@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Görüşmeyeli nasılsın? Umarım bölümü yazdığımda olduğu gibi sen de keyifle ve eğlenerek okursun. Bu bölüm biraz beni zorladı. O yüzden emeğimin karşılığını vermeyi unutma! Bölüme başlamadan önce oy vermenden ve paragraf arası yorumlarınla gözümü gönlümü açmandan bahsediyorum. Teşekkürler! Keyifli okumalar! 13. BÖLÜM: HAYALLERİN DOKUNDUĞU YER
Şeytan zihnimde yuva kuruyordu; şeytan kalbimi okşuyor, bir şeytan bana geleceği ve geçmişi kirli, kan kokan avuçları arasında hediye ediyordu. Kömür karası gözler üstümde bir yere kilitlenmişken ne düşündüğünü her zaman merak ederdim. Pişmanlık bir apolet misali omuzlarına takıldığında neyin onu oraya sürüklediğini merak ederdim. Zihnim bulanık su kadar dağınık, düşüncelerim dalgalar kadar hırçındı. Ölülerin çıktığı topraklardan bir rüzgâr esti, o rüzgâr zihnimin koridorlarında dolandı, dolandı ve kapıları hırçın bir şekilde aralayıp kapattı. Kavurucu esen rüzgârın açtığı kapıların arkasında bir çocuk belirdi, o çocuk minik bir bedene ama korkunç bir ruha sahipti. Duvarları kokuşmuş, nemlenmiş dolayısıyla rutubetten geçilmeyen yatak odasında incecik battaniyenin altında sıcak nefesiyle ısınmaya çalışırken yalnız görünüyordu. Yalnızdı ve ağlıyordu. Yalnızdı ama kendini yalnız hissetmiyordu. Yalnızlık çevresindeki insanlara bağlı olan bir şey değildi. Onun bir İblis’i vardı. Tezattı ama o, bu yüzden de yalnızdı. Bedenim zihnimin hatıra odasındaki o kapının eşiğinde dururken gözlerimle kapının arkasındaki yatağa uzanmış küçük bedeni seyrettim. Sanki pencereden kara bir delik sızıyordu, etraf karanlıktı. Küçük kızın odasındaki arkadaşları huzurlu bir uykudayken renkli gözlere sahip olan o güzel kız bir an olsun yaşlı gözlerini kırpmıyordu. O minik bedene sahip olan kız çocuğu bendim. O duvarların arasında uyumaya hazırlanırken bin bir düşüncelere sahip olan İblis’im beni her zamanki gibi uyutmuyordu. Uçları kıvırcık ama diğer tarafları dalgalı duran saçlarım yastığıma bir ölünün elleri misali dağılarak kıvrılmıştı; küçük yüzüm ifadesizken huzurlu görünse de aslında tam tersiydi. Gözlerimi sımsıkı kapatıp dudaklarımı düz bir çizgi haline getirirken içimden sabır dileniyordum. Kapattığım için gözümün kenarından şakağıma doğru yol çizen gözyaşının parıldayışını fark ettim. Şu an o anıyı tekrar tekrar yaşıyordum. Kafamın içinde düşüncelerime hükmeden İblis’im artık sussun diye onunla konuşmama çabamı seyrediyordum. Pencereye çarpan tok sesler yağan yağmurun habercisiydi. Camın yüzeyinden akan damlalar ayın ışığıyla gri zeminde siyah noktalara benzer gölgeler bırakıyordu, ardından dışarıdan bir gözmüşüm gibi tekrar minik bedene çevirdim gözlerimi. Yağmuru o zamanlar sevmezdim ama İblis’im sussun diye onun gürültüsünü bile dinlemeye razıydım. ‘’Dünkü boklar sizi! Bak şunlara hele, seni ağlattıktan sonra ne kadar güzel uyuyorlar!’’ dedi çevresindeki yataklara ters ters bakarak. İşaret parmağını çevrede gezdirip hırsla sallarken, küfredercesine söyleniyordu. ‘’Hepinizin suratını aklıma kazıdım lan! Hepinizin! Büyüdüğünüzde bu kız sizi unutsa da ben unutmayacağım!’’ Burnumu usulca çektim ama sümüğüm tekrar burnumun ucuna kadar geldiğinde rahatsız olup kaşlarımı çattım. ‘’Onları hatırlasam ne fark eder ki? Hiç kimse beni sevmiyor.’’ dedim içimden kırılgan bir şekilde. Kapının pervazından küçük bedenimi boş boş gözlerle seyrederken; o gece kalbimin müthiş şekilde kırıldığını ve kalbimin o geceden sonra hiç düzelmeyeceğini biliyordum. İblis kaşlarını çattı, ağzını araladı ama dudakları arasından boş bir nefesten başka bir şey dökülmedi. Derin bir iç çekip sakinleşmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Hala ters ters çevremizde uyuyan çocuklara bakıyordu. Gerçekten hepsi tatlı rüyalarına gömülmüş, mışıl mışıl uyuyorlarken ben battaniyemin altında tıkanan burnumla mücadele etmeye çalışıyordum. İblis çevreden gözlerini toplayıp üstüme dikti; arkasına yaslandı ve sakin bir sesle, ‘’Sana bir hikâye anlatmamı ister misin?’’ O an kafamı dağıtmak istediği barizdi; o yüzden kabul etmek istedim. Gerçek şuydu ki, onun hikâyeleriyle uyumayı her zaman severdim. Kolum, anı odasının kapısının pervazına yaslıyken dudaklarımı saran hoş bir tebessümle bizi seyrediyordum. Sessizce yatakta uzanırken başımı hafifçe salladım, öyle hafif bir sallamaydı ki yaprak titremesi sanırdınız. Suratına onda hiç görmediğim bir gülümseme gördüm. Şefkatle kısılan kömür karaları hiç korkunç görünmüyordu; aksine gecenin koynunda parlayan yıldızları çağrıştırıyorlardı. Burnumu tekrar çekip dudaklarıma minicik tebessüm iliştirip suratına baktım. Karanlık taraftan mekanik ve pürüzlü sesiyle, ‘’Dinle kızım,’’ dedi arkasına daha fazla yaslanıp sırtını dikleştirerek. ‘’Bu hikâye gerçek. Seninle benim aramda olan yazısız bir antlaşma.’’ Merak duygum kabardığında çoktan zihnime gömülmüş, gözlerinin içine beklentiyle bakıyordum. Kadehinden yudumlayıp dudaklarını birbirine bastırdı, ardından kaşlarını çatıp düşüncelerini toplarken gözlerini benden kaçırıp farklı bir yere baktı. Küf kokmuş duvarların kokusunun burnuma dolduğunu anımsıyordum, o küf kokusu burnuma sinmiş gibi hala dün kadar tazeydi. ‘’Hiç bilmediğin bir zamanda, geçmişin gölgesinde yaşayan bir kurt varmış. Kurt herkes tarafından korkulan biriymiş çünkü insani tarafını kaybetmek üzereymiş.’’ dediğinde sözünü içimden kıkırdayarak kestim. Bir an aklımdaki korkunç düşünceler dağılmıştı ve kuruyan yanaklarım gülümsememle gerilmişti. Bana tek kaşını kaldırarak baktı, sözünün kesilmesinden hoşlanmadığı barizdi ama tatlı kıkırdamama herhangi bir laf söylemedi. ‘’Kurt bu,’’ dedim bir çocuğun tatlı sesiyle. ‘’Nasıl insani tarafı var ki?’’ Rahat ve profesyonelce, ‘’Gülme.’’ dedi. ‘’Bu benim hikâyem. İstersem gökyüzünde iki güneş olur.’’ Tekrar gözlerimi kısarak kıs kıs güldüğümde suratıma bakıp dudaklarına buse kadar hafif bir tebessüm kondurdu. Ardından ciddileşti, ‘’Gözlerini kapat, Toprak. Yoksa anlamı kalmaz.’’ İkiletmeden gözlerimi kapattım ama bakışlarım hala onun üstündeydi. Her zaman böyleydi. Ben karanlıkta bile aslında yalnız kalmamıştım. Ben hiçbir zaman savunmasız kalmamıştım. Kaşlarını tekrar çattı ama kızgınlıktan uzaktı. ‘’Çevresindeki kimse karanlık ve korkunç aurası yüzünden ona yaklaşmak istemiyormuş. Herkes ondan çekiniyor, herkes ondan korkuyor; hatta kan ve pis koktuğunu söyleyerek onu dışlıyorlarmış.’’ Minik kalbimde sımsıcak bir hissin dağıldığını hissettiğimi hatırlıyordum. O zamanlar o kurt için çok üzülmüş ama sesimi çıkaramamıştım. Bu minik suratımda, gözlerim kapalı bile olsa dudaklarımın titremesini gördüğümde aklıma düşen bir hatıraydı. ‘’Bu yüzden sevmeyi bilmezmiş. Öğrenememiş. Ona kimse sevilmek ve sevmenin nasıl bir duygu olduğundan ne bahsetmiş ne de göstermiş. Bir gün avlandıktan sonra canına tak etmiş ve kendisini sonsuz bir uykuya yatırmak üzere karanlık bir mağaraya kapatmak istemiş. Günlerdir o mağaranın yerini bulmak için yürümüş de yürümüş. Ardından dolunayın ışığının çarptığı bir köşede, ona uygun bir mağara ağzı bulmuş ve yorgun argın o mağaraya girmiş.’’ Gözlerimin kapalı olup olmadığını kontrol ederken duraksadı, ardından sesindeki o yumuşaklıkla devam etti. Sesindeki şefkati ve huzurun ellerini zihnimde hissediyordum, sesindeki yorgunluğu da hissetmeye devam ediyordum. Sırtını öyle rahat bir şekilde geriye yaslamıştı ki uykuya hazırlanıyor diye düşünmüştüm. ‘’Kurt kendi pençesini kullanarak göğsünü yarmış. Fakat o da ne?’’ dedi birden sesine heyecan katarak; kaşlarının altından bana kocaman açtığı gözleriyle bakarken. Gözlerimi aralayıp kirpiklerimi kırpıştırdığımda dilini damağına öyle sert bir şekilde yapıştırıp iç çekti ki dudaklarının arasından ıslık çaldı sanmıştım. ‘’Gözlerini kapat demiştim. Uyu.’’ Dudaklarıma gülümseme kondurup tekrar gözlerimi kapattığımda devam etti. ‘’İçinden küçük mü küçük, aynı sana benzeyen saf bir kuzu çıkmış!’’ ‘’Ya…’’ dedim mırıldanarak. ‘’Ben niye kuzuyum?’’ Oda arkadaşlarımdan biri mırın kırın ederek arkasına döndüğünde korkunun kalbimi usulca ısırdığını hissetmiştim. Ses gelmeyince rahatladım. Bir Şeytan nasıl samimi şekilde gülümsüyorsa o şekilde gülümsedi. ‘’Sen öylesine bir kuzu değilsin. Sen benim kuzumsun. Unuttun mu? Bu bizim hikâyemiz.’’ Ben sessiz kalınca kabullendiğimi düşünerek, yandan yandan gülümseyip devam etti. ‘’Kurt o acının sonunda bir türlü ölmeyince ve üstüne içinden mucizevi bir şekilde çıkan kuzuyu görünce dayanamamış ve kendi yetersizliği yüzünden kuzuya kızmış. Kuzu bir türlü ondan gitmiyormuş, gitmek yerine yarasını iyileştiriyormuş. Kurt ise ne yaparsa yapsın, bir gün gideceğini düşünüp ona kötü davranıyormuş. Ona güvenmiyormuş. Fakat kuzu ne gitmiş ne de ona kötülükle karşılık vermiş.’’ ‘’Kuzu aptalmış.’’ dedim burun kıvırarak. Kısa ama boğuk bir şekilde kahkaha attıktan sonra kadehinden yudumladı, altın işlemeli kadehini indirerek bana çenesini kaldırıp yandan bir bakış atarken gülümsedi. ‘’Eh,’’ dedi kaşlarını kaldırıp indirirken. ‘’Aptallık görecelidir ve umut, bazen hayvanlara da azap verir.’’ Onu dinlerken güçlü duran portresine imrendiğimi hatırlıyordum. ‘’Kurt ne yapacağını şaşırmış çünkü kuzunun bu haline oldukça şaşırmış. Ona kötülük yapsa da kuzu ona merhametle yaklaşıp duruyormuş. Bu kuzunun derdi neymiş?’’ dedi sonlara doğru, kurdun ağzından konuşur gibi tatlı bir şekilde benimle konuşarak. Kıkır kıkır güldüğümde tebessümü genişledi ama sırıtmadı. ‘’Kuzu çok üzülmüştür ama.’’ dedim mırıldanarak. Kalın sesiyle, ‘’Tabii ki.’’ dedi. ‘’Fakat kuzu o kadar zekiymiş ki kurdun bunu yalnızlıktan yaptığını, sevgiye aç kaldığını biliyormuş. Kurt sonunda pes etmiş; kuzunun sevgisine karşı koyamamış. O günden sonra kurdun ininde beraber yemiş, beraber uyumuş ve beraber oynamışlar. Bir gece, tıpkı o gecede olduğu gibi dolunay ışığı altında birbirlerinden asla ayrılmamak üzere kanlı bir anlaşmayla yemin etmişler.’’ Kaşlarımı heyecanla yukarı kaldırdım. İblis’in buruk gülümsemesi genişledi, gözlerinin içindeki parıltıyı bana bakarken ilk defa görüyordum. Altın işlemeli kadehinin başını eğdi, içindeki koyu sıvıdan birkaç damla yere akarken, ‘’Biz asla…’’ dediğinde onun gözlerine bakarak tebessüm ettim, ‘’Ayrılmayız.’’ dedim. ‘’Biz asla…’’ dedim, onu taklit ederek. İblis yüzündeki gülümsemeyi söküp atmadan bana baktı, ‘’Ayrılmayız.’’ dedi, boğuk bir fısıltıyla. O hikâye bu anıda sıkışıp kalmamıştı. O hikâye İblis’imle benim aramdaki bir antlaşma gibiydi. Havada asılı kalmayan ama masaya da yatırılmaya ihtiyaç duymadığımız bir antlaşmaydı. O anı beni uzaklardan çağırmıştı ama İblis bu anlaşmayı hatırlatmak istercesine her zaman yanımda duruyordu. Her gece bana bakıyor, her gün benimle konuşuyordu. Kendisini asla unutturmuyordu. Biz asla ayrılmazdık, ayrılamazdık. Televizyon karşımda açık bir halde, aklım başka bir yere odaklanmış koltukta otururken İblis’le bakıştık. Bana bakıp gülümsedi ve televizyona doğru döndü. ‘’Toprak,’’ dedi gülümsemeye devam ederek. ‘’Naenia’dayız, etrafımızda türlü türlü yaratıklar falan var…’’ Başımı sallayıp devam etmesini bekledim. ‘’Sense geçmiş televizyonun karşısına zıp zıp yapıyorsun. Aklından zorun mu var?’’ dedi sakin sakin, hala tebessüm halinde. ‘’Ne yapayım daha?’’ dedim sıkılmış halde. ‘’Burada yapacak bir şey yok.’’ Başını salladı, ‘’Tabii,’’ dedi manidar, kinayeli ses tonuyla. Mekanik sesindeki pürüzler alayını daha da belli etti. ‘’Buraya oldukça hakimiz. Her türlü canlıyı, yaratığı her ne ise görmüşüz, tanımışız. Etrafımızda sabahtan beri dönüp dolaşıp, bizi av yerine koyan bir Asir de yok.’’ dedi ve sıkkınlıkla başımı geriye yaslayıp sırtımı da aynen koltuğa verdim. Ona baygın bakışlarla bakarken, beni umursamadan alayına devam ediyordu. ‘’İçinde parlayıp parlamayacağından emin olmadığımız bir ‘’öz’’ meselesi de yok. Hatta sen,’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak, bana yandan yandan bakıp. İşaret parmağını göğsüme doğru uzatmıştı, ‘’O kadar ustasın ki, bir dövüş meydanında on kişiyi birden dövecek yeteneklere sahipsin.’’ Başını tekrar sallarken kendi kendine mırıldanıp kadehinden yudumladı. ‘’Yapacak hiçbir şeyimiz yok, tamamız bence de.’’ ‘’Anlaşıldı da… Ne yapayım?’’ dedim tekrar, sıkılgan bir tavırla. Ruhen o kadar yorgun hissediyordum ki ayağımı kaldıracak takatim yoktu. Asir’de gerçekten dünkü konuşmadan sonra çevremde dolanıp duruyordu. Bazı şeylerin aklına yattığından emin gibiydik; hatta İblis olayı devraldıktan sonra bana inandığını düşünmüştüm. Fakat bana bazen öyle bakıyordu ki, sanki onu görüyor veya hissediyordu. Bana tam olarak inanmamış, hala içindeki mahkemede bir şeyleri analiz edip kendi kendiyle muhasebe ediyordu. Televizyon ekranında dönüp duran eğlence programlarını seyrediyordum ama boş bakıyordum, hiçbiri ilgimi çekmiyordu. Göz kenarımda bir hareketlilik fark edip umursamaz bakışlarımı o tarafa çevirdim. Asir elinde tuttuğu siyah kupayla mutfaktan çıkmış, buraya geliyordu. Karşımdan geçip tekli koltuğuna kurulurken istemsizce gerilmiştim. Hareketlerinde aşırılık yoktu; adam kendi evinde özgürce dolanıp duruyordu ama ben istemsizce geriliyordum. Kızıl harelerini ilgisizce seyrettiğim şeye çevirerek kadehinden yudumladı. Yudumladığı yerden kısa bir ses geldi, ortam o kadar sessizdi ki sadece televizyondan yankılanan ve onun içtiği kahveden başka bir şey duyamıyordum. Üstüne giydiği siyah tişörtle üşümüyor muydu? Altına da gri bir eşofman giymişti ama eşofman şort tarzındaydı, bol duruyordu. Adam bildiğin yazı yaşıyordu ama ben hala kıştaydım. Dışarıya adım atsam buz kalıbına dönüşüyordum. Üstümdeki kazağa göz ucuyla bakıp burun kıvırdım. ‘’Değiştirsene, Rea.’’ dedi yumuşak sesle. ‘’Ya da kumandayı bana ver.’’ Ben açana kadar televizyonun suratına bile bakmayan adam, şimdi benden kumanda istiyordu? Kaşlarımı çatarak daha fazla burun kıvırdım. ‘’Bana ne.’’ dedim dümdüz. İblis gözlerini usulca yumarak dudaklarını birbirine bastırdı. Asir’in cevabımı beğenmediğini belli eden kasvetli suratı bana doğru usulca döndü, yutkundum. Boşta kalan elini bana doğru uzatıp, parmaklarının uçlarını ileri geri dans ettirdi. ‘’Hadi.’’ dedi başka çarem yokmuş gibi kendine has özgüveniyle. Çocukların kendine has huyları vardı; mızıkçılık, inatçılık gibi ve ben şu an ruhuma giyinmiş olan kıyafeti görüp benimsiyordum. İnatçılık. ‘’Hayır.’’ dedim eline boş boş bakarak. ‘’Kızım izlemiyorsun bile.’’ dedi sert çıkarttığı sesiyle. ‘’Ver işte.’’ ‘’Nereden biliyorsun? İzliyorum.’’ dedim tek kaşımı kaldırarak, burun kıvırıp. ‘’Hem sen sonradan geldin.’’ Elini indirdi ve sabır dilenircesine bana baktı. ‘’Kaç yaşındasın sen? Beş mi?’’ dediğinde hayretle karışık bir yüz ifadesiyle ona baktım. Halime bıyık altı gülümseyecekti ama kendini son anda durdurdu. ‘’Ver lan şunu.’’ dedi daha sonra, kabalaşarak. Fakat sesi tuhaf şekilde yumuşak yükseliyordu. ‘’Bir kere, bana lan deme. İkincisi, vermiyorum. Gel de al.’’ İblis aramızda dönen muhabbete inanamaz halde takip ederken; tuhaf bir surat ifadesine bürünmüştü. Tarlası yanmış masum köylü gibi ikimizin de suratına aval aval bakarken sırtını geri yaslamış, kadehinden sakince şarap yudumları alıyordu. ‘’Gelirsem sıkıntı olur ama.’’ dedi Asir, tehlikeyle gülümseyerek. ‘’O yüzden beni kaldırma.’’ ‘’Bak bak,’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. ‘’Ne olurmuş, göster.’’ Elimde tuttuğum kumandayı ne olur ne olmaz öyle sıkı tutmuştum ki tuşlarını avuç derimin her zerresinde hissediyordum. Belli etmeden suratına tepkisizlikle bakıyordum. ‘’Hadi, göster.’’ dedim tekrar, çocuk gibi inatla. Ona karşı gelmeme mırın kırın etse de, keyif aldığı o kadar belliydi ki içten içe bu saçma şeyi devam ettirmek istiyordum. ‘’Kızım başıma bela ol diye mi geldin? Versene.’’ dedi kendinden taviz vermeyerek, oturduğu yerden emirler savuran adam. Hiç üstüme bile alınmadan dil çıkartıp önüme döndüğümde, İblis artık hayret noktasından çıkmış dehşetle ikimizi seyrediyordu. ‘’Neler görüyorum lan? Geldiğimiz son nokta bu mu gerçekten, Tatarus?’’ dedi tavana doğru bakarak. ‘’İyi sen istedin.’’ dedi Asir, ardından sırtını yasladığı yerden öne doğru eğdi. Onu göz ucumla takip etsem de umursamaz tavrıma toz kondurmuyordum. Tekrar önüme dönsem de hala göz ucumla onu takip ediyordum. Son kez bardağından keskin, yumuşak bir yudum alıp bardağını ortamızda duran camdan masaya tok sesle bıraktığında, dudaklarım gülümsememek adına direndi. Karşıya bakarak ‘yapacak bir şey yok’ edasıyla derin bir nefes bırakıp, ellerini bacaklarının üstüne hızlıca vurduktan sonra ayağa kalktığında gerçekten gülmemek için özel bir çaba sarf ediyordum. İblis artık dehşet modundan sıyrılmış, yüzündeki kasları ona ihanet ederek gülümsemeye başladığında benim de can sıkıntım geçtiğinden dolayı keyfim yerindeydi. ‘’Buraya gel,’’ dedi elini ileri geri sallayarak, hala yerinde dikilirken. ‘’Ayağına çağırma beni,’’ dedim gözlerimi devirip. ‘’İstiyorsan sen gel.’’ Kumandayı da özellikle elimde sımsıkı tutarak hiç ilgilenmediğim kanallara basıyordum. Birden üstüme doğru atıldı ama ani bir manevrayla yana doğru adeta sıyrılıp son anda kurtuldum. Koltuğa doğru neredeyse yapıştı ama eli, koltuğun başlığına değdi ve bir süre sanki kendisi öyle istemiş gibi davranarak iki büklüm durdu. Ardından sırtını dikleştirip tavana doğru bakarken, yarım yamalak sırıtıp derin bir nefes bıraktı. Sabredercesine bıraktığı nefesine yarım yamalak sırıttım ama bana döndüğünde aniden ciddileştim. Bu sefer yavaş yavaş ciddileşen suratına, sahteden gergince baktım. Gözünü hırs boyamıştı. Saçma ana ikimiz de uyum sağlıyorduk ve bu hikayede yanan, bu saçma ana tanıklık eden İblis oluyordu. Bana doğru yürümeye başladığında kumandayı bir an olsun bırakmadan geri geri yürüyüp, yine sol tarafa doğru geçerek salonun çevresinde dolanmaya başladım. ‘’Buraya gel,’’ dedi gülercesine ama ciddiyetini toparlaması uzun sürmedi. ‘’Koskoca Asir, bir kızı yakalayamıyor mu?’’ dedim manidarlık taşıyan alay dolu sesimle. Başını aşağı yukarı tehditkar şekilde sallarken gözlerini üstümden ayırmadı. ‘’Bir yakalarsam fena olur!’’ dedi karşılık olarak. ‘’Kolaysa gel de yakala.’’ Çocuk gibi başımı iki yana sallayarak dil çıkarttığımda koltuğun üstüne basa basa adeta uçarcasına bana doğru yaklaştı; koskocaman araladığım gözlerimle son anda parmakları arasından kurtuldum. Eli yakama doğru gidiyordu neredeyse, parmaklarının uçlarını orada hissetmiştim. Boğukça bir çığlık kopartıp tekli koltuğun çevresinden dönerek televizyonun karşısına geçerken, ‘’Hile yaptın!’’ diye de bağırdım. Başını sola doğru eğip şeytanice gülümserken kaşlarını havalandırdı. ‘’Bayılırım.’’ Sonra Asir aniden hız kazandı, koltuktan aşağı inerek bana doğru hızlıca manevra yaptığında çığlık ata ata tekrar oturduğum uzun koltuğun yönüne geldim. Arkamdaydı. Aniden beni belimden kavrayıp koltuğun üstüne devirdi. Üstüme doğru düşen cüssesiyle gözlerimi kocaman araladım. Kumandayı tutan elim, koltuktan aşağı sarkıyor ve ona vermemek için direniyordu hala. Eliyle yan tarafımdan destek alarak ağırlığını bana vermiyordu ama sımsıkı tuttuğum kumandayı da elimden almıyordu. Evet, almıyordu; istese alacağını ikimiz de biliyorduk ama hala çırpınıyordu. Ben de ona ayak uyduruyor, kumandayı daha sıkı tutuyordum. Eli elim üstünde, parmakları benimkileri kavrarken ve kumandayı aradan kavramaya çalışırken; kalbim koşmaktan çırpınıyordu ama yakınlığımızdan da kasılıyordu. Emrivaki, ‘’Bırak.’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp, suratıma bakarken. Nefes nefese fısıldayarak, ‘’İstesen alırsın,’’ dediğimde o an suratlarımızın çok yakın olduğunu fark ettik. Onun da sık nefesi suratıma akıyor, gözleri benimkilere kilitlenmiş duruyordu. Kumandayı bir anlığına unuttu ve kirpiklerini kısarak bana doğru eğildi. Nefesim aniden kilitlendi. ‘’Senin bırakmanı istiyorum.’’ Sırtım yumuşak koltuğa gömülmüşken üstümdeki Asir’in karizmatik çehresini düşünmemeye çalıştım. Suratı o kadar yakın bir mesafedeydi ki, kırmızılıklarında hiç görmediğim siyah benekler olduğunu fark etmiştim. Yeni yeni çıkan sakalları, kavruk tenine ayrı bir hava katıyordu. Bu mesafeden kaşları bitişik görünüyordu. Atmosferin verdiği heyecan ve gerilimden kıkırdadım. Kızıl gözleri dudaklarıma doğru keskince inip tekrar benim renkli gözlerime tutundu. ‘’Bırakmak istemiyorum.’’ Alayla, şarkı söylercesine harfleri seslendirmiştim. Biraz kendini yukarı kaldırdı ama üstümden tamamen kalkmadı. Eli boylu boyunca yanımdan destek alıyordu; kolundaki damarlar kabarmıştı. ‘’Ama yakaladım seni.’’ dedi, ses tonuma uyar gibi alayla. ‘’Anlaşma böyle değildi, Rea.’’ Tekrar güldüm, ikimiz de eğleniyor ve bu andan keyif alıyorduk. ‘’Hım?’’ dedi sırıtmaya yakın, boğazından mırıltı kopartıp. Gözlerinin içi parlıyordu. Artık kumandayı unutmuş sayılırdık ki birden cümle değişti, tehditkar değildi ama gizli bir mesajı söylüyor gibi çıkmıştı. ‘’O zaman burada bırakıyorum, dersini almışsındır.’’ dediğinde kendi kendine söylenmiş olmasını alayla seyrettim. ‘’Ne dersi be?’’ Gülercesine bir nefes bırakıp, bana üstümdeyken tepeden alayla baktı. ‘’Hala anlamamış olman…’’ dedi ve kendi sözünü kendi kesti. Alayla ona bakmayı sürdürüyordum. Üstümden tamamen geri çekilerek kenara oturduğunda sırtını koltuğun kenarına dayamıştı, ben de geri çekilip sırtımı tıpkı onun gibi kenara dayadım. Bacaklarımızı hafif toparlamıştık çünkü ikimiz bu koltuğa öyle sığmazdık. Kirpiklerimi kırpıştırıp ona anlam veremeyerek bakarken; o da alayla suratıma bakmaya devam ediyordu. ‘’Gerçekten anlamadın mı?’’ dedi hafifçe ciddiyete bürünüp. Kaşlarım çatıldı, ‘’Neyi?’’ Ne zaman aldığını fark etmediğim kumandayı elinde sallarken beyaz dişlerini göstere göstere sırıttı. ‘’Benimle oyun oynayamayacağını.’’ İblis’e ters ters baktım ama kendini savunurcasına kaşlarını kaldırarak ellerini iki yana açmış, ‘’Bu saçma anı seyretmeyi bırakalı uzun zaman oldu, Toprak.’’ demişti rahat rahat. Derin bir nefes bırakıp suratına tip tip baktım. ‘’Ne zaman aldın?’’ Kafasını bilmiş bilmiş salladı, ‘’Meslek sırrı, viera vo’ur.’’ Söylediği şeye aldırmış görünmeyerek bana bakıyordu ama ben oldukça şaşırmıştım, İblis bile suratına tip tip bakmıştı. Vo’ur’un anlamını bildiğimi biliyordu ama viera’nın anlamını bildiğimi bilmiyordu; belki de bu yüzden bu kadar rahattı. Bana güzel kızım demişti. Midem kasıldığında ve üstünde filler tepişmeye başladığında bıyık altı gülümsedim ve kaşlarımı yukarı kaldırarak ona baktım. Bunu suratına vurmayacaktım çünkü anlamını bilmediğimi sandığı bir şeyi tekrar bana kullanabilirdi. ‘’O ne demek öyle?’’ dedim istifimi bozmadan. ‘’Vo’ur’u biliyorum ama diğerini…’’ dediğimde İblis gözlerini tehlikeyle kısmış, şüpheyle bana bakıyordu. Aldırmadım. ‘’Söylemem.’’ dedi Asir, çenesini kaldırarak. Kızıl harelerinde dans eden güzel bir duygu vardı, alayla karışık keyifli bir duygu. Boğazımdan yumuşakça, ‘’Hıh,’’ dedim burun kıvırıp, ona sahteden ters ters bakarak. Bu sefer samimiyetle gülümseyip ayağa kalktı. Kumandayı televizyonu kapatmak için kullandığında ona şaşkınlıkla baktım. Ardından cam sehpaya metali seslice bırakıp kupasına uzandı. ‘’Soğumuş,’’ dedi kaşlarını çatarak bardağın içine bakıp. Sırtını bana doğru dönüp mutfağa ilerledi. Tekrar sıkılmaya başlamıştım ki çok geçmeden mutfaktan çıktı ve tekrar bana doğru ilerledi. Salona tam gelmeden, aralanan dış kapıyla ikimizin de bakışı o tarafa döndü. Mehir’in uzun, ince bedeni içeri sızdığında üşüyen burnu ve yanaklarının pembeleşmiş olduğunu gördüm. Porselen gibi beyaz teninde güzel, tatlı bir görüntü vermişlerdi. Beyaz saçları dağılmış, ellerini üflediği nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. ‘’Ne kadar soğuk…’’ dedi kendi kendine, ürpererek. Kapıyı ardından kapatıp bize döndüğünde ikimizin de boş bakışlarına aldırmadan üstündeki benim siyah kabanımı çıkartıp rahat rahat askıya astı ve salona doğru geldi. ‘’Ne?’’ dedi boş boş, bize bakıp. ‘’Neredeydin?’’ dedim merakla. ‘’Dolaştım öyle.’’ dedi tek omzunu kaldırıp indirirken. Ardından yanımdaki boşluğa oturup, ‘’Ya gün geçtikçe daha da mı soğuk oluyor yoksa bana mı öyle geliyor?’’ dedi Asir’e bakarak. Kaşlarımı çatarak suratına baktım. ‘’Bana da öyle geliyor.’’ Asir cevap vermeden tekli koltuğa doğru ilerleyip kendince kuruldu. ‘’Ne zaman gideceksin sen?’’ dedi Asir, memnuniyetsiz tavırla Mehir’e bakıp. Gözlerimi devirdim, bunlar anlaşamayacaktı. Mehir burun kıvırdı, ‘’Evin, ne zaman isterse.’’ Asir istifini bile bozmadan bana doğru döndü, ‘’Ne zaman gidecek bu?’’ dedi tekrar. İblis burnundan domuz sesine benzer bir ses çıkarttıktan sonra kadehinin içine ciddiyetle bakarken; hala sıkkın tavrımı görmezden gelen ikiliye tek tek baktım. ‘’Toparlanınca gider.’’ Mehir sırıtarak ona baktı ama samimiyetsiz bir tavrı vardı. Sırf onu sinir etmek için yapıyordu. Asir’se ağzının içinde bir şeyler homurdanıp, ona ters ters göz ucuyla bakarak önüne döndü. ‘’Sabır… Çarpacağım suratına, bir de duvardan yiyecek.’’ dedi bu sefer, hepimizin duyacağı bir sesle. ‘’Sus be.’’ dedi Mehir de, altta kalmayarak. Asir’in ters bakışını gören ben bile korkarken; Mehir’e de yetmiş olmalı ki kız boğazındaki hayali pürüzü temizleyip önüne döndü. Burnundan kıl aldırmıyordu ama yine de Asir’den çekindiği belliydi. Bakışlarım duvarda asılı duran beyaz saate kaydı. 16.30. Neredeyse akşam olmak üzereydi; hava burada erken kararıyor, saatler hızlı geçiyordu. Dün konuştuğumuz şeyler, ritüel; bugün olması gerekiyordu ama ikisinden de çıt çıkmıyordu. Mehir gereken ne ise söyleyip köşesine çekilmişti ve Asir’in bu konuyu açma gibi derdi görünmüyordu. Gergince oturmaya devam ettik; havadaki atmosfer onların bir arada olup karışan nefesleriyle daha da boğucu bir hale bürünüyordu. Gerginliği somut şekilde avuçluyordum. İblis’e bile yansımış olmalı ki karanlık gözlerini üstüme diktiğinde konuşmam için yalvardığını fark ettim. ‘’Bu şeyi…’’ dedim mırıldanarak, ‘’Ne zaman yapacağız?’’ Mehir kocaman araladığı gözleriyle bana yandan bakış atarken; Asir’den herhangi bir tepki alamamıştım. Dümdüz şekilde karşıya bakıp duruyor, herhangi bir reaksiyon ya da ses vermiyordu. ‘’Ritüeli yani.’’ dedim tekrar, Asir’in ciddiyetle kaplı duvar kadar düz suratına bakarken. Göz yuvalarında oynayan hareleri, öyle usulca ve yavaşça bana doğru kaydı ki kızıl harelerinin bir anlığına tehlikeyle parladığına şahit oldum. Yutkundum ve kalbim ağzımdayken ifademi düz tutmaya çalıştım. ‘’Eminsin?’’ dedi keskince, soru sorar gibi. Kafamı kesin şekilde salladıktan sonra, ‘’Evet.’’ ‘’Ölebilirsin.’’ dedi tekrar, aptalmışım gibi bakarak. ‘’Bunun farklı farklı yolları var. Bu yol…’’ dediğinde Mehir sözünü bir çırpıda kesti. ‘’Evet, uzun uzun yollar. Kesinliğinden emin olmadığımız yollar.’’ dediğinde Asir neredeyse, boğazını yırtarcasına hırlayıp ona doğru döndü. İçinde uyuyan canavarın sesini duyduğumuzda hepimiz taş kesilmiştik. ‘’Dilini kopartırım senin.’’ dedi kapkalın sesiyle. ‘’Zaten sen sardın başımıza bu belayı.’’ Mehir elalarını devirdi ve derin bir nefes bıraktı ama sesini çıkartmadı. Asir ona ters ters, öldürmek istercesine baktıktan sonra bana doğru döndü. ‘’Kızım iyi düşün bak.’’ dedi asabice. ‘’Bu iş öyle şakaya gelmez.’’ ‘’Ya düşündüm.’’ dedim, kendimden emin bir şekilde. ‘’Ne olacaksa olsun.’’ Asir sabır dilercesine başını kaldırıp burnundan soludu, ardından bir şeyler mırıldandı ama ben hariç hepsi duymuştu. İblis tek kaşını kaldırarak telaffuz etti. ‘’Ne kadar kolay söylüyor, dedi.’’ dedi, hemen ardından, ‘’Küfür de etti.’’ diye ekledi, küçük çocuğun annesine kardeşini şikayet etmesi gibi. Kaşlarım çatıldı. ‘’Ne zaman?’’ dedim keskince. ‘’Akşam. Tamam mı? Oldu mu?’’ dedi asabiyetle bana dönerken, kızıl gözleri resmen lazer gibi parlıyordu. Öfkesine anlam veremeden ayağa hışımla kalktı ve elini ters şekilde tutup kaldırarak, Mehir’e vurur gibi yaptıktan sonra önünden hırsla geçti. Mehir irkilmedi bile. Asir çok uzaklaştığında ve kaşla göz arası kaybolup yukarı çıktığında Mehir’in, ‘’Salak herif.’’ dediğini duydum. Arkasından ters ters bakıp söyleniyordu. İblis sırıttı, ‘’Bir de yüzüne söyle yiyorsa, güzelim.’’ ‘’Siz neden anlaşamıyorsunuz?’’ dedim kıza doğru. Keskince, ‘’Arkasından da konuşma.’’ diye de ekledim. Kim olursa olsun, insanların arkasından konuşanlardan haz etmezdim çünkü bilirdim ki, yanımda öyle davranan kişiler eninde sonunda benim de arkamdan konuşurlardı. Ki çocukluğum hep böyle olaylar yaşamakla geçmişti. Bu acıyı ya da verdiği rahatsızlık hissini iyi biliyordum. Bana hayretle bakıp, ‘’Zorluyor ama ya!’’ dedi kaşlarını çatarak. ‘’Konuşmam için zorluyor!’’ Bağırmıyordu ama sesini hırsla yükseltiyordu. Onu sakinlikle seyrederken; burnundan bir nefes bırakıp o da sakinleşmeye çalıştı ama hala çatık duran kaşları tam tersini belli ediyordu. ‘’Irkımız birbirini sevmiyor.’’ ‘’Sadece bundan mı?’’ dedim merakla. ‘’Ne olacaktı?’’ Bana doğru döndü ve hayretle araladığı gözleriyle bana baktı. ‘’Beni tanımışlığı mı var?’’ Ardından kaşlarını yukarı kaldırarak, ‘’Kim ne derse desin,’’ dedi elini kaldırıp. Sesi, ona itiraz edip karşı çıkma lüksü tanımıyordu. ‘’Kurtlar zorbadır. Barbardır.’’ İblis kıkırdayıp gözünün kenarıyla bilmiş bilmiş ona baktıktan sonra kadehinden yudumladı. Ağzımı aralayıp bir şey söyleyecektim ama benden önce davranıp sözümü kesti. ‘’Ben çıkıyorum, odadayım.’’ dedikten hemen sonra yanımdan hırsla kalkıp merdivenlere doğru yürüdü. Arkasından savrulup sırtına çarpan beyaz saçlarını seyrederken, ‘’Sen ne düşünüyorsun?’’ dedim. İblis konuşmadan önce epey bir düşündü ve kelimelerini toparladı. ‘’Tilki ruhunu oldum olası severim, Toprak. Onlar; oyunbozan, yaramaz ve sinsilerdir. Nasıl davranmaları gerektiğine her zaman kendileri karar verirler ve sana bu konuda alışma süreci bile tanımazlar.’’ Bazen İblis’ten ve onun zekasından korkuyordum ama güvenişim korkumun kefesine daha ağır basıyordu. ‘’Kurtlar konusunda ne düşünüyorsun?’’ dedim içimdeki mahkemeye bu soruyu taşırken. İblis göz ucuyla bana bakarken küstah bir şekilde tek kaşını kaldırmıştı. Yaptığım imayı anlasa da sesini çıkarmadan sabırla sorumu yanıtladı. ‘’Tilkiler kurnazsa, Kurtlar zekidir. Bana kalırsa, yine ve yine ikisine de güvenmeni istemem ama kurnaza güvenmektense zeki birine güvenmek her zaman daha iyidir.’’ Asir’e açık kapı bırakmış olmasına şaşırsam da devam ettim. ‘’O zaman sen de mi Mehir’e güvenme diyorsun?’’ Başını salladı ama yarım yamalak bir sallayıştı bu. ‘’Sadece o kız için demiyorum,’’ dedi net şekilde. ‘’Ben kimseye kolay kolay güvenmem ki Toprak, unuttun mu? Ama söz konusu gerçekten bir Tilki’yse, hiçbir şey yapmadan güzelliğiyle bile bir insanı tuzağa düşürecek cazibesi vardır. Sana kalmış.’’ Bana karanlık aura taşıdığı gözleriyle kısa bir bakış attı, gözlerinden özgüven ve sinsilik akıyordu. ‘’Bil diye söylüyorum, Toprak.’’ dedi zihnime ağır gelen karanlık ve tehlikeli sesiyle. ‘’Eğer bir gün o kız seni satmaya ya da kullanmaya kalkışırsa o zaman devreye ben girerim ve bir bakmış işler çoktan tersine dönüvermiş.’’ Gülümsedim. Bakışlarını üstümde tutarak kadehinden yudumlarken, aslında dudaklarında peydahlanmış sinsi tebessümünü sakladı. Ona güveniyordum. Her şeyimle. Beni yalnız bırakmayacağını ve beni asla terk etmeyeceğini biliyordum. Bizim görünmeyen ve masaya yatırmaya ihtiyaç duymadığımız gizli bir antlaşmamız vardı. Ruhlarımızı birbirine bağlayan bir antlaşma. Koltuğa doğru uzanıp elimi başımın arkasına aldım. Tavanı boş boş seyrederken parkenin üstünde gezinen pati seslerini duyup gülümsedim. Reha geliyor olmalıydı. Pıtı pıtı yaklaşan minik patileriyle üstüme zıpladığında karnımı büküp irkilsem de onu fazla korkutmadan gevşedim. Pençeleri kazağımın üstünden tenime batıyordu ama alışkanlıktan mıdır, sesim çıkmıyordu. Yumuşak kar topuna benzeyen tüylerini okşayıp onu rahatlatmaya başladığımda, renkli ve bir kuşunkini andıran tüylü kuyruklarını iki yana sallayarak ikiye ayırdı ve kulaklarını radar misali iki yana oynattı. Artık gerçekten Tilki’ye benzeyen suratına ve simsiyah görünen boncuk gözlerine bakıp tebessüm ettim. Eski formunu git gide kaybediyordu, büyüyordu. Gelişen bedeni artık kuvvetli olmaya başlamıştı. Pençeleri büyümüş, tırnakları keskinleşmişti. Tüyleri daha kabarık ve parlak duruyorlardı. Gerçekten güzel bir hayvandı ve İblis haklıydı. Hiçbir şey yapmıyordu ama güzelliğiyle etkileyen cazibesi vardı. Üstüme oturmuştu; aşağıdan karnımın üstünde oturan Reha’nın kuyrukları beyaz tüylerinin arkasında rengarenk görünüyordu. İki tarafa ayrılmış bayrak misali dalgalanıyorlardı. ‘’Çok güzelsin,’’ dedim mırıldanarak, başını okşayıp. Anlamış gibi boğazından hırıltıya benzer ses çıkarttı ve başını eğip karnıma sürtündü. Başının baskısını hissederken gülümseyip şımaran bedenini daha çok sevdim. Düşündüğüm kadar zor bir bakımı yoktu; ne yapıyorsa dışarıda yapıp yine ayağıma geliyordu. Onu düzgün yıkamıyordum bile ama bir tilkiye göre her zaman temiz görünüyordu. ‘’Köle.’’ dedi İblis, ona ters ters bakıp. ‘’İşini biliyor.’’ Gözlerimi kapatıp karanlığı ve karanlıktaki o muhteşem sessizliği dinledim. Akşam olmasına daha çok vardı ve canım sıkılıyordu. Reha karnımda uzanırken ve elim onun tüylerini okşarken beynim karanlığa daha çok alıştı. Ardından elim durdu ve tamamen karanlığa çekildim. Bir süre sonra zihnim berraklığa bürünmüş, sakin ve dalgasız bir okyanusu andıran sessizlikle aydınlandı. Ardından yakından gelen tartışma seslerini duyarak kirpiklerimi araladım. Mehir ve Asir, tepemde yine tartışıyorlardı. ‘’Uyandır, zaman yaklaşıyor.’’ diyordu Mehir ama Asir oralı olmuyordu. ‘’Ne uyandıracağım? Uyusun. Acelemiz yok.’’ Kirpiklerimin arasından onları seyrederken Mehir gözlerini devirerek bana doğru bakış attı. Neredeyse sevinir şekilde, ‘’Uyandı.’’ deyip arkasına dönerek merdivenlere koştu. Asir’in yanında sarkan elinin yumruğa dönüştüğünü gördüm, bana değil; Mehir’in ardından bakıyordu. Karnımın üstü boştu, Reha tartışmadan korkup gitmiş olmalıydı. Ayağa kalkıp şiştiğinden emin olduğum gözlerimle Asir’in suratına boş boş baktım. Saçlarını hırsla karıştırıp parmaklarıyla iyice taradı ve karman çorman bir hale soktu. ‘’Bak, emin misin?’’ dedi tekrar, suratıma bakıp. Başımı cesaretle salladım. Salonun ışıkları yanıyordu, demek ki hava kararmaya başlamıştı. Duvardaki saate baktım, akşamın dokuzunu gösteriyordu. İyi uyumuştum. İblis’e baktığımda hem bizi, hem de dışarıyı kontrol ediyordu. O da sabırsızlanmaya başlamıştı. ‘’Gitsek mi?’’ dedim dümdüz durmaktan vazgeçip. Asir pes etti. ‘’Ben uyardım.’’ dedi keskince ve önümden ilerlemeye başladı. Merdivenlerden yukarı çıkıp bir süre kaybolduğunda bir şey yapamadan onu bekledim. Merdivenlerden inip kapının önünde beklediğinde sırtındaki çantayı gördüm. Bir şey demeden ayakkabılarını giyip kapıdan çıktı ve beni beklemeden kapıyı üstüme kapattı. Hiçbir şey demeyip tepki bile göstermeden, kabanımı üstüme geçirip ayakkabılarımı giydim ve ben de dışarı çıktım. Kapıyı aralar aralamaz soğuk rüzgar suratımdaki kasları uyuşturdu. Ev çok sıcaktı ve aniden dışarı çıkıp soğukla karşılaşmıştım. Mehir gelmeyecek gibi görünüyordu ki bence gelmemeliydi de. Asir’in verandanın merdivenlerinden inip beni beklediğini gördüğümde ben de kapıyı arkamdan kapatıp merdivenlerden indim. Yanında belirip suratına beklentiyle bakış attım. Bana bakmadan gergin tuttuğu suratıyla çevresini kontrol etti ve bacaklarını sol tarafa doğru yürütmeye başladı. Hafifçe patika aşağı inmeye başladık. Sessizlik aramızda süregelen bir anlaşma gibiydi. İkimizden de ses çıkmıyordu. İblis de sessizdi. Patikadan doğru bir çizgide ilerlemeyi bırakıp sağ tarafa saptık. Ormanın içine doğru dalıyorduk ve ağaçlar biz ilerledikçe sıklaşmaya başlıyordu. Etraftaki sessizliği, hayvan bile olmamasını tuhaf gözlerle seyrederken buranın tam da Asir’e göre olduğunu düşünüyordum. Bir yerden sonra alan genişlemeye ve sıklaşan ağaçları geride bırakmaya başladık. Rüzgar burada daha sert esiyordu ama üstümdeki kaban beni koruyordu. Açık ama ne dar ne de çok geniş alana girdiğimizde gergince durdum. Kanlı Ay tamamen açıkta duran alana çarpıyordu. ‘’Burası.’’ dedi Asir, uzun bir aradan sonra. Kemikleşen ve hiçbir şeyi belli etmeyen mesafeli sesinden rahatsız olsam da başımı sessizce salladım. Benden önce ilerleyip alana doğru yaklaştı ve sırtına astığı haki renkteki çantasını kayışından tutup aşağı bıraktı. İçinde sadece mumlar vardı. Ne yaptığını sessizce seyrederken diğer yandan ona yaklaşıyordum. Asir mumları geniş alana, üçgen şeklinde koyarken yüzündeki ciddiyete bakıyordum. Bir mumu yerleştirirken hafifçe sırtındaki kambur ortaya çıkıyor, giydiği kiremit rengi kazağı belinden hafifçe sıyrılarak pürüzsüz tenini ortaya seriyordu. Gözlerimi oradan kaçırıp mumları dizmesini sessizlik içinde seyrettim. Mumları bermuda üçgeni gibi bir şekle sokup yanıma doğru geldi. Ardından elini yatay tutarak sanki havada görünmeyen bir şey kesiyormuşçasına sert şekilde yana doğru kaydırdı. Kahverengi düz toprağın üstünde belirmeye başlayan beyaz çizgilere baktım. Şaşırmama fırsat bile olmadı. Ortada yuvarlak bir daire vardı ve çevresini mumlara doğru uzanan üç çizgi sarıyordu. O çizgiler mumların altına doğru uzandığında mumlar havada süzülen pelerinin çıkardığı sese benzer bir sesle sarsılarak yandı. Ortadaki dairenin ve onu çevreleyen üç çizginin yan boşluklarında parlayıp sönen kelimeler vardı. Eski M’rice olduğu barizdi. Kalbim heyecan ve korkudan dörtnala koşarken, içimde büyüyen karamsar hissin önüne geçemiyordum. Heyecan ve panik damarlarımı yırtarcasına derimin altında dans ediyordu. Korku dolu bakışlarla Asir’in profiline baktım. Yutkunduğumda keskin ve boş bakan gözlerini üstüme doğru kaydırdı ve beni baştan aşağı inceleyip sonunda sessizliği parçaladı. ‘’Ortaya geç.’’ Alt dudağımı gergin bir şekilde ısırıp bakışlarımı toprağın üstündeki çizgilere kaydırdım. Tekrar ona baktığımda dudaklarıma kısa bir bakış atıp önüne döndü. Kavisli çenesinin ucuyla ileriyi işaret ederken, ‘’Hadi.’’ dedi kuru bir sesle. İblis bana tedirgin bakışlarından atarak yutkundu. ‘’İçimde uğursuz bir his var.’’ ‘’Daha fazla rahatlatamazdın İblis.’’ dedim iğneleyici bir sesle. İblis parmaklarının uçlarıyla alnına dokunarak gözlerini kapattı. Başını hafif eğmiş durumu analiz ediyordu. ‘’Benim hissettiklerimi hissediyor musun?’’ dedi fısıldayarak. Başımı sallayarak, ‘’Daha fazlasını.’’ dedim, heyecanla. Kalbim kendi hızından patlamak üzereydi. Hala yerimde duruyordum ama Asir, sanki zamanımız bolmuş gibi sesini çıkartmadan öylece bekliyordu. Sabırsız değildi, sanki korkumu ve heyecanımı anlıyor gibi davranıyordu. Sanki sabahtan beri ben istemiyormuşum da o beni zorluyormuş gibi görünüyorduk. Yine de sesini çıkartmıyordu. Tedirgin bakışlarım çizgilerin üstündeyken titrek bir nefesle Asir’e döndüm. ‘’Bu işe yarayacak mı? Kesin mi?’’ Dudaklarının kenarlarını aşağı doğru sarkıtıp tekrar düz bir çizgi haline sokarken, ‘’Kesin değil ama yaramalı.’’ dedi, net şekilde. ‘’Yoksa ölürsün.’’ İblis Asir’in rahatlığına hayretle bakarken; soluk boruma kaçan ve orada bir engele takılan nefesimle ben de Asir’in yüzüne aval aval baktım. Benim suratıma hiçbir şey olmamış gibi bakıyordu, bunu söylerken o kadar rahat davranmıştı ki yine de içten içe şaşırmıştım. Kemikli elini kaldırıp saçlarına doğru daldırdı ve oraları yumuşakça ve yavaşça karıştırdı, ardından elini başından çektiğinde dağılan saç tutamları alnına doğru düştü. Kızıl hareleriyle yüzüme bakarken ifadesiz ama aynı zamanda bakışları uyarı doluydu. ‘’Şimdi, hala geç değil Rea.’’ dedi sakin sakin. ‘’Yapmak istemiyorsan geri dönebiliriz ama ortaya geçtiğinde artık geri dönüşü olmaz.’’ Öleceğimi söyleyip duruyordu, çünkü bunu bilirsem ritüel fikrinden vazgeçeceğimi düşünüyordu. ‘’Sen beni öldürtmezsin… Değil mi?’’ Tedirginlikle sorduğum soru aramızdaki sessizliği arttırdı. Gözlerini usulca kapatıp araladıktan sonra güven veren bakışlarıyla içimdeki karamsarlığı söküp alacaktı neredeyse. Kanlı Ay göz yuvalarında can bulmuştu sanki. Üstümüze ışığını veren ay, her ikimizin de suratına ve tenine çarpıyordu. Olduğundan daha uzun süre bana bakıp, ‘’Buna asla izin vermem.’’ dedi. Sesindeki netlik ve özgüven içime ferahlık yaysa da, ‘’Çok da inanma…’’ dedi İblis, ona yandan yandan bakarak. Tekrar önüme döndüm ama bu sefer bacaklarım bana itaat ederek ortaya doğru ilerledi. İblis dudaklarını birbirine bastırdı ve bana tedirgin edici bakışlarından atmaya devam etti. Beni sakinleştirmesi gereken kişi bir başkası değildi, oydu ama o benden daha heyecanlı ve panik haldeydi. Kalbimin çırpınan sesini duyuyordum, boynumdaki nabız atarken kulaklarımda uğultu bırakıyordu. O kadar panik haldeydim ki ortada durana kadar ellerimin titrediğini bile fark etmedim. Sıcaklık hem bacaklarımdaki kaslara, hem ellerime hem de yüzümdeki kaslara hücum ediyordu; bu sıcaklık paniğin ısınan nefesiydi. Tam karşımda duran Asir’in dik duruşuna bakarak ellerimi birbirine kenetleyip tekrar onları serbest bıraktım ve iki yanımda sallandırdım. Bana keskin ve mesafeli bir şekilde bakıyordu; oldukça ciddiydi ve hafif kırışan alnı benim için endişelendiğini gösteriyordu. Taş duvarı andıran suratıyla, ‘’Kabul ettiğine göre, sana bazı şeylerden bahsedeceğim.’’ dedi, ‘’Bu ritüelle ilgili.’’ İblis ona bön bön baktıktan sonra, ‘’Şimdi mi?!’’ dedi, aniden zihnimde bağırarak; ona sert sert bakıp. ‘’Ulan adama bak! Daha önceden neden bahsetmedin acaba?!’’ ‘’Neden daha önceden bahsetmedin?’’ dedim ben de, kaşlarımı çatarak. ‘’Tam yanındayken mesela?’’ Elini sıkılgan bir tavırla tekrar alnına doğru götürüp indirdi. Kanlı Ay’ın ışığı üstümüze örtülmüştü; keskin çehresi ayın ışığıyla yarım yamalak parlıyordu. ‘’Çünkü gereksiz olurdu.’’ dedi sakince. ‘’Sonuçta kabul etmeseydin, onları konuşmamıza gerek kalmazdı.’’ İblis derin bir nefes verip ağzı açık halde ona bakarken arkasına yaslandı. Ben herhangi bir tepki veremiyordum. ‘’Anlat.’’ dedim boyun eğerek, kısık bir sesle. Asir bakışlarını üstümde gezdirirken kendimi çıplakmışım gibi hissediyordum; öyle delici bir şekilde bakıyordu ki alev taşıyan hareleri gerçek görevini yerine getiriyordu sanki. Beni süzerken, ‘’Öncelikle, sakin olmalısın.’’ dedi rahat rahat, ‘’Korkun o kadar fazla ki kokusunu alabiliyorum.’’ ‘’Söylemesi kolay!’’ ‘’Yapması da kolay.’’ dedi kaşlarını alayla yukarı kaldırarak ama gülmüyordu. Pes edip, ‘’Başka?’’ dedim, kuru bir sesle. Başını yukarı kaldırdı ve gözleriyle gökyüzünü taradı; kavisli çenesinin daha da keskinleşmesini ve adem elmasının koca bir yumru halini almasını seyrettim. Ardından bakışlarını semadan ayırıp çizgilere donuk bir şekilde baktı. ‘’Kanımla güçlenen bir büyü olacak.’’ dedi, durgun bir sesle. Gözlerini keskin bir şekilde kaldırıp üstüme dikti. ‘’Bu beni ölümüne korkutsa da büyüyü aktifleştirecek başka güçlü bir eşyamız yok. O yüzden kanımı vermek zorundayım.’’ İblis kaşlarını yukarı kaldırdı, ardından bana yandan bir bakış attı. İfadesizce suratına baktıktan sonra, ‘’Kanını paylaşmak seni neden korkutuyor?’’ dedim. ‘’Sonuçta sadece büyüyü aktifleştirmek için?’’ Kalın kaşlarını kaldırıp indirirken, ‘’Öyle değil.’’ dedi, mırıldanarak. İblis gözlerini kısarak yüzünü taradı, aklı karışmış gibi kömür karası harelerini göz yuvalarında bir sola bir sağa hareket ettirirken sessiz kaldı. Asir, soruma tatmin olacağım bir cevap vermeden bilgi akışına devam etti. Aklım bir önceki soruma verdiği cevaptaydı; toparlanmam uzun sürmese de içimdeki karamsar his büyüdükçe büyüyordu. Karman çorman duran bakışlarıma, sert gözleriyle karşılık verirken, ‘’Bir büyü dizesi okuyacağım; ardından ruhun bedenini terk edecek. Ondan sonra ruhunu tekrar büyüyle bedenine geri sokmaya çalışacağım. Eğer ruhun kaçar ya da bedenine girmezse,’’ dedi ve söylemeden önce bekledi; pürüzsüz duran boynundaki adem elmasının kayık misali inip yukarı çıktığını gördüm. ‘’Ölürsün.’’ Ağzımı endişeyle araladım ve korku kalbimde can bularak bir bedene dönüştü. Öyle sert tekmeler atıyordu ki birden nefesim kesildi ve Asir’in keskin çehresine bakmaktan başka bir şey yapamadım. ‘’Rea,’’ dedi ardından ciddiyetini belirtmek için, ‘’Yağmur.’’ diye fısıldadı, boğuk sesiyle. Orman sesini içine hapsetmişti sanki, öyle delici bakmasaydı söylediğini duyamazdım. ‘’Ruhunun kaçmasına izin vermem. Bana öyle bakma.’’ Yutkundum ve samimiyetle sarmalanmış sıcak sesine odaklandım, tekrar yutkundum ve kalbimin çırpınmalarını es geçerek, ‘’Nasıl bakıyorum ki?’’ dedim fısıltıyla. Sesim içime kaçmış gibi tizleşmişti. Net ve kemikleşmiş bir sesle, ‘’Korkuyla.’’ dedi. Bakır gözlerini üstüme dikti ve beni gelişigüzel, baştan aşağı süzdü; suratında hiç olmadığı kadar ciddiyet vardı. ‘’Buna hiç sıcak bakmıyorum, başından beri. Sen istediğin için ve bu en hızlı yol diye yapıyorum; başka çaren kalmadığını düşündüğünden yapıyorum. Bana öyle bakmaya devam edersen,’’ dedi ve sebepsiz bir şekilde dişlerinin arasından tısladı. ‘’Tüm büyüyü bozar, seni gerekirse kendim eğitir; o gücü açığa çıkartmanın yolunu kendim bulurum.’’ ‘’Neden yapmadın o zaman?’’ dedim kuru bir sesle, yutkunduktan hemen sonra. Gözlerinin yoğunluğundan aklımı toparlayamıyordum ve sağlıklı kelimeler dilime hücum etmiyordu. Derin bir iç çekti, ‘’Zaman alacak çünkü.’’ dedi, ‘’Çok fazla bir zaman.’’ İblis kaşlarını indirip kaldırdı. ‘’O kadar zamana ihtiyacımız yok.’’ dedi sertçe, ‘’Yeraltına hemen girmemiz lazım. Buradan kurtulmak için.’’ Zaten her şey için geç olduğunu üçümüz de biliyorduk. Bunları daha fazla konuşmamıza gerek yoktu. Birden bacaklarım istemsizce hareket etmeye başladı ve Asir’e doğru yürüdüm. Gözlerim yoğun, tuhaf ama sıcak bir duygunun esiriyle kısılmıştı; kirpiklerimin arasından şaşkınca bana bakan suratına bakmaya devam edip karşısına geçtim. ‘’Vaz mı geçtin?’’ dedi mırıldanarak, hareketlerimi takip ederken. Tüm bu süreçte ilk baştaki tepkisizliğini usulca bozmuş, kirpiklerini titreterek aralamıştı ve şaşkın bakışlarını üstümden bir an olsun ayırmadan beni takip etmişti. Biraz başımı yukarı kaldırıp ona doğru baktığımda çaktırmadan nefes aldığını duydum; bana şaşkınlığından sıyrılıp tepkisizce bakıyordu ama bakır rengi gözlerinde, başkasında bana bakarken görmediğim bir duygu yatıyordu. Ayakucumda yükselerek kollarımı boynunun etrafına dolarken, bu sefer saf bir şaşkınlığın suratına yapıştığını yarım yamalak seçebildim. Boynunu hafif bükmüş, istemsizce bana izin vermişti. Kollarım onun boynunun çevresini sararken beceriksizdim, ben kimseye doğru düzgün sarılmamıştım ki. Boynundan burnumun ucuna ondan yükselen orman gibi ferah kokusu misafir oldu, ardından o kokuyu çekinmeden içime çektim. Bu onu son görüşüm olabilirdi ve ben, ne yaşanılmış olursa olsun ondan dümdüz ayrılmak istemiyordum. Uzun duran bedeni kasıldıkça kasıldı, omuzlarındaki kaslar bile o kadar gerildi ki boynunu saran güçsüz bileklerimin altındaki kuvveti hissettim. Ellerinin titrediğini hissettim ama bu hayal gücümde olabilirdi, çünkü bana henüz dokunmamışlardı. Bedeninin iki yanında sallanmaya devam ediyorlardı. Ayakucum artık dayanamaz noktaya geldiğinde aşağı inip kollarımı ondan çekecektim ama bedenim, onunkinden ayrılacağı zaman bunu hissetmiş olmalı ki tek eliyle belimden sımsıkı kavrayıp kendine çekti ve beni kendine bastırdı. Nefesimi kontrol etmekte zorlandım. Kalbim kasıntıyla sıkıştı ve damarlarımda sıcak bir his dağıldı. Parmak uçlarımda bile büyüyen heyecanı, karıncalanmayı hissetmiştim. Yumuşak şekilde yutkunup kısa ama bana yetecek kadar uzun bir nefes bıraktım. Burnumu önce omzuna bastırdım ve içimdeki korkunun geçmesini bekledim. Saf kokusu ciğerlerime dolarken sakinleşmeyi başarmıştım. Onun kokusunun bile ruhumda bu kadar güçlü bir etkiye sahip olmasını beklemiyordum. Ardından çenemi yukarı kaldırıp omuz hizasına bastırdığımda heyecan baş gösterdi. Kalbim, onun kalbini hissediyordu ve ikisi de aşırı derecede hızlıydı. Ondan etkilendiğimi biliyordum ama onun üstünde bıraktığım etkiyi bilmiyordum. Başını, benim boyun girintime gömüp belimdeki elini sıkılaştırdı ve parmakları kazağımın üstünden bile tenime gömülmüşken beni kendine daha çok bastırdı. Burnunun girintisini şahdamarımın tam üstünde hissederken ürperdim ama sesimi çıkarmadan bu anın içinde hapsolmaya devam ettim. Zaman keşke bu anda dursaydı ve Asir, aklımda her zaman böyle kalsaydı. Derin bir nefes aldığında kalbim tekledi, ardından nefesini sımsıcak bir şekilde yakamdan aşağı bıraktı. Ürpersem de tekrar ses çıkartmadım ve sanki güç almışım gibi ona daha fazla sokuldum. ‘’Rea, bunu bana yapmamalıydın.’’ dedi fısıltıyla. Ne amaçla söylediğini idrak edemeden devam etti, ‘’Karanfil gibi kokuyorsun.’’ Boynuma doğru sıcak nefesini bırakıp, çocuk gibi tatlı şekilde mırıldanmasına afallasam da dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Boğuk çıkan sesi kulaklarımın dibinde yankı yapmıştı. Sesimi çıkaramayacak kadar utanmıştım, sarılmayı bile beceremiyordum ki ben. Fakat o herkese sarılıyormuş gibi tecrübeliydi; belimi sarmalaması beni güvende aynı zamanda rahat hissettiriyordu. Sanki tecrübesizliğimi, onun tecrübesi kapatıyordu. Ondan ayrıldığımda ne tepki vereceğimi düşünürken burnunu boynuma sürttüğünde, bu onu bile şaşırtmış olmalıydı ki duraksadı. Eli belime daha fazla baskı kurdu, parmakları kıvrımlarıma gömüldü. Öylece kalakaldım. Ardından beni kendinden uzaklaştırdı ve kısılan gözleriyle yanan yanaklarıma ve ışıldadığına emin olduğum gözlerime baktı. Gülümsedi, dudaklarının kenarı ölüm vaat eden bir tehlikeyle güzelce kıvrılırken o sıcaklık kızıl harelerine bile yansıdı. ‘’Seni sarılışımla sakinleştirmeyi beklemiyordum,’’ dedi eli yanında boş boş sallanırken. Yanaklarım kızardıkça kızardı; bakışları gözlerimden aşağı kayıp o taraflarda dolandı. Gülümsemesi yılan gibi kıvrılarak suratına yakıştığında aklımı dağıtmak için alay etmeye çalıştı ama bu beni daha da utandırdı. ‘’Ya da kokumla mı?’’ Ona ters ters bakmaya çalışıp elimi kaldırıp sert omzuna rastgele geçirdim. Her ne kadar canını yakmamaya özen göstersem de o ses etrafımızda kısa sürede yankı yapıp kaybolmuştu. Şaşkınlıkla bana bakmasına aldırmadan, ters ters ona baktıktan sonra sırtımı ona doğru dönüp ortaya doğru yürüdüm. Onun sıcak bedenini hala hissedebiliyordum, sanki bedenimin üstüne şeffaf naylondan tabaka misali yapışmıştı. Tekrar ona döndüğümde hala şaşkınlıkla bana bakıyordu. Tepkisiz tutmaya çalıştığım surat ifademle, ‘’Bunun ölümden başka nasıl sonuçları olabilir? Hemen gücüme kavuşacak mıyım?’’ dedim, kalbim yukarı tırmanarak boğazımda atmaya başlarken. Öyle gür şekilde atıyordu ki elimi kalbimin olduğu tarafa götürsem avcumda bitecekti. Akıl böyle dağıtılır ve ortam bu şekilde bozulurdu. Öğrenmesi lazımdı. Bu şekilde konuyu dağıtmamdan rahatsız olsa da yüzünde solmayan yarım yamalak tebessümle açıkladı. ‘’Eğer ruhun gereken gücü karşılarsa veya parlarsa, evet. Onun dışında; sanrılar gibi ya da büyünün ruhunda bıraktığı geçici, tehlikeli etkilerle karşılaşabilirsin. Belki hemen sağlıklı bir güce kavuşmazsın ama artık özün ortaya çıkacağı için patlamalar yaşayabilirsin.’’ ‘’Tamam.’’ dedim, titreyen bir sesle. ‘’Hadi yapalım. Durdukça daha çok panikliyorum.’’ Gözlerini yukarı kaldırarak gökyüzüne baktığında ben de onu takip ederek yukarı baktım. Kanlı Ay ortaya tamamen çıkmıştı. Kafamı eğip ona tedirginlikle baktım; tıpkı aya benzeyen kızıl gözlerini bana dikerek kafasını anlayışla salladı. ‘’Korkma Rea.’’ dedi sonra, fısıltıyla. ‘’Bana güven.’’ İblis uğursuzca kıkırdamaktan başka bir şey yapmadı. Burnumdan bir soluk vererek başımı bir kez salladım ve kararlılıkla gözlerine baktım. Samimi bir şekilde gülümseyip elini rastgele gitar çalıyormuş gibi önünde bir kez, hırsla salladı ve bir pençenin tırnakları ortaya çıktı. Tırnakları bir bıçağın sırtı gibi ayın altında parlarken oldukça keskin duruyorlardı. Elini yan tutarak; sert bir taş misali yumruk haline getirdiğinde bileğindeki uzun, ince kemik ortaya çıktı. Avcunun arasından damlayan koyu, uğursuz rengi takip ettim. Hafif kavruk, kumral tenine yakışmayan bir renkti; onun yerine benim canım yanmış gibi suratım buruştu. Sessizce yutkundum. Bana doğru birkaç adım atıp geniş ritüel çemberinin tam hizasında durdu ve elinden damlayan kanı toprağa düşürdü. Beyaz çizgiler artık onun kanıyla kızıl bir renge dönüşürken daha çok parladılar. Kanlı Ay’ın ışığı tam üstümüze çörekleniyor, büyüyü daha da güçlendiriyordu. Göğsüme vuran darbeler, bir korkunun eline aldığı balyoza dönüşürken sakin kalmaya çalışarak İblis’e doğru son kez bir bakış attım. Bana son kez bakıyormuş gibi baktı. Son kez gülümsüyormuş gibi sımsıcak gülümsedi. Fısıldayarak, boğuk bir sesle, ‘’Qua’aran maeasu vawias…’’ dedi Asir. Fısıltıları bir rüzgarın doğuşuna sebep oldu. Gecenin koynunda özgürce esen rüzgar aramızdan dolanıp geçerken ağaçların yapraklarını hışırdattı. Ense kökümdeki tüyler ayağa kalkarken titredim. Mumlardan biri rüzgarın etkisiyle titredi. Diğerleri sabit kaldı. İblis bunları anlıyor olmalıydı ama tedirgin eden bakışlarla sessizce bizi ve olayı seyrediyordu. ‘’Qua’aran wi nayeat vawias…’’ dedi Asir, fısıltısını giderek yükseltirken. Bana bakmıyor, mumlardan gözlerini ayırmıyordu. Bir rüzgar daha gürce eserek yaprakları hışırdattı, gecenin kaburgasından damlayan gölgeler ormanın derinliklerinden uzanarak bize uğradı. Bir başka mum titreyerek sarsıldı ama diğerleri sabit kaldı. Üşümem giderek arttı ve sanki vücudum bir buz kalıbıyla dolmuş küvetin içine girdi. Görünmeyen tüylerim bile şaha kalkarken olduğum yerde baştan aşağı titredim. Asir boğuk ve kalın sesiyle bağırdı, ‘’Qua’aran wi nayeat vawias mu’ qua’ra ma’ara!’’ Boynundaki damarlar kabararak ortaya çıktı. Bağırışıyla rüzgar sanki bir fırtınaya dönüştü ve etraftaki topraktan yükselen tozları havaya kaldırdı; ağaçların yaprakları daha gür şekilde dans ederek hışırdadı. Ellerimde bir karınca ordusu yürüyormuş gibi uyuşukluk hissettim. Bedenim baştan aşağı titremeye başlarken, soluk boruma yetmeyen nefesle Asir’in de sık nefesler aldığını işittim. Bana bakıyor, benimle beraber nefes alıp veriyordu. Kızıl harelerinin aklarında daha önce onda görmediğim kızarıklıklardan vardı. Karıncalar bacaklarıma doğru üşüştü, kaslarıma doğru hücum etti ve ben birden yere yığıldım. Boş bir kavuğu andıran renkli gözlerim, Kanlı Ay’ın karanlık gökyüzünde asılı kalan bedenini seyretti. Nefeslerim düzensiz, kalp atışlarım neredeyse duracak gibi yavaştı. Soluk borumdan yükselmeyen yetersiz nefes ciğerime iğneler batırıyor, canımı acıtıyordu. Titreyip titremediğimi bilmiyordum ama arada sırada tek bacağımın hafifçe kasılıp yere çarptığını duyuyordum. Pantolonum her yere çarptığında toprak sesinden patırtılar yükseliyordu. Beynimdeki oksijen azalmaya başladı ve zihnimde bir renk cümbüşü oluşmaya başladı. Diğer yandan tüm duygular, düşüncelerimle beraber zihnimden uzaklaştı ve ben hafiflemiş hissettim. Zihnimdeki labirentin renksiz duvarlarında karartılar görmeye başladım, aynı zamanda gözlerimin önünde dans eden binlerce ışık topları vardı. Nefesim tümden kesildi. Ardından tüm karanlık ruhumla bütünleşti. Ruhum bedenimin kabuğundan sıyrılmış misali bir hafiflikle ayağa kalktım. Kuştan farksız hissettiğim bedenime boş boş bakındım. Her taraf beyaz bir ışığın esareti altındaydı ve her şey, görünenden daha farklıydı. Yağmur yağdığında camın üstüne yapışan buhar gibi gözlerimin kenarları buluğdu fakat sadece ön görüş alanım net ve berraktı. Asir’i görebiliyordum ama yerden oldukça yüksekteydim. Yüksekte miydim? Hiçbir şey hissetmesem de sağda solda aniden çekim kuvveti varmış gibi hissettiren bir his sardı ruhumu. Sağa doğru hücum eden bedenim, kuştan farksızdı ve havada süzülüyordu. Görünmeyen bir duvar çeperine hızlıca çarpıp geri çekildim, daha sonra sola doğru hücum etmeye başladım. Beynim allak bullak olmuştu ve kendimde değilmişim gibi hiçbir şeyi kontrol edemiyordum. Her şey kontrolüm dışında gerçekleşiyordu. Her hareketim istemsizce gerçekleşiyordu. Korku ya da herhangi bir duygu hissetmiyordum ama her zamankinden daha çok düşünüyor, her zamankinden daha çok çevreme dikkat ediyordum. Sol tarafta görünmeyen, ince bir duvar çeperine çarparak geri çekildim. Kendinde olmayan sarhoş edasıyla çevreye sarmış, hareketlerimi kontrol edemiyor ve bilinçsizce sağa sola çarpıyordum. Ben havada süzülüyordum! Her taraf basit ama rahatsız edici bir bulanıklığın etkisi altındayken, görüş alanıma giren onlarca şeyden sadece birine takıldım. Kendime. Toprağın üstünde hareketsiz yatan bedenime. Panik duygusunu hissetseydim, korku nedir bilseydim; şu an aklımı kaçırırdım fakat benimle olan yalnızca düşüncelerimdi. Bu da tıpkı hislerim kadar öldürücüydü. Şaşkınlık görünmeyen elleriyle bilincime dalmışken, havada sineğin uçuşmasında olduğu gibi hırslı ve atik zikzaklar çizerken sadece kendime bakıyordum. Bir yaprakmışım da fırtınanın tam kalbinde savruluyormuşum gibi hızlıca havada zikzaklar çizmeye devam ediyordum. Bedenim, kahverengi toprağın üstüne serilmişti. Uzun, dalgalı saçlarım gecenin koynunda parıldayan veya saklanan ağacın dalları gibi etrafa saçılmıştı. Ölmüş müydüm? Sadece gökyüzüne bakıyordum. Gözlerim açıktı ve boş bir kavuktan farksız duran bir tarafı buz mavisi, diğer tarafı kızıl gözlerimi tepeden görmek beni dumura uğratmıştı. Tenim tertemiz bir kağıttan daha beyaz, ruh gibi parlaktı. Havada süzülüp sağa sola çarpmaya devam ediyordum ama hiçbir şey hissetmiyordum. Aniden savaşmaya hazır biri misali, savaşın ortasında Asir’in karşısında durdum ve ona doğru çekildim. Suratım, onunkiyle çarpışmaya yakın bir yerde, görünmeyen duvara tekrar gür bir sesle çarpıp geri savruldum ama havada süzülerek duraksamayı başardım. Bir kar küresinin içine sıkışmış misali o cam kürenin çevresine çarpıp duruyordum. Beni hangi şekilde veya nasıl gördüğünü bilmiyordum; bana kalırsa ışık topundan farkım yoktu. Yüzüme ifadesizce baksa da alnında biriken ter boncukları, Kanlı Ay’ın ışığı altında parlıyorlardı. Ona çarptığımda herhangi bir irkilme yaşamadı, yerinden milim kıpırdamadı. O kırmızı gözlerini kocaman aralamış endişeyle bana bakıyor, hislerini dizginlemeye çalışıyordu. Elini avcu toprağa bakacak şekilde kaldırdığında kemikli elinin ilk defa titrediğine şahit oldum. Elini yumruk haline soktu ve parmaklarını içe doğru gömdü. Tırnakları etine baskı kurduğunda akan kan, başımı döndürdü ve ondan direkt uzaklaşarak etrafa deli danalar gibi çarpmaya devam ettim. Bir çemberin içinden ayrılmıyordum. Gözlerim bu sefer, yalnızca Asir’i görüyordu. Etraf hala bulanıktı ama diğer her şeyden, bedenimden bile daha net görüyordum onun toprağa sağlam basan ayaklarını. Yutkundu ve biçimli dudaklarını hareket ettirerek bir şeyler söyledi. Teninden süzülerek yere akan kan, beyaz çizgilere denk geldiğinde çizgiler kanıyla yoğrulmaya; onu özümsemeye başladı ve uğursuz bir renge büründü. Bir çığlık koptu. Bu çığlık, ruhumdan yükselmişti ama ben herhangi bir acı hissetmemiştim. Asir tekrar kanını yere damlattı ve sesini yükseltti, sesi her zamankinden daha kalın ve gür yükselmişti. Ne söylediğini anlayamamıştım. Bir ışık patlaması oldu. Bu ışık, ruhumdan çevreye dağılmış; ormanın en karanlık dibini bile aydınlatmıştı ama ben ışığın etkisiyle kör olmamıştım. Her zamankinden daha hızlı hareket ediyordum, şu an ruhum tehdit altında gibiydi. Öyle hızlı ve atiktim ki çemberin görünmeyen duvarından dışarı kaçamıyordum ama her halükarda yokuştan aşağı yuvarlanan taş gibi hareket halindeydim. Asir sakinleşmeye çalışıyordu; başını eğdi ve derin nefesler alıp verdi. Sert ve geniş duran göğsü inip kalktı, indi ve kalktı; alnından çenesine doğru uzanan ter damlası toprağa düştü. O bile yoruluyordu. Sırtım geride kalan ormanın boşluğuna, suratım onun gergin çehresine bakarken ruhum tekrar ona doğru saldırdı. Bir rüzgar akımı beni tam karşıdan, Asir’in olduğu taraftan kendisine doğru çekmişçesine o tarafa uçtum. Aniden Asir’in keskin ve sert duran yüzüne yaklaşacağım sırada, çemberin gizli duvarına çarpmadan asılı kaldım. Kilitlenmiştim. Asir gözlerini araladığında kızıl harelerinin uzaktan görünen bir yangın gibi parladığını gördüm. Kaşlarının altından bana sertçe bakarken aslında yorgun görünüyordu. Sakatlanmışım ya da felç geçiriyormuşum gibi hareketsizce, havada asılı kalmıştım. Gözümün kenarları hala bulanıktı ama önümde duran ağaçların yapraklarını görebiliyordum. Hareket etmiyorlardı. Zaman durmuştu. İçimde patlamaya saniyeler kaldığını hissettiğim güç büyüdükçe büyüyordu, ışığım arttıkça arttı ama sadece hareketsiz kalıyordum. Asir aniden, daha yeni bir şey fark etmiş birinin hırsıyla aşağı doğru baktı. Şaşkınlık binen bakır rengi harelerinde gittikçe büyüyen endişe tohumlarına, daha sonra da hırsla parlayan bir öfkeye şahit oldum. Ne olduğunu anlayamadan gözlerimi yuvalarında döndürerek aşağı doğru baktığımda, önce kendi cansız duran bedenimi gördüm. Daha sonra netleşen gerçekle, ruhum bile şaşırdı. Çemberin içinde ama kenarına doğru yakın bir yerde, ölü bedenime birkaç metre kala uzaklıkta duran biri vardı. Siyah dumanlarını bir elbise gibi giyinmiş, gücü yerleri süpürüp kaldıran bir gölge. İblis. İki düşman, birbirini daha doğru düzgün tanımayan ama aslında şaşırtıcı şekilde benzer adam birbirine baktı. İblis gölgeden ibaretti ama alaycı, küçümser bakışlarını buradan bile tahmin etmek güç değildi. Gözlerimi tekrar yukarı kaldırıp Asir’in bana hem şaşkın hem öfkeyle bakan gözleriyle karşılaştım. Alnında biriken ter, yanağından oradan çenesine doğru akmaya devam ediyordu. Sık aldığı nefeslerle bana öyle delici bir güçle bakarken başını iki yana sallayıp gözlerini usulca yumdu ve odaklanmaya çalıştı. Başını tekrar iki yana sallayıp silkelendi. Ardından biçimli dudaklarını azar azar oynatmaya başladı. Çember içinde parlayan kelimeleri idrak ettim, hepsi Asir’in saf kanıyla parlıyorlardı. Birisi yandı ve o çizgiyi takip eden mum söndü. Delici bir güç sanki ruhumun eteğinden beni geriye doğru çekti. Hareket etmeye çalıştım ama kıpırdayamadım. Zaman durmuştu. Asir dudaklarını aralayıp tekrar bir şeyler mırıldandı, boynundan akan teri takip ettim. Yerde kızıl renkte parlayıp sönen kelime, diğer bir mumu daha söndürdü ve ben titreyerek ruhumun ayak bileğinden yine geriye doğru çekildim. İstemsizce hareket ediyordum, biri beni çekiyordu ve ben ona itaat etmekten başka bir şey yapamıyordum. İblis’e ağır bir bakış attığımda hala biçimsiz dumandan ibaret olan şekliyle orada duruyordu. Bu sefer sarsak bir tavır içindeydi, dumanları durmaksızın hareket halindeydi ve ne tarafa baktığını göremezdiniz ama ben, bana baktığını hissedebiliyordum. Asir gür, kalın sesiyle ormanı inletircesine büyü dizesini okuduğunda; ormanın derinlerinden bile duyulan bir feryat koptu. O sahipsiz çığlığın sahibi bendim. İblis sarsılarak kaybolurken, yerde yatan cesedim bir karadeliğin çekim gücüne eş değer bir güçle beni içine doğru çekti. Ona doğru hırsla süzülmekten başka bir şey yapamadım. Derin ve sık sık aldığım nefeslerle, bedenim yerde zelzele misali sarsılıp dururken etrafta yoğun, bir aydan daha parlak beyaz bir ışık doğdu sandım. Sonra, tamamen karanlıkla bütünleştim. Sırtım ağacın sert kabuğuna yaslıydı, önümde yüzünü göremediğim bir adam duruyordu. Sırtını bana dönmüştü, tam arkasındaydım ve dudaklarımda kendimde hiç görmediğim güzel bir gülümseme vardı. Şefkatle kısılan gözlerim, uzun; ensesinden bir tık daha aşağı düşen koyu kestane saçlara bakıyordu. Dizlerim üstünde oturuyordum, tam da rahat bir pozisyonda sayılmazdım ama bundan hiç şikayetçi görünmüyordum. Sırtı bana dönük adam, ‘’Turas ze’yapa? (Burada mı keseceksin?)’’ dedi kalın sesiyle, büyük bir merakla. Boğazımdan mırıltı çıkarttığımda tını o kadar keyifli çıkmıştı ki adamdan başka bir cevap duymadım. Sanki keyifli tavrımdan mutlu ve memnun oluyordu. Yanımda toprağın üstüne bıraktığım büyük gümüş makası elime alıp parmaklarımla kavradım ve birkaç kez aralayıp kapattım. Rüzgarı kesercesine çıkan metalik ses birbirine keskince sürtündü. Adamdan sert bir yutkunma duydum ama ben hala yüzümdeki büyük bir sırıtışla arkasında, istifimi bozmuyordum. ‘’Bana güveniyor musun?’’ İlk defa konuşmuştum ama sesimdeki o kadınsı ağırlığı duymayı beklemiyordum. ‘’Uraqa ti? (Soru mu bu?)’’ dedi önümde duran adam, alayla. ‘’O zaman rahatla.’’ Dudaklarımdaki şeytanları kıskandıracak hain gülümseme sırıtışa dönüştü. Makası öyle ustaca kullanıyordum ki güneşin altında parlayan keskin tarafı bile hızımdan görünmüyordu. Saçlarını kısa sürede kısaltıp, alnına doğru düşen perçemler bırakmayı başardım. Dizlerimin üstünde hafifçe öne doğru eğildim; suratımı kalın ve geniş duran omzunun üstünden öne doğru uzatıp suratına bakmaya çalıştım. Dolgun ve biçimli duran dudaklarını görebilmiştim, güzel bir tebessümle kıvrılmışlardı. Daha çok öne doğru eğildiğimde bana kısıkça, göz ucuyla baktı. Kızıl gözleri o zaman gördüm. Korkutucu görünmüyorlar, aksine büyük bir sevgiyle bakıyorlardı. Perçemleri alnına doğru düşmüş, kemikli suratını iyice açığa çıkartmıştı. İçimde çağlayan duygular rahatsız edici bir hisle yoğrulmaya başladı. ‘’Çok yakışıklı oldun,’’ dedim suratını gelişigüzel süzerken. Kaşlarının uçlarını alayla yukarı kaldırdı ve göz ucuyla bana bakmaya devam etti. ‘’Keşke kesmeseydim.’’ ‘’We lua mu’r? (Ne fark eder?)’’ dedi çapkın şekilde yan yan sırıtarak. Kaşlarım çatıldı ve diğer taraftan uzanan elimle perçemlerini hafifçe kavrayıp çekiştirdim. ‘’Erkan!’’ dedim hafifçe sesimi yükseltip. Kıkırdadı, dudaklarındaki gülümseme daha da büyüdü. ‘’Suira wu buaqa, we lua mu’r? (Sadece seni görüyorken, ne fark eder?)’’ dedi cümlesini tamamlar gibi yaparak. Dudaklarımda usulca başlayan gülümseme büyümeye başladı. Öne doğru eğilip dudaklarına kısa bir öpücük kondurdum, elini saçlarıma daldırıp öpücüğü derinleştirdiğinde uzaklardan gelen bir ses kaşlarımı yarım yamalak çatmama sebep oldu. ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedi narin bir ses. Beynim bir an hayal dünyasından çekildi ve gerçekliğe döndü. Yine de gözlerimi aralayamayacak kadar yorgundum. Sesleri duyuyor ama ses çıkartamıyordum. Mehir’in ince sesi bana doğru yaklaştı. ‘’O iyi mi?’’ ‘’Ateşi var,’’ dedi kaba ve kalın bir ses. Kalbimin aniden kasılıp gevşediğini hissettim. Bu hissiyat o kadar aniydi ki mideme kadar vurmuştu. Alnımın üstünde soğuk, ıslak bir ağırlık hissettiğimde ürperdim. Bir süre gözlerim kapalı dışarıdaki sesleri algılamaya çalıştım. Yanımda bir yerlerde su aktı, bir kaba aktığından emindim çünkü kalın, düzensiz şırıltılar duymuştum. Elim ve ayak bileklerime de aynı baskı oluştuğunda yatağın içinde titredim. ‘’Düş artık.’’ dedi Asir’in endişeyle dolu sesi. Beynimin köşesi kötürüm hale gelmeye başladı. Birden uyuşukluk hissettim ve tekrar karanlık davetkar kollarını aralayıp beni kendine çekti. Zihnimdeki labirentin içindeydim ve önümde uzanan; sağa sola sapan ve birbirine bağlı koridorlara pusu kurmuş karanlığa bakıyordum. Karanlık size ne düşündürüyordu? Karanlık bazı kabuslara gebe kalırdı, karanlık hiç görmediğiniz veya içinde bulunmadığınız bir şeydi. Karanlık bir an, bir durum veya bir olay olabilirdi. Karanlık, bir gölge doğurabilirdi ya da bir gölgeden karanlık oluşabilirdi. Bazılarımız için karanlık sessizlikti. Aynı zamanda kimsenin olmadığı, hiçbir kafadan ses çıkmadığı özel bir an olabilirdi. Karanlık size ne hissettiriyordu? Bana korku vaat ediyordu. Bana güven aşılıyordu ve bana kimsenin bende oluşturmadığı hissi veriyordu. Karanlık benim için saçmalıktan ibaretti, bir sınır çizgisiydi ama öte yandan karanlık benim yuvamdı. Mesela, herkesten kaçmak ve kendimle yüzleşmek istediğim için kafamın içinde oluşturduğum labirentimin her köşesinde ışık görürdünüz ama karanlığı ışıktan daha çok görürdünüz. Onu hissederdiniz. Ayaklarım nereye gideceğini biliyorlardı; labirentim benim caddem, koridorlarım benim sokaklarımdı. Sokak köşelerinde duvar dibine oturmuş ve zihninde geçmişi, geleceği aynı çizgide tutabilen bir evsizin düşünceleri misali ayaklarım nereye gideceğini her zaman iyi bilirdi. Şimdi ise ilk defa kaybolmuştum. O kadar korkunç bir durumdu ki, bunu tarif etmek neredeyse imkansızdı ama zihninin içinde sıkışıp kalmanın ne olduğunu bilen biri, söyleyemediklerimi kolayca anlardı. Bana yol gösterecek birini bulamıyordum ama kendim, kendimin pusulası olmalıydı. Çünkü labirentim benim caddemdi. Yine de pusulanın yön gösterdiği kırmızı ibre bozuk olmalıydı ki, kendi içimde yuvarlanıp gidiyor ve ayaklarım daire çiziyormuşum hissiyatı veriyordu. Her taraf sessizdi ve bu garipti; benim zihnim dış dünyadan bile gürültülü olan tek yerdi. Korkuyordum, aynı zamanda korkunun en büyüğüne; dehşete tanık oluyordum. Boşluğa bakan donuk gözlerimle etrafı sanki ilk defa koridorlarımı inşa ettiğim an gibi dikkatlice inceliyordum. Donuk ve resimsiz, cansız duran duvarlarımın arasından geçerek ileride yılan misali kıvrılan başka bir sapak görüp oraya girdim. Buraya, ‘’Bin Anılar Kapısı’’ diyordum. Burası korktuğum her şeydi. Burası kaçtığım her köşe, gelecek ve geçmişti. Arkalarında binlerce hayat taşıyan, cansız mankeni andıran binlerce kapıya baktım. Adımımı attım ve onların arasında ilerlemeye başladım. Her iki tarafımdalardı, sakin duruyorlardı ama buralarda gezmek benim için tehlikeliydi çünkü herhangi bir kapı beni farklı, bilmediğim ya da unuttuğum bir anıya bile çekebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Korku dolu gözlerim sonuna kadar açıldı ve beni ayak bileğimden tutmuş şeye baktım. Bir kapının altından firar etmiş kıskacı fark ettiğimde çok geçti çünkü beni zamanda akıp giden her şey kadar hızlıca kendine doğru çekmeye başladı. Çığlık atamadım, boğazıma doğru tırmanan ama yükselmeyen sesim sadece canımı yaktı. Kapı beni kendine doğru çekip adeta yuttu. Kendi kafamda oluşturduğum bir masal kitabının içine girmiş gibi hissediyordum. Bir fark vardı, çünkü bu bir masal olamayacak kadar gerçekti. Kabus ya da rüya olabilirdi. Dünyadaki kendi odamın içindeydim. Her taraf ahşaptı ve gecenin karanlık kumaşı her zamanki gibi odamın ahşaplarını daha koyu bir hale getirmişti. Cama vuran takırtılarla başımı o tarafa çevirdim, kalbim ne beklediğini bilmediğinden gümlüyordu. Cama düşen yağmur damlaları normalde beni sakinleştirirdi ama şu an gerilim sahnesinin içindeymişim gibi hissettiriyordu. Şakağımdan yanağıma doğru bir çizgi çeken ter damlasını elimin tersiyle sildim ve yatağımda nefes alan bedeni fark ettim. Korkuyla titreyen elim ağzıma doğru gitti ve ayaklarım birkaç adım sessizce geri gitti. Nefes bir erkeğin nefesini andırıyordu. Kalın ve derindi. Benim odamda hiç erkek olmamıştı ki? Yüreğim ağzımda adımlarımı ileri taşıdım ve temkinli şekilde yatağın kenarına doğru yürüdüm. Mavi şimşek dışarıda gürleyerek çaktı ve odamın yarısını aydınlatıp tekrar kayboldu. O zaman gözlerimin önüne gelen kestane rengi saçları fark ettim. Gözleri kapalı, alnında biriken teri görüyordum. Yutkunarak aşağı doğru indiğimde, yarı çıplak yatağımda yatmasını düşünemeden karnının üstünde iki üç tane açılmış derin yarığa baktım. Korkudan boğuk bir çığlık atıp tekrar geri gideceğim sırada aniden duraksadım. Şaşkınlık ve ne yapacağımı bilemez halde öylece kalırken aklımdan geçen tek isim, Asir olmuştu. Titreyen dudaklarımdan dökülen isimse, ‘’Erkan…’’. Yarım ve eksik dökülen ismi, titrek nefesimle beraber dışarı vermiştim ama bu içten içe şaşırmama neden olmuştu. Kendimi kaybettim, bedenimi kontrol edemedim. Şimdiye kadar bu anın içinde, üçüncü bir gözdüm ama artık öyle değildim. Birden bu anı yaşayan biri haline geldim. İçimde büyüyen korku büyüyerek paniği de beraberinde getirdi ve ellerim zelzelede kalmış bina gibi titremeye başladı. Ayaklarım benden izinsiz ona doğru kaydı ve elim karnının üstüne gitti. Akan sıcak kanı parmaklarımın arasında hissederken dolu gözlerim, adamın keskin ve hala yenilmez duran çehresinde; diğer yandan yarasında gidip geliyordu. ‘’Erkan…’’ dedim ağlamaklı. Yaradan kan akmaya devam ediyordu, sanki sabahtan beri yaranın üstünü kapatıyormuşum gibi hissettiren rahatsız edici bir duygu parmaklarıma kadar sızdı. Sanki elimi o yaradan çeker çekmez Asir kan kaybından ölecekti. Çevreye dolu gözlerimle tararken birilerinden yardım dileniyordum. Kimsesizdim. Burada ben ve Asir dışında kimse yoktu. ‘’Burada kal.’’ dedim dudaklarımdan dökülen fısıltıyla. Asir’in çatık duran kaşları iyice birbirine yaklaştı ve aralarında derin bir çukur oluştu. Adem elmasının kaydığını, yutkunduğunu gördüm. Çaresizlik yaranın üstünde duran elimi titretirken acıyla fısıldadım. ‘’Erkan, benimle kal. Yalvarırım.’’ Odanın dışındaki koridordan yükselen ayak sesleri, korkuyla başımı o tarafa yönlendirdi. Omzumun kenarından, arkaya kapalı duran kapının üstüne korkuyla bakıyordum. Burada bizden başka kimse yoktu. İçimde büyüyen panik tırnaklarını kalbime geçirdi ve artık kalbim dehşet pompalamaya başladı. Kapının tokmağı ölümcül, rahatsız edici bir tavırla yavaşça dönerek hareket etti. Bir Asir’in savunmasız hali, bir çaresiz ve korkak halim arasında gidip gelirken kenara atılmış yorganı düşünmeden Asir’in üstüne attım. Onu tamamen yatağa hapsettim ve orada sakladım. Kapı gıcırtıyla aralandığında arasından kuvvetli görünen bir beden girdi. Bana bakan kızıl gözleri görür görmez boğazımı yırtan, acı dolu bir çığlık attım. Asir tam karşımdaydı! O zaman yataktaki kimdi? Korkuyla bir yatakta yorganın altında duran kişiye, bir karşımda duran Asir’e bakarken bacaklarım istemsizce hareket ederek pencerenin dibine doğru yaklaştı. Karşımda duran Asir rahat görünüyor, bakışlarını üstüme tehlikeli diyebileceğim duyguyla dikiyordu. Aniden o tehlike dağıldı ya da maskenin ardına saklandı. Kirpiklerini aralayarak kızıl gözlerini daha da ortaya çıkarttı, ‘’Yağmur…’’ dedi şaşkınlıkla. ‘’Burada ne işin var?’’ Şimşek arkamda gürledi ve ışık tekrar odamın yarısını doldurup geri çekildi. Cama vuran damlalar beni daha da germeye başladı. Titrekçe, ‘’Asıl senin…’’ dedim ama cümlemi tamamlayamadım. Bir süre birbirimize şaşkınlıkla bakmaya devam ettik. ‘’Sen yatakta olmalıydın?’’ Kendi kendime anlamsızca mırıldanıyordum. Kemikli, büyük elini bana doğru uzatıp davetkar şekilde ters çevirdi, ‘’Buraya gel,’’ dedi yumuşakça. ‘’Orada yatan tehlikeli.’’ Yutkundum ve yatakta cansız gibi duran bedene baktım. Yorganın altında sakince kan kaybediyordu. Tedirgince karşımda duran adama bakarak sesimi çıkartmadım ve bir süre olduğum yerde dikildim. Sırtım camın soğuk bedenine yaslandı ve yağmur damlaları cama değil de sanki sırtıma saplanıyormuş gibi darbeler attı. ‘’Buraya gel.’’ dedi tekrar, davetkar bir tonlamayla. Fısıldıyordu, sanki birinden korkuyor ya da saklanıyordu. ‘’Şimdi uyanacak.’’ Asir bildiğim kadarıyla kimseden korkmazdı. Kendinden bile. Karşımda duran gerçek Asir değildi ama onun kılığındaydı. ‘’Hayır.’’ Korkuyla dudaklarımdan dökülen cevaba kaşlarını çattı. Aniden değişen yüz ifadesine gergince yutkundum ve sırtımı cama daha fazla bastırdım. Biraz daha zorlasam camı parçalayıp aşağı düşecektim. ‘’Hayır?’’ dedi aniden elini indirip, bana öldürücü bakışlarından atarak. Sesi az öncekinden daha sert yükselmesine rağmen hala fısıltılıydı. ‘’Bana güvenmiyor musun?’’ Kızgın görünüyordu. Korkunçtu. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve bir çıkış noktası aramaya çalıştım. Kendi odamda gidebileceğim ya da kaçacağım hiçbir yer yoktu. Uzaklardan gelen sese kulak kabarttım, tanıdığım birinin sesine benziyordu. Güvenebileceğim birinin sesine. Ona sımsıkı sarılarak gözlerimi kapattım. Odadaki Asir çıldırmış gibiydi, ‘’Yağmur! Bana bak!’’ Sesi tıpkı toprağa sertçe düşen yağmur gibi artmaya ve yükselmeye devam etti. Diğer yandan uzaklardan gelen ses, yaklaştıkça yaklaştı. ‘’Asir, sen de uyumalısın. Kaç gün geçti, dayanamayacaksın.’’ dedi narin, ince bir ses. Kaşlarımın suratımda hafifçe çatıldığını hissettim. Savuşturur gibi, ‘’Ben uyurum,’’ dedi kalın ama kaba olmayan ses. ‘’O uyansın da, ben uyurum.’’ dedi endişe dolu sesiyle. ‘’Şunları değiştir. Ateşi tekrar başlarsa lazım olur.’’ Yarım yamalak seçebildiğim ve giderek dağılan seslere tutunmaya çalıştım ama başaramadım. Tekrar karanlığa gömüldüm. ‘’Toprak!’’ İblis… ‘’Toprak! Uyansana!’’ İblis? Gözlerimi araladığımda bana bakan kömür karası harelerle karşılaştım. Yüzü, yüzüme oldukça yakındı ama kaşları ciddiyetle çatıktı. Elini kaldırıp parmaklarını rastgele suratımın önünde şaklatıyordu. ‘’Sonunda.’’ dedi huysuzca, sırtını dikleştirerek. Çevreme anlamsızca bakarken ormanın içinde olduğumu idrak ettim. Sırtım sert ağacın dibine dayalıydı. Anlamsız bakışlarımı karşımda duran adama kaldırdığımda hala yerde oturuyordum. Bir adamdı. Bir bedene sahipti. Bu gerçekten İblis miydi? Uzun boyu, ne cılız ne de çok kaslı görünen yapılı bir bedene sahip cüssesi; dik ve geniş duran omuzları vardı. Gecenin bağrından koparılıp saçına renk verilmiş siyah saçlara; kömür karası harelere sahipti. Gözleri ruhuma, zihnime tanıdıktı ama bedeni tamamen yabancıydı. Ellerini ceplerinin iki yanına atmış, çevresine gergin bakışlar atarken benimle ilgilenmiyordu. Bir elini cebinden çıkartıp endişeyle alnına götürdü ve orayı parmaklarının uçlarıyla kaşıdı. ‘’Birazdan gelirler.’’ Şaşkınlığımı üstümden atamıyordum. Ona tuhaf tuhaf baktığımı, gözleri kısa süreliğine üstüme gelip giderken fark etti. Elini yine cebine doğru götürdü, aniden bakışlarını üstüme dikip kaşlarını çatmaya devam etti. ‘’Ne var?’’ dedi, kaba bir şekilde. ‘’Kalk ayağa. Buradan gideceğiz.’’ ‘’Ne oluyor?’’ dedim mırıldanarak, ona alık alık bakarak. Bana cevap vermedi önce, çevresine tedirgince bakarken ben de onu takip edip çevreme bakındım. Sık ve göğe doğru uzanan ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. Sabahın ilk saatleri olduğu barizdi çünkü hava yeni yeni aydınlanıyordu; gök utanmış biri gibi yanaklarını kızartmıştı. Aklım karman çorman, ‘’Ne oluyor?’’ dedim tekrar. ‘’Bilmediğinden mi soruyorsun?’’ dedi kaşlarını çatarak. Şimdiye kadar fark etmemiştim ama sesindeki mekaniklik ve pürüzlü ton gitmiş; kalın ve pürüzsüz bir ses tonuna bürünmüştü. Gerçek bir insanın sesine benziyordu. Sabaha kadar anlatsa dinlerim diyebileceğim kadifemsi, hoş bir tınıya sahipti. Kaşlarımı çatıp suratına bakmaya devam ettiğimde gözlerini ilgisizce devirdi. Şimdi gerçekten tanıdığım İblis’e benziyordu. ‘’Burada kaldığımız yeter. Askerler gelecek birazdan. Kalk artık.’’ ‘’Nereye gidiyoruz?’’ dedim elimin avuç kısmını toprağa bastırarak. Kalçam yerden usulca ayrıldı ve elimden destek almayı bırakıp bacaklarıma asıldım. Aniden dikleştiğimde benim kalkmamı takip ederken düşündüğü belli oluyordu. ‘’Batıya.’’ dedi ve sol tarafa doğru yürümeye başladı. Dalgın ve alık duran bakışlarımı çevrede gezdirip dururken ormanın derinlerinde, ağaçların arasında sessizce ilerliyorduk. Önce önden gitse de, bir süre sonra adımlarıma ayak uydurup yanıma yaklaştı. Onun profilini süzüyordum. Bir erkeğe göre yumuşak yüz hatlarına sahipti, sert ve keskin bir çehresi yoktu ama yer yer yüz hatları belliydi; bu bile onu daha çekici kılıyordu. Beyaz diyebileceğim soluk bir tene sahipti, dudakları ortalama dolgunlukta ve biçimliydi. Ortasındaki sus çizgisi belirgindi ve dudaklarının eti gül pembesi rengindeydi. Bu yakışıklı çehreye sahip adam kimdi? Toprağa bakarken, ‘’Şuraya bak,’’ dedi huysuzca. ‘’Sevgilin seni terk etmiş olmasa işler tıkırında gidecekti!’’ Sanki neyden bahsettiğini biliyormuş gibi bir his veya düşünce içime işlenirken, ‘’O beni terk etmedi.’’ dedim karşı çıkarak. ‘’Haber verdiğini sen de biliyorsun. Onun tarafında da işler yolunda gitmemiş.’’ Sinirden güldüğü bariz şekilde yarım yamalak sırıttı. Gülüşü karanlık gözlerine ulaşmadı. ‘’Hadi oradan. Tam zamanı bulmuş!’’ ‘’Siz ne zaman anlaşacaksınız?’’ dedim gülercesine, diğer yandan yürümeye devam ederek. Toprak ayağımızın altında yumuşakça gömülüyordu, güzel bir his veriyordu. Hava giderek aydınlanıyor ve kızıllığını terk ediyor, mavi denize benzemeye başlıyordu. ‘’Ben öldüğümde.’’ Hazır cevabına kaşlarımı çattım. ‘’Ne diyorsun?’’ Azarlar gibi yükselen sesime aldırmadı ama göz ucuyla suratıma baktıktan sonra yüzünü usulca buruşturdu. ‘’İmkansız diyorum, imkansız.’’ Bakışları tekrar toprağa düştü ve asabice söylenmeye devam etti. ‘’Mezarımı görse ölüme söver o.’’ Dayanamayıp kısa bir şekilde kahkaha attım. Başım hafifçe geriye düşmüştü. Kedi köpek gibilerdi ama yeri geldiğinde de birbirlerini savunuyorlardı. Nasıl bir ilişki içinde olduklarını anlayamıyordum. ‘’Saçmalama.’’ dedim azarlarcasına. ‘’Aslında sana değer verdiğini biliyorsun.’’ Şaşırdı ama bu gerçek bir şaşkınlıktan uzaktı. Kalkan kaşlarına ve gerilen alnına doğru bir bakış atıp tekrar karanlık gözlerine baktım; hala bana değil toprağa bakıyorlardı. ‘’Kim demiş?’’ dedi içine kaçan sesle, boğuk boğuk. Tekrar gülüp önüme dönerken başımı iki yana salladım. Aniden ağaçlardan epey uzaklaştığımızı ve geniş bir alana çıktığımızı gördüm. Toprağın üstünde altın sarısı çimenler güneşin altında parlıyorlardı. Solmuş görünüyorlardı ama aslında parlaktılar. İblis elimin bileğini parmaklarıyla kavradı; eli ölüm kadar soğuktu. Alışık olduğumdan mıdır bilinmez yadırgamadan bakışlarımı, temkinli şekilde etrafı süzen gözlerine kaldırdım. Aniden sessizleşmişti ve çevredeki sessizliğe kulak kabartmıştı. ‘’Bir sorun var.’’ demesine kalmadan göğün aniden karardığını gördük. Korkuyla atan kalbim gibi ani hareketle İblis’e yaklaştım, benimle ilgilenmiyor çevresindeki garipliğe anlam yüklemeye çalışıyordu. Çevreyi incelemeye başladığımda göğün aniden karanlığın içine düştüğünü ve bir kuyu gibi göründüğünü görünce panik sinsi bir ur misali zihnime, oradan kalbime dadandı. Altın seli misali parlayan çimenler, koyu bir tona bürünmüş ve çamurun üstüne basıyormuşum izlenimi vermişti. Bileğimi saran parmakları sıkılaştı. Dibimde bağırarak, ‘’Koş!’’ dedi aniden ve ne olduğunu anlamadan orta alana doğru koşturmaya başladım. Bileğimi hala sımsıkı tutuyor ve beni çekiştiriyordu. Acı hissetmiyordum ama bileğimi saran baskının farkındaydım. Alanın tam ortasındaydık ve birden her taraf kızıl bir auraya bürünmeye başladı. Tepeye baktığımda devasa duran Kanlı Ay’ı gördüğümde kalbimin ağzımda attığına yemin edebilirdim fakat korkuyu bile artık hissetmez hale gelmiştim. Soyut olarak hissetmiyordum ama oradaydı; kalbimi göğsüme vurup duruyordu. Aniden ikimiz de durduk. Hareket edemedik. Bakışlarımız aynı orantıda aşağı, toprağın üstünde duran çizgilere indi. Bu çizgiler tanıdıktı; çamuru andıran koyu çimenlerin üstünde kızıl renkte parlıyorlar ve metalik bir koku yayıyorlardı. Burnuma gelen rahatsız edici kokuyla yüzüm buruştu. Bakışlarımı yanımda duran İblis’e çevirdiğimde şaşırdım. Simsiyah dumanları etrafa yayılan bir gölgeye dönüşmüştü. Konuşmuyordu. Bileğimde duran parmaklarının baskısı hala oradaydı. Bakışlarımı tekrar aşağı indirdim ve kızıl renkte parlayan çizgilere baktım. Birden gökte feryat edercesine çığıran ses duydum. Sesi göğü yaracak kadar net ve keskindi. Boğazıma neşteri dayayıp şahdamarımı kesmişler gibi kesik, keskindi. Gözlerimi yukarı kaldırdığımda simsiyah kuşun kanatlarının üstümüze yağdığını gördüm. Üstümüze yağarken, kuşun kendisini görmüyordum ama çığlıklarını duyuyordum. Gökyüzünden düşen parçalar alev topuna dönüştü ve kızıllığın has tonunu taşıyan gözüm onlara bakarken adeta yanarak parlamaya başladı. Buz küpünü andıran donuk mavi gözüm her zamankinden daha canlıydı. Gökte parçalanarak dağılan çığlıklar giderek arttı, karanlık etrafımızı kuşattı ve İblis’in bileğimi tutan parmakları gevşedi. Geriye sadece bana fısıldadığı şu cümleler kaldı: ‘’Ölüm ancak onu isteyene yakışır.’’ Üzerimden ağır yüklü tır geçmiş gibi bedenimdeki ağrılarla gözlerim kapalı durdum. Kirpiklerimi birbirine tutkalla yapıştırmışlardı sanki, ağır ağır aralanırken tekrar kapanmak üzereydiler. Boğazımdan kısık, benim bile dışarıdan zoraki duyabileceğim inilti koptu. Boğazım yanıyordu, ses tellerimin etrafında tırtıklar var gibiydi. Su içmek istiyordum. Gözlerimin arasına gelen güneş ışınları zihnimi talan etti. Karanlığa alışmış yarasa gibi onları aralarken canım yandı. Kirpiklerimi bir süre kırpıştırdım ve bana daha da acı veren beyaz tavanın cansız bedenine baktım. O kadar yorgun hissediyordum ki yıllarca uyuyabilirdim. Sırtım yatağın içine gömülmüş, üstüme düşen yorganın hafif baskını hissederken tekrar karanlığa gömülmek istedim ama görünmeyen bir güç beni durdurdu. Gözlerimi tamamen araladım ve kafamı sağa sola çevirip etrafı taradım. Odamdaydım, yaşıyordum. Suratıma ağırlık yapan kaşlarım çatıldığında sinsi bir baş ağrısı alnıma doğru yayıldı. Yutkundum ama bu kuruyan boğazıma daha da acı verdi. Bakışlarım boşluğa, aşağı doğru kaydığında midemi kasıp kavuracak bir görüntüyle karşılaştım. Onu fark etmemiştim. Sıcaklaşmış yanağını, kendi elinin üstüne koymuş ve gözlerini kapatmıştı. Kaşları çatıktı ama kabus gördüğünden değil, yüzüne çarpan güneş ışınlarından olduğunu varsayıyordum. Her şeyi unutmuş vaziyette bir süre ona bakmaya devam ettim. Ardından bakışlarımı beyaz tavana doğru kaldırıp sakinleşmeye çalıştım. Koyu kahverengi saçlarının üstüne yer yer güneş ışığı çarptığından bazı yerler açık bir tona bürünmüş, parlıyorlardı. Güneşin ışığı yüzüne kısmen çarpıyor ve keskin çizgilerini ortaya çıkartıyordu. Gözleri kapalı olduğundan uzun kirpiklerini daha iyi fark ediyordum. Elmacık kemiğinin üstüne doğru uzanacaklardı neredeyse. Dudakları tamamen kapalı, dümdüz bir ipi andırıyorlardı. Eğildiğinden omuzlarında yük varmış gibi hafifçe kamburu çıkmıştı. Uykusunda, o karizmatik ve tehlikeli aurasından sıyrılıyor sanki küçük oğlana benziyordu; tatlı görünüyordu. Kuruyan dudaklarım gerildi, yarım yamalak gülümseyip onu seyretmeye devam ettim. Gözlerimin, üstündeki baskısını hissetmiş gibi huzursuzlukla çatılan kaşlarını gördüğümde benimkiler de istemsizce çatıldı. Ardından uzun kirpikleri istemeyerek de olsa aralanmaya başladı. Bakışlarımı kaçırmadım, kalbimin teklemesine de engel olamadım. Yakalanmanın vereceği utanç yoktu; düşünce de yoktu. Hatta o ateş pahası, yakan, kızıl gözlerini görmek için can attığımı fark ettim. Kalbime sinsice yayılan o hissin damarlarıma karışmasını sakinlikle seyrederken, gözlerini usulca araladı ve bana bakmadan tutulan sırtını gerginleştirirken gözlerini sımsıkı kapattı. Kafasını aşağı eğdi, kollarını hafifçe gerdi ve tişörtünün altında belli olan pazuları sımsıkı göründü. Yutkunarak onu seyretmeye devam ettim. Ağzını kocaman aralayıp, yüzünü gözünü buruşturduğunda bile tatlı görünüyordu. Gülümsemeden edemiyordum. Ağzını kapayıp baygın, mahmur kızıl gözlerini karşıdaki duvara doğru; ardından usulca suratıma doğru kaydırdı. Bir süre bakıştığımızı algılayamadı. Tüm tepkisizliğiyle, kirpiklerini kırpıştırarak suratıma bakmaya devam etti. Ardından kafasından vurulmuş birinin gözleri misali kirpikleri kocaman aralandı. ‘’Yağmur?’’ dedi büyük bir şaşkınlıkla. ‘’Bana mı bakıyorsun şimdi lan?’’ Kabalığına göz devirmeden edemedim ama dudaklarımdaki o yorgun tebessüm hala oradaydı. Onaylarcasına, ‘’Hım,’’ dedim boşluğuma denk gelip. Boğazım sesimi yeni algıladığından ses tonum çatlak çıkmıştı ve ses tellerimin kenarlarındaki tırtıklar canımı yakmıştı. Ağzımın içi kupkuruydu. Şaşkınlığından kurtulamayan adama, ‘’Su verir misin?’’ dedim. Ellerimle iki yanımdan destek alarak sırtımı hafifçe dikleştirdiğimde suratım acıyla buruştu. Tüm kaslarım zonkluyordu; sırtımdaki omuriliğin bile gerildiğini hissedebiliyordum. Bedenimdeki her uzvumu, her organımı yoğun bir acıyla hissediyordum. Yanımda duran komodinin üstündeki sürahiye uzandı, bir beni diğer yandan sürahiyi kaldıran elini takip ederken sessizliğini koruyordu. Suyun akışını yan taraftan duydum, kısa sürdü. Bardağı eline alıp bana uzatırken kaşları sorgulamayla çatıldı. Gözlerine sinmiş anlamsızlığa ben de anlam veremeyerek, hiçbir şey demeden bardağı elinden aldım ve kurumuş dudaklarıma götürdüm. Ağzımın içi suyu öyle bir kabul etti ki sanki yıllardır su içmiyordum. Serinlik ciğerlerime kadar inerek beni ferahlattı. Yeniden doğmuşa döndüm. ‘’Bir daha,’’ dedim bardağı ona doğru uzatarak. Sesimdeki tırtığa benzer iğneler kalkmıştı ama hala pürüzünü hissediyordum. Aldırmadan bardağı tekrar doldururken yine suyun akma sesi, aramızdaki sessizlikte yankılandı. Eline aldığı bardağı tekrar bana uzatırken hala bir şeyler düşünüyordu. Bardağı dudaklarıma götürüp yine kana kana içtim. Boğazımdan akan sıvının gidişini hissediyordum, çok güzel bir his olduğunu unutmuştum. Ona uzattığım bardağı almaktan geri durmadı, tekrar yanımdaki komodinin üstüne tok sesle bıraktı. Kalın kaşlarını hafifçe çattığında, alnına düşen perçemleri kıpraştı. Beni baştan aşağı süzdü, ‘’Ne hissediyorsun? Beni hatırlıyor musun, burayı?’’ dedi kendine yakışan bir tepkisizlikle. Az önceki şaşkınlığından hemen sıyrılmayı başarmıştı. ‘’Yorgunum biraz ama onun dışında iyiyim.’’ dedim zoraki fısıldayarak. ‘’Evet, hatırlıyorum.’’ Yoğun, ne beklediğini anlayamadığım derin bakışlarından kurtulup renkli gözlerimi cama doğru çevirdim. Suratıma dik dik bakıyordu. Rahatsız olmaya başlasam da sesimi çıkartmamıştım, onun yerine yanaklarıma sıcaklık yayılmıştı. Yağmur yağmıyordu, o yüzden güneş tüm çıplaklığıyla parlıyor ve odanın içine sanki bedeni doğuyordu. Kirpiklerimi kırpıştırarak bir süre dışarıyı, ağaçları falan seyrettim. Hala gözlerini üstümde hissediyordum. Yanaklarım giderek kızardı ve havayı değiştirmek için ona doğru döndüm. Umursamaz görünmeye çalışsam da kalbim ilk defa onu görmüş gibi hızlıca atıyordu. Yutkunarak, bana dik dik bakan sessiz bakışlarına karşılık verip, ‘’Sen, iyi misin?’’ dedim, kuru bir sesle. Sessizliğini sürdürdü, güneşin ışıkları kemikli çehresine çarpıyor ve yarısını gölgede bırakıyordu. Bakır rengine bürünmüş hareleri açık bir tondaydı. Gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu, ‘’Deliriyordum.’’ dedi, gözlerini kısıp suratıma bakarak. ‘’Neredeyse.’’ Yorganın üstünde duran elimi boşta bulundurup hafifçe üstünde gezdirdim, ardından ne söyleyeceğimi bilemeden suratına bakmayı sürdürdüm. Bu kadar ani bir itiraf beklemiyordum açıkçası. ‘’Öyle mi?’’ dedim alaya vurarak, ‘’Bana aklı başında göründün,’’ Sonra dudaklarımdan gergin bir kıkırdama yükseldi. Tepkime karşılık tek kaşını usulca, gerçekten yavaş şekilde, kaldırıp suratıma dik dik baktı. Halim onu güldürmemiş, aksine daha da ciddiyete bürümüştü. ‘’Neredeyse.’’ dedi tekrar kalın sesiyle, bastıra bastıra. Aslında ne olduğunu hiç hatırlamıyordum. O kadar yorgundum ki, sohbetin devamını zihnim kaldıracak gibi değildi. Üstümdeki tırın yükü kendisini dakikalar geçtikçe daha fazla belli ediyordu. Kaslarım ağrıyor, omurgamdan yukarı aşağı gezinen bir tekmenin darbesini hissediyordum. Yumuşakça yutkunup hafızamdaki boşlukları doldurmaya çalıştım ama bu bana daha fazla karanlığı getirdi. İçeriye girecek cesaretim yoktu, girsem de bir şey öğrenemeyecek durumdaydım. Sadece Asir’in son bakışlarını; ritüeli ve sönen mumları yarım yamalak hatırlıyordum. İlerisi yoktu. Boşluklar büyüyüp bir çukura dönüştü. Zihnimdeki kişinin sessizliğini çoktan fark etmiştim, o karanlık çukurdan hiç hoşlanmadığım duygular yükseliyor ve onun olmadığı zamanlarda olduğu gibi direkt kalbime hücum ediyordu. Kaşlarım giderek çatıldı, iç savaşımı bölen Asir’in kendisi oldu. ‘’Hatırlamazsın,’’ dedi yorgun sesiyle, fısıldayarak. Derin bir iç çekti, odada yankılanıp kısa sürede duvarlara sinen nefesiyle tekrar gözlerimi onunkilere çıkarttım. Yan yan ona bakıyor, hareketlerini takip ediyordum. ‘’Dinlen.’’ dedi bir şey söyleyeceğini sandığım kısa süreli süren sessizliğin ardından. Eli yatağımın üstüne baskı kurdu, bacaklarımın kenarlarında yorganın baskısını hissettim. Suratına dik dik bakıyor, bazı şeyleri anlamlandırmaya çalışıyordum. Bana doğru düzgün bakmadan, bakışlarını kaçırıp ayağa kalktı ama elim aniden kalın bileğine doğru gitti. Buzdan farksız parmaklarımın soğukluğunu, onun sıcak bileğini tuttuğumda fark ettim. İkimizin de bakışları aşağı, onu tutan elime kaydı; tek farkla, o bana sorgulayan gözlerle baksa da ben hafızamdaki boşluğu dolduracak cevaplar alma umuduyla bakıyordum. ‘’Asir,’’ dedim kurumuş dudaklarımın arasından. Su içmeme rağmen yine eskisi kadar kurumuşlardı. ‘’Hım?’’ dedi boğazından kalın bir mırıltıyla. Acele etmeden, sakince devam ettim; hala onun kızıl harelerine bakıyordum ama o, benimkilere değil; onun bileğini saran parmaklarıma bakıyordu. ‘’Otursana.’’ Aslında yorgun görünüyordu ama onda beni huzursuz eden farklı bir duygu daha vardı. O duyguyu maskesinin ardına o kadar muhteşem saklıyordu ki gölgesini bile göremiyordum ama ben gölgeleri hissetmekte iyiydim. O ne ise, gölgesini hissediyordum. ‘’Yağmur,’’ dedi ılımlı bir sesle. Bakışlarını ilk defa bileğinden tırmandırıp benim mavi-kırmızı gözlerime tutundu. ‘’Yorgunsundur. Uyu.’’ ‘’Otur ya.’’ Israrıma dayanamadı, hafif bir iç çekip aşağı doğru kaymaya başladığında bile elim hala bileğindeydi. En sonunda onu bıraktım ama fazla umursamadan suratıma baktı. Gözaltlarında hafif morluklar vardı, gecelerce uyumadığını gösteren yorgunluğunun imzası olan mor halkalar. Saçları her zamankinden daha dağınık duruyor, güneş çarptıkça aralarındaki tutamları açık bir hale bürünüyordu. ‘’Sor.’’ dedi, sessizliği bozarak. ‘’Kaç gündür uyuyorum?’’ Elini kaldırıp tek gözüne götürdü, yarasının tam altındaki gözüne; orayı parmağını kıvırıp kenarıyla ovuştururken bir süre düşünür gibi yaptı. ‘’Üç.’’ dedi sonra. Tekrar kızarmış gözleriyle suratıma baktığında içten içe rahatsız oldum, belki de gerçekten yorgundu ve onun benden daha çok dinlenmesi gerekiyordu? Onu zorluyor muydum? ‘’Üç mü?’’ dedim, durgun şekilde. ‘’Daha fazla bekliyordum.’’ Başını iki yana salladı, ‘’Üç hafta,’’ dedi, düz şekilde. Yatağın kenarındaki elini kaldırıp dirseğini yorganımın üstüne bastırdı ve elini şakağına doğru götürdü. Parmakları yumuşak saçlarının arasına karıştı ve bana kaşlarının altından bakmaya devam etti. ‘’Üç hafta mı?’’ dedim şaşkınlıkla. ‘’Üç hafta!’’ Başını tekrar salladı, ‘’Aslında az,’’ dedi durgun sesiyle. ‘’Genellikle böyle bir ritüelden sonra toparlanmak zordur. Bazılarında ayları, bazılarında yılları alır.’’ Harfler beynime aşılanırken şaşkınca ona baktım. ‘’Aylar mı?’’ deyip kendi kendimi düzeltir gibi bastırarak, ‘’Yıllar mı? Komada gibi mi?’’ ‘’Evet.’’ Aklım karman çorman dağılmış halde yorganın üstüne doğru bakıp bir süre düşündüm. Benim bu kadar hızlı toparlanmış olmam, kötü müydü iyi miydi? Normali aylar veya yıllarsa, ben üç haftada uyanmıştım. Bu özümün olmadığı anlamına mı geliyordu? İblis yoktu. Simsiyah kapının önüne gelip gidip duruyor, kapısı kapalı diye geri dönüyordum. Benden önce uyanan ya da ben uyandıktan hemen sonra kapısını aralayan birine göre, o kapıyı aralamak için fazla geç kalmıştı. ‘’Önemli olan bu değil, Yağmur.’’ dedi sanki düşüncelerimi okuyormuş gibi. Yatağın kenarında bana hala aynı pozisyonda durmuş bakıyordu, fakat bu sefer gözlerinde tuhaf bir koyu aura vardı. Sinsi bir öfkenin tonuydu. Sert bir kayadan daha ağır, tüm bıçaklardan daha keskin bakıyordu. Pasif-agresif öfkesini baştan beri hissediyordum ama bu sefer bana sebebini söyleyecekti sanırım. ‘’Ne?’’ dedim, yutkunarak. ‘’Önemli olan ne kadar süre alacağı değil. Önemli olan ne kadar uyuduğun da değil.’’ dedi, gözbebeklerine kadar sinmiş o tehlikeli karanlık aurayla. Şakağına doğru bastırdığı büyük avcunu oradan çekip saçlarını rastgele karıştırdı ve üstünü daha çok dağıttı. Sıkıntısını sökmek istercesine nefes bıraktı, ‘’Önemli olan, o ritüelden sağlam çıkmış olman. Benden sakladığın şey, başına bir gün bela olacak demiştim. Olabilir de, olabilirdi de.’’ Kaşlarının ikisini de havalandırarak, sanki bir konuya imza atmak istercesine bastırdı. ‘’Bunlar önemli.’’ ‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim titrek bir sesle. Hafızamı yoklamaya çalıştım, çaresizlikle; fakat karanlıktan başka bir şey elime gelmiyordu. O karanlığı dağıtmak istiyordum ama ben karanlığı dağıtmada, İblis kadar becerikli değildim. Titreyen sesimi duydu mu yoksa umursamadı mı bilmiyordum ama duygusuzca devam etti. Sert bakıyordu ama sert baksa dahi, idam cezası veren hakimin ses tonunda konuşuyordu. Sınırı aşmadan, sesini kontrol ederek; hiçbir duygu barındırmadan. ‘’Öyle öfkeliyim ki, Yağmur.’’ dedi aniden, elini tekrar yatağımın üstüne indirip. ‘’Sana o kadar öfkeliyim ki.’’ ‘’Ben ne yaptım?’’ dedim kedi gibi mırıltı bırakıp. Sesim içime kaçmıştı, korkudan değildi; ona verdiğim rahatsızlıktan duyduğum şaşkınlıktandı. ‘’Bana güvenmemen ayrı; ben olsam, ben de kendime güvenmezdim kabul.’’ dedi yutkunup bir süre bekleyerek. Bakırları içi boş bir kovuğu andırıyorlardı. ‘’Yine de, öyle tehlikeli bir ritüel öncesi bana sırrını açıklayabilirdin, değil mi?’’ Ne söylediğini ya da anlatmaya çalıştığını bilmiyordum, boş boş bakışlarıma kısa süre bakıp gözlerini yarım yamalak kıstı. Suratından hoşnutsuzluk akıyordu, ‘’Hatırlamazsın,’’ dedi aniden. ‘’Ritüel ortası o tuhaf karaltıyı yanında görüp sik gibi ortada kalmamı.’’ diye devam etti, cümle sonuna doğru öfkesini dile getirmekten çekinmezken. Sesi öyle boğuk, öyle karanlık bir tarzda çıkmıştı ki yutkunmadan edemedim. Tekrar ses tonunu fısıltı haline getirdi, ‘’Hatırlamazsın.’’ dedikten hemen sonra adem elmasının inip çıktığını gördüm. Kendisine mi yoksa gerçekten bana mı öfkeliydi, emin değildim; belki her ikimize de kızıyordu? ‘’Nasıl?’’ dedim kaşlarımı çatıp, yüzümü buruştururken. ‘’Ne dedin?’’ İnanmakta güçlük çekiyordum, İblis dışarı mı çıkmıştı? Ritüel ortası? Çaresizlik, panikle harmanlanarak damarlarıma uyuşukluk yayarken ondan bakışlarımı çevirip etrafa boş boş bakındım; ardından panik gözlerime kadar ulaştı ve çevreye daha hızlı bakmaya başladım. ‘’Ne diyorsun?’’ dedim fısıldayarak. ‘’O çıkmış olamaz.’’ Bana tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı, hatta alnımın ortasında üçüncü göz çıkmış gibi bön bön bakıyordu. Tuhaf hareketlerime aldırmamaya çalışsa da titreyen ellerimi fark edince sırtını dikleştirdi. ‘’Bir dur,’’ dedi şaşırarak, ‘’Ne oluyor?’’ İblis’in kapısı önüne geldim ve kapıyı adeta yumrukladım. ‘’Uyan!’’ diye çığırıyordum ama dışarıdan hiçbir şey duyamazdınız. ‘’Aç şu kapıyı!’’ Kalbim ağzımda atıyor, kulaklarım çaresizlikten uğulduyordu. ‘’Asir,’’ dedim dolan gözlerimle, aşağı şaşkınlıkla aralanan kızıl gözlerine bakarak. ‘’Asir…’’ dedim tekrar, nefesim soluk borumda tıkanmıştı. ‘’Ona bir şey olmadı, değil mi?’’ Kaşlarını yukarı kaldırdı, ‘’Ona?’’ dedi bastırarak. Suratını tuhaf bir şekle sokmuştu. Şaşırması normaldi tabii ama bana zarar verecek diye ritüeli bozup ona saldırmış olabilirdi de? Yapardı. Bu düşünce zehir gibi zihnime çöreklenip damarlarımda akan kanı daha da hızlandırırken aniden sırtımı öne doğru ittim. Suratına öyle bir yaklaştım ki şaşkınlıktan geriye doğru çekildi. Sırtımdaki ağrı bölünen hücre gibi çoğaldı ama aldırmadan, dolmuş gözlerimle suratına baktım. ‘’Asir, ona zarar vermedin değil mi?’’ Bakır rengi hareleri koyu bir tona bürünmüştü, şimdi içinde lav taşıyormuş gibi koyu bir aleve bürünmüşlerdi. Burnundan nefes bırakıp sakinleşmeye çalıştı, göğsü inip kalktı ve bakışlarını üstümden ayırıp başka yöne doğru baktı. Öfkesinin sebebine anlam veremeden aniden konuşmaya başladığında hafifçe irkildim. ‘’Vermedim.’’ dedi kalın sesiyle. ‘’Ritüelin ortasında müdahale edemezdim, o seninle beraberdi.’’ Ona inanma isteğim yoğundu. Endişe sivri dişlerini kalbime geçirmekten vazgeçti ama hala kalbimin tam önünde duruyordu. Her an saldıracak gibi. Şeytani bakışlarını onun üstüne dikerek sinsice bekliyordu. Tamamen rahatlamasam da, ona zarar gelmediği düşüncesiyle rahatlayarak sırtımı geriye yasladım ve dudaklarımın arasından derin bir nefes bıraktım; bu kurumuş boğazımı daha da çekilmez bir hale soktu. Karşımdaki duvarla tavan arasında bir yere bakıyordum. Asir bana hala tuhaf bir surat ifadesiyle bakmaya devam ediyordu. ‘’Ne oluyor lan?’’ dedi aniden, patlayarak. ‘’O kim?’’ Sorusunu es geçtim, ‘’Ona ne oldu?’’ dedim durgunca. Benim bedenimden ayrılma imkanı yoktu; benden ayrılsa ne olurdu? Kısa süreliğine öldüğümde, Asir’den kaynaklanmasa da ona bir şey olmuş olabilir miydi? Sessizleşmişti. Durgun bir suya bakıyor gibi hissediyordum, yüzündeki her mimiği maskesinin ardına saklamıştı. Artık öfkeli bile değildi ya da iyi saklamayı başarıyordu. Endişe yine beyaz dişlerini gösterdi, sanki kalbime her an dadanacakmış gibi yoğun bir açlıkla ona bakıyordu. Tekrar sırtımı yasladığım yerden doğrulttuğumda, ‘’Sakin ol,’’ dedi hemen. ‘’Bir şey olmadı.’’ Tereddütsüz baksa da, halimi analiz ederek sorumu cevaplamış gibi hali vardı. Temkinliydi. Endişenin yanında, ona ulaşamamanın getirdiği somut bir çaresizlik; korku da baş gösterdiğinde ‘’Asir…’’ dedim sesim titrerken. Diğer yandan yine o siyah kapının önündeydim. Hala kapısı kapalıydı. Elim karıncalanmaya başlamıştı. ‘’Dürüst ol. Ne oldu?’’ dedim yumuşakça. Adem elması inip tekrar yukarı çıkarken hareketlerimi takip ediyordu. Sessiz kalması içimdeki endişenin artık korkuya dönüşmesine sebebiyet veriyordu. Kaşlarımı çatarak ona doğru eğildim, sırtımın kamburu sert yatak başlığına dayandı ve renkli gözlerimle, onun kızıl harelerine dik dik baktım. Dümdüz, ‘’Yağmur, bilmiyorum.’’ dedi en sonunda, pes ederek. ‘’Kayboldu.’’ Cevabıyla soluk borumda tıkanan nefesin acı veren hissini tattım. Yorganın üstünde duran elim taş gibi sert bir yumruğa büründü ve avuçlarım arasında yorganın kılıfını sıktım. Acıyı yumruğumun arasında sıkıp parçalamak istercesine saniyeler geçtikçe elim sertleşiyor, çarşaf kırışıyordu. Yine de içimde baş gösteren endişeyi atamıyordum. Sanki acı kökünü toprağa vermiş, daha da büyüyordu. Zihnimdeki koridorlar o kadar sessizdi ki, kendimi uçsuz bucaksız kumlardan oluşan çölün ortasında hiçbir şeyim yokken kalmış gibi hissediyordum. Güneş tam tepemde ruhumu kavuruyordu. Korku gittikçe kumların arasından başını çıkarttı ve sert, keskin pençelerinin güneşin altında parıldayışını gördüm. İblis’siz koridorlarım bu haldeydi. Zihnimdeki labirentin bir önemi yoktu. ‘’Ben,’’ dedim dolan gözlerim etrafı boş boş seyrederken. Görüş alanım bulanıklaşmış, yüzüm acıdan kasılmıştı. Yutkunamıyordum çünkü her yutkunmamda dikenler boğazımı sarmaşık misali sarıyordu. Kalbim ağzımda, kulaklarımda atıyordu. ‘’Ne oluyor…’’ dedi Asir, sinsi bir paniği barındıran sesiyle. ‘’Yağmur, kendine gel.’’ Hava o kadar boğucu bir hale bürünmüştü ki, onun sesini duysam aniden gün ışıkları çevreme toplanacak gibiydi. Sadece onun sesine ihtiyacım vardı. Zihnimde bana sövmesine, ben demiştim demesine, ağlamama kızmasına… Ona ihtiyacım vardı. Yanaklarıma devrilen gözyaşının ısısını hissettiğimde başım aşağı doğru düştü ve görüş alanım bulanık halde yorganın üstüne bakmaya devam ettim. Onun yanında ağlamaktan utanmıştım. Ben kimsenin yanında ağlamazdım ama ilk defa birinin yanında ağlıyorken bu kadar rahattım. ‘’Şş,’’ dedi keskince, dudaklarının arasından. Beni susturmak istercesine, acımı anlamasa da empati yapmak istercesine bir mırıldanıştı. ‘’Onsuz yapamam,’’ dedim fısıltıyla. ‘’Asir, onsuz yapamam.’’ Elim titremeye, bacaklarım gerginlikten dolayı yorganın altında sarsılmaya başlamıştı. Korkuyordum, içimde büyüyen panik ruhumu öldüresiye dövüyordu. ‘’Yağmur,’’ dedi Asir yumuşaklığa büründürdüğü sesiyle. Göz ucumla yukarı kalktığını gördüm ama gerisi yoktu. Başım hala yorgana doğru eğikti, enseme omurgamdan yükselen bir ağrı saplanmıştı. Aniden yorganın ucunu kaldırıp serin havanın içime işlemesine izin verdi. Ardından yanımdaki büyük boşluğa oturup o da yanıma uzanırken, sessizce ağlamayı sürdürüyordum. Onun yanında ağlamak daha da utanmama neden oluyordu. Yanaklarım hem gözyaşının ısısından hem de utancımdan dolayı kıpkırmızıydı. Burnum tıkanmıştı, ısınan yanaklarımın üstüne devrilen gözyaşlarının yenisi ekleniyordu. Birden ellerini nereye koyacağını bilemedi, ‘’Ağlama.’’ dedi acı çekercesine. Sonra gerindi, omzunun baskısı; kendi omzumdan kalktı ve kaslı kolunu ensemde, büyük avcunu ise omzumun kenarında hissettiğimde sesim çıkmadı ama acı kalbime daha çok çöreklendi. Sessiz desteğini almak acımı kuvvetlendirmişti, daha çok ağlamama neden olmuştu. Tüm gün ağlayacak her şeyi olmasına rağmen, tanımadığı ya da güvenmediği insanların yanında ağlamayan; fakat sevip güvendiği birini gördüğünde ağlamasını durduramayan birinin verdiği his gibiydi. ‘’Tamam bak,’’ dedi sesini biraz yükseltip, ortamı yumuşatmak istercesine. ‘’Öyle dedim de,’’ dedi canlı tutmaya çalıştığı sesiyle. Bir şeyler düşünüyordu, hala iç çeke çeke ağlıyordum. ‘’Yani, senin ruhunla beraber kayboldu.’’ dediğinde daha çok ağlamaya başladım. Ona bir şey oldu diye ödüm kopuyordu. Bir gölgeye bu kadar sığınılır mıydı? Bir İblis, bir insana böyle hissettirir miydi? Omuzlarım sarsılmaya başlamış, ağlamam şiddetlenmişti fakat hala hıçkırıklarımı içimde tutuyordum ama volkanın patlamaları misali kalbimde patlıyorlar ve onu giderek hızlandırıyorlardı. ‘’Hay dilimi… Lan öyle değil!’’ dedi aniden panikle, giderek şiddetlenen ağlayışım onu korkutmuş ve paniğe sürüklemişti. ‘’Senin ruhunla tekrar bedenine geri döndü diyorum! O kimse ve neredeyse artık, oradadır. Eminim.’’ Art arda bir telaşla sıraladığı cümleler, ağlayışımı sessizliğe büründürmeye yetmişken yutkunarak iç çektim. Burnumu çekerek akan sıvıyı geri gönderdim ama bu baş ağrımı belli etti. Alnıma doğru yayılan sıcak acıyı önemsemeden başımı yana doğru çevirip ıslak kirpiklerimle suratına baktım. Gergin suratı yumuşasa da acımı anlıyormuş gibi kaşlarını hafifçe çatmıştı. ‘’Tamam mı?’’ dedi sakinleşmemi bekler gibi. ‘’Ağlama artık.’’ Saçım kolunun baskısıyla sıkıştığından oynattığımda canım acımıştı. Ona daha çok döndüm ama rahat edemedim, o yüzden elimi sert göğsüne bastırıp oturuşumu düzelttikten sonra elimi oradan çektim. Elim yorganın üstüne düşse de sıcak teni ve çarpan yüreği hala avcumdaydı sanki. Derim karıncalanmıştı. Yutkundu. ‘’Geri mi dönmüştür?’’ dedim hala ıslak gözlerle ona bakarak. Ağladığımdan daha tuhaf bir hale bürünen sesim bana garip gelmişti ama o gözlerimin derinlerine şefkatle, yumuşacık baktı. ‘’Evet. Gerçekten.’’ dedi daha sonra, ‘’Sen bedenine geri döndüysen, o da dönmüştür.’’ Çenem titredi, ‘’Onun bedeni yok ki!’’ dedim yüzüne bağırarak. Suratını buruşturdu ama dibinde bağırsam da sesini çıkartmadan sakinleşmeye çalıştı. ‘’Öncelikle,’’ dedi hala gözleri kapalı sakinleşmeye çalışarak. ‘’Kulağıma merhamet göster.’’ Acısını suratının her kıvrımında hissettirdikten sonra gözlerini usulca araladı ve kızıl hareleriyle suratımı dümdüz şekilde taradı. ‘’Sonra, o şerefsiz kim? Ha, seni böyle ağlatan?’’ Fark etmeden yorganın üstünde duran diğer elini kaldırıp yanağıma götürmüş ve önüme düşen saçımı kulağımın arkasına itmişti. Parmaklarının varla yok arası hissi kalbimi tekletirken suratına afallayarak bakmaya devam ettim. Sanki afallamama aldırmıyor, büyük elinin birkaç parmağı kulak altımla, boynum arası bir yerden geçerek saçlarıma doğru battı; fakat başparmağı yanağımın üstünde duruyordu. Yanağıma düşen gözyaşını parmağıyla yakalayıp tenimde varla yok arası bir his bırakarak sildi. Afallamam büyüdükçe büyüdü ve sanki tüm düşüncelerim buhar olup havaya karışmışken, ‘’Ne yapıyorsun?’’ demeden edemedim. Sanki görevi buymuş gibi, umursamazca, ‘’Seni sakinleştirmeye çalışıyorum,’’ dedi ve gözlerimin içine ilk defa baktı. Kızıl gözleri açık bir tona bürünmüştü, güneş suratının tamamına çarpıyor ve kavruk tenini adeta parlatıyordu. O kadar yakındık ki dudaklarımın üstüne konuştuğundan nefesinin sıcaklığını orada hissettim, fısıldadı. ‘’Bak, işe yarıyor. Artık ağlamıyorsun.’’ İçimde bir yerlerde bir şey koptu, sanki gürültülü bir şimşek kendini belli etmiş ve içimde bir yerlerdeki bir damarımı diğerinden koparmıştı. Bu bana iyi gelmemişti. Kesinlikle. Bana her an, her fırsatta söylediği cümlesi aklıma hücum ederken dilime hakim olamadım. ‘’Sınırı aşıyorsun, sabahtan beri.’’ dedim başımı hafifçe geri çekip, parmağının baskısından kurtulurken. ‘’Fark etmedim sanma.’’ Elini boyun tarafımdan çekti ve yorganın üstüne doğru düşürdü. Ben elinin sıcaklığını hala tenimde hissederken; dudağının kenarıyla gülümsedi, samimiyetten uzak bir tebessümdü. ‘’Benim aştığım sınırı toparlamak kolaydır.’’ dedi, hazırcevaplıkla. ‘’Yeter ki sen aşma.’’ Neyi ima ettiğini düşünemeden, söylediğinin üstüne durmadı ve asıl konumuzu hatırlatmak istercesine önüme kaçındığım sorusunu tekrar koydu. ‘’Ne şeytansın,’’ dedi takılarak hafif bir alayla, ‘’Konuyu nasıl değiştirdin, kaşla göz arası? Anlat bana, o kim?’’ Ona İblis’i anlatıp anlatmamakta kararsız kaldım. Onu görmüştü, neye benzediğini az çok biliyordu ve bu saatten sonra onu, ondan saklayamazdım ama İblis geri döndüğünde bana kızabilirdi. İçimdeki tartının kefelerinden birine İblis’in kızgınlığını, diğerine de Asir’e karşı güvenimi koydum. Hangisi daha ağır basıyordu? Dakikaların sessizliği doğurmaya devam ettiği sıralarda Asir iç çekti, ‘’Hala bana güvenmiyorsun.’’ Omzumun kenarında olan parmakları hala orada baskı kuruyordu; üstüme giydirdiği tişörtün altından bile hissediyordum sıcaklığını. Başını öne doğru çevirmiş, karşı duvara boş boş bakarken profilinin kusursuzluğunu seyrediyor, diğer yandan hala düşünüyordum. Aslında ona karşı olan güven konusunu aşmış gibiydim, benim çekincem İblis’in öfkesiydi. Sakince, ‘’Hayır, öyle değil.’’ dediğimde devam etmemi sağlayacak cesaretimi, kendi sözüyle kesti. Sanki inkarımı duymamış ya da samimiyetine inanmamıştı. Karşı tarafa bakarken, ‘’Yağmur, iki hafta savunmasızdın.’’ dedi düz bir şekilde. Kafasını bana doğru çevirmiş, suratıma sıcak nefesini üflemişti fakat bunu kendi içindeki ağırlığını sökmek istediğinden yapmıştı. Kadife kadar yumuşak sesiyle, ‘’Karşımda öylece yatıyordun. Dahası, ritüeli ben yaptım.’’ dedi, yutkunmadan hemen önce. ‘’Sana zarar verecek olsaydım o an yapardım. Şimdiye kadar sana zararım dokunmadıysa, bu saatten sonra da dokunmaz.’’ Kirpiklerimi kırpıştırdım, yanaklarıma binen sıcaklık ani itiraflarının yansımasıydı. Utanmamdan kaynaklanmıyor değildi ama ısının çoğunluğu itirafındandı. ‘’İyi tamam,’’ dedim yumuşakça, sesim kedi gibi mırıltıyla çıkmıştı. ‘’Anlatayım bari.’’ Kırmızının en koyu tonunu taşıyan hareleri, ısınan yanaklarıma değdiğinde, tüm umursamazlığını kullansa da sesine can vermiş alay ve sıcaklığı hissettim. ‘’Anlat bari.’’ Yorganın içinde tek bacağını kaldırdı ve tek elinin bileğini bacağına yasladı; eli aşağı doğru sarkıyordu. Büyük, kemikli elinin üstündeki damarları fark edip yutkundum ve bakışlarımı kaçırarak karşı, cansız duvara baktım. ‘’Adı İblis.’’ dedim söze ismini tanıtarak başlarken. Düşüncelerim dağılan yerlerden hışımla bir araya gelerek koridorumun ortasında toplandı. ‘’Küçüklükten beri onunla yaşıyorum. Kendimi bildim bileli.’’ Onu kimseye anlatmadığımdan kelimeleri daha bir özenle seçmek zorundaydım. Onu kimsenin yanlış tanımasını istemiyordum. Özellikle Asir’in. ‘’Tahminlerinde yanılmadın.’’ deyip göz ucumla ifadesiz duran suratına baktım. Kemikli çehresine güneşin ışıkları tamamen vuruyordu ve kavruk teni resmen parlıyordu. Bakıra dönüşen gözlerinin rengi tekrar açılmıştı. Sessizliğini korudu. ‘’Kafamın içinde, benden ayrı bir ruh. Benimle konuşuyor.’’ Bir süre daha suratındaki ifadesizliğe baktım; herhangi bir tepki vermekten kaçınıyor gibi durmuyordu. Kendisini kasmıyordu. Gerçekten tepkisizdi. ‘’Karanlık. Gölge gibi. Tıpkı…’’ dedim ve aklıma aniden Tar’ın bedeni düştü. Ona benzetmek istemiyordum ama ona oldukça benziyordu. ‘’Tıpkı Tar gibi.’’ Dilimden düşen isimle ürpermeme engel olamadım. Omzumdaki elini daha bir bastırdı ve parmakları resmen derime hapsoldu. ‘’Ne diyor sana?’’ dedi, sesinde herhangi bir alay ya da acıma duygusu yakalamadım. Yargılamanın ya da yadırgamanın hiçbir harfi bile yoktu. Dümdüz, sıradan ve sanki normal bir olaydan bahsediyormuş gibi rahattı. ‘’Beni tehlikelerden koruyor.’’ dediğimde ilk defa kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi, ilk defa gözlerinden bir parıltı geçiverdi. ‘’Nasıl? Kafanın içinde yaşayan biri seni nasıl koruyabilir?’’ ‘’Zekasıyla. Altıncı hissiyle. Bir şekilde koruyor.’’ dedim omzumu silkerek. Aklımdaki cümle dudaklarımdan dökülür dökülmez kendimden utandım ama gerçek buydu. ‘’O yüzden onsuz yapamam.’’ İblis olsaydı, bana demediğini bırakmazdı. Bakışları kısıldı, kirpiklerinin arasından bana öyle soğuk bir bakış attı ki irkildim. ‘’Sadece seni koruduğundan mı diyorsun bunu?’’ dedi, ilk defa sesinde yargılama sezmiştim. Onu değil, kafamda olmasını da değil; beni yargılıyordu. Kalbim tekledi, midem kasıldı ve dilim sanki bu sorusuna cevap bulamamış gibi dönmedi. ‘’Hayır,’’ dedim en sonunda, gözlerinin içine bakarak. ‘’Tek ailem olduğu için.’’ Bu cümle ona tuhaf gelebilirdi, çünkü birisi karşısına geçmiş deli olduğunu rahat rahat söylerken, tek ailesinin kendi zihninde yaşayan biri olduğunu da ifade ediyordu. Fakat o hiç bana delirmişim gibi bakmadı. Hiç beni bu konuda yargılamadı ya da yadırgamadı. Sadece çenesinin ucunu hafifçe yukarı kaldırdı, anladığını belirtircesine başını sallayıp sessiz kaldı. Aniden durgun görünmüştü. Anlattıklarımı sindirmeye çalışıyormuş gibi görünmüyordu ama bir şeyler düşündüğü barizdi. ‘’Sırrın bu muydu?’’ Dudağının kenarında hafif bir kıpırtı gördüm. ‘’Pek saklamayı beceremedin ama…’’ diye devam etti, hafif bir egoyla. Gözlerimi neredeyse devirecektim ama onun yerine kafamı salladım. ‘’Kendisinden bahsetmemi istemedi.’’ Başını anlayışla bir kez sallayıp, ‘’Anlaşılır.’’ Hareketiyle alnına düşen perçemine baktım, saçları bugün dağınık görünüyordu. Elimi sokup karıştırasım gelmişti, parmaklarım bu hissin arzusuyla karıncalandı ama kendimi tutmayı başardım. Göz ucuyla bana baktığında gözlerimiz buluştu. ‘’Gerçekten seni koruyor.’’ ‘’Hı hı,’’ dedim boğazımdan mırıltı çıkartıp. Bakışları sesin geldiği yöne doğru kaydı, ardından dudaklarıma doğru tırmandı ve oralarda bir süre oyalandı. Baktığı her yeri yakıp geçen bakışlara sahipti; yutkunmadan edemedim ve o da yutkundu. Sonra bakışlarını sessizce benden ayırıp önüne döndü. ‘’İsmi neydi?’’ dedi kendi aklını dağıtmak istercesine konu değiştirerek. Kısılmasını önleyemediğim sesimle, ‘’İblis.’’ ‘’İblis?’’ dedi sorgularcasına, bir süre bekleyip karşıdaki duvarı seyretti. Dudaklarının kenarları aşağı doğru sarkıttığında sesindeki kinayeyi fark ettim ama ona kızamadım bile. ‘’Manidar. Çok düşündün mü?’’ Güldüm, sanki birden hava değişir gibi oldu. ‘’Kendi ismini kendisi koydu.’’ dediğimde dudaklarını büzüp kaşlarını çattı. ‘’Fena.’’ dedi, alayla; fakat gözüme o kadar tatlı görünmüştü ki tebessüm etmeden yapamadım. Ev bayağı sessizdi, bu sessizlik şimdiki atmosfere de daha ağır geldiğinden ‘’Mehir nerede?’’ dedim aniden. Hemen cevapladı. ‘’Reha’yı gezmeye çıkarttı. Hayvanı buradan ayıramadık bir türlü.’’ Reha’yı düşündüm, alışamadığım ve aklıma bile gelmeyen küçük dostumu. ‘’O her zaman uyur,’’ dedim ilgisizce. ‘’Neden çıkarttınız ki?’’ Bana yan yan baktıktan sonra tekrar önüne dönerken, samimiyetle güldüğünden gözlerinin kenarları kırıştı. ‘’Çünkü sen baygın olduğun zamanlarda odadan ayrılmadı. Haliyle doğru düzgün uyuyamadı, avlanmadı.’’ Gülüşü azar azar solarken derin bir nefes bıraktı, ‘’Hissetmiş olmalı. Kami de dayanamadı, bugün çıkarttı.’’ ‘’Ona bir türlü alışamadım ama o, bana çok değer veriyor.’’ Pişmanlığım bir apolet misali omuzlarıma çöreklendi, kendimi kötü hissetmeye başlamıştım birden. Kara bulutlar içimde dağılmaya başladığında onun sesi düşüncelerimi böldü. ‘’Ben sana demiştim, hayvan bakamazsın diye!’’ Boşluğuma gelip, ‘’Ne zaman dedin Asir?’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Ha?’’ dedi yanımda, bana doğru tuhaf tuhaf bakarak. Şaşkın gözlerine dümdüz baktıktan sonra, kirpiklerimi ardına kadar aralayıp hala şaşkınca bana bakan suratına karşılık verdim. ‘’Ne?’’ ‘’Bu çok ağır geldi…’’ diyen sesin sahibi, daha çok heyecanlanmama neden olmuştu. Kafamın içinde yankılanıyordu! Mekanikliği gitmemişti ama azalmıştı sanki, kadife kadar yumuşak ama bir o kadar sert ve kalın sese sahipti. Kapısı henüz açılmamıştı. İçeriden gelen sese kulak kabarttım ve aniden büyük bir fırtına kopar gibi kapı sertçe duvara çarparak açıldı. ‘’Sesimi unuttun, ha?’’ dedi yüzünü buruşturarak bana ters ters bakarken. ‘’Beni de unuttun mu, Toprak? Çekinme söyle.’’ İblis’in daha koyu, daha büyük ve dumanlarının daha güçlü savrulduğu bedenine baktım. ‘’İblis!’’ dedim büyük bir sevinçle. ‘’Bağırma kulağımın dibinde.’’ dedi ama asabi değildi. İkaz ediyordu. Bakışları ikimiz arasında mekik dokudu, ardından omuzumun üstünde duran ele baktı ve tek kaşını kaldırdı. ‘’Yokluğum nasıl da belli.’’ dedi iğneleyici bir tavırla. Altın sarısı tahtına her zamanki gibi kurulmuş, altın değerli ve renkli taşlarla bezeli kadehinden yudumlarken bana ters ters bakıyordu. Umursamazca bakışlarını kadehinin içine doğru indirdi, ‘’Ağladın mı sen?’’ dedi, ilgi duymuyormuş gibi. Aldırmadan ağzım kulaklarımda, hem yeni bedenine hem de sesinin netliği karşısında şaşkınlık ve hafiften kalp krizi geçiriyordum. ‘’Aman, tadı değişmiş bunun.’’ dedi kendi kendine, dudaklarını birbirine seslice çarparak; suratını buruştururken. Sevincime engel olamayarak adeta çığırdım. ‘’Yaşıyorsun!’’ dediğimde, omuzlarını sarsarak bozuk bozuk güldü. Köpek dişine benzeyen sivri dişleri artık daha keskin, daha sivri ve parlaktılar. ‘’Ne sandın?’’ Ardından gururlu bakışlarını üstüme çevirip, ‘’Sen de.’’ diye devam etti. Gülümsedim. Beni gelişigüzel süzerek her zamanki İblis’liğini konuşturdu. ‘’Oysa bu acizliğinle, plana sadık kalmadan benden önce cehenneme gidersin sanmıştım.’’ Asir araya girip bir şey söyledi ama onu sevincimden duyamadım bile. İblis’e, ‘’Ben de seni.’’ dedim karşısında eline şeker tutuşturulmuş çocuk gibi sırıtmaya devam ederek. Gözlerini devirse de yarım yamalak gülümsediğini görmüştüm. Kadehini oval daire şeklinde dans ettirdi, ardından umursamaz bakışlarını aşağı indirip gülümserken; sesinde tehlike çanları çalmasa her şey normal derdim. ‘’Arkadaş yaşamak istemiyor belli.’’ Kimden bahsettiğini algılayamadan veya algılamak istesem de umurumda değildi; ondan gözlerimi ayırmadan duruyordum. Temkinliydim. Sanki ayırdığım an oradan kaybolacakmış gibi hissediyordum. Bakışlarımın etkisinden bunalmış görünse de sesini çıkartmadı ve kadehinden kaldırdığı karanlık gözlerini üstüme mühürledi. Dudaklarını aralayıp bir şey söyleyecekti ama odanın kapısı hışımla aralandığında hepimizin afallayan bakışları o tarafa döndü. Mehir elini pervaza dayamış, art arda nefesler alıp dururken odağını kaybetmiş ela gözlerini en sonunda yatağa çevirdi. Yanımda uzanan Asir’le, uyanık beni gördüğünde bir irkildi ama toparlanması uzun sürmedi. ‘’Çok güzel! Uyanmışsın!’’ dedi aniden, büyük bir sevinçle, ağzı kulaklarına vararak. Koştuğundan saçı başı dağılmış, nefes nefese kalmıştı. Paniğin sinsi adımlarını hissediyordum; içimdeki toprakta ilerlerken iz bırakıyorlardı. Aklım karışık halde suratına bakıyordum. Gözleri cam misali parlayarak elalarını daha bir ön plana çıkartırken, ‘’Aşağıya gelin,’’ dedi. ‘’Çok önemli.’’ Yanımda oturan Asir, omzumdaki elini kendisine doğru çekti ve sırtını dikleştirdi. ‘’Ne oluyor?’’ demeye kalmadan Mehir çoktan odanın kapısından ayrılıp paldır küldür aşağı inmişti. Kaşlarım çatıldı ve soru işaretleriyle dolu bakışlarımı Asir’inkilere yönelttim. O da aynı tepkiyle bana kısa bir süre bakış attıktan sonra yorganı üstünden atıp ayağa kalktı. Ellerimle iki yanımdan destek alıp kendimi yataktan aşağı bıraktım. Ayaklarım soğuk, tozlu tabanla buluştuğunda ürpersem de sesim çıkmadan ayağa kalktım ama bacaklarımdaki kaslar bana ihanet etti. Kalçam tekrar yumuşak yatakla buluştu. Kaslarım ağrıyor, sızlıyor ve acı kalçamdan omurgama saplanıyordu. Suratım kağıt misali buruştu. Bir ay bile olmamıştı ama üç haftadır uyumuş olmam bile kaslarımı hamlatmıştı. Asir yumuşak bir şekilde baktı, ‘’Kucağıma alayım mı?’’ dedi dudaklarındaki hafif kıpırdamayla. Tek kaşımı kaldırarak ona baktım. ‘’Lütfen, sınır çizgisini koruyalım.’’ dediğimde, keskin çenesini yukarı kaldırıp sırıtmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. Ardından ciddiyetle eğildi ve ben ne olduğunu anlayamadan, sırtımda büyük elinin baskısını hissettim. Bacaklarımın altından diğer elini geçirdi ve kalçam aniden yataktan havalandı. Elim aniden yakasını sımsıkı tutmuştu. Sırtını dikleştirmiş, ifadesizliğiyle bana baksa da kızıl harelerinden gelip geçen parıltıyı gördüm. Neredeyse gülümseyecektim ama dudaklarım gülümsemek için kıvrılmadı. Afallamam kısa sürmüştü. Tek kaşımı cüretkar şekilde kaldırdım. Diğer elim geniş omzundan diğer omzuna doğru kıvrılmıştı. Kalın sesiyle, ‘’Yeter ki sen aşma.’’ dedi, rahatça ilerlerken. Elli beş kilo civarındaydım ama beni rahatlıkla taşıyordu. Gerçi cüssesi sağlamdı. İblis tepkisizliğini koruyordu ama ellerini hafifçe iki yana doğru açmış, kıstığı gözlerle ikimize bakıyordu. ‘’Ne ara bu kadar…’’ dediğinde ‘’Biliyorum.’’ dedim manidar şekilde. Fakat beni kolayca taşıdığından ve yerim rahat olduğundan gıkımı bile çıkartmıyordum. Yüksekte olmak tuhaf hissettiriyordu, küçük çocuklar gibi hissediyordum. Odadan kısa sürede ayrılıp hole çıktığında, yerde sürünen Vaxor’u fark ettim. Sürünerek sahibinin paçasından içeri girdi ama Asir’de mimik oynamadı. Ben de artık eskisi kadar paniklemiyordum. Merdivenlere doğru ilerlediğinde, ‘’Ne olmuş olabilir?’’ dedim, Asir’e bakarken. Keskin çenesi gerginlikten kasılmış, yanaklarında çukur oluşmuştu ve yeni çıkmış sakallarını hayal meyal hatırlıyor gibiydim. Kesilmişlerdi. Sakal veya bıyıktan hoşlanmıyordu belki de. ‘’Göreceğiz.’’ İblis, Asir merdivenlerden inerken yüzünü buruşturup kadehini sımsıkı tuttu. ‘’Of,’’ dedi derin bir şekilde. ‘’Bu boğucu hava da ne böyle…’’ Merdivenlerden indikten hemen sonra Asir, kucağında beni tutmaya devam ederek kapı girişinde durdu. Anlamsız bakışlarımı ondan çekerek, Mehir’e doğru yönelttim. Salonda bir iki kez ileri-geri yapıp duruyor, gergince tırnağını kemiriyordu. Aniden bize döndü ve ellerini hayretle açarak kenara çekilip bizi farklı bir sahneyle karşılaştırdı. Yüreğim korkuyla çarptı, ellerim panikle Asir’in yakasındaki kumaşı sıkmış ve omzuna saplanmıştı. İçimdeki huzursuzluk yılanın kuyrukları gibi iç içe geçerek kıvranırken, bahçedeki onlarca siyah kuşa bakıyordum. İblis’in karanlık gözleri hayret ve dehşetle aralanmış, sanki kuzgunlara hapsolmuştu. Bize doğru bakan ormanın yakasındaki ağaçların dallarına tünemiş yüzlerce kuş, bahçemizin koca alanını sarmış onlarca simsiyah tüyle kaplı kuşlar bizim eve doğru bakıyordu. Gökte büyük bir çığlık dalgası koptuğunda Asir, beni düşürmemek için daha sıkı tutarak ileri atıldı. Aniden salona büyük bir gölge düştü. Gökyüzündeki karaltıları daha net görüyorduk; siyah bulutlar kuşların kanatlarından oluşmuşlar ve tüm sema, kanat çırpan hayvanların sesiyle yarılmıştı. Panik ruhumu ele geçirdi. Dahası da geliyordu ve hepsi bizim alana doğru uçuyordu. Bir değil, onlarca sürü gibiydiler ve hepsi gürültülüydü. Onlarına arasında dönen, bizim anlayamayacağımız farklı bir dilde anlaşıyorlardı. Sanki onların arasında bir savaş, bir kaos dönüyordu. Fakat sorun bu değildi. Sorun, hepsinin sadece bana bakıyor olmasıydı.
Tekrar merhaba, Umarım bölümü okurken keyif almışsındır. Karakterlerime bakış açını merak ediyorum; başkarakterler hakkında ne düşünüyorsunuz? Mehir hakkında ne düşünüyorsunuz? İblis? Ayrıca… Kuzgunlar? Tepkilerini yorumla belirtmekten çekinme. Bir de, beğendiysen yıldıza basmayı da unutma! Teşekkürler, seni seviyorum. Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.
|
0% |