Yeni Üyelik
13.
Bölüm

12. BÖLÜM: AYNALARIN YALANLARI

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Buraya kadar bana destek verdiğiniz ve beni yorumlarınızla motive ettiğiniz için çok teşekkür ederim! Uzun bir bölüm oldu. Bölüme başlamadan önce oy vermeyi unutmayın. Paragraf arası yorumlarınızı dört gözle bekliyorum.

Keyifli okumalar!

Bölüm şarkısı: Winter Aid – The Wisp Sings

Liv Ash - Never Surrender

12. BÖLÜM: AYNALARIN YALANLARI

 

Mürekkep kadar koyu bir karanlığın içinde yürüyordum.

Aslında bulunduğum ortam tamamen karanlık değildi. Geleceğe doğru yürürken görüyordum o ışık huzmesini fakat yüzümü yalayıp geçen ışık parçaları geçmişimin karanlığıyla örtülüyordu. Geçmiş, pençelerini enseme geçiren yırtıcı bir hayvan gibiydi.

Işık kemikli yüz hatlarıma çarparken karanlık bir kısmını içine hapsediyordu, gözlerim her zamankinden daha canlı ve parlaktı. Üzerimde güzel simsiyah bir elbise vardı, uçları o kadar uzundu ki yürüdüğüm toprakta yılan misali sürünerek peşimden geliyorlardı.

Saçlarım her zamanki gibi dalgalı şeklini koruyarak ensemde dağınık bir şekilde toplanmışlardı fakat birkaç parçası perde gibi yüzümün yarısını örtüyordu. Bordo renkli dudaklarıma kondurduğum hüzünlü bir tebessümle ilerliyordum karanlık ağaçların arasında. Fantastik bir dizinin cadı karakteri görünümündeydim.

Yine de güzeldim.

Yıldızlar… Gecenin karanlığına asılırken güzel bir şekilde parlıyorlardı fakat beyaz değil, kırmızı renktelerdi. Bana birinin gözlerini hatırlatıyorlardı. Yüzümdeki gülümseme daha da hüzne büründü, kalbim sızladı. Neden böyle hissediyordum?

Ensemde ölüm meleğinin soğuk nefesi, geçmişin nasırlı elleri yakama yapışmışken birden kendimi upuzun bir koridorda buldum. Geceyi artık görmüyordum ama yine de bulunduğum ortam en az gece kadar karanlıktı. Neredeydim ben? Kafamın içindeki birbirini kovalayan tilkilerin kuyrukları düşüncelerime sarılıyorlardı.

Yine de aklıma herhangi bir yer gelmiyordu. Karanlık koridorun duvarlarına asılmış hafif eğik duran meşaleler gümleyerek kendilerini yaktı ve karanlık koridor sonu görünmeyen bir yol gibi meşaleler tarafından loş bir ışığa bürünerek bir nebze aydınlandı.

Meşalelerin kimin yaktığını düşünemeyecek kadar sarhoş bir haldeydim. Ateşlerin arasında, nereye gittiğimi bilememenin verdiği özgürlükle ilerliyordum. Belki bilseydim, bu kadar cesur olamazdım. Ben ilerledikçe bir melodi peşimden geldi, ayaklarımı takip etti ve tüm koridoru sararak kulaklarıma ninni gibi doldu.

Ölümcül bir çağrı gibiydi, ölüme davet ediyordu ama ben ölümü, bir bebeği masum bir şekilde uyutan ninni gibi duyarak ilerliyordum.

Melodi güzeldi. Ruhumu okşuyordu. Kabuk bağlamış bir yaranın üstünü kaşıyor, orayı kanatıyor ve tekrar kapatıyordu. Sonu gelmeyen koridorda hala ilerlemekteydim ve dönebileceğim bir sapak yoktu, dümdüz ilerliyordum.

Ben ilerledikçe takvimden bir yaprak koparak aşağı doğru süzüldü, takvimin kopan yaprağı ardında bir veda bıraktı. O vedadan mürekkep gibi yoğun şekilde kan aktı. Takvim, zaman gibi yayılarak alev aldı.

Ve ben, karşımda beliren simsiyah odanın kapısına baktım.

Kapı boyumu aşacak şekilde, tavanı da yarıp göğü hedeflemek istercesine karşımda dik bir şekilde uzanıyordu. Odanın arkasındaki fısıltıları duyabiliyordum. Hayır, hissediyordum.

Ruhum bir gölge gibi bedenimden sarktı, önce arkamda duran zeminin üstüne çizildi ardından tıpkı eteklerinin uçları dumandan yapılmış bir şey gibi katlanarak havaya doğru süzüldü. Tam arkamda duruyordu, beni korumak ister gibi arkamda bekliyordu. Tıpkı sadık bir köpek gibi.

Artık yüreğimi sımsıcak ederek karıncalandıran heyecandan başka bir şey hissetmiyordum.

Titreyen bacaklarımı hareket ettirdim, ölümün aurasını taşıyan kapıya doğru yaklaştım. Sağ elim yumruk halini alıp kapının sırtına doğru kalktığında, arkamdaki ruhum mumun üstünde titreyen alev gibi sarsıldı. Yumruk yaptığım elimi kapının sert sırtına birkaç kez tok bir sesle vurdum. Kapı karanlığı yaran bir gürültüyle ruhumu titreterek aralandı.

Bu sefer karşımda duran tek şey, belirsizlikti.

‘’Le’a morta,’’ dedi gürleyen bir ses karanlığın içinden bana doğru emekleyerek. Bu sesi tanıyor muydum? Zihnimdeki anı defterimin sayfaları sertçe çevrilirken kaşlarımın tam ortasında bir çukur doğdu. Sesi tanıyamadım. Benden izinsiz ayaklarım hareket etti ve belirsizliğe doğru çekildim.

Kapı arkamdan duvarları inletecek şekilde sertçe kapandı.

Odanın içi, bir pencerenin dışından süzülen ışıkla aydınlanıyordu fakat ışık kuvvetli değildi. Yaydığı ışık, koridorda gördüğüm meşalelerin ışığından farksızdı; loşluk bırakıyordu. Odanın içindeki ses, karanlığa hapsolmuş gibi hiç kimseyi göremedim.

Pencereye doğru yürüdüğümde pencerenin camını dörde bölen tahta çubuklar olduğunu fark ettim. Kanlı Ay buradan net bir şekilde görünüyordu. O zaman anladım, odayı aydınlatan sadece Kanlı Ay’ın ışığıydı.

Ben pencereden dışarı, karanlık göğe yapışmış gibi duran Kanlı Ay’a bakarken saçlarımın tam arkasında, enseme doğru ılık bir nefes yayıldı. Güçlü bir kol belimi sarıp kendi güçlü bedenine sırtımı yapıştırırken, bu hissin tanıdık olduğunu idrak ettim.

Neden konuşmuyordum? Neden arkamdaki kişiyi itmiyordum? Hesap sormuyordum? Bu tavır bana öyle yabancı geldi ki bir an bedenimin başkasının ruhu tarafından kontrol edildiğini düşündüm.

Kaşlarım çatıldı ama yine sesimi çıkarmadım, üstelik kalbimi göğsüme yumruk gibi vuran bu heyecanı da bastıramıyordum. Kemikli, sivri bir çene omzuma doğru yaslandı; adamın sakalları yüzüme yumuşacık bir şekilde battı. Acıyı hissetmiyordum.

‘’Güzel görünüyor, değil mi?’’ dedi bana yabancı gelen tok bir ses. Yutkundum, pencereye yansıyan aksime baktım ve bana doğru yaslanan adamın çehresine; fakat yüzü, suya atılan taşın suyun üstünde bıraktığı bulanıklıktan ibaretti. Tıpkı bu oda gibi belirsizdi. ‘’Kuklalar, insanların gerçek ruhlarını saklayan oyuncaklar,’’ dedi kulağıma çarpan sıcak nefesiyle beraber fısıldayarak.

Sesinde bir şarkı mırıldanıyormuş havası vardı. Gözünün ucuyla bana baktığını hissediyordum, ben ise önüme çizilen aksime bakıyordum. Bir gözüm donuk mavi, diğer gözümün kan kadar kırmızı olan gözlerim; içi boş bir kavuğu andırıyorlardı. ‘’Aynalar, o ruhu gösteren cansızlar...’’ dedi güzel sesiyle, bir şarkıdan alıntı yaptığını düşündüğüm satırları noktalarken.

Dümdüz sesiyle, ‘’Ben aynaları çok severim, Yağmur.’’ dedi devam ederek. Ardından aklı karışmış gibi dikkati dağıldı ve burnunun ucunu boyun girintime sürterken bir an ürperdim. Aksimdeki yüz ifadem afallayarak gözlerini kırpıştırdı.

Nefesinin bıraktığı ılık bir his omurgamdan yukarı tırmandı ve tenime karışarak göğüs kafesimi tartakladı. Kalbim heyecanla kasıldığında artık alevlerin içindeymiş gibi hissediyordum. Adamın burnu boynuma iyice battı, adam derin bir nefesi içine çekti. ‘’Kokun, tıpkı karanfil gibi.’’

Ardından kendine gelmiş bir zarafetle burnunu boynumdan çekip tekrar yüzünü öne doğru çevirdi, bu sefer gözlerinin Kanlı Ay’ı seyrettiğini düşündüm. ‘’Kuklaları da öyle.’’ dedi, konuyu birden değiştirmesi afallamama sebep olurken.

Yutkundum. Az önce yaşadığım şeyi tekrar yaşamak istiyordum, o hissi unutmak istemiyordum. Yabancı ses ne hissettiğimi biliyormuşçasına kıkırdadı, ardından erkeksi kıkırtısı sertçe bir gülüşe dönüştüğünde korku tohumlarını ruhuma ekti. Karşımda dikilen yansıma, dehşetin bir bedeni gibi cama çizilmişti. O bedenin suratının sahibi bendim. Bu işte bir terslik vardı…

Adamın sesi robotik bir tavra bürünmüş, parazitler ses tonuna gömülmüş ve odayı inletecek şekilde titretirken kahkahaları kulaklarımı uğuldatmıştı. Öne doğru atılıp ondan uzaklaşmak istedim. Beni daha da sıkı sarıp içine hapsetmek istercesine kendine doğru çekti. Artık huzursuzluğu ete batan kıymık kadar rahatsız edici bir şekilde hissediyordum.

‘’Aşağıya bak, Toprak.’’

Dehşet hissi gözlerimin aynasına yansımaya devam ederken kirpiklerim şokla aralanarak sesin sahibine baktım. Büyük bir gölgeden ibaret olan siluet arkamda, belimi tutan adamın yerine geçmişti. Bana küstah bir şekilde baktığını görebiliyordum.

Karizmatik ve tok sesle, ‘’Bana değil, aşağıya.’’ dedi kıkırtılarının arasından alayla. Pencereden aşağı doğru baktım, kahverengi toprağın üstünde gördüğüm taş boğazımı yakarak tırmanan haykırışa sebep oldu. Çığlığım koridorlarda, ormanı saran ağaçların arasındaki karanlıkta, göklerdeki kırmızı renkte olan yalnız yıldızların arasında yankılandı.

Toprağın üstünde, Kanlı Ay’ın ışığının altında aydınlanmış taş bir mezara aitti. Ansızın yağmur yağmadan bir şimşek göğü aydınlattı ve gri mezarın betonu şimşeğin mavi ışığıyla parladı. Mezar taşına benim ismim kazılıydı.

Evin Yağmur Erkuran.

Şafak göğe kırmızı bir boya damlası gibi yayılarak güzelliğini belli ederken odanın içerisine yavaşça aydınlık doluyordu. Hava soğuktu, açık olan pencereden içeri giren rüzgarın kısık nefesi ormanın güzel ve huzurlu kokusunu taşıyordu. Herhangi bir sokakta kimsesizliğin sıfatını kimliğine yapıştırmış biri kadar soğukla yüzleşiyordum.

Tenimin altına gömülmüş damarlarımda akan soğuğun nefesini hissediyordum, göğsüm karıncalanarak titredi. Gözlerimi ilk defa dün geceden kalmış biri gibi değil, uykusu bölünen biri gibi değil; tamamen dinç bir şekilde aralamıştım.

Kalbim gümbürdese de oldukça sakin davranarak; boş bakışlarımı hala sırtım yatağın yumuşak hissiyle şereflenirken etrafta gezdirdim. Ağzımı aralayıp büyük bir hava akımının ciğerlerime dolmasına izin vererek tekrar kapattığımda aynı zamanda dilimle kurumuş dudağımı ıslattım. Kafamı yana çevirip Asir’in bedenini görmeyi düşündüm fakat bu düşünce, ölü bir beden gibi yere devrildi.

Yatağın yan tarafı kendimi şizofren hissettirecek şekilde bomboş ve hiç kimse yatmamış gibi düzgündü. Sadece gri yastıkta oluşan kafasının bıraktığı izi, çukur şekilde görüyordum. Asir beni rahatsız etmemek için sessizce uyanmış ve odadan ayrılmıştı.

Hoş, daha ne kadar rahatsız edebilirdi ki?

Beynimin içi bir kazandan farksızdı, biri sanki eline aldığı malayı beynimin etine saplayıp sürtüyordu. Şakaklarımı parmaklarımın uçlarıyla ovuştururken sıcaklık alnımın her tarafına doğru yayıldı. Uzun zamandır kabus görmüyordum. Uzun zamandır onunla alakalı hiçbir şey görmüyordum.

Bana dün gece söylediği cümle, zihnime düştüğünde ve bir çift kızıl harelerle beraber parladığında alnımın tam ortasında peyda olan sızı iyice harlandı. Boğazımdan derin bir inilti koptu ve yastıktan başımı kaldırmadan dirseğimi katlayıp bileğimi alnıma dayadım.

İblis’in kapısı kapalıydı; ne zaman gittiğini bilmiyordum ama şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş gibi Asir’in yani o canavarın korkunç gözlerine baktıktan sonra kapıyı yüzüme ansızın kapatmıştı. Bir daha da ondan haber alamamıştım.

Sonunda simsiyah kapının arası aralandığında, İblis’in hiç uyumadığını gösteren kömür gözleri kısıkça bana doğru kaydı. Elinde tuttuğu altın işlemeli kadehini dudaklarına götürürken sessiz kaldı ama bir an olsun gözlerini de benden ayırmadı.

‘’Beynim… Tatarus tarafından becerilmiş gibi.’’ dedi ağzını zoraki oynatarak, gözlerini kırpıştırırken. Başımı sallayıp sessizliğimi sürdürürken derin bir iç çekti ve tekrar kadehi dudaklarına götürdü. Birkaç yudum aldıktan sonra arkasına yaslandı ve dirseğini tahtının kenarına dayadıktan sonra tek elini kaldırıp alnını ovuşturdu.

Mekanik sesi, yorgunluğunu belli ettirecek denli pürüzlüydü. ‘’Bayağı büyükmüş…’’ dedi arsızca sırıtarak söylenirken. Utanç yanaklarıma hafif baskı yapsa da aldırmadan gözlerimi devirdim. ‘’Terbiyesizleşme.’’

‘’Ne dedim ki?’’ dedi iğneleyici bir tavırla, çocuk gibi mırıldanarak.

‘’Tekrar kabus gördüm,’’ dediğimde alnını ovuşturan parmakları gölgeler arasında duraksayıp şeklini kaybettirdi. Birden elini aşağı indirmesiyle büyük bir gölge kümesinin hareket ettiğini gördüm; yerinde sertleşen kaya gibi gözlerini aniden üstüme dikti. ‘’Ne?’’

Tekrarlamaya gerek duymadan gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Tekrar parmaklarıyla alnını ovuştururken ağlamaklı bir ses çıkarttı, ‘’Başımı daha çok ağrıttın,’’ dedi dişlerinin arasından söylenerek.

‘’Senin psikolojik sorunların var,’’ dedi İblis kafasını sallayarak. Kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken benden daha çok kendiyle konuşuyor gibiydi. ‘’Emin oldum. Sen git bir görün.’’

‘’Geç kaldım.’’ dedikten sonra üstüme tekrar sertçe sapladığı keskin gözlerini önemsemeden üstümdeki battaniyeyi kenara çektim ve bacaklarımı ısıran soğuğu hissederek yataktan kalktım. Ahşap zemin ayaklarımın altında gıcırdıyor, soğuk ayak tabanıma nüfuz ediyordu.

Titreyerek odadan ayrıldığımda Asir’i görme telaşı içten içe ruhumu yerinde oynattı. Onu görmeye hazır değildim ama eğer, o gece olduğu gibi bir şeyleri hatırlamıyorsa bile bu sefer onunla konuşmak istiyordum. Bu neden oluyordu? Bu neden bize oluyordu?

Merdivenlere yönelirken düşünceler beni yalnız bırakmıyordu. İnmeye devam ettim ve nihayet koltukta hala uyuyan Mehir’i gördüm. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, sırtını televizyon kısmına döndürmüştü. Beyaz ve uzun saçları koltuğun kenarından aşağı sarkıyor, yarısı da yüzünü kapatıyordu. Pike yarım yamalak üstünü kapatıyor, yarısı koltuktan aşağı sarkıyordu.

Mutfağa doğru ilerleyip bir şeyler yemek istedim ama canım hiçbir şey istemiyordu. Hala aklıma düşen kabuslardan farklı kesitler, dün gece onunla konuştuğum sohbet kafamı kurcalıyordu ve bu durum mideme vuruyordu. Midem kasılıp duruyordu.

Tam mutfağa yaklaşmışken adımlarım durdu ve derin bir iç çekip arkama döndüm. Dışarı çıkıp nefes almak istedim. ‘’O evde değil,’’ dedi İblis kaşlarını çatıp, etrafı süzerken. ‘’Rahat ol.’’

Başımı sallayıp kapıya doğru yürürken sessiz olmaya gayret ediyordum. Mehir’i uyandırmak istemiyordum. Kapının yanındaki askılığa uzanıp kabanımı alırken dudaklarımı birbirine bastırdım. Ardından onu giydikten sonra kapının kulpuna yavaşça dokunup onu aşağı indirirken uslu davrandım.

Yüzüm sese odaklandığından kasılmıştı. Ses çıkartmamayı başardığımda dışarı adım attım ve kapıyı yine usluca arkamdan kapattım. Burnuma akın eden orman kokusu, içimi ferahlattı. Gözlerimi kapatıp rüzgarın saçlarımı okşayıp arkama doğru süzülmesine müsaade ettim.

Buranın havası bir farklıydı. Etraf ölümün davetiyle kuşanmış, ölüm meleğinin nefesiyle soluklanıyor gibi sessizdi. Her zaman. Asir’in başlarda bahsettiği buranın yerlilerini görmemiştim, solgun binalar da sessiz ve kimsesizdi.

Verandada ilerleyip sallanan sandalyeye kurulduğumda soğuk altıma baskı yaptı ve tekrar ürperdim. Yağmur verandanın tahtalarını, merdivenlerini ıslatmış ve koyu gölgeler bırakmıştı. Cansız çimenler, toprağın çamurlaşmasına neden olmuştu. Toprağın bazı yerlerinde yer yer su birikintileri vardı.

Gözlerimi kaldırıp uzaklardaki dağlara doğru baktım. Dudaklarımda cansız, soluk bir tebessüm belirdi. Tekrar içime huzur dolu kokuyu çekerek öylece etrafı seyrettim. Asir ne zaman gelirdi acaba? Daha çok nereye gittiğiyle ilgileniyordum; belki de Alberto’nun yanına gitmişti?

Kapı aralandığında bakışlarım o tarafa döndü. Mehir’in uzun beyaz saçları görüş alanıma girdi ve sırtı bana doğru dönük bir halde kapıyı kapattı. Ardından bedeni tamamen ortaya çıktı ve bana doğru dönüp uykudan uyandığı belli olan mahmur gözleriyle gülümsedi.

‘’Günaydın.’’ dedi, ‘’Tabii saat bir ama… olsun.’’

Dudaklarımı birbirine bastırıp yorgunca gülümsedim, ‘’Sana da.’’

Pikeyi sırtına ve kollarına sarmış, kollarını tekrar göğsünde kavuşturmuştu. Parmaklarının uçlarıyla pikenin kanatlarını tutuyor, hem de ısınıyordu. Yanaklarına beyaz tenine yakışan ve onu daha tatlı gösteren bir kızarıklık sarmıştı.

Gözlerini kapattı ve o da benim gibi derin bir iç çekti. ‘’Çok güzel,’’ dedi halinden memnun bir şekilde. Onu baştan aşağı süzerken nasıl bu kadar kusursuz olduğunu düşünüyordum. Tıpkı Asir gibi, onun da farklı bir aurası ve çekiciliği vardı.

Öyle ki İblis bile kirpiklerini kırpıştırıp, suratındaki tuhaf mimikle arkasına yaslanmış onu seyrediyordu. İçime yayılan sıcak bir his kanıma karışmadan önünü kestim. Yutkunarak Mehir’e tebessüm etmeye devam ettim.

Bana doğru döndü ve bana yaklaştı; ardından yanıma oturacağını sandığım anda ayaklarının yönü değişip verandanın korkuluğuna yöneldi. Bedenini yarım çevirerek verandanın korkuluklarına otururken; sırtını da geri kalan uzun kısma verdi.

Ela gözleri manzaranın tadını çıkartırken sessizliğini sürdürdü.

‘’Uyandırdım mı seni?’’

Bana bakmadan, ‘’Evet,’’ dedi kaba olmayan bir açık sözlülükle. Yine de ağzımı ne söyleyeceğimi bilemediğimden aralayıp kapattım.

İblis’in dudaklarında belli belirsiz kıpırdanma gördüğümde kaşlarımı çatıp ona baktım ama benimle ilgilenmiyor, Mehir’i inceliyordu. Mehir’in ela gözleri bana doğru çevrildiğinde sadece gözlerime bakıp, ‘’Sorun değil, zaten uyanma vakti çoktan gelmiş.’’ dedi, devam ederek.

‘’Asir nerede?’’ dedi bana konuşma fırsatı tanımadan. Kaşlarım istemsizce çatıldı ve onu istemsizce baştan aşağı süzdüm. Kalbim tuhaf bir şekilde atmaya başladığında yumuşakça yutkunup ifadesizliğimi korumaya çalıştım ama çoktan kaşlarımı çattığımı görmüştü. Tek kaşını kaldırıp gözlerini hafifçe aralarken benden bir cevap bekliyordu.

‘’Bilmem,’’ dedim kuru bir sesle, ‘’Ben de göremedim.’’

Suratındaki ifadeyi bozmadan başını usulca salladı ve o da beni baştan aşağı gelişigüzel inceledi. Rahatsız olduğumdan kaşlarımı çatmaya devam ettiğim için başımdaki ağrı giderek arttı. Yine de ifademi korumayı başardım. ‘’Acaba Alberto’ya mı gitti?’’ dedi o da, benim gibi düşünerek.

Tek omzumu silktim. ‘’Hemen başlar mı plana?’’

O da omzunu silkti, ‘’Bilmem. Asir bu.’’ dedi pervasızca. Burnundan derin bir nefes çektiğinde göğsü inip kalktı ve çekiciliğini bir kez daha gözler önüne serdi; istemeden. İblis hareketlerimizi tek tek tarayıp kafasında bir şeyler düşünürken; Mehir konuşmaya devam etti. ‘’Hemen başlar bence. Uzun bir süremiz yok.’’

‘’Onu ne kadar tanıyorsun?’’ İstemsizce bu kadar rahat konuşmasına ve rahat tavırlarından rahatsız olmuştum. Bu da sesime yansımıştı. Zeki bir kadındı, sesimdeki değişimi fark ettiğinde yüzündeki o anlamsız ifade daha da anlamsız bir tavra büründü. Çenesini hafifçe yukarı kaldırıp tek kaşını da aynı anda havalandırırken bana tepeden baktı.

İblis de başını usulca yana doğru çevirmiş, tıpkı onun gibi bana bakıyordu. Kendimi açıklama gereği duyuyordum ama bunun için özel bir çaba sarf etmiyordum. ‘’Herkes kadar,’’ dedi sesindeki ince tonlamayla ama yine de bir şeyleri kavramak veya bir şeylerden emin olmak istediği barizdi.

Neyden emin olacaksa?

‘’Sonuçta az çok kişiliği belli bir adam.’’ dedi cümlenin ortasında kendine düşünme payı verirken. Rüzgar aramızda esti ve onun saçlarını dalgalandırırken; onun bedenine çarptığından bana pek işlemedi.

‘’Hım,’’ dedim boğazımdan garip bir mırıltı çıkartıp. ‘’Çok önceleri yaşayan birisin,’’ dedim kendimi açıklamak isteyerek, ‘’Belki onu kafese girmeden önce görmüş ya da tanımış olabilirsin.’’

İblis cümlemi kurar kurmaz bakışlarını değiştirip, kafasını rahatlamış bir edayla benden çevirip Mehir’e odaklandı.

İçten içe ruhumun bir köşesine parazit gibi yayılan huzursuzluk ve Mehir’in çekici aurasına imrenme duygum orada kıymık gibi kendini belli ediyordu ama bu, ne Asir’le aramızdaki o tuhaf ilişkinin büyümesine ne de İblis’in şüphelenmesine müsaade edebilirdi.

İki konuyla da uğraşmak istemiyordum.

‘’Anlıyorum,’’ dedi Mehir ama hala suratındaki o manidar ifadeyi koruyordu. Yine de çenesini indirmiş, bakışlarındaki farklı bir parıltıyla bana bakmaya başlamıştı. ‘’Uzun zamandır yaşıyorum ama inimden fazla çıkmıyordum. O yüzden Asir’den haberdar olsam da onu yeteri kadar tanımıyorum.’’

Kafamı sallayıp sessizce anladığımı belirttim.

Bu konunun değişmesini istiyordum. O yüzden aklıma gelen farklı bir konu oldu; dün Asir, Mehir’in bana yardımcı olabileceğini söylemişti. Kendimi geliştirmem gerekiyorsa ya da herhangi bir yetenek varsa, buna derhal başlamalıydım. Yer altına girmek yeteri kadar zordu ve bunu insan halimle yapamazdım.

‘’Mehir…’’ dedim birden aklıma farklı bir konu düşerken. Konuşmadan önce bakışlarımı ondan ayırdım ve verandanın ıslak olduğu kısma baktım; sonra tekrar ela gözlerine tutundum. Bana beklentiyle bakan gözleri konuşma isteğimi kamçılıyordu.

Asir, onun bana yardım edeceği konusunda beni teşvik etmişti. Belki de gerçekten bana yardım edebilirdi? ‘’Bende herhangi bir farklılık görüyor musun?’’ dedim istemsizce incelen ve içime doğru kaçan sesimle.

Çocuk gibi çıkan sesim, onu eğlendirmiş gibi gösterdi. Dudaklarındaki belli belirsiz kıpırtıyla bana bakarken kaşlarını anlam veremeyen biri gibi çattı. ‘’Nasıl yani?’’

İblis ‘’Toprak…’’ dedi ama onu konuşmaya devam ederek susturdum. O da arkasına yaslanıp olacakları görmeyi sürdürdü. ‘’Yani… farklı bir aura. Özel güç gibi.’’ dedim saçmalamadığımı umarak. Elimi kaldırıp kaşımın kenarını tırnağımın ucuyla kaşırken, sıkkın bir tavırla alttan alta gözlerine bakmaya devam ettim.

Orta kalınlıktaki dudaklarını birbirine bastırıp onları tekrar serbest bıraktı. ‘’Eee,’’ dedi o da garip bir havayla, beni gelişigüzel süzerken. ‘’Normalsin.’’ dedi sonra uygun bir kelime bulamamış gibi, ardından suratının bir kısmını buruşturarak.

‘’Normal miyim?’’ dedim burun kıvırarak, ‘’Gerçekten hiçbir şey görmüyor musun?’’

Mehir dayanamayıp gülümsedi. ‘’Işıktan mı bahsediyorsun?’’ dediğinde başımı heyecanla sallayıp irice aralanmış renkli gözlerimle ona baktım. Yay gibi duran kaşlarını çatıp beni gelişigüzel süzdükten sonra farklı bir şey söyleyecek sandım ama benimle veya durumumla dalga geçer gibi aynı şeyi söyledi: ‘’Normalsin.’’

‘’Tamam,’’ dedim pes etmediğimi belli eden bir ses tonlamayla. ‘’Normalden kastın ne?’’

‘’Parlamıyorsun.’’

İblis dudaklarının kenarlarını büzerek bana acıyan gözlerle bakmaya başladı. ‘’Yazık…’’ dedi ardından mırıldanarak. Mekanik ve kalın sesiyle, ‘’Vasıfsız olduğunu biliyordum ama bu kadar… Herkes tarafından onaylanması…’’ dedi hem dalga geçerek hem de bana acıyan bir tavırla.

‘’Kes.’’ dedim gözlerimi devirerek. Kaşlarını kaldırıp alay taşıyan ifadesiyle sessiz kaldı. Hiçbir şey söylemese de beni küçümsemeyi başarıyordu. Her zerresiyle.

‘’Sence gerçekten basit bir insan mıyım?’’ dediğimde bana bir süre baktı, tepkisizce. Ela hareleri üstümde gelişigüzel oynarken bir şeyler düşünüyor gibi görünüyordu. Rüzgar tekrar kendini hatırlatmak ister gibi aramızdan esip geçerken bu sefer omurgamdan bir ürpertinin geçmesini sağladı. Kaban bile içimi ısıtmıyordu.

Yutkunduğunda boynunda kıpırtı gördüm, ‘’Buna kesin bir şekilde cevap veremem,’’ dedi dürüst olarak. Başını bir kez kendini tasdikler gibi sallarken, ‘’Ama eğer varsa onu hiç kullanmadığından köreltmiş olabilirsin. Ya da o öz, ölüm kıyısında bile olabilir.’’ dedi devam ederek.

‘’Öz dediğiniz ışık, öyle durumlara girebiliyor mu?’’ dediğimde kafasını salladı. Gözlerini hafifçe açtığından elaları daha da ön plana çıktı. ‘’Tabii ki!’’ dedi sesini biraz yükselterek, ‘’İnsanlar o yüzden zayıflar. Çoğu kişi kendi potansiyelini göremeden ölüyor.’’

Kaşlarımı yarım yamalak çatıp, ‘’Her insan da doğaüstü varlık değildir ya…’’ dedim alayla.

‘’Elbette,’’ dedi tekrar, ‘’Fakat aslında o özü içinde taşıyan ama onun farkında olmayan bir sürü kişi var. O yüzden insanların ömrü çoğunlukla kısa oluyor. Öz, bizi herkesten daha fazla yaşatır.’’

Merakla, ‘’Bu özü nasıl bulabiliriz?’’ dediğimde tek omzunu silkti. ‘’Önce onu keşfetmen lazım sonra onu hayatının bir parçası olarak düşünmen ve kabullenmen gerek. Nefes gibi. Nefes olmadan nasıl yaşayamıyorsan özü kullanmadan da yaşayamazsın.’’

‘’Nasıl keşfederiz?’’ dediğimde başını geriye atıp bir süre düşündü.

‘’Bazı kişiler ritüel ya da ayin yapar; bazıları doğuştan öğrenir veya bazıları çevresinde onu öğretecek birileri olacak kadar şanslıdır. Olasılıklar çok değişiyor.’’

‘’Pekala,’’ dedim ve bir süre düşündüm. ‘’Doğuştan yeteneğimin olup olmadığını bilmiyorum; öğretecek birisi de sadece anneannemdi ama o da artık yok…’’ dediğimde kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi ve sessiz kaldı. ‘’Eh, geriye kaldı ayin…’’ dedim ve gözlerinin içine beklentiyle bakmaya başladım. ‘’Eğer özüm varsa onu çıkartmam için bana yardımcı olur musun? Onu bana öğretir misin?’’

‘’Yavaş…’’ dedi elini aniden kaldırıp bana dur derken. Pikesi tek omzundan aşağı kaydı ama onu tekrar yukarı çekip umursamaz gözlerini üstüme dikti. ‘’Ben kimseye daha önce böyle bir gücü öğretmedim ve tanışmasını sağlamadım. Yanlış bir şey yaparsam…’’ dedi ve İblis tam ağzını açıp bir şey söyleyecekken, ‘’Tüm sorumluluğu alıyorum!’’ dedim heyecanla, öne atılarak.

İblis’in gözleri büyüdü, büyüdükçe büyüdü ve bana inanamaz şekilde bakmaya başladı. ‘’Toprak!’’ dedi aniden, ‘’Sıçtığın boku temizlemen için saniyelerin var!’’ dedi ritimli bir sesle ama ciddiyetle.

‘’Şanslıysak,’’ dedi Mehir düşünürmüş gibi yapıp herhangi bir köşeye bakarken. Başını sallayarak devam etti, ‘’Belki de doğuştan öğrenmişsindir ve onu bir kalkan olarak kullanıyorsundur. Öz bazı durumlarda ya da bazı kişilerde doğuştan kendisini saklamayı başarıyor, kişinin gücünü de öyle. Belki de normal biri değilsindir ama bunu ortaya çıkartmayı bilmiyorsundur.’’

Göğsümün tam ortasında bir canlanma oldu; kıpırtılar içimde heyecanla atmaya devam ederken beklentiyle parlayan gözlerimle keskin suratına bakmayı sürdürdüm. Alttan alta ona bakıyor olmam onu rahatsız etmiş olmalı ki yerinde hafifçe kıpırdandı ve beklentiyle bakan gözlerime karşılık verdi. ‘’Bunu tek başıma yapamam.’’ dedi net şekilde, ‘’Ama sana yardımcı olacak birini daha biliyorum.’’

‘’Kim?’’ dedim heyecanla.

Duru bir sesle, ‘’Akdes.’’ dedi karşılık vererek. ‘’Öyle bir özü ortaya daha önceden çıkarttığını duydum. O bu konularda daha bilgedir. Ondan yardım alabilirsin.’’

‘’Toprak o yaşlı bunaktan asla yardım alamazsın!’’ dedi ve arkasına yaslanırken bayılıyormuş gibi davrandı. Ağır drama sahnesi çekiliyormuş gibi bir hareketle başını iki yana sallayarak tavana bakarken, ‘’Şimdiden söylenmelerini duyabiliyorum!’’ dedi ağlamaklı ifadeyle.

Uzaklardan gelen tekerlek sesini duyar duymaz o yöne doğru baktık. Gözlerim patikanın başlangıcına doğru yöneldiğinde siyah araba çoktan bahçeye girmişti. Tekerleklerin toprakta bıraktığı gürültü, motorun çalışmayı durdurmasıyla sonlandı. Asir’in geldiğini gören kalbim telaşa kapılmaya başladı.

İblis’in gözleri kısık, ona bakarken hiçbir şey söylemiyordu.

Arabanın kapısı aralandı ve Asir’in önce ayağı toprağa bastı, başını kapının üstünden çıkarttığında rüzgar kestane rengi saçlarını dalgalandırdı. Nefesim soluk borumda takılı kaldığında ciğerlerimin üstünde bir baskı hissettim. Kapıyı elini savurur gibi arkasından kapatıp bu tarafa doğru ilerlediğinde keskin hatlarının öfkeyle kaplandığını gördüm.

Kaşlarım tıpkı onun kalın kaşları gibi çatıldığında Mehir’in de kafasını çevirip bana doğru kısa bir bakış attığını gördüm. Gözlerim onunkilere takıldığında orada da benimkiyle aynı bir his vardı. Anlamsızlık. Asir bu tarafa hızlıca yürüdü, üstüne giydiği beyaz gömleğin yakaları açıktı ve rüzgar onları kıpırdatıyordu. Kavruk tenindeki Ouroboros, boynuna doğru uzanmış görünüyor, onu daha çekici gösteriyordu.

Bir dereye atılan taşların çıkarttığı dalgalar misali düşüncelerim uzaklara doğru uzandı. Dereye taş değil, kalbimi atmışım gibi göğüs kafesimin tam ortasında boşluk hissetmiştim; sonra o boşluk büyük bir darbeyle dolmaya başladı ve durgun dere, kalbimin heyecanıyla hareketlenmeye başladı.

O derenin içinde boğuluyordum. Kalbim de zihnimle beraber suyun altında mücadele ediyordu.

Onunla konuşmak istiyor, aynı zamanda tüm kelimeleri unutmuş gibi hissediyordum. Aklıma takılan her ne soru varsa, onun öfkeli suratına baktığımda alabora oluyordu. Sanki patlamasına saniyeler kalmış bir bomba gibi görünüyordu; o bombanın da benim üstümde patlamasını istemiyordum.

Bize doğru dürüst bile bakmadan kapıyı aralayıp içeri girdi ve kapı arkasından gürültüyle kapandı. Omuzlarım irkilmeyle yukarı kalkıp indiğinde yüreğimde tuhaf bir sıcaklık hissettim. Kaynar bir su kalbimin damarlarına karışmış ve yüreğimi karıncalandırıyor gibiydi. Mehir’in anlam veremeyen ela gözlerine baktığımda kaşlarım hala çatıktı.

‘’Girip bir bakmalısın,’’ dedi Mehir, bana doğru. Tepkisiz dursa da sesinden ortamdaki boğucu atmosferden rahatsız olduğu belli oluyordu. İblis Mehir’e bakarken gülercesine bir nefes bıraktı, ‘’Neden sen olmak zorundasın?’’ dedi sonra, aniden ciddileşip kaşlarını yukarı kaldırıp bana ters ters bakarak. ‘’Sana mı patlasın?’’

‘’Bilmiyorum Mehir,’’ dediğimde başını yana doğru eğdi, saçlarının uzunluğu bacaklarına doğru indi. Bana tuhaf tuhaf bakmaya başladığında alt dudağımı yaladım. ‘’Şu an doğru zaman değil gibi,’’ dedim kısık bir sesle. Kızın dudağının kenarı yukarı kalktı, ardından dümdüz bir şekilde durdu. ‘’Tam da sırası. Şimdi gidip onu sakinleştirmezsen yakında büyük bir sorun çıkacak.’’

İblis dilini ağzının içinde dolandırırken gözlerini kısıp Mehir’e bakmaya başladı. Kafesin içinde yaşayan ama artık dışarı çıkmak isteyen bir kuş gibi kanat çırpan kalbim, Mehir’in söyledikleriyle daha da hızlandı. Kaşlarım ise hala çatıktı. ‘’Onu gerçekten sakinleştireceğime inanıyor musun? Neden?’’

Mehir derin bir nefes aldı ve omuzlarından düşmekte olan pikeyi iki elinin parmaklarıyla tuttu ve yukarı kaldırdı. Suratında garip bir ifade vardı, ‘’Ne, neden?’’ dedi başını iki yana oynatarak. ‘’Sen sakinleştirmeyeceksin de kim sakinleştirecek? Ben mi?’’ dedi alayla. Ah Mehir, sen kesinlikle olamazsın.

Ardından tek kaşını kaldırıp indirirken beni baştan aşağı süzdü. ‘’Ayrıca, seni her gördüğünde sakinleşiyor.’’

Duyduklarıma inanamayarak kirpiklerimi kırpıştırdım, ardından baş parmağımı kıvırıp göğsüme doğru tuttum ve ‘’Ben mi? Beni gördüğünde mi?’’ dedim şaşkınlıktan boğuk yükselen sesimle. İblis ellerini iki yana açarak sesini tizleştirdi, ‘’Nasıl senaryo bu? Kim yazmış?’’ dedi ve sanki ses tonu boğazını kurutmuş gibi şarabından yudumlayıp kaşlarını çattı. ‘’Hiç beğenmedim.’’

Mehir sadece başını sallarken, ‘’Hadi,’’ dedi gözlerini aralayarak beni kapıya doğru teşvik ederken. Ne diyeceğimi bilemez halde, midem tarumar vaziyette bir İblis’in çatık kaşlı suratına; bir Mehir’in beklentiyle bakan ela gözleri arasında gidip gelirken pes edip ayağa kalktım. Gözlerim sağa sola oynarken, ‘’İyi bari.’’ dedim mırıldanarak. Yüzümde garip bir ifadeyle, ‘’Umarım terslenmem.’’ dedim ekleyerek; kapıya doğru ilerlerken.

İblis, ‘’Ah kızım,’’ dedi, ‘’Terslenme payın oldukça yüksek.’’

Kapıya doğru ilerleyip derin bir nefes aldım ve kapının üstünde duran anahtarını çevirip içeri girdim. İblis parmaklarını gözlerine siper etmiş, göreceklerine önceden kendini hazırlamaya başlamıştı. Salonda tekli koltuğun arkasında duran büyük camekanın önüne geçerek arka ormanı seyreden Asir’e çekingen bir bakış attım.

Ellerini ceplerine koymuş vaziyette sırtını bize doğru dönmüştü. Kapıyı yavaşça kapatıp ona doğru ilerlerken boğazımın gerginlikten kurumaya başladığını hissediyordum. Yutkundum, salonun ortasındaki camdan sehpaya yaklaşıp durdum ve konuşmaya başlamadan önce tekrar yutkundum. ‘’İyi misin?’’

İblis hala parmaklarıyla gözlerini örterken, dudaklarını araladı ve oradan sesli bir nefes bıraktı. Bir şey söylemedi. ‘’Asir…’’ dediğimde sesim mırıltı halinde çıksa da beni duyduğunu biliyordum. Birden başını öne doğru eğdi, ensesindeki saçlarıyla bakışırken omuzlarının düşmesine şahit oldum. Bir de kesik kesik, kısık bir sesle güldüğünü işittim.

Sinirleri gerçekten bozulmuş olmalıydı ve ne olduğunu bilmiyordum. Alberto’nun yanına gittiyse plan yüzünden mi böyleydi? Bir sorun mu çıkmıştı? Kaşlarım çatık bir şekilde sırtına ve ensesindeki saçları arasında gidip gelirken birden gülüşünü derinleştirdi ve omuzları sarsıla sarsıla, kafası öne eğik vaziyette gülmeye devam etti.

Korkuyordum çünkü şu an olur olmadık bir davranış sergiliyordu. İblis parmaklarını gözlerinden usulca çekti ve kömür karası harelerini anlamsız şekilde üstüne dikti. Ona tuhaf tuhaf bakarken, ‘’Ne oluyor?’’ dedim tekrar, ince bir sesle.

Kalın sesi öfkesinden dolayı daha da boğuk bir hal almıştı. ‘’Ulan Tilki,’’ dedi kafasını yukarı kaldırıp; hala bana bakmıyordu. Bir şey söyleyecek sandım ama onun yerine tekrar güldü, öfkeli gülüşünün bu kadar rahatsız edici olduğunu bilmiyordum. ‘’Kafasını koparmam lazımdı…’’ dedi mırıldanarak, başını hafifçe indirip sabit tutarken. Kendi kendine mırıldanıp durması ortamdaki serin havayı daha da boğucu kılarken gergince yutkundum.

Dün gece bir şeyler yaşanılmasaydı ve o şekilde benimle konuşmasaydı, şu an korkusuzca hareket ediyor olacak ve hatta Mehir hakkında bu şekilde konuşmasına bile karşı çıkacaktım ama şu an, gerçekten işler farklıydı. Bir konu, konu olmaktan çıkıp bir olay haline geliyor ve büyüdükçe büyüyordu. Ayaklarımıza doğru uzanıyor, bileklerimizi kapmaya çalışıyordu ve bir sorun olmaya başlıyordu.

Cesaretim ayaklarım altına alınmadan önce yüreğimde kalan son kırıntıları kullanmaya çalıştım. Birkaç adım ona doğru attığımda sırtındaki kasların gerildiğini ve başını, boynunu kıtlatır gibi iki yana oynattığını gördüm. Aniden kalın sesiyle, ‘’Yaklaşma.’’ dedi keskince. ‘’Sana neler olduğunu anlatacak değilim. Öfkeliyim ve halim buyken yanıma yaklaşma.’’

İblis duyduklarından memnun olmuş halde elini kaldırıp parmaklarını bir şey savurur gibi oynatıp iki yana salladı. ‘’Hadi Toprak, canım Toprak…’’ dedi bana mırıldanarak, hala elini havada sallarken ‘’Canavar uyanmadan… Yandan yandan.’’ diye devam etti.

Onu böyle bırakmak içimden gelmiyordu. Kaşlarım kıpırdanırken rahatsızlığımı belli ederek yerimde kıpırdandım. ‘’Bana bir şey anlatmak zorunda değilsin tabi…’’ dediğimde sessiz kaldı. Geniş sırtına bakarken beyaz gömleğinin ona nasıl yakıştığını düşünmeye başlayacaktım ki düşüncelerimin seyri yeniden değişti. ‘’İzin ver, arkadaşın olarak yanında kalayım bari. Sessizce.’’

Kafasını yana doğru eğerken gülercesine nefes bıraktığını duydum. ‘’Arkadaş mı?’’ dedi tekrar gülerken. Ardından elleri cebinde duruyor halde, bedenini yana doğru çevirip bana doğru soğuk bir bakış attı. Boynundaki Vaxor kıvrılıp gömleğinin altına doğru inmeye başladığında tepki vermedim. Yandan bana aniden bu şekilde bakması kanımı dondururken kaşlarını alayla çattı, ‘’Biz arkadaş mıydık? Ayrıca sen ne zamandan beri sessiz kalabiliyorsun?’’

Dudaklarını oynatarak, ‘’Vaov,’’ dedi İblis, kelimenin harflerini tek tek ağzının içinde çıkartarak. İblis şaşırmamıştı ama ben oldukça şaşkındım. Boğazımın düğümlendiğini, orada bir yumru oluştuğunda ve canımı yaktığında fark ettim. Kanlı ay gibi parlayan gözlerine bakadururken ne söyleyeceğimi bilemedim ve ağzımı birkaç kez aralayıp kapattım.

O ise yüz ifademi baştan aşağı tarayarak gözlerini kısmaktan başka bir şey yapmadı. Ağzımı araladığımda beni susturarak devam etti, elleri cebinde durmuş halde bana doğru ilerlerken sakin görünse de kızıl gözlerinde kan dökmeye hazır bir cellat vardı. ‘’Sen mi beni sakinleştireceksin?’’ dedi soğuk bir şekilde, kaşlarını yukarı kaldırarak. ‘’O siktiğim Kami’ye mi güvendin gerçekten? Ne görmüş bende?’’ dedi sonlara doğru alayla ama hala soğukluğunu koruyarak.

Yutkundum, ‘’Düzgün konuş,’’ dedim ifadesiz tutmaya çalıştığım suratımla. Kalbimin köşesini yakalayan bir kurtçuk meydana geldi ama sadece orada durdu. Isırmadı. Kaşlarının ucu yukarı kalktı ve başı hafifçe, çok hafif, aşağı yukarı sallandı. ‘’Siz, sınırınızı bilseniz ben düzgün konuşurum.’’ dedi bastıra bastıra.

Elini cebinden çıkarttı ve işaret parmağını kapıya doğru kaldırırken gözlerimin içine baktı. ‘’Bana savunduğun o kadın, bir Kami. Türünün en tehlikelisi. O, tam bir kaos hayvanı.’’ dedi yarım ağız, samimiyetsizce sırıtırken. Beyaz dişleri önümde parlıyordu, bakışlarımı yukarı kaldırıp kızıl harelerine tutundum. Bu yaptığım büyük bir hataydı.

‘’Şimdi, seni buraya gönderir göndermez kapının arkasından pişkince sırıttığını biliyor musun?’’

Kirpiklerim titredi ve başımı hafifçe oynatarak gözümün ucuyla yan tarafa baktım ama sadece işaret parmağının havada asılı kalışını görebildim. Kemikli elinin parmakları içe doğru katlanmış, sadece işaret parmağı havadaydı ve onu, bir-iki kez, sanki bir konuya baskı yapıyor gibi ileri geri hareket ettirdi. ‘’Bir daha ona güvenip hareket etme.’’

Kurtçuk hareket etti ve kalbimin köşesini kemirmeye başladı. O, göğüs kafesimin içinde kalbimi yemeye başlarken soğuk tavrına mı şaşırsam söylediklerine mi üzülsem bilemez halde öylece kalakaldım. Yanda duran elini hareket ettirip parmaklarıyla çenemi kavradı ve başımı kendisine doğru çevirdi.

Gözlerimi yukarı, onunkilere kaldırdım. Söyledikleri yetmiyormuş gibi gözlerimin içine baka baka, üstüme eğilerek devam etti. Fısıldayarak, ‘’Benim bu yüzden arkadaşım yok.’’ dedi kapkalın bir buzu andıran ses tonuyla. Ardından alayla devam etti, ‘’Neymiş?’’

Yutkundum ve bir süre gözlerinin derinlerine bakmaya devam ettim. Kızıl gözlerde gördüğüm tek şey kendi yansımamdı ve surat ifademi düz tutmaya çalışma savaşı verdiğimi görebiliyordum. O görmüyor muydu? Niye bunları bu şekilde söylemek zorundaydı ki? Neden kalbimi kırmaya çalışıyordu?

Başparmağı çeneme baskı kurarken, ‘’Neymiş?’’ dedi üsteleyerek, yüzünde absürt duran sakin ifadeyle.

Sıcak nefesini tam suratımın ortasında hissederken gözlerine tepkisiz tutmaya çalıştığım ifademle bakmayı sürdürdüm. Çenemi yana doğru keskince hareket ettirdim, eli aşağı doğru düşüp tekrar cebine girerken sırtını dikleştirdi. Bana tepeden bakmaya başlarken, kaşlarımın altından ona bakmayı sürdürdüm.

‘’Senin arkadaşın yokmuş.’’ dedim ifadesizce, sesimi titretmemeye çalışarak. Başını hem alayla, hem gizli saklı asabiyetini gösteren bir tavırla sallayıp sırtını bana doğru döndü ve cama doğru ilerleyip durdu; ardından tek bir kelime dahi söylemeden camdan dışarı seyretti.

Derin bir nefes verdiğini işittim, bir şey daha söyleyecek sandım ama yapmadı. İblis bir halime, bir onun suratına tuhaf tuhaf bakarken aniden parladı. ‘’Böyle davranırsan tabii olmaz! Salak herif!’’ Boğazım kasılıp yanıyor, sanki bir balon misali şişiyordu. Kurtçuk kalbimi delik deşik ederken bir süre yerimde sabit kaldım.

İnsanlar kelimeleri kullandığında bazen gittiği yönü hesaba katamaz, olayın nereye uzanacağını bilemezdi; Tanrı tarafından hediye edilen bir silahı özensiz ve dikkatsizce kullanır daha sonra pişman olurlardı.

Kelimeler. Sıradan bir şeymiş gibi ne kadar özensiz görünseler de insanın kalbini deşen yegane bıçaktı onlar. Benim şaşkınlığımın farklı bir boyutu daha vardı. Ben, Asir’e bu kadar kırılacağımı bilmiyordum. Neden bu kadar kırıldığımı da bilmiyordum.

Sırtına bakarken daha fazla hiçbir şey söyleyemedim, çünkü dilime uzanan kelimeler değil, hayal kırıklıkları olacaktı.

Soğuk tutmaya çalıştığım sesimle, ki başardım da, ‘’Pekala,’’ dedim sadece, ifadesiz duran yüzümle. Bedenini yarım yamalak bana doğru çevirdi ve çatık kaşlarla beni seyretti. Devam edeceğimi sanıyordu ama konuşmayacaktım. Kanlı gözleriyle suratımı tararken keskin çenesi kasıldı ve şakağında bir çukur meydana geldi. Bakıra çalan gözlerinde hiçbir duygu göremedim, ne pişmanlık ne de söylediklerinden rahatsız olma duygusu.

Karşımda duran koca bir boşluktu.

Gurursuzluğun lüzumu yoktu. Beni istemeyen birinin karşısında bir saniye duracak değildim. ‘’Seni yalnız bırakayım.’’ Sırtımı aniden ona dönerek merdivenlere doğru ilerlediğimde arkamdan bir şey söylemesini, hatta özür dilemesini bekleyen bir yanıma içimden küfürler ediyordum. Öyle bir şey olmayacaktı ve umut etmek, benim için ölümdü.

Acı veren bir ölüm.

Merdivenleri hızlıca çıkmaya başladığımda yanaklarıma binen sıcaklıkla odama aniden daldım. Suratım cayır cayır yanıyordu; bu öfkeden de pişmanlıktan da olabilirdi. Nasıl odaya girdiğimi bile bilmiyordum, düşünemiyordum. Kendimi az önce rezil etmiş gibi hissediyor ve bu durumdan rahatsız oluyordum.

Az önceki söylediği şeyler zihnimde tekrar tekrar canlanıyordu; kelimeler bir ok olup kalbime doğru hücum ediyordu. Aniden göz yuvamda bir baskı hissettim. İğne gözümün arkasında kendini belli etti ve durmaksızın ucunu gözlerime batırmaya başladı. Burnumun dibinde bir sızı, boğazımda yumru meydana geldi.

Bir süre etrafımı boş gözlerle seyrettim, bakıyor ama algılayamıyordum.

İblis başını hafifçe sola ve aşağı doğru eğip halime şaşkınlıkla baktı ama bir şey söylemedi. Açık kalan kapıyı arkamdan kapatıp sessizce yatağa doğru yürüdüm. Gözlerim doldu, gözyaşları görüş alanımı bulanıklaştırıyordu. Yatağa yavaşça otururken düştüğüm hale neredeyse ağlayacaktım ve bir yandan da içimde kalbim sayesinde büyüyen kurtçuk, zihnime dadanmaya çalışıyordu.

Ona izin veremezdim çünkü verirsem, bu gece uyuyamazdım.

Bir süre dolmuş gözlerle ahşap zemini seyrettim. Yanağıma devrilen sıcak bir hisle kirpiklerimi tıpkı İblis gibi şaşkınlıkla kırpıştırdım ve elimin tersiyle yanağıma bastırdım. Tenime ıslaklık yapıştı ve elimin üstüne yapışan damlayı sanki ilk defa ağlayan ya da ağlamanın ne olduğunu bilmeyen biri gibi baktım. Ben şimdi neden ağlıyordum ya?

‘’Lan…’’ dedi, şaşkınlıkla. ‘’O ne?’’

Parmaklarımın uçlarıyla gözlerime bastırdığımda gözyaşları durmaksızın yanaklarıma devrilmeye başladı. Hıçkırmıyordum, ben doğdum doğalı sessiz ağlardım. Dramatik ağlayışım olayı daha da büyütüyor ve zihnimde çukurlar açmaya başlıyordu. Nefesim boğazımda takılı kaldı ve sertçe yutkundum. Boğazım daha da ağrıyıp kavruldu.

Ruhum bedenimin içinde can çekişiyordu. Belki de olaylar fazla üst üste geldiği için bu kadar ağlıyordum. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, nerede ve nasıl tepki vereceğimi çoğunlukla bilemiyordum; duygularımın bastırılışı bu şekilde ortaya çıkıyor olabilirdi. Asir ve onun söyledikleri sadece yarama tuz basmıştı.

‘’O kadar öfkelendim ki…’’ dedi İblis birden, kaşlarını anlam veremez halde çatıp serbest bırakırken. Etrafa soğuk ve anlamsız gözlerle baktıktan sonra hem bana, hem sanki Asir’i görebilecekmiş gibi kapı tarafına baktı. ‘’Ama bu, pasif bir öfke. Bu an; böyle ne düşüneceğimi bilemediğim, nasıl davranacağımdan emin olamadığım sayılı anlardan olabilir.’’

Yalvarırcasına, ‘’Sadece sus…’’ dedim mırıldanarak, içimden.

Bana acıyan gözlerle, kısa bir şekilde baktı ve tekrar kapıya doğru ölümcül bir bakış atarken kafasını salladı. ‘’Tamam ağla. Pes ediyorum! Ağla.’’

Burnumdan akan sıvıyı içime doğru çektim ve oturduğum yerde zemine bakarak sessizce ağlamaya devam ettim. Ağladıkça daha kötü hissediyordum ama bir yandan da rahatlamış gibiydim. İçimdeki ateş, tüm düşünceleri ve karman çorman duygularımı alıp içine hapsediyordu sanki. Ağlamayı durdurduğumda o ateşle beraber hepsi sönüp gidecek gibiydi.

Ellerimi yatağımın iki yanına bastırıp öylece zemine bakmayı sürdürdüm ve gözlerimi her kırpışımda yanaklarıma devrilen gözyaşlarımla mücadele ettim. Yanağım gözyaşlarım etkisiyle geriliyordu, yine de arkası kesilmeyen ıslaklık devam ettiğinden gerilme ortadan kısa süreliğine kayboluyordu.

‘’Ama ben dayanamıyorum ya…’’ dedi suratındaki üzgün ifadeyle, bana diğer yandan acıyan gözlerle bakarken. ‘’Seni sadece ben üzebilirim. Anlıyor musun? Yerim bu şekilde dolmamalı.’’

Salak saçma egosuna içimden göz devirdim. Surat ifademi gördü ama aldırmadan devam etti. ‘’O bir insan müsveddesi.’’ Sakin sakin, tuhaf bir küfür ederken içime kaçan soluk yarıda kesildi. Neredeyse saçma küfrüne gülecektim. Halimden habersiz konuşmaya devam ediyor, hem de kapıya bakıyordu. ‘’Bu arada tüm sorumluluğu alması için Mehir’i buraya davet ediyorum.’’

Ben sustukça o konuşmaya devam ediyor, beynimi daha da balçık kıvamına sokuyordu. Tüm bunları yaparken de halimden bihaberdi. ‘’Kızımı ağlattığına inanamıyorum.’’ dedi başını iki yana memnuniyetsizce sallarken, bir yandan da suratı hayal kırıklığı taşıyordu. Neden böyle hissediyordu?

Sakin sakin dururken ve yüzünde garip bir ifade taşırken yine sakin şekilde küfür etti. ‘’Döl israfları.’’

Bu sefer dayanamayarak güldüğümde sesim içimden dışarı bile taştı. Kafamı geriye yatırıp koca bir kahkaha patlatmıştım. Sinirim bozulmuştu. Gülmeye devam ederken elimle ağzımı kapattım ve beni duymamaları için içimden dua etmeye başladım ama çok geçti. İlk kahkahamın duyulduğunu biliyordum.

Sessiz olmaya devam ederken, hem burnumu çekip hem gülmemi durmaya çalıştım. Diğer yandan da elimin tersiyle yanağımdaki ıslaklığı kuruluyordum. ‘’Salak…’’ dedim mırıldanıp içimden. İblis gülmeme şaşırsa da oralı olmadan devam etti ve ona söylediğimi düşünmedi bile. ‘’Biliyorum. Tam bir salak.’’

Suratına kısa bir süre ifadesizlikle bakıp tekrar güldüm. Gözlerinin içine baka baka gülmeye devam ettiğimde jetonu düştü ve kirpiklerini kırpıştırıp ağzını birkaç kez aralayıp kapattı. Suratının aldığı şekle tekrar güldüm. Sinirlerim gerçekten bozuktu.

Sessiz bir kabullenişle başını sallarken, ‘’Ağlamandan iyidir.’’ dedi kendi kendine. ‘’Sana bu anlarda bunun için izin verebilirim.’’ Aniden İblis başını kapıya doğru çevirdi ve dikkatlice duraksadı. Ardından ben de merdivenlerden yükselen gıcırtıları duydum. Kalbim saçma sapan şekilde yerinde titredi ve oturduğum yerde bacaklarım içten içe titrerken bekledim.

Kapının açılmasını. Benden özür dilemesini.

Yine de kapım açılmadı ve bana bir özür gelmedi.

Onun yerine dışarıdan bir kapının kapanma sesini duydum. Sakin bir kapanıştı. Hayal kırıklıkları cam gibi kalbime battı ve ben bir uçurumun kenarında aşağı doğru kalbimin cansız bedenini seyrettim. Bir kayanın altında son nefeslerini verircesine soluklanıyordu.

Ağlamam durmuştu ama sandığım gibi düşüncelerim o ateşle beraber sönse de duygularım hala cayır cayır yanıyordu. Yutkundum ve kuruyan dudaklarımı rastgele dilimle ıslattım. İblis bana acıyan gözlerle baktıktan hemen kısa bir süre toparlandı. Sanki öyle bakmamış gibi ve onu tanımıyor olsaydım, o ifadenin bir sanrıdan ibaret olduğunu düşünürdüm.

Fakat o ifadesi gerçekti ve canımı acıtır şekilde samimiyet kokuyordu.

‘’Neyse ne,’’ dedi umursamaz halde. Kalbimde yeşeren başka bir duygu belirdi. O duygu o kadar yıkıcıydı ki gücünü, hayal kırıklığından ve derin bir üzüntüden alıyordu. Yakıcı hissi damarlarıma karışıyordu. Öfke.

Bazı anlar zihne düştüğünde insanı olduğu yerde kilitlerdi; düşüncelerim uzaklara doğru uzanıp kaybolsa da o sessizliğin içinde en büyük gürültüyü yaşıyordum. Anılar parça parça gözlerimin önüne geliyor ve o sahneleri tekrar yaşıyormuşum gibi hissettiriyordu.

Anneannem bana bir kere, bu hayatta insana verilen en büyük gücün kelimeler olduğunu söylemişti.

O gün anlam verememiştim ve bunu anladığında, Ertha’yı dizlerime koymuş ve boş sayfaların aslında dolu olduğunu söylemişti. Saklı bir gerçeği bana başka bir yolla anlatmıştı ama Ertha’nın da bana anlattığı başka bir şey vardı. O, sadece konuşmak için zamanını beklemişti.

Şu an anlıyordum ki, aslında insana verilen en büyük güç kelimeler değildi; en büyük güç, elinde olan gücü istediğin zaman çıkartabilmek ve onu doğru şekilde kullanabilmekti. O gücü istediğin şekilde saklayabilmek ve kimse senden bir şey beklemediğinde aniden onu göstermekti.

Ben de şu an Ertha gibiydim. O benden trilyonlarca kilometre ötede olabilirdi, başka bir evrende veya başka bir gezegende olabilirdi ama şu an onun sayfaları, kanıma hatta ruhuma işlemiş gibi hissediyordum. Ben Ertha’ydım.

Suskunluğumu kullanıyor, zamanı geldiğinde içimdeki saklı gücü açığa çıkartmayı bekliyordum.

Asir’in içindeki canavarla konuştuğumda ve bana belki Asir’in bile bilmediği bir sırrını söylediğinde aklım durmuştu. Zamanın kanatları altında ezildiğimi ve o sancılı gücün altında nefessiz kalırken İblis’in de dehşetini aynı anda solumak zorunda kalmıştım. İkimiz de dehşete düşmüştük.

Ardından hiçbir şey olmamış gibi yanıma uzanmış ve nasıl olduğunu bilmediğim bir yorgunluğun üstüme örtüldüğünü anladığımdaki sonraki sabahta, yanımdan çoktan sessizce gitmişti. Yanımda sessiz ama her an büyümeye devam eden o boşlukla gözlerimi aralamıştım.

Bana bir açıklama borçluydu. Onun içindeki canavarla konuştuğundan emindim; bu demek oluyordu ki o da İblis’i hissedebiliyordu. Benimle kedinin fareyle oynaması gibi oynamış, bunu gözlerimin içine baka baka yapmıştı. Bir canavardan beklenilecek bir hareketti ya da tıpkı Krasa’yı tatlı dille uyardıktan sonra onu neredeyse öldürecek olan zehri damarlarına akıtan birine yakışır bir hareketti.

Yine de, içten içe ruhumun bir yerlerde parçalara ayrıldığını hissediyordum. Bu beni korkutan başka bir detaydı. Ona bağlanmamalı, onunla aramıza yeteri kadar mesafe koymalıydım. Bu konuda tecrübesiz değildim ama ilk defa, bir adama karşı bu kadar güçlü bir his beslemeye başladığımı düşünmek beni tecrübesiz bırakıyordu.

Ben bir adam için ağlayacak biri değildim. Bırak bir adam için ağlamayı başka birine gücenmeyi bırakalı bile yıllar oluyordu.
Çünkü beni bir İblis büyütmüştü.

Asir’den özür duymak, İblis’in iyimser düşünmesi kadar olasılığı düşük bir şey olabilirdi. Fakat ne olursa olsun Asir’le dün geceyi konuşmak zorundaydım. İblis aslında dün geceden beri tuhaf davranıyordu. Asir’le az önceki kavgada ona yakışmayacak şekilde nadir konuşmuştu. Her olaya atlayıp beni her şeyden korumaya çalışan birine göre garip bir davranıştı.

Asir’in etrafta olduğundan şüphe duyduğu her an, konuşmaktan çekineceğini düşünüp korktum. Onun için korkmak öte yana, onun için endişeleniyordum. Onun için bir şeyler yapmak istiyordum.

Ne olursa olsun, Asir benden özür dilemese bile onunla konuşmak zorundaydım. Ayrıca bu böyle devam edemezdi; kendinden bağımsız biri vardı içinde ve ne olduğundan emin bile değildim. Asir kendisinin yarı Cadı yarı Kurt olduğundan bahsetmişti ama karşımda ne tür bir varlık olduğunu bilmiyordum. Kurt… Bildiğim kurtlardan mıydı? Sanmıyordum.

Belli belirsiz gecelerde aklına her estiğinde yanıma gelip yatamaz ve benden onu sakinleştirmemi bekleyemezdi. Belki Asir bana karşıydı ama içindeki canavar, ona iyi geldiğimi söylemişti. Bir şekilde. İma ile. Neden böyle söylediğini bilmiyor ve öğrenmek istiyordum. Hem İblis hem de ben tehlikede olabilirdik.

O canavarın pençesi altında.

Bir yandan ruhum sıkılırken diğer yandan sessizlik İblis’le aramızda çığ gibi büyüyordu.

‘’Ne düşünüyorsun?’’ dedim birden, düşünceli halde.

Bakışları odanın belirsiz bir köşesinden bana doğru kaydı. ‘’Hangi konuda?’’

Yutkundum ve gözlerinin içine baktım. ‘’Dün gece.’’

Aniden daha fazla ciddileşti. ‘’Beni hissettiğini söyledi,’’ dedi kalın ve derin sesiyle, kaşlarını yukarı kaldırıp indirdikten sonra kadehinin içine umursamaz bir bakış attı. ‘’Beni duyduğunu söylemedi. Bazı konular üstünde düşündüğüm doğru,’’ dedi imayla ama bu iması kendineydi; düşünceli bir tavrı vardı.

‘’Ama şu an düşüncelerim o kadar fazla ki, aynı zamanda ne düşündüğümü bile bilmiyorum.’’ dedi ve kafasının karıştığını ifade eden kelimelerini bir süre düşündü; ben de onunla beraber düşünürken suratıma nasıl bir ifade takındım bilmiyordum ama bana kısa bir an baktığında; suratındaki o afallamayı toparlayıp boğazını kabaca temizledi.

‘’Endişelenilecek bir durum ama korkulacak kadar etkisi yok.’’ Kadehinden yudumladıktan hemen sonra, ‘’Şimdilik.’’ dedi ilaveten. Kafamı sallayıp kurumuş yanaklarımdaki gözyaşlarını tekrar elimle kuruladım ve gerilmiş derimi rahatlattım. Üstüme devrilen acı yüreğimi sıkıyordu. Durduk yere bana bağırıp çağırmasına anlam veremiyordum.

Mehir’in söyledikleri doğru değilse neden bu kadar ciddiye almıştı?

Ağır üzüntü ruhumu yorarken bakışlarım yatağa doğru kaydı. Ayaklarımı kaldırıp sırtımı yatağa verdim ve bacaklarımı uzattım. Yumuşak yatak beni içine gömerken yanan ve kızarmış gözlerim kendisini usulca kapattı. Bir süre karanlıkla bakışarak İblis’in kömür karası hareleriyle ilgilendim.

Sonra nefeslerim düzene girdi ve aklım dağıldı. Elimi kaldırıp alnıma ters şekilde koyarken gözlerim iyice karanlığa alıştı. Bu sefer ona çekildim.

Gözlerimi usulca aralayıp çevreye boş boş baktım. Karman çorman rüyalar görmediğim tek an bu an olabilirdi. Gözlerim rahatlamış, zihnim berraklaşmış halde tavanı boş boş seyrederken hiçbir şey düşünmüyordum. Ağzımdaki kuru, ekşimsi tat yutkunduğumda kendini belli etti. Yüzüm istemsizce buruştu ve İblis’in hala içtiğini gördüm.

Bana baktı, ne kadar içse de sarhoş olmayan berrak zihniyle, ‘’Günaydın,’’ dedi imayla. ‘’Sıkıldım.’’

Dirseğimle yatağa baskı yaparak sırtımı dikleştirdim ve bacaklarımı yataktan aşağı sarkıtıp bir süre yatakta oturdum. Hiçbir şey düşünememek çok güzeldi; sanki o kavga hiç yaşanmamış ama hala izi kalbimin üstündeymiş gibi tuhaf bir his vardı. Derin ve üzüntünün sularında boğulan hislerim artık gün yüzüne çıkmış gibi güneşi selamlıyorlardı.

Kaşlarım çatık halde bir süre zemini seyrettim. Ardından halimden sıkılıp kapıya doğru yürüdüm. Kapıdan dışarı çıktığımda düşmanca bakışlarım aniden Asir’in odasına doğru yöneldi ama o tarafa gitmek yerine merdivenlere yürüyüp aşağı inmeye başladım.

İçimdeki üzüntü kaybolmuştu ama hırs hala benimleydi. Şimdi onun odasına gidip hesap sormayı o kadar çok istiyordum ki, yine de zihnimi toparlamışken yeni bir kavga istemeyen tarafım bunu engelliyordu. Merdivenleri inmeyi bırakıp salona baktığımda Mehir’in tekli koltukta oturduğunu gördüm. Endişeli bakışları üstümdeyken onu umursamadan kapıdan dışarı çıktım.

Rüzgar ve onun süpürdüğü temiz hava, ruhuma iyi gelmişti. Verandada öylece bekleyip kokuyu içime çektikten sonra kapı arkamdan tekrar aralandı. Mehir’in geldiğini biliyordum, İblis’e manidar bir bakış attıktan sonra verandanın basamaklarını inmeye başladım.

Çimen ayaklarımın altında ezilirken ses çıkarttı. Mehir de arkamdan geliyordu. Arkama aniden dönmemle duraksayıp irkildi. Üstüne aldığı pikeden kurtulmuş, üstüne verdiğim kazakla duruyordu.

‘’Gerçekten doğru mu? Söyledikleri?’’ dedim, suratımın hali o kadar hızlı değişmişti ki hem hırsım hem Asir’in söyledikleri doğruysa alacağı mide bulantısı ifade bir maskeye dönüşerek etime yapıştı. Mehir dudaklarını aralayıp bir süre sakinleşmemi bekledi ama derin sessizliği sürdükçe şaşkınlık büyük bir hayal kırıklığına dönüşerek üstüme çullandı.

‘’Hayır, bir beni dinle.’’ dedi ince ve yumuşak sesiyle. ‘’Öyle bir şey düşünmedim bile!’’

Ortaya geçip, Mehir’e düşmanca bakmaya başladığımda gergin şekilde yutkundu ve eğer yüzündeki maskeyse oyunculuğu muazzamdı. Gayet Oscar ödülü alabilirdi. Kollarımı göğsümde kavuşturdum. Hayal kırıklığı yüreğimde bir boşluk gibi büyüyordu. Ona bunu bana yapması için cesaret mi vermiştim? Hayır, ona bunu bana yapması için ne yapmıştım ki?

‘’Sen benden yardım isterken bana güveniyordun,’’ dedi Mehir, kaşlarını çatarak. ‘’O bir Tilki değil. Gerçekte ne hissettiğimi ve ne düşündüğümü bilemez.’’

İblis şeytanlara yakışır şekilde alayla gülümsedi. ‘’Şeytan’ın nasıl davranacağını bilmek için Şeytan olmak gerekmez.’’

Kime güveneceğimi bilmiyordum. Aklım karman çormandı ve Asir’in söyledikleri bir yanımda dönüp dolanırken Mehir’le aralarındaki ırk anlaşmazlığını da düşünürken buluyordum kendimi. Öyle kafam ve duygularım karışıktı ki, bir süre yataktan çıkma isteğimi sıfırlıyor ve beni tüm dünyadan soyutlamak istiyordu.

‘’Sana güvenmiyorum,’’ dedim kesin bir dille. Mehir’in ela gözlerinden hayal kırıklığı okur gibi oldum ama bu da bir oyun olabilirdi. Ben oldum olası kimseye güvenen biri olmamıştım ama insan, hiçbir şey bilmediği bir gezegende güvenebileceği birilerini bulmak istiyordu.

Güven benim için kumdan kale gibiydi; sadece görünür de vardı ve bir su birikintisi üstüne değse hemen ıslanır kaybolurdu. Güvenimi kaybetmek bu kadar basitti.

Mehir yutkundu ve sesini çıkarmadı, ben de kesin bir şekilde konuşmaya devam ettim. Gözlerimi, onunkilerden bir an olsun çekmiyor ve surat ifadesinden bir şeyler çıkarmaya çalışıyordum. ‘’Fakat yardım alabileceğim başka biri de yok. Akdes uzağımda, tabii ki ona gidebilirim ama bana ne kadar yardımcı olur bilemiyorum…’’ dediğimde tekrar yutkundu.

‘’O yüzden Mehir, lütfen beni kandırma. Sana yardım ettim, sen de bana yardım et. Arkadaş olmasak bile bu tür oyunlara da gerek yok; ben sana, bunu bana yapman için hiçbir şey yapmadım.’’ dedim zavallı oluşum bir kez daha zihnime etiket gibi yapışırken. Birilerine yalvarmayı bırak, bu sözleri dile getirecek son insan bile değildim. Naenia öyle bir yerdi ki, asla yapmadıklarımı ve yapmayacaklarımı bana yaptırıyor; düşünmeyeceğim ne varsa düşündürüyordu.

Kafasını salladı ve konuştuğunda tüm sıcak samimiyetini hissettim. ‘’Seni ilk gün dışında hiçbir zaman kandırmadım, Evin. Gerçekten.’’ dedi narin bir sesle, ellerini karnının önünde açarak avuç kısımlarını bana gösterdi. ‘’Sen bana yardım eden tek kişisin, beni Asir’e karşı kollayan tek kişisin. Sana bunu yapmam.’’

İnce ve alınmış gibi duran kavisli kaşlarını çattı, ‘’Asir’in bazı şeyler işine gelmiyor sanki.’’ dedi çenesini kaldırırken. ‘’Seni ona yollarken gerçekten düşündüklerimi söyledim, onda gördüklerimi. Beni Asir’e karşı savunacaksın ve o da hiçbir şey söylemeyecek sana? Söylemese bile saldırmayacak, öyle mi?’’ dedi imalı bir şekilde devam ederek.

Konuşmalardan rahatsız olmaya başlamıştım. Asir’in bunları duyduğunu biliyordum ve buraya gelip gelmeyeceği belirsizdi. Yine onu bana veya Mehir’e karşı kızgın görmek istemiyordum. İçimde büyüyen huzursuzluğu bir bıçaktan daha keskin şekilde kestim, ‘’Tamam Mehir,’’ dedim keskin şekilde; hala ağzını aralayıp bir şeyler söyleyecekken.

‘’Bu konular hakkında konuşmak istemiyorum. Farklı yorumlamış olabilirsin ama ben de gereken cevabı kendisinden aldım.’’ Kaşlarım çatık bir halde, dümdüz bir suratla ona bakarken devam ettim. ‘’Bunları tekrar tekrar konuşmamıza gerek yok.’’

İblis başını sallayıp beni tasdikledikten sonra kadehinden yudumladı. ‘’Mehir’e şans verelim, fakat bunun tamamen çıkar ilişkisi olduğunu unutma Toprak. Sakın ona karşı olumlu hisler besleyeyim deme ve bu güzel suratına aldanma.’’ İçimden onu tasdikleyerek başımı salladım.

Herkese karşı dikkatli olmalıydım. Herkes benim potansiyel düşmanım veya dostum olabilirdi ama şu an herkes benim için bir düşmandan farksız olmalıydı. Asir bile. Ona karşı büyüyen hislerim veya bir yerde gebe kalan düşüncelerim patlak vermemeliydi; o da tıpkı onun benden istediği gibi benden uzak durmalıydı.

Bu konulara yeteri kadar açıklık getirdiğimi düşünerek, esas konuya geldim. ‘’Bana yardım edecek misin?’’ dediğimde başını hevesle sallayan Mehir’e neredeyse tebessüm edecektim.

‘’Tabii ki!’’

‘’Güzel,’’ dedim soğuk bir şekilde. ‘’Nereden başlayacağız?’’

‘’Şimdi mi?’’ dedi Mehir afallayarak. Tek omzumu silktim ve boş boş gözlerimi etrafta gezdirip üstünde topladım. ‘’Yapacak bir şey yok. Bir yerden başlamak lazım.’’

Mehir hemen toparlandı ve düşünür gibi yaparken gözlerini benden bir süre kaçırdı, çimenlerin üstüne doğru baktı. Dudaklarını hafif büzmüştü. ‘’Bence, önce kendi aurana yoğunlaşmalısın.’’ dedi ve kafasını kendisini onaylarcasına salladı. ‘’Bu ilk başta zor olabilir ve bunu sana öğretmem uzun zaman alabilir. Çünkü ben, ilk başta da söylediğim gibi, kimseye kendi gücünü kendisine öğretmedim. Öyle bir yetkinliğim yok.’’

Onu dikkatle dinliyordum, hocasının ağzından hiçbir şey kaçırmak istemeyen öğrenci gibi sadece orta kalınlıktaki dudaklarına bakıyordum. ‘’Önce…’’ dedi ve tekrar konuşmadan önce düşündü. ‘’Aura görmek için yoğunlaşmayı öğreteyim sana.’’ dedi, ‘’Aura bizim özümüz. Senin anlayacağın dilde, ışık.’’

‘’Olur.’’

‘’Hiç başkasının aurasını görmeyi denedin mi ya da gördün mü?’’ Kaşlarını yukarı kaldırarak bana beklentiyle baktı. ‘’Hayır,’’ dedim kısık bir sesle, başımı iki yana sallarken. Onun benim kadar morali bozulmadı.

İblis’se altın işlemeli tahtında otururken ellerini iki yana açmış bana bakıyordu. Siyah gölgeleri ellerini iki yana açtığında etrafa saçak gibi yayılıp tekrar toparlandı. Bir şarkı mırıldanıyormuşçasına ‘’Toprak… Toprak…’’ dedi kendi kendine.

Sabırsızca, ‘’Efendim?’’ dediğimde Mehir çoktan bizden bağımsız bir şeyler anlatıyordu ama İblis’e odaklandığımdan ne söylediğini kaçırıyordum, bu yüzden huzursuz olmaya başlamıştım. ‘’Beni görebiliyorsun ya?’’ dediğinde kirpiklerimi kırpıştırarak ona baktım. ‘’Ne?’’ dediğimde sesim o kadar incelmişti ve o kadar tiz çıkmıştı ki suratının bir kısmı buruştu.

Baygın gözleri alayla bakarken, ‘’Saçma bir soru olacak ama…’’ dedi yine ironi dolu bir sesle. ‘’Salak mısın yoksa salak taklidi mi yapıyorsun?’’ Ellerini iki yana tekrar savururcasına açarak, bunu yaparken sanki beni ona sarılmam için teşvik edercesine tüm kollarını da iki yana savurmuştu, kömür karası harelerini üstüme dikti. Keskin ve hayretle bakıyordu. ‘’Benimkini görebiliyorsun ya!’’

Aniden dudaklarımdan art arda, istemsizce kelimeler döküldü. ‘’Dur… Mehir… Dur…’’

İblis ellerini indirirken, tek elini rastgele sallayıp kadehi tutan sol elini dudaklarına götürüp yudumlar aldı.

Mehir bir şeyler anlatıyordu ve söylediklerinin hepsini kaçırmıştım. Bana tuhaf tuhaf bakarken gözlerimi İblis’ten çekip onun ela gözlerine diktim. Beklentiyle, şaşkınlıkla bakıyordu; onun sözünü kesmemi beklememişti. ‘’Sanırım birinin aurasını gördüm.’’ dedim tuhaf, kendimden emin olmayan bir sesle.

İblis’i doğdum doğalı siyah gölgeler içinde görüyordum. Aslında aurasını gördüğümü söylemesi, beni hem korkutmuş hem de aklımı karıştırmıştı. Ben İblis’i değil de onun aurasını mı görüyordum baştan beri?

Hemen toparlanıp, ‘’Harika!’’ dedi, ‘’O zaman aura görme konusunda sıkıntı yaşamayacaksın. Kiminkini görmüştün?’’

İblis’in bayık bakışları bu sefer Mehir’in üstüne dikildi, dudağının kenarı büzüştü. ‘’Anneannemin.’’ dedim hemen, Mehir yalan söylediğimi anlamasın diye. İblis kirpiklerini kırpıştırıp bana doğru dönerken bir şey söyleyecek gibi baktı ama sustu.

Kızın beyaz göz kapakları usulca kapanıp aralandığında, yalanımı hissettiğini anlamıştım ama ona öyle bir bakış attım ki üstelemeye çekindi ya da üstelemedi. ‘’Pekala,’’ dedi kısaca, ‘’O zaman benimkini de görebilecek misin, bakalım?’’

Heyecan ve korku harmanlanarak vücuduma yayılmaya başladı. Ellerimin karıncalandığını hissediyordum, yutkundum ve onu dikkatlice incelemeye başladım. Mehir gözlerini usulca kapattı, ardından tek elini ters çevirip avuç içi çizgilerini göğe çevirdiğinde parmaklarını bir pençe gibi tuttu. Gözlerini aralayıp aniden avcuna baktığında, ben gözlerindeki kehribar tonlamaya şaşırmış ve bir adım geri atmıştım.

Saçları fön makinesi tutulmuş gibi hareket edip tekrar indiğinde o hala avcuna bakıyordu. Ardından beklentiyle dolu olan kehribar gözlerini üstüme diktiğinde gergince yutkundum ve boş avuç içine baktım. Ne görmem gerekiyordu? İblis suratındaki tuhaf ifadeyle başını sallayıp avcuna bakarken sesini çıkarmadı, ardından bana beklentiyle bakmaya başladı.

‘’Hiçbir şey göremiyorum.’’

‘’Ha?’’ dedi Mehir, şaşkınlıkla. ‘’Avcumda duran özü göremiyor musun?’’

Kafamı iki yana sallayarak net sesle cevapladım. ‘’Hayır.’’

Mehir pençesinin arasında bir şey tutmuş gibi elini sola doğru savurup parmaklarını içeri doğru gömdü. Şaşkın ama eskiye dönen ela gözlerini üstümden ayırmıyordu. ‘’Nasıl ya?’’ dedi, ‘’Bir kez aura gördüğünde o iş senin için kolaylaşır.’’ Kafasını sol omzuna doğru yatırarak bana bakmayı sürdürdü. Alnına katlanan çizgileri gördüm, anlamsız surat ifadesine bakarken rahatsız olmaya başlamıştım.

Kalbim usulca atarken yan tarafımızda kapının aralandığını duyduk. Kimin geldiğini biliyorduk ama ikimizin de kafası istemsizce o tarafa doğru döndü. Asir giydiği beyaz ev tişörtü ve salaş siyah eşofmanıyla verandada göründü. Kalbim aniden teklemeye başladığında gözlerimi kaçıracaktım ama bize bile bakmadan, verandadaki sandalyeye doğru yürümeye başladığında onu biraz daha inceleme fırsatı yakaladım.

Kestane saçları karman çorman, kabarık duruyordu ve o kadar salaş bir görünüm kazanmıştı ki tüm perçemleri alnına doğru düşmüş; saçlarının tepesi dalgalanmıştı. Bir adam, aynı anda nasıl bu kadar tatlı ve karizmatik olabilirdi?

Sandalyeye oturur oturmaz arkasına yaslandı ve kıstığı, buradan bile görünen kanlı ay parçası gözlerini üstümüze dikti. Üstümde yoğunlaşmış gözleri, gerilmeme ve heyecanlanmama neden olurken, aniden bakışlarından kaçarak önüme doğru döndüm. O sırada da Mehir’in kısılmış gözlerinin üstüme dikilmiş olduğunu görünce daha da panikledim.

Neden bu hale girdim ya şimdi?

Düşüncelerimin ve kalbimin heyecandan hoplamasının aksine, ‘’Devam edelim.’’ dedim, istifimi bozmadan. İblis başını imayla salladı. ‘’Edelim, edelim de sen uçtun!’’

‘’Uçan yok!’’

İnanmadığını belirtircesine, ‘’Hee…’’ dedi uzatarak, kadehinden yudumlarken.

Boğazını temizleyip ‘’Her neyse,’’ dedi Mehir ve ellerini birbirine çarptığında etin ete çarpma sesi dağlara kadar yankılandı. ‘’Ne diyorduk? Ha, ışık görme…’’ dedi ve düşüncelerini kısa sürede toparlamak için sustu. Tekrar ellerini birbirine çarptığında o ses aramızda yankılandı. ‘’Madem benimkini en basit yoldan göremiyorsun ama görmen lazım… Ben de bunu farklı yoldan gösteririm.’’

Bu sefer elinin avuç kısmı toprağa bakar gibi havaya kalktı, ardından tekrar gözlerini kapatıp bir süre beklediğinde bakışlarımı Asir’in tarafa çevirmemek için kendimi zor tuttum. Gözlerim benden bağımsız o yöne kaymak istiyorlardı. Bu isteğim saniyeler geçtikçe kat be kat artarken, aniden düşüncelerimi bir boncuk taşı gibi etrafa dağıtan olay meydana geldi.

Kalbim ağzımda atmaya başlarken ayaklarımın altında sarsılan toprağın üstünde sabit durmaya çalıştım. Kollarım dengemi sağlamak için istemsizce iki yana açıldı. ‘’Mehir…’’ dedim gerim gerim gerildiğimi belli eden bir sesle. Toprak deprem oluyor gibi dehşetle sarsılırken korkudan küçük dilimi yutacaktım neredeyse. Ayaklarımın altından zaman misali kayarak sarsılan toprağa dehşetle aralanan gözlerimle bakıp çığlık attım.

Boğuk çığlığım etrafta yayılıp kısa sürede kesildi. ‘’Mehir!’’ dedim can havliyle, ‘’Toprağı ayıracaksın!’’

Mehir ise oralı olmuyordu. Kaşları çatıldı ve elini aniden yana doğru kaydırıp topraktan bir parçanın havaya yükselmesine neden oldu. Gözlerim ardına kadar aralandı ve kalbimin artık boğazımda atmasına şahit oldum. Dehşetle yükselen toprak parçasına bakıyordum. Küçük bir toprak parçası olsa da benden epey büyük görünüyordu ve bir yerde açılan çukura, bir de göğe yükselen toprak arasında gidip geldim.

Toprağın altında ve kütle gibi görünen kenarlarında yaşayan canlılar kıvrılıp duruyorlardı. Bazısı toprak parçalarıyla beraber aşağı doğru düştü ve çukurda kıvrılarak dans etmeye başladılar. Çoğu solucan ya da karıncaydı, bazısı sümüklü böcekti.

Gördüklerimle tekrar çığlık atacaktım ki İblis yüzünü buruşturup, ‘’Elini ağzına kapat!’’ dedi ve elim aniden ağzıma gitti. Bacaklarım sarsılarak duran toprağın üstünde daha fazla dayanamadı ve beni bir etten külçe gibi yere attı. Kalçamda hissettiğim acı veren baskı, hissettiğim dehşetin önüne bile geçemedi ve sanki kalçamda hiçbir acı hissetmemişim gibi şaşkınlıkla gökte asılı kalan toprak parçasına baktım.

Elim hala ağzımda duruyordu ve nefesim ciğerime yetmeyecek şekilde sıklaşmaya başladı ve karnımın kasıldığını eş zamanda hissettim. ‘’Görüyor musun?’’ dedi Mehir, tepkime aşırı bir ifade göstermeden. Kaşlarını yukarı kaldırmış bana beklentiyle bakıyordu. ‘’Toprağın etrafındaki rengi görüyor musun?’’

Titrek çıkan ses tonumla, ‘’Ee…’’ dedim ve içime kaçan sesimi kontrol altına almaya çalıştım. Elim ayağım titriyordu ve oturduğum yerden bacaklarımın titremesini bile kontrol edemiyordum. Hala titreyen sesimle, ‘’Hayır…’’ dedim ve birden elimi ona doğru kaldırıp düşünceli suratının üstümde toplanıp kalmasına neden oldum. ‘’Diyeceğim ama lütfen bunun üstünü yapma! Bunu kaldıramadım, onda herhalde Tanrı’ya kavuşurum!’’

‘’Hangisine?’’ dedi Asir, hareketlerimden eğlendiğini belli eden sesi arkamdan yükselirken.

Havada Mehir’i işaret eden elim zelzele gibi titrerken bağırarak, ‘’Fark etmez!’’ dedim can havliyle. Suratımdaki kaslar gerilmişti ve korkudan neredeyse ağlayacaktım.

Arkamdan dehşetimi bile silip süpürmeye yetecek kadar yükselen, ilahi diyebileceğim nitelikte hoş kahkahalarını duydum. İblis bile kafamda hareketlerime ve söylediklerime bakıp dudaklarını birbirine bastırıyordu, kadehini dudaklarına götürüp gülüşünü saklamaya çalıştı ama başarısız olup o da kıkırdamaya başladı.

Elini aniden aşağı çarpar gibi havada indirirken, ‘’Ya nasıl görmezsin!’’ dedi Mehir. Korkumu önemsemiyor görünen hareketiyle toprak parçasını aniden yere yapıştırmıştı.

Toprak yerine oturduğunda, yer altıyla beraber sallandığından emin olduğum yer üstünde bedenim boş bir çuval misali oturduğum yerde sarsıldı. Korkudan neredeyse bayılacaktım, çünkü öyle bir gürültü göğe yükseldi ki ruhumun bedenimden o sesle beraber ayrıldığını sandım.

‘’Pekala…’’ dedi Mehir sakin olmaya çalışırken ama buna en çok benim ihtiyacım vardı. Darlaşan nefesimle beraber dehşet dolu surat ifademle, ona bakmayı sürdürürken titreyen elimi yavaşça aşağı doğru indirdim. Kalbim hala boğazımda atıyordu. Mehir Asir’e doğru bakıp tekrar bana doğru döndü. ‘’Belki benimkini göremiyorsun. Bir de onun üstünde deneyelim!’’

‘’Beni bir sal!’’ dedi Asir, arkadan. ‘’Elimde kalacaksın bak Kami!’’

Mehir dudaklarını birbirine bastırıp ona doğru dönerken, ‘’Ne var be?’’ dedi birden. ‘’Herkesin üstünde denemeli bunu. Belki bende olmadı ama seninkini görecek?’’

‘’Sen benimkini görebiliyor musun da o görebilecek?’’ dedi tuhaf bir sesle. Omzumun üstünden onun bu tarafa bakan keskin gözlerini gördüm; kaşlarını çatmış, öne doğru hafifçe eğilmişti. Beni ezikliyor muydu şimdi de? İçimde büyüyen hırs, korkumu da dehşetimi de silip süpürürken ona keskin ve benim bile şaşırabileceğim kadar öfkeyle baktım.

‘’Seninkini görmeye meraklı değilim! Uğraşmam bile!’’ dedim aniden bağırarak.

‘’O sesini kıs!’’ dedi o da, karşılık vererek. Keskin bakışlarını aniden üstümde toplamıştı. ‘’Ben senden büyüğüm!’’

Aniden söylediği cümle hem komiğime gitti hem de şaşkınlık geçirdim. Gülemeyeceğim kadar şaşkınlık içinde, ‘’Şimdi de buradan mı vuracaksın?’’ Fakat o gülercesine bir bakış attı, yüzündeki alay dolu ifadeyle başını iki yana sallarken öne doğru eğilmiş duran omuzlarını geriye doğru çekti ve sırtını dikleştirdi. ‘’Zaten göremeyeceksin, bu konuşmanın ne anlamı var ki?’’

Söyledikleri zihnime iğnenin ucu gibi batıp saplanıyordu. Sivrisinek ısırığını, uyumadan hissetmek gibiydi. ‘’İnanamıyorum ya sana!’’ Bağırışımı karşıki dağlar duyarken aniden oturduğum yerden hırsla kalktım ve şaşkınlık dolu ifadesine baka baka ona doğru yürüdüm.

Verandanın basamaklarını öyle bir hırsla çıkıp karşısına geçtim ki aniden buraya nasıl geldiğimi bile düşünmek zorunda kaldım. Yine de koyulaşmış kızıl gözlerine bakarken dilime vuran kelimelerle meşguldüm. Kollarımı büyük bir öfke ve hırsla göğsümde kavuşturarak ona bakarken asla korkmuyordum.

‘’Senin derdin ne?’’ dedim, boğazım yükselen sesimle kurusa da umursamadan. Göğsüm aldığım sık nefeslerle yukarı kalkıp iniyor, ona hiç olmadığım kadar öfkeyle bakıyordum. Bana kıstığı gözlerinin arasından gizli bir şaşkınlıkla bakıyordu, yine de öfkeli olup olmadığını söyleyemeyeceğim kadar sessizdi.

‘’Sadece senin mi öfken kötü? Beni durduk yere azarladın, sesim çıkmadı; yapmam bile gerekmezken alttan alıp sakinleşmeni bekledim. Sakinleştikten sonra gelirsin, özrünü dilersin paşa paşa her şey yoluna girer diye düşündüm. Onu da yapmadın.’’ dedim hafifçe öne doğru eğilerek, suratına içimde büyüyen öfkeyle bakarak.

Kıpkırmızı yanan suratımın sıcaklığını hissediyordum. Bana sadece sessizlik içinde bakıyordu; İblis’in keyfi yerindeydi, tek kaşını kaldırarak kadehinden yudumlarken onun hareketlerini seyrediyordu. ‘’Şimdi de benimle alay mı ediyorsun?’’ Kaşlarım daha da çatıldı ve ses tonum istemsizce öfkeden boğuklaştı.

Uzun kirpiklerinin arasından bana bakarken ne düşündüğünü tahmin etmek zordu. Bakışlarını kaçırıp bir süre etrafı seyrettikten sonra tekrar bana baktığında bu sefer orta kalınlıktaki dudakları aralandı. ‘’Seninle ne zaman alay ettim?’’ Sesinin tınısı o kadar basık yükselmişti ki, sanki birden gürleyip etrafı tozu dumana katacak diye düşünmeme neden olmuştu. Yine de öfkem içimde çığ gibi büyürken onun önüne geçecek cesarete sahip değildim.

‘’Ne zaman mı alay ettin?’’ dedim bağırmamaya çalışarak, o yüzden sesim daha boğuk çıktı ve ses tellerim boğazımda kasıldığından yanmaya başladı. Gözlerimi kapatıp bir süre sakinleşmeye çalıştım, rüzgar sırtıma doğru esiyor ve sessizlik aramızda büyüyordu. ‘’Evet.’’ dedi aniden sessizliği parçalayarak. Sakin görünse de onun da patlayacağını hissediyordum.

Umarım patlamazdı çünkü bu öfkeyle elime hakim olamayabilirdim.

‘’Az önce neler yaşandığını veya ne için uğraştığımın farkında olarak, bana bunu söylemeye hakkın var mıydı? Auranı göremiyor olsam da, o ses tonunla benimle alay eder gibi konuşup beni küçümsemene?’’ dedim gözlerim usulca aralanıp, suratına aynı öfkeyle bakarak.

Dişiyle alt dudağını ısırır gibi onu içeri doğru çekti ve bir süre öylece bekledi. Kanlı ay misali parlayan kızıl gözleri, bu kadar yanarken nasıl aynı zamanda bu kadar soğuk bakabilirdi? Neden bana birden böyle davranmaya başlamıştı? Dün geceden haberi var mıydı? Onun bana söylediklerinden? Belki de içindeki canavarla konuşuyor, canavar ona benim hakkımda bazı şeyler söylüyordu ve bu onun benden soğumasına ya da farklı, yalan yanlış düşüncelere kapılmasına neden oluyordu?

Benimle konuşmalıydı. Hayır, onunla bu konuyu ne olursa olsun bugün konuşmalıydım.

‘’Beni öfkelendirmeye mi çalışıyorsun?’’ dedi soğuk bir sesle, ‘’Ne zamandan beri bu kadar hassassın?’’ Sesi hafifçe sonlara doğru desibelini arttırmıştı. Kaşlarım giderek daha da çatıldı ve ortasında büyük bir çukur oluştu, hatta o kadar çattım ki alnımın ortalarında doğru yayılan bir sızı baş gösterdi.

Kırık bir sesle, birden, ‘’Sana kırıldım,’’ dedim kendime bile itiraf edemediğim cümleyi ona kurarken. Soğuk bakışlarında bir kıpırtı gördüm, kirpikleri şaşkınlıktan titremişti ama bu o kadar kısa sürede olmuştu ki yine eski ifadesizliğine büründü. Yine de sessizlik içinde devam etmemi bekledi. ‘’Sabah onları senden duymak için sana bir şey yapmadım. Hatam da olmadı. Neden öfkeni benden çıkarmak zorundaydın? Hala da devam ediyor gibi hissettiriyorsun?’’

Alt dudağını yalayıp bir süre düşündü, bir süre donuk suratıyla yüzümü tarayıp bekledi. Ardından derin bir nefes bırakıp kaşlarını havalandırdığında, ‘’Kırıldığını bilmiyordum,’’ dedi yumuşak bir sesle. Birden sesinin rengi değiştiğinden şaşırarak içimde tekleyen kıpırtıyla ona baktım. ‘’Kırıldın mı? Neye tam olarak?’’

Bir an düşüncelerimi söylememeyi düşündüm ama artık geçti; söyleyip kurtulmak istiyordum. Sabah bana gerçekten haksızlık etmişti ve hala devam ediyor gibi görünüyordu. Bu benim canımı oldukça yakıyordu. Küçüklükten beri arkadaş edinme konusunda sıkıntılar yaşamıştım, burada onunla tanışmaya devam ettiğimde işlerin farklı olacağını düşünmüştüm.

Onun bir gün potansiyel düşmanım olarak karşıma geçeceğini bilsem de, öyle bir ihtimal varsa dahi, şu an bir arkadaş olduğunu düşünüyordum. Bana, bu sabah üstüne basa basa bunun doğru olmadığını yüzüme tokat gibi çarpmıştı. Kirpiklerimi kırpıştırdım ve zoraki şekilde konuştum. Kırgınlığım dilime ve ses tellerime batmıştı. ‘’Bana arkadaş olmadığımızı söylediğinde. Arkadaşın olmadığını vurguladığında. Arkadaş olduğumuzu düşünüyordum.’’

Aniden elini kaldırıp kestane rengi saçlarının arasından geçirdi; yumuşak saçları parmakları arasında pişmaniye gibi dağıldı. Yüzünde sıkıntılı bir ifade vardı, kızıl gözleri tekrar yukarı gözlerimin içine baktığında orada kendi suratımı tekrar gördüm. Bu sefer kendime odaklanmayı başarmıştım. Ne kadar sabit ve soğuk tutmaya çalışsam da hayal kırıklığım yüzümden okunuyordu.

Yutkundu. ‘’Buna kırılacağını bilmiyordum.’’ dedi, ‘’Sonuçta ev arkadaşıyız. Sen ilksin, bu konuda.’’ Öfkem giderek toz bulutu gibi dağılmaya başladığında hala ona çatık kaşlarla bakmayı sürdürüp devam etmesini bekledim. Alt dudağını gergince yalayıp gözlerimin içine baktı, ‘’Bu kavgalar zaman zaman olacaktır, aynı evde yaşıyoruz. Normal değil mi?’’

Kollarımı göğsümde kavuşturup anlayışla başımı salladım. İblis şüpheyle hareketlerini tarıyorken tüm konuşma boyunca sesini çıkartmamıştı.

Asir kaşlarını çatsa da öfkeli değildi, sanki söyleyeceklerini düşünüyor veya tartıyor gibi görünüyordu. ‘’Sabah ters bir olay yaşadım. Senin üstünden hıncımı çıkartmak doğru değildi. Öfkelendiğimde yanıma yaklaşmazsan, ne kırılırsın ne de daha çok öfkeleniriz.’’ dediğinde ses tonunu o kadar soft ve rahat tutmasına şaşırmış halde yüzüne bakakaldım.

Bir an beynim algılamayı bıraktı ve kelimeler uçan mantığım gibi havaya doğru karışmaya başladı. ‘’Tamam.’’ dedim öfkem yerinden uçup giderken. ‘’Anlıyorum.’’

Kısaca, ‘’Güzel.’’ dedi ama bu devam konuşmasının başlangıcıydı. Kendisine yakışan büyük bir olgunlukla devam ederken gözlerini bir an olsun, benim mavi-kızıl gözlerimden ayırmıyordu. ‘’Bana karşı dürüst olmanı sevdim. İçindeki öfke büyümeden konuşman olgunca bir davranış.’’ dedi erkeksi kalın sesiyle, hala sesindeki soğukluk alttan alta orada dururken.

Bugün bir farklıydı; gözlerindeki bakış ve tavırları olsun her şeyiyle farklıydı. Ona istemsizce şüpheyle bakıyordum ama bakışlarıma aldırmış görünmüyordu. ‘’Devam edin,’’ dedi arkasına yaslanıp, rahat rahat. ‘’Bölmeyeceğim bir daha.’’

Kafamı sallayıp sırtımı ona doğru döndüm ve tekrar verandadan afallamış halde iniverdim. Mehir’in ne yaşandığını anlayamayan yüz ifadesiyle karşılaştığımda ve o benim kırmızıya çalmış suratımı gördüğü an daha da şaşırdığı suratıyla birbirimize baktığımız bir anda; hemen ikimiz de toparlanıp derse geçiverdik.

Saçma bir tartışmanın tuhaf bir şekilde sonuçlanması aklımı allak bullak edivermişti. Mehir de bir süre şaşkınlıktan konuşamadı. ‘’Aura kısmını belki Akdes’le çözeriz…’’ dedi Mehir, ardından konuşmaya başlayarak. ‘’Senin yeteneğini de bilmiyoruz ki…’’ dedi daha sonra kendi kendine.

‘’Hiç küçüklüğünden beri bir patlama veya başka tuhaf bir olay yaşadığın oldu mu?’’

Hala aklım önceki tartışmadayken, birden sorduğu soruyla gerçekliğe döndü ve bu anda sıkıştı. Küçüklüğüme inmek benim için kolay değildi, çünkü kolay şeyler yaşamamıştım ve o taraf, benim her zaman kaçacağım nokta olacaktı. Gerçeklerden kaçtığım noktaya bakmak beni yoruyordu.

‘’Hayır… Bildiğim kadarıyla.’’

Mehir kaşlarının uçlarını endişeyle yukarı kaldırdı, alnındaki ince çizgilere bakarken benim de içime endişe tohumları serpilmişti. ‘’Akdes’den yardım almalıyız. Yarın ona gidelim bence.’’

Tek omzumu silktim. ‘’Sorun yok ya?’’ Endişelendiğimi belli eden sesime, aceleyle karşılık verdi. ‘’Hayır, hayır!’’ Yutkundu ve kafasının karıştığını görebildiğim şekilde kaşlarını çattı. ‘’Sadece benim yetersizliğim de bu işi zorlaştırıyor olabilir. Bak,’’ dedi ve elalarını, benim buz mavisi-kızıl gözlerime dikti.

‘’Evin, bir şeyler öğretmem için o kabuğun kırılmalı. Şu an kapalı bir kutu gibisin, içinde ne olduğunu bilemeden sana yardım edemem. Auramı bile göremiyorsun, avcumda olan ya da başka bir nesne üstünde tuttuğum auramı. Başkasınınkini görmüş olabilirsin ama ona alıştığından olabilir bu ya da o da saklamayı bilmiyordur, senin aksine.’’

Başımı anlayışla salladım ve İblis’le göz göze geldik. Tek omzunu silkti, rahat görünüyordu. ‘’Ben onunkini görebildim.’’ dedi Mehir’i kavisli çenesiyle işaret ederken. Şaşkınlık çok sonradan zihnime üşüştü, ona tip tip bakarken birden gözlerim irice aralandı. ‘’Ne?’’ dedim tiz sesimle.

İblis suratını buruşturdu, ‘’Şu ses…’’ dedi sonra kendi kendine. ‘’Seni yormuyor mu çıkarırken?’’

‘’Nasıl görebildin? Nasıl bir renkti? Bana neden söylemedin?’’ dedim art arda, sorularımı sıralarken.

Heyecanımı hissetmişçesine gölgeleri lambanın içindeki alev gibi titreyip sarsıldı. ‘’Ne bileyim, ta başta avcunun içindeyken görmüştüm aslında. Gözleri gibi sarımtırak bir renk. Ben gördüysem sen de görürsün sandım ama birden kadın delirdi, toprak kaldırdı havaya!’’ dedi tuhaf tuhaf tek elini havada sallayarak, durumu anlatırken.

Kadehinden yudumlarken rahat tavırlarına dik dik baktım. ‘’İblis, dalga mı geçiyorsun ya?’’

‘’Hayır.’’ dedi sorumu gerçekten, ciddi algılayarak. Pes edercesine bakışlarımı ondan ayırıp elimi burun kemerime götürüp parmaklarımın uçlarıyla iki yanı sıktım. Baskı gözlerime ve yavaş yavaş sızısını belli eden baş ağrıma anlık olarak iyi geldi. ‘’Sınanıyorum…’’ dedim mırıldanarak, Mehir’e doğru.

Mehir’se İblis’e söylediğimden bihaber, kendisine veya durumuma söylediğimi düşünerek cevap verdi. ‘’Canını sıkma, Evin. Akdes’e gidersek belki çözeriz durumu.’’ dedi iyi niyetle.

‘’Şu ritüel şeyini denesek?’’ dedim son çare olarak, Mehir’e beklentiyle bakarak. Alt dudağını ıslatıp bir süre düşündü, parlayan dudaklarına kaydı bakışlarım ardından tekrar ela gözlerine yoğunlaştım. Hava kararmaya başladığında bakışlarım yukarı doğru çıktı. Güneş enerjisini Dolunay’a veriyordu; Kanlı Ay meydana azar azar çıkmaya başlayacaktı.

Burada gündüz ve geceler hemen oluveriyordu. Kami bile doğa için önemli bir varlık olmasına rağmen bunu düzeltemiyorsa iş sandığımdan daha kötü bir durumda olmalıydı. ‘’Ritüel seni çok zorlayacak Evin.’’ dedi endişeyle, bakışlarını çimenden bana doğru kaldırarak.

‘’Bunu kaldırabilir misin, emin bile değilim. Daha aura göremiyorsun, kendinin farkında değilsin. Ritüel sandığın gibi kolay bir durum değil. Senin ruhunu ve bedenini bir çember içinde tutmam gerekiyor,’’ dedi ve çok geçmeden arkasından ciddiyetle ekledi. ‘’Ve ben cadı değilim.’’

‘’Onu kim yapabilir?’’ dediğimde ‘’Cadı olan biri,’’ dedi ciddiyetine devam ederek. Şaka yaptığını sandığım bir surat ifademle, ciddiyetini ölçerken gözlerim istemsizce kısılmıştı. Keskin hatlı suratına bakarken boğazını temizledi ve bakışlarını ürkekçe Asir’in olduğu tarafa dikti. Mırıldanır şekilde ağzının içinde, ‘’O cadı.’’ dedi sonra imayla.

İblis dudaklarında belli belirsiz gülümsemeyle bir bana bir Asir’e bakarken, Mehir’i taklit etti. ‘’O cadı.’’

Hepimizin kafası Asir’e doğru döndü; bize kıstığı gözleriyle bakıyordu. Kızıl harelerinin buradan bile parladığını görebiliyordum.

‘’Delirdiniz mi lan siz?’’ dedi Asir, verandadan buraya doğru bağırırken. Öyle bağırmıştı ki sesini tüm Yeraltı Tapınağı duymuştu. Rüzgar sanki sesini arkamızdaki uçuruma doğru taşıyıp etrafta yankı yaptırmıştı. Bu tepkiyi vereceğini biliyorduk ama ona hepimiz beklenti içinde bakıyorduk.

Benimse suratımda bu sefer farklı bir duygu yuva yapıyordu. Çaresizlik.

Tüm çaresizliğimle kaşlarımın altından ona bakarken, suratımızı tarayan gözleri şaşkınlıkla aralandı ve aniden oturduğu yerden kalktı. Kalktığında rüzgar tişörtünü dalgalandırıp hafifçe karnının üstünde dans ettirdi. Buraya ağır ağır verandanın basamaklarını inerek bize doğru yürürken zamanın ağır çekimde yavaşladığını sandım.

Etraf o kadar sessizdi ki toprağın üstünde yürüyen karıncaların sesini bile duyabiliyordum. Etrafta tek bir kuş ötmüyordu. Ölüm vaat eden bakışlarını bir benim üstümde, bir onun üstünde gezdirirken ellerini cebine atmıştı. ‘’Ölebilirsin Rea.’’ dedi, aniden keskin bakışlarını bana çevirerek. ‘’Bunu benden isteme.’’

Bugün ilk defa bana kendi taktığı lakapla konuşmuştu. Bu lakabı sevdiğimi şimdi fark etmiştim. Onun ağzından duymak ise beni tuhaf şekilde rahatlatmıştı. Ağzımı aralayıp bir şey söyleyeceğim sırada Mehir, benden önce davranarak araya kaynaştı. ‘’Böyle daha mı iyi Asir?’’

Asir’le bakışmaya devam ettik, bana yapmamı yalvarırcasına bakıyordu. İblis kaşlarını çattıkça çattı. ‘’Ciddi gibi görünüyor.’’ dedi ama arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attığında, ‘’Fakat bir yandan, senin gücünü eline almaman onun işine gelir.’’ dedi imayla bana bakarak.

Mehir pes etmiyordu. ‘’Kız aura gördüğünü söyledi!’’

Asir’in sabrının taştığını endişeli gözlerle seyrediyordum, onda bana karşı olan sabır tuhaf şekilde başkalarında yoktu. Aniden öfkeyle kıza doğru döndüğünde çene kası gerildi ve uçurum vadisi bir keskinlik gözlerimin önüne geldi. Ouroboros’un derisinde dans edişini görmemle gözlerim usulca aralandı.

‘’Kami.’’ dedi, kaşlarını yukarı sabırla kaldırarak. ‘’Bugün yeteri kadar öfkelendim. Benim sabrımı taşırma.’’ dedi dişlerinin arasından, adeta tıslayarak.

Mehir’se pes etmiyordu ve onun korkusuzluğuna hayretle eşlik ediyordum. İblis aralarında geçen sohbete gözlerini yuvalarında tenis topu gibi çevirerek, yandan yandan bakarken eşlik ediyordu. O da şaşkındı çünkü benim üstümden bazı şeylere karar veriyorlardı. ‘’Öfkelenip öfkelenmemen kimin umrunda?’’ dedi Mehir, aniden bağırarak.

‘’Can güvenliğin için senin umurunda olmalı,’’ derken Asir, İblis dudaklarını birbirine bastırarak sohbete kulak vermeye devam etti. Asir’in sesinden cümlesi kadar alay akmıyordu; aksine o kadar öfke doluydu ki onu bir kaşık suda boğabilirdi. Mehir derin nefesler bırakarak sakinleşmeye çalıştı ama ela gözlerinde bir öfkenin kökü yatıyordu.

Kehribara çalmaya başlayan harelerine şaşkınlıkla bakarken, bir Asir bir ona korku dolu gözlerle bakıyordum. ‘’Aura basit insanlar tarafından görülmez Asir!’’ dedi ve konuşmasına devam etti. Elini bana doğru kaldırıp tüm parmaklarının ucunu bana doğru çevirirken Asir’den gözlerini ayırmadı. ‘’Neden anlamıyorsun? Özü ya kendini saklıyor ya da kullanamayacak kadar ölme eşiğinde.’’

‘’Ölmesi daha mı iyi lan?’’ dedi Asir aniden kükreyerek. Ondan bu kadar sert ve gür bir ses hayatımda duymamıştım. Korkuyla atan kalbim yerimde sıçramama neden olurken usulca yutkundum. ‘’Orada ölürse o sikik öz neye yarar? Ne yapmaya çalışıyorsun, Kami?’’

‘’Öbür türlü de ölecek!’’ dedi Mehir, sesini yükselterek. ‘’Öz bir gün ölürse o da ölür! Bunu sen de biliyorsun!’’

‘’Hay senin!’’ dedi Asir birden parlayarak. ‘’Yapmayacağım lan!’’

Olaylar o kadar hızlı değişti ki, benim üstümden ölüm hakkında konuşmaları bile beni etkilemedi ancak Mehir, ‘’İyi yapma! Ölsün o zaman!’’ dediğinde Asir’in boğazından öyle bir hırıltı koptu ki birden Mehir’in üstüne atlayışını kavrayamadım. Aniden kadının beyaz saçlarına elini daldırıp onun boynunu kırarcasına aşağı çekerken Mehir’den hiç duymadığım bir çığlık duydum.

Ellerimin avuçları göğe doğru bakarken, ‘’Ne yapıyorsunuz ya?’’ dedim. ‘’Bırak kızı Asir!’’

Mehir’e ‘’İşte şimdi konuşmaya başlıyorsun!’’ dedi Asir, kızın saçına daha da asılırken. Eli arasından kurtulmaya çalışan Mehir, yumruğunu Asir’in bel boşluğuna vurmaya çalışıyordu ama o bundan kolaylıkla kaçıyordu. ‘’Ya bıraksana!’’ dedi Mehir, iki büklüm olurken; suratı toprağa bakıyor, diğer eli adamın boşluğunu bulmaya çalışır gibi havayı yumrukluyordu.

‘’Kes sesini, o lafından sonra öldürmediğime dua et.’’ dedi Asir, diğer yandan Mehir’e çaktırmadan sırıtırken. Ardından alayla devam etti. ‘’Böyle daha az çekiliyorsun, öfkem tarafından.’’

İblis gördüklerine inanamıyor, diğer yandan gülmekle gülmemek arasında gidip geliyordu. ‘’Kız kavgası!’’ dedi sonra birden bağırarak, kadehini şerefe dercesine yukarı kaldırıp ‘’Huhu!’’ dedi ardından, sahte bir coşkuyla. Elimi kaldırıp dudaklarıma götürdüm ve neredeyse dışarı çıkacak olan kahkahamı engelledim.

Şöyle bir baktığımda halleri çok komikti. Mehir aşağıdan tekmelemeye çalışıyor ama daha çok suratı toprağa bakıyordu. Asir’se hiç etkilenmeden saçını tutup aşağı çekmeye devam ediyordu ama kendisi yerinde duruyordu. Uzun boylu olmanın avantajlarını görüyordum.

‘’Ya bırak be bırak!’’ dedi Mehir, elini Asir’in bileğine geçirip onu çekiştirdiğinde Asir bırakmak istediği için bırakıp geriye çekildi. Mehir gerisin geri giderek kızarmış suratıyla, kızgın bir halde parmaklarını saçına götürürken; o sırada parmakları arasında duran Mehir’in beyaz saç tellerine iğrenircesine bakan Asir aniden, ‘’Al şunu! Al şunu!’’ dedi sahte bir bağırtıyla, elini Mehir’e doğru uzatıp.

Elini ona doğru uzatıp Mehir’in korku dolu gözlerine baka baka üstüne yürümeye başladığında, Mehir’in arka arkaya gidişini seyrederken; suratındaki o korku dolu ifadenin saniyeler geçtikçe daha da büyüdüğüne şahit oluyordum. Bir eli dağılmış saçlarına gitmiş köklerini kontrol ederken; diğer yandan Asir’in ona doğru uzattığı eline bakıyordu. ‘’Al şunları!’’ diye bağırıyordu hala Asir.

Mehir aniden durup, hem şaşkınlık hem korku dolu surat ifadesiyle birden çığırdı. Boğazından kaçan feryatla Asir aniden duraksadığında; ne hissedeceğimi bilemediğim şekilde hem Mehir’e, hem Asir’in geniş sırtına bakıyordum. İblis hallerini seyrederken kahkahalara boğulmuştu; özellikle Asir’in sondaki halleri onu epey eğlendirmişti.

Mehir çığırdığında hepimizin suratı buruştu. ‘’Kürk katili!’’ dedi Mehir aniden, ağlamaklı sesle. Acıyla eli saçındayken, ‘’Saçlarım!’’ dedi, domatese benzeyen kızarmış suratıyla.

Onlara doğru ilerlemeye başladığımda bu sefer Asir’in de suratını gördüm. Hiç etkilenmemiş halde bir parmakları arasında duran saça, bir Mehir’in suratında gidip geldi. Ardından kirpiklerinin usulca aralanıp gizli bir şaşkınlıkla bir eline, bir Mehir’in suratına bakmaya başladı.

İri iri açmış gözleriyle yüz ifadesi o kadar tatlı ve komikti ki dudaklarımı birbirine bastırarak gülüşümü engelledim. Fakat İblis, durumu anlayınca ve Asir’in suratına bakınca daha da gülmeye başladı.

Diğer yandan da, ‘’Bunlar düşman mı lan gerçekten?’’ diyordu.

Mehir’in bir elması içinde barındırıyormuş gibi gözyaşlarıyla parıldayan ve kehribara dönüşen gözlerine bakarken, aniden gökyüzünün kararmaya başladığını fark ettim. Kaşlarımı yukarı kaldırıp göğe baktığımda kara bulutların tam üstümüze akın etmeye başladığını fark edince kalbim korkuyla atmaya başladı. Yağmur geliyor gibi görünse de bunun büyü olduğu aşikardı ve bunu Mehir’in yaptığını hepimiz biliyorduk.

Aniden öfkeyle titreyen Mehir, iki elini de bedeninin yanında yumruk yaparak Asir’e doğru hırsla yürüdüğünde Asir’in yerinden kımıldamamasına daha çok öfkelendi ve bir şimşek, gürültüyle gökte çaktı. Mavi ve mor karışımı renk etrafı aydınlatırken devasa Güneş ve Ay’ın bile gökyüzündeki kara bulutlar tarafından kapandığına şahit olmuştum.

‘’Mehir…’’ dedim ama bir şimşek daha çakarak sözümü bıçak gibi kesti.

İblis başını iki yana sallarken, ‘’İşte bu yüzden kadınların saçına dokunmayacaksın.’’ dedi, Asir’le konuşarak. ‘’Kes şu gümbürtüyü,’’ dedi Asir memnuniyetsiz bir tavırla, ona sert sert bakarak. Aniden bizi güldüren ruh halinden kurtulup ciddileşmiş olmasına yetişemesem de Mehir hala şimşek çaktırmaya devam ediyordu.

Diğer yandan da üstüne doğru ilerlemeyi bırakmıştı ama bu sefer oldukça yakın görünüyorlardı. Kaşlarım istemsizce çatılıp tekrar düz bir hal aldı. Mehir kısa olduğundan başını yukarı kaldırıp kehribar rengi harelerini, onun kızıl harelerine diktiğinde Asir’in kafası da aşağı doğru eğilmiş; ona tepeden bakıyordu.

‘’Saçıma nasıl dokunursun!’’ dedi Mehir aniden, büyük bir şimşek daha çakarken.

Alayla kaşlarının uçlarını havaya kaldıran Asir, kıstığı gözlerle Mehir’e baktı. Tüm suratıyla alay ediyor, onun bu halinden zevk alıyordu. ‘’Böyle,’’ dedi elini kaldırarak. Ardından Mehir’in öfkeli suratına bakmaya devam ederken elinin işaret parmağını kaldırıp rastgele dairesel şekilde döndürdü. ‘’Sanki üstüme indirebilecekmişsin gibi gürültü çıkarma.’’ dedi, göğü işaret ederken.

Mehir kendini kastıkça kastı ve ağzından çıkan büyük bir çığlıkla son kez şimşek çaktırdı. Ardından derin derin nefesler alıp sırtını bize doğru dönüp gittiğinde arkasından endişeyle bakmaktan başka bir şey yapamadım. Patikadan aşağı inerken, kara bulutlar tepemizden kaybolmaya başlamıştı ama hala hava iyiden iyiye kararmaya başlıyordu.

Akşam olacaktı ve o tek başına dışarı çıkıyordu.

‘’Asir, tüm konuşma boyunca burada olmama rağmen fikrim alınmadı ama…’’ dedim kinayeli bir sesle. Asir’in bakışları Mehir’in giden bedeninden bana doğru döndü, göz ucuyla bana ters ters bakıyordu çünkü ne söyleyeceğimi biliyor gibiydi. Pes etmeden sonuna kadar gidecektim. ‘’Ben de istiyordum. Ayini.’’

İtiraz etmek için dudaklarını araladı ama ondan önce davranıp keskin şekilde konuştum. ‘’Onun bana yardım edeceğini söyledin,’’ dedim Mehir’i ima ederek. ‘’Ediyor işte. Ortak olmamız için yeteneğimi keşfetmem gerektiğini söyledin. Keşfetmem için yol var işte.’’

Tekrar yutkunduğumda onun da yutkunduğunu gördüm, bakışları sessizce üstümde toplanmış ve karanlık bir tarafa geçmişti. ‘’Öz denen şey neyse ve ben de varsa ama kullanamıyorsam, böyle devam edemeyeceğini ben bile biliyorum. O yüzden işbirliği yapacaksan yap ya da başka bir cadı bulur, ondan yardım isterim.’’

Elini kaldırıp yüzüne götürürken bir süre sıkıntıyla alnını ovuşturdu. Ardından tekrar elini indirdiğinde suratındaki ifadeden hala sıkıntıda olduğunu görebiliyordum. Kaşlarını çatıp ‘’Gerçekten istiyor musun?’’ dedi düşünceli bir sesle. Tereddüt etmeden kafamı salladım. İblis de başını salladı ve bana ortak oldu. Ondan destek alıyor olmak güzeldi çünkü onun da istemediği bir şeyse, bunu yapamazdım.

‘’Bu evrende, benden güçlü cadı yok.’’ dedi Asir, ‘’Ben bile riskini düşünüyorsam Erkuran, bunun sonuçları olacaktır.’’ Yüreğime bir sıcaklık yayılırken onun önüne geçip kafamı salladım ve söyleyeceklerinin devamını bekledim. Gözlerindeki tuhaf anlamsızlığa tutunarak ona bakmayı sürdürdüm. ‘’Tamam,’’ dedi pes edip, ‘’Sorumluluk almam. Seni uyardık.’’

Tekrar başımı salladım. ‘’Yarın yaparız.’’ dedi, kemikleşmiş kalın sesiyle.

İçimde yeşeren umutla direkt kabul ettim. ‘’Tamam.’’

Tekrar Mehir’in kaybolan bedenine, patikaya doğru baktım. Endişeli bakışlarımı gören Asir, ‘’Boş ver.’’ dedi umursamazlıkla. ‘’Kendi başının çaresine bakar. Her taraf orman.’’ Kafamı sallayarak Asir’in yanından geçip eve doğru ilerlemeye başladığımda onun da ayak seslerinden peşimden geldiğini duyabiliyordum.

İblis daha çok gülerken boş boş bakışlarımı ona çevirdim. Elini yukarı kaldırıp Mehir’in kaybolmasını sağlayan patikaya doğru uzattı, ‘’Hayır yani…’’ dedi gülüşlerinin arasından. Beyaz dişleri gölgeleri arasında parlayarak sivri görüntüsünü daha çok ön plana çıkartıyordu. ‘’Madem kabul edecekti, o zaman neden kızın saçını yoldu?’’ Tekrar gülmeye başladı.

Asir’le Mehir her türlü şeyden bir kavga çıkartabilirdi. Onun gülüşlerini dinlerken verandanın basamaklarını bu sefer sakinlikle ve içime atılan umut tohumuyla beraber tırmanıp ahşap zeminde yürüyerek eve girdim. Tanıdık orman kokusu, evin has kokusu, burnuma dolduğunda ciğerlerime aldığım nefes beni rahatlattı. Hiçbir şey yapmasam da yorgun hissediyordum.

Salona doğru ilerleyip Asir’in karşısında duran tekli koltuğa oturduğumda; o da benden önce mutfağa girmişti. Bir süre sessizliği dinleyerek kararan havayı seyrettim. Mehir iyi olacak mıydı? Mutfaktan yükselen tıkırtılara kulak kabarttım. Bugün hiçbir şey yememiş olsam da hiç aç hissetmiyordum.

Asir’in ayak sesleri arkamdan gelirken İblis bakışlarını ona doğru dikip gözleriyle onu takip etti. Asir’in uzun bedeni yanımda belirdi ve giydiği ev terlikleriyle karşımdaki, kendine ait olan tekli koltuğa oturdu. Elinde kristal bir bardakta duran viski görünüyordu.

Kaşlarımı çattım. ‘’İçiyor muydun sen?’’ dedim sorgularcasına. ‘’Bazen. Sigara gibi.’’ dedi, rahat bir şekilde oturup kollarını iki yanına koyarken. Elinde tuttuğu viski bardağını gevşekçe tutuyor, tıpkı İblis’im de gördüğüm gibi bileğini, tekli koltuğun dayanağından hafifçe aşağı doğru sarkıtıyordu.

İblis kadehini yudumladı.

Sessizlik aramızda artarken gerilen havayı soluyan kalbim, gümlemeye başladı. Onunlayken hem rahat hissediyor hem de bir gitarın tellerinden daha fazla geriliyordum.

Bakır rengine bulanmış gözleri kısık bir şekilde üstümdeydi. Hakkımda ne düşündüğünü merak ediyordum, şu an o kurnaz kafasının içinden ne geçtiğini bilmek istiyordum. İblis arkasına yaslandı ve tıpkı onun bana meydan okuması gibi o da, ona meydan okudu. Asir’in bunu bilmesine gerek yoktu ama bilseydi, acaba ne tepki verirdi?

Asir tek elinde tuttuğu kristal bardaktan bir yudum aldı, sarı sıvı boynundan geçerken suratında tek bir mimik dahi oynamadı. Gözlerini bir an olsun üstümden ayırmayışı beni geriyordu. Yine de suratım düz bir duvardan farksız, ona bakıyordum. Dudaklarını birbirine bastırıp bardağı tekrar yanına doğru indirdiğinde, ‘’Dün gece ne yaşandı?’’ dedi, buz gibi sesle.

Onun bu konuyu benden önce açmasına şaşırsam da aynı zamanda rahatlama gelmişti. Ben nasıl açacağımı düşünüp duruyordum. Kaşlarımı yukarı kaldırıp indirdim. ‘’Bilmiyor musun gerçekten? Çift kişilikli misin?’’ Sesim istemsizce sert yükselmişti ama bu, gerildiğimden kaynaklanıyordu.

Kalın kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken gözlerinden anlamını bilmediğim bir parıltı geçiverdi. Tek kaşındaki yara büzüşüp tekrar eski haline döndü. ‘’Soruyorum, Yağmur.’’ dedi düz bir sesle, bastırarak.

Kuruyan alt dudağımı hızlıca yalayıp ıslattım. Ellerim kucağımın üstündeyken istemsizce iki yana doğru açıldı ve avuç çizgilerimi ona gösterdim, ‘’Yanıma geldin ve uyudun.’’ dedim düz bir sesle, ardından dudağımın kenarı istemsizce kıvrıldığında gözleri ellerimden dudağıma doğru kaydı. Suratı ifadesizliğini koruyordu. ‘’Fazla alıştın.’’ Bariz bir alay dudaklarımdan rahatça dökülmüştü.

Onun da sesi, alay koksa da suratı ifadesizliğini koruyordu. ‘’Yanından kovmadıysan halinden memnunsun demektir,’’ dedi istifini bozmadan. Kirpiklerimi hayretle kırpıştırarak suratına baktığımda İblis’in boğazından vahşi bir hırıltı koptu. Refleks olarak ona doğru döndüğümde kömür harelerini bir an olsun Asir’in suratından çekmediğini, dudaklarını öfkeyle büzdüğünü gördüm. Keskin bakışları her zamankinden daha sertti.

‘’Yanımdan kovmaya çalıştım,’’ dedim karşılık vererek, ‘’Gitmedin.’’

‘’Hım,’’ dedi boğazından bir mırıltı çıkartıp, ardından kristal bardağının içindeki sıvıya gelişigüzel ama kısa bir bakış attı. Sonra onu tekrar dudaklarına götürürken bu sefer gözleri, bardağın içine bakıyordu. Kirpikleri o kadar uzundu ki bardağın kenarına değecek sanmıştım. Tekrar dudaklarından çekip bardağı yana doğru indirdiğinde dudaklarından anlamını bilmediğim bir fısıltı çıktı; ne doğru düzgün duymuş ne de anlamıştım.

Gözlerini tekrar üstüme doğru diktiğinde alev alev yanmış harelerini nasıl bu kadar soğuk tutabildiğine şaşırdım. ‘’Yağmur bir dahakine kapını kilitle. İşe yarar mı emin değilim ama…’’ Verdiği tepkiye şaşırsam mı gülsem mi bilemediğim bir anda, tüm ciddiyetiyle devam etti. ‘’Bana ne olduğunu bilmiyorum, samimiyetle söylüyorum ki bu seni gördükten sonra oldu. Senin de bilmediğin bazı şeyler var,’’ Kaşlarını yukarı kaldırıp indirdikten sonra cümlesini tamamladı. ‘’Benim hakkımda.’’

‘’İçinde gerçek bir canavar var.’’ dedim kendimden emin bir sesle ama yine de cümlemi kurar kurmaz ve ortama yayıldığı andan itibaren sanki saatin akrep ve yelkovanı yavaş hareket etmeye başlamıştı. Asir keskin bakan gözlerini üstüme dikerken az öncekinden daha ciddi ve sert baktığı fikrine kapıldım, tıpkı saatlerdir gözlerini üstünden ayırmayan İblis’im gibi.

İçinde ne taşıyorsa ondan hoşlanmadığı barizdi.

‘’Senden bayağı farklı. Hatta konuştuğunuz dil bile, düşünceleriniz ve duygularınız…’’ dedim her şeye rağmen devam ederek. Derin bir nefes aldığında beyaz gömleği şişip hafifçe karın kaslarını belli etti, ardından tekrar aşağı doğru inerken omuzlarının gerildiğini gördüm. Çenesini kastığından şakağındaki damarlar hafifçe oynadı.

‘’Sadece sana gösterdiği kadarını bilebilirsin,’’ dedi net bir şekilde. Konuşmaya devam ederken suratı hafif buruşur gibi oldu, ‘’O yüzden rehavete kapılma. O gece onunla kısacık konuşmuş olsan da, onun veya benim hakkında hiçbir şey bilmiyorsun.’’ O geceden kastının, onu gördüğüm ilk gece olduğunu anlamıştım. Dün gece konuştuğumuzu bilmiyordu ve az sonra öğrendiğinde ne tepki vereceğini merak etmeye başlamıştım.

‘’Doğru,’’ dedim dürüst olarak, ‘’Merak ediyorum o yüzden.’’

İfadesizliğinin bir cam misali çatladığını fark ettim, ne kadar sürdüğünü bilmediğim dakikalar sonra ilk defa bakır rengi gözleri usulca aralanmıştı. Toparlanması uzun sürmese de bir süre konuşmayıp devam etmemi bekledi. Ben de aklıma gelen ilk soruyu sormak istedim, ‘’Kendisine Asir demiyor. Bir olduğunuzu düşünmüştüm ama onu söylediği an, aslında farklı olduğunuzu kavradım.’’

Adem elmasının oynadığını gördüm, yumuşak bir inişti. Net şekilde, ‘’Onun adı ne?’’

‘’Onunla konuştun yani,’’ dedi kalın bir sesle, kaşlarını alayla yukarı kaldırsa da ve kurduğu cümleden buram buram alay aksa da, hafiften öfkelendiğini ve ciddi olduğunu sesinden algılıyordum. ‘’Bunlar önemli detaylar Erkuran.’’

Onu tam olarak tanımıyordum, gerçekten benim hakkımda ne düşündüğünden hiçbir zaman emin olamazdım ama bildiğim bir şey vardı ki o da, şu onunla kaldığım birkaç haftada öğrendiğim tek gerçek, bana karşı gerçek öfkesini ya da ciddiyetini gösterirken beni soyadımla çağırıyor olmasıydı.

Onu şu an gerçekten öfkelendirmiş olabilirdim, fakat nedendir bilinmez onu ne kadar öfkelendirirsem öfkelendireyim kendini tutma ihtiyacı hissediyordu. Sadece bu davranışının bana karşı olduğunu; Mehir’in boynuna yapıştığı o gün düşünmeye başlamıştım. Merak giderek büyüyen anne karnı gibi zihnimin bir köşesinde pusu kuruyordu; zamanla büyüyor ve onu daha çok tanımak istememe sebep oluyordu.

Onu tanırsam, onu bir şekilde tanımaya başlarsam ona çekilmekten korkuyordum.

Dilime sarmaşık gibi dolanan harflerin zehri kalbime hücum etmeye başladı. Bir yalanın nefesi, kalbimde tekliyordu ve bunu anlamaması için içimden Tanrı’ya dualar ediyordum. ‘’Önemli şeylerden bahsetmedi,’’ dediğimde İblis’le ilk defa göz göze gelmiştik. Kömür karası harelerini usulca kapatıp araladı ve devam etmemi bekledi, o da ilk defa bu kadar ciddiydi ve hiç konuşmuyordu. ‘’Sadece ikidir Asir deyişim, onu kızdırdı ve kendisinin sen olmadığını söyledi.’’

Dilini yanağının iç kısmında oynatıp gözlerini kıstığında bir şeylerden şüphelendiğini fark ederek yumuşakça yutkundum. Surat ifadesinden hoşlanmamıştım, yanağının iç kısmında bir süre dilini oynatıp yanağını kabarttı. Ardından dilini o taraftan çekip basık bir ses tonuyla konuştu, ‘’Devam et,’’

‘’Sen devam et,’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Onun adı ne?’’

Kızıl gözlerini üstüme memnuniyetsizce dikip, ‘’Bilip ne yapacaksın, çok merak ediyorum?’’ dedi, iğneleyici bir sesle. İblis kaşlarını çatıp kafasını yana doğru eğerken, bakışlarını odanın karanlık bir köşesine saplamıştı. ‘’Yoksa…’’ dedi kendi kendine mırıldanıp. Bana doğru üstten bir bakış atıp kirpiklerini kıstı ve hiçbir şey demeden Asir’e tekrar baktı.

‘’Merak.’’ dedim tek omzumu silkip.

Kristal bardaktaki son sıvıyı da yudumlayıp onu ortamızda duran masaya koyduktan sonra tekrar arkaya yaslandı. Kaşlarını çatıp, ‘’Çoktan sana söyledim.’’ dedi stabil ciddiyetiyle. İblis başını sallayıp kadehine doğru bir bakış attı, ardından bir yudum alıp arkasına yaslandı ve derin bir nefesle, ‘’Erkan. Tanrı tarafından dökülen ilk kan.’’ dedi.

Gözlerim şaşkınlıkla aralanırken hem Asir hem de İblis tepkimi seyretti. Asir’in suratında en ufak mimik oynamazken, İblis’in sinir bozucu bir gülümsemeyle beni seyrettiğini gördüm. Dudağının kenarını kıvırmış başını umutsuzca iki yana sallamıştı. ‘’Bazı şeylere çok geç kalıyoruz, kızım.’’ dedi yüzündeki ifadeye göre, memnuniyetsiz yükselen sesiyle.

‘’Adam bize kendisi hakkında çok önceden spoiler verip duruyor.’’ dedi suratını buruşturarak, ona bakarken. ‘’Bizse çok geç fark ediyoruz.’’

Elim istemsizce ağzıma doğru yükselirken parmaklarımın soğukluğunu dudaklarımda yarım yamalak hissettim. ‘’Erkan mı?’’ dedim şaşkınlıktan titreyen sesimle, ona tuhaf tuhaf bakarken. Başını sallayıp sessizliğini sürdürdü. Elimi indirip ‘’Senin bir soyadın var mı ya?’’ dedim devam ederek, şaşkınlığım hala sürerken. ‘’Orada burada duyup sonra şaşırmayayım, diye soruyorum.’’

Neredeyse gülecekti, dudağının kenarı ilk defa kıpırdayıp suratındaki ciddiyeti süpürürken ‘’Herkes gibi,’’ dedi alayla, boğuk sesiyle. ‘’Karakurt. Gerçek adımla, Erkan Karakurt.’’

‘’Asir ne oluyor? Göbek adın mı?’’ dedim saçma konulara girdiğimizi fark etsem de sohbeti sürdürerek. Bu sefer boğuk ama kısa şekilde güldü, ‘’Halkın ve efsanelerin beni çağırma şekli, oluyor.’’ dedi; tekrar ciddiyete bürünmeden önce. ‘’Kafese sürülmeden önce Erkan’dım; kafese girdiğimde ve çıktıktan sonra Asir olarak kaldım.’’

‘’Kimse gerçek adını bilmiyor mu?’’ dedim sebebini anlamadığım bir üzüntüyle.

Tek omzunu silkti, ‘’Bilenler de var tabii…’’ dedi düşünürmüş gibi kısa süre odanın farklı bir köşesine bakarken. ‘’Naenia’da bu dönemde yaşayan çoğu insan, beni efsane olarak bilir. Bazıları hala benim kafeste olduğumu söylerken, bazıları çıktığımı biliyor. Yine de yüzümü hiç görmediklerinden ya da hatırlamadıklarından sorun olmuyor.’’

‘’Ya hatırlayanlar?’’

Bana baktı, kendisi hakkında bahsederken umursamaz görünüyordu. ‘’Onlar bir elin parmağını geçmez. Benimle aynı dönemde yaşayan insanlar ya da Kami gibi özel olan varlıklar. Yine de bir kısmı, gerçek adımı bilmez.’’

Anladığımı belirtircesine başımı sallarken, gözlerim istemsizce aşağı doğru kaydı. Ardından tekrar ona doğru baktım. Bakır rengi gözlerini üstümden ayırmıyordu. Bacak bacak üstüne attıktan sonra elini hafifçe ters çevirip, ‘’Başka soru?’’ dedi ilgisizce. İblis’e baktım, dudaklarında tuhaf bir gülümseme ev sahipliği yapıyordu. ‘’Adama bak, sanki idol röportajı yapıyoruz anasını satayım.’’

Konu sarpa sarpmış gibi görünse de aslında bir topacın kendi çapında dönmesi misali kısa sürede kendine geldi. ‘’Bunu hep yaşıyor musunuz?’’ dedim gözlerinin içine bakarken, yumuşak bir şekilde yutkunup anlamsız bakan gözlerindeki soru işaretlerini kaldırmak için devam ettim. ‘’Çoğunlukla o senin, sen onun yerine geçiyor musun? Her gece böyle anlar yaşıyor musun?’’

‘’Her gece değil.’’

‘’Belirli kriter var mı ortaya çıkmasından önce?’’

‘’Hayır,’’ dedi tekdüze, ‘’Kurtların en özgür olduğu zaman diliminde ortaya çıkıyor daha çok. Yine de bu her zaman olmuyor.’’

Gece. Dolunay vakti.

Asir daha önceleri dolunaydan etkilenmediğini söylese de belki de içten içe Erkan, dolunaydan etkileniyordu. Yazar tarafından uzun bir süre uykuya gömülen karakter gibi bir gün ortaya çıkma vaktini iple çekiyor ve o zamanı bekliyordu. Gece, yazarın kalemini ele aldığı ve onu yazdığı tek andı. Gündüzleri bastırılsa da, eninde sonunda bastırıldığı yerden çıkmayı başarıyordu.

‘’Neden… Ortaya çıkıyor?’’ dedim korkarak sorduğum soru, sanki bu anı bekliyormuş gibi ortamızdaki camdan masaya gürültüyle uzandı. Sessizlik etrafa örümcek ağı misali özenle sarılırken ona zaman tanıdım. Kaşlarını çattı ve bir süre konuşmadı. Kaşlarını çatmaya devam ettiği bir anda, ‘’Senden sonra olduğunu söyledim. Belki de cevap, sensindir.’’ dedi.

Kalbim yine kendisini göstermeye başlamıştı. Elimin titrediğini fark edip onları bacaklarımın arasına sıkıştırdım. Bu cevaptan ölesiye korkmuştum ve her zamanki gibi korktuğum şey, başıma gelmişti. Hayat hiç adil davranmıyordu bazen.

‘’Bu ne demek?’’

Derin bir nefes verdi, ‘’Emin değilim,’’ dedi yutkunurken. ‘’Yağmur, onu bastırmayı başarıyordum. Bir kapı düşün,’’ dedi ve bir süre cümlesine devam etmek için bekleyip suratıma baktı. ‘’O kapının ardında biri var ama benimle hiç konuşmuyor; hatta o kadar sessiz ki bir zaman öldüğünü düşünüyorum. Yine de her ihtimale karşı kapının anahtarı, bende.’’

Elini gergince yumruk haline getirdi ve bacak bacak üstüne attığından dolayı katladığı dizinin üstüne koydu. ‘’Seninle tanıştığım o günden sonra kapının arkasından sesler duymaya başladım. Tıkırtılar, hırıltılar, pençe sesleri… Sonra anahtar elimden kayboldu ve sanki senin eline geçti.’’ dedi sonlara doğru öfkelendiği bariz bir ses tonuyla, gözlerime dik dik bakarken.

İblis kaşlarını kaldırıp indirdi, ‘’Hım,’’ dedi imayla, ‘’Tanıdık geliyor.’’

‘’Beni neden yanına aldın o zaman?’’

‘’Emin olmak istedim.’’ dedi ikilemde kalmadan, ‘’Hem bana olan şeyden, hem de ondan.’’

Aklım daha fazla karışıyordu, o konuştukça hiç bitmek bilmeyen soru kümeleri zihnime yığılıyor; orada nefes almaya başlıyordu. Sordukça sorasım geliyordu, sorasım geldikçe onu tanıma isteği kamçılanıyor ve daha çok zihnimi kemirmeye başlıyordu.

‘’Bundan şüphelenmen için, beni tanıman gerekir. Ben seni ilk defa gördüm Asir. Hatta varlığını daha önce hiç duymadığım bir yerden geliyorum.’’ dediğimde anlayışla başını salladı. ‘’Farkındayım.’’ dedi kalın ve otoriter bir sesle, ‘’O yüzden emin değilim dedim. Yağmur, sen çok farklısın.’’ dedi sondaki cümleyi kurarken her kelimenin arasında bir soluk vererek.

Kaşlarım çatıldı. Kalbim tekliyor ve midem kasılıyordu ama kulaklarım hiç olmadığı kadar berraktı. İblis hala sessizliğini sürdürüyordu ve tıpkı benim gibi çatık kaşlarla onu seyrediyordu. Bazen kadehinden yudumluyor, bazen derin nefesler alıp veriyordu.

‘’Seni ilk gördüğümde hem bana tanıdık geliyordun hem de bir yabancıydın. Hala öyle.’’ dedi sohbet boyu ilk defa bana ılımlı ve yumuşak davranırken, kurduğu cümleler kalbimi yavaş yavaş ısıtıyordu. Kirpiklerimi kırpıştırıp ağır ağır nefes vermeye başladım. Halimden bihaber keskin kelimelerine ve ilahi söylüyor gibi yumuşak çıkan sesine devam etti.

‘’Senin hakkında hiçbir şey net değil.’’

‘’Karşılıklı.’’

Dudağının kenarı kıvrılır gibi oldu ama sabit kalmayı başardı. Bir süre gözlerimizin içine sessizce baktık. Bakışlarının yoğunluğu o kadar ağırdı ki ruhuma iyi gelmiyordu; cehennem ateşi gözlerini üstüme dikerken o kadar yoğun ve ağır bakmayı başarıyordu ki o zamanlar ne düşündüğünü merak ediyordum.

Gözlerimi kaçırıp tekrar gözlerine sabitlediğimde İblis bu andan bıkmış gibi konuştu. ‘’Toprak, arkadaş gibi ilişkilerin en basit kelimesini, seninle kendi arasına koymak istemiyor ama sorduğunda normalde cevaplamayacağı soruları tıkır tıkır sana söylüyor.’’ Kömür karası harelerini Asir’e saplarken düşünceli bir surat ifadesine sahipti. ‘’Ne yapmaya çalışıyor bu herif?’’

İblis’in bile aklını karıştırdıysa Asir gerçekten dengesiz bir adamdı. ‘’Asir,’’ dedim kendimden emin bir sesle. Kızıl hareleri bir an olsun üstümden ayrılmamıştı, bacak bacak üstüne attığı zaman üste kalan dizinin üstünde parmaklarıyla ritim tuttu. Konuşmaya başlamadan önce yutkundum. ‘’Onunla hiç konuşuyor musunuz? Senin bildiğin şeyleri o biliyor oluyor mu ya da tam tersi?’’

‘’Kazık soru.’’ dedi gözlerini kısıp aralarken, bu onu daha tehlikeli daha çekici göstermişti. ‘’Neden soruyorsun?’’

‘’Hiç,’’ dedim kısa şekilde, ‘’Bir şeyden emin olmak istiyorum.’’

Bir süre cevap vermeden bana bakmayı sürdürdü, ardından derin bir nefes verip konuşmaya başladı. ‘’Bir şeyden emin olmak istiyorsan dün bir şeyler yaşanmış olmalı. Ya da benden şüphelendiğin bir şey olmalı.’’ Kendinden emin duruşu karşısında dururken beni geriyordu.

Yutkundum, bakışları direkt av görmüş hayvan gibi aşağı doğru kaydı ve o tepkimeyi yakaladı. Alay dolu bakışlarını benim renkli gözlerime dikti. ‘’Kesinlikle.’’ dedi kendi kendine fısıldayarak.

‘’Ben bir şey söylemedim.’’ dedim kendimden emin bir şekilde. ‘’Kendi kendine sonuca varma.’’

Kaşlarını havalandırıp indirirken gülmekle ciddiyet arasında kaldı, ardından bakışlarını aşağı doğru bacaklarına indirdi. Dudaklarını birbirine bastırıp tekrar bana baktığında ciddi bir surat ifadesi vardı. Alayla, ‘’Bu iş nereye gidiyor?’’ dedi aniden, dümdüz bir suratla.

Öylesine, ‘’Sadece merak ettim ya,’’ dediğimde ‘’Hayır, bir şeyden emin olmak istediğin için sordun.’’ dedi kinayeli bir tavırla.

Sıkılmış gibi davranıp bir nefes bıraktım, baygın bakışlarıma alay dolu gözlerle karşılık vermekten çekinmiyordu. ‘’Tamam, dün senin odandayken bana bir şeyler söyledin hatırlıyor musun?’’

‘’Ne söyledim?’’

‘’İşte, senden bir şeyler sakladığımı ve sakladığım şeyin bana bela olacağını söyledin ya.’’

Kafasını salladı. ‘’O da bana dedi ki, dün gece,’’ dediğimde İblis’in gözleri irileşti ve bana tuhaf tuhaf bakmaya başladı. ‘’Hayır… Hayır ya…’’ dedi devam ederek. Yutkundum, ‘’Sakladığım şeyden haberdar olduğunu söyledi. Sen bilmiyorsan, o biliyorsa bunu sana söylemiş midir diye merak ettim.’’ dedim ve hemen ekledim. ‘’Sonuçta beni ilgilendiren bir konu, bir sır.’’

Elini kaldırıp yumuşak görünen saçlarının arasından geçirdi, kemikli parmaklarının orada dans edişini seyrettim. Ardından elini tekrar bacağının üstüne koyup parmaklarıyla ritim tuttuğunda, gözlerim hala dağılan saçlarında ve alnına düşen birkaç perçemindeydi. ‘’Hayır, söylemedi. Aslına bakarsan biz nadiren birbirimizle konuşuruz.’’ dedi ve gülümsedi. ‘’Erkuran, bunu söylemek egoistlik olarak algılanacak ama ben sandığından daha zeki biriyim.’’

Kaşlarımı çattım ve birden havaya yayılan boğucu atmosferi gördüm. Sessizlik şu an kullanacağım güzel bir savunmaydı.

Gözlerimin içine alayla bakıyordu, ‘’Onun bana bir şeyler söylemesi gerekmez, bir şeylerden emin olmam için.’’

Yutkundum ve ‘’Ne demeye çalışıyorsun?’’ dedim.

İkiletmeden devam etti, bakır rengine bulanmış hareleri üstümde alayla parlamaya devam etti. Sanki pençeleri arasına çoktan girmiştim ve benimle fare gibi oynuyordu. ‘’Şimdiye kadar seninle yaşarken, bir sürü tepkini inceledim. Seni daha doğru düzgün tanımıyorken ve bu evde tanımaya başladığımda...’’ dedi ve aklımı karıştıran cümlelerini ben onu dikkatle dinliyorken susarak anlamam için bana zaman tanıdı.

Bir süre yüzüne boş boş baktım ve İblis’in gergin halini anlamlandıramadım. ‘’Örneğin, ben bir kapıdan bahsetsem de, o kapı bir metafordu. Ama sen beni çok iyi anladın; normalde insanlar bunu söylediğimde anlamayı bırak anlamanın kıyısından bile geçemezlerdi. Zihinde kapı mı? Nasıl bir şey?’’ dedi sonlara doğru, insanların soracağı soruları tahmin eder gibi kendi kendine sorular sorarak.

‘’Eyvah,’’ dedi kafamdaki kişi, derin bir endişeyle.

Düşüncelerinin gittiği yönden korksam da, sakince, ‘’Zihinde bir kapı düşünmek, zor olmamalı.’’ dediğimde başını sallayıp devam etti. ‘’Ama hiç kimse, onunla konuşup konuşmadığımı bu kadar kolay tahmin edemezdi.’’ Gerildiğimi yavaş yavaş hissediyordum. Sırtımı dikleştirip istifimi bozmadan onu seyrettim.

İblis sıkıntıyla nefes verip kadehini yudumladı. ‘’Dikkat et,’’ dedi bana.

‘’Sadece bu değil tabii,’’ dedi Asir alayla. ‘’Kütüphaneye inen gizli kapının yeri,’’ dedi ve eliyle arkamı işaret ederken gözlerini üstümden ayırmadı. ‘’Aslında onu bilmiyordun ama birden ayakların yönünü değiştirdi ve kendini o tarafta buldun. Kütüphaneyi hissetmiş gibi.’’

Yutkundum ve suratına bakmayı sürdürdüm. ‘’Yani? Son anda fark etmiş olamaz mıyım?’’

İblis aniden olayı devraldı. ‘’Toprak, sakın bir şeyler çaktırma. Eğer benden emin olursa, ki şu an Erkan’dan değil Asir’den korkmalıyız, bu benim sonum olur. Bu senin de sonun olur.’’

Kalbim gergin havayı soludukça kasılıyordu ama İblis’in söyledikleriyle sakin kalmak zorundaydım. Yutkundum.

Asir, ‘’Sadece bu değil…’’ dedi tekrar, alayla. ‘’Sık sık kendi düşüncelerine dalıyorsun, ortamdan o kadar soyutlanıyorsun ki çoğu zaman sana söylediklerimi duymuyorsun bile. Bana baktığında çaktırmıyorum ve konuya yeni başlamışım gibi davranıyorum ama hiç bana, ‘’Bunu tekrarladın,’’ demiyorsun.’’ dedi ve ağzımı aralayacakken yüzündeki o tehlikeli sırıtışla devam etti. ‘’Ama sana çoktan söylediğim fakat duymadığın konuları bana karşı kullanıyorsun ve o konu, tekrar gündem oluyor.’’

İblis kadehi dairesel hareketlerle döndürürken, keskin bakışlarını Asir’in üstüne kilitlemişti. Gergin olmamaya gayret ederek, ‘’Ee? Ya düşüncelere daldığımı düşünüyorsan ama aslında seni dinliyorsam?’’

Başını iki yana sallarken boynundaki kemik hareket etti. ‘’Hayır,’’ dedi, kendinden emin bir şekilde. ‘’Öyle bir şey olduğunda insanlar çabuk tepki verir. Sen dakikalar sonra tepki veriyorsun, bu insanın düşüncelerine dalış süresini bile aşan bir süre. Ve o dakikalar boyunca konudan konuya atladığım süreci, sanki o an yaşanıyormuş gibi bana söylüyorsun.’’

Yutkundum ama gülümseyerek devam etti, gülümsemesi beni o kadar irrite ediyordu ki şu an ondan korkmaya başlamıştım. ‘’Sadece bu değil tabii…’’ dedi ve işaret parmağını kaldırıp tırnağının ucuyla kirli sakalının üstünü kaşır gibi yaptı.

Ardından elini yanına doğru indirip tehlikeyle parlayan gözlerini üstüme dikti. ‘’Kendi kendine gülüyor, kendi kendine hüzünleniyorsun. Boşluk’un söylediklerini normal biri algılayamazken, hatta yeri geldi mi ben bile ondan detay isterken, sen hiçbir şekilde bilmediğin bir yeri ilk defa duyduğunda direkt mantık çıkartabildin. Anlamsız bir şiirden.’’

Kaşlarını havalandırıp tebessüm ederken, ‘’Tasdiklenip onaylandı, Boşluk tarafından.’’ dedi, hınzır bir şekilde. İblis kaşlarını havaya kaldırıp indirdi. Tekrar gergin bir şekilde yutkundum ve suratımı ifadesiz tutmaya çalıştım. Kaşlarını alayla çatıp devam etti, ‘’E tabii, bu benim senin hakkında bazı şeyleri düşünmemi sağlayan dönüm noktası.’’ Ve ekledi, ‘’Sadece bu değil…’’

Hırslı bir panikle, ‘’Daha da mı var lan?’’ dedi İblis.

Asir’in bakışları kısılarak karanlık bir hal aldı. Kirpikleri arasından bana öyle kasvet dolu bakıyordu ki gergin bir paniğin ruhumu kıskacı altına almasını engelleyemedim. ‘’Ayakların ilk defa buraya gelen birine göre, nereye gideceğini iyi biliyor. Hisleri kuvvetli olan biri bile burayı senin kadar iyi bir şekilde gezemez. Tepkilerini o kadar iyi ayarlıyorsun ki, bazı durumlarda bazı olaylara gerektiği gibi tepki veriyorsun ve altını çiziyorum, buraya fazla yabancı biri olarak.’’

Gözlerimi bile kırpmadan, soğuk duran suratına bakarak, ‘’İnsanlar soğukkanlı olduğumu söylerler.’’ dedim istifimi bozmadan. ‘’Kaybolmak da benim için sorun değil, korkmuyorum öyle şeylerden.’’

Kaşlarını havaya kaldırdıkça kaldırdı ve alnında satır çizgileri belirdi. Suratından alay akıyordu. ‘’Ama sen benden de korkmuyorsun.’’ Yutkundum ve kalbim gürültüyle çarparken kafamı iki yana salladım. ‘’Korkmamı gerektirecek bir şey yok. Sana hatam olmadı.’’

‘’Bana hatan olman gerekmez,’’ dedi net şekilde, bu sefer gülmüyor tüm ciddiyetiyle bana bakıyordu. Ellerimi bacaklarımın üstüne koyarak birbirine geçirdim, parmaklarım birbirini ovuşturuyordu. Gözleriyle tepkilerimi inceliyordu. ‘’İnsanlar Erkan’ı gördüğünde korkarlar, çünkü onun ne yapacağını kestiremezler. İnsanlar onunla konuşmazlar, konuştuklarında da Erkan’ı anlamazlar çünkü o Eski M’rice konuşur. Her zaman.’’

İblis elini alnına sertçe geçirdi. Etin ete çarpma sesi odada yankılanıp kayboldu. ‘’Ve biz… benim sayemde…’’ dedi mekanik sesiyle. ‘’Onu anladık.’’ Ardından sert bakışlarını üstüme dikerek, ‘’Sen de bunu az önce, kendi kendine söyledin.’’ İçimden gözlerimi sıkıntıyla kapatıp açtığımda bile dışarıdan suratımda hiçbir ifade yoktu. Yani, öyle düşünüyordum.

Asir suratımda nasıl bir ifade oluştu bilmiyorum ama yutkundu ve gözlerini üstümden bir an olsun ayırmazken, ‘’Erkan’layken sadece hisler vardır, Erkuran.’’ dedi kalın, boğuklaşan sesiyle. Ben herhangi bir şekilde cevap ya da tepki vermezken devam etti.

‘’Erkan’dan emin olduklarında bile topuklarını kıçlarına vura vura kaçan insanlar gördüm. Sen onunla iki gece geçirdin ama bu evden kaçmayı düşünmedin bile. Benim öfkemi gördün, yapabileceklerimi gördün; benden kaçmak yerine benimle sohbet ettin ve bana insanların benimle karşılaştıkları an uçtuğunu gördüğüm şeyle geldin; mantıkla.’’

Yutkundum ve tekrar yutkundum, avuç içlerimin içinde binlerce karınca yürüyor gibi bir telaş hissediyordum. ‘’Ne diyorsun yani? Senden korkmam daha mı iyi?’’

‘’Hayır,’’ dedi boğuk sesiyle, kaşlarını çatarak. ‘’Hatta halimden tuhaf bir şekilde memnunum. Seni korkutmak istemiyorum bile. Tüm insanlara karşı hissettiğimin aksine. Fakat bunun için çabalamam bile gerekmiyor.’’

Sessizliğimi kullanmanın en iyi yol olduğunu düşündüm. Gözlerinin içine ilk defa bu kadar korkusuzca baktım, yolun sonunu gören biri gibi. Aldırmadan devam ediyordu. ‘’Mephisto’yla konuştuğunda garip bir şey hissettin, değil mi? Bir baş ağrısı.’’

Beni manipüle etmeye çalıştığını o an anladım. Konudan konuya atlıyor ama öyle on ikiden vuruyordu ki bir şeyler düşünmeye başlıyordum. Gerginliğimi hissediyor, panik halimi kullanarak üstüme üstüme geliyordu.

Ona doğru yavaş yavaş yaklaşan bir duvarın arasında sıkışacak olan ruhum, duvarın kendisine yaklaştığını gördüğünde olduğu gibi ne yapacağını bilemez halde öylece duruyordu. O anda da beni yakalamaya çalışıyordu. Şimdi bile zihnim, bu durumun manipüle olduğunu bile bile o anı hatırlamaya çalışıyordu. Anı, duvarlarımın etrafına çarpa çarpa yol kat etti.

İblis’le bakıştık ama bana bakışı her şeyden daha sert ve keskindi. ‘’O gün, bir şeyden emin olmak istedim ve zihnine girmeye çalıştım ama giremedim. Bu, birinde ilk defa oldu.’’ dediğinde gözlerim kocaman aralandı. ‘’Ne!’’ dediğimde sadece ben gürlememiştim, İblis de zihnimde gürlemişti.

Asir bağırtımdan gram etkilenmeyerek rahat rahat, ‘’Korkma,’’ dedi sakince, ‘’Giremedim dedim ya. Tuhaf geldi, fakat sadece zihnine giremeyişim değil; zihnine girmeye çalıştığımda bundan hiç etkilenmedin bile. Sanki zihnin başka biri tarafından yönetiliyor gibi…’’ dediğinde nefesim kesildi ve kendi sözünü kendisi kesti.

Ona nasıl baktım bilmiyorum ama aniden sırıttı. Bu ondan daha da korkmama neden oldu.

Bu hali korkunçtu. Birden sırıttı, bembeyaz dişlerinin hepsi ortaya çıkana kadar sırıttıkça sırıttı ve o an anladım. Tüm sohbet boyunca aslında nabzımı ölçtüğünü ve her şeye verecek bir kulp bulup bulmayacağımı ölçmüştü. Bir reaksiyon vereceğim anı beklercesine her yönden, her şekilde random konuşmuştu ve ben şu an bir tepki vermiştim.

Suratının aldığı tepki, hiç hoşuma gitmemişti.

Korku dehşeti beraberinde getirdi ve kirpiklerimi birbirine çarparak; kalbimdeki ağır bir yükle ona bakmayı sürdürdüm. İblis çoktan Tatarus’una kavuşmuş gibi arkasına yaslanmış göğe bakıyordu. Tamamen bizden kopmuştu.

‘’Biri tarafından yönetiliyor gibi.’’ dedi Erkan konuştuğunu sandığım bir aurayla, sırıtmaya devam ederken. Kendi kendine boğuk sesiyle fısıldayarak devam etti, sesindeki tını soruyu sorarken keskin çıkmıştı. ‘’Nerede?’’

‘’Neyden bahsettiğini bilmiyorum.’’ dedim ama boğazım korkudan kasılıp kuruduğundan sesim çatlak ve kırılgan çıkmıştı.

Kaşlarını çattı ve bana, bana inanmadığını belli eden bir şekilde gözlerini kısarak baktı. Çekici suratında parlayan o tehlikeli aura, beni ölüme sürükleyen tek şeydi. Kalbim göğsümün tam ortasında gürültüyle raks etmeye başlarken, halime aldırmadan üstüme gelmeye devam etti.

Bakır rengine bulanmış gözleri alayla parıldamaya devam ederken, ‘’Burada mı,’’ dedi iki elinin işaret parmağını da havada büyük bir daire çiziyormuşçasına çevremizde gezdirerek. Boğuk ve farklı bir tınıda çıkan ses tonu, hem alay hem de kontrollü yükseliyordu. İblis’in göğe bakan bakışları, aniden aşağı doğru kayıp onun hal ve hareketlerini takip etti. Asla sesini çıkartmıyordu.

‘’Yoksa,’’ dedi Asir tehlikeyle sırıtarak, işaret parmağını şakağına doğru usulca götürürken. Korku dolu bakışlarım elini takip ederek yukarı doğru tırmandı ve onun parmağını şakağına bastırışında son buldu. Gözlerini kısarak, ‘’Burada mı?’’ dedi kaotik bir alayla, boğuk yükselen garip bir sesle.

İblis gözlerini usulca kapattı. ‘’Tatarus aşkına…’’ dedi mırıldanarak, kaba bir sesle. Gözlerini aralayarak keskin bir şekilde Asir’e baktıktan sonra sırtını dikleştirdi ve kadehinden yudum aldı. Mekanik ve pürüzlü sesiyle, ‘’Ben devralacağım.’’ dedi. ‘’Söylediklerimi tekrar et.’’

Kadehinden tekrar yudumlayıp tehlikeli bakışlarını, onun üstüne dikerken konuştu. Uyum sağlamam hiç zor olmadı. ‘’Kendinden emin görünüyorsun,’’ dedim tıpkı İblis gibi onu küçümsercesine seyrederek.

Kaşlarını yukarı kaldırıp dudaklarında ölümcül bir tebessüm kondurmaya devam etti. Elini şakağından indirerek yanına koyarken hareketleri kendinden emindi. ‘’Teorilerin takdire şayan ve,’’ İblis ellerini alay edercesine birbirine çarparken ben de aynısını istemsizce yaptım. ‘’Senaryon sebebiyle zeki olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.’’

‘’Ama senin de bildiğin üzere, bende herhangi bir parıldayışın olmadığı gibi,’’ dedim İblis gibi söylediklerimin üstüne basa basa. Gözlerimin derinlerinde yatan parıltının gerçek sebebi korkuydu ama korku bile Asir’in gözlerine baktığımda özgüvenle yansıyordu. ‘’İma ettiğin böyle bir gücü elde edecek gücüm de yok.’’

Asir’in bakışlarındaki tehlikeli parıltı bir an olsun sönmüyordu ama suratındaki alay ve kendinden emin duruşu sarsılıyordu. Aklı karışmış birinin bakışlarını taşırcasına suratıma gözlerini kısarak baktı. ‘’Buna ne diyeceksin?’’ dedim kendimden emin bir sesle.

‘’Kami bile senin özünün kendisini sakladığı ihtimalini düşünüyor. Gücün içinde saklanıyor ve bu şekilde kendisini belli ediyor olamaz mı?’’

İblis yutkundu, paniğin dişleri kalbimin etten duvarlarına geçti ama İblis konuştuğunda sakinleşmeye çalıştım. Onun özgüvenini taklit ediyordum. Tamamen kusursuz bir şekilde. ‘’Tabii ki olabilir,’’ dediğimizde Asir’in tek kaşı kalktı ve kemikli suratında ondan başka herhangi bir mimik oynamadı. ‘’Fakat bu ihtimali gözden geçireceğim tek bir anım bile olmadı. Böyle bir gücüm olsa, sence senin söylediklerinle mi sınırlı kalırdı?’’

‘’Tabii ki kalmazdı…’’ diyen Asir’in aklı karışmış görünüyordu. Bu bir oyun da olabilirdi ve İblis de bu ihtimali düşünüyor olmalıydı ki tıpkı onun bana yaptığı gibi kökten halletmeye çalışarak üstüne gitti. ‘’Eğer böyle bir ihtimal varsa ve sen haklıysan diyelim, o güç çevremde ya da zihnimde olsa,’’ dedik ve bir süre düşündü; ben de susarak ona zaman tanıdım.

Asir’in kalın kaşları çatıldı ve beni baştan aşağı süzdü. İblis tekrar derin bir nefes verdikten sonra konuşurken çenesini de meydan okurcasına havaya kaldırıp ona tepeden baktı. Benim de hareketlerim onun tıpkısı oldu. Bir aynaya bakıyor gibi. ‘’O güç sence yerinde durur mu? Senin gibi biri, o gücü çevrede ya da üstümde hissetmez mi? Eğer öyle bir ihtimal olsaydı ve onun tarafından yönetiliyor olsaydım, ben onu ne kadar kontrol edebilirdim?’’

Bu sorular bana da soruluyor gibi İblis, kömür karası harelerini üstüme doğru çevirdi. Göğsümün tam ortasına alev düşmüş ve her tarafı yakmaya başlıyormuş gibi bir yangınla onun gözlerine bakarken, bir duygu silsilesinin gölgeleri arasından suratına çarptığını ve o gölgeler içinde kaybolduğunu gördüm. O an ne düşünmüştü? Ne hissetmişti?

Kadehinden yudumladı. Asir konuşmazken ve ortama yayılan sessizlik zamanın kanatları altında büyüyerek ağırlaşırken; bazı şeyleri düşünmek için sessizliğimi korudum. Bazı zamanlar İblis’le bir ayna gibiydik; onun bana bakışlarında kendimi, kendi gözlerimi onunkilerde gördüğümde onu görebiliyordum.

Yine de bazı zamanlar bir ayna bile insana yalanlar söylerdi. Görünen akis, bir sanrının bedenine bürünür ve hayal ettiğimiz kişinin varlığına dönüşürdü; ruhumuz o gerçeği bilirdi ama kendini kandırırdı ve aynaya baktığımızda sanrıya bürünen bedenin gerçekleşmesini dilerdik. O gerçeğin, ruhumuza bir elbise gibi dikilmesini isterdik.

Aynalar gerçek ruhu gösteren cansızlardı.

Bazılarımızın saklayacak sırları illa ki vardı; sırlar ortaya dökülmediği müddetçe sır elindeki kemikten saplı küreği gerçeğin üstüne toprak atarken kullanır, yardakçısı da şeffaf elbiseli yalan olurdu. Sinsi bir yılanı andıran yalanın tek bir dokunuşu, upuzun süren ve bilinmeyen gelecekte ya da birkaç dakika kadar kısa süren geleceğin içerisinde insanın hayatını kâbusa çevirecek bir dönüm noktası olurdu.

Şu an kimse bu apaçık gerçeğin aramızda dolanmasını istememiş ve hepimiz aramızda dolaşmakta olan, elbisesi alay kokan yalanın arkasında bıraktığı ayak izlerini donuk gözlerle izlemeye devam etmişti.

Uzun gelen bir aradan sonra, ‘’Duygular…’’ dedi Asir, gözlerini baştan aşağı üstümde gezdirerek. İblis kirpiklerini usulca kırpıştırdı ve temkinli bakışlarını üstüne dikti. ‘’Bazı durumlarda kontrol edilemiyorlar ve o durumlarda, ben onların kokusunu alabiliyorum Erkuran.’’

Bu sefer İblis konuşmadı. Gülümsedim, istifimi bile bozmadan ‘’O zaman bu sohbetten eğlendiğimin kokusunu da alıyorsundur.’’ dedim. ‘’Zekandan etkilendim ama bu kadar…’’

Alaylı tavrıma aldırmadı. ‘’Hayır, panik kokusu alıyorum.’’ diye karşılık verdi, ciddiyetle. ‘’Madem sadece teoriden ibaret, neden bu kadar panikliyorsun?’’

İblis devraldı, onunla beraber konuştuk. ‘’Çünkü üstüme geldiğini sezdim. Bazı şeylerden emin olmak istercesine, üstüme oynayışın ve beni manipüle etmek isteyişin beni hem kızdırdı hem de panikletti.’’

Asir kaşlarını havalandırırken çenesini de aynı oranda havalandırdı. ‘’Demek öyle,’’ dedi kendi kendine mırıldanarak. ‘’O zaman neden zihnine giremedim? Neden Erkan’ın söylediklerini anlıyorsun?’’

İblis burnundan soludu ama öfkeli değil, kendi düşüncelerini toparlamak için bir rahatlama seansıydı bu. Kadehini döndürürken bir şeyler düşünüyordu ama bu sefer devreye ben girerek ona zaman kazandırdım. ‘’İlk sorunun cevabını veremem çünkü bunu ancak sen bilebilirsin.’’ dediğimde, ‘’Erkan’ın söylediklerini biliyor olmam da Nilüfer’in bana öğrettiği dil ile alakalı.’’ diye devam ettim.

Asir tek kaşını kaldırıp bana baktı. Tek omzumu silktim. ‘’Ben M’rice biliyorum az çok. Eski M’rice’la bazı kelimeler benzer.’’

İblis ise devreye girdi, mekanik bir sesle, ‘’Erkan’la konuşmuyor ama…’’ dedi ve kaşlarını kaldırarak Asir’e keskin bir bakış attı. ‘’Onun ne duyduğunu biliyor öyle mi?’’

İstemsizce zihnimdeki kişinin söyledikleri dilime kadar vardı ve benden bağımsız şekilde koptu. Asir’in bakışlarındaki duygunun değişimine şahit oldum. Daha karanlık ve daha tehlike kokan bir auraya sahip oldular. Gözlerinin derinlerindeki kuyuda yatan ölü insanların çıplak bedenlerine baktım, gözleri bundan dolayı donuk bakıyor olmalıydı.

‘’Beni mi sınıyorsun şimdi?’’ dedi korkunç bir sesle.

‘’İstifini bile bozma,’’ dedi İblis bana. ‘’Sıkışıyor.’’

Tek omzumu silkip gülümsedim. ‘’Hayır. Sadece senin bana yaptığının aynısını sana yapıyorum.’’ Asir’in yutkunduğunu gördüm ama bu gerginlikten mi emin değildim; sadece bir yutkunmaydı. Adem elması pürüzsüz boynunda inip yukarı çıkarken, sanki giydiği beyaz tişörtü onun ten rengini daha çok parıldattı. İstifini bozmadan başını sola doğru yatırdığında, ben de aynı şekilde karşılık verdim.

‘’O zaman ne sırrından bahsediyorsun?’’ dedi kaba olmayan kalın sesiyle. İblis’le bakıştık, kaşları aniden çatıldı ve alt dudağını gergince dişledi. Konunun rotasını aniden değiştirmişti ama güzel değiştirmişti çünkü bir adım geri gitsem, bu sefer sıkışmayacağını biliyordum. Şimdi aynı soruyu tekrar sorsam, bana uyduracağı bir yalan ya da bahane üreteceğini biliyordum. O yüzden tüm oklar yine üstümde toplanmıştı, kusursuz bir şekilde.

‘’Adı üstünde sır.’’ dedim bastıra bastıra. ‘’Şimdi sırrımı sana söylesem ve bu konuyu konuşsak ona sır diyebilir miyiz?’’ Ağzını araladı ama ben ondan önce davranıp ağzını kapattım. ‘’Senin de sırların var, içindeki karanlık tarafla alakalı. Ben sana onunla ilgili fazla soru sormuyorsam, sırrına saygı duyduğum için. Aynısını senden de bekliyorum.’’

Dudaklarını birbirine bastırdı ve karanlık bir auranın hakim olduğu bakır harelerini üstüme bayık bir şekilde dikti. Kaşlarının uçlarını hafifçe yukarı kaldırıp başını sallarken hala dudakları birbirine basılıydı. İblis’i de kendimi de daha fazla yormamak adına ayağa rahatça kalkarken, ‘’Şimdilik bu kadar olsun,’’ dedim. Ardından alayla tebessüm ederek, ‘’Kapımı kilitlemeye gidiyorum.’’ dediğimde yüzünde bir mimik oynamadı ama dudaklarından sanki bir kıpırtı geçti.

Kurtulmuştum. Bir canavarla sohbet ettiğimi varsayarsak, az kalsın kan kaybediyordum. Başarılı olmuştum!

Sırtımı ona doğru döndüğümde ve merdivenlere doğru ilerlediğimde kapının aralanmasını duydum. Mehir uzun boyuyla içeri girerken bir bana bir arkamızda duran Asir’e soğuk bir bakış atıp salona doğru ilerledi. Kavga etmemelerini umarak merdivenleri tırmanmaya başladım. Mehir bizi dinlemiş miydi acaba?

İblis’in de aklına takılmış olmalıydı ki kurt kadar keskin duran bakışlarını Mehir’e doğru dikti; omzunun üstünden hala ona doğru bakıyor ve boyun kemiğini gözlerimin önüne seriyordu. Ardından merdivenleri tırmanmayı bitirip rahatsız görünen pütürlü halıda ilerlemeye başladığımda önüne döndü ve kadehinden yudumladı. Hala gerginliğini soluyabiliyordum.

Benim de kalbim gürültüyle atıyordu ama eskisi kadar sık değildi. Kapısı açık olan odama giriş yaptığımda yatağımın üstünde kıvrılarak uyuyan Reha’yı gördüm ve kapıyı arkamdan kapatarak, gözlerimi ondan ayırmadan üstüne doğru yürüdüm. Hava çoktan kararmıştı, uyumak istiyordum. Ruhen o kadar yorulmuştum ki deliksiz bir uyku çekeceğimden emindim.

Yorganın üstünde uyuklayan hayvanımı kucağıma alarak yorganı araladım ve içeri girdim. Üstümü değiştirmeye bile mecalim yoktu. Onu koynuma ve kollarım arasına alarak sıcak yumuşaklığını hissederken gözlerimi kapattım ve yorganı üstüme çektim. Karanlık beni, bir çift kömür karası hareler eşliğinde kendine doğru çekti.

Karanlıkta enseme yapışmış ölümün soğuk nefesiyle öylece ilerledim. Yorgun hissediyordum, karanlık beni iyice çepeçevre sarmışken yolumu bulamayacağımı zanneden umudum kayanın altında sarkan yosun gibi yüz tutmuştu. Kaybolmuştum ve Naenia’ya neden lanetli dediklerini anlamıştım. Karanlık her zamanki gibi benimleydi.

Karanlık bir zamanlar annemin karnında uzandığım rahim yatağındaydı. Geleceğe attığım adım izlerinde saklıydı. Bir çukurdaymışım ve bir daha asla aydınlığa çıkamayacakmışım gibi hissederken uzaklardan kulaklarıma aşınan, bir süre boşlukta asılı kalarak sallanan ince bir melodi etrafı sardı.

Boş gözlerle çevreye bakıyordum, üstümde Naenia’ya gelmeden önceki kıyafetlerim vardı. Bir bordo kazak, bir de siyah kot pantolonum… Uzun ve dalgalı saçlarım topluydu. Uzayın boşluğunda gibi havada dururken; her taraf karanlık olduğundan nerede yürüdüğümden bile emin olamadığım zihnimde bir ışık arıyordum.

Uzaklardan usulca yaklaşarak netleşen, kulağımı arşınlayan müziğin iç gıdıklayan tınısını kavrayabilecek kadar zihnim berraktı. Benim zihnimin koridorları değildi, ayak bastığım yerler. Labirentimi gözlerim kapalı, zihnim bulanık olsa bile tanıyacağım kadar iyi biliyordum.

Şarkı, adım adım ilerleyip görünmeyen duvarlara çarpa çarpa dalgalanarak arkamdan geliyor, kulağıma yaklaşıyordu. Melodi beni sakin bir dansa davet ediyordu, birisi bana dans etmemi söylüyordu. Göklerden gelen naif bir ses şarkıyı bastırdı, sanki birisi benimle konuşmaya çalışıyordu.

Kaşlarımı çattım ve beynimin bir kısmını inceden kötürüm hale getiren ilahi bir sesle tanıştım. ‘’Kuzgusi Kuesta maimi mu’an waerit! (Kuzgunlar Kraliçe’si bir an önce uyanmalı!)’’

Fısıltılar arttıkça arttı ve arkamdan gelen melodinin arasına karışarak bir ilahiye dönüştü. Acıklı bir feryat, annenin bağrından kopuyormuşçasına gökte yankılanırken yüreğimden bir parça koptu sanki. ‘’Kuzgusi Kuesta!’’ dedi bir çocuk, ağlamaklı bir sesle. ‘’Waeras! Si moare wis… (Uyan! Bizi sen…)’’ Fısıltıların arasına karışıp zamanda kaybolan çocuğun sesi boğazımı düğümledi.

Kaşlarımı çattım. İçimde büyüyen yangının sebebi neydi?

Uzaklarda, sahnede tüm oyuncuların içinde parıldayan birinin üstüne verilen ışık gibi aniden gürültülü bir sesle aydınlanan beyaz ışığı fark ettim. Aniden gelen bir heyecanla bacaklarım hızlıca hareket etti ve koşmaya başladım. Karanlıkta, bir çukurda ne kadar hızlı koşabilirsem o kadar koştum ve kapanmakta olan ışığı yakalamaya çalıştım. Arkamda, gökte ve ayak bastığım zeminde yankılanan sesleri; acıları, fısıltıları geride bırakma umuduyla koştum.

Işığa yaklaştığımda ve ışık, beyaz tenimi daha da aydınlattığında renkli gözlerim kısıldı. Elimi kaldırıp acıyan ve kamaşan gözlerime siper ederek ışığa yaklaştığımda, aslında o ışığın spot bir ışık olduğunu fark ettim. Müziğin arasında dönüp dolaşan ses kaybolmuştu ama müzik hala benimleydi hatta onu daha net duymaya başladım.

Işığın olduğu tarafa geçer geçmez toprak altımdan zaman gibi kayıp geçti. O kadar dolu hissediyordum ki boşluğa düşerken bile gözlerim kapalı, kulaklarım müziğin çağırdığı ölümcül davetteydi. Bir el usulca, bir bebeği okşarmış gibi bir merhametle belimi kavradığında bir gözümde cennetin derin sularını, diğer gözümde cehennemin dipsiz lavlarını taşıdığım gözlerimi aralayıp karşımda duran bedene baktım.

Her tarafın az önce düştüğüm yerden daha farklı olduğunu gördüm. Her taraf aydınlıktı. Yalanlarla süslenmiş bir aynanın tam içindeydim sanki. Bu sefer zemin, gök birleşmiş ve sanki deliler hastanesinin özel bir odasına kilitlenmiş hasta gibi bir yere kapatıldığımı hissettirecek kadar beyazlar içindeydim.

Görüş alanımdaki beden, güçlü ve geniş duruyordu. Arkada kim veya ne varsa önümü kapatıyordu. Suratına bakamıyordum çünkü onunla ilgilenmiyordum, sadece belime sarılı duran güçlü, kemikli elleri zihnimi kurcalıyordu. Beyaz bir gömlek, üstüne taktığı siyah uzun kravatla normal bir takım elbise giymişti. Ceketi neredeydi bilmiyordum ama karşımdaki kişi onu çıkarmışa benziyordu ya da hiç giymemişti.

Kafamı kaldıramıyordum, beni tutan kişiyi göremiyordum ama bedeni bedenime güven aşılıyordu. Nefesi saçlarımın tepesini okşuyor, saç tellerimden zihnime akıyor; labirentimin bilmediğim odalarımla tanışmamı sağlıyordu. Bilinmeyen odaların kapısı benim için aralanıyordu.

Kalbi, kalbimin üstünde adeta dans ediyordu ve hızı benimkiyle şaşırtıcı derecede aynıydı.

Çevremi inceleme hissimi bastıramadım. Geniş, beyaz ve hoş bir şekilde parlayan altın sarısı renklerinin karışımına dönüşen etrafın tam ortasındaydık. Kaşlarım istemsizce çatılsa da dudaklarımda kendimde görmediğim çok güzel bir gülümseme vardı.

Hislerimse o gülümsememe yabancıydı.

Ortam bir düğün salonunu çağrıştırıyordu. Masalar bembeyaz bir örtünün etkisi altındaydı ve geniş salona insanları rahatsız etmeyecek şekilde dağıtılmıştı. Masaların üstünde altın renginde parıltılı şamdanlar bulunuyordu, şamdanların ucu zehir yeşili bir alevle parlıyordu. Yaşayan kim varsa sanki düğün salonunda toplanmıştı. Çocuklar, yaşlılar ve gençler… Herkes buradaydı ve hepsi dans ediyordu.

Kimseyi tanımıyordum ama herkesin yüzünde çok gururlu, çok umutlu, çok sevinçli bir gülümseme vardı. Aniden kendime baktım, kollarımın iki yanından sarkan düşük kollu beyaz bir elbise giymiştim. Elbisenin uzun eteği beyaz zeminde gizleniyordu. Beyaz elbisenin göğüs tarafı kalp şeklinde ince bir tülden yapılmıştı ve kabarık göğüslerimi kapatamıyordu.

Siyah saçlarım dalgalı şekilde belimden sarkıyordu ve dalgalı saç tellerimin arasına sarılmış beyaz, zarif ve minik çiçekler tarzıma hoş bir hava katmıştı. Güzeldim, zariftim. Yanaklarımın utançtan yandığını hissettim ama içimde yükselen heyecan duygusu her şeyi bastırıyordu. Neden heyecanlıydım? Neden tanımadığım biriyle dans ediyordum?

‘’Ne zaman bana bakacaksın, güzelim?’’ Ses muzip bir tınıyla doluydu. Kafamı kaldırıp ona baktığımda suratımı şok dalgası sardı. Keskin ve ölümcül güzelliği olan suratı sinekkaydı tıraşı yüzünden daha fazla ön plana çıkmıştı, biçimli çenesinin üstünde yatan pembe dudakları hoş bir tebessümle kıvrılmış, bu gülümseyiş ateşin küçük parçasını taşıyan gözlerine yansımıştı.

Bakır rengi hareleri karanlık bir arzudan dolayı koyulaşarak kısılmıştı. Aniden sırıttığında beyaz, sivri dişleri ön plana çıktı ama ilk defa ondan korkmadım. Hatta sırıtışı kalbime güven aşıladı, ortamdaki heyecanın üstüne tatlı bir çarpıntı yaydı ve beni bir an için ortamdan soyutladı.

Tavanın dört bir yanını sarmış beyaz spot ışıklarının altındayken lavın içine konulmuş yıldızlar kadar parlak görünen gözleriyle sımsıcak bana bakarken, ‘’Na kareas, le’a morta. (Çok güzelsin.)’’ dedi, kalın ve erkeksi sesiyle. Beni kendi vücuduna bastırarak dans eden kişi Erkan’dan başkası değildi.

İkinci bir şok dalgası daha zihnime hücum ederken olayı ancak idrak edebildim. Şoktan aralanan gözlerim çevrede gelin ve damadı aradı ama bulamadı. Çünkü onlar bizdik.

 

Buraya kadar okuduğunuz için çok teşekkür ederim.

Bölüm sonuyla alakalı düşüncelerinizi, tüm bölümle alakalı olan düşüncelerinizi belirtmeyi ve oy vermeyi unutmayın!

Sizleri seviyorum.

Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%