden ayrılıp salona doğru ilerleme sürecinde Korkut’un rahatsız edici bakışları üstüme toplanmıştı.

Ona aynı şekilde karşılık verip Mehir’in yanına oturdum. Soğuk oturduğum sandalyenin içine işlemişti. Oturduğum yerde üşümüştüm. Korkut’un zehirli görünen gözleri de üstümdeyken diken üstünde gibiydim.

Bu çocuk… Çok sinirimi bozuyordu.

Bir süre sessizliği dinledik, sessizlik gerilmiş bir yay misali sert bir aura yayıyordu etrafa. Yumuşakça yutkundum ve üçünü gergin bakışlarla seyrettim. ‘’Ne düşünüyorsun?’’ dedi sessizliği parçalayan Asir, soğuk bir tavırla Barlas’a odaklanırken.

Barlas başını sallarken geriye daha da yaslandı ama hala dik bir şekilde oturuyordu. ‘’Mantıklı geldi. Moumar’ın yerini nasıl biliyor, bilemem ama başıma bela olacağı bir gün belliydi.’’ dediğinde Asir sessizce kafasını salladı. ‘’Planı konuşmaya geldim.’’ diye devam etti Barlas.

Korkut sırtını koltuğa verdi, rahat bir pozisyon alırken keskin bakışlarını hem ben de hem çevrede dolaştırdı. Üstüne giydiği deri ceketini çıkartmamış, altındaki beyaz gömleğinin yakalarını açmıştı. Saçları dağınık görünse de onu çekici yapıyordu.

Barlas ise dümdüz siyah tişört giymesine rağmen oldukça şık duruyordu. Siyah pantolonun rengi solmuş gibi görünse de umursadığını düşünmüyordum. O Korkut’a göre daha usturuplu oturuyordu; sırtını o da koltuğa verdiyse bile Korkut gibi bacak bacak üstüne atmamıştı. Sadece bacaklarını hafifçe aralamış ve elini tek dizinin üstüne koymuştu. Onun da bakışlarının hedefi, Asir’di.

‘’Alberto’nun blöf yaptığı hiç mi aklınıza gelmiyor?’’ dedi Mehir, ortaya atılan bir bomba gibi farklı bir konuya değinerek. Başımı yana doğru çevirip ona baktım. İnce kaşlarını birbirine yaklaştırmış, ela gözleri sorgulamanın verdiği bir parıltıyla Asir’e ve Barlas’a odaklanmıştı.

Korkut devreye girdi, ‘’Evet. Moumar’ın yerini bildiğinden bile emin değiliz. Sadece senin düşüncen bu yönde olduğu için bunu konuşuyoruz.’’ dedi sert sesiyle; ses tonunun genel olarak böyle olduğunu düşünüyordum çünkü bu ses tonuyla Asir’le konuşuyor ve hala yaşıyordu. Asir’e doğru bakarken asla korktuğunu hissetmiyordum, korkuyorsa bile bunu saklamayı gayet iyi başarıyordu.

İfadesiz suratı ve kararlı duran bakışları, ortamı değil sadece beni gererken neden bu kadar rahatsız olduğumu düşünüyordum. İstemsizce düşünceler bir fırtına gibi zihnime hücum ediyor ve konuşulanları algılamakta geç kalıyordum. Belki bu, ilk defa böyle ciddi bir konuşmaya tanıklık ettiğimden ya da bu ‘’fantastik’’ evrende hiç bilmediğim konular dönmesinden kaynaklanıyordu.

Asir istifini bozmadı, ‘’Moumar’ın yerini biliyor olmalı…’’ dedi otoriter bir sesle. Oturuşu dik, bakışları Korkut’tan bile daha kararlıydı ve konuya hakim olduğunu bas bas bağıran aurası sebebiyle o ne derse kabul edeceğimiz bir görüntü sergiliyordu. ‘’Çünkü o bahsettiğin sebep, uzun zaman önceydi. Salak değilse, sırf bu yüzden Kızıl Diyar’a gelip orada kavga başlatmaz.’’

Gözlerimi sıkıntıyla, salonun geniş penceresine doğru çevirdim. Kara bulutlar göğe toplanmış, kabardıkça kabarmışlardı. Devasa duran Ay ve Güneş’i bile kapatmışlardı neredeyse. Yağmur yağacak gibi görünüyordu.

‘’Yine de Leva’nın ona kaybettirdiği bir şeyden bahsediyoruz,’’ dedi Mehir, direterek. Tekrar bakışlarımı ona doğru çevirdim, kuş yuvasını andıran saçları ona verdiğim siyah tokayla ensesinde gevşekçe toplansa da bazı tutamları yanlardan firar etmiş ve yanaklarının kenarlarından sarkıyordu.

‘’Hafızadan.’’ diye devam etti kararlılıkla. Elalarını, karşısında oturan üç adama kısaca değdiriyordu. ‘’Bu tehlikeli büyüyü ancak Leva bozabilir. Şayet başka birisi varsa, o zaman sadece Moumar değil; hepimiz tehlikedeyiz demektir.’’

Korkut, ‘’Sen Moumar’ı nereden biliyorsun?’’ dedi kaşlarını çatıp. ‘’Ben bile daha yeni duydum onun ne işe yaradığını.’’

Narin sesinin ilk defa bu kadar net çıktığını duydum. ‘’Senden yaşlıyım, çocuk.’’ dedi, küçük çenesini dikleştirerek. İnce ve kemikli çenesinin hattı, onu kaldırdığı an daha da belirginleşti ve beyaz teni gözlerimin önüne serildi. Çok çekici bir kadın olmasının yanı sıra zekiydi de. İmrenmekten kendimi alamıyordum.

Korkut şaşkın şaşkın ona bakarken, ‘’Çocuk?’’ dedi. Yemyeşil gözleri koyu bir auraya bürünmüştü. ‘’Bana mı dedin?’’

Mehir ela gözlerini karşılık olarak umursamazca devirdi ve Asir’e doğru döndü. Asir’in bakışları ondan bir an olsun ayrılmıyordu; ya bir şeyler düşünüyordu ya da o da tıpkı benim gibi onun çekici aurasına kapılmıştı. ‘’Karışmayayım diyorum ama gerçekten bir plan yapacaksanız, tüm koşulları düşünmeniz gerekiyor. Bu iş çocuk oyuncağı değil.’’

İblis’den ilk defa bir ses duymuştum. Tüm bu süre boyunca varlığını unutacağım kadar sessizliğe bürünmüş, altın işlemeli kadehini tahtında yudumlamaktan öteye geçmemişti. Kaşlarını yukarı kaldırarak, ‘’Vay,’’ demişti büyülendiği bariz sesiyle, ‘’Kadından yükselen enerji…’’ dedi ve başını iki yana sallayarak Mehir’e bakmaya devam etti.

‘’Haklısın,’’ dedi Asir, ilk defa ona sakin bir şekilde baktığını şahit olduğum bir anın ortasında. Mehir’in sert bakışlarının yumuşadığına şahit oldum, ona hak vermesini beklemiyor olmalıydı. ‘’Leva’ya denk biri aramızda dolanıyorsa daha dikkatli olmalıyız. Yine de onu öğrenmek için bile Alberto ilk hedefimiz olmalı.’’

Mehir başını yumuşak bir tavırla salladı ve bana doğru dönüp gözlerimin içine kısa bir şekilde baktı. Hala ona baktığımı daha yeni fark ediyordum. Kirpiklerimi kırpıştırarak önüme döndüm. Konulara tam olarak hakim olamayışım, sessiz kalmama neden oluyordu. Saçmalamaktan çekiniyordum. Bu sınıfın ortasında yanlış bir şey söylemekten çekinen öğrencinin duyduğu bir histi.

İblis bile normalde konuşurken sessiz kalmayı tercih ediyordu. O da herhangi bir bilginin, şu an konuşmaktan daha önemli olduğunu düşünüyor olmalıydı. Yine de bir şeyler söyleme dürtümü bastıramıyordum, sessiz kaldıkça sanki bu anın içine daha da gömüldüğümü hissediyordum.

‘’Moumar’ın yerini nasıl hatırladığını bilmiyoruz ama önemi yok şu an.’’ dedi Korkut, sıkkın bir tavırla. ‘’Başımıza bela açacak. Ondan kurtulmalıyız.’’

Derin bir nefes veren Barlas, ‘’Oğlum, bir kere de şaşırt.’’ dedi, ona yan yan bakarak.

Korkut yeşil gözlerini, kahverengi gözlere saplarken; ‘’Kurtulması gereken kişi, yukarıda.’’ dedi Asir keskin bir cevapla. Bu sefer ona doğru döndük. Bıçağın açtığı yaraya benzeyen gözlerini nasıl bu kadar keskince kullanabiliyordu? ‘’Orası bize düşmez. Biz sadece o kişiye destek olmalıyız, tamam mı?’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak, bir meydan okur gibi ona bakarken.

Korkut’un suratına baktığımda orada tuhaf bir sırıtış gördüm, bakışlarının hedefi Asir’deydi. ‘’Neden ona destek olmak istiyorsun? Sen destek olmayı seven biri değilsin.’’ diye devam etti sahtelik kokan muzip bir tavırla. ‘’Özellikle ona.’’

Asir gözlerini bir süre onda sabit tuttu, ardından bakışlarını kısaca bana değdirip tekrar ona baktığında buz gibi sesle, ‘’Sorumluluklarım değişti.’’ dedi. Kalbim göğsüme tekme atsa da kaşlarımın çatmasına engel olamadım. Korkut kaşlarını havaya kaldırırken dudaklarına gerçek olduğunu düşündüğüm muzip bir tebessüm bırakmıştı.

Barlas bile tek kaşını kaldırmış Asir’e şaşkın şaşkın bakmıştı.

Sessizliğim giderek çoğalıyordu ve tüm düşüncelerimin öldüğünü hissediyordum. Beynimin içi bir mezarlığa dönüşmeden önce harfleri tekrar canlandırmak zorundaydım. Böylece ortamdaki garip hava da değişmiş olurdu.

‘’O zaman direkt Leva’yla konuşmayı deneseniz? Hem tüm bu olanları anlatırsınız hem de Moumar’ı sonsuza dek koruma şansı elde ederiz?’’ dedi Mehir, beni ve ortamdaki kasveti kurtararak. Asir arkasına yaslanırken ona tepeden baktı, bu fikirden hoşlanmamıştı ama Barlas bunu ciddi ciddi düşünüyordu.

Kahverengi gözleri tedirginlikle baksa da bu plan aklına yatmış olacak ki ‘’Leva’yla bir derdimiz yok,’’ dedi Barlas, ‘’Sonuçta onu korumak için beni görevlendirdi. Eğer Leva’ya durumu düzgün bir şekilde açıklarsam belki bize yardım eder.’’

İblis memnuniyetsizlikle kafasını iki yana salladı, Leva’yı tam olarak bilmese bile bu fikir aklına yatmamıştı. Keskin bakan kömür gözlerini üstüme dikerek, ‘’Leva’ya ne kadar güvenebiliriz?’’ dedi zihnimden. ‘’Bir Tanrı diye mi? İlla Tanrı olması ona güveneceğimiz anlamına mı gelir? Hayır. Onlar eski zamanda Asir’i bile kullanmış olan kişiler. Tanrı olamayacak kadar sinsiler.’’

Bu düşünce kalbime kök salmıştı ve o köklerden yükselen dal beynime doğru yükselip oraya baskı uyguluyordu. Dilimin ucuna gelen kelimeler benden bağımsız şekilde yükseldi. ‘’Birisinin Leva’dan önce Alberto’yla konuşarak olayı başlatması lazım.’’ derken buldum kendimi. İlk defa sesimin çıkmasına şaşıran sadece ben değildim, hepimiz şaşırmıştık.

İblis başını yana doğru eğip ciddiyetimi sorgularken; Asir tek kaşı kalkmış halde bana bakıyor, Korkut ve Barlas şaşkınlığını gizleyemiyordu. Ne vardı yahu? ‘’Neden öyle söyledin?’’ dedi Asir, karşılık vererek.

Tüm gözlerin hedefi bendim ve kendimi hedef tahtası olarak görmekten alamıyordum; gözler de birer okları çağrıştırıyordu. Ruhumu saran huzursuzluğu yok etmeye çalıştım, onu görmezden geldim ve tekrar ılımlı bir şekilde konuştum. ‘’Çünkü bazen politik olmak, bilek gücünden daha iyi bir yöntemdir.’’

Mehir kadar kendime güvenim yoktu ya da bir şeyler bildiğimden de konuşmuyordum. Sadece konuşmam gerektiği için konuşuyordum.

İblis’in zihninde bir şey yandığını fark ettim, sırtını aşağı doğru eğip kamburunu ortaya çıkarmış ve kamburundan yükselen dumanlar onu daha da karanlığa gömmüştü. Keskin bakışlarını üstüme toplarken devam etmemi bekliyor gibiydi. Herkes bunu bekliyordu.

Elini kaldırıp tek kaşındaki yarayı kaşıdı, ‘’Nasıl yani?’’ dedi Asir, sabırsızca.

‘’Aklıma bir fikir geldi,’’ dedim söze düzgün bir şekilde başlarken. Asir’den gözlerimi alamıyordum, bakır rengi hareleri benim mavi-kızıl harelerime saplanmışken tüm gözlerin üstümdeki baskısını hafifletiyor gibi hissediyordum. Sadece düşündüğüm tek şey, ateş parçası kızıl gözler oluyordu.

Kalbim sarsılırken sesimin de sarsılmaması için özel bir çaba sarf ettim. ‘’Alberto’dan kurtulmaktan bahsettiniz ve sonra sen karşı çıktın ama Leva’yla konuşmaya da sıcak bakmıyorsun. Leva’ya gizlice destek olmak için bile Alberto’ya bir şekilde yaklaşmalısınız.’’ dedim ve kararlı bir şekilde kalmaya çalışarak devam ettim. ‘’Sinsice.’’

‘’Bak bak,’’ dedi İblis hoş bir sesle, bana tebessüm ederek.

‘’Neden Leva’ya destek olmak için illa ona yaklaşmamız gerek?’’ dedi Asir ama bu soruyu sorduğu an, aslında onun da cevabını bildiğini düşündüm. Sanki o cevabı mantıklı bir şekilde dile getirmemi bekliyordu ve bana alttan alta cesaret aşılıyordu. Aralık olan kapıyı görüp oraya doğru yavaşça adımladım.

‘’Neden yaklaşmayasınız? Dostunu yakın, düşmanını daha da yakın tut derler.’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. İblis hınzırca güldü, mekanik sesinin odada yankılanışını duyup rahatlamaya çalıştım. Bu alay ettiğinden değil, onun da bana cesaret vermek istemesinden doğan bir gülüştü.

Mehir yanımda dikkatlice söylediklerimi düşünürken bana değil, yere odaklanmıştı. Kulağının bende olduğunu biliyordum.

Emredercesine kemikleşmiş bir sesle, ‘’Biraz daha açıkla,’’ dedi Asir kaşlarını havaya kaldırarak; lavı andıran gözlerinden bir parıltının geçtiğini gördüm. O parıltının sebebini bulmak istesem de o odanın kapısı bana kapalıydı. Aralık olan kapıya daha da yaklaştım ve içeri bakmak için davrandım. Kelimeler dilime durmaksızın hücum etti.

‘’Ona yaklaşıp fark ettirmeden onu Moumar’a çekerseniz, Leva’nın ondan kurtulması daha kolay olur.’’ dedim net bir şekilde. Bakışlarımı ilk defa Asir’den ayırarak korkmak olmayan bir tavırla diğerlerinin suratına baktım. Barlas’ın çene hattı kasılmış, kahverengi gözlerine yansıyan şaşkınlıkla bana bakarken; Korkut ifadesiz durmaya çalışsa da yeşil gözlerinin ilk defa bana bakarken parladığına şahit oldum.

Şaşırdım ama bu kısa sürdü.

Mehir, ‘’Hım,’’ dedi başını Asir’e doğru çevirerek. ‘’Leva’ya güvenilmiyorsa bu ikinci plan olabilir. Alberto’ya sinsice yaklaşıp onu Moumar’a çekmek Leva’nın üstümüzdeki hedefini azaltır.’’ Aslında kilit noktanın Asir’in düşünceleri olduğunun hepimiz farkındaydık.

O fikrimi beğenmezse yeni bir plan ortaya konulmak için bu konu düşünülecekti. Beğenirse detayları konuşacaktık. Onun bu kadar güçlü olması içten içe hoşuma giderken, gözlerini kırpmadan bana bakışı yine oturduğum sandalyenin kemikleşmesine neden oldu. Oturduğum yer sıcak olsa da bacaklarım içten içe titriyordu.

İblis kafasını geriye yatırdı ve bir kahkaha patlattı. ‘’Lan!’’ dedi aniden, ‘’Türk’ün aklı ya sıçarken ya beladayken çalışırmış sözü ne kadar doğruymuş!’’ dedi; ardından püskürterek bir kahkaha daha patlattı.

Asir hala kaşlarını çatmış, yere odaklı bir şekilde bir şeyler düşünürken; ‘’Ben sevmedim,’’ dedi Barlas keskince, ‘’Bu mantıklı görünse de çok tehlikeli bir plan.’’ İblis’in sessizliğe bürünüşünü fark ettim, kirpiklerini memnuniyetsizlikle kırpıp ona bakıyordu. İç çekip bacak bacak üstüne attı.

Dışarıdan aniden bir gürültü koptu, yağmur sağanağa dönüştü ve toprağa sertçe çarpmaya başladı. Asir’in oturduğu koltuğun arkasındaki büyük camekandan dışarının kasvetini görebiliyordum. Sanki o kasvet içeriye de çöreklenmiş gibi boğucu bir havayla aramızda dolanıyordu.

Mehir gibi pes edesim gelmedi, düşüncesi benim de beynime bıçaklar saplarken o bıçakların arasından bir yol gördüm. ‘’Alberto’nun gerçekten Moumar’ı bilip bilmediğini bu şekilde anlarsınız. Yılanın deliğine durduk yere çomak sokmaktansa, zaman kaybı olsa bile o deliğe yavaşça çubuk sokup yılanın içeride olmasını teyit etmek daha mantıklı.’’ dedim keskin bir şekilde. Ona bakarken bakışlarımdaki kararlılık beni bile şaşırtmıştı, yine de ifadesizliğimi korudum.

Asir’in bakışlarını yerden kaldırıp bana kaşlarının altından baktığını gözümün kenarıyla gördüm.

Barlas’ın sert bakan kahverengi gözlerine aynı şekilde karşılık vermekten kendimi alamadım. Mehir başını tekrar salladı ve baştaki cümlesinin arkasında durduğunu belli ederek devam etti. ‘’Gerçekten Asir mi haklı yoksa eski bir dava yüzünden mi Kızıl Diyar’a gelip size saldırdı, bilmiyoruz.’’

Korkut daha ılımlı yaklaştı, hatta ilk defa bana karşı bu kadar ılımlıydı. ‘’Ama bu çok uzun sürer. Ona yaklaşmak zor olacak.’’

Tek kaşımı kaldırıp kendimden taviz vermeden, ‘’Daha iyi bir plan bulun o zaman.’’ dedim ve arkama yaslandım. Kollarımı istemsizce göğsümde kavuşturmuştum. Asir, ‘’Hayır,’’ dedi ve kararlılıkla ‘’Bu planı uygulamaya geçeceğiz.’’ deyip Barlas’a döndü. Barlas bugün defalarca şaşırmıştı ama bu sefer ifadesinde saklı bir öfke de vardı.

Asir çenesini kaldırıp parmaklarıyla daha yeni çıkmış sakallarını kaşıdı ardından başını tekrar indirip keskin bakışlarını onların üstünde tuttu. ‘’Önce kısasa kısas durumunu ortaya çıkartacağız, Alberto’ya bunun haberini vermek için birini ayarlayacaksın. İki kişi bile yeterli olur onu kışkırtmaya.’’

Tüm dikkatimiz Asir’e verilmişken İblis de başını aşağı eğmiş söylediklerini düşünüyordu. ‘’Onu öfkelendirmek kolay. O iki kişi, önümüzdeki bir gün bile onun etrafında dolanmaya devam ederse bile öfkelenir.’’ dedi ve işaret parmağını kaldırıp Barlas’ın üstüne dikti. ‘’Sonra tüm dikkat yine sana çekilecek; işte o zaman, Moumar’ın hasar aldığını söyleyeceksin. Moumar onun için çok önemli bir nokta olduğundan buna kayıtsız kalamayacak.’’

Barlas kaşlarını çattı, ‘’Bunu nasıl yapayım?’’ dedi aniden, ‘’O hasar almış olsa, bizden önce duyulmaz mı zaten?’’

‘’Duyulmaz,’’ dedi Asir kabaca, yüzünün bir kısmını kasarak. ‘’Moumar’ın sadece kapısı hasarlı, onu aktifleştirecek kadar değil. Tamam mı?’’ Barlas başını temkinli şekilde sallasa da hala kaşları çatık, bir şeyler düşünüyordu. Koyu kahverengi gözlerindeki tereddüdü buradan görebiliyordum.

‘’Sonra ben devreye gireceğim. Alberto’ya asla değişmediğimi ve onunla ortaklık kuracağımı söyleyeceğim. Moumar benim de işime yarayan bir nokta olacağından bunu kabul edecektir. Bir şekilde onun güvenini kazanırsam plan tıkırında işler.’’ dedi ve Barlas’a dik dik baktı. Sanki söylediklerini onun zihninde nasıl tarttığını görmek istiyordu.

Barlas’tan ses çıkmadı ama keskin bakışları Asir’i buldu. Asir’in soğuk tavrı otoriterliğini masaya koyuyordu ve ses tonu, asla ona karşı gelinmeyeceğini ispatlıyordu.

Barlas kafa salladı. ‘’Olabilir. Güzel plan ama tehlikesi var. Alberto buna inanmayabilir.’’ dediğinde Asir devam etti. ‘’Ben devreye girersem inanır.’’

‘’Umarım bu plan işler,’’ dedi Mehir, yanımda gergin bir şekilde. Ardından yan gözle, temkinli ifadeyle Asir’e doğru bakarken, ‘’Sonuçta sen Asir’sin.’’ Asir demek yerine farklı bir kelime söyleyecekmiş gibi duraksamıştı ama hepimiz onun yerine ne söyleyeceğini biliyorduk zaten.

‘’Barlas haklı olursa ve seninle iş birliği yapmayı kabul etmezse sadece plan değil; Moumar da tehlikeye girer.’’ dedi devam ederek. Tüm gözler Asir’in üstünde toplanmışken, bıkkın bir ifadeyle elini ters çevirip yanağına doğru dayadı ve baygın bakışlarla Mehir’e hoşnutsuz şekilde baktı. ‘’Onu bana bırak.’’ dedi ağır ve kalın sesiyle.

Barlas ‘’Ne diyorsun oğlum?’’ dedi birden parlayarak. Kahverengi gözleri sertlikle kısıldı, içindeki tereddüt dışarı patlayarak yansıdı. ‘’Onu Moumar’a çekmek aptallık olur. Kapıyı görür görmez bizi alt edip onu aralaması ihtimali de var.’’ dedi ve bastıra bastıra devam etti; bu sefer sesinde görünmez bir çaresizliği de hissettim. ‘’Ve bunu rahatlıkla yapacağını hepimiz biliyoruz.’’

‘’O yüzden siz uzaktan müdahale edeceksiniz.’’ dedi Asir, söylenenlerden hiç etkilenmediğini göstererek. ‘’Ben onunla konuşacağım ve onu Moumar’a ben çekeceğim.’’

‘’Lider’e hak veriyorum,’’ dedi Korkut, ‘’Plan güzel gibi görünse de ve sen müdahale etsen de, Moumar’ın kapısı aralandığında neyle karşılaşacağımızı bilemeyiz.’’ dedi üsteleyerek.

Bu konuşulanları üstüme almamaya çalışıyordum çünkü istediğim oluyor gibi görünüyordu. Fark etmeden benim fikrim üzerinden detayları konuşuyorlar ve pürüzleri ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Barlas’ın bile, karşı çıksa da içten içe benim fikrimi benimsemiş olduğunu görüyordum.

Bu sefer Asir, Mehir ve İblis aynı anda konuştu. Yanımda oturan ince ses, ‘’Hiçlik,’’ dedi ve Asir de ona katılır gibi aynı şeyi söyledi. ‘’Hiçlik,’’ İblis de aynı şekilde, ‘’Hiçbir şey.’’ dedi tehlikeyle gülümseyerek.

Kime odaklanacağımı bir süre seçemedim. İblis Asir’e hak tanır gibi elini kaldırıp ters çevirdi ve başını sallayarak devam etmesini işaret etti. Asir’se ondan bihaber konuşmaya devam etti. Konuşmadan önce bakışları kısaca yanımda oturan Mehir’e değdi, sonra tek tek Barlas’la Korkut’a baktı. ‘’Bir hiçlikle karşılaşacaksınız.’’ demişti kararlılıkla.

‘’Moumar’ın gücü yer altında; yer altıyla yer üstünü bağlayan o çizgide değil. Sen kapıyı araladığında bir güç patlaması olmayacak; aksine bir hiçlikle karşılaşacaksın. Eğer derine inmeyi başarırsan ancak onun gücünü aktif etmiş olursun.’’

İblis kadehinden yudumlayıp bana doğru bakarken gülümsüyordu. ‘’Hatırla,’’ dedi ve mekanik sesini efsun bir havaya bürüdü. ‘’Yaşam her zaman varla yok arası bir yerdedir.’’ İçten içe titrediğimi fark ettim, onun gözlerinin derinlerine baktım ve dudaklarındaki tehlikeli gülümseme benim dudaklarıma da aynı şekilde yansıdı.

Ruhumu saran heyecan dalgası nereden geliyordu, emin değildim ama bu kalbimi bir köşeye sıkıştırmış ve onu art arda pompalatıyordu. Korkut alt dudağını yaladı ve gergince, ‘’O zaman şöyle sorayım,’’ dedi.

Hala zihnini saran şaşkınlıktan kurtulmaya çalıştığını görebiliyordum; bakışlarının odağını toparlayıp Asir’e kaldırdı. ‘’Bir kapı aralandı diye ondan kurtulabilir miyiz? Sonuçta hiçbir şeyle karşılaşacağız, bu bir tehlike vaat etmez değil mi?’’

‘’Kurtulacağız.’’ dediğinde kendinden emin görünüyordu. ‘’Çünkü Alberto, o yeri bir kez öğrendiğinde bir daha unutmayacak. Ve o gücü elde etmek için her şeyi yapacak. Leva, Azer ve Mavera’da bunun yeterince farkındalar.’’

‘’Biraz geç bir soru olacak ama,’’ dedim ve bir süre bekledim. Yine bakışların hedefi ben olmuştum, bu sefer Mehir de bana doğru dönmüştü. ‘’Neden Alberto’dan kurtulmayı bu kadar istiyorsunuz?’’ dedim meraklı gözlerimi onların üstünde gezdirerek.

Barlas soğukkanlılıkla, ‘’Çünkü başımıza açtığı belalar sadece bununla sınırlı değil.’’ dedi kalın sesiyle. ‘’Bize durduk yere saldırması başlı başına bir hata zaten. Bunun dışında, çevreye verdiği zararlar da sınırı aştı.’’ Sanki bir fermandaki kuralı okuyor gibi ciddiyetle devam etti. ‘’Bir lider ve onun sürüsü, başkalarına zarar veriyorsa, kendi bölgesi dışında sınırı aşıyorsa; o sürü yok olmaya mahkumdur.’’

İblis kaşlarını çattı, ‘’O zaman Tanrı’lar neden olaya el atmadı?’’

‘’O zaman Leva neden…’’ dedim ama sözüm onun tarafından kesildi.

Gözünü bile kırpmadan, ‘’Çünkü onlar bu konularla ilgilenecek kişiler değil.’’ dedi, keskince. ‘’Moumar konusu olmasa Leva’nın dikkatini bile çekmeyecektik.’’

O zaman konu sadece Moumar’ın güvenliği değildi. Moumar bir araçtı. Onu oraya çekmek için Moumar’ı kullanacaklardı, Alberto bunu biliyor olsa da olmasa da Moumar’ı onun için bir hedef haline getirip ondan kurtulmaya çalışacaklardı. Bu konu, ondan kurtulmak için tek çareydi ve herkes bunun için çalışıyordu. Kafamı sallayarak anladığımı belirtirken istemsizce tek kaşımın kalktığını fark ettim.

Barlas’ın hala kuşkuları olsa da planı kabul etmekten başka çaresi yoktu. ‘’Ne zaman başlayacağız?’’ dedi isteksiz bir şekilde. Asir kollarını koltuğun yanından çekti ve tek elini bacağının üstüne yaslayıp dizinde parmaklarıyla ritimler tuttu. Kızıl gözleri inmiş, parmaklarının hareketini seyrediyordu. Bir süre düşündü, düşündü ardından parmakları hareketi kesti ve buzdan farksız bakışlarını ona doğru kaldırıp konuştu.

‘’Şafak sökmeden önce.’’

Merakla, ‘’Şafakla mı başlayacağız?’’ dediğimde bana doğru baktı. Serin ifadesinin altında sanki gülümsemek istediğini görebiliyordum ama bunu bana göstermedi. Fakat bu isteği sesini fark ettirmeden yumuşatmıştı. ‘’Hayır, bu planın işlemesi en az dört günümüzü alır. Onu Moumar’a şafak sökmeden önce çekmeliyiz.’’ dedi ve tekrar Barlas’a döndü.

‘’Hazırlıklı olun.’’

Barlas sessizce kabullenerek kafasını salladı.

Yapacak bir şey yoktu, her şeye karar verilmişti ve o gün geldiğinde bir dönüm noktası olacaktı. Bunu içten içe hissetmekten kendimi alamıyordum. Hava kararmaya başlarken Korkut ve Barlas gitti. Asir, Mehir ve ben salonda oturmaya devam ettik. Yağmur arkadan yağmaya devam ediyordu azar azar, burada her zaman kasvetli bir hava vardı ve bu ortama da çöreklenmiş bizi sessizlik içinde boğuyordu.

Önce Asir ayağa kalktı ve hiçbir şey söylemeden ellerini cebine atarak merdivenleri tırmanmaya başladı. Mehir uzandığı koltukta tavanı boş gözlerle seyrediyordu. Reha’yı uzun zamandır görmemiştim, yine neredeydi kim bilir? Mehir’e göz ucuyla baktım. Ağzını aralayıp kabaca esnedi ve dudaklarını birbirine tatlı tatlı vurarak tekrar tavanı seyretti.

‘’Gel odaya çıkalım.’’

‘’Yok,’’ dedi, bana bakmadan. ‘’Burada uyuyacağım bu gece.’’

‘’Neden?’’

‘’O koltuk çok rahatsız ediyor.’’ dediğinde küçük ve Mehir’in zor sığdığı koltuğu düşündüm. Burada daha rahat görünüyordu. Ayak ucundaki pikeyi üstüne örttü, ‘’İyi geceler.’’ deyip ben cevap vermeden arkasına döndü. ‘’İyi geceler.’’ dedim boğuk ve şaşkın bir sesle, ardından ayağa kalkıp merdivenlere yürüdüm ve tırmanmaya başladım.

Sessizlik evin her köşesine sinmişti. Geceyi bu yüzden seviyordum.

Merdivenleri tırmanmayı bırakıp pütürlü holde yürüdükten sonra odama giriş yaptım. Kapıyı kapattığımda burnuma çalınan koku, kendimindi. Odam ben gibi kokmaya başlamıştı artık. İyiden iyiye alışmaya başlıyordum ve bu korkunçtu. Buradan en kısa sürede gitmeyi planlayan bana göre, buna alışmamam lazımdı.

Bu sonum olurdu.

Tüm düşünceler barikat haline gelip bir arada kaynamaya başladığında adımlarımı ağır ağır yatağa taşıdım. Aniden ruhuma farklı bir baskı çöreklendi. Karanlığın içinde her zaman kendim oluyordum. Yatağımın kenarına oturduğumda hiçbir şey yapmadım. Elim ayağım boşalmış gibi bir ağırlıkla yanımda sallanıyordu.

Gözlerim bir boşluğa takılı kalmıştı ve durgunlaşmıştım. Belki de düşüncelerimi artık taşıyamaz hale geliyordum. Her şey üst üste geliyordu; az önce ciddi bir konuşmadan alnım ak sıyrılmanın verdiği rahatlama da olabilirdi.

Karanlık katran katran odamın tüm zerresine oradan da zihnime yayıldı, zihnim bulamaç haline geldi ve hiçbir şey düşünemez duruma düştüm; ben o zamanlarda bile aslında kendi benliğimi çoktan buldum. Düşünceler sessizliğe gömülmüştü, beynim bir mezarlığa dönüştü. Sadece arka cama vuran yağmurun sesini duyuyordum.

İblis bile sessizdi.

Bugün olanları düşünüyordum ve gelecekte yaşanılacak olanları… Bir savaş çıkacaktı ve o savaş her şeyimizi alıp götürecekti. Ben bu savaşa mecbur bırakılmış bir kurbandım. Asla kendimi Kurtarıcı sıfatına layık biri olarak görmüyordum, damarlarımda akan kan soyumun her zerresini taşımış olmasına rağmen. Ben bir Kurtarıcı değildim, ben bir kurbandım ve bu değişmeyecekti.

İçimde patlayan herhangi bir güç yoktu, Mehir gibi yeri sarsamıyor veya Asir gibi kuvvetli bir şekilde duramıyordum. Gözlerim parlamıyordu, sivri dişlerim ya da pençelerim yoktu. Sadece tuhaflığımı bas bas bağıran biri vardı. Zihnimde tahtına kök salmış biri.

Az önce konuşulan planlar, az öncede sınırlı kalmayacaktı. Alberto yok olsa bile onun peşinden sürüklenecek felaketleri öngörebilecek kadar zekiydim. Alberto sadece o mücadelenin neferi gibiydi; sadece ölmek zorunda kalacak ve peşinden büyük bir savaş getirecekti. İblis de benim kadar düşünceli görünüyordu, kaşları çatık bir halde odasının bir köşesine bakıyor ve bakışları giderek karanlığa bürünüyordu.

Yapacak bir şey bulamadığımdan yorganımın altına girdim. Yağmur şiddetini arttırdı ve odamın içinde sanki bir sağanak başladı. Çatıya vuran damlalar, rüzgarın uğultusu beni hiç olmadığım kadar gerçekliğe sürükledi. Yorganın altı soğuktu ve bacaklarıma nüfuz ediyor; tüylerimi diken diken ediyordu. Ürperdim ama birazdan ısınırdım.

Gözlerim usulca kapanırken de her şeyi ve hiçbir şeyi düşündüm.

Kulaklarıma takılan tıkırtılar uzaktan geliyordu. Yatağımın içine oldukça gömülmüştüm, yatak beni şefkatle sarmalıyor ve yorgan üstüme çok güzel baskı kuruyordu. Yatağımın içi istediğim sıcaklıktaydı ve hala karanlığın üstüme çörekleniyor olması kaşlarımı çatmama neden oldu. Biliyordum ki gündüz değildi. Yağmur camlara tıkırtılar vurmaya devam ediyordu; hala dinmemişti.

Bir gök gürültüsü içimde çoğalan kasveti yüreğime yaydı. Odamdaki tıkırtılar gerilmeme neden olsa da hala düz bir ifadeyle gözlerimi aralamamaya devam ettim. İblis hala uyumamıştı ve dik dik gelen kişiye bakıyordu. Dirseklerini tahtının kenarlarına dayamış, kaşları çatık bir halde alttan alta gelen kişiyi kömür bakışlarıyla takip ederken sessizdi.

Mehir olmalıydı. Salondaki koltukta uyumak istemişti, şimdi de beni rahatsız ediyordu.

Yorganımın bir kısmı havalandı ve soğuk direkt tenime temas etti. Kaşlarım daha da çatıldı ve sırtımı gelen her kimse ona doğru döndüm. Uykum kaçmak üzereydi ve bundan hiç hoşnut değildim. Yüreğimdeki kasvet beraberinde öfkeyi de usul usul getirirken sessizliğimi sürdürdüm. Sırtıma yayılan buram buram sıcaklık yutkunmama neden oldu. Mehir hasta mıydı?

Kaşlarım daha fazla çatıldı ve ortasında derin bir çukur oluştu. Arkamdan yayılan orman kokusu gözlerimi fal taşı gibi aralamama neden oldu. Bu delici ve baş döndüren koku, Mehir’e ait değildi. Kalbim sertçe çarparken hala sırtım ona doğru dönük bir şekilde karşımdaki düz duvara bakıyor, yağmurun cama çarpan sert sesini dinliyordum.

Belime sarılan kuvvetli bir el hissetmemle irkildim ve nefesim kesikçe içime kaçtı. Hala şaşkınlıkla duvara bakakalırken bir İblis’e bakıyor, bir de arkamda belime sarılıp sadece sessizliğini sürdüren adamı düşünüyordum. Neden gelip belime sarılıyordu? Niye benim yanımda uyuyordu? Aklıma hücum eden düşünceler ve onun varlığı çoktan uykumu kaçırırken tekrar yumuşak bir şekilde yutkundum.

Kafasının bana doğru yaklaştığını hissettim çünkü burnundan çıkan nefes, saçlarımın derinlerine sindi. Derin bir erkek nefesi, Asir’in olduğunu kanıtlarken arkama doğru dönecektim ama İblis, ‘’Dönme.’’ dedi keskince, ‘’Tabii pişman olmak istemiyorsan.’’

Şaşkınlıkla, ‘’Ne yapıyor o?’’ dedim zihnimdeki kişiye. Tek omzunu silkti ve keskin bakışlarını onun üstünden bir an olsun ayırmadı. ‘’Bilmiyorum ama iyi alıştı.’’ dedi asabi bir tavırla. Kaşlarını giderek çattı ve birden bana döndü, ‘’Ne lan bu? Kim oluyor da sana sarılıyor ve burada uyuyor?’’ dedi ani bir patlamayla.

‘’Asir…’’ diye fısıldadım, ona doğru dönmeden. ‘’Neden buradasın?’’

Beni kendine iyice çekti ve derin bir nefes daha bıraktı. Nefesim kesildi ve midem kasıldı. Sıcaklığını buram buram sırtımda hissediyordum, sert göğsü tamamen sırtıma yapışmıştı. Yağmur üstümüze çullanmış gibi şiddetini arttırdı ve odaya göğün gürültüsünün mavi ışığı yayıldı. Birden oda tekrar loş bir karanlığa büründü.

‘’Ne oluyor lan?’’ dedi İblis daha da celallenerek. Elini kaldırıp işaret parmağını salladı, ‘’Bunu var ya… Bir çıkarsam…’’ dedi o bihaber olsa bile onu tehdit etmekten çekinmeyerek.

‘’Asir?’’ dedim kaşlarımı çatarak ve İblis kızacak olsa bile bu sefer ona doğru dönmeye çalıştım. Omuzlarıma baskı kuran sırtı ve belimdeki eli, hareketimi güçleştirse de ona doğru döndüm ve başımı olabildiğince geriye doğru çektim. Yine de suratlarımız fazlasıyla yakındı; o gecede olduğu gibi.

Kaşları çatık bir şekilde uyukluyordu ve pürüzsüz boynundan akan ter, ayın ışığı altında parlıyordu. Alnına düşen perçemlerinin uçları ıslaktı ve yanakları giderek içeri doğru çökük görünüyordu; yeni çıkmış sakallarında dolaştırdım gözlerimi. Sonra aklımı toparlayarak aramıza bir el koydum ve sert göğsüne doğru baskı kurdum.

Kaşları daha da çatıldı. ‘’Asir, iyi görünmüyorsun. Ne oluyor ya?’’ dedim birden çirkefleşerek. İblis artık asabice gülmeye başlamıştı. Sivri dişleri gecenin karanlığında ve koyu gölgeleri arasında beyaz beyaz parlıyordu. ‘’Delireceğim anasını satayım, sonunda aklımı yitireceğim sizin aranızda.’’ dedi kendi kendine söylenirken.

Gözlerim karanlık odadaki duvarın üstündeki saati seçebildi ama saatin kaç olduğunu seçemedi. İblis kaşlarını giderek çattı ve yanımda uzanan ve gözlerini rahat rahat kapatmış adama bakakaldı. Başını sallaya sallaya, ‘’Dejavu…’’ dedi ardından fısıldayarak, ‘’Tek hissettiğim şey… Bu sikik dejavu.’’

‘’Saat kaç?’’ dedim, sakince cevaplamasını umarak. Gözlerim ondaydı. Kanlı Ay’ın ışığı odayı biraz olsun aydınlatıyordu ve ayın güzel ışığı onun pürüzsüz kavruk tenini daha çekici kılıyordu.

‘’Gece yarısı üç.’’ dedi İblis derin bir nefes çekip. ‘’Kaldır bak şunu, geliyorlar bana.’’

‘’Kalkmıyor!’’

‘’Kaldır!’’ dedi tekrar, emrederek. ‘’Ne bu cüret?’’

Asir’in göğsündeki elimi daha sert ittim ama bir betondan farksızdı. Bu adam ne yiyordu ya? Gizliden gizliye ağırlık mı kaldırıyordu? ‘’Kalkar mısın?’’ dedim nefesimi yüzüne üflerken. Hiç etkilenmedi hatta duvarla konuşuyormuşum gibi bir rahatlıkla yastığıma iyice gömüldü. Dudakları hafifçe aralansa da kaşları çatık bir halde durmaya devam etti.

‘’Asir?’’ dediğimde birden derin ve onun sesinden daha kalın bir ses duydum.

‘’Qua. (Sus.)’’

Kalbim tekledi ve midem karnımı içe doğru göçerterek kasıldı. Damarlarıma yayılan korkuyu tekrar hissettim, bu benden bağımsız işliyordu. Yanımda yatan Asir değil, o gece benimle konuşan canavardı. Sıcak nefesi tam aramızda gidip gelirken, geçmişteki anı zihnimi kemiriyordu.

O anı hatırlamak istemiyordum ama beni bir karadeliğin içindeki çekim gibi istemsizce içeri doğru çekiyordu. Sırtımdaki dağılan gücün parmaklarını hissediyordum ve o deliğe girmekten başka çaremin olmadığını biliyordum.

Bir şeytanın çukuru gibiydi.

‘’Asir… Kendine gel.’’ dedim fısıldayarak, neden fısıldadığımı bile bilmeden. Boğazım kurumuş, dilim damağıma yapışmıştı ama bu gece yarısından da olabilirdi. Kalbim hala göğsümde sertçe kendini belli ederken tahminlerimi bir köşeye alarak elimi kaldırdım ve parmağımla kolunu dürttüm.

Boğazından derin bir gürültü koptu, mırıldanmaya benziyordu ama asla mırıldanma demezdim. ‘’Wi muaeste Asir. (Ben Asir değilim.)’’ Her kelimenin üstüne basarak telaffuz ettiğinde sesi, bir yılanın tıslamasını andırmıştı.

‘’Hah anasını satayım,’’ dedi İblis rahatlarcasına bir alayla. ‘’Bir bu eksikti!’’

Arkada cama çarpan yağmurun sesi kesildi sandım ama daha fazla çarpmaya devam etti. Kalbimin etrafını saran kara bulutlar kasveti iyice arttırdı ve gök tekrar aramızda gürledi. Şaşkınlıkla oldukça Asir’e benzeyen canavara bakarken ne söyleyeceğimi bilemedim. Sessizlik hiç olmadığım kadar zihnime işledi ve bu garipti. O yer, her zaman dilimden daha gürültülüydü.

Asir hala gözleri kapalı halde, kendi ruhuyla mücadele ettiğini gösterircesine kaşları çatık şekilde uyuklamaya devam ederken öylece onu seyrettim.

Titreyen sesle, ‘’Kimsin?’’ dedim; boğazımdaki ses tellerimin gerçekten titrediğini hissetmiştim. Sesim kendime bile yetmemişti, aramızda zamanın içindeki o havaya kaybolup yok oldu sanmıştım ama karşımdaki canavar duydu. Asir’in ses tonundan daha kalın, daha sert ve daha derin bir sesi vardı.

‘’Le’a morta,’’ Midem tekrar kasıldı, kavruldu ve kendi öz suyunu içeride kaynatırcasına beni yaktı; nefesim ciğerime baskı kurdu ve karnım içe doğru çekildi. Bunu duymayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki, bir an o kelimenin bende uyandırdığı hissi unuttuğumu düşünmüştüm. Kabuslarımda bana seslenen kişi tam yanımda mıydı?

‘’We vesta uram kwara,’’ dedi ve derin bir nefes bırakıp devam etti, ‘’Şeawas vesta uram.’’

İblis’e doğru baktığımda dişiyle alt dudağını dişliyor, tedirgin bakışlarını bir bana bir de Asir’e doğru çeviriyordu. ‘’Dedi ki,’’ dedi ben sormadan, onun hissettikleri benim de ruhuma aşılanıyordu ve kalbimin olmadığı kadar gürültüyle göğsüme baskı kurduğunu hissediyordum.

Ben bile kalp atışlarımı duyuyordum.

Mekanik sesiyle, ‘’Önceden bana iyi gelmiştin, şimdi de gel.’’ dedi İblis, son anda bakışlarının rotası bende dururken. Ardından keskin bakışlarını Asir’e çevirip ‘’Oldu koçum,’’ dedi alayla ama alay etmediği ciddi yüz ifadesinden belli olurken. ‘’Benim kızım rehabilitasyon merkezi mi?’’

‘’Qua.’’ dedi aniden Asir’in içindeki ama şu an dışına vurmuş o canavar. Ben konuşmamıştım. Gözlerimi faltaşı gibi açarak alnında birikmiş çizgilere baktım, kaşlarını giderek çatması içindeki gerçek Asir’le münakaşaya girdiğini mi gösteriyordu? Sus demişti keskince, belki de diğer Asir onu rahat bırakmıyordu?

Tırnaklarım göğsüne battı ve istemsizce onun canını yaktım. Korku tırnaklarımın altına pusu kurmuştu ve tüm hissettiklerimi onun etine batırıyordum. Kalbim yerinden sökmek üzere atmaya devam ederken aniden gözleri aralandı. Dehşet dilimi ısırdı ve boğazımdan boğuk bir gürültü koptu. Şaşkın ama dehşet içerisinde kızıl gözlerin farklı bir tonuna bakakaldım.

Gök tekrar gürleyip aramızda mavi rengini kamçıladı ve suratının bir kısmına yansıyıp onu tekrar karanlığa gömdü. Kızıl hareleri bir lazer gibi parlıyordu ve ortasında duran sönmüş aya benzer gözbebeği, küçüldükçe küçülmüştü. Kırmızılık, gözbebeğine orantısız şekilde büyüktü. Korkunç görünüyordu.

Dilim tutulmuştu. İblis’in bile nutku tutulmuştu ve şaşkın şaşkın ona bakmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Bakışlarını indirerek göğsünün üstündeki elime baktı, hala istemsizce tırnaklarımı derisine batırıyordum. Kaşları daha da çatıldı ve sırtımdaki elini kaldırıp bileğime doğru çekti, parmakları bileğimi sardı ama canımı yakmadı. Tırnaklarımın baskısını azalttı. Dudakları arasından dökülen kesik nefesleri, suratıma oradan boynuma doğru aktı.

Gözleri hem dudaklarıma hem de boynuma doğru bir rota çizdi. Konuşamıyordum ve neredeyse korkudan ağlayacaktım. Kolları arasında serçe gibi titriyor ve sessizce merhamet dileniyordum. Kendimden nefret edecek kadar yüksek bir duygu peydahlanıyordu içime ve bu çaresiz halimden ölesiye nefret ettim. Yine de burnumun dibi sızlıyor, gözlerimin akına iğneler saplanıyordu.

Kabuslarım zihnime akın ediyordu, onlar da kalbime baskı kuruyor ve ortamdaki havayı görünmeyen bir elle boğuyordu. İblis bakamıyordu, elini gözlerine götürüp başını aşağı eğmiş sonumuzu bekliyordu.

Gözlerimi kapatıp ben de sonumu bekledim çünkü bir canavarın pençesi altındaydım.

Kalın sesi tam dibimde can buldu, gözlerim titrese de onları açamadım. ‘’Muaera hesta. (Buna alışma.)’’ Nefesim daraldı. ‘’Le’a morta, wu araum kras. (Aramıza sınır koyma.)’’ Sesi alaycı bir tonlamayla söyler gibi kısık çıkmıştı. Sonumu seve seve hazırlayan bir cellat gibiydi. Boynumu kesmeden önce bana pişkince sırıtıyordu.

Eli hala bileğimi sararken sıcaklığını her yerimde hissediyordum. Sıcaklık bunaltıcıydı ve terlememe neden olmuştu. Boynumdan akan terin gidiş rotasını bile hissettim. Boğuluyor ve titriyordum. Arkamda yağan yağmur bile beni serinletmiyordu. ‘’Lütfen…’’ dedim içime bir nefes çekerek. ‘’Ben sana bir şey yapmadım. Bırak.’’ Sesim oldukça kısık çıkmıştı ve hala gözlerimi açamıyordum.

Güldü ama bu, dünyadaki en uğursuz seslerden biriydi. Korkunçtu ve aklımı yitireceğim kadar muhteşemdi. Kademeli bir şekilde kıkırtısı büyüyor, büyüdükçe odaya yayılıyordu ve Kanlı Ay tam üstümüze ışığını verirken onu ölüm meleği gibi gösteriyordu. ‘’Zehara, wi tuesta. (Korkarım, bunu yapamam.)’’

Benimle dalga geçiyordu bana kalırsa ama içimden bir ses, bunun tam aksini söylüyordu. Sanki söylenmesi gerekenleri, Asir’in söylemek isteyip de söyleyemediğini o bana söylüyor gibi sesi samimi ve derindendi. Ona çekilemezdim. Aklımı toparlayıp onu tüm gücümle ittim ama bileğimdeki baskısı elimin ağırlığına gölge düşürdü ve hareketim hiçbir işe yaramadı. Sadece kolumda belli belirsiz kas ağrısı hissettim.

Gözlerimi, onun vahşi ve acımasız görünen kızıl gözlerine doğru kaldırdım. Dudağının kenarı yukarı kıvrılmış, gözlerini kısarak suratımı inceliyordu. İblis derin bir nefes bıraktı, ‘’Öldürmeyeceksen süründürme de bari.’’ dedi tamamen bana acıyarak. Canavarın, Asir’e ait olan pembemsi dudakları kıpırdandı ama bir şey demedi ve elimi kalbinin tam üstüne koydu.

Kalbi delicesine, onu öldürmek istercesine atıyordu.

Avcumun içine hapsolmak ister gibi bir arzuyla kıvranıyordu.

Şaşkınlık nefesimi tekrar kesti ve inanamaz gözlerle ona baktım. Bu sefer konuştuğunda derin ve kalın sesi, bir savaşçının olması gerektiği gibi gür çıkan sesi benim kalbime doğru aktı ve bir tarafını görünmeyen kollarıyla sarmaladı. ‘’Le’a morta,’’ dedi tek kaşını kaldırarak, bakışlarına gömülü gizli muzip tavrıyla ama ciddi olduğu sesinden belliydi. ‘’Wi haru wus.’’ dedi devam ederek ve anlamını bilmediğim kelimeler aramızda hayalet gibi dolaştı.

İblis’in suratında Asir’e bakarken hiç görmediğim bir ifade duruyordu; dehşet. Aldığı sık nefesleri, canavarın sesi arasına karıştı. Canavar tehlikeli sırıtışını gözler önüne sererken, kalbini hala avuç çizgilerimde hissediyordum. Sıcaklığı beni hem ısındırıyor hem de farklı duygulara kapılmamı sağlıyordu. ‘’Mau wi ties kuzaeas.’’

‘’İblis…’’ dedim zihnimin içinden, hala canavara korku dolu şaşkınlıkla bakarak. Canavarın suratındaki can bulmuş alay kokan, bir yandan da tehlikeli sırıtış kalbime ağırlık çöktürdü. İblis’in dehşet dolu ifadesi de, sık sık aldığı nefeslerle kaybolup giden dumanları da damarlarıma yayan farklı bir duygunun patlamasına neden oluyordu.

Mekanik sesi zoraki dudaklarından döküldü. ‘’Dedi ki,’’ dedi kendinden geçmiş bir ifadeyle, Asir’in suratında bir çukuru andıran gözlerine tutunarak.

‘’Onu hissediyorum. Ve bundan hoşlanmadım.’’

Kalemin mürekkebinden akan cümleler kalbime nüfuz etti, oradan ruhuma aşılandı ve ben bulunduğum ve bulunacağım tüm zamanlarda sıkıştım. Şeytan’ı hissetmek hiç bu kadar ölümcül olmamıştı.

Çünkü zaman durdu.

Ve biz altında kaldık.

 

Tekrar merhaba!

Bölümü okuduğunuz için teşekkür ederim. Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi belirtirseniz sevinirim.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın lütfen!

Sizi seviyorum,

Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%