Yeni Üyelik
16.
Bölüm

15. BÖLÜM: KUYRUĞU YAKALAMAK

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Bayramın nasıl geçti? Ben… iyi sayılırdım ya, bayramları sevmem de.

Upuzun bir bölümle karşındayım, uzun olduğundan dilersen sindire sindire oku. Fakat tabii ki emeğimin karşılığını vermeyi unutma.

Oy vermeyi unutma ve paragraf arası yorumlarınla gözümü şenlendir lütfen!

Keyifli okumalar.

15. BÖLÜM: KUYRUĞU YAKALAMAK

 

Saatlerce koşuyordum.

Terlemekten dolayı koyu saçlarım derime yapışmış, ciğerlerime giden nefes artık dikenlerini batırmaya başlamıştı. Bacaklarımda derman kalmamıştı ve artık fazla koşmaktan dolayı kaslarım yanmaya başlamıştı. ‘’Dayan,’’ dedi İblis, çevresini keskin gözleriyle kontrol ederek. ‘’Bir buçuk saatimiz doldu.’’

Yorulmuştum ama bahçede konuşulanlardan sonra, hayatta pes edemezdim. Asla.

Arkamdaki canavarların nefeslerini ensemde hissediyordum, bir ölüm kadar soğuklardı ve beni yakalarlarsa gerçekten parçalayabilirlerdi. Kuyruğunu Kaybedenler’in acımasız olduklarına bir kere şahit olmuştum ve o sürüye ait bir kurt, o akşam beni neredeyse parçalayacaktı.

Korku kalbimi sıkıştırmayı çoktan bırakmıştı ama damarlarımda yakıcı bir heyecan ve panik dalgalanması hissediyordum. Boğazıma yapışarak katranlaşan balgamı yutmaya çalışırken dilim damağıma yapışmıştı. ‘’Peşimizde olduklarından emin misin?’’ dedim zihnimden, ‘’Etraf o kadar sessiz ki kendimi salak gibi hissetmeye başladım.’’

İblis gözlerini etrafta dolaştırırken şüpheci görünüyordu; onun da kaşları çatıktı ve etraftaki sessizliğe içten içe anlam veremediğini seziyordum. ‘’Evet, Toprak.’’ dedi kısa bir süre sonra. Şüpheci bakışları etrafta dolansa da sesinde gram şüphe yoktu, ben de buna güvenerek koşuyordum zaten.

Önümde duran ağaçların arasından rüzgar misali geçerken bacaklarım artık isyan etmeye başlamıştı. Ayaklarım yavaş yavaş hareket etmemeye başladığında kollarım iki yanında sallanarak aniden durdum ve çevremi kontrol ettim. Aldığım sık nefesler sakinleşmeme yardımcı oluyordu, kulaklarım hızlıca atan nabzımın sesiyle uğulduyordu. Kulaklarımı kabartıp en ufak sese odaklanmaya çalıştım. Etraf ölümün koynunda gibi sessizdi.

Patikadan aşağı indikten sonra kendimi ormanın içine atmıştım, bu iyi bir fikir miydi bilmiyorum ama Yeraltı Tapınağı’na giden yolu takip etseydim herhalde yakalanmam kaçınılmaz olurdu. Çok geçmeden fark etmiştim ki Asir, bana ilk başta bu yüzden bir rota vermişti. Gerçi ilk başta başlayacağım başlangıç belliydi ama gidebileceğim rotayı beynime empoze etmişti.

Düşündüğümde acaba farklı bir yola gidebilir miydim? Yeraltı Tapınağı’na giden yola sapmadan, herhangi bir köşeden dönüp rotalarını şaşırtabilir miydim? Bu geç olsa da aklıma düşmüş ve İblis’le bakışmıştık ama bunların artık bir önemi yoktu. Çoktan rotasından sapmamış, Asir’in avcu gibi bildiği ormanın ortasına düşmüştüm.

Birden yürümeyi kestiğimde İblis bundan huzursuz oldu. ‘’Toprak, hala peşimizdeler ve onlar arkamızdayken koşmak istemezsin. O yüzden şu an enerjin olmasa bile, bari yürü.’’ Mekanik sesi zihnimin duvarlarında yankılanmaya başladığında hak verdim ve bacaklarım ağır ağır ona itaat etti.

Kahverengi toprak yumuşaktı ve ayaklarım sanki toprağın üstüne batıp çıkıyordu. Ormanın kokusu ciğerlerime şölen yemeği gibi sunuluyordu. Hala sık nefesler alıp veriyordum, öyle yorulmuştum ki oturup yorgunluktan ağlayacaktım. Başım istemsizce, bitkinlikten sağa sola hareket etti ve gücümün son demlerinde yürümeye devam ettim.

İblis halime bakıp bana acıyordu ama yapabileceğim bir şey yoktu. Bu… Çok fazlaydı ve sadece ilk gündeydim. Daha iki gün daha koşacaktım ama şimdiden tükenmiştim. ‘’Beni dinle,’’ dedi İblis ılımlı bir sesle. Yorgunluktan kızarmış gözlerimi yavaşça onun kömür karası harelerine kaldırdığımda, ‘’Koşmuyorsan saklan.’’ dedi.

Kaşlarımı çattım, ‘’Saklanayım mı? Nereye?’’

‘’Ne bileyim!’’ dedi diğer yandan etrafına bakarken. İkaz ederek, ‘’Durma, yürü.’’ dediğinde durduğumu fark edip ağrıyan bacaklarımı tekrar hareketlendirdim. ‘’Asir’in zaten avcu içindeyiz, Toprak. Kaçamayız belki ama saklanabiliriz. Saklanacak bir yer bul.’’

Etrafıma baktım ama sık ağaçlardan başka bir şey yoktu. Ucu göğe doğru yükselen ve neredeyse göğe dokunacak olan ağaçların arasında yürümeye devam ettim, bunaltıcı bir hava yoktu; serinlik akım akım terleyen bedenime çarparken ürperiyordum. ‘’Ağaca mı tırmansam?’’ dedim aptalca bir fikir öne sürerek.

Yine de düşünceli düşünceli herhangi bir ağacın yüksek tepesine baktım. ‘’En azından bir fikir sundun,’’ dedi İblis, kinayeyle. ‘’Ama yetersiz. Kokundan bulurlar. Önce kokunu saklayabileceğimiz bir şey bulalım.’’

‘’Biraz çamur yapıp üstüme sürsem, kokumu bastırır mı?’’ dedim kuru kahverengi toprağa kısaca bakış atarken. Yine durduğumu fark edip yürümeye başladığımda İblis gözlerini devirdi, ‘’İki işi birden yapamıyorsun, değil mi?’’ dedi fısıldayarak. Zihnimde fısıldaması, fısıldayışını önemsiz kılıyordu ve ne dediğini tane tane duyabiliyordum.

‘’Evet. Bu da zeki olduğumu gösterir.’’

‘’Ya da beceriksiz olduğunu,’’ dedi hazırcevaplıkla. ‘’Hanene bir eksi daha yazıldı, Toprak.’’

‘’Bilim insanlarına göre, iki işi birden yapamayan insanlar bir işte yoğunlaştığından başarılı olurlarmış.’’ İblis parlak, sivri dişlerini göstere göstere güldü; soğuk kıkırtısı daha fazla ürpermeme neden olurken ona ters ters bakmaktan başka bir şey yapmadım.

‘’Ya da,’’ dedi tekrar, harfleri iğneleyici bir tavırla uzatarak. ‘’Başka çareleri olmadığından bir işte yoğunlaşıyorlar ve iki işte birden başarılı olmak yerine, yine başka bir çareleri olmadığından o işe yoğunlaşıp kendilerini kısıtlıyorlar.’’ Omuzlarının ikisini de kaldırarak ellerini iki yana açtı, ‘’E bu da, bir insanın aptalca kendisini kandırması anlamına gelir.’’

‘’Senden nefret ediyorum.’’ dedim ilerlemeye devam ederek, mırıldanırken. Aslında ona alınmıyordum, başkası duysa kırıcı olduğunu düşüneceği sözleri duyarak yetiştiğimden bağışıklık kazanmıştım. İnsanların beni kırması bu yüzden zordu, ben sivri dilli bir İblis tarafından yetiştirilmiştim.

Hızlıca ‘’Ben de.’’ dedi, gülümseyip.

Sabırla gülümsedim ve ilerlemeye devam ettim. ‘’Çamur işi mantıklı,’’ dedi asıl konumuza gelerek. ‘’Ama yine yetersiz, yağmur sürekli yağıyor ve bu da, kokunu daha çok güçlendirir.’’ dediğinde artık etrafa değil, yerdeki bitkilere bakıyordu. Orman çok çeşitli bitkilerle doluydu; ağaçların dibinde yetişen bir sürü çiçek veya bitki görüyorduk ve bu da bize görüntü açısından güzel bir şölen sunuyordu.

‘’Klier otu,’’ dedi İblis, yerdeki bitkileri gözleriyle tararken. ‘’Onu bulsak güzel olurdu.’’

‘’O ne işe yarıyor?’’ Merakla sorduğum soru, kaşlarımı çatmama neden olmuştu. Tuhaf bir ismi vardı.

‘’Kokunu yağmur yağsa bile saklar.’’ dedi, bilgisayar gibi bilgileri önüme sererken. ‘’Yaprakları biraz dikenlidir ama kaşındırmaz. Hem derine hem de kıyafetlerine sürebilirsin, kalıcı etki için derine sürmelisin.’’ Suratım kağıttan daha fazla buruştu, ‘’Derime antik kuntik şeyler sürmem.’’ dedim. ‘’Bir de alerji falan yapar, uğraşamam.’’

Baygın baygın bana baktı, ‘’Zeki olmak istediğin ve bunu başardığın nokta, işine yarayacağını söylediğim bitki mi?’’ Kaşlarını kaldırıp dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra, ‘’Cidden mi?’’ dedi, tekrar. Söylediklerine o kadar alışmıştım ki suratına düz düz bakmakla yetindim, ‘’Evet.’’ dedim hiç de alınmadan. ‘’Bir sorun mu var?’’

İlgisizce, ‘’Bana güven.’’ dedi konuyu kapatır gibi. ‘’Alerji falan yapmaz. Dört yapraklı yoncaya benziyor yaprakları ama bulunması ondan daha kolay.’’ diye devam etti, sonlara doğru yaramazca sırıtarak.

‘’Koş!’’ dedi aniden bağırarak. Yürürken kalbim yerinde hopladı ve ne olduğunu anlayamadan koşmaya başladım. Kollarım iki yanımda sallanarak bana yön verirken, omzumun üstünden geriye baktım. Berka’nın kurdu peşimden saldırganca koşuyordu. Kürkünün gümüş rengi, güneşin altında adeta parlarken pençeleri toprağa saplanıp duruyor ve her koşuşunda bağrından parçalar koparıyordu.

‘’Önüne bak!’’ dedi İblis, erkeksi bir çığlıkla. Önüme döndüğümde gözlerim ardına kadar aralandı; boğazımdan kısa bir çığlık koptu. Neredeyse başım sert ağacın gövdesine çarpacaktı ama son anda büyük bir refleksle sola kayıp yırttım. Çığlığım etrafta kısa süreliğine yankılanıp geride kalsa da kalbim koşmaktan ve az önce yaşadığım korkuyla yerinden çıkacaktı.

‘’Şeytanlar aşkına! İki kişi oldular!’’ Gözlerini kısıp daha dikkatli bakarken, ‘’Hangisi lan bu?’’ deyip geriyi kontrol ediyordu. ‘’Berka’nın kurdu daha hızlı, sanki senden intikam istiyor.’’ dedi durum değerlendirmesi yaparken.

İçimi rahatlatıyorsun canım, sağ ol.

Rüzgar bir annenin kolları gibi beni güvenle sarmalarken kulaklarımda kesik kesik uğultular bırakıyordu. Saçlarım geriye doğru savruluyordu ve terim, rüzgarın nefesiyle soğuyordu. Bu beni daha özgür hissettiriyordu, sırıttım ve coşkuyla bir çığlık attım. Karşılık olarak arkamdaki kurtlardan biri vahşice uğuldayarak karşılık verdi.

Bu damarlarımda akan kanı daha da hızlandırdı. Hayatımda hiç bu kadar hızlı koştuğumu görmemiştim! İblis sırıttı, ‘’Dayan! İlerideki ağaçlar daha sık, oraya girersen hızlarını yavaşlatmak zorunda kalırlar.’’ Bana manidar bir bakış atarken tek kaşını kaldırdı, ‘’Tabii, çevreni sarmalarına izin verme!’’

Toprağı döven pençelerinin seslerini duyar gibiydim ama aslında kulaklarıma doğru gelen, kurtların boğazlarını saran hırıltılı nefesleriydi. ‘’Toprak, çevreni sarıyorlar! Berka tam arkanda ama birden sağına doğru hareket etti. Diğer solunda bakır renginde bir kurt var. Herhalde o da Korkut’un kurdu.’’ Bana kısa bir bakış atıp önüne dönerken, ‘’Ama hala gerideler.’’ dediğinde ruhuma depar atan gerilimin rahatlığa kavuştuğunu hissettim.

Kalbim hızımdan dolayı patlamak üzereydi; bacaklarımdaki kaslar artık isyan ediyordu ama son demlerine kadar kullanıyordum. Başka çaremin olmadığını hissediyordum. Dün gelip karşımda sırıtarak neredeyse dans edeceklerini düşündükçe beynime tehlikeli sinyalinden daha çok adrenalin ulaşıyordu ve onlardan tatlı bir intikam almak istiyordum.

İntikamım, onlara asla yakalanmamak olacaktı.

Asir’in bile eline düşerdim ama onların düşmeyecektim.

‘’Kurtlardan daha mı hızlıyım yani şu an?’’ dedim şaşkınlıkla, zihnimden. İblis de bu söylediğime şaşırdı ve inanamayan gözlerini ardına kadar açıp hem geride kalmış kurtlara, hem de bana baktı. ‘’Oha,’’ dedi şaşırarak, ‘’Böyle düşünmemiştim. Ben onlar hızlı koşmuyorlar diye düşünüyordum ama yeteri kadar hızlılar, bana da öyle geldi.’’

Berka sanki düşüncelerimi duymuş gibi hırladı; sesini o kadar yakınımda duydum ki boğazımı yırtarak ormanın derinliklerinde kaybolacak bir çığlık attım. ‘’Oha lan, oha!’’ dedi İblis, ‘’Burada birisi konuşuyor!’’ O bunları söyledikten sonra sanki pençesi enseme değmiş gibi oldu ama son anda ondan kurtulmuş gibi hissetmiştim.

Arkasına yaslanarak kadehinden bir yudum aldı, mırıldanarak, ‘’Yok, hızlı değilmişsin.’’ dedi bir de, suratıma bakıp haylazca sırıtırken. ‘’Ama böyle düşün, bu düşünce iyi!’’ dediğinde arkamdan büyük bir rüzgar geçti, tekrar istemsizce çığlık attım; bu benim bile kulaklarıma hasar verecek kadar büyük bir çığlıktı. Yavaşça, bir sır veriyormuş gibi ‘’Berka seni öldürmek istiyor,’’ dedi dehşetle, gözlerini aralayarak.

Neredeyse tekrar çığlık atacaktım ama onu tutarak, içimden ‘’Ne!’’ dedim ama hemen toparladı. ‘’Yok, yok. Kendi fikrimce. Yanılıyor da olabilirim.’’ dedi ama başını yana doğru çevirerek, omzunun üstünden geriye doğru imalı bakışı ruhumu ürperterek şaha kaldırdı.

‘’Ah İblis, ah!’’ Suratım koşmaktan neredeyse moraracaktı, ‘’Ödümü kopardın!’’ Dudaklarımın arasından bıraktığım sık nefesler, gırtlağıma yapışan balgamı körüklüyordu ve giderek midem kasılıyordu. Bu en kötüsüydü, koşmak yeteri kadar canımı alıyorken mide ağrısıyla uğraşamazdım.

Başımı sol tarafa doğru çevirdiğimde bakır renkli kurdu gördüm; neredeyse benimle beraber maraton koşar gibi yarışıyordu. Dehşetle aralanan gözlerim, onun yeşil gözleriyle temas ettiğinde sivri dişlerini yarım yamalak gösterdi; sanki bana pis pis sırıttı. Bu aklımın bir oyunu gibi geldi.

Aniden bana doğru atak yaptığında öyle hızlı bir manevra yaptım ki, Korkut’un kurdu şaşkınlıktan yemyeşil gözlerini araladı. Sol tarafa depar atmaya başlarken İblis’in kadehini kaldırarak coşmasını seyrettim. ‘’Aferin!’’ dedi başını iki yana sallayıp, kadehinden yudumlarken. ‘’Ama önünde Barlas var.’’ deyince Korkut’tan gözlerimi alarak önüme döndüm.

Barlas’ın kurdu gri renkteydi ve sigara dumanı kadar yoğun görünen rengi güneşin altında parlıyordu. Kürkünün arasında koyu tutamları vardı. O diğerlerinden bir cüsse daha iri ve büyük görünüyordu; dehşet kalbimi ısırdı ve bacaklarım hızından dolayı kendini savunamadı. Ona doğru istemsizce savrulurken buldum kendimi. Bu da, onun hareketsizce beni beklemesine müsaade etti.

Onun sert gövdesine çarptığımda beynimdeki dünya aniden döndü. Gözlerim yarı kapalı yarı açık, onun yumuşak kürkünde geriye doğru savrulurken sırtım arada sırada sert toprağa çarpıp durdu ve beynimdeki dünyayla beraber gerçek dünya da sarsılmaya başladı. Toprak kalıntıları ve üstündeki taşlar sırtıma battı. Dişlerim birbirine sımsıkı kenetlendi, başımın arkasındaki acı kafatası bölgeme usulca yayıldı. Sonunda yuvarlanmadan durabildik.

Ağır ağır soluklanırken acıdan dolayı inledim. Ben altta, Barlas’ın kurdu üstümde öylece hareketsizce kalakaldık. İblis kadehini dudaklarına götürüyordu ama son anda durdurmuştu; suratını buruşturup, ‘’Of of…’’ dedi boğuk bir sesle. ‘’İyi misin?’’ Benimle alay mı ediyordu yoksa gerçekten iyiliğimi mi soruyordu emin değildim ama zihnimdeki koridorlarımın sarsılışı, hala beynimi bulandırıyor ve midemi alt üst ediyordu.

Göğsümün tam ortasında hissettiğim kalbim gümbür gümbürdü.

Üstümdeki ağırlık kayboldu ve yanımda hırıltılı nefesler duydum. Yerde boylu boyu uzanırken diğer yandan sık nefesler alıp veriyordum. Gözlerimi sımsıkı kapattığımdan onları titreterek araladım. Güneşin ışığı, ağaç dallarının arasından sızarak gözlerime ilişti.

Gözlerim kamaştı, ardından başımda beliren adamı gördüm. Koyu kestane rengi saçları dağılmış, ifadesizce suratımı inceliyor; ellerini ceplerine atmış başımda zebani misali dikiliyordu. Başımın arkasındaki ağrı giderek kendisini daha fazla belli ettiğinde yutkunarak yüzümü buruşturdum. Yanımda duran Barlas’ın kurdu başını iki yana sallayarak kendini kısa sürede toparladı.

Tekdüze, ‘’İyi misin?’’ dedi, Asir. ‘’Kalkabilecek misin?’’

Başımı salladım ama buna çok geçmeden pişman oldum. Kafamın zonklaması bir yana, bu midemi daha çok bulandırmıştı. Gözlerimi kapatarak bir süre yerde soluklanmaya devam ettiğimde İblis sırıttı, ‘’Aferin lan.’’ dedi neşeyle. ‘’Başlangıca göre iyi dayandın.’’ Onun neşeyle sırıttığı karanlık suratına tip tip baktıktan sonra, dayanamayarak güldüğümde o da kıkırdadı.

Gülüşüm dışarıda yansımıştı, gerçekten sırıtıyordum. Gözlerimi tekrar araladığımda Barlas acıdan buruşmuş suratıyla yanımıza gelmişti. ‘’Of, of,’’ dedi elini geriye doğru atıp sırtını tutarken. ‘’Belim!’’ Gri kurt cismini kaybetti ve bir duman gibi onun içine doğru sürüklendi. Dudaklarını büzüp kaşlarını acıdan çatarken, ‘’Of…’’ dedi tekrar, iniltiyle.

Soluklarım kısa sürede düzene girmişti. Sırtımı doğrulturken acıdan suratımın bir kısmı buruştu, gözlerimi yarım yamalak kapatıp araladım. Hala başım düşmenin etkisiyle hafiften sarsılıyordu ama bu çok fazla koşmaktan da olabilirdi. Sık nefeslerim sebebiyle beynimdeki oksijen yetersiz kaldığından kafamın içinde basık bir hava vardı; zihnimdeki dünya fırıldak gibi dönüyordu.

Gözümün önüne gelen büyük elle afalladım, büyük avcunu bana doğru uzatmış bekliyordu. Şaşkınlıkla kaşlarımın altından yukarı baktığımda Asir’in ateş çukurunu andıran gözleriyle karşılaştım, dudaklarında belli belirsiz tebessüm vardı. Gülümseyerek avcuna elimi kaydırdığımda parmakları elimin kenarlarını sımsıkı tuttu ve beni kuş tüyü misali rahatlıkla kendine çekerek ayağa kaldırdı.

Ona son anda çarpmaktan kurtulmuştum, suratına tebessümle baktığımda hala dudaklarındaki belli belirsiz gülümsemeyle göz kırptı. Barlas’ı göz ucumla kontrol ettiğimde dudaklarımdan, ‘’İyi misin?’’ döküldü. Kafasını sallamakla yetindi, o benden daha önce toparlanmıştı.

‘’Bir saat kırk beş dakika.’’ dedi Asir, sesinde saklamaya gerek duymadığı takdirle.

‘’Güzel başlangıç.’’ dedi Barlas, onu devam ettirerek.

Yanaklarıma pembelik yayılmıştı, ‘’Teşekkürler,’’ dedim mırıldanarak. Tebessümümü saklayamıyordum, İblis de göz kırparak kadehinden yudumladı. ‘’Yarın için şu otu bulalım, saklanmamız kolay olur. Bu sefer yorulmazsın.’’ dediğinde herhangi bir tepki vermedim, sadece onu dinledim ve bu ona yetti. Biliyordum ki onu dinlemem bile bazen ona yetiyordu.

‘’Korkut ve Berka neredeler?’’ dediğimde temkinli bakışlarım Barlas’ı buldu. ‘’Biz yuvarlandığımızda geri döndüler bile.’’ dedi hoşnutsuzlukla, ardından başını yavaşça iki yana sallayarak Asir’e baygın bir bakış attı. ‘’Bazen lider miyim diye sorguluyorum ha.’’

Tepkisine gülmeden edemedim, çıkışı bana öyle sempatik ve tatlı gelmişti ki. Asir bile soğuk bir şekilde kısaca güldü, kulağıma çalınan melodi güzeldi. ‘’Kılıç ve Arslan?’’ dediğimde tek omzunu silkti, ‘’Onlar bizimle koşmadı. Yarın koşacaklarmış.’’ dediğinde tebessüm ederek anladığımı belirttim.

‘’Gülme,’’ dedi Asir, tatlı bir isyanla. ‘’Bu yarın daha fazla zorlanacağını gösteriyor.’’

Tek omzumu silktim ama bu hareketim de pişman olmama yetti; tek omzumla beraber sırt bölgeme de hafiften bir ağrı saplandı. Yüzüm tatlı bir şekilde buruşurken Asir tepkilerimi ifadesizlikle inceledi, ‘’Hadi dinlenmeye.’’ dedi emrivaki. Elleri hala cebinde rahatça duruyordu, bana yandan bakarak çenesiyle ileriyi işaret ederken önden gitmemi sessizce söylüyordu.

Kaşlarımı kaldırıp indirdim ve itaat ederek önden ilerlemeye başladım. Barlas’ın yanından geçerken sert yüzüne kısa bir bakış attım, koyu kahverengi gözleri ruhundaki acıları saklıyordu. Donuk bakıyordu ama bazı hareketleri onun iyi bir adam olduğunu gösteriyordu; sempatikti. Önden ilerlemeye devam ederken rahattım, arkamdan birileri koşturmuyordu en azından.

Ağaçların arasından koştuğum yerlerden geçerken sessizliğimizi sürdürüyorduk. Arkamdan gelen adım seslerini duyuyordum, onlar da birbirleriyle konuşmuyordu. İblis yeri inceliyor ve ağaç diplerine arada sırada bakıyordu. Güneş ışığını giderek kaybediyordu, usulca yerini aya bırakıyordu. Bu güzel bir görüntü sağlıyordu, gökyüzünde kocaman gümüş bir tepsiyi andıran ay, kenarlardan turuncuya boyanıyor sonra tatlı bir şekilde utanıyor; son anda uğursuz bir renge dönüşüveriyordu.

Bozulan nizamın en güzel görüntüsü diyebilirdim.

Asir yaptıklarından ne kadar pişmandı acaba? Ya da, pişman mıydı? Onu, acı veren bu sona getiren neyin olduğunu merak ediyordum. Sebeplerini, savaşı ve kimlerle mücadele ettiğini merak etmeye başlamıştım. Hala doğru düzgün herhangi bir bilgiye ulaşamamıştım, bu canımı sıkıyordu.

‘’Toprak, buldum otu.’’ dedi İblis, kömür karası gözlerini sol aşağı bir yere dikerek. Yerimde aniden durdum ve onun baktığı yönün hayali çizgilerini takip ederek ben de baktım. ‘’Of, gözümüzün önündeymiş ama koşuyordun…’’ Klier otu. Gerçekten yaprakları dört yapraklı yoncaya benziyordu, çevresini saran hafif dikenleri vardı ama bu onu daha çekici kılıyordu. Yaprakları morun en güzel tonuydu.

Önüme düşen saçımı parmağımın ucuyla kulağımın arkasına sıkıştırıp eğildim. Sırtıma dikenler batsa da oralı olmadım, bacaklarımın arkasındaki kaslar yansa da gözüm hala bitkideydi. Çiçeği andırıyordu ama çiçek gibi de değildi. ‘’Sapından tut.’’ dedi İblis.

Elim ona doğru yaklaşırken başparmağımla işaret parmağımı birbirine yaklaştırdım, ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedi Asir, aniden. Bitkiyi alamadan durup ona doğru döndüm, şaşırmıştım. ‘’Otu alacaktım?’’ dedim sorgularcasına. Barlas’la bakıştılar, ardından şaşkın şaşkın bana dönüp ‘’Neden?’’ dedi.

Sakince, ‘’İşime yarar.’’ deyip otu sapından tutarak kökünden kopardım ve cebime attım. Cebime atarken dikenleri elime battı ama umursamadım. Hala afallayan suratlarına bakıyordum, Barlas kaşlarını belli belirsiz çatıp Asir’e göz ucuyla baktıktan sonra tekrar koyu kahverengi gözlerinin odağı bana yöneldi.

Asir aniden aklına bir şey gelmiş gibi afallayan suratından kurtuldu ve tepkisizlikle beni inceledi. ‘’Tamam. Anladım.’’ dedi sonra, düz şekilde.

Yutkunarak önüme döndüğümde İblis tek kaşını kaldırarak tepkilerini inceledi. ‘’Bunu onların gözü önünde almak ne kadar doğruydu?’’ dediğimde tek omzunu silkip kadehinden yudumladı. ‘’Bir şey değişmez. Ne zaman kullanacağımız önemli ve zaten bir daha bu yoldan geçmeyeceğiz.’’

Ormanın zebanilerini andıran ağaçların dallarına tünen kuşların seslerini duyacak kadar sessizlik içinde yürüdük. Sessizlik ruhumu bir kıskacın parmakları arasına alıp sıksa da konuşmamaya karar verdim, zaten henüz kendime gelmiş değildim. Önden gittiğimden dolayı İblis beni gideceğim yönde yönlendiriyordu, zorlanmadan onları Yeraltı Tapınağı’nın uçurum yoluna çıkardım.

Peşimden hiçbir şey demeden geliyorlardı. ‘’Sessizlikleri canımı sıkıyor,’’ dedi zihnimdeki ses, kabaca. Ters ters onlara bakarken, ‘’Sanki aralarında bizim bilmediğimiz bir şey dönüyor, duyamadığımız.’’ Gizemli şekilde konuşmasına aldırmadan yürüsem de benim de içimde merak balonları şiştikçe şişiyordu, telepati yetenekleri olduğundan şüphelenmiştim; o kadar sessizdiler ki bu sessizlik onlara göre bile fazlaydı.

Yutkunduktan hemen sonra, ‘’Hava da ne güzel ya,’’ dedim göğü saran karabulutlara bir bakış atarken. Tanrı beni pişman etmek istiyormuş gibi birazdan sağanak başlayacağını haber eden gök gürültüsünü patlattı. İblis bıyık altı gülümsedi ama sesini çıkartmadı.

Arkamdan gelen Asir’in alaycı sesini duydum, ‘’Ben de nerede kaldı, demiştim.’’ Barlas erkeksi şekilde kıkırdarken Asir alayına devam etti, ‘’Bu süre ona çok fazlaydı, gülme.’’

‘’Bella da öyle,’’ dedi Barlas sadece. O da benimle mi dalga geçiyor yoksa Asir’e mi uyuyor bilemedim. Kaşlarımı sahte şekilde çatarak aniden arkamı döndüğümde ikisi de aynı anda durdu ve yüzüme dümdüz baktılar. İşaret parmağımı yüzüne doğru kaldırıp ‘’Benimle dalga mı geçiyorsun sen?’’ dedim ona ters ters bakarken.

Dudağının kenarlarını aşağı doğru sarkıttı ve Barlas’a yandan bir bakış attı, ‘’Yo,’’ dedi daha sonra, ciddiyetle. Kızıl gözleri benimkilere yarım yamalak çarptı; ardından kafası karışmış gibi bir surat ifadesi takınarak tekrar arkadaşına dönüp sordu. ‘’Öyle mi yaptım lan?’’

Barlas da oyuna devam ederek başını iki yana salladı, gözlerine sinmiş ciddiyeti şüpheli şüpheli süzdüm. ‘’Bella’ya bir şey mi dedin sen?’’ dedim daha sonra, işaret parmağımı ona doğru doğrultup. ‘’Sen gaipten sesler mi duyuyorsun?’’ dedi ifadesizlikle, ‘’Asla demedim.’’ diye devam etti, kafasını hızlıca iki yana sallarken.

Adam olun der gibi, ‘’Aferin.’’ dedim alakasını bilmediğim bir cesaretle. Ardından ifadesizce duran suratlarına tek kaşımı kaldırarak baktıktan sonra topuğumun üstünde önüme döndüm ve ilerlemeye devam ettim. Tekrar sessizliğe büründüler ama Barlas’ın arada sırada kıkır kıkır güldüğünü duyabiliyordum.

Gülercesine nefes bırakıp duruyor, ‘’Oğlum bittin sen,’’ diye mırıldanıyordu. Sesi o kadar kalındı ki mırıldansa da net şekilde duyabiliyordum. Yine de onu duymadığımı sandığından bunu bozmadım; son cümlesine anlam verememiştim, kaşlarımı anlamsızlıkla çatsam da sormadım.

Ağzının içinde bir şeyler söylendikten sonra, ‘’Neden bitiyormuşum lan ben?’’ dedi Asir de fısıldayarak ama onu da duyabiliyordum. Onu da bozmadım.

İblis kaşlarını yukarı kaldırırken onlara hoş bir tebessümle baktıktan sonra tipleri arkada nasılsa omuzları sarsılacak şekilde, kısa bir kahkaha attı. ‘’Salaklar,’’ dedi daha sonra, keyifle arkasına yaslanıp. Gözümü yana doğru kaydırıp omzumun üstünden bakar gibi yaptım ama tabii ki arkaya dönmedim, yüzümde tatlı bir tebessüm vardı.

Patikadan yukarı çıkarken sanki saatlerdir koşmamışım gibi yorulmamıştım. Tuhaf gelmişti. Şimdiye kadar Asir’in beni yerden kazıması, İblis’inse Asir beni yerden kazıdığı için kafamda dırdır etmesi gerekiyordu. Kaslarımdaki yakıcı baskı bile yok olmuş diyebilirdim, hiçbir yerim önceki kadar ağrımıyordu. Bu his tuhaf gelse de güçlü hissettirmişti.

Asir’in bahçedeki arabasını ucundan gördüğümde tüm kaslarım gevşemiş gibi hissettim. Bahçeye tamamen ulaştığımda bu sefer verandaya gidiş yolu gözümde büyüdükçe büyüdü. Verandaya suratsız şekilde ilerleyip merdivenleri tırmanmaya başladım, onlar peşimden gelmeyince arkama doğru kısa bir bakış attım.

Barlas, Asir’e bir şeyler söylüyor, arada konuşurken elini kolunu sallıyordu. İblis’e döndüğümde, ‘’Kampa geri dönecekmiş, vedalaşıyor. Yarın yine gelecek.’’ dedi, dümdüz. Asir başını salladığında Barlas dostane şekilde omzuna elini koydu ve hafifçe sıkıp geri çekildi; Asir de onun koluna dostane şekilde bir iki kez vurup geri çekildi.

Ardından koyu kahverengi gözleri bana doğru döndü. Asir’in dibine yaklaştı ve kulağına bir şeyler mırıldanırken bana bakmadı; bıyık altı gülümsediğini buradan görebiliyordum. Asir kaşlarını çatıp geriye doğru dikleşse bile Barlas’ın yüzündeki pis sırıtış büyüdü. Kaşları çatık, arkadaşının suratına tip tip bakarken Barlas’ın kıkırdayışı buraya kadar geldi; kaba bir şekilde gülüp tekrar omzuna bir iki kez vururken bu sefer onunla alay ediyor gibi göründü.

Ters ters, ‘’Yürü git lan,’’ dediğini duydum Asir’in.

Barlas başını geriye yatırıp kahkaha attıktan sonra yanından geçti ve ellerini cebine atarak patika aşağı yürümeye başladı. Bir süre sonra sırtı patikanın başında kayboldu. Asir’e soru işaretleriyle bakarken, o benim suratıma bir kez bile bakmadan bana yaklaşmaya başladı. Ardından merdivenleri çıktıktan sonra onun suratına baktığımı fark edince duraksadı ve kızıl gözlerini benimkilere kaldırdı.

‘’İçeri gir.’’ dedi normal şekilde.

Beni beklemeden yanımdan geçip kapıya ulaştığında arkasında hoş, ferah bir koku bırakmıştı. Onu takip ederken İblis’e döndüğümde kadehini parmakları arasında mengene gibi sarmış, sıkıca tutuyordu. Bana buz kütlesi gibi soğuk ve ters ters baktığında ona bu konuyu sormamı istemediği belliydi; ben de sormaktan çekindim.

Yine de merak etmiştim, Asir’le Barlas en son ne konuşmuştu?

İçeri girdiğimde evin her köşesine sinmiş kendisine has kokusu burnuma misafir oldu. Biraz bitkin hissetmeye başlamıştım, yorgun argın bir şekilde kenara çekilip elimi soğuk duvara dayayarak ayakkabılarımı çıkarttım. Ardından tekrar elimi duvardan ayırıp salona doğru yürüdüğümde Mehir’in koltukta oturduğunu gördüm.

Asir önünden geçerken ters ters ona baktı, o da ona çekinmeden karşılık verdi. Aynı ortamda kaldıklarında hiç başlamamış olan bir savaşın çığlıklarını duyuyordum sanki ya da görünmeyen ama coşkulu sesini gaipten duyduğum bir spiker, ringe başlayacak olan dövüşçülerin isimlerini çağırıyor gibiydi.

Onların ikisine de kısaca baktıktan sonra koltuğa oturdum. Koltuk beni öyle bir sarmaladı ki tüm kasların gevşediğini hissettim. Başım geriye doğru düştüğünde gözlerim usulca kapandı, neredeyse iki saat durmaksızın koşmuştum; kaslarımın isyan bayraklarını çekmeye hakkı vardı.

‘’Nasıl geçti?’’ dedi yanımdan yükselen narin bir ses. ‘’Kazandın mı?’’

Başımı iki yana salladım, ‘’Sonunda yakalandım.’’ dedim yorgunluktan kısık çıkan sesimle. ‘’Kıza bir şans verseydiniz bari be.’’ dedi Mehir, şaşkınlıkla.

‘’Düşmanı ona şans tanıyacak mı?’’ dedi Asir de karşılık olarak, buz gibi sesiyle. ‘’Yakalandıysa yakalanmıştır.’’

Mehir ağzının içinde tatlı tatlı homurdansa da Asir’e bir yandan hak verdiğini biliyordum, çünkü ben de hak veriyordum. Peşimdekiler düşman olsaydı, şimdiye cesedim ormanın bir köşesine atılmıştı. ‘’Rea, sıcak bir duş al. Kasların ağrımasın.’’ dedi Asir, normal bir sesle. ‘’Böyle dinlenme.’’

İblis suratını abuk sabuk bir şekle sokarak ona bakarken, ‘’Aman ne tatlı,’’ dedi homurdanır gibi. ‘’Aman aman…’’ diye söylenmeye devam etti. Başımı salladım ama hala oturmaya devam ettim, Asir’in derin bir nefes verdiğini işittim. Bitkinliğim dakikalar geçtikçe yorgunluğa dönüşüyordu, kalkacak bir güç bile bulamıyordum kendimde.

Oysaki patikadan yukarı onlarla beraber çıkarken oldukça güçlü hissetmiştim. Hiçbir yerim ağrımamıştı. Sakinleşen nefeslerim kulaklarıma çarptığında beynimde bir sürü saçma sapan anılar ve hayaller geçti. Uykuyla uyanıklık arasındaki çizgide karanlık beni sarmalarken hala oturmaya devam ettim. Terim kurumaya başlamıştı, İblis halime bakıp bir şey söyleyecekti ama susmaya karar vererek arkasına yaslandı.

Bir süre sonra bilinç akışım hızlanıp yavaşladı, sonra uyuyakaldım.

Zihnimdeki uğultular git gide bana yaklaşmaya başladığında Asir’in, ‘’Uyudu,’’ dediğini duydum. Fısıldıyordu, beynim uykudan hafifçe sıyrıldığından hala uyuşuk haldeydi ve bıraksam yine uykuya dalacaktım. ‘’Bacağın nasıl oldu?’’ dedi, sonra fısıldarken. Sorarken pek umursadığını söyleyemezdim ama yine de sormasına şaşırmıştım.

Mehir de şaşırdığından kısa süre de olsa sessiz kaldı. Fısıldayarak, ‘’İyi,’’ dedi sonra afalladığını belli eden sesiyle. ‘’İyileştim.’’ Sorusuna cevap aldıktan sonra hızlıca konu değiştirdi. ‘’Ona böyle uyumaması gerektiğini söylemiştim.’’

‘’Of Asir. Bırak dinlensin.’’ Sanki Mehir’in söylediği beni huzura kavuşturmuş gibi tekrar karanlığa gömüldüm.

Bana dokunan ellerle irkilmemle gözlerim kısık bir şekilde aralandı. Asir’in keskin çenesini ve dikkatli bakışlarını gördüm, kızıl hareleri bacaklarımın altından kayan ellerindeydi. Gözlerimi kapattığımda sırtımın arkasında elini hissettim ve koltuktan yumuşak bir hareketle havalandım. Sırtım boşluğun tadına bakarken, başım omzuna doğru düşmüştü.

Omurgamda bir ağrı hissettiğimde inlememek için kendimi tuttum. ‘’Neyse ki kimse görmüyor…’’ dedi fısıldayarak, ilerlerken. Dejavu hissi ana hükmederken, İblis’in karanlık gözlerine baktım. Bana değil; tek gözünü kısarak Asir’e bakıyordu. Yüz şekli o kadar tuhaftı ki dudağımın kenarı belli belirsiz kıvrıldı.

Burnuma dolan ferah koku, Asir’in giydiği kazaktan geliyordu. Birden durdu, ‘’O görüyor mu lan yoksa?’’ dediğini işittim.

İblis elini rastgele havada sallarken, ‘’Jetonu da bayağı köşeli, ha.’’ dedi rahat rahat. ‘’Keşke şuradan çıksam da yüzüne bir yumruk çakabilsem.’’ Parmaklarının baskısı derime daha da gömüldüğünde sırtım dikleşti, başım rahatça boyun girintisine yaslandı. ‘’Elin,’’ dedi İblis içi gider gibi sırtımdaki eline bakarken. Parmağıyla işaret ederken derin bir nefes verdi, ‘’El…’’

Merdivenleri çıktığımızı hissettim. Ahşap merdivenleri nasıl gıcırtı bırakmadan çıktığını merak ediyordum, öyle sessiz hareket ediyordu ki onun önündeki av olmak istemezdim. Çünkü onu duymazdım, görebilirdim ve gördüğümde de çok geç olurdu. Rahat rahat, sanki elli beş kilo beni taşımıyormuş gibi merdivenleri çıkmayı bitirdi. Ardından biraz yürüdü ve durdu.

Kendi kendine, ‘’Şimdi,’’ dedi mırıldanarak, kapının önünde olduğunu tahmin ediyordum. Omzum hafifçe kapının sert yüzeyine sürtündü, mırın kırın ettim ama aldırmadan kulpu çevirdi ve artık omzumda o baskıyı hissetmedim. Kokumun her köşesine sinmiş olan odamın içine girdiğimizde rahatlar gibi derin bir nefes alıp verdi.

Parmakları daha da derime gömüldüğünde kaslarımın isyan ettiğini hissettim. Her tarafım öyle ağrıyordu ki… Sırtını hafifçe eğdiğinde boyun girintisinden ayrılan kafam, yastıkla buluştu. Sırtım da sonra onu takip ederek yatağıma gömüldüğünde o kadar rahatladım ki boğazımdan hafif bir mırıltı döküldü.

Üstüme örtülen yorganın baskısını hissettiğimde tam şu ana sıkışmak istedim. Çok geçmeden yatağımın köşesinde bir ağırlık çöreklendi, kirpiklerim istemsizce yarım yamalak aralandı, başını bana doğru çevirmiş gözleriyle yüzümü tararken yatağımın köşesine oturmuştu.

‘’Ağrıyor mu bir yerin?’’ dedi mırıldanarak, hala uyuyormuşum gibi.

Başımı salladığımda dudaklarından derin bir nefes döküldü, ‘’Sana söylemiştim.’’ dese de üstüme fazla gitmedi. Bakır harelerini benden ayırarak başka bir yöne doğru baktı, bir süre kendi kendine bir şeyler düşündü. ‘’Geliyorum.’’ dedi ayağa kalkarken.

Şaşkınca ona baksam da başımı sallayıp sustum. Ayağa kalktıktan sonra odadan kısa sürede ayrıldı. Omurgamdan başlayıp sırtımı kolaçan ederek gezinen ağrı, belime oradan bacaklarıma doğru iniyordu. Her yerim ağrıyordu. Bacak bacak üstüne atan İblis rahat görünüyordu.

Kısa süre sonra Asir geldiğinde başımı ona doğru çevirdim. Yastıkta kayan saçlarım beni rahatsız etti. Elinde tuttuğu krem ve ilaca, ardından ifadesizce duran suratına bakarken bir süre algılayamadım. Kapıyı arkasından kapatıp bana doğru ilerledi ve tekrar yatağın kenarına oturduğunda ilacı komodinin üstüne bıraktı; kremin kapağını tok sesle kıvırarak açtı.

Işığı yakmamıştı ama buna ihtiyaç duyuyor gibi de görünmüyordu. Ayın ışığı üstümüze doğru çörekleniyordu. O yüzden odanın ışığını açmayan Asir’e ve bana bu loşluk yetiyordu.

Burnuma misk kokusu taşınırken suratımı buruşturdum. Ferah koksa da rahatsız edici bir yönü de vardı. ‘’Ne tarafın ağrıyor?’’ dedi Asir, bana boş boş bakarak. Duygusuzca baktığında ne söyleyeceğimi bilemiyordum, tıpkı şu anki gibi. İlgileniyor muydu yoksa ilgilenmiyor muydu? Tamamen öylesine mi ilgileniyordu yoksa ilgilenmiş gibi mi yapıyordu?

Bu adam benimle oynuyordu ya.

Yutkundum, ‘’Her yerim,’’ dedim çatallı sesimle.

Kabaca mırıldanarak, ‘’Her yerin?’’ dedi kreme alık alık baktıktan sonra. Bir süre düşündü ama sonra düşüncelerinin gittiği yönü keser gibi başını iki yana salladı, kestane rengi saçından bir parça kopup alnına düştü ve tek kaşındaki yarasını yarım yamalak kapattı.

Hızına yetişemeden yorganı üstümden kenara doğru attıktan hemen sonra ürperdim. Kremi komodinin üstüne bıraktı ve bacaklarıma izin almadan dokundu. Aniden doğrulup bileğine hafifçe dokunduğumda omurgama saplanan ağrı inlememe neden oldu; bana öyle sert bir bakış attı ki yutkundum ama sert, kemikli bileğini de bırakmadım. Dokunuşum onu duraksatmıştı. ‘’Lan…’’ dedi İblis, boşluğuna denk gelirken.

‘’Ne yapıyorsun?’’ dedim sorgulayarak, boş boş suratına bakarken.

Dokunuşumu hafif ama yumuşak şekilde elini kıvırarak yok etti. Büyük eli bacaklarımın üstünde, pantolonumun üstünden kaslarıma masaj yapıyordu. Geriye doğru tekrar uzandım, sırtım yumuşak yatağa gömüldü. Parmakları bacaklarımın kenarlarını, avuç kısmı bacağımı kapsayarak hafifçe sıkıp bırakırken aşağı taraflara doğru kademeli şekilde gidip geliyordu. ‘’Masaj yapıyorum,’’ dedi dümdüz, ‘’İyi gelir.’’

Yanaklarıma binen sıcaklıkla ne yapacağımı şaşırdım, odanın loş olduğuna şükrediyordum. Kalbim hareketleriyle kasılıp duruyordu. Şu an utanmam tuhaftı!

Lütfen. Utanma duygumu al, Tanrı’m.

Ya da bu adama utanma duygusu ver.

Ay ışığı suratına çarptığından daha çekici duran suratına baktım fakat uzun kirpiklerinin arasında Kanlı Ay’ı andıran bakır rengi gözlerinden herhangi bir duygu yakalayamadım. Dümdüz bir suratla, eli bacaklarımda dolanırken rahat görünüyor ve işini dikkatle yapıyordu. ‘’Gerek yoktu,’’ dedim gergince. O kadar gerilmiştim ki sesim kedi mırıltısı gibi çıkıyordu. Gerginliğimi anlasa da oralı olmadı.

‘’Var ki yapıyorum Rea.’’

Bacaklarımda dolanan baskı, kalbime de yapılıyormuş gibi kalbim de onun gibi yoğruluyordu sanki. Tepkisiz suratına dümdüz bakıyorken, içimden sıcak bir şeyler akıp gidiyordu.

İblis yine kalbine iniyormuş gibi nefes alamadı, ‘’Eli…’’ dedi az önceki sesiyle aynı şekilde. ‘’Elin!’’ deyip duruyor, sonra kadehinden yudumlayıp aptal aptal Asir’in suratına bakıyordu. ‘’Yok, buradan çıkmam şart oldu artık.’’ deyip yandan yandan da bana bakıyordu.

Bacağımda dolandıktan sonra birden durdu, elini çeker çekmez kaslarım rahatlığa kavuşarak yandı. İçinde bir ateş topu yuvarlanıyormuş gibi geçtiği yerler yanarken gevşedim. ‘’Kremi bacaklarına sen sürersin,’’ dedi mırıldanarak, göz ucuyla bana bakarken. ‘’Mutlaka sür ama.’’

İblis alayla kocaman gülümsedi, gülümsediğinden dolayı kısılan gözlerinde sanki onu boğmak ister gibi parıltılar dönüyordu. ‘’Yok koçum, hazır elin değmişken lütfen çekinme…’’ deyip duruyordu, büyük bir imayla. Sırıttı ardından mekanik hırıltılarla kıkırdarken, kadehi dudaklarına götürür götürmez ifadesizlikle mırıldandı. ‘’Öldüresim var.’’

‘’Tamam.’’ dedim sesim içime kaçarken.

Ardından bana doğru yaklaştı, kalbim bu sefer kan pompalamayı durdurdu sandım. Kollarım iki yanımda dururken birden onlara yöneldi ve onlara da aynı baskıyı yapmaya devam etti. İki elini de kullanarak kollarımdaki kasları gevşetmeye çalışırken bir bana, bir de kollarıma doğru bakıyordu. ‘’Niye öyle bakıyorsun?’’

Yutkundum, ‘’Nasıl?’’

O da yutkundu, ‘’Değişik.’’ dedi sadece, mırıldanırken. Parmaklarının derime batıp durmasını ve eli aşağılara doğru indiğinde görünmeyen tüylerimin şaha kalkmasını tüm zerremde hissettim. Keskin surat hatlarına ciddiyet hakim olmuştu, kaşları belli belirsiz çatılırken yarası bir ip misali büzüşmüştü. Alnına dökülen perçemleri, ciddi suratına ayrı bir hava katıyordu.

Yutkundum ve sanki işlenmemiş demirin üstündeki pası andıran bakır rengi harelerine baktım. Gözleri çok güzel, aynı zamanda öldürücüydü. ‘’Sen nasıl canavarsın?’’ Kollarımı saran parmakları hareketi kesti, kaslarım hareketi kestiğinden dolayı yanmaya başladı. Gözlerini benimkilere şaşkınlıkla dokundurduğunda bu şaşkınlığı öyle gölgeledi ki maskesinin salt karanlıktan ibaret olduğunu düşündüm.

‘’Nereden çıktı şimdi?’’ dedi hareketlerine normal şekilde devam ederek, bir yandan da gözlerini benden ayırmıyordu. Yutkundum, ‘’Bunu bir canavar yapar mı?’’

Burnundan bir nefes bıraktı, sorum canını sıkmışa benzemiyordu ama öyleymiş gibi davrandı. Bakışları kollarımda yaptığı baskılara düşerken mırıldandı, ‘’İnsanlar bilmediği şeylerden korkar, Yağmur. Bazen ben bile kendimden korkuyorum.’’ Gözlerini üstüme dikip hareketlerini durdurdu, tekrar aynı yanma hissini hissetmiştim ama parmaklarının baskısı hala kollarımda geziniyormuş gibi hissediyordum.

Komodinin üstündeki kremi alıp parmaklarıyla kapağını kıvırdı, ardından tok sesle kapağı ayırdı ve komodinin üstüne bıraktı. Söylediklerini ya da söyleyeceklerini düşünüyor gibi görünürken aslında kayıtsızdı ama dudakları bir ip gibi gerilmişti. ‘’Bu soruna yetti mi?’’ dedi başka bir şey söylemekten vazgeçmiş gibi.

Yetmemişti, hatta damarlarıma bir iğne enjekte edilmişti ve merak o iğnenin ucundan zehir gibi yayıldı. ‘’Bu kadar gizem seni yormuyor mu?’’ dedim, dümdüz şekilde. Kıstığım kirpiklerimin arasından, ayın ışığının çarptığı kayıtsız suratına bakarken yutkundum.

Gülümser gibi dudakları hareket etti ama bu mimiği, aklımın bana oynadığını düşüneceğim kadar hızlıca kayboldu. Kalın sesiyle, ‘’Bu kadar merak seni yormuyor mu?’’ dedi karşılık vererek, gözlerimin içine yorgunca bakarken.

Dilimi damağıma yaslayıp ıslak bir ses çıkarttım, aynı anda da kaşlarımı yukarı kaldırıp indirdim. ‘’Belli.’’ dedi, işaret parmağını krem kutusunun içine daldırıp. Çıkarttığında beyaz tabakayı önce sağ koluma uygulayıp sürdü, derime değen soğuklukla içten içe irkildim.

Yetmemiş olmalı ki parmaklarını yine kreme daldırdı ve büyük bir parça alıp tekrar koluma uyguladı. Kolumda gezinerek sürtünen eli nabzımı hızlandırsa da suratım beyaz bir duvar kadar düzdü.

Pes etmedim. ‘’Kötü bir ünün var, geçmişte kötü şeyler yapmışsın anladığım kadarıyla ama hiç de kötü birine benzemiyorsun. Beni yeteri kadar sert bir şekilde tehdit etmedin, bana kötü davranmadın. Etrafındaki insanları ve olayları gizli, görünmeyen bir perdenin arkasından izliyormuş gibisin. Umursamıyorsun.’’

İblis dehşetle gözlerini aralayıp dudağının alt kısmını dişi arasında ezerken, ‘’Eyvah eyvah.’’ dedi. ‘’Fazla konuşma, şimdi başlar; bir şey bilmiyorsun da bilmem ne de...’’

Asir’den soğuk bir kıkırtı döküldü, bu gülüşü ateş parçası gözlerine ulaşmadı. ‘’Yağmur,’’ dedi daha sonra, sanki beni ikaz ederek. ‘’Geçmişte Tanrı’lara karşı gelecek kadar cüretkardım. Bir savaş başlattım ve yeryüzü neredeyse yok olma eşiğine geldi.’’ Kremi hala tenime uygularken bana bakmamaya özen gösteriyordu. Kirpiklerini bir kez kırpıştırdı ve kaşları sanki düşüncelerini kovarcasına havalanıp indi. ‘’O yüzden söylediklerine dikkat etmelisin. Bir şey bilmiyorken konuşma.’’

İblis son cümleyi bekliyormuş gibi kıkırdadıktan sonra kadehinden yudumladı.

‘’Tanrı’lar neden bu düzeni koruyamadı?’’

Sorumla bakışları ilk defa kolumdan yukarı doğru tırmandı ama keşke tırmanmasaydı, bana o kadar derin ve yoğun bir bakış attı ki o gözleri bir hançer olup kalbime saplandı sandım. O kadar parçalayıcı baktı ki onu buraya neyin sürüklediğini daha fazla merak ettim. Yutkunduğumda o da yutkundu.

Kalın ama kadife kadar yumuşak bir üslupla, ‘’Bu düzeni sadece ben koruyabilirdim, olmadı.’’ dedi sadece. ‘’Herkesin görevi farklı.’’

Kaşlarımı çatarak, ‘’Nasıl herkesin görevi farklı?’’ dediğimde konu değişmiş gibi rahatladı.

Sanki zihnindeki kalın ansiklopedinin çevrilen hışırtılı sayfalarını duymaya başladım. ‘’Leva, Gökyüzü Tanrı’sı ama aynı zamanda lider. Mavera, Yeryüzü Tanrı’sı; doğayla ilgileniyor ve ikinci büyük Tanrı. Azer, Savaş Tanrı’sı; üçüncü en büyük Tanrı.’’ Gülümser gibi oldu ve diğer koluma krem sürerken yine soğuk kremin etkisiyle ürperdim. Gözlerimi ondan ayırmıyordum, ‘’Azer’le eskiden yakındık, Nizam Koruyucusu unvanını bana o verdi.’’

‘’O savaşı durduramadı mı?’’ dediğimde başını iki yana sallayıp alay etti. ‘’Zamanında bir kez durdurdu ama sonra…’’ dedi ve hüzünle gülümsedi. ‘’Durdurmuş gibi mi görünüyor, mau viera (güzelim)?’’

‘’İki kez mi oldu yani, savaş?’’ dedi İblis, şaşırarak.

Kaşlarımı yukarı kaldırıp indirdim, ‘’Neden ikincisini durdurmadı?’’

Derin bir nefes verdi, parmakları derimde narin bir porselen tutuyormuş gibi hareket etti. ‘’Çünkü ikincisinde nizamı bozdum. Nizam bozulunca her şey bozuldu; o yüzden beni kafese kapatmaktan başka çaresi kalmadı.’’

‘’Ona kızgın mısın?’’ dediğimde başını iki yana salladı. Röportaj veriyor gibi rahat ve kelimeleri özenle seçecek kadar dikkatliydi. ‘’Hayır, kafese kapatılmam gerekiyordu. Ben bile daha fazlasından korktum, Yağmur. Yapabileceklerimden. Çünkü her şey mahvolurken düşündüğüm tek şey, yapamadıklarımdı.’’

İblis başını anlayışla sallarken durgun görünüyordu, ‘’Azer’den değil; Leva’dan nefret ediyor.’’ dedi birden. Kadehinden yudumladı ve düşünceli şekilde başını sağa yatırdı, ‘’Neden acaba?’’

Ben de merak ediyordum ama bunu ona sormak için erkendi, bu kadarını anlatması bile hoşuma gitmişti. Bana bazı şeyleri anlatıyorsa bu ilişkimiz arasındaki kalın sınırın giderek soyutlandığını gösterirdi. Parmakları geri çekildikten sonra kremin kapağını temiz eliyle kapattı, ardından bir şey söylemeden ayağa kalkıp odanın içinde bulunan banyoya girdi.

Banyonun beyaz ışığı yarım yamalak odanın içine doldu; suratımın yarısına çarptı. Tenimden misk kokusu yayılıyordu, yüzüm istemsizce buruştu.

Kapı açık olduğundan onun sırtını görebiliyordum, lavaboya yaklaştığında suyun sesini duydum; omuzları eğilmişti. Ellerini yıkadıktan sonra alnına düşmüş saçını parmağıyla düzeltti. Yanda duran beyaz havluyu kullanıp elini kuruladıktan sonra geri döndü. Uzanmış hareketlerini seyrederken bir Yunan heykeli olduğundan şüpheleniyordum.

Devasa, aynı zamanda çok çekici bir adamdı. Işığı kapattığında tekrar loş bir ortamın kucağına düştük. Kapıyı arkasından kapattıktan sonra bana doğru yaklaştığında alnındaki saçları çekmediğini, aksine sadece hafifçe aralarını açıp yarasını tamamen kapattığını gördüm.

Yanıma geldiğinde komodinin üstünde duran şeffaf sürahiyi kaldırıp bardağa suyu doldurdu. Suyun içinde dönen küçük çaplı kasırgayı ve baloncukları gördüm. Ardından sürahiyi tok sesle geri koyup bardağı bana uzatırken hafifçe doğrulup onu elinden aldım. Soğuk avcuma işledi, bir tane ilaç çıkartıp bana uzattığında ‘’Ağrı kesici,’’ dedi bilgilendirmesine gerek olmazken.

Onu alıp dudaklarıma götürdükten sonra soğuk suyu içtim, beni pür dikkat seyretti. Ardından bardağı komodinin üstüne koydum. ‘’Teşekkürler.’’ dedim ona saf bir minnettarlıkla. Hastalandığımda veya bir yerim ağrıdığında kendime bakmakla ben yükümlüydüm.

Annem olsaydı, benimle ilgilenir miydi? Ya da babam, ben yatağımda yorgun argın yatarken başımı okşar mıydı? Kalbimi burkan bir sürü düşünce zihnimde zehir misali yayılırken bakışlarım durgunlaştı ama kaşlarımı kaldırıp indirerek onları def ettim.

Dudağımda hoş bir tebessümle başımı kaldırıp onun ifadesiz suratını gördüğümde bakışlarını kaçırdı. ‘’Yarın canın çıkacak.’’ dedi kaba şekilde. ‘’Sonra seni yerden kazımak zorunda kalmayayım diye yaptım.’’ İblis gözlerini kısarken dudaklarına garip bir tebessüm yaymıştı, ‘’He demek ondandı,’’ dedi imayla.

Asir’in suratına ters ters bakarken aslında dışımdan gülmemek için çabalıyordum. ‘’Bir kere de hay…’’ dedim ve dilimin ucuna kadar gelen hakareti son anda geri gönderdim. Kaşlarını yukarı kaldırıp bana beklentiyle baktı, sanki söylediğim şeyin farkında gibi görünüyordu. Ekleyerek, ‘’Düzgün davran.’’ dedim yumuşakça yutkunarak.

‘’Daha ne kadar düzgün davranabilirim ki?’’ Bana tip tip baktıktan sonra, ‘’Hadi dinlen. Ben de gidiyorum.’’ Başımı sallayıp hala gitmemiş olan bedenine bakarken birden bana doğru yaklaştı ve kenara attığı yorganı üstüme tekrar örttü. Tenime sürdüğü kremin kokusu burnuma taşındı.

‘’Bacaklarına sürmedin ama…’’ deyip mırıldandığında ‘’Olsun.’’ dedim, ‘’Bu yeter.’’

Yutkunup geri çekildi ve ‘’İyi geceler, Rea.’’ dedi gözlerime sımsıcak baktıktan hemen sonra. Gülümsedim ve karşılık verdim. ‘’İyi geceler, Asir.’’ Bana son kez bakış attıktan sonra sırtını döndüğünde odanın loşluğunda hiç takılmadan yürüdü ve kapıyı araladı. Holün ışığı odaya yarım yamalak dolmuştu çünkü onun bedeni ışığın tamamen girmesine engel oldu; sonra kapıyı arkasından ufak bir tok sesle kapatıp kayboldu.

İblis bir şey söylemedi ama Asir’in hareketlerinden hoşlanmadığı barizdi. O gidene kadar sanki avını takip eden yırtıcı bir hayvan misali ona gözleriyle pusu kurdu.

Neden böyle davrandığını biliyordum ama ona karşı bunu söylemeye cesaretim yoktu.

Ben hayatım boyu içekapanıktım, duvarlarımı yaratırken ve onların arasında yürürken kendi ruhumu kaybettim. Ruhum kaybolduğunda bedenim içi boş bir kavuktan farksızdı ama buna zamanla alıştım. Zamanla alıştığım şey, beni hayal dünyamdan sıyırıp gerçekle yüzleştiren o şeydi. Ruhum bedenimi terk ettiğinde ve buna alıştığımda, aslında insanların gerçek ruhlarını görmeye başladım. İçimde bir yerlerde saklı olan ve zamanla ortaya çıkan o ruha bakmadan, insanların ruhlarını gördüm.

Sonra, giden ve benden zamanla tükenerek uzaklaşan onu unuttum. Kendime yeni bir ruh yarattım ama ona bir türlü alışamadım. İnsanların istemedikleri ot burnunda biter derler; alışamadığım o ruh zamanla iki benzer ruha dönüştü ve ben kömür gözlü iblisin nasıl kızıl gözlü bir canavara dönüştüğünü gördüm.

Şimdi ise karman çorman gördüğüm ruhlar vardı karşımda.

İnsanları terk ettim, bu pis kalabalıkta yalnızlaştıkça içime daha çok kapandım ama hayatım boyu sadece iki kişiyi bırakamadım. Birisi gecelerin doğurduğu kabuslara misafir oldu; diğeri labirentimin koridorlarını yönetti ve bana aslında kim olduğumu hatırlattı.

İblis’in gözlerine baktığımda bazen kendimi görüyordum; onda bende olmayan özellikler daha çoktu ama ben kendimi görmeyi başarıyordum. Şimdi, Asir bana yaklaşırken ağzının içinde homurdanmış olmasını bile anlıyordum; neden homurdandığını veya neden ona yaklaşmamı istemediğini.

Dudağımın kenarı kıvrıldı, ‘’Neden sakin olmayı denemiyorsun?’’ dedim, ters ters etrafı süzen gözlerine bakarak.

‘’Ben sakinim.’’ dedi buz gibi sesle. ‘’Tabii tabii…’’ dediğimde alaylı söylemime sopsoğuk bir bakış attı. ‘’Ona yaklaşma diyorum,’’ dedi sakin sakin, ‘’Yaklaşma. Anladın mı? Toprak, anlıyor musun?’’

‘’Aynı evin içindeyiz, nasıl uzak durabilirim?’’

Derin bir nefes verdi, ‘’Tersle. Ne bileyim, söv. Olmadı, döv.’’ dedi ve kendi saçmalıklarını kendisi de duymuş gibi ağzının içinde homurdandı. ‘’Sen daha iyisini bilirsin, uzaklaş ondan.’’

‘’Yakınlaşmıyoruz ki zaten, yerimizde sayıyoruz.’’ dediğimde şaşkın ama öfkeli bakışlarını üstüme dikti. ‘’Lan, daha ne kadar yakınlaşabilirsiniz ki?’’ dediğinde yutkundum ve suratına sahteden sırıta sırıta baktım. ‘’Bakma şöyle,’’ dedi homurdanarak, ‘’Soruma cevap ver. Ne bekliyorsun daha?’’

Konuyu değiştirerek, ‘’Neden ondan uzak durmamı istiyorsun?’’ dedim içten içe cevabını bildiğim soruyu sorarak. Benim yaralanmamı asla istememişti, benim incinmemem için elinden geleni yapmıştı. Tanıştığım erkeklerin çoğuna güvenmedi, güvenmediği için hayatım kurtuldu ve o yüzden kimseye güvenmemeye başlamıştım.

Ona güvendim.

Bu yüzden, kızıl gözlerin sahibiyle tanıştığımdan beri işlerin terse çevrilmesinden endişeleniyordu. Onu unutacağımdan ve ona bir daha güvenmeyeceğimden. Kıskançlık tam olarak sayılmazdı belki de ama o, bunları düşünüyordu bundan neredeyse emindim. Bir süre kirpiklerini kırpıştırarak suratıma baktı, yutkundu ve kadehinden ufak bir yudum alıp tekrar yutkundu.

‘’Neden olacak?’’ dedi daha sonra, kaşlarının uçlarını öfkeyle kaldırıp. ‘’Güvenilmez biri. Geçmişte Tanrı’lara bile kafa tutan bir canavardan ne beklersin? Yarın öbür gün, öfke kontrolünü kaybetse üstüne yılanı salsa, seni kim kurtaracak? Zihnine sıkışmış ben mi? Sen acı çekerken ölmeni bekleyeceğim, sonra ben de seninle beraber ait olduğum yere gideceğim.’’

Karanlık suratının ardına sıkışmış gerçek yüzünü gördüm, gördüğümde afallamak yerine tatlı bir tebessüm ettim. ‘’Merak etme. Sen kolay ölmezsin.’’ dediğimde ağzının içinde giderek gürültü çıkarttı. Sonra bu ona yetmemiş gibi huysuzca beni taklit etti. ‘’Ne yaparsan yap,’’ dedi daha sonra kendi kendine, ‘’Bana ne ya. Ölüyor muyuz? Ölürüz.’’

İçini rahatlatmak istedim ama öfkesi önüne görünmeyen, kalın bir set çekiyordu. O yüzden yarın sabah sakinleştiğinde gönlünü almayı deneyecektim. Gülümseyerek, ‘’Yarın yorucu olacak.’’ dedim sadece. Başını sallayıp asık suratla söylendi, ‘’İyi, zıbar.’’

Gözlerimi kapatıp kıkır kıkır güldüm ama bu onu yatıştırmadı, bana afallarken yoğun dumanlarını göğsünde toplayacak kadar derin bir nefes alıp verdi. ‘’Gidiyorum ben.’’ deyip bir şey söylemeden yüzüme kapıyı kapattı. Suratıma çarpılan tek kapı değildi ama bu sefer kırılmak yerine tepkisine tatlı tatlı gülümsemiştim.

Onu seviyordum. Bir insan, dumanlarla kaplanmış bir İblis’i sever miydi?

‘’İyi geceler, Kurt.’’ Mırıldanışım havada süzülerek kayboldu ve gözlerimi kapatıp karanlıkla bakıştım. Kremin kokusu hala burnuma taşınırken oralı olmamaya çalışarak rüyalar alemine daldım.

Güneş ışıkları kirpiklerime dolmuştu, etraf zihinde silikleşmiş zaman gibi sessizdi. Bir süre boş boş tavanı seyrettikten sonra içten içe beni heyecanlandıran bir düşünce zihnime pusu kurdu. İblis bile benden önce uyanmış, sakince kadehinden yudumluyordu. ‘’Hazır mısın? İkinci gün.’’

Sırtımı hışımla doğrulttum ve yataktan adeta fırladım. Odamdaki banyoya girip kapıyı kapattıktan sonra sıcak suyu küvete boşaltırken diğer yandan soyunmaya başladım. İblis içtiği şarap boğazına takılmış gibi öksürük krizine girerken, bakışlarını benden ayırdı. ‘’Manyak mısın kızım?’’

Anadan doğma çırılçıplak aceleyle dolan küvetin içine girdiğimde, önce bacaklarımdaki görünmeyen tüyler şaha kalktı ve suya alıştıktan sonra sımsıcak suyun içine girip oturdum. Bedenimden yayılan su, küvetin kenarlarından dışarı taştı. Bir ara Asir’den arakladığım şampuanın kapağını tok sesle aralayarak önce avcuma sonra saçıma değdirdiğimde saç dibime sızan soğuğu hissettim.

İyice köpürtüp uzun saçımı topuz yaptıktan sonra arkama yaslandım ve sıcak suyun tadını çıkarttım. Kaslarım suyun içinde adeta gevşiyor ve beni hayal aleminden başka bir aleme sürüklüyordu. Buharla dolan küvetimin terleyen beyaz duvarını seyrederken İblis ağzı açık hala benim rahatlığımı seyrediyordu.

‘’Lan?’’ dedi elini önümde iki yana sallayarak, ardından parmaklarını üst üste çıtlattı. ‘’Ben buradayım?’’

‘’Aman.’’ dedim burun kıvırarak, ‘’Sanki görmedin hiç.’’

‘’Kızım alışamıyorum diyorum!’’ Beni baştan aşağı süzerken burun kıvırdı. ‘’Ne kadar çirkin olduğun hakkında bir fikrin var mı? Bu güzel gözlerime yazık.’’ Asla alınmadan dil çıkarttım ve gözlerimi tekrar kapatarak suya alışan bedenimin gevşemesini tüm zerremde hissettim.

Çocuksu tepkime göz devirerek başını iki yana sallarken kadehi tekrar dudaklarına götürdü. Ardından pes edercesine arkasına yaslandı ve halimi seyretti. Bir süre duşta oyalandıktan sonra tüm vücudumu sabunlayıp duruladım ve küvetten çıplak çıktım. Yere bıraktığım pantolonumun arka cebinden çiçeği alarak elimde tuttuğumda İblis ufak çaplı bir alkış tuttu. Havlu almadığımdan odama da çırılçıplak girip, hala alışverişten sonra koltuğun üzerinde bıraktığım poşete ilerledim.

Çiçeği koltuğa bıraktıktan sonra poşetin içinden siyah, v yaka kazağımı sonra yeni pantolonumu çıkartıp öylece bekledim. Derimden akan su damlaları, zemine damlıyor ve orada ufak çaplı sesler bırakıyordu. ‘’Ben iç çamaşırı…’’ dediğimde ‘’Rea!’’ dedi holden yükselen kalın ses. ‘’Uyan uyan!’’ Aniden kapım yarım yamalak aralandı fakat öyle bir çığlık attım ki o hışımla kapı sertçe geri kapandı.

Kapının arkasından, ‘’Lan!’’ dedi çok geçmeden kaba saba. ‘’Neden bağırıyorsun?’’

Yanaklarım utançtan kızarmış şekilde, ‘’Müsait değilim! Sakın gelme!’’

İblis gözlerini kırpıştırarak bana baktı, ‘’Ulan ben erkek değil miyim gözünde?’’ dedi ama ona aldırmadan poşete doğru baktım. Kapının arkasından ses gelmeyince gitti sandım ama boğuk şekilde fısıldadı. ‘’Tamam.’’

Rahatlık panikleyen ruhumu ele geçirmeye başlarken, iç çamaşırı almadığım aklıma geldi. Bir süre ne yapacağımı düşünürken kapım tıklandı, ‘’Al.’’ dedi, peşinden çok kısık bir şekilde aralık olan kapının arasından siyah bir don düştü. Gözlerim donun düşme anını an be an kaydederken İblis’in dudaklarını birbirine bastırışını ve kafasını aşağı eğişini de gördüm.

Yanaklarımın tekrar kızarmasına yetecek bir cümle daha döküldü kapının ardından. ‘’İç çamaşırın yoktur şimdi.’’ Fısıldasa da kalın sesinden net şekilde duydum. ‘’Giyin ve aşağı gel.’’

Dudaklarımı birbirine bastırıp kaçmak üzere olan çığlığımı bastırdıkça bastırdım ve geride kalan sadece boğuk çıkan iniltilerimdi. İblis burnundan domuz sesine benzer birkaç ses çıkartıp sakinleşmeyi denerken, kulaklarımın uçlarına kadar kızararak siyah boxer’a doğru ilerledim. Ardından eğilerek onu alıp bir süre havaya kaldırarak inceledim.

Markaydı ve kaliteli duruyordu. Ayrıca büyüktü. Bana olur muydu ya?

Bir zayıf belime, bir boxer’ın büyüklüğüne baktıktan sonra denemek için eğildim ve onu giydim. Kendimi bir tuhaf hissederken boxer neredeyse belimden düşecekti fakat kavisli kalçam onu tutmaya yetti. Üstüme sessizce pantolonumu geçirdikten sonra siyah v yaka kazağımı da başımdan aşağı geçirdim. Kulaklarımda kazaktan dolayı küçük elektrikler patladı ve saçlarım havalandı.

Kazağı tenimden aşağı kaydırdıktan sonra yine içimdeki tuhaf hisle beraber koltuğun üstündeki çiçeği unutmayıp pantolonumun arka cebine attım. Ardından kökleşen o hisle beraber kapıya doğru ilerleyip dışarı çıktım. Uzun saçlarımı düzelterek merdivenlerden indikten sonra hemen Asir’le göz göze gelmiştik.

Tekli koltukta oturuyordu; merdivenlerden indiğimi görünce bana baktı ve beni baştan aşağı, sanki hiç görmemiş gibi uzun uzun inceledi.

Ondan gözlerimi hemen kaçırdım ve mutfağa doğru ilerledim. Arkamdan sessizce güldüğünü işitsem de oralı olmadım. İblis başını iki yana salladı ve dilini damağına çarpıp durdu. Mehir ortalarda görünmüyordu. Buzdolabını vakumlu sesle aralayarak içinden salam çıkarttım ve kapağı tekrar kapattım. Buzdolabının yanında duran ekmek poşetinden yarım bir parça kopartıp tezgahın üstünde ekmek arası yapmaya başladım.

Aklıma bir fikir geldi, belki de oynamak ya da onu denemek istedim. İçeriye seslenmeden, oldukça kısık; hatta benim bile duyamayacağım bir tonlamayla sordum. ‘’Sen yedin mi?’’

İçeriden seslendi. ‘’Evet.’’

Şaşkınlık kapının altından sinsice sızarken sessiz kalarak ekmek aramı yaptıktan sonra onu hemen ısırıp yemeye başladım. ‘’Yavaş ye.’’ dedi İblis. ‘’Koşarken dalağın şişsin istemezsin.’’ Kafamı sallasam da hızlıca yiyip bitirerek kendime kahve hazırlamak için su ısıttım. Birkaç dakika sonra kaynayan suyla, raftan elime aldığım gri kupaya kahve tozu döktükten sonra kaynayan suyu da içine katıp karıştırdım.

Kupanın kulpundan tutarak mutfaktan çıktım, dış kapı aralıktı. Kapıdan dışarı çıkarak meltemin beni kucaklamasına izin verirken bir yudum aldım ve sallanan sandalyeye doğru ilerleyip oturdum. Asir tam karşımda, verandanın korkuluklarına doğru eğilmiş ve dirseklerinin her ikisini de öne doğru yaslamıştı. Sırtı eğildiğinden dolayı hafif kamburlaşmıştı. Sıkı duran kalçası geriye doğru çıkmıştı.

Yutkundum ve ondan bakışlarımı ayırarak dağları seyretmeye başladım. Burası gerçekten ölü olsa da, huzur veriyordu. Bahçedeki ölü çimenler ve etraftaki ürpertici sessizliğin dışında huzurluydum. Dudaklarıma kupayı götürüp art arda minik yudumlar alarak içimi ısıttım.

‘’Ne zaman gelecekler?’’

Bana dönmedi, manzarayı seyrediyordu. ‘’Birazdan burada olurlar.’’

Huzurla kahvemi yudumluyordum ki patikadan buraya doğru yürüyen uzun paltolu adamları gördüğümde bakışlarım birden Asir’e döndü. Zihnimde aniden binlerce soru birikti ve o soruların göle dönüşmesine izin vermeden ve gerildiğimi gram belli etmeden, ‘’Asir…’’ diye mırıldandım. Elimde tuttuğum sıcağı tüten kupanın kulpunu parmaklarım arasında sıktım.

O çoktan adamları görmüştü zaten. Sırtını dikleştirip, kaşları çatık dik dik bakıyor olması huzursuzluğun kanatlarını içimde bir gök gibi gerdi. Alanına düşman hattı girmiş avcı misali radarları açılmıştı sanki.

Uzun adamların giydiği, uzun siyah paltoları neredeyse ayak bileklerine kadar inecekti ama ortada duran adamın yalnızca diz altına kadar iniyordu. Ölümü avuçlarında tutan ölüm meleğinin giydiği kıyafeti onlar giymiş gibi görünüyordu. Ortadaki adam ellerini arkaya doğru atmış, toprağı titreten sert adımlarla bahçenin tam ortasına yürümeye devam ediyordu.

Asir, ‘’Orada dur.’’ dedi, sakin ama otoriter sesiyle.

Durdular. Sınırı bilmiyormuş da Asir onlara hatırlatmış gibi değil de sanki çoktan sınırı biliyorlar da kendileri durmuş gibi rahatlıkla durdular. Siyah saçları omuzlarına doğru düşen ortadaki adamın gözleri kısıldı, güneş bahçeye vuruyor ve suratlarının tamamını aydınlatıyor, sanki tenlerini gümüşten yapılmışlar gibi parıldatıyordu.

‘’Kabuhan’dan haber getirdim.’’ dedi adam, korkunç bir sesle. Belki de zihnim bana oyunlar oynuyor ve şu an hissetmemem gereken her şeyi elleri arasında tuttuğu altın tepsinin ortasındaki kalbimle beraber getiriyordu.

Asir tekrar, verandanın korkuluklarına dirseklerini rahatlıkla dayadı ve hafif bir açıyla sırtını eğdi; omuzları öne doğru düştü ve sırtında boyu yüzünden hafif bir kamburluk oluştu. Kestane saçlarını rüzgar dağıttı, ‘’Orayı da hiç sevmem.’’ dedi manidar bir sesle, alay eder şekilde.

Adam bundan hiç etkilenmemiş gibi, ‘’Sana değil.’’ dedi. ‘’Kurtarıcı’ya.’’

Adamın herhangi bir maskesi yoktu; onun sadece mimikleri alınmış gibiydi. Donuk, boş, ruhsuz. Bu üç kelime, adamı anlatan anahtar kelimelerin tamamıydı. Arkasında duran iki kişi, ondan daha insani görünüyordu. ‘’Öyle biri burada yok.’’ dedi Asir, sakince. ‘’O ayaklarınızı boşuna yormuşsunuz.’’

Adam gözlerini aniden bana doğru çevirdi, başını yana sola doğru yatırarak dikkatlice beni seyrettiğinde mor gözlerinde ruhumu tüketen bir şey olduğunu sandım. Ruhum onun altında kasılıp durdu, sonra kıvranır gibi oldu. ‘’Çek o gözlerini.’’ dedi Asir, tıslar gibi; sakinliğini korumaya çalışıyor ama sınırlarını zorladığını da belli etmekten çekinmiyordu. ‘’Onları pençemle oymadan önce.’’

Asir’in söyledikleri kalbimde tuhaf bir kasılmaya neden olurken yutkundum. Kupayı saran parmaklarım istemsizce kasıldı ama gözlerimi mor gözlere sahip olan adamdan ayırmadım. Aniden mosmor gözlerini benden çektiğinde ruhum nefes alır gibi derinlerden yüzeye doğru çıktı.

‘’Bu kadar kızmana gerek yok.’’ dedi bomboş bir sesle. Onu tamamen yok sayıyormuş gibi konuşuyordu ama gözlerini de bir an olsun Asir’den ayırmıyordu. ‘’Kurtarıcı,’’ dedi, ‘’Lider seni bekliyor. Kabuhan’a. Seninle konuşacakları var.’’

İblis gözlerini kısıp adamları gelişigüzel süzdü, sessizliği canımı sıkıyordu. ‘’Alpaslan.’’ dedi Asir, ilk defa adamın ismiyle hitap ederken. Bu içten içe öfkeye teslim olacağına dair bir işaretti, artık bunu bilecek kadar onu tanımıştım. Sakin görünüşünün altında yatan canavarın hırıltılarını duyuyordum, o canavar dışarı çıkmak istiyor ama görünmeyen bir güç tarafından bastırılıyordu.

‘’Burada öyle biri yok, dedim.’’ dedi bastıra bastıra, kızıl harelerini mor gözlere dikerek.

Benim ruhumun çekildiğini hissettiğim gözlere korkusuzca bakıyordu, sanki korkması gereken kişi o değilmiş de karşısındaki kişiymiş gibi. Kendinden emin şekilde devam etti, Kurtarıcı potansiyeli taşıyan ben değilmişim ya da burada yokmuşum gibi büyük bir özgüvene sahipti. ‘’Küçük aklın bunu anlayamayacak kadar zoraki çalışıyorsa sana açıklayayım; burada öyle birinin olmaması demek, liderinizle konuşacak birinin olmayışı anlamına geliyor. Hatta burada Kurtarıcı denen kişinin olmaması demek, buraya boşuna geldiğin anlamına geliyor.’’

İblis’in dudağının kenarı yukarı kıvrılırken; alay ve ima kokan sözlerinden sanki gram etkilenmemiş olan Alpaslan’ın gözleri bana doğru döndü, beyaz duvarı andıran suratında hiçbir ifade yoktu. İblis’in sessizliği de bundan kaynaklanıyordu. Adam bedeni boş bir kavuğu andırıyordu; ruhsuzluk tüm uzuvlarına kadar sinmişti. ‘’O kim?’’

Ruhumun üstünde yine tuhaf bir basınç hissederken kalbim patlayacakmış gibi olduğundan bakışlarımı ondan zoraki ayırarak Asir’e döndüm.

Çenesini sıktığı için yanaklarında çukur meydana gelmişti, çene kasları belirginleşmişti. Hala öfkesini dışarıya yansıtmamasına şaşırıyordum. ‘’O, kimseyi ilgilendirmez. Alpaslan, sınırlarımdan uzak dur.’’ Hırlarcasına, sahiplenircesine söylediği son cümle aklımı bulandırdı ve midemin kendi kendine taklalar atmasına neden oldu.

İblis gözlerini Alpaslan’ın üstünden çekti ve göğe doğru kaldırır gibi yukarı kaldırdı, düşünceli ifadesinin sardığı karanlık suratını ağır ağır Asir’e çevirdiğinde ve gözlerinin tam içine baktığında ne düşündüğünü merak ettim. Çünkü benim düşüncelerim kanımı çekecek, tüm uzuvlarımı hissizleştirecek ve sadece kalbimin patlamak üzere atmasını sağlayacak kadar zehirliydi.

Son cümlesini söyler söylemez bir araya toparlayamadığım cümlelerimden saçılan kelimeler yine zihnimin tam merkezine akın akın sürüklendi. O, sınırlarımdan uzaklaş, dediğinde baştan aşağı bir kaynar suyun içine girdiğimi sanmıştım. Tüm uzuvlarımda sıcaklık hissederken bu hissin, o cümleyi kurduğunda sesine yatırdığı anlamdan kaynaklandığını düşündüm.

Yutkundum, derin sesine bulandırdığı veya altına gömdüğü o yakıcı anlamı, beynimin uydurup uydurmadığından emin olmak için kendime kısacık bir zaman tanıdım.

Sınır. Gizli anlamı olan bir kelimeye benziyordu; o anlam o kadar boğucuydu ki onu anladığımda labirentimin koridorlarını sel basacak ve ben o selin altında boğulacak gibiydim.

Alpaslan’dan gram tepki alamazken; arkasında duran adamlardan biri elini saçının arkasına götürdü ve orayı tartakladı, diğeri de gözlerini buradan ayrılmak istiyormuş gibi çevresiyle uğraştırdı. İkisi Asir’den çekiniyorken Alpaslan’ın gram çekinmemesi, onun bir ruhu olmadığını kanıtlıyordu. ‘’Hala buradasın. Uyarmadı deme.’’ dedi Asir, karanlık aurasıyla. Gerçekten karşısındakine tehditten daha çok uyarı veriyordu.

Çünkü hepimiz biliyorduk, tehditlerin altı genelde boş oluyordu; uyarıysa sadece tehlike anından önce verilen bir işaretti.

Alpaslan’ın ilk defa insani olduğunu düşündürdüğüm tek bir hareketi oldu; tek kaşını kaldırıp Asir’e doğru baktı. ‘’Son kez, Asir.’’ dedi söyleyeceklerini bitirecekmiş de ondan bunun için izin alırmış gibi. ‘’Ben elçi sayılırım.’’ dedi daha sonra, kısa bir sessizliğin ardından. ‘’Lider, Kurtarıcı’nın burada olduğundan emin. Tıpkı, geçen gün kuş sürüsünün epey mantıksız bir şekilde bu yakaya doğru uçtuğunu düşündüğümüz kadar.’’

İblis Asir’den aldığı gözlerini tekrar Alpaslan’a çevirdiğinde burun kıvırdı.

Alpaslan kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken yaşını belli edecek alın çizgileri gözler önüne serildi, kaşlarını indirdiğinde bile senelerin yıpratmayı başaramadığı satır çizgileri gibi bir süre orada kaldılar. ‘’Gidiyorum.’’ dedi buz kadar kalıplaşmış soğuk sesiyle. ‘’Leva sizi koru…’’ dedi ama Asir’in tehlikeli bakışlarını gördüğünde lafı yarıda kaldı; sadece iç çekti ve ‘’Bekliyoruz. Ne zaman isterseniz.’’ dedikten sonra topuğu üstünde geri dönerek patikaya doğru ilerlemeye başladı.

Sırtındaki paltonun etekleri rüzgarı yararcasına ses çıkarttı ve sanki havada uçuşuyormuş gibi onlar yürüdükçe havalandılar. Patikadan kaşla göz arası kaybolduklarında havada beliren siyah bir karaltı görmüştüm; nutkum tutularak giden adamların peşindeki boşluğa baktım. O kadar hızlı hareket etmişlerdi ki kaybolduklarında gözümü sadece bir defa kırpmıştım.

‘’Sikik herifler.’’ dedi pis pis, ağzının içinde arkalarından homurdanarak. Dirsekleri verandanın korkuluklarına dayalıyken, düşen omzunun üstünden bana doğru bir bakış attı. Kırmızı gözlerinin aniden üstümde olmasını algılayamazken sessizliğe bürünmüş gözlerinde binbir türlü duygunun geçtiğini hissettim; bir anlığına. Sonra hayaletin soluk bedeni gibi gözlerimin önünde kayboldular. ‘’Korkma.’’ dedi başını tekrar önüne çevirerek. ‘’Ben ilgileneceğim.’’

‘’Korkmadım.’’ dediğimde ciddiydim, bu gerçek duygumdu; nedense sadece şaşırmış ve olan bitene anlam verememiştim. Birine mi güvendiğimden yoksa korkmamı gerektirecek bir durumum olmadığından mı diye düşünürken Asir boğazından erkeksi ve oldukça çekici bir mırıltı çıkartıp, ‘’Bazen hayran olunası cesaretini unutuyorum.’’ dedi.

Alay etmediğini belli eden ciddiyetini her zerremde hissettim, belki de içten içe kendimle sırf bu yüzden gurur duydum. İçimde anlam veremediğim bir karıncalanma hissi vardı.

Hala karşıya bakarken dudağının kenarı ölümcül denecek kadar güzellikle yukarı doğru kıvrılırken sırtını dikleştirdi; omuzları yine onları indirecek birinin olmadığını kanıtlar gibi dimdikti. Bana doğru bakış atarken suratındaki sıcak ifadeye tek gözümü kısarak baksam da içimden sırıtıyordum. ‘’Sonuçta, benimle ilk defa karşı karşıya geldiğinde de bu cesaretin seninleydi.’’

‘’Ne sandın?’’ dedi çenesini kaldırarak İblis, burun kıvırırken. ‘’Ona bunu ben öğrettim.’’

‘’O zaman seni tam anlamıyla tanımıyordum,’’ dedim ama söyleyeceklerim bununla sınırlı değildi; ağzımı aralasam da Asir, lafları ağzıma geri tıkarak tüm ciddiyetiyle devam ettirdi. ‘’Ama tanısan da bir şey değişmezdi.’’ Beynimin içinde yankılanan cümleyi duyup duymadığından emin olamadım, çünkü kelimesi kelimesine bunu görüp telaffuz etmiş gibi bir ciddiyete ve kendinden emin bir duruşa sahipti.

Dudağımın kenarı haylazca kıvrılırken bunu göstermemek adına kupayı dudaklarıma götürdüm, kahve dudaklarımı önce bir yaktı ama sonra ağzımdan içeri girince rahatladığımı hissettim. Asir sakladığım şeyi biliyormuş gibi tek gözünü kısarak bana alayla bakarken, ‘’Bak bak,’’ dedi haylazca. ‘’Bana bunları söyletmen hoşuna mı gitti?’’

Kupayı dudaklarımdan aşağı indirdiğimde neredeyse ifadesizdim ama çoktan maskemin ardına sakladığım gururlu ifadeyi gören Asir’in tek kaşı, dudağını belli belirsiz kıpırdatan haylaz gülümsemesiyle beraber yukarı kalktı. Bu sefer maskem parçalanmıştı, tek kaşımı kaldırarak ağzımda meydana gelen gülümseyişle bir şeyler söyleyecektim fakat sadece derin bir nefes alabildim.

Onun yerine Asir, dilini damağına sertçe geçirip birkaç ıslak sesler bıraktıktan sonra ‘’Rea,’’ dedi geç kalmışlığımdan doğan sessizlikten sonra. Başını iki yana sallayarak ellerini ceplerine sokarken kolundaki damarlar meydana çıktı; bana alayla baksa da sesinde sadece bu konuşmamızın gidişatından hoşlanan samimiyetin sıcaklığı vardı. ‘’Seni haylaz…’’ dedi fısıldayarak kapıya doğru ilerlerken, ‘’Küçük kedi.’’

Konuşmanın samimiyetinden parıldayan gözlerimi ondan ayırmayarak o kapıdan içeri girip gözden kaybolana dek onu seyrettim. Gülümsememe engel olamıyordum. Kupayı tekrar dudaklarıma götürüp yudum aldıktan sonra artık benim bile sinirimi bozan tebessümümü bastırmak adına dudaklarımı birbirine geçirdim ve rahatlamaya, tekrar ifadesizliğime geri dönmeye çalıştım.

Olmuyordu. Ta ki, İblis’in dik dik; kartal kadar keskin gözlerine bakana kadar.

Hemen ciddileştim ve gülümsemem tuzla buz oldu. Bakışlarımı ondan ayırmadan karanlık suratına baktığımda gözlerini bu durumdan sıkılmış veya artık ilgilenmiyormuş gibi erkeksi şekilde devirdikten sonra altın işlemeli parlak kadehinden yudumlar aldı. ‘’Beni dinle.’’ dedi pürüzlü, mekanik sesiyle.

Sesine gömülen parazitler odanın duvarlarında cızırdadıktan sonra eski mekanikliğine, kalınlığına geri döndü. ‘’Alpaslan denen adam, ruhsuz bir asker. Başparmağında bir yüzük vardı; diğerleri de onu takıyordu ama onunki diğerlerinden daha farklıydı; gri renkteydi. Taktıkları yüzükler, bir askerin mührüne benziyor.’’ dediğinde yüzüm buruştu ve aklımda canlanan Alpaslan’ın gövdesini araştırmaya başladım.

Alpaslan dahil hepsinin eli arkasındaydı; sırtını bize dönüp gittiklerinde bile yüzüğe dair bir iz bulamadım. İblis analizine devam ediyordu. ‘’Diğerlerininki sarı ve lacivertti; sanki onların lideri Alpaslan gibiydi ama değildi de. O kadar rahatlardı ki ben bile onların rahatlığına şaşırdım, bu da Alpaslan’ın onların gözünde sadece ayak işlerini yapan bir asker olduğunu gösterir. O saygı duyulacak biri ama Lider’inin gözüne girmek isteyecek kadar da ezik…’’

Gözlerini devirdi ve kendini düzeltir gibi sonda ekleme yaptı. ‘’Tabii bana göre, ezik.’’ dedikten sonra devam etti. ‘’Ruhsuzluğu dikkat çekiyor; Toprak o bana kalırsa, Lider’inin gözüne girmek için en sevdiği kişiyi bile harcayacak kadar ruhsuz.’’ Son kelimeye ayrı özen göstermiş ve üstüne ayağıyla basmıştı; sanki o kelimenin de altında yatan farklı bir anlam vardı.

Yutkundum ve söylediklerinden sonra kanımın çekildiğini belli eden buzdan farksız parmaklarımı kupanın çevresine sardım. Gözlerime dikkatle bakıp devam etti.

‘’Asir’in tutumunu takdir etsem de, Kabuhan’a gidip gitmemeyi iyice düşünmen gerekiyor. Moumar konusunu açmıyor olmam, onu unutmuş olduğum anlamına gelmiyor Toprak.’’ dediğinde mekanik sesine büründürdüğü ciddiyeti ve gözlerinden okunan sertliğin karşısında başımı sallamaktan başka bir şey yapamadım. Diğer yandan, zihnim arka planda çalışan mekanizmadan farksızdı.

‘’Benim daha fazla güçlenmemi istiyorsun.’’ dedim ona bakarak, ‘’Moumar gözünü korkutmuyor ama ben oraya kabul edilecek kadar güçlü değilim. Henüz.’’ Başını salladıktan sonra bacak bacak üstüne attı, ‘’Aynen öyle.’’ dedi rahatça. ‘’Moumar hem başlangıç hem bitiş noktamız, kızım. O hakkımızı boşa harcamamalıyız.’’

‘’Tamam.’’

‘’Asir sadece bize zaman kazandırdı. Bunun o da farkında. Kurtarıcı’nın gerçekten sen olup olmadığını, hiç değilse Lider’den alacağımız bilgilerin doğrultusunda hareket edip edemeyeceğimizi bu şekilde tartarsak bizim için daha sağlıklı olur.’’ Kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken, bundan sonraki söyleyecekleri ona zor gelmiş gibi ağzını birkaç kez açıp kapattı.

Ardından tavırları kendine bile sıkıcı gelmiş olmalı ki gözlerini devirerek bir çırpıda söyledi, ‘’Asir’in seni koruyacağına neredeyse eminim.’’ dedi ama cümlesinden bile hala ona tam olarak güvenmediğini hissedebiliyordum. Ona iyi şeyler söylerken bile aslında kendi çapında bunu sertleştiriyordu.

Kadehi tutan elini bana doğru kaldırıp işaret parmağını kadehin sırtından ayırdı ve bana doğrulttu, ‘’Hatta onu bu şekilde kullanalım.’’ dedikten sonra bu cümle ona daha mantıklı gelmiş gibi art arda başını salladı; kendini rahatlatmak istercesine de kadehi tekrar dudaklarına doğru götürüp yutkundu.

Kaşlarımı çattım, ‘’Nasıl kullanmak?’’

‘’Koruyucumuz olarak. Gardiyan. Ne bileyim, paralı asker.’’ dedi art arda doğru kelimeleri bulmak istercesine sıralayarak. ‘’Ne dersen.’’ Kadehi dudaklarına götürdüğünde ondan yudum almadan bekledi, bakışları altın parlak kasenin üstünden bana keskin bir bıçaktan farksız baktı. ‘’Bir sorun yok ya?’’

‘’Onu kullanmak…’’ dediğimde doğru cümleyi tartar gibi sonlara doğru mırıldandım. ‘’Bana pek doğru kelimeymiş gibi gelmedi.’’ Tek kaşını kaldırdı, kadehi ondan yudum almadan kenara doğru düşerken gözlerini bir an olsun benden ayırmadı.

Yutkundu ve beni baştan aşağı kayalık kadar sert gözlerinin altında ezmek istercesine süzdü. ‘’Bencil Toprak’ım neredeymiş, kendi çıkarları için insanları harcayan?’’ Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken aslında öfkeliydi ama bu öfkesini tamamen dışarı yansıtmayı doğru bulmadığını düşünüyordum. Sanki kafamın içine girmek istiyor, belki de giriyor, fakat düşüncelerimin gidişatının ağzımdan dökülmesini istiyordu. İşte o zaman gürleyebilme hakkına sahip olurdu.

‘’Hala içimde. Fakat Asir…’’ dediğimde sözümü bıçak gibi kesti, ‘’Asir söz konusu olduğunda içinde olan şeyi yapma cesaretin mi yok yoksa Asir söz konusu olduğunda bunu ona layık görmüyor musun?’’ Başını sola doğru yatırdı ve kirpiklerinin arasında hüküm süren karanlık, çukur gözlerini ruhumu içine çekmek ister gibi üstümde kullandı. ‘’Farklı bir çekincen mi var, Toprak?’’

Yutkundum. ‘’Ne alakası var?’’ dedim bıyık altı gülümseyip, ‘’Sadece bana ters bir kelime. Yani, kullanmak demeyelim de rica etmek diyelim.’’ dediğimde kendi içimde verdiğim mücadelelere ufak bir bakış atıp gözlerini devirdi ve arkasına yaslandı. ‘’Aman neyse,’’ dedi ağzının içinde homurdanarak. ‘’Zaten rica ya da kullanma fark etmeksizin, kendisi atlar gibi görünüyor.’’

Kupamdaki kahve soğumadan önce onu bitirmek için bir süre daha sandalyede oturdum. Kahvemden yudumlar alarak içimi ve damarlarımda akan kanı ısıtırken aklım hala gelenlerdeydi. Benim varlığımdan bir kuş sürüsü yüzünden mi emin olmuşlardı? Henüz Kurtarıcı bile değildim, liderleriyle ne konuşacaktım?

Zihnimin toprakları altında gebe kalan binlerce soru böylece dolanıp durdu. Kaç dakika geçti bilmiyordum ama patikanın yine ucunda hareketlenme oldu. Tedirgin bakışlarım o tarafa döndüğünde önce Korkut’u, peşinden Berka’yı; ardından Arslan’ı gördüm. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, ‘’Diğerleri nerede?’’ dediğimde çoktan verandanın basamaklarını tırmandılar.

Ahşapta gıcırtılar meydana geldi. Asir hemen dışarı çıkıp kapıyı arkadan kapattı. ‘’Barlas ve Kılıç?’’ dedi sorgulayan bakışlarıyla. ‘’Reisin işi var,’’ dedi Korkut, detaya girmeden. ‘’Kılıç’ı da görevlendirmek zorunda kaldı.’’ Asir anladığını belirtir gibi başını sallayıp ekibe bir göz attı. ‘’Siz de yetersiniz.’’

Berka elini kaldırıp sessizce bana selam verirken gülümsemekten de çekinmedi. Ben de gülümseyip ona karşılık verdim. Kıvırcık, sarı saçları dağılmıştı ve bukleler halinde alnına düşmüştü. Onun ardında kalan Arslan sempatik dursa da iri yarı bir adamdı; o yüzden biraz çekinmiştim.

Yine de baş selamı vermekten geri durmayınca, ben de aynen karşılık verdim. Hepsiyle sessizce selamlaştıktan sonra, Korkut’a döndüğümde bana memnuniyetsiz bir bakış attı. Hala içinde bana kalan hıncın kalıntılarını hissediyordum, bana hissettirmekten çekinmiyordu.

Birden bu şekilde, Mehir’in Asir’le beraberken hissettiklerini düşündüğüm kısa bir an oldu. O da mı böyle hissediyordu acaba, Asir’in bakışları altında?

‘’Hadi.’’ dedi Asir. Herkes verandadan inerken, ben de kupamı yanımda duran masaya bırakıp peşlerinden indim. Islak saçlarımı kurutmaya çalışan rüzgar ürpermeme neden olsa da umursamadan, beklentiyle suratlarına baktım. Yine güçlü hissetmek istiyordum ve bu sefer kendime güvenim tamdı.

‘’En fazla dört saat.’’ diye söze girişti Asir. Kızıl hareleri üstümü inceledikten sonra, ‘’Sen buraya üç saat içinde geleceksin. Bize yakalanma.’’ dedi ve sanki sır verirmiş gibi fısıldadı. ‘’Bana yakalanma.’’

Gözlerinin derinlerine bakarak başımı salladım, neden ona yakalanmamamı söyleyip duruyordu?

‘’Hiç şansınız yok lan! Ot var bizde!’’ dedi İblis, işaret parmağını gelişigüzel herkesin suratına dikerek.

‘’Koş!’’ dedi Arslan. Bu sefer onların dönüşmelerini seyretmeden patika aşağı koşturmaya başladım. Rüzgar ıslak saçlarımı geriye doğru atıyor ve yüzümü sıyırıp geçiyordu. İblis emirler vermeye çoktan başlamıştı. ‘’Patikadan ani bir sağ yap. Yeraltı tarafından ilerlemeyeceğiz.’’ Bacaklarım onun yönlendirmelerini takip ederken patikadan ayrılmadan hemen önce, ani bir manevrayla sağ yaptım.

Arkamdan gelen bir kurdun hırıltısı aniden kesildi. İblis de önüne bakıyordu, dikkatliydi.

‘’Sık ağaçlardan ilerlemeye çalış, hızlarını yavaşlatır. Öyle atik olmanı istiyorum ki Toprak, seni yakalayamasınlar.’’ dediğinde başımı sallayarak bacaklarımdaki son hızla koşturmaya başladım. Nefes nefese kalmamıştım ama ciğerlerimde hafif bir baskı oluşuyordu. ‘’Hızını kontrollü kullan. Aptallık yapma.’’ dedi sertçe, bana kısa bir bakış atıp.

‘’Sonlara doğru işimize yarayacak. Şimdi zikzak çiz.’’

Aniden yönlendiğim yoldan sola saptım; hayvanların uzaklardan gelen sesini duyabiliyordum ama gram korku yoktu. Çünkü sanki kimse bana yetişemezmiş gibi koşuyordum. Arkamdan yükselen hırıltılar ve toprağı döven pençe seslerine ikimiz de aldırmadık. ‘’Sağ.’’

Aniden soldan sağa doğru saptım, büyük, geniş aralıklı ağaçların arasından ön taraflarda sık ağaçlara rastladım. Bacaklarımdaki kuvvet arttı ve o tarafa hırslıca koşmaya başladım. ‘’Sol.’’ dedi ama İblis. Kaşlarımı çatarak söylenenin aksine, ön tarafa doğru koşturmaya devam ettiğimde, ‘’Sol.’’ dedi tekrar, dişlerinin arasından.

Derin bir nefes bırakıp sola saptığımda, belki de önümdeki kurtarıcım olan ağaçlar bana hüzünle veda ettiler. ‘’Neden o tarafa koşmadığını öğrenmek için geriye bak.’’ dediğinde omzumun üstünden kısa bir bakış attım; ıslak saçım yanağıma doğru yapıştı. Sık ağaçların olduğu tarafta nasıl olduğunu anlayamadığım bir şekilde Berka’nın gümüş kurdu orada koşturuyordu.

Bana doğru hızlandığında önüme döndüm ve geriye bir daha bakmadan koşmaya devam ettim. İblis arkasına yaslandı, emirler verirken oturmak ne kadar kolaydı; ben hafiften yorulmaya başlamıştım bile. Ne hissettiğimi biliyor gibi, ‘’Yorulmak için erken.’’ dedi sakince, ‘’Hızını kontrollü kullan.’’

Bunu bilmiyordum ama öğrenirdim.

Koşturmaya devam ederken zikzaklar çizip, ağaçların arasındaki boşluktan bir hayalet gibi sızdım. Bayağı hızlıydım, rüzgar yanlarımdan geçerken kulaklarımı uğuldatıyordu. Saçlarım geriye doğru savruluyordu. İblis geriye doğru baktı ve takdirle dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıttı. ‘’Bu hızın iyi. Şimdi onlar yokken otu kullan.’’

Koşmaya devam ederken diğer yandan arka cebimdeki ota uzandım. Ot parçalanmış vaziyette parmaklarım arasında dursa da, ‘’Kullanılabilir,’’ dedi İblis. ‘’Sür.’’

Durmak için vaktim olmadığından dolayı kıyafetlerime sürmeye başladım. Hızım yavaşlamıştı ama otu kıyafetimin her yerine sürmeyi başarmıştım; sonra tekrar hızlandım. Parmaklarımın arasından çiçeğin geriye kalan parçaları süzülüp havaya karıştı. İblis derin bir nefes verdi, ‘’Aferin,’’ dedi daha sonra, kadehinden yudumlarken. ‘’Bu bizi biraz oyalar. Yağmur yağmazsa.’’

‘’Hani yağmur yağarken de sorun olmazdı?’’

Ot sürdüğümden koşmanın artık yersiz olduğunu düşünüp yavaşlamayı denedim ama İblis, ‘’Bunun için yön değiştirmelisin, Toprak.’’ dedi. ‘’Hala onlar peşinde, yön değiştir öyle yavaşla.’’ Yavaşlayan bacaklarımı tekrar hız kavuşturarak bu sefer sağ tarafa doğru saparak ağaçların arasından sıyrıldım.

‘’Kıyafetlerine sürdüğün için yağmur yağdığında etkisi çabuk kaybolur. Kalıcı etki için derine sürmelisin.’’

Giderek yorulmaya başladığımda bacaklarım istemsizce yavaşladı, ciğerlerime dolan hava art arda dudaklarımdan dökülüyordu. Sıcaktan bunalmıştım, aslında hava serindi hareket ettiğimden dolayı terden sıcaklamıştım. Arkamızda olduklarını biliyordum, hemen beni gözden kaybedemezlerdi.

Ağaçların dallarına bakarak ilerlerken, tırmanabileceğim herhangi bir ağacı analiz ediyordum. Ormanın derinlerinden kuş cıvıltıları geliyordu; diğer hayvanların burada olduğunu fakat bana görünmeden kaybolduklarını düşünüyordum. Tırmanabileceğim yükseklikte bir ağaç bulup tam önüne durdum, ardından elimle önce bana yakın daldan birine tutundum.

Ayaklarımın tabanı ağacın sert gövdesine sürtündü, sonra sabit kalmayı başardı. Kendimi yukarı çekerken dişlerimi birbirine geçirdim, nefesimi istemsizce tuttum ve dala çıktıktan sonra yüksekte duran dala da tırmandım; bacağımı daldan diğer tarafa atarak oturdum. Biraz yüksekteydim, olası ani durumda inebilir ve koşabilirdim. Kurtlar ağaca çıkamazdı, zaten otun işe yarayıp yaramadığını kontrol etmek istemiştim.

Birazdan burada olurlardı. Sırtımı ağaca dayayıp, ayaklarımın altındaki havayı hissettim. Yüksekten aşağı baktığımda toprağın suratını yarım yamalak görüyordum, dallar görüş alanımı kısıtlıyordu. Ayaklarımın altındaki hava uçuyormuşum ve her an düşebilecekmişim hissiyatı veriyordu. Yine de dudaklarımda şapşal bir tebessüm vardı.

‘’Küçükken de ağaca tırmanırdın.’’ dedi İblis, dudağının kenarını kıvırarak. ‘’Hatırlıyor musun?’’

Hatırlamak istemiyordum, çünkü küçükken ağaca tırmandığımda böyle mutlu hissetmezdim. Akranlarımdan kaçmak için yetimhanenin arka bahçesinde duran, büyük ağacın en tepesine çıkar ve orada her gözden ırak olurdum. Bu beni güvende hissettirirdi ama üzgün de hissederdim.

Şimdi hem güvenli hem mutluydum ve dahası özgür hissediyordum.

Yine de başımı sallayıp sessiz kalmam ona yetti. Yere öylesine bakarken aniden ortada bir kurt belirdi. Kabarık tüyleri marsın yüzü gibi görünüyordu, paslı bir demir gibiydi. Korkut’un kurdu. Hırlayarak etrafını tararken hayvanın kürkü şişip kalkıyor ve sanki onu olduğundan daha iri gösteriyordu.

Bir an sessiz kaldığında kalbimi yatıştırmak için elimi sol göğsüme bastırdım. Havayı kokluyordu; İblis rahattı ve alayla hayvanı tepeden seyrederek kadehinden yudumluyordu. Hayvan beni görmedi veya fark etmedi, aniden ileri doğru atılıp koşturmaya başladığında peşinden bakarak sırıttım.

İşe yaramıştı.

Onu takip eden gümüş kurt da hiç durmadan arkadaşının peşi sıra koştu. Haylaz sırıtışım genişledi, yandan bir şekilde İblis’e baktığımda bana göz kırptı ve gururla kadehinden yudumladı. ‘’Hadi in.’’ dedi, ‘’Burada daha fazla kalamazsın.’’

Başımı sallasam da bir süre daha rüzgarın saçlarımın arasından geçişini ve beni ferahlatmasının tadını çıkarttım. Toprak kokusu zeminden yayılarak burnuma misafir oluyordu. Rengarenk bir kuş tepemdeki dala konup öttü, sonra beni fark edip kanatlarını çırparak uzaklaştı. Güzeldi. Gözlerimi kapatarak arkama iyice yaslandım ve ılık meltemin suratımın yalayıp geçmesini hissettim.

Güneş suratıma yarım yamalak çarpıyordu. Gülümsememe engel olamıyordum, içim huzurla dolmuştu. ‘’Aslında kalsak mı ya?’’ dedi, İblis düşünceli şekilde. ‘’Saati doldurur eve döneriz.’’ Böyle tadı çıkmazdı ki. Gözlerimi aralayıp etrafa baktığımda, güneş suratıma çarptığından görüş alanımın rengi soldu, sonra netleşmeye başladı. Yüksek daldan bir yaprak kopup aşağı düşerken gözlerim onu takip etti.

Rüzgarın kanatlarına binmiş gibi onu yönetiyor ve usulca toprağa düşüyordu.

Gülümseyerek ona baktığımda çoktan fikrinden vazgeçmişti zaten, ‘’Boş ver. Şimdi yağmur yağarsa ortada kalırız.’’ İblis’le aramdaki fark buydu; o olası durumları düşünüp hareket ederdi, bense keyfimi ve duygularımı düşünürdüm.

Dinlenmem bittiğinde ayağımı diğer taraftan, ineceğim tarafa sarkıttım. Dikkatlice aşağıda duran dala basıp elimi ağacın kabuklu gövdesine bastırarak destek aldım. Ağaçtan inerken hep korkardım ama ona tırmanmakta iyiydim. Fazla yüksek olmayınca aşağı atladım, ayaklarım zeminle buluşur buluşmaz sızladı ve bacaklarıma sinyal gönderdi. Umursamadan Korkut ve Berka’nın aksi yönünde koşmaya başladım, düz gitmiyor çapraz koşuyordum.

İçimde gereksizce çığlık atma isteği kamçılanıp duruyordu. Sırıtarak koşmaya devam ederken İblis arka tarafları kolaçan ediyordu. Rüzgar, ormanı koruyan bekçilerin yapraklarını hışırdatıyordu. Sık ağaçların arasından geçerken zorlanmıyordum ama nefesim ciğerlerime baskı uygulamaya başlıyordu. Nefesimi kontrol etmek istediğimde daha çok canım yanıyordu; ben koşmaya alışkın değildim.

Yine de koştum.

Sanki koşarken geçmişteki acıları bir kenara atıyor, rüzgar önümde beni selamlayarak saçlarımı arkama savurduğunda düşüncelerim de onlarla beraber ormanın derinlerine dağılıyor gibi hissediyordum. Koşmanın bu kadar huzur vereceğini bilmezdim. Salmon Sürüsü arkamda olmasına rağmen koştukça özgürleştiğimi hissediyordum.

‘’Arkanda değiller.’’ dedi İblis, düşüncelerimi bölerek. Çevresine bakınırken siyah dumanları etrafta bir kabus gibi uçuşup tekrar ona geri döndü. ‘’Neredeler lan?’’ Şüpheden daha çok endişeli görünüyordu ve bu benim ruh halimi de etkiliyordu. Evet, uzun süre yoktular. Bana kalırsa koşalı fazla olmamıştı ama yine de beni bulmalarını bekliyordum. ‘’Sorun ne?’’ dedim koşmaya devam ederken. Bacaklarımın arkaları ağrıyor, sırtımdan akan ter soğuk soğuk derimin altına gömülüyordu.

‘’Bilmiyorum.’’ dedi kaşlarını çatarken; sanki bilmemesi ayıpmış ya da imkansızmış gibi sesinde tuhaflık vardı. ‘’Sadece, kurtların bu kadar sessiz olması hayra alamet değil.’’

Bacaklarımı hafifçe yavaşlatmaya başladığımda nefesim dudaklarımdan arsızca dökülmeye başladı. İrice araladığım gözlerimle çevremdeki boşluklara ve sessizliğe odaklanıyordum. Çevremde yaprakların hışırtılarından ve dallara tünemiş kuşlardan başka bir ses yoktu.

‘’Garip…’’ dedim seslice mırıldanarak, nefeslerimin arasından.

‘’Sen bir de…’’ dedi İblis ama sözünü bir bıçak gibi kesen sağ tarafımda çalan ıslık oldu. Dalgalanarak yayılan rüzgarın saçlarına binmiş ıslık, ormanın derinlerinden geliyordu zira ortada kimse yoktu. Kaşlarımı çattım ve bir adım öne doğru gittim fakat aniden aynı yerden çalan ıslıkla adımlarım durdu.

‘’Bu bir oyun.’’ dedim kendi kendime.

İblis göz ucuyla bana baktı, ilk defa olanlara anlam verememişti. ‘’Herhangi bir yerden gelen, herhangi birinin çalma olasılığı olan bir ıslıktan mı bahsediyorsun şu an? Tehlike çanı gibi geldi kulağıma da.’’ Bana tuhaf tuhaf bakarken bunları söylemişti.

‘’Hayır, düşün.’’ dedim içimden; gözlerim hala ıslığın geldiği boşluğa bakıyor, çevreyi tarıyordu. Ağaçların sert gövdelerinden başka bir şey yoktu, bir kuş ağacın en yüksek tepesinden uçarak diğer ağacın dalına kondu. ‘’Bizi ıslığa çekmek istiyorlar, orada toplanmış olabilirler. Bu bir oyun olabilir.’’

‘’Neden bu kadar zekisin?’’ dedi bir süre suratıma inanamazcasına bakarken; ardından ‘’Benden mi geçti acaba?’’ dedi, ciddi bir suratla. Ona aldırmadım ama gözlerim istemsizce devrildi. Nefeslerim az da olsa düzene girmişken, bacaklarıma da kuvvet işlenmişken diğer tarafa koşmaya başladım. Bir süre sessizlik içinde koştum, ne tarafa koşsam ıslık aksi yönde çalmaya devam etti.

Islığı es geçerek, aksi tarafta koşmaya devam ettim. Birden gözümün kenarında bir hareketlenme gördüğümde İblis de aynı anda, ‘’Aslan’ın kurdu!’’ diye bağırdı. Heyecandan yerinde duramayan dumanları etrafa saçak gibi dağıldı. ‘’Sonunda lan! Neredesiniz, boşuna enerji harcadık!’’

Kurt peşimde uludu, boğazından kopan uğultu sırtıma doğru çarparken heyecan kalbimi dağladı. Daha hızlı koşmaya başladım. ‘’Çevreni sarmasına izin verme!’’ dedi İblis, benden daha çok heyecanlanarak. ‘’Dur, sakinleşmeliyim.’’ Kadehinden birkaç yudum aldı ve art arda yutkundu.

Sağ taraftan rüzgarın yararak kulaklarıma taşıdığı bir ıslık sesi daha duydum. Kesik kesik kulağa taşınan melodi dikkatimi dağıttı, hızlıca koşmaya devam ederken başımı o tarafa çevirdim. ‘’Sen önüne bak,’’ dedi İblis, kaşlarını çatarken.

Zaten görüş alanıma sık ağaçlardan başka bir şey düşmemişti. Hemen önüme döndüğümde neredeyse bir ağaca çarpıyordum ama kıl payı sola doğru manevra yapıp ağacın sert gövdesini geride bıraktım. Sırtımdan kesik bir rüzgar geçtiğinde çığlık attım ama İblis beni uyarmamıştı, demek oluyor ki o rüzgar psikolojik bir şeydi.

İblis geriye bakarken, ‘’Neden diğer tarafa gidiyor?’’ dediğini duydum. ‘’Lan nereye?!’’

Omzumun üstünden geriye doğru baktığımda saçlarım suratımın yarısına yapıştı, o yüzden fazla bir şey göremeden tekrar önüme döndüm. Rüzgar saçlarımı tekrar geriye doğru savurdu, kollarım bedenimin her iki yanında da sallanıyor ve bacaklarıma yön verircesine onları hızlandırıyordu.

‘’Ne oluyor?’’

Önüne dönerken, ‘’Kurt gitti.’’ dedi İblis boş boş. Sağ tarafta, önüme doğru hareketlenen bir şey gördüğümde gözlerim kocaman aralandı ve boğazımdan çığlık kaçtı. Firarım ormanda yankılansa da kurdu etkilememiş gibi kurt daha da hızlandı. Öne doğru hızlandığım için manevra yapamadım, o yüzden turuncu kürklü kurt üstümden atlayıp diğer tarafa doğru geçerken İblis büyük bir ‘’Oha!’’ dedi.

Üstümden atlayan kurdun cüssesini hissettim, gölgesi bedenime ağır şekilde devrilmişti ve üstümdeki rüzgarın önünü kısa süreliğine kesmişti. Turuncu kurt sol tarafımdan yine beni takip ederken, zihnimdeki sesin ‘’Peşinde Korkut var!’’ dediğini duydum.

‘’Hay sikeyim! Bunlar sürüyle mi geliyorlar?’’

Ben panikle koşmaya devam ederken hala konuşuyordu, ‘’Zaten sessizlikleri bir tuhaftı.’’ Islık sesini bir kez daha duyduğumda kurt uluyarak o sesi bastırdı. ‘’Toprak, ıslığa!’’ dedi İblis aniden.

Hiçbir şey söylememe fırsat kalmadı, Korkut’un gölgesi sırtıma devrilirken ve hatta önümdeki toprağa bile bir kısmı düşerken gözlerim irice aralandı. Yırtıcı pençesinin baskısını sırtımda hissettim. Ardından kumaşın yırtılan kesik sesi kulaklarıma çarptı.

Bir çığlık daha attım, bu çığlık panikle süslendiğinden daha yırtıcıydı. İblis suratını buruşturdu ama kocaman aralanan gözleriyle de bir yandan Korkut’un kurduna bakıyordu. ‘’Lan oha!’’ dedi binlerce kez daha. ‘’Hayvan diyeceğim ama bu sana küfür de değil ki!’’

Islığa koşmaya çalışırken beni engellediklerini son anda fark ettim. Onlar değil miydi, ıslığı çıkaran?

Bir kez daha yardım edercesine atılan ıslık sesi daha duyduğumda ‘’Toprak! Islığa!’’ dedi İblis. Hareketlenmem o sırada oldu, bu sefer baştaki teorimin gözlerimin önünde çürümesine tanıklık ederken ıslığa koşmaya başladım. ‘’Aslında ıslığa gitmen gerekiyordu, ıslıksız yerde Salmon bizi bekliyor.’’ dedi İblis heyecanla karışık bir panikle. ‘’Hızlan!’’

‘’O ıslığı kim çıkarıyor?’’ Sorum attığım çığlığın arasına karışırken, İblis karanlık suratını buruşturdu.

‘’Ne bileyim! Koş işte!’’

Altın tepsiyle kötü bir haber sunuluyormuş gibi Berka’nın gümüş kürkünü göz ucumla gördüm. Islığa gittiğimi anlamış olmalıydı ki sağdan saparak önümü aniden kesmişti, tam önümde hırlayarak durduğunda bacaklarının aralanarak toprağa pençesini geçirdiğini gördüm. Sırtındaki kürek kemikleri kürkünün arasından fırlamış, kambur biri gibi görünüyordu.

Başını eğdi ve pembe diş etlerini göstererek hırladı. Vahşice parlayan mavi gözlerini gördüğümde kendimi durduramadığımdan tekrar bir çığlık attım. ‘’Sus artık lan!’’ dediğini duydum İblis’in. ‘’Buraya tıkasım geliyor seni! Çığlıksız koşsana!’’

Berka’nın üstüne koşmaya devam ederken birden manevra yaparak aksi yöne saptığımda bu sefer Korkut’un ağına düşmüştüm. Bakır rengini andıran kürkü kabardıkça kabarmıştı, tam önümde avcı niyetiyle dururken çaresizce ona doğru koşuyordum. ‘’Sap! Sola!’’ dedi İblis, başını diğer tarafa çevirerek.

Kocaman araladığım gözlerimle boğazıma tırmanan bir çığlık daha koparacaktım ama İblis bana öyle bir bakış attı ki onu son anda geri yuttum, ağzımdan çığlığın kırıntısı olan inilti döküldü. Bakır kürklü kurt avcı pozisyonuna geçti, pençeleri kahverengi toprağın üstüne baskı uygularken başını hafifçe eğmiş, sırtını germişti.

Bacaklarımı sola değil; sağa doğru son anda yöneltmiştim ve koşturmaya devam ettim. Aslında bu gücün kaynağını bilmiyordum, sadece panikten ve ölesiye korkumdan koşuyordum. Her şey o kadar ani gelişiyordu ki her şeyin farkındaydım ama hiçbir şeyi de algılayamaz haldeydim. Sadece önüme tek tek düşen kurtların cüssesini görüyordum.

‘’Hay ben! Çevreni sardılar.’’

Ciğerlerime iğnenin ucunu değdiriyorlarmış gibi kesik kesik batan nefeslerim, dudaklarımdan arsızca dökülürken terlere karışmıştım. Sırtımdan akan soğuk terin gidişini bile hissederken tüm algılarım açıldı. On metre önümde beliren Arslan’ın kurdunu gördüğümde bu sefer kendimden daha emin koşmaya devam ettim.

Portakaldan daha koyu duran turuncu kürkünün arasında kızıl gölgeler vardı. Gözleri kehribarın en açık tonuydu ve bir güneş misali parlıyorlardı. Önümde beni öldürecek gibi durmuş olmasaydı, oturup saatlerce güzelliğini seyredebilirdim. Onun yerine bir şey düşünmemeye çalıştım ve bacaklarıma gereken gücü toplamaya başladım.

Koyu turuncu kürkünün arasında kızılları vardı ve sanki bir cinayetten çıkagelmiş avcıydı da kurbanın kanı kürkünün arasına bulanmış gibiydi. O önümdeyken dalga geçercesine sol taraftan bir tane daha ıslık duyduğum sırada arkamda ölümün pençesini hissettim; pençesi sırtıma dokunmuştu.

‘’Berka! Senin ben pençene sıçacağım ama!’’ dedi İblis, arkasına ters ters bakarak. ‘’Dur lan! Burada biri koşuyor!’’

Önümde durup sadece oturan Arslan birden hareketlendi ve bana doğru koşturmaya başladığında gözlerim kocaman aralandı. Her şey yavaş çekimde olmuş gibi göründü ama aynı zamanda her şey hıphızlıca meydana geldi. Arslan’ın yumuşak kürkünün bana doğru uçarken nasıl kocaman olduğunu gördüm; ardından pençeleri yavaşça bedenime çullanmaya hazırlandı.

Bedeninin gölgesi üstüme devrildi; şaşkınlık ve korkuyla aralanan gözlerle bacaklarım aniden duraksadı. Ayaklarım toprağın üstüne sürtünerek öne kaydı ama dengemi sağlayabildim. Her şey bir kez daha ani gelişti; sırtımı eğdim ve o üstümden geriye doğru atlamak zorunda kaldı. Saçlarım öne doğru düşerek görüşümü kapatırken rüzgarın sırtımı yararak dağıldığını hissetmiştim.

İblis lal olmuş halde etrafına bakınıp durdu, ardından omzunun üstünden şaşkınlıkla arkada kalan arbedeye baktı. Arkama bile bakmadan hemen sırtımı dikleştirerek koşmaya devam ettiğimde Arslan’ın hırıltılarını geride bıraktım. ‘’Berka’nın üstüne düştü.’’ dedi İblis, şaşkınlığından kurtularak. ‘’Ama Korkut hala devrede.’’

Dakikalar geçtikçe bacaklarım ağırlaşıyor ve kulaklarımdaki uğultu artıyordu. Hızlı koşuyordum ama tabii ki bir hayvandan hızlı değildim, beni yakalamalarına az kalmıştı. ‘’Çevreni sarıyorlar.’’ dedi İblis, elini alnına götürerek. ‘’Bu kaçıncı defa olacak? Bu saatten sonra dönmez.’’

Yapabileceğim bir şey yoktu. Şu an hızlıydım ve buna odaklanıyordum. Ellerim iki yanımda sallanarak beni yönlendirirken, az öncekinden daha fazla hız kazanmış olmama şaşırıyordum. Neredeyse koşuşum, rüzgarın saçlarımın arasından dağılışı içime coşku doldurduğundan zafer çığlıkları atacaktım ama sık nefeslerim ve hissettiğim dehşet buna engel oldu.

‘’Beni öldürmek mi istiyor bunlar?’’ dedim zihnimden ama İblis gözlerini sola dikerek bağırdı. ‘’Dikkat!’’

Yan tarafımda omzuma çöreklenen ağırlıkla beraber yana doğru savruldum; bu o kadar hızlıydı ki çığlık bile atamadım. Yere düşmemle dünyam sarsıldı; zihnimdeki labirentin duvarlarının bile çökeceğini düşündüm. O kadar büyük bir patlama oldu ki her şey karardı.

Toprağın üstünde omzumun arkası neredeyse parçalanırken sürüklenmeye devam ettim. Kurdun bedeninin ağırlığı üstüme resmen oturdu ve kurt da kendini toparlayıp üstümden kalkamadı.

Dişlerim birbirine kenetlendi ve gözümün önünde binlerce rengarenk ışık dans etti. Sımsıkı kapattığım gözlerim, hissettiğim acıyla sulandı. Omzum yerde uzunca sürtündüğünde toprağın kalıntılarının ve üstündeki taşların derime gömülüşünü hissettim. Ardından başım sert bir şeye çarpıp durdu.

Oraya öyle bir çarptım ki beynimin kafatasımın içinde bir aşağı, bir yukarı geldiğini hissettim. Dişlerimdeki acı damağıma yayıldı ve ağzımda metalik bir tat ev sahipliği yaptı. Sulanan gözlerim kirpiklerimi ıslattı, inledim. İblis acımı hissetmiş olmalıydı ki elini kafasının arkasına götürdü ve suratını acıyla buruşturdu.

Üstümdeki ağırlık kayboldu, ne zaman tuttuğumu bilmediğim nefesimi seslice bıraktım. Dudaklarımın arasından dökülen iniltiler istemsizce çıkıyordu. ‘’Toprak… İyi misin?’’ İblis kaşlarını çatarak bana baktığında etrafımdaki seslerin kulağımda uğultular bıraktığını ama sadece onun sesinin daha net olduğunu fark etmem zaman almadı.

Beynim yerine oturmuş da sesleri algılıyormuş gibi uzaktan gelen seslere alışmaya çalıştım. Kulağımdaki uğultular giderek kelimelere dönüşmeye başladığında öfkeden kuduran kalın, gür bir ses duydum. ‘’Sikeceğim yapacağınız işi lan!’’ dedi bağırarak, ‘’Ne yapıyorsunuz oğlum siz?’’

Sulanan gözlerimi yarım yamalak araladığımda önce görüş alanım pusluydu; sonra yavaşça netleşmeye başladığında ayak ucumda durmuş Asir’in kızgın bir boğayı andıran suratını gördüm. Çevresine büyük bir öfkeyle baktığından bakır rengi hareleri bir çift lazeri andırıyordu.

Öyle parlaktılar ki gökyüzündeki Kanlı Ay’a denk bir görüntüydü. ‘’Öyle hızlı koşuyordu ki, e ben de koşuyordum; ondan hızı dengeleyemedik…’’ diyen Korkut’un sesini duydum; arkamdan bir yerlerden mahcupça geliyordu. İblis kaşlarını çatarak ona bakarken, omzumda acının arkasından peydahlanan ve daha yeni yeni hissettiğim bir sıcaklık dalgası yayıldı.

Sık nefesler eşliğinde suratım buruşarak sırtımı doğrulturken tüm gözler üstüme dikilmişti. Asir’in bakışları aniden bana doğru döndü, endişeli görünseler de suratından öfkeden başka bir şey okuyamıyordum.

Halimi görünce daha da öfkelendi ve Korkut’a kızıl gözleriyle öyle baktı ki elinde olsa o gözler, onu diri diri yakardı. ‘’Denge eğitimi yapalım o zaman seninle.’’ dedi Asir, pasif öfkesinden dolayı boğuklaşan sesiyle. Küfür ederken bile sakinliğini korumasına içten içe şaşırırken; alt dudağımı gerginlikle ısırdım ve endişeli bakışlarımı ikisinin suratında gezdirdim.

Keşke bağırsaydı, buradaki herkesin bunu dilediğine yemin edebilirdim; çünkü ürkütücü sesi öfkelendiğinde bu halde sakince çıkıyorsa söylediğini eninde sonunda yapacağını bilecek kadar onu tanımıştım.

Benim bile kalbim yerinde hoplarken, elimi arkaya doğru atarak omzuma götürdüm. Parmaklarıma bulanan pütür, umarım kalkan etim değildi. Umarım toprak kalıntılarıydı. Elimi orada tuttum. Ona doğru yaklaştığını gören Korkut geri geri giderken, ‘’Asir, yapma bak… Özür dilerim.’’ dedi, ilk defa çaresizce özür dilerken. Karşımda bu hale düşecek son kişilerden biriydi Korkut; öfkesi ve sert duruşunun çaresizliğe bürünmesini ruhum bir an kaldıramadı.

Asir’i de hiç böyle görmemiştim, gözlerinde o kadar korkunç bir öfke vardı ki karşısında olmak istemezdim. Elini kaldırdı ve parmaklarının uçlarını kendine doğru çevirip sanki dans ettirdi, ‘’Gel buraya.’’ dedi yerinde durup, geri geri gitmiş Korkut’a. ‘’Yok…’’ dedi Korkut, yandan yandan da kurtarması için sanki Berka ya da Arslan’a bakıyordu. İkisinden de yanıt gelmedi, aksine ‘’Yürü oğlum.’’ dedi Arslan, fısıldayarak.

Berka dayanamadı, ‘’Bizimle koşarken darbe alacağını tahmin etmiyor muydu?’’

Asir ağır ağır başını ona döndürürken kızıl gözlerinin şu anki hedefi ben olmadığım için rahatladığımı hissettim. Öyle korkunç bakıyordu ki Berka gözünü kırpmasa bile yutkundu. Arslan’ın, Berka’nın sırtına ikaz eder gibi bir iki kez vurduğunu gördüm; gözleri Asir’deydi.

‘’Siz nesiniz lan? Ne diyorsun oğlum sen?’’ dedi Asir, dişlerinin arasından adeta tıslayarak. ‘’Karşınızda sizin denginiz yok! Önünüze koyup koşturuyorum diye, onu av görmeyin! Kurtlarınızı da kontrol edemiyorsanız, çıkartmayın inlerinden!’’

Ormanın derinlerinde yankılanan kalın sesiyle esip gürlerken; Berka söylediği şeyin saçmalığını son anda idrak etmiş gibi gözlerini kaçırdı ama Asir hırsını alamadığından konuşmaya devam etti. ‘’O kadar eğitim alıyorsunuz, dengeyi siz yapamayacaksanız niye alıyorsunuz siktiğimin eğitimini?’’ Çatılı kaşlarıyla Arslan’a aniden dönerek, ‘’Niye veriyorsun lan bu eğitimi?’’

‘’Kampa döndüğümüzde bu konunun icabına bakacağım.’’ dedi Arslan, mahcup bir sesle. ‘’Doğamızda olan bir şeyi yapabilmeliydi, haklısın.’’ Ayrıca bana doğru baktığında ala gözleri samimi bir utancın içinde kıvrandı, ‘’Özür dilerim, Evin. Düzgün eğitmeliydim.’’

Hem onları seyrediyor, hem de nefesimden dolayı kasılan karnımı hissediyordum. Ortamdaki boğucu kasveti biraz da olsun dağıtmak amacıyla, ‘’Sorun değil.’’ desem de sık nefeslerim acıyla dolduğundan dudaklarımdan dökülen cümle kesik kesik yükseldi.

Elimi omzumdan ayırıp toprağa bastırarak hareket ettiğimde kalçam toprakta hafifçe kaydı ve sırtımın tamamını soğuk ağacın gövdesine dayadım. Hareketimle sanki sadece omzum değil, tüm sırtım parçalanmış gibi hissettim. Tekrar elimi omzuma attığımda elime yayılan sıcaklık ve akabinde sıvıyla beynim dumura uğradı.

Titreyen ellerimi önüme getirdiğimde soluk tenime yayılan kızıllığı gördüm. Parmaklarımın ucuna bulanmış kan beynimi yerinden oynatır gibi oldu; içten içe sarsıldım ve İblis’e korku dolu gözlerle baktım.

Bana değil kana bakıyordu ama ifadesizdi. Sonra aklını toparlamış gibi karanlık çukuru andıran gözlerini endişeli suratıma kaldırdı; endişemi görmüş olmalıydı ki güven veren gözleri sımsıcak şekilde kısıldılar. ‘’Bir şey yok, bir şey yok…’’ dedi çenesini hafifçe kaldırarak, kaşlarını çatarken. ‘’Hiçbir şey yok. Omzun parçalanmadı, sadece sıyrık. Geçer.’’

Omzun parçalanmadı tuhaf bir detaydı ve içime binbir türlü fitne sokuverdi. Neredeyse suratına bakıp ağlayacaktım ama bunu Korkut için yapmadım. Fakat Asir dahil herkes, hareketlerim yüzünden beni seyrediyordu; haliyle suratımdaki ifade nasılsa Asir’i daha öfkelendirmiş gibi aniden Korkut’a döndü.

‘’Buraya gel.’’ dedi sert sesiyle, ‘’İkilettin.’’ dedi sayar gibi, işaret parmağını kaldırıp. İşaret parmağını orta parmağı takip etti ve tam yanında durdu; kaşlarının altından ona bakarken korkunç kızıl hareleriyle onu uyarıyordu sanki. ‘’Bacağın ya da omzun. Seç.’’

Kalbim korkuyla atarken diğer yandan Korkut adına üzülmüştüm, o da benimle beraber sürüklenmişti ve böyle bir şeyi cidden planlamadığını düşünüyordum. Acıdan sulanan gözlerimi kırpıştırarak içimde resmen çağlayan ağlama hissini zoraki bastırdım. ‘’Asir gerek…’’ Korkut, anlık bir cesaretle dudaklarını birbirine bastırdı ve öne doğru atıldı.

İrice açtığım gözlerimle onun cesaretli, sert duran yüzüne bakıyordum. ‘’Omuz lan.’’ dedi aniden, ‘’Omuz. Kısasa kısas, hak ettik.’’ İblis kaşlarını yukarı kaldırdı ve olanlara o bile şaşırdı. Asir’e doğru yaklaşan bedeni şaşkınlık ve korkuyla harmanlanan gözlerle seyrediyordum. Elim titredi ve avcumu toprağa bastırdım; kalıntılar ve ufak taşlar avcuma batsa da oralı olmadan ayağa kalkacaktım fakat Asir benden önce davrandı.

Tam önünde duran Korkut’un bacağının iç kısmına bir tekme yapıştırdı. Kırıldığını düşündüm çünkü kemiğinin rahatsız edici sesi havada çatırdadı sanki. Yüzüm buruşurken Korkut, kıpkırmızı bir suratla Asir’in ciddi duran suratına baktı; dişlerini birbirine geçirdi ve dudaklarından ıslığa benzer bir ses döküldü.

Bacağını havaya kaldırdığında tekrar onu yere basamadı. Sulanan gözleri, yeşillerini buğulandırdı. ‘’Omuz dedim…’’ dedi acıyla fısıldayarak, kendi kendine mücadele ederken. Elim ağzıma gitti ve ‘’Korkut…’’ dedim fısıldayarak. Asir öfkesi aniden yatışmış göründü fakat hala suratındaki hoşnutsuzlukla, ona son kez tepeden bir bakış atıp bana doğru ilerledi.

Yanıma eğildiğinde hala şaşkınlıkla ifadesiz gözlerinin içine bakıyordum. Burnundan solusa da öfkesi bana değildi; tuhaftı ama ben, bunun rahatlığını yaşıyordum. Önce elimdeki kana baktı, ardından sakin olmak istercesine gözlerini yumdu ve birkaç saniye bekledi; ardından yana doğru çevirdiği başıyla Korkut’a öyle ağır, öyle öldüresiye baktı ki koskocaman adamın yerinde durmaya çalıştığı bedeninin; ardından ellerinin titrediğini gördüm.

Berka, Korkut’un yanına gelip kolunu omzuna attığında Korkut’un güvenini buradan sezdim; çünkü yere o zaman sağlam basabildi fakat çenesi acıdan kasıldı. Yanaklarında mezar çukuru oluştu.

Asir benimle ilgilenirken; onun da benim için endişelendiğini görüyordum, buna daha fazla şaşırdım. Ondan ayrılan gözlerim tekrar Asir’i buldu. Omzuma dokunan sıcak eliyle dudaklarımdan dökülen inilti suratıma tokat gibi çarptı. Bu Asir’i daha da öfkelendirdi, sert bir nefes çekerek ayağa hışımla kalkacakken bileğini aniden tutup onu durdurdum.

Bana sadece kısa süreliğine baktı, ardından Korkut’a aynı gözlerle ters ters baktıktan sonra bana odaklanmayı tercih etti. ‘’Dua et lan,’’ dedi mırıldanarak, omzumun arkasına doğru bakış atarken. ‘’Leva’ya dua et ki, hala koşabileceksin.’’

‘’Eyvah, Leva mı dedi o?’’ dediğini duydum Arslan’ın, arkalardan. ‘’Şş,’’ dedi Berka.

‘’Koşacak gibi mi görünüyorum ulan şimdi?’’ dedi Korkut da Berka’ya fısıldarken. Asir hiçbirini duymamış gibi yaptı ya da öfkesi gerçekten onları dinlemediğinden duymadı. İblis’ten bir türlü ses çıkmıyordu, onun da en az benim kadar şaşırdığını biliyordum. Belki de çıkan kaosu sevmişti ama belli etmedi.

Aniden, ‘’Özür dilerim, gerçekten.’’ dedi Korkut, mahcup bir sesle. ‘’Evin, cidden kurdun hızını ayarlayamadım. İstesem yapamam böyle bir şey.’’ Asir’in suratı tuhaf bir şekle büründü, hatta buruşur gibi oldu ve onu bir yandan dinlerken bana odaklandılar. O surat ifadesini omzuma mı yoksa Korkut’a mı yaptığından emin olamadım.

‘’Tamam, sorun değil.’’ dedim, sesimi güçlendirmek için özel bir çaba sarf ederek. Konuyu bir çırpıda değiştirdim. ‘’Sen iyi misin Korkut?’’ Çevrede kurdunu aradım ama çoktan onun bedenine girebileceğini düşündüm, ortalıkta yoktu. Her zaman sert duran çehresini çaresizlik sarmıştı; benim sorumla beraber o çaresizliğin arkasından şaşkınlık gün yüzüne çıktı.

Kaşlarının uçları yukarı kalkıp inerken, ‘’Ne?’’ dedi şaşkınlıkla. Ayağını gözlerimle işaretleyip, ‘’İyi misin sen?’’ dedim tekrar, acıyla dişlerimin arasından nefes bırakıp. Başını sallasa da cevabı çok geç geldi, sanki Asir’den hala çekiniyordu. ‘’Evet.’’ dedi ona beklentiyle bakan gözlerime karşılık. Toparlanması uzun sürmemişti, ‘’Hemen iyileşir zaten. Sen?’’

Asir buz gibi güldü, ‘’Turp gibi.’’ dedi samimiyetsizce. İblis de kıkır kıkır güldü ama o da sadece öfkesini böyle dışarı yansıtıyordu. Onlara aldırmadım; Korkut da aldırmamaya çalıştı ama yeşil hareleri bir anlığına ona dokunup tekrar bana döndü. Sesimi tatlı çıkartmaya çalışırken, ‘’Biraz.’’ dedim dürüst olarak.

Asir’in burnundan nefes bıraktığını işitsem de olacakları tahmin edebilecek kadar ikimiz de onu tanıdığımızdan ona doğru dönmedik. Sadece birbirimize baktık, yeşil gözlerindeki çaresizlik kısa sürede toz bulutuna dönüp kayboldu ve dudağının kenarı yumuşakça kıvrıldı.

Dostane mimiğine içten bir şekilde gülümseyerek karşılık verdim. Belki aramızda dönüp dolanan o şey, Berka’nın hıncı, son bulmamıştı ama bana sanki bacağı benim yüzümden sakatlanmamış gibi öyle minnettar bir bakışla bakıyordu ki o his, içime sis bulutu misali yayılarak dağıldı. Hissettiklerimi göstermekten çekinmedim ve dudaklarımdaki tebessümü büyüttüm.

Ardından önüme döndüğümde Asir’in bana dik dik baktığını gördüm, kızıl gözleri sert kayayı andırıyordu. Yutkunduğumda gözlerini kapatıp aralarken burnundan bir nefes bıraktı aynı zamanda da dudaklarını birbirine bastırdı. ‘’Baş belaları.’’ dedi kaba sesiyle mırıldanırken. Kaşlarımı istemsizce çattım ve Korkut’a göz ucumla baktım; onu dudaklarını birbirine bastırıp gülümsemesini bastırmaya çalışırken yakaladığımda bir şey söylemedim.

Omzumdaki yanma hissi, akan sıcak sıvıyla dayanılmaz oluyordu. Elimi neredeyse tekrar omzuma götürecektim ama kemikli, uzun parmaklar elimi havada yakaladı. Koşmaktan sıcaklayan terim artık soğumaya başladığından onun eli bana temas eder etmez sırtımdan aşağı ürperdim.

Bir şeyler düşünen kızıl gözleri omzuma bakarken, diğer yandan eli hala bileğimdeydi. Elini fark etmeden bileğimden çektikten sonra tişörtünün eteklerini tutup aşağı taraflardan yırttı. Gözlerim kocaman aralanırken keskin kumaş sesi kulağıma çarpıp yok olduğunda pürüzsüz, kavruk tenindeki karın kaslarını yarım yamalak görmüştüm.

Bakışlarımı yukarı doğru kaldırıp gözlerinin içine baktım ama hala kaşları çatık, ciddiyetle yaramla ilgileniyordu.

Ne yapacağını anlayıp sırtımı hafifçe ona doğru eğdiğimde yutkundu, kumaş parçasını omzuma dikkatlice bastırarak uzunluğunu ayarladı ve omzumun üstünden geçirip sarmaladı. En sonunda omzumun üstünde sabitlediği kumaşa becerikli elleriyle bir düğüm attı; hafifçe sıktığından dişlerimi birbirine bastırmak zorunda kaldım ama gıkım bile çıkmadı.

‘’İyi koştu ha!’’ dedi Arslan, tuhaf bir neşeyle. Ortamdaki kaosu dağıtmak istercesine sesini yükseltmişti. Berka da onu takip etti, ‘’Jaguar gibi kızmış! Hakkını yemişiz.’’

‘’Çita lan o.’’ dedi Korkut, göz ucuyla ona bakarak memnuniyetsizlikle.

‘’Neyse ne!’’

Asir bu sefer bıyık altı gülümseyerek bana bakarken, içime dalga dalga yayılan sıcaklığa anlam veremedim. Gülümsemekle yetinirken belki de bu sıcaklığın zaferimle alakalı olduğunu düşündüm. Gerçekten yara almasaydım, başarmış sayılacaktım. Bayağı uzun süre koşuyordum.

‘’Aferin.’’ dedi ciddiyetine dönerken, ‘’Aslında yarın sondu ama omzun…’’

‘’Olsun.’’ Yutkundum ve kol saatine doğru bakış attım. ‘’Ne kadar süre?’’

Hemen anladı ve son kez suratımdaki beklentiye alay dolu bir bakış atıp bileğini kaldırdı ve bakışlarını siyah kayışlı saatine indirdi. Ardından dudaklarının kenarları beğeniyle aşağı doğru sarktı, ‘’İki saat.’’

Gözlerimi kocaman araladım. ‘’Oha!’’ dedi İblis, kabaca. Ardından algılayamamış gibi, ‘’Ne?’’ dedi.

‘’Ne!’’

Asir çığırtım sebebiyle yüzünün bir kısmını buruşturup, başını geriye doğru çekerken ‘’İki saat.’’ dedi tekrar, tuhaf bir sesle. ‘’Bu sefer çığırma.’’ İblis tebrik edercesine ellerini birbirine çarparken içimde büyüyüp duran gurur meselesi döndü, gururum büyüdükçe büyürken derinlerimden kendi kendimi tebrik ettim. Kurtlarla koşup iki saat sağ kalmayı başarmıştım, bu büyük başarıydı.

Asir çömeldiği yerden ayağa kalkarken topraktan sürtünme sesi gelip kayboldu. Avcumu toprağa bastırarak kendi başıma ayağa kalktım, gözlerim tekrar Korkut’a takılmıştı. Berka kolunu omzuna doladığından rahat görünüyordu ama bir süre topallayacağından emindim.

Önüme döndüğümde Asir’in bana baktığını fark ettim, ona baktığımda bakışlarını kaçırdı ve sırtını bana dönerek ilerlemeye başladı. Yanına kolay yetiştim, omzumdan başlayan sızı sırt küreklerime doğru uzanıyordu. Sessizlik içerisinde, sanki hiç acı çekmemişim gibi ağaçlardan öten kuşların sesini dinleyerek yürüdük. ‘’Biz buradan kampa.’’ dedi Arslan.

Omzumun üstünden geri baktığımda bizden birkaç metre geride durmuşlardı. Korkut ve Berka bana bakarken; Arslan Asir’e bakıyordu. ‘’Tamam,’’ dedi yanımda duran Asir. ‘’Size sonra haber veririm.’’ Arslan başını sallayarak bana döndü, ağzını açacaktı ki ‘’Konu kapandı.’’ dedim hemen susturarak. Gözlerinden ne söyleyeceğini gayet iyi anlamıştım. Korkut uzatmadığımdan dolayı minnettar olurken üçüne de bakıp ‘’Görüşürüz. Sağ olun.’’ dedim tebessümle.

‘’Ne için?’’ dedi Korkut, ‘’Yarala…’’ Derin bir nefes verip sözünü kestim. ‘’Benimle koşmak zorunda değildiniz. Asir’in ricası bile olsa. Sonuçta sizin yanınızda hafif kalırdım…’’ dediğimde Arslan dudaklarını birbirine bastırıp gülümsemesini bastırırken; Korkut pis pis sırıttı. Berka ise son cümleme kahkaha atmaktan geri kalmadı.

‘’Artık saygı duyulan birisin, emin ol.’’ dedi sarışın, sevecen bir gülümsemeyle. Arslan’dan güven veren bir tebessüm aldığımda daha da gururlandım, ‘’Hadi görüşürüz.’’ dediler, art arda. İkimiz de başımızı salladığımızda çoktan arkalarını dönüp giderlerken hala benim hakkımda konuşuyorlardı.

‘’Kadın jaguar gibiymiş.’’

‘’Çita oğlum o.’’

‘’Bir de hafif kalırdım diyor. Gerçi…’’ dedi Arslan ama sonlara doğru sesi giderek kaybolurken. Ardından üçü de ağaçların arasında kayboldular. Tekrar önümüze dönerek ilerlemeye başladık. ‘’Hep beni kötü gösteriyorsun…’’ dedi Asir, ‘’Kötü yaralanmışken kalkıp teşekkür ettin bir de.’’

Profiline baktığımda yüzüne yapıştırdığı ciddiyetten huzursuz hissettim. Kızıl gözleri toprağın üstündeydi. Ne söyleyeceğimi bilemezken dakikalar geçti ve konu sanki orada kapandı; yine de söyleyemediklerim dilimin ucunda asılı kaldı. Yutkunarak sessizlik içinde ilerlemeye devam ettik.

Bir süre sonra patikaya vardığımızda bacaklarıma tepeye çıktığımızdan yine basınç oluştu. Tatlı bir ağrıydı, umursamadan ilerledim. Bahçeye çıktığımızda, ‘’Sen niye koşmadın?’’ dedim Asir’e. İki koşturmaca olmuştu ama hiç onu kurt formunda görmemiştim. ‘’Koştum.’’ dedi erkeksi sesiyle. ‘’Sen görmedin.’’

İblis kaşlarını çatarak düşüncelere daldığında duraksadım. O da durdu, beni geride bırakıp biraz ilerlemişti. Yarım yamalak dönüp başını çevirerek gözlerime baktı, neden durduğumu sorguluyordu. ‘’Nasıl?’’

‘’Ben hepsinden hızlıydım, hatta senin önüne geçtiğim bile oldu ama sen görmedin.’’ dediğinde gözlerimi kocaman araladım, ‘’Önümde miydin?’’ dedim bağırarak, ‘’Yalan söyleme!’’ Sonra ne söylediğimi fark edip kendimden utandım, yine de çok geçti. Kelimelerin nankörlüğü de buydu.

Kaşlarını memnuniyetsizlikle çattı, ‘’Ben yalan söylemem.’’

Buz mavisi-kızıl harelerimi onunkilerle birleştirerek, ‘’Özür dilerim,’’ dedim mahcupça. İblis zihnimden hiç çekinmedi, ‘’Yalan söylüyor be!’’ dedi bağırarak, ‘’Önümüzde falan değildi o!’’

Asir’in fazla sert olmayan bakışlarının yumuşaması zaman almadı, sorun olmadığını belirtircesine dudağının kenarıyla gülümsedi. ‘’Hadi. Pansuman yapacağım omzuna.’’

Aklım karışmış halde koştuğum sahneler gözümün önüne defalarca kez geldiğinde, o anıların içinde Asir’i bulmaya çalıştım, maalesef defalarca kez kaybettim. Asir nasıl hareket ettiyse hiçbir yerde yoktu. İblis’in de kaşları çatıktı, onun suratına bakarken onun da düşündüğünü biliyordum. İçimize kurt düşürmüştü adeta.

Verandanın basamaklarını tırmanıp dış kapıya ilerledik, ahşap yine ayaklarımın altında gıcırdadı. Asir’in ayağının altından herhangi bir ses gelmedi. Bu adam nasıl yürüyordu Tanrı aşkına? İçeri girdiğimizde evin her köşesine sinmiş tanıdık kokusu burnuma doldu. Rahatladığımı hissettim, şu an yorgunluktan yatıp uyuyasım ve bir daha kalkmayasım geliyordu.

Mehir salondan seslendiğinde onu çok geç fark ettiğimden irkildim. ‘’Nerede kaldınız?’’

Başımı çevirip salona doğru baktım, koltukta oturmuş sırtını geriye yaslamıştı. Kuş yuvasını andıran dağınık, beyaz saçları koltuğun arkasından sarkıyordu. Bize yandan yandan bakarken kurumuş dudaklarımı ıslattım, ‘’Nasıl geçti?’’ dedi, ‘’Yaralandın mı?’’

Hiç art niyeti belli olmayan sorusuna başımı sallayarak cevap verdim. Yüzünü buruşturduğunda küçük suratı tatlı bir şeye dönüştü, ‘’Of…’’ dedi, ‘’Kötü olmuştur. Kurtlar…’’ deyip sallayacaktı ama ela gözleri benden ayrılıp adama döndü. Asir’in tek bir bakışını gördüğü anda susup boğazını temizledi. Tekrar bana baktı. ‘’Neyse, geçmiş olsun.’’

‘’Sağ ol.’’ dedim yorgunlukla, ‘’Odamdayım.’’

‘’Tamam!’’

Merdivenleri yorgun argın çıkarken bacaklarımdaki ağrılar kendini göstermeye başlamıştı. Asir peşimden geliyordu. Hole basarak ilerledim ve odamın aralık olan kapısından içeri girdim. Tanıdık koku beni çepeçevre sardı, yine içimi çekerek yatağa doğru ilerledim. Yorganın yumuşak üstüne oturduğumda yatak beni resmen içine çekti, gözlerim yumuşakça kapanıp aralandı.

Kapının girişinde, ‘’Sen burada bekle, geleceğim.’’ dedi Asir. Ne olduğunu anlayamadan ve kelimeler dudaklarımdan dökülemeden; kapının önünden hızlıca kayboldu. İblis’den herhangi bir ses gelmiyordu, bacağını diğer bacağının üstüne rastgele attıktan sonra arkasına yaslandı. Karanlık gözleri hala üstümdeydi, omzumun tam üstünde. ‘’Acıyor mu?’’

Sorusu dudaklarından dökülür dökülmez dudağımın kenarı alayla kıvrıldı. Benim zaten nasıl hissettiğimi biliyordu, kibarlıksa ona yakışmayan bir hareketti. Yine de bunu sorduğu için derinlerde ona minnet duydum. ‘’Biraz sızlıyor.’’ dedim yalan söylemeyerek. Omzumun arkası, sargının içinde alev alevdi sanki. Çevresinden başlayarak merkeze doğru sürüklenen bir sızlama vardı; ağrımıyor ya da tam acımıyordu.

‘’Tabii,’’ dedi manidar sesle. ‘’Parçalanan bir şey acıyı hissetmez.’’

‘’Parçalanmadı.’’ dediğimde sadece sesimde hem beklenti hem de umut vardı; kızıl-buz mavisi gözlerimi onun kömür harelerine diktiğimde kaşlarının uçlarını belli belirsiz yukarı kalkıp indi. Hızlı bir hareketti. ‘’Nerede kaldı bu?’’ dedi daha sonra kapıdan dışarı ufak çaplı bir bakış atıp.

Ayağa kalkıp odamın içinde kısaca yürüdüm ve kapıdan dışarı çıktım. Odamın tam çaprazında duran kendi odasına yürüyeceğim sırada, ‘’Çalışma odasında.’’ dedi İblis. Bu sefer ayaklarımın rotası yön değiştirdi ve o tarafa ilerlemeye başladım. Kapı yarı aralıktı ve buradan dikkatlice masanın üstüne koyduğu dizüstü bilgisayarın ekranına baktığını gördüm.

Zihnim aniden bilgisayar olup olmadığını hatırlamaya çalışsa da bunun şu an önemi yoktu; neye baktığını merak ediyordum. Kapıyı tıklatmadan yarı aralık kısımdan içeri doğru girdiğimde kızıl gözlerini, suratına çarpan beyaz ekrandan kaldırıp gözlerime dikti. Sonra bana bakarken sinsice fareyle bir şeylere tıkladı; panik suratında ufacık bir an belirip kayboldu.

‘’Neye bakıyorsun sen?’’ dedim gözlerimi kısarak, şüpheyle.

‘’Hiç.’’ dedi, ‘’Bir şeylere.’’

‘’Seni bekliyordum odamda,’’ derken ona doğru ilerlemeye başladım, yutkundu ve ekrana doğru kısa bir bakış attı; sonra şaşırdığını gördüm ama bu da kısa sürdü. Bir bana bir ekrana baktıktan sonra işaret parmağı tekrar fareye tıklayacaktı ama bu sefer, ‘’Dur.’’ dedim. Çoktan masanın kenarına gelmiş, başımı yana doğru eğip ekrana bakmıştım.

Bakışlarım bir süre ekranda takılı kaldı, fakat düşüncelerim labirentimin koridorlarında akın akın üstüme yağmaya başladı. Yüreğim kasıldı. İblis alayla ekrandaki yazılara baktıktan sonra kadehi dudaklarına götürüp gülümsemesini bastırmaya çalıştı.

Yutkundum ve bakışlarımı ağır ağır ona doğru döndürdüğümde kızıl hareleri utançla kapanmış, dudaklarını birbirine bastırmıştı. Kısa süre suratındaki ifadeye bıyık altı gülümseyip ifadesizliğime geri dönerken; ‘’Biliyordum zaten bunları.’’ dedi aniden. İblis ‘’Tabii efendim…’’ dedi alayla, kadehinden yudum aldıktan sonra.

Ona inanmadığımı belli eden surat ifademle keskin çehresine bakarken; dümdüz duvarı andıran ifadesindeki bakışlarını yukarı kaldırıp bana doğru çevirdi. Kaşlarının altından baktığından kızıl hareleri gün yüzüne daha net çıkmıştı. ‘’Gerçekten.’’ dedi daha sonra, ciddiyetle. Kapatamadığı ekranda gördüğüm açık yaranın nasıl pansuman edileceği hakkında bir şeylerdi; yan sekmede de açık yaraya iyi gelen yiyecekler hakkında bir yazı olduğundan emindim.

‘’Asir, o kadar savaştan çıkmış birisin; cidden…’’ dediğimde sözümü kesip, ‘’Gerçekten biliyordum. Emin olmak istedim.’’ dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. ‘’Tamam tamam,’’ dedim daha sonra, manidar bir sesle. İçimi gıdıklayan bir his, kalbimi de parmaklarıyla gıdıklamaya başladığında gülmemek için olan tüm çabalarım buhar olup kayboldu ve dudaklarımın arasından kıkırtı kaçtı. Elimi aniden dudaklarıma götürdüğümde, Asir’in buzdan farksız bakışları üstümde birikti.

İblis de kıkırdamaya başladığında dayanamadım ve kıkırtılarım dudaklarımdan art arda dökülmeye başladı. Elim ağzımda sesi bastırmaya çalışsam da başarılı olamadım ve keskin, sert bakışlarının altında arkamı ona doğru dönerek sakinleşmeye çalıştım. İblis haline bakarak gülüp duruyor ve işimi zorlaştırıyordu.

‘’Madem yakalandık…’’ dedi kendi kendine mırıldanarak. Omzumun üstünden geriye doğru, tekrar keskin çehresine baktığımda yine ifadesizce ekrana bakıp yazıları okuduğunu gördüm. Dikkatlice yazıları okurken kaşları çatılmıştı. Kıkırtım son bulsa da dudaklarımda büyük bir tebessümle yanına geçtim ve oturduğu tekli koltuğun tam yanında ayakta dikildim.

Ben de ekrana bakarken, diğer elim tekli koltuğun başındaydı. Kulağıma çarpan ufak gıcırtı, koltuğun derisinden geldi. Bir şeyler okuduktan sonra sekmeyi kapattı ve diğer sekme önümüze serildi. Onda da bazı bilgilere ulaştığında suratımdaki salak saçma sırıtışa engel olamadan tepeden yakaladığım kadarıyla tepkisini inceliyordum.

Beni takmıyor gibi ekranı okuyor; kaşlarını çattığından ciddi duruyordu. Suratına çarpan beyaz ışık, bakır rengi harelerini ortaya çıkartmış ve onları açık bir tona bürümüştü. Gözlerim kestane rengi saçlarına takıldı, tepesi dağınık duruyor ve oldukça yumuşak görünüyordu. Sandalyenin başında olan elimi kaldırıp oraya daldırma isteğiyle doldum taştım, parmaklarım deriye istemsizce gömülürken deri ses çıkarttı; bu şekilde içimde çağlayan isteğin yarım yamalak önüne geçebildim.

Masanın üstünde duran küçük not kağıdına uzandı ve diğer eliyle de mürekkep kalem aldı. Mürekkep kalemin başına bastığında kısa çaplı çıt sesini duydum. ‘’Kami’yi göndereyim de bir işe yarasın.’’ dedikten sonra küçük sarı kağıda bazı yiyecek malzemeleri yazdı ardından yapışkan kağıdı nottan ayırdı ve tek eliyle başını kıvırıp katladı.

‘’Sen de odana.’’ dedi emrivaki, ‘’Geliyorum şunu verip.’’

Surat ifademe değmeyen kızıl gözlerine inatla bakmayı sürdürdüm ama bana bir an olsun bana bakmadan ayağa kalktı, geniş sırtına o kadar yakındım ki burnum neredeyse çarpacaktı; bir adım geri giderek ona alan tanıdım. Sonra dayanamadı ve omzunun üstünden gözlerimin içine baktı.

Başımı uzun boyu yüzünden geriye yatırmak zorunda kalmıştım. Bir süre suratıma baktıktan sonra, ‘’Gerçekten biliyordum.’’ dedi inatla. Dudaklarımı birbirine bastırıp, ‘’Tamam.’’ dedim ben de, mırıldanarak. İblis de gözlerini usulca kapatıp aralarken dudaklarındaki alay dolu tebessümle onunla sessizce dalga geçti.

Asir ona inanmadığımı anlayınca önüne döndü ve burnundan derin bir nefes bıraktı; omuzları nefesiyle beraber kalkıp indi. Sonra beni beklemeden hızlıca odasından ayrıldı. Sırıtışım büyüdü. İblis tepkilerini sırıtışla seyredip başını iki yana salladı, ‘’Tabii adam yara aldığında kendi kendine iyileşiyor, bilmemesi normal.’’

Güldüm, ‘’Niye inkar etti bu kadar? Yaptığı hoşuma gitmişti.’’

‘’Ne bileyim…’’ dedi İblis, mırıldanarak. O da bir yandan şaşırmıştı.

Gülümseyip dışımdan, ‘’Tatlı…’’ diyerek mırıldandım ve kapıya doğru ilerleyip çalışma odasından çıktım. Tırtıklı holde yürüdükten sonra odama tekrar girdim ve yatağıma doğru ilerleyip soğuk çarşafın üstüne oturdum. Aşağıdan Mehir ve Asir’in seslerini duyuyordum, boğuk boğuk gelse de Mehir’in kabul ettiğini sohbetin sessizce bitmesinden ve kapanan dış kapının sesinden anlamıştım.

Merdivenden adım sesleri duymadım ama Asir, açık olan kapının önünden geçti ve kendi odasına girdi. Oradan da tıkırtılar duyduktan sonra yine kapımın önünde belirdi. O kadar sessiz hareket ediyordu ki kalbim her onu gördüğünde sıkışıyordu. Elinde tuttuğu malzeme kutusuyla içeri girerken tebessüm ettim ve ifadesiz duran suratına bakıp tebessümümü genişlettim.

Malzemelere kısacık dokunan bakışlarım tekrar kızıl harelerine kalktığında, ‘’Dersine iyi çalışmışsın…’’ dedim. İblis bunu beklemediğinden şarabını püskürterek kahkaha attı ve Asir’in adımları aynı anda durdu. Yüzündeki ifade, bir süre daha konuşursam asla pansuman yapmayacağını bas bas bağırıyordu. Tebessümle, ‘’Pardon.’’ dedim, kısa sürede hareket etmeyince. Özrümü kabul eden ayakları tekrar hareketlendi ve bana doğru yaklaştı.

İblis elini ağzına götürüp ıslaklığı silerken yandan yandan bana bakıyor ve arsızca sırıtıyordu. ‘’Arkanı bana dön.’’ dedi Asir, arkamda yatağımın kenarına oturunca. İkiletmeden sırtımı ona doğru döndüm, bacağımı katlayıp ayağımın üstüne yarım yamalak otururken; diğer bacağım yatağın kenarından aşağı sarktı.

Yatak başlığıyla bakışıyordum. Üstümdeki sargının bağını önce çözdü; damarlarımda akan kan sanki hızlandı ve oraları karıncalandırdı. Aniden, ‘’Açıyorum.’’ dedi ama ben ne olduğunu anlayıp cevap verene kadar kazağımı üste doğru sıyırdı.

‘’Hayvan.’’ dedi İblis, dümdüz suratıyla ona bakarak. Sırıttı. ‘’Ama bu ona da küfür değil.’’

Sırtıma değen soğukla ürperdim ama sesimi çıkartmadım. Ense kökümde biriken kumaşın ağırlığı sebebiyle yanaklarıma arsızca dolanan ısı, dilimi dişlememe neden oldu. Bir süre yarayı incelediğini düşündüğüm hareketsizliğinde, ‘’Kötü mü?’’ dedim yutkunarak. ‘’Kötü.’’ Dürüstlüğünü takdir etsem de şu an halime neredeyse ağlayacak hale gelmiştim. Omzum ne kadar kötüydü ya?

Yakınlarda ayna da yoktu; başımı cama doğru istemsizce çevirdim ama güneş daha yeni yeni solmaya başladığından cama yansımamdan çok güneşin soluk ışığı çarpıyordu. Tekrar önüme döndüm. ‘’Birisi omzunu borçlu.’’ dedi sert sesiyle.

Aklıma düşen yeşil harelerin çaresizliğini ve mahcubiyetini yakaladım; Korkut’la aramız kötü olabilirdi ama bunu bana bilerek yaptığını düşünmüyordum. Özellikle Berka’yla aramda dönen özür meselesinden sonra. Ayrıca zaten bacağını feda etmişti. Üstüne olayın ardından defalarca kez benden özür dilemişti.

‘’Üstüne gitme. İkimiz de hızlıydık, ayrıca bacağını zaten mahvettin.’’

Öyle sert konuştu ki benim değil de, onun omzu parçalanmış sandım. Ya da benim canım yanmıyor da onunki yanıyor gibi öyle içten bir küfür etmiş, sonra oldukça sert bir tonlamayla konuşmuştu. ‘’Sana bu merhametinin kötü sonuçlar doğuracağını söylerken Yağmur, ciddiydim. Arada sırada kendini düşün, olur mu?’’

Ne zaman söylediğini düşünüp dururken İblis hatrıma getirdi, ‘’Bir ara köleler hakkında konuşurken, onların da hayatları olduğundan bahsetmiştin ya… Hani ilk eve geldiğin zamanlar…’’ Aydınlanma yaşadığımı belirten ampul kafamın tam üstünde cızırdayarak yandığında bu sefer başka bir soru gündeme geldi. Asir benim bile hatırlamadığım olayı nasıl hatırlamış ve hatta öylesine konuştuğumuz sohbeti bile, önüme böyle rahatlıkla sermişti?

Sütyenimin kopçasına değen parmakları irkilmeme ve düşüncelerimin derinliğinden sıyrılmama neden oldu. ‘’Biraz sıyırmak zorundayım, yaranın üstünde.’’ dedi mırıldanarak, kalın sesiyle. Mırıldanmasına rağmen hala sesine gömülü bir öfkenin dikenlerini hissediyordum.

Kalbim atış hızını hızlandırırken onaylayan mırıltılar çıkartmaktan başka çarem yoktu. Kopça tenimde kenara doğru kaydığında sol göğsümde hafiflik hissettim; utanç yanaklarımı dağladı. Sıcak parmakları soğuk tenime her değdiğinde sanki bedenimin içinden hayalet geçiyormuş gibi içten içe ürperiyordum. ‘’Yaran kirli olduğundan önce temizleyeceğim.’’ dedi, normal sesle.

‘’Tamam.’’

Ensemdeki kumaş hafif aşağı doğru kaydı. Arkamda malzeme kutusundan tıkırtılar yükseldi, gergin bir şekilde önüme bakarken kalbimin atışlarına anlam vermeye çalıştım ama fazla düşündüğümde bundan borçlu çıkacağımı bildiğimden hiç düşünmemeye çabaladım.

Tıkırtılar son bulduğunda ensemde yine kumaş birikti, sonra tek eli kazağımın kumaşını tutarken diğeri yarayı temizlemeye başladı. Pamuk kadar yumuşak bir şeyle yaramın kenarlarında ıslaklık bırakırken çok geçmeden bir yanma hissi hissettim. Dudaklarımın arasından ıslık sesine benzer bir nefes çektim, yüzüm acıdan kasılmıştı.

Art arda peydahlanan nefesleri aceleyle sırtıma akmaya başladığında içime çektiğim nefesi bir süre orada beklettim. Nefesi, omzumun tam üstünde ılık bir meltem misali tenimden kayıp yok oldu. Fakat etkisi omurgamdan aşağı doğru bir ürperti şeklinde kendini belli etti. ‘’Yanacak…’’ dedi sonra, fısıldarken. ‘’Geç kaldın.’’ dedim bozuntuya vermeden, gergince gülümseyip.

Arkamda sessizce gülercesine nefes bıraktı, sonra işine geri döndü.

Kızıl gözlerini sırtımın merkezinde hissediyordum; sert ve yakıcı bakışlarının altında sırtım önce yanıyor, sonra göğsüme doğru bir sızıntı bırakarak sırtımı küle çeviriyordu. Belki de sırtımdaki kanatları küle çeviriyor, onun yanında kalayım diye ona güvenmem için sebep veriyordu. Her türlü ikimiz de yaralanırdık ve her türlü ikimiz de bundan borçlu çıkardık.

‘’Yarın koşu olacak mı?’’ dedim aklımın dağılması için, yatak başlığıyla bakışırken.

Eli hareketini bir anlığına kesti, ‘’Ne koşusundan bahsediyorsun?’’ dedi sertliğe dönüşeceğini haber eden kalın sesiyle. İblis bile bu süre zarfındaki tepkisizliğinden sıyrılıp kaşlarını çatarak bana bakmıştı.

‘’Üçüncü gün, yarın. Son gün.’’

Oradaki işine devam ederken garip bir serinlik hissettim, ‘’Şu an, sen konuştuğunda sadece şunu duyuyorum,’’ dedi ve kabaca ekledi. ‘’Manyağım ben, Asir.’’

İblis de başını sallayarak bana baktı. İkisine de, ‘’Ne ya?’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’İkidir size yakalanıp durdum ve bu yakalanmamak için son şansım.’’

‘’Bu omzunla mı?’’ İç çeker gibi bir nefes bıraktı, ‘’Sana bir şeylerden uzaklaşman için sert mi davranmam gerekiyor illa?’’ Sargı bezinin pütürlü tabakasını sırtımda hissederken yutkundum, ‘’Ne olacak? Omzumla koşmuyorum ya.’’

Sargı bezini dikkatle sararken omzuma hafifçe bastırdı, dişlerimi birbirine geçirdim ve tıslar gibi bir nefesi ciğerlerime çektim. ‘’Bu acıya bile dayanamazken koşmak mı? Bak, vahşiler ve bunu en iyi yolla öğrendin. Bazen kurtları kontrol edemiyorlar ve sen yine bunu en iyi yolla öğrendin. Şimdi, bu canını acıtan omzun varken koşmak mı istiyorsun?’’ Sertçe savurduğu kelimeleri zihnime bir bir düşerken haklı olduğunu biliyordum ama diğer yanım, pes etmek istemeyen yanım bunu kabullenmek istemiyordu.

Ağzımı karşıt bir görüş savunmak için aralayacaktım ama omzumu sarmayı çoktan bitirdiğinden kısa süreliğine bekledim. Parmağı tekrar sütyenimin kopçasına gitti ve onu yine dikkatlice yaramın üstüne bıraktı. Ani hareketiyle kalbim resmen yerinden çıktı. Normal şekilde devam edip kazağı yine sırtımdan aşağı bırakmıştı.

Hiçbir şey hissetmemişim gibi, sanki kalbimi anlık olarak buz kalıbının içine atmışım da o da taklalar atmayı kesmiş gibi ona doğru yarım yamalak dönebildim ve kızıl gözlerinin içine doğru baktım. Sert, otoriter ve asla itiraz etmeyen gözlere sahipken ona nasıl karşı çıkacaktım? Bu gücü içimde bulabilir miydim?

Beni kimin yetiştirdiğine bakılırsa, evet bulabilirdim. Tekrar dudaklarımı araladım ama kalın kaşlarını çatarak elinin işaret parmağını kendi dudaklarına götürüp, ‘’Şş,’’ dedi, yumuşakça. ‘’İtiraz yok.’’

‘’Ama…’’

Kızıl hareleri bir anlığına parlayıp söndü, keskin bir şekilde, ‘’Ama kelimesi sana yasak.’’ dedi. Alt dudağımı yukarı doğru çektiğimde çenem büzüştü ve ona ters ters bakmaya başladım. Sertçe bakan gözlerinde hayalet gibi belirip kaybolan olumlu bir duygu geçti ama yine eski ifadesizliğine geri döndü.

‘’O benim seninle konuşurken kurduğum cümlelerin yarısını oluşturuyor.’’

‘’Kitap okumalısın o zaman.’’ dedi ciddiyetle.

Yüzüne aval aval baktım, sonra dilimi dışarı çıkartıp üst dudağımı kavrarken usul usul gelen sinirlerime hâkim olmaya çalıştım. ‘’Bence sen bu kadar sert olmamalısın.’’ dedim gözüm kapalı karşılık verirken. Boş boş bana baktıktan sonra kısa şekilde gözlerini çevrede dolandırdı ve başını iki yana salladı, ‘’Sert değilim.’’ dedi, özgüvenle.

‘’Sertsin.’’ dedim karşılık vererek, ‘’Her şeye hayır diyorsun.’’

‘’Her şeye değil; saçma fikir ve tekliflere.’’ dedi o da karşılık vermekten çekinmezken; sonlara doğru kelimelerin üstüne bastırdığından kalın sesi daha gür çıkmıştı.

Ağır bir kitap gibi duran otoriterliğine başımı geriye doğru çekerek yan yan baktım, halimden hiç memnun olmadığımı bağıran surat ifademe soğuk bir tebessüm atıp hızlıca onu sildi. ‘’Ayrıca,’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp alnında satır çizgileri bırakırken. Öne doğru eğildiğinde suratıyla yakınlaşırken ben de istifimi bozmadım, sadece başımı geri çektiğimden onu düzelterek dik tuttum. ‘’Sert kime derler, biliyor musun?’’ dedi sır verir gibi.

Sorgu dolu bakışlarımla bakır gözlerinin ortasındaki karanlık çukura baktığımda orada Erkan’ın vahşi ruhunu görür gibi oldum. Bu hayal, gözlerimin önünde bir rüya gibi silindi ve kendi benliğimin suratı onun karanlık gözlerinde net şekilde can buldu. Yüzüne gerçekten halimden memnun olmadığım bir suratla bakıyordum.

Mırıldanarak, ‘’Kime?’’ dedim kısa sessizliğin ardından.

Beklemedi, kadifemsi sesi odayı doldururken yakınlığımızdan dolayı dudaklarımın tam üstüne her kelime savuruşunda ılık nefesini bıraktı. ‘’Omzu neredeyse kopacak olmasına rağmen tekrar kurtlarla koşmak isteyen kadına.’’ Gözlerimi kıstım, yutkundum ve kısılan kirpiklerimin arasından buğulu görünen keskin ve karizmatik çehresine bir tokat atmanın hayalini kurdum.

‘’Birinden öğrendim.’’ dedim, zihnimde bana ters ters bakan ve hiç sıcaklığı olmayan adamın da duymasını isteyerek. Karanlık gözlerine yine dumandan örtülü bir perde indirdi, sonra yumuşakça onları aralarken kadehine döndü. Bu onun dilinde, hak verdim demek oluyordu.

Devam ettim, ‘’Koşmak yasak mı yani?’’ Pes etmediğimi belli eden cümleme karşılık derin bir nefesi ciğerlerine sabırla çekti, ‘’Of…’’ dedi sonra yüzüme doğru. Çenemi hafifçe indirdim ve kaşlarımın altından beklenti dolu gözlerle biçimli dudaklarından dökülecek kelimeye dikkat kesildim.

Sabrı tükenmiş gibi sertçe gözlerime bakarken, ‘’Evet. Yasak.’’ dedi keskin bir inatla; tane tane. Kirpiklerimi usulca birbirine çarpıp dururken yüzüme tokat misali vurulan tane tane kelimelere burun kıvırdım. Halimden hiç memnun değildim. Koşarken özgür hissetmiştim, tüm dertlerimi geçmişe bırakıyormuşum gibi gelmişti ve daha önemlisi Salmon’la koşmak beni güçlü hissettirmişti.

Suratımın haline uzun uzun baktı, ardından yutkunup bir iç çektikten sonra ‘’İyileşince tekrar yaparız.’’ dedi ne düşündüğümü biliyormuş gibi. Bakışlarımın canlandığını ve heyecanla parladığına yemin edebilirdim, irice açtığım gözlerimle suratına bakarken gülercesine nefes verdi ama gülmedi, sadece ani değişen ruh halimle alay ediyordu.

‘’Vay,’’ dedi kalın sesiyle, derinden şaşırmış gibi. ‘’İyi oyuncusun ha…’’

Sırıttım, ‘’Teşekkürler,’’ dedim sesimi tatlı şekilde incelterek. Tepkimi bir süre inceledikten sonra dudağının kenarı yukarı kıvrılsa da kaşları havalanıp inerken başını iki yana salladı, sen iflah olmazsın der gibi.

Malzemeleri tekrar kutuya koyarken başını hafifçe yana doğru eğdi, saçları tekrar görüş alanıma düşerken ve boyun hareketiyle adem elmasının tam yanında hafif bir çıkıntıyla kemiği öne çıkarken görüntüyle yutkunmak zorunda kaldım. Düşüncelerimden bihaber zihnine bir şey düşmüş gibi hareketleri durdu ve başı hareket etmeden kızıl hareleri bana doğru döndü.

İmayla, yandan bakıyor gibi görünüyordu ama gözlerinde herhangi bir ima bulamadım. ‘’Rea,’’ dedi fısıldayarak. ‘’Benim yanımda güçlüymüşsün gibi davranmana gerek yok.’’ Bir süre yüzüme çarpan gerçekle beynim infilak eder gibi hareketini durdurdu; dilim kötürüm hale gelmiş gibi orada depolanan kelimeleri döndüremediğinden yumuşakça yutkunduğumda ve İblis’ime yandan bir bakış attığımda onun da kaşları çatık, bir yandan Asir’e baktığını görüyordum. Asir’in bakışları keza malzemelere düştüğünde eli de aynı anda hareket etti, sanki söylediklerinden kaçıyormuş gibi değil de benim tepkimden kaçıyor gibiydi. ‘’Ben bunun için yeteri kadar güçlüyüm.’’

Düşüncelerim kaldığı yerden akmaya başladığında, bu sefer koridorlarımda taşan kelime seli kalbime doğru sızmaya başladı. O kelimelerin hepsi hissettiğim duyguların vücut bulmuş haliydi. Kalbime açılan savaşla göğsümün tam ortası ne olduğunu anlayamadığım bir savaş meydanına dönüşüverdi; orada taklalar atıldı ve rüzgarda yelesi savrulan atların nallarını tam üstünde hisseder gibi oldum.

Hiçbir şey diyemeden, malzemeleri kutuya koyan Asir’in derin bir nefes vermesini seyrettim. Alnına düşen bir tutam saçı kemikli eliyle geriye doğru atsa da tepesi dağınık saçlarından tekrar firar edip birkaç tutam alnına döküldüler. ‘’Bir şey söylemek zorundasın,’’ dedi İblis, hala gözlerini kısıp ona bakarken. ‘’Böyle aptala benziyorsun.’’

Evet, bir şeyler söylemek zorundaydım. ‘’Güçlüyüm zaten.’’ dedim ben de, çenemi dikleştirerek. İblis dudaklarının kenarlarını sarkıtıp gözlerini tavana doğru çıkartırken söylediğimi düşünürmüş gibi yaptı. İkimiz de bunun içten içe doğru olmadığını biliyorduk. Doğruydu ve acıtacak kadar gerçekti ki, ben sadece güçlüymüşüm gibi davranıyordum.

Asir bıyık altı gülümsedi ve kızıl harelerini malzemelerin üstünden taşıyıp bana kaldırdı, ‘’Öylesin,’’ dedi fısıldayarak, tüm aksi düşüncelerime inat; tüm hissettiklerimin aksine. Gözlerini benim renkli harelerime derinlerine kilitlerken, ‘’Ve cesursun da…’’ dedi boğuk kalın sesiyle. ‘’Bunları reddettiğimden söylememiştim zaten.’’

‘’Başka neyim?’’ dedim tatlı tatlı gülümseyerek.

Ortam bozulsun istemiştim ama onun yerine sadece sırıttı ve düşünürmüş gibi tek gözünü kısarak tavana doğru baktı. Keskin çenesinin gözlerimin önüne serilmesinin tadını çıkarttım, sakalları yine taze taze çıkıyordu. Derisinin altına gömülen Vaxor’un siyah pullu başı, nabız boşluğundan yukarı doğru kıvrıldı. Artık onun bedenindeki hareketlerine alışmıştım.

Çenesini yukarı kaldırdığından boğuklaşan sesini duyar duymaz gözlerimi boynundan ayırıp ona baktım. ‘’Zekisin.’’ demişti, aklına bir şey gelmiş olmanın güveniyle.

İblis bir ona bir bana bakarken hem kaşları çatılı hem de dudaklarında tuhaf bir gülümseme vardı. Tatlı tatlı kıkırdadım, gözlerim gülüşümden dolayı parlayarak kısıldılar. Parıldadığından emindim çünkü ilk defa bana yapılan iltifatlara bu kadar içten gülmüştüm. Bu onu daha da şevke getirmiş gibi tavanı seyrederken öldürücü bir güzellikle tebessüm etti. Hala tavana bakıyordu, ya utandığından ya da söylediklerine inanamadığından bir türlü bana bakmıyordu.

‘’Başka?’’ dedim heyecanla, tatlı tatlı çıkan sesimle. Bir yandan da yarım ağız sırıtıyordum.

Alayla, ‘’Dur aklıma gelmiyor…’’ dedi takılarak. Omzuna elimin avuç kısmıyla sert olmayacak şekilde vurduğumda tok ses aramızda hızlıca kayboldu; başı hala yukarıdayken gözlerini aşağı indirip suratıma baktı, aynı anda erkeksi şekilde boğukça kıkırdadı ama ben de bozulmak yerine sırıtıyordum. Elimi çektiğimde avuç içimde hala geniş omzunun sert, sıcak hissinin tadını alıyordum.

İblis dilini ağzının içinde oynatsa da sesini çıkartmadı, o da halimize bıyık altı gülüyordu ilk defa. Bir şey söylemeden veya ortamı bozmadan, ilk defa. Belki de mutluluğumdan veya keyfimden o da hoşnuttu ve bunu hak ettiğimi düşünüyordu. Kadehinden yudumlarken keyifle parıldayan gözlerini üstümüze dikti, ‘’Şuna söyle, piçlik yapmasın.’’ dedi daha sonra, hala düşünmekte olan Asir’e takılarak.

Gülüp ona karşılık verecektim ama Asir, ciddiyetle ‘’Güzelsin.’’ demişti. Bir süre ne söylediğini algılayamadım. İblis bile içtiği şarap boğazına takılmış olmalıydı ki öksürük krizine girdi. ‘’Özellikle gözlerin…’’ dedi; uzun uzun, sımsıcak bakan kızıl harelerini benim herkesten soyutlanmama neden olan, hatta zorbalığa maruz kalmamın sebebi olan renkli gözlerime dikerek. ‘’Onlar çok güzel.’’

İblis suratındaki tuhaf ifadeyle, gözlerini öyle bir kısıp ona baktı ki toparlanmama bu neden oldu. Yine o bilindik, neler oluyor bu hayatta bakışından atıyordu. Yanaklarıma ani iltifattan dolayı bir sıcaklık yayılırken atan nabzımın derimi neredeyse yırtıp fırlayacağından korktum. Şaşkın bakışlarımı keskin çehresi ciddi dursa da belli belirsiz tebessüm eden dudaklarına diktim, sonra içinde binlerce yıldız saklıyormuş gibi parıldayan gözlerine baktım.

Belli belirsiz tebessümü usulca büyüdü ve bu sefer dudaklarının her iki tarafı da yılan misali kıvrıldı. ‘’Teşekkür ederim.’’ dedim fısıldayarak, utançtan dolayı tebessüm ederken. Boğuk bir sesle, ‘’Bunlar iltifat değil.’’ dedi, büyülü anı bozmuşum gibi tekrar bakışlarını malzemeye indirerek. Yine de bıyık altı gülümsüyordu.

Dış kapının kapanan sesini duyduğumuzda ikimizin yaşadığı tatlı andan sıyrıldık ve aniden buz gibi soğuğun içine daldık. Bakışları hiç bana sımsıcak bakmamışlar gibi buzluğa dönüverdi; omzunun kenarından kapıya doğru baktı. ‘’Kami.’’ dedi daha sonra ifadesizliğine geri dönerken.

‘’Geldim!’’ dedi Mehir aşağıdan çok geçmeden, bağırsa bile narin sesinin büyüsü hala kulakları süslüyordu.

‘’İyi halt ettin.’’ dedi Asir de kabaca mırıldanarak.

İblis pis pis sırıttı. Bense gözlerimi usulca kapatıp aralarken içimden binlerce defa sabır çektim. Baygın bakışlarla hoşnutsuz suratını incelerken hala karizmatik görünmesine içten içe şaşırıyordum. ‘’Gideyim de bakayım şuna,’’ Baygın bakışlarıma aldırmadan soğuk gözlerini üstüme dikti, ‘’Umarım yanlış bir malzeme getirmiştir de onu tekrar yollarım.’’

İblis gülerken; sinsi planına dayanamadan ben de yarım ağız güldüm, malzeme kutusunu alırken sıcak gözleri bana değmedi; tek eliyle kutuyu taşıyıp arkasını bana döndü. Uzun boyu ve iri cüssesiyle yerde nasıl ses çıkartmadan ilerlemeyi başarıyordu bilmiyordum ama ben bunu düşünürken çoktan kapıdan dışarı çıkıp gözden kaybolmuştu.

Merdivenlerden inerken, ‘’Ne yaptın?’’ diye seslendi.

‘’Aldım…’’ dediğini duydum Mehir’in ama sonra sesler yine boğuklaşmaya başladı. Bir süre bekledim ama içimdeki huzursuzluk aşağıdaki sessizlikle beraber büyümeye başladığında ayağa kalkıp odadan çıkmak için hareketlendim. Hole çıkarak merdivenlere yöneldiğimde sesler mutfaktan yükseliyordu.

Usulca rahatlarken merdivenleri inmeyi bitirdim ve sağıma dönerek mutfağa ilerledim. Mehir masaya oturmuş, eline aldığı elmayı ısırıyor ve diğer yandan da Asir’in poşeti karıştırırken sorduğu sorulara karşılık veriyordu. Akşamın karanlığı iyiden iyiye mutfağa çökmüş olduğundan etrafı beyaz bir ışık doldurmuştu.

‘’Sonra ne yaptın?’’ dedi Asir alayla, ‘’Ağlayarak topuğunu kıçına vura vura kaçtın mı?’’

Hiç oralı olmadı. ‘’Yok ya,’’ dedi elmayı ısırdığı için boğuk çıkan sesiyle. ‘’Ödedim.’’

‘’Tüh.’’ dedi Asir, iğnelemeyle. Sırtı hala bize dönük poşetten meyve çıkartıp tezgaha yerleştirirken konuştu. ‘’Karşında Yağmur olsa salya sümüktün ama.’’ Masaya doğru ilerleyip sandalyeyi çektikten sonra otururken ‘’Ne oluyor?’’ dedim. Mehir burun kıvırdı, ‘’Beni sevmiyor ve bunu ifade etmekten bir an olsun çekinmiyor.’’

‘’Yakala.’’

Önümden gelen sesle başım aniden o tarafa döndü, havada bana doğru uçan elmayı kısa sürede görüp yakaladım. Avcuma çarpan sertlik kemiklerimi acıtsa da Asir kaşlarını takdirle kaldırıp sırtını bana dönerken; İblis, ‘’Refleksleri hızlıdır benim kızımın.’’ dedi gururlu bir tebessümle, arkasına gerine gerine yaslanarak.

Elmadan bir ısırık koparıp çiğnerken dilime yayılan ekşilik gözümün tekini kısmama neden oldu, sonra suratım düzeldi ve elmadan bir ısırık daha kopardım. Ekşi elmaları seviyordum, elimdeki sulu, sert ve ekşiydi. Isırdığım beyaz yere bakarken, ‘’Karşılıklı, değil mi?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak.

Sesim boğuk çıkmıştı ama anladı. Elalarını irice açtı, ‘’Tabii ki!’’ dedi, yöneltilen bu soru ona ihanetmiş gibi. Bu tepkiyi vereceğini bildiğimden gülümsedim. Asir birden duraksadığında arka planda duyduğum poşetin hışırtısı da kesildi. ‘’Dur bir…’’ dedi ve sırtını tezgaha doğru dönüp kalçasını tezgahın kenarına yasladı. Kaşlarını çatarak Mehir’e bakarken, ‘’Kami?’’ dedi sorgularcasına.

Mehir’in gözleri şüphelenmeme yetecek kadar yuvalarında döndü ve Asir’e bakmaktan çekindi. Yine de boğazından, ‘’Hım?’’ dedi. Elmadan tekrar büyük bir ısırık koparıp çiğnemeye başladım, ağzımda giderek ufalanan elmanın tadı damağımda yayıldı. ‘’Ben sana bilerek eksik para verdim, hani belki seni orada pataklarlar ya da sen ağlayarak kaçarsın diye.’’ dediğinde söylediklerine gülsem mi ağlasam mı bilemediğim noktada, inanamayarak ciddi suratına baktım. Yutkunduğumda elma boğazımdan kaydı.

İblis benim yerime ‘’Ne?’’ dedi ama sonradan keyifle güldü. ‘’Ne yaptın?’’

Mehir gözlerini kıstı ve ona doğru usulca döndü; ‘’Ee?’’ dedi baygın baygın bakarak.

‘’Sen bunları nasıl ödedin? Liste tam.’’ dedi kaşlarını çatarak, şüpheyle.

‘’Bedel ödemek ve ödetmek zorunda kaldım.’’ İnce, zarif parmaklarının arasında tuttuğu elmadan büyük bir ısırık kopardı ve çiğnedikçe çiğnedi; şakağı her hareketinde oynayıp durdu.

Sert, kalın sesiyle, ‘’Ne bedeli?’’

Mehir yutkundu ama bu gerginlikten değil, elmayı yuttuğundandı. ‘’Sen bana eksik para verince, e ben de tezgahta bunu anlayınca, şey yaptım…’’ dedi düşünürmüş gibi. Asir kaşlarını çatıp suratına bakarken, Mehir oralı olmadan tüm ifadesizliğiyle devam etti.

Yaramazlık yapan küçük çocuk misali sırıttı, ‘’Hipnoz.’’

Asir sabır dilercesine gözlerini usulca kapatıp araladı. Hoşnutsuzluğunu göstermekten çekinmeyen ifadesiyle, ‘’Ne?’’ dedi daha sonra. Olayı anlayamayan biz, onlara alık alık bakarken Mehir tek omzunu silkti. Havada duran eli elmayı rahatlıkla tutuyordu, bir ısırık aldıktan sonra onu çiğnemeden devam etti. ‘’İnsanları hipnoz ettim. Listenin her şeyini aldım ama eksik parayı senden alacaklarını söyledim.’’

Tek kaşını kaldırarak, ‘’Sadece bu kadar mı?’’ dedi, temkinle.

‘’Evet.’’ dedi Mehir, ağzına aldığı ısırığı çiğnerken.

Asir’in rahatlayan omuzları gevşedi, ‘’Bir şey değilmiş. Yarın gider öderim, ne var?’’ Elmamdan son kez ısırık alıp sonunda iskeletini gördüm, avcumda tutarak ayağa kalkarken bir yandan elmamı çiğniyordum. Tezgahın altında duran kapağı açarak çöp kovasının içine iskeleti attıktan sonra kapağı tekrar kapattım ve arkama dönerek tekrar sandalyeye ilerledim.

Bir süre bunları yaparken Asir’in bakışları üstümde toplanmıştı. Mehir’se oralı olmadan elmasından küçük ısırıklar almaya devam ediyordu. Sanki onunla ağzıyla oynuyordu. Sandalyeme oturur oturmaz kapı zili çaldı, hepimizin bakışları mutfak kapısına doğru yöneldi. Ardından senkronize şekilde kıza doğru döndük.

Mehir bıyık altı gülümserken kıstığım gözlerim ona odaklandı. İblis’inse dudaklarında biraz sonra eğleneceğini haber eden ufak bir tebessüm vardı; ima dolu gözleri Mehir’e çevriliydi. Kapı zili evi inletip yankılanarak kayboldu. İnce, yay gibi duran kaşlarını havaya kaldırdığında alnında tek bir kırışıklık görmedim. ‘’Ha…’’ dedi, aklına son bir şey gelmiş gibi. ‘’Onlara bir saat içinde buraya gelirlerse üç katını ödeyeceğini, gelemezlerse de parayı asla alamayacaklarını da söylemiştim.’’

Kapı açılmayınca dış kapıda çurçuruna koptu; kızgın insanların bağırışları Yeraltı Tapınağı’nda yankılanırken Asir’in Mehir’i boğma isteği baş göstermiş olmalı ki ona doğru adım attı, sonra ona çok yaklaşmadan aniden durdu.

Burnundan sabredercesine bir nefes çekip, ‘’Üç…’’ dedi kalbine inercesine fısıldarken. Ardından güç toplamış gibi sesi yükseldi. ‘’Üç katı mı?’’ Mehir de mimik oynamazken, ani bağırışından dolayı kalbim yerinden fırlayacak sandım. Mutfak dolaplarına kadar sinen bağırışından sonra dişlerinin arasından adeta tısladı. ‘’Bu çok değil mi, bu kadar şeye?’’

Kolunun kenarından görebildiğim tezgahtaki tek poşete takıldı gözüm, kaldı ki şimdi boş olan poşet ağzına kadar bile dolmamıştı çünkü tezgahta sadece bir kilo elma ve portakal; bir yoğurt ve süt; birkaç çikolata bulunuyordu.

Mehir oralı olmadan, gözlerinin içine baka baka elmasından ısırdı. Rahat rahat çiğnerken, şaka olup olmadığından emin olamadığım anda sadece sessizlik içinde onu seyrettik. Yutkunduktan sonra arkasına yaslanıp sesini masum bir çocuğunki kadar inceltti ama harfleri normal şekilde ustaca döndürdü; gözleri bendeydi.

‘’İnsanların parayı ne kadar çok sevdiğini yakın zamanda öğrendim…’’ dedi. Başını hafif açıyla kaldırıp Asir’in kızgın boğayı andıran ifadesine sinir bozan bir rahatlıkla baktı; ‘’…ama hesaplamayı öğrenemedim.’’ diye devam etti, sesine gömülen ince bir alayla.

İblis son cümlesinde patlayıp kahkaha atarken, ben gülemeyecek kadar şaşkındım. Asir’in kendi içinde döndürdüğü savaş nidalarını duyuyordum, kıza bakarken sakin görünse de içinde fırtınalar kopuyordu. Kapı hışımla çalıp bağırışlar yükselmeye başladığında çenesini yukarı doğru kaldırdı ve sakinleşmek adına gözlerini tavana dikti. Mehir bıyık altı gülümseyip masanın üstüne koyduğu elini kaldırıp elmayı tekrar dudaklarına götürdü ve tebessümünü onunla saklayıp sildi.

Asir hiçbir şey söylemeden bize arkasını dönüp mutfaktan çıkarken, Mehir’in masanın üstüne bakan gözlerine manidar bir bakış fırlattım. Bazen bunlar gerçekten düşman mıydı yoksa iki eski dostların birbirine uyguladığı eşek şakalarıyla mı iletişim kuruyorlardı emin olamıyordum.

Mutfak kapısından sinsice içeri sızan rüzgarı kolayca hissettim. Gür ses içeriden geldi, ‘’Kesin lan!’’ Bir süre sessizlik olduktan sonra itiraz sesleri yükselmeye başladı; ‘’Buraya boşuna mı geldik?’’ ‘’Nerede param?’’ Farklı ses tonlarına bakacak olursam üç beş kişi vardı emindim. Asir her kafadan çıkan sesi bastıran gür sesiyle, ‘’Vereceğim, vereceğim!’’ Daha sonra, ‘’Üstüme gelme, çakarım yumruğu yüzüne!’’ diye bağırdı birine.

İblis orada dönen karmaşayı duydukça keyifleniyor, keyiflendikçe gülüyordu. Mehir’e aynı manidar dolu ifadeyle bakarken, sonunda bakışlarını masadan kaldırıp ela harelerini suratıma dikti fakat oralı olmadan, gözlerimin içine keyifle bakıp elmasından son bir ısırık aldı.

‘’Öyle bakma,’’ dedi kaşlarını çatıp, bir yandan da dudağının kenarını kıvırırken. ‘’Ona karşı güç kullansam bu yetersiz gelebilir ama zekâmla rahatlıkla başını ağrıtabilirim.’’ Arkada duyulan kargaşalardan geriye fazla bir şey kalmadı, yine de insanlar çoktan onun başını ağrıtmıştı. Gülümsedi ve sivri çenesinin ucuyla mutfak kapısını işaret ederken, ‘’Bu da bana yeter.’’ dedi, keyifle fısıldayarak.

İblis büyülenmiş gözlerle kıza bakarken, elinde tuttuğu kadehi kenara koyduktan sonra iki elini de birbirine usulca çarpıp durdu. Git gide hızlanan tok sesler odada yankılanırken başını iki yana sallıyor, bir yandan da alkış tutmaya devam ediyordu. Aniden alkışı sonlandırdı, sonra tekrar kadehini eline alırken arkasına yaslandı ve ‘’Bu kızı sevmeye başladım bak!’’ dedi, büyük bir keyifle. ‘’Düşmanlar ortaksa, en güvenilmez kişi bile dostum olur.’’

Kapı sonunda sertçe çarpıldı ve yarım bedenimde hissettiğim rüzgarın nefesi kesildi. Asir tekrar mutfağa girdi, ‘’Ölmek mi istiyorsun lan Kami?’’ Asabiyetle sorduğu soru İblis’i keyiflice güldürürken; Mehir’in sahteden şaşırmasına neden oldu. ‘’Aa,’’ dedi dudaklarından, imayla.

Şaşkınlığından sıyrılan keskin bakışları ela gözlerini daha çekici kıldı, ‘’Sen eksik para verip benim arkamdan türlü türlü planlar çevirirken iyi? Saflığımı kullanırken iyi?’’ dedi, dişlerinin arasından bastıra bastıra.

Tıslarcasına sorduğu sorularla sessiz kalarak kaşlarımın altından, dişlerini birbirine geçirdiğinden çenesi kasılan ve gözlerinin içine bakarak ne diyeceğini bir an düşünen adama baktım. Bir şey bulamamış gibi göğsünü şişirip indiren nefesini koyuverdi ve tezgaha yaklaşarak kalçasını kenarına yasladı. Konu böylelikle tatlılıkla kapandı.

Yine de ikisi de birbirine öldürücü bakışlarından atmaya devam ediyordu; sessizliğin içinde dönen gürültülü kaosa dayanamadan gülümsedim. ‘’Neyse,’’ dedim ikisinin de dikkatlerini üstümde toplarken; şaşırtıcı olansa, birbirlerinin suratlarına baktıklarında öldürücü etki, bana geldiğinde ikisinde de tuzla buz olmuştu. ‘’Ben uyumaya gidiyorum.’’

Asir başını salladı, Mehir de onaylar şekilde mırıldandı. ‘’Kavga etmeyin.’’ Son kez uyarımı yaparak ikisine de imalı bakışlar fırlattım; söz vermediler ama güven verircesine baş salladılar. Son kez Asir’e bakış atıp, ‘’Güzel.’’ dedim fısıldayarak ve mutfaktan dışarı çıkarken başımı iki yana salladım.

Sola saparak merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladığımda İblis sessizliğine çoktan gömülmüştü. ‘’Ben de uyuyacağım.’’ dedi ve ben bir şey söylemeden kapıyı suratıma çarpıp kayboldu. Sanki kapının kenarlarını buz tutmuş gibi hissettiren siyah dumanları, o kapıyı kapatır kapatmaz çevresinden sızarak duvarları çepeçevre sardı.

Tırtıklı hol ayak tabanlarıma kısa süre battıktan sonra odama girdim ve kapıyı arkamdan kapattım. Yatağa doğru ilerlerken üstümü kolaçan ettim, ardından uzun koltuğun üstünde duran poşet gözüme takıldı. Gecelik almış mıydım? Poşete uzanıp içini kolaçan ederken pijamaya dair bir şey bulamadığımdan ve üşüdüğümden yine üstümle yatacaktım.

Asir’i yine ikna etmeliydim, bu sefer düzgün bir alışveriş yapmak zorundaydım.

Poşeti olduğu yerde bırakıp yorganı kaldırarak içine girdim lakin gözüme tek bir uyku damlası bile girmedi. Yorganı üstüme örttükten sonra sırtımı yatak başlığına dayadım; omzumdaki sargılı yara kendi belli edercesine sızladı. Umursamadım.

Pencereden dışarı bakarken karanlık orman buradan daha ürkütücü görünüyordu. Geceleri hiç bu kadar derin ve odaklanmış halde ormanı seyretmemiştim. Naenia’nın ormanı, geldiğim yerden farklı değildi ama burası sanki derinlerinde hayalet süzülüyormuş gibi bir imaj veriyordu.

Bazen geldiğim yeri düşünmeden edemiyordum. Orada da mutlu bir hayatım olmamıştı; arkadaşlarıma bağlı biri değildim onlarla sadece yalnız olmamak için takılıyordum. Nilüfer… Zaten onunla aramızda o kadar güçlü bir bağ yoktu. Beni buraya gözü kapalı yollamıştı.

Ben o yağmurlu gecede, bir yetimhane kapısına beşikle beraber yalnızlığa terk edilen kişiydim. Tanrı’nın insanlara verdiği en acı duygusu buydu. Dünyadaki herkesin bir gün cebelleşeceği bir acı; bazense dünyaca tanınmana sağlayacak bir armağan.

Benim içinse yalnızlık acının görünmeyen yüzlerinden biriydi, gündüzleri ne kadar güçlü bir kişiymişim gibi dursam da içimde kendimi o kadar güçlü hissetmiyordum. Geceleri batan Güneş gibi tüm kibrimi İblis’imin ellerine teslim ediyor ve aradan öylece sıyrılıp yatağın içine giriyordum.

Göğsümü parçalayan keskin neşterin ağzından damlayan kan kalbimden gelmiyordu, zihnimden geliyordu. Bedenen değil, ruhen acı çekiyordum ve bunu durduramıyordum. Ben de kan kaybeden ruhumu görmezden gelmeye çalıştım, sonra o kan bedenime sızmaya başladı ve olduğumdan daha farklı görünmeye başladım.

Soğuk, bencil ve kibirli. Geldiğim yerde böyle biriydim. Akşın’ın benimle gezmek için çırpınması, Burak’ın ruh halimi değiştirecek olan şakaları; Alçin’in kafamı dağıtmak istediği için benimle sabah akşam konuşup durması bile değişen ruhumu eskiye döndüremedi.

Onlar kendi aralarında bir küme oluşturmuşlar, ben de o kümeye parazit gibi dahil olmuştum sanki. Kimseye bağlı hissetmiyordum, olduğum yere bile bağlı hissetmiyordum. Ben oradayken yalnızlık hastalığına kapılmıştım; ruhum küf ve rutubet kokmaya başlamıştı.

Oysaki Naenia farklı bir yer miydi? Benim aklımı karıştıracak, ruhumu belirli bir merkeze çekip onu orada döndürecek kadar farklı bir yer miydi? Neden geldiğim yerdeki benden farklı davranmaya başlamıştım? Buradaki insanlar benim için tehlikeliydi, kimseye yine güvenemezdim ama burada neden geldiğim yerden daha rahat ve güvende hissediyordum?

Korktuğum soruların cevaplarından da korkuyordum. Buradan eninde sonunda ayrılacak olan ben, buraya gereğinden fazla bağlanmaya başlamıştım. Sorular aklımda küme halinde dönüp duruyordu fakat onların arasına dalıp hiçbirine cevap verecek cesareti içimde bulamıyordum. Kaçıyordum.

Bana yakışanı yapıyor, sadece kaçıyordum.

Pencereye düşen damla, düşüncelerimi dağıttı. Kaç dakika geçmişti? Yağmur damlası tek tek cama çarptı ve ince bir çizgi bıraktı. Başımı sola doğru yatırıp damlaları seyrettim. Karanlık odadaki tek ışık, devasa aydan geliyordu. Kanlı Ay yüzüme doğru çarpıyor, odaya loş bir ışık bırakıyordu.

Yağmur kısa sürede şiddetini arttırdı ve şimşek gürültüyle gökte mavi ışık bırakarak kayboldu. Şimşeğin ışığı yüzüme, oradan çarşafa doğru düştü ve ikimizden de sıyrılıp karanlığa karıştı. Gökten, sanki şimşeğin kendi eliyle tuttuğu kılıcını göğe saplamışlar da o da bağrından feryat koparmış gibi ses yükseldi.

İblis’in derin içli nefesini duydum, gözleri yarı kapalı yarı açık bana bakıyordu. ‘’Neden uyumadın?’’

‘’Uyku tutmuyor.’’

‘’O kadar koştuktan sonra mı?’’ dedi, suratındaki tuhaf ifadeyle beni süzerek. Gözlerini benden çekerek cama doğru dönerken, ‘’Vay be.’’ dedi, mırıldanıp.

Pencereye çarpan damlalar artık dışarıyı görmeme engel olurken sırtımı yasladığım yerden ayırıp yatağın içinde kaydım. Yorganı üstüme çekerken omzum sızladı. Gözüme tek bir uyku damlası bile girmediğinden tavanı seyretmeye başladım. Saçlarım, yastığımdan taşarak etrafa yayılmıştı.

‘’Van kedisi seni,’’ dedi İblis sahteden gülümseyip.

‘’Bana şöyle seslenme dedim.’’ dedim sinirimi bozduğunu belli eden gülümsememle. ‘’Ölmek istemiyorsan.’’

Kaşlarını yukarı kaldırsa da suratından alay okunuyordu. ‘’Demek öyle…’’ dedi mekanik sesiyle. Tehdidimi ciddiye almasa da sessizliğini koruyacağını sandığım kısa süre sonra, çocuk gibi başını iki yana sallarken ‘’Van kedisi, Van kedisi!’’ dedi alayla. Suratına dik dik baktım ama sırıtışı, karanlığın arasında parlayan yarım ay gibi ortaya çıktığında dilimi damağıma çarpıp önüme döndüm. Bıyık altı gülüyordum.

‘’Ne, ne?’’ dedi, burun kıvırarak. ‘’Kuzu olmayayım, Van kedisi olmayayım! Ne olacaksın?’’

Düşünürmüş gibi yaptım, ‘’İnsan mı?’’ Yüzünü buruşturdu, sonra kıstığı gözleriyle beni baştan aşağı süzdükten sonra, ‘’Bunun için çok geç kaldın.’’ dedi mırın kırın ederken. Gözlerimi devirdim, ‘’Gıcıksın.’’

Buna herhangi bir cevap vermedi ama, ‘’Beni çekmek istemiyorsan, uyu.’’ dedi, karşılık olarak.

Hızlanan yağmurun sesini dinleyerek; inatla kirpiklerimin arasına girmeyen uykuyla gözlerimi kırpıştırarak tavana bakmaya devam ettiğimde, başını iki yana sallarken kadehinden yudumladı. Yorulduğu belli oluyordu ama beni bırakmak istemiyordu. ‘’Dışarıyı özlüyor musun İblis?’’ dedim aniden.

Düşünmedi. ‘’Hayır.’’

‘’Hızlı oldu,’’ dedim kaşlarımı çatarken. Kaşlarını belli belirsiz yukarı kaldırdığında bu onu tatlı gösterdi, gözlerini benden ayırmış pencereden dışarı bakıyordu. ‘’Toprak. Nereye gidersen git, hiçbir yere ait olmayacaksın ama nerede kalırsan kal, yine eski yerini özleyeceksin.’’ Yutkundu ve önemsizmiş gibi altın kadehinden yudumlarken, ‘’İnsanın doğası bu.’’ dedi kısaca.

‘’Çok havalıydı,’’ dedim ifadesiz tuttuğum suratımla. Samimiyetimi anlayıp başını sallarken, o da ifadesizlikle devam etti. ‘’Bana yakıştığı gibi.’’ Tüm ifadesizliğimi kullanarak hala soluk tavanı seyrederken, ‘’Sen iflah olmaz bir narsistsin, İblis.’’ Kadehinden yudumladı, ‘’Bana yakıştığı gibi.’’ dedi tekrar, tekdüze.

Yağmur sesi camda tok sesler bırakırken ve rüzgar evi dağıtırcasına uğuldarken; artık yorgan üstümde tatlı bir ağırlık vermeye başladı. Dayanamayan gözlerim bir açıldı, bir kapandı ve beynimde rastgele hayaller ve saçma sapan anılar dönüp durdu. Ardından karanlığa teslim oldum.

Bir ıslık sesi duyduğumda gözlerim aniden aralandı ve sırtımı hışımla doğrulttum. Ani hareketimle omzum sızlamaya başladı, dişlerimi birbirine geçirdim. Ne gördüğümü hatırlamıyordum ama terlere karışmış halde uyanmıştım; gözlerimi etrafta boş boş gezdirdikten sonra beynim, rahatlamam için odamda olduğunu söyleyip durdu. Gözlerimi usulca kapatıp sakinleşmeye çalıştım.

Islık sesi pencerenin dışından geliyordu, keskindi. Yağmur durmuştu. Şafak sökmek üzereydi ama hava hala karanlıktı. Başımı yana doğru çevirdiğimde cama yansıyan buz mavisi, kırmızı gözlerimi gördüm. Saçlarım dağınık duruyor, tenim ölü kadar soluk görünüyordu. Aldığım sık nefesler saniyeler sonra düzene girdiğinde yutkundum ve pencerenin kulpuna doğru uzandım.

Tok sesle pencereyi araladığımda bir hava akımı odaya doldu, önce burnuma ferah bir toprak kokusu doldu; saçlarım rüzgardan geriye doğru savruldu ve boğazımdan aşağı inen rüzgara ani yakalandığımdan bir an nefes alamadım. Tam pencereyi kapatacaktım ki ormanda yankılanan ıslığı yine duydum.

Kaşlarım çatıldı. Tüylerim diken diken olurken rüzgardan kaynaklandığını düşünüp pencereyi geri kapattım. Odanın sıcaklığı, bedenime hücum ettiğinde tenim karıncalanır gibi oldu. Sırtımdan akan sıcak ter ürpermeme neden oldu ve sanki yaralı omzum terimin sıcağından yanmaya başladı.

Yutkunarak geriye yaslanacaktım ama kalbim gümbür gümbür atmaya devam ediyordu, bir türlü sakinleşemiyordum.

Çukuru andıran hafızamın boşluklarına yarım yamalak anılar geliyordu ama onların hiçbirini yakalayamıyordum. Sonunda her şey karanlığa büründü, hafızamdaki o ince ipi tutamadım. Sırtımı geriye doğru yaslayacaktım ki ıslık, ormanın derinlerinden gelmeye devam etti.

Merak duygum küçük bir kabarcığa dönüştü ama içinde sanki bir ur vardı. Patlasa hızlıca yayılan parazit misali damarlarımı kolaçan edecek ve harekete geçmeme neden olacaktı; bunun da benim sonumu getireceğini hissediyordum. Kirpiklerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım, belki sıradan bir kuş ötüyordu. Şafak sökmek üzereydi. İblis’in siyah kapısı hala kapalıydı, dumanlarından oluşan saçaklar kapının çevresinden duvarlara doğru uzanıyordu.

Pencereme çarpan tok sesle gözlerim tekrar aralandı ve aniden o tarafa döndüm. Sivri gagasını cama çarpıp duruyor, karanlık gözlerini üstüme dikiyordu. Parlayan gözlerinin derinlerine baktım, tekrar gagasını cama doğru vurdu ve kanatlarını aralayıp uçtu. Ardından bir ıslık sesi daha duydum.

Sabahtan beri kuzgundan mı geliyordu bu ıslık?

Gözlerimi inanamayarak araladığımda sırtım tekrar dikleşti ve camdan dışarı bakmaya başladım. Önce yüzümün düştüğü camdaki yansımamı gördüm ama gözlerim dışarıya odaklandığında sadece ormandaki ağaçlar vardı. Evimize yakın, ağacın bir dalına konmuş kuzgunun kanatları aralandı ve gagası sanki savaş çığlığı atıyormuş gibi aralanarak öttü.

Baştan aşağı ürperdim ama kuştan gözlerimi alamadım. Bir kuzgun daha yanına tünerken sertçe yutkundum. Kirpiklerim titrekçe birbirine çarpıyor, onlara bakmaktan başka bir şey yapamıyordum. Islık sesi daha duyduğumda içimde büyüyen kabarcık artık bir balona dönüşmeye başladı.

Yorganın altından sıyrıldım, soğuk zemin ayak tabanımı ısırdı. Odamdan dışarı çıktığımda herhangi bir şey düşünmüyordum, sadece ıslığa gitmek isteyen tarafıma boyun eğiyordum. Holün tırtıklı halısında ilerleyip merdivenleri hiç ses çıkartmadan inmeyi başardım. Ayakkabılarımı giydikten sonra kapıyı araladığımda rüzgar terleyen bedenime çarptı ve baştan aşağı titredim.

Verandanın basamaklarından teker teker indim ve bahçedeki ağacın dalına baktım. Kuzgunlar bana dik dik baktıktan sonra patika aşağı uçmaya başladılar. Onları gözlerimle takip ediyordum ama karanlık olmasına rağmen, sanki beni beklediklerini haber eder gibi hiç onları kaçırmıyordum.

Patikadan aşağı inen ayaklarımı kontrol ettim ve hızlanmaya başladım. Kuşlara yetişmeye çalışırken arada sırada kesik kesik çarpan ıslığın sesini duyuyordum. Bacaklarım hızlandıkça hızlandı ve patikadan aşağı inerken rüzgar, yüzüme boğucu bir akımla çarptı.

Asir’in neden koşmama izin vermediğini şimdi anlıyordum, çünkü kolum her hareketimde ona hançer saplanıyormuş gibi acıyordu. Rüzgardan dolayı ağzımı aralayıp uğuldayan kulaklarımı rahatlattım. Kuzgunu kaçırırım diye hızlıca çıktığımdan kaban almamıştım ve şimdi bunun kötü bir fikir olduğunu düşünüyordum çünkü üşüyordum.

Yeraltı Tapınağı’na gideceğimi sandığım yolda ilerleyecektim ama kuş gökte feryat ederek dikkatimi çekti. Sol tarafa, patikadan tamamen sapacağım bir yola uçmaya başladı.

İçimde büyüyen merak duygusu hareket etmemi sağlarken; diğer yandan beynim tehlike sinyallerini çalmaya başlamıştı. İçimden bir ses devam etmememi söylerken, ben duygularımla hareket etmeye devam ediyordum. ‘’Ne oluyor, ne bu tantana?’’ dedi İblis, kapıyı aralayarak boğuk sesiyle.

Uykudan uyanmış çatallı sesi zihnime tırtıklı bir his bırakırken, tamamen ayıldığını belli eden şaşkın gözleriyle etrafı taradı. ‘’Nereye lan?’’ dedi aniden, kabaca. ‘’Islığa.’’ dedim sadece koşarken. Bir süre algılaması için kendine zaman tanıdı, ardından ‘’Hani şu, nereden geldiğini bilmediğimiz ve kimin çaldığından bihaber olduğumuz ıslığa?’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak.

Sessizlik aramızda dönüp durdu, sadece ayaklarımın altında ezilen toprağın sesini duyuyordum. Ağaçların arasından rahatlıkla geçerken rüzgarın saçlarımı geriye savuruşuna kapıldım, şimdi arkamda beni kovalayan bir sürü yoktu ama yine de bir yanım tehlikede hissediyordu.

‘’Ne bokuma…’’ dedi kalın sesi sonlara doğru incelerek kaybolurken ve ardından ağzının içinde uzun bir küfür çevirdi. ‘’Bana manyak bir kuşu takip edip koştuğunu söyleme!’’ Göğe bakış atıp, ‘’Şafak vakti!’’ dedi bağırarak, eklerken.

‘’Evet!’’ dedim bağırarak, koştururken. Ciğerlerimdeki hava bana yetmedi ve nefes nefese kaldım; sanki sonlara doğru sesim içime doğru kaçtı fakat etrafta bağırtım yüzünden bir yankılanma olmuştu. İblis gözlerini irice açarak tepkimi seyrederken, ‘’Deliriyorum! Anladın mı?’’ dedim önüme bakarak, karanlığa saklanmış kuzgunu görmeye çalışıyordum bir yandan da.

Sık ağaçların arasından geçip dururken hiçbir yere takılmıyordum. Bu kuşlara hala güvenemeyeceğimi biliyordum, beni nereye götürdüklerini bile bilmeden onların peşine takılmam onlara tamamen güvendiğim anlamına gelmiyordu. Yoksa geliyor muydu?

‘’Deliriyor musun?’’ dedi, fısıldayarak.

‘’Islık sanki beynimin içine giriyor,’’ dedim sakince, ‘’Matkapla deliyorlarmış gibi…’’ Islığın bana eziyet ettiğini haber veren sesim ağlamaklı, fısıltı dolu çıktı. Sustu ve çevreyi incelemeye başladı.

Bir süre sonra beni oldukça büyük bir meydana çıkarttı. Sık ağaçları geride bırakmıştık, meydan oldukça genişti ve büyük bir daireyi andırıyordu. Hayali çemberin çizgilerini görür gibiydim, etraflarında ağaçlar vardı. Burası bana tanıdık geliyordu ama zihnimdeki bir köşe isle kaplıydı ve bu tanıdık his sanki o isin altına gömülmüştü.

İblis artık sakindi. ‘’Kuzgun kayboldu.’’ dedi fısıldayarak, ‘’Ama bizi nereye getirdi?’’

Bacaklarımdaki yanma hissine aldırış etmeden durdum ve boğazımdan yükselen arsızca nefeslerimi düzenlemeye çalıştım. Göğsüm inip kalkıyor ve sırtımdan akan ter beni bunaltıyordu. Sırılsıklam olmuştum, terler saçlarımın uçlarını derime yapıştırmıştı. Rahatsız hissetsem de meydanın ortasına doğru yürüdüm, ayaklarımın altındaki ince samana benzeyen otlar aslında çimendi.

Sarı çimenleri ezerken hışırtılar kulaklarıma çarpıyordu, rüzgar kesik kesik etrafımı sarıp kulaklarımı uğuldatıyor ve terleyen bedenime bir armağan gibi sunuluyordu. Aldığım sık nefesler ardından büyük bir nefes dudaklarımdan döküldü ve başımı sağa sola çevirip boş meydana bakınmaya devam ettim.

Göğe bir turuncu ve hafiften bir kızıllık hakim olduğunda şafağın sökülmeye başladığını fark etmem zaman almadı. Sarı çimenlerin üstüne doğru hafifçe aydınlık yayılmaya başlamıştı. Yutkundum ve ılık meltemin hüküm sürdüğü alanın tam ortasına ilerlemeye başladım.

Etrafıma boş boş bakınırken aniden küçük bir karaltı görüş alanıma girdi. Birkaç metre önümde, yere tünemiş hayvana baktığımda yutkundum. Hareket etmedi, sağa sola çevirdiği kafasını oynatıp bana yandan yandan bakıyordu. Ben de hareket etmedim, ondan gözlerimi ayırmadım.

Bir süre sonra dikkatlice bana doğru yürürken gergin şekilde yutkundum. Yine de hareket etmedim.

İblis bir ona bir bana baktı; dumanlı gözlerini saran endişeyi somut şekilde görebiliyordum. Kuzgun bana doğru yaklaşırken gözlerimin önünden sanki kesik kesik anılar geçti ama onların hiçbirini tamamen yakalayamadım. ‘’Gözlerine dikkatle bakma…’’ dedi İblis ama çok geçti.

Saplanıp kalmıştım, uzun görünmeyen bir ip bakışlarımızı birbirine bağlamıştı ve benim o ipi kesecek makasımın keskin tarafı kördü. Gözlerimin önünden geçen herhangi bir anı, kuzgunun karanlık gözlerine tutunmuş gibiydi ve ben o anıyı onun gözlerinde yakaladım.

Etrafımda görünmez bir tabakadan oluşan duvar varmış da o duvar çekilip büyük bir rüzgarı üstüme göndermiş gibi oldu. Uğultu kulaklarımda zonklamaya başladığında yutkundum ve bir adım geri çekildim ama kuzgun beni takip ederek üstüme geldi. Uçları birbirine bağlanmış labirentimin koridorlarından kesik bir ses duydum. ‘’Bak!’’ demişti, küçük bir çocuk.

O ses öyle keskin ve kesik yükselmişti ki başıma ağrı saplandı. Gözlerimi aniden sımsıkı yumarak elimin avuç kısmını şakağıma bastırdım, ‘’Anne!’’ dedi tekrar aynı ses. Başım dönmeye başladı ve geriye sendeledim. ‘’Toprak, bana bak. Beni dinle.’’ dedi İblis ama sesi kesik kesik geldi, sanki parazit gibi.

Koridorun en sonunda kısa ama boyu yüzünden ona uzun gelen beyaz bir elbise giymiş kız çocuğu gördüm. Siyah saçları beline doğru sarkmış ama küçük suratının kenarlarını da kapatan, buz mavisi-kızıl gözlerinde hiç görmediğim sımsıcak bir parıltının ev sahipliği yaptığı küçük bir kız çocuğu gördüm.

Elini kaldırıp, sanki beni görüyormuş gibi bana doğrulttu. ‘’Anne!’’ dedi büyük bir sırıtışla, minik dişlerini göstererek. Koridorlar saplandıkları yerden gürültüyle kalkmaya başladı ve onların yerine kökünü toprağa saplamış ağaçlar geldi. Küçük kız dikilmiyordu, bir dere kenarında büyük bir ağacın altında oturuyordu. Bacaklarını uzatmış, başını hafifçe önüne eğmişti.

‘’Gördün mü? Kuş beni seviyor.’’ dedi sevecen bir tavırla. Tepesinde dikilen, solgunmuş gibi duran beyaz tenine geçirdiği cüretkar, uzun kırmızı elbiseli kadın kız çocuğuna bakıyordu. Onun da siyah saçları beline doğru sarkıyordu ama suratını göremiyordum. Tam önümde olmasına rağmen. Suratı buluğdu, sanki mozaik bir cam gibiydi.

Bedeni zayıf olmasına rağmen hareketleri oldukça zarifti. Kadın yüzünü görmesem de, her hareketiyle bir Kraliçe’yi andırıyordu.

‘’Ne zaman vazgeçeceksin?’’ dedi kadın, buz gibi sesiyle. ‘’Onlara yüz verme, buraya gelme dedim. Duydun mu beni?’’

Kız çocuğu oralı olmuşa benzemedi, başını hafifçe öne eğmiş yanına konan siyah kuşun başını okşuyordu. ‘’Ama anne…’’ dedi mırıltılar bırakarak, hala sevecen tavrını koruyordu. ‘’Çok tatlı değil mi?’’ Oldukça ürkütücü duran kuşa dokundu bakışlarım, siyah kanatları öldürücü güçte parlıyorken başını itaat edercesine kızın hareketsiz duran küçük avcuna dayamış ve onu tekrar sevmesini beklemeye başlamıştı.

‘’Tatlı değil. Çirkin.’’ dedi annesi, kızgın bir tavırla.

Kuzgun, kızın tekrar hareket eden küçük elinin altında sanki mayışıyordu. ‘’Yeter bu kadar,’’ dedi buz gibi ses. ‘’Elbisen kirlenecek, ayağa kalk ve gidelim.’’ Küçük kızın boğazından itiraz dolu mırıltılar koptu. Sol tarafı buz mavisi, sağ tarafı kızıl olan gözlerini kaldırdığında o anının içinde irkildim.

Beni görmüyordu. Beni kimse görmüyordu. Sadece başını yukarı doğru kaldırmış, annesine bakıyordu. Kaşlarının uçlarını yukarı kaldırarak yalvardı. ‘’Lütfen biraz daha kalalım.’’ Bakışlarını aşağı indirdi ve kuşun kanatlarını narince sevmeye devam etti. ‘’Onu yanımızda götürsek mi?’’

Kadın pes edercesine nefes bıraktı, ‘’Benim sinirlerimi bozuyorsun!’’ dedi narin sesine tezat düşen kaba tavrıyla. Tüylerim diken diken olduğunda annesinin suratını görmediğimden küçük kızın suratına odaklandım, bakışları yaşına yakışmayacak şekilde donuklaşsa da dudaklarındaki zayıf gülümsemeyi bir an olsun bırakmıyordu.

Çevreyi saran tanıdık bir hissi kucakladım. O his küçük bedenden yayılıyordu. Kuşu seven parmakları hareketi kesti ama sonra tekrar devam etti. ‘’Götürmeyelim mi?’’

Annesi, inadından bıkmış gibi açıklama yaptı. ‘’O hayvan pis. Baksana, kanatları ne kadar kirli.’’ Hayvanın kanatları kirli değildi. Küçük kız çocuğunu kandırmak üzere kurulan aldatıcı bir cümleden ibaretti.

Tatlı sesiyle, ‘’Yıkasak?’’ dedi kız çocuğu, sanki az önce defalarca kez yalvarmamış gibi tekrar yalvararak.

Annesinin buz kalıbına benzeyen ses tonu gram değişmedi, o kadar sevgisizdi ki içten içe şaşırmıştım. Suratını görseydim ve gözleriyle karşı karşıya gelseydim, beni bir taşa çevireceğinden emindim. ‘’Yıkasan da bir şey değişmez. Kötülük tüylerine bulaşmış, değiştiremezsin.’’

Ağaçlar sarsılmaya başladı ve toprak sanki ayaklarımın altından kaymaya başladı; son kez küçük kızın suratına baktığımda artık kuşu sevmiyordu ve gözleri annesinde değildi. Bendeydi. Dudaklarındaki o hüzünlü tebessümle. Gözümden akan yaş yanağıma devrildi ve başıma keskin bir ağrı saplandı.

Dayanamayarak gözlerimi araladığımda hala beynim o anıdaydı ama bedenim şimdiki andaydı. Sayfaların hışırtılı seslerini zihnimde duyabiliyordum ama onları artık göremiyor, dokunamıyordum.

Gerçeklikte kendimi inlerken buldum. Acı çeken köpek yavrusu gibi inliyordum, göğsümün tam ortasına batan kıymığı söküp atacakmış gibi avcum tam sol yerime basıyordu; nefes nefese tam çömelecektim ki biri kolumu tuttu ve beni yarım ay çizdirerek kendine doğru çekti. Kesik rüzgarın ardından burnuma dayanan sert doku kalın bir kumaşı andırdı. Belime dolanan kuvvetli kolla gerçeklik daha net ortaya çıkmaya başladı. Kulaklarımdaki kesik uğultularla beraber nefes alamadım.

‘’Le’a…’’ dedi mırıltılı şekilde, belki de hayalimin ürünüydü zihnim hala kendini toparlamış değildi.

O sesin zihnimden mi yoksa gerçeklikten mi geldiğini çözemediğim anda, bacaklarım beni taşıyamaz hale geldi ama onun yerine kuvvetli duran kol beni tuttu. ‘’Şş,’’ dedi eli başımın arkasına gömülürken. Hıçkırdım ve sulanan gözlerimi kırpıştırarak yarınlar yokmuşçasına ağlamaya başladım. Yanaklarıma devrilen sıcak gözyaşlarının yerini yenisi alıyordu.

‘’Ben buradayım. Rea. Duydun mu?’’ Kulağıma fısıldayarak çarpan birkaç cümle duyuyor ama onlara cevap veremiyordum.

Neden ağladığımı bile bilmiyordum, sanki yüreğimi tamamlayan bir parçayı yerinden söküp almışlar da orada hiç kapanmayan bir boşluk oluşmuştu. Boşluğa ne atarsam atayım sadece yutacak gibi duruyordu, o boşluk kapanmayacaktı. Düşüncelerim şiddetlice suratıma çarpıp dururken ağlamam şiddetlendi.

İblis acıyla yutkundu ve dumanlı suratının ardına saklanmış gözlerinin kızardığını fark ettim. Göz göze geldiğimizde aniden bakışlarını benden ayırdı ve çevresine bakınmaya başladı. Başımın arkasındaki el hareket etmeye başladığında burnuma tanıdık bir koku çarptı, Asir’in kokusu.

O zaman gerçekliğin acı tadını tamamen tattığımı hissettim. Ağzımdan hiç gitmeyen acımtırak bir tat birikti ve damağımın her köşesine yayıldı. Sakinleşmeye çalışırken onun kokusu bana yardım ediyordu. İki yanımda sarkan kollarımı havaya doğru kaldırıp geniş sırtına doğru yerleştirdim ve küçük ellerimi yumruk yaparak kazağını avuçladım. Ellerim sırtında kavuşmuyordu.

İç çekerek sakinleşmeye çalışırken sulanmaktan görüş alanımın buğulandığı gözlerimi kırpıştırdım. Kirpiklerimin arasından hala sessizce gözyaşları düşüyordu, bir türlü ağlayışımı durduramasam da önceki gibi sarsılarak ağlamayı kesmiştim. Başımın arkasındaki eli yumuşakça kayıp duruyor ve kulağıma fısıldayarak yanımda olduğuna dair bir şeyler söylemeye devam ediyordu.

Neden bu kadar etkilendiğimi bilmiyordum ama düşündükçe daha çok ağlayasım geliyordu. Bir anının beni parçalayacağını bilmiyordum, öğrenmiştim ama bu şekilde öğrenmeyi istemezdim. Yutkunduğumda acımtırak tat kendini belli etti. Boğazımdaki ateş topunu andıran yumru yutkunduğumda boğazımı ağrıttı.

Hafifçe geri çekilen Asir’in bedenini bırakmak istemesem de bıraktım, kollarım tekrar iki yana ölü gibi düştüler. O benden ayrılmadı, hala sanki yere yığılacağım korkusuyla beni tutuyor gibiydi. Güneş kendini belli edercesine suratının her yerine çarpmış, kestane rengi saçlarını bir ton açmıştı. Sarı çimenler etrafımızda altın kırıntıları misali parlıyordu. Bir şey sormadan sadece sulu gözlerime baktı, yutkundu.

Benden ayrıldığında boşluğa düşmüş gibi oldum ama koluna astığı ve daha yeni fark ettiğim kabanımı omuzlarıma bırakırken gözlerini benimkilerden ayırmadı. Omuzlarımı saran sıcaklıkla mayıştığımı sandım ama onun yerine ayakta dikilmeyi başardım.

Yakama doğru inen büyük elleri önüme baskı uyguluyordu, parmaklarını kabanımda sıktıkça sıktı; sanki bir şeyler söylemek istedi ama sessiz duran ifadesinde birikmiş gürültülü gözlerinden her şeyi duyduğumu hissettim. Bana sormaktan çekiniyordu, neler olduğunu anlatmamı bekliyordu ama ben istediğimde anlatmamı istiyordu. ‘’Rea,’’ dedi boğuk sesiyle.

Çenem titredi ama ağlamadım, onun yerine iç çekerek güneşin aydınlattığı kavruk tenine baktım.

Farklı bir aksanla, onun diline ve kalın sesine yakışacak bir tavırla fısıldadı. ‘’Mau viera vo’ur…’’ dedi iç çekerek, tekrar beni kendine çekerken. Gözümden düşen yaşla burnumu çekerken alnımı omzuna dayadım ve düşüncelerimi değil, hislerimi toplamaya çalıştım. İblis bana değil, çevreye bakıyor ve bizi sanki kendince yalnız bırakıyordu.

Burnumdan akan bir sıvıyla kaşlarım istemsizce çatıldı ve geriye çekildim. Başparmağımı burnuma götürerek sıvıyı sildikten sonra geri çektiğimde gözlerim gördüğüm şeyle irice açıldı.

Kana benzeyen sıvının rengi siyahtı. Asir’den geri çekildim ve akmaya devam eden burnumu yukarı kaldırdım, kanın metalik tadı damağımda yayıldığında yutkundum. Asir buna izin vermedi, başımın tepesine koyduğu elini bastırarak çenemi indirdi ve kaşlarını çatarak hiç de yumuşak olmayan ses tonuyla konuştu. ‘’Öldürmek mi istiyorsun kendini?’’

Pantolonun cebinden çıkarttığı mendili direkt burnuma götürürken ekledi. ‘’Temizdi.’’ Parmaklarının dokunuşunu mendilin üstünden bile hissederken hemen elimi, onun eli üstüne koydum ve mendili ben tuttum. Bir süre sessizlik içinde dururken ve ona elimde tuttuğum mendille bakarken; bu durum git gide gözüme komik gelmeye başladı.

Dudaklarımı birbirine bastırdım ama Asir tek gözünü şüpheyle kısıp suratıma baktığında dudaklarımdan kıkırtı yükseldi. Kaşları çatılsa da anlam veremediğindendi, buna rağmen dudaklarını haylaz bir tebessüm sarmıştı. Histerik kıkırtım git gide artmaya başladığında İblis’in alt dudağını ısırdıktan hemen sonra ‘’Kafayı yedi sonunda.’’ dediğini duydum.

Kıkırtım kahkahalara dönüştüğünde Asir’in de dudakları gülmemek için çırpınmaya başladı. İblis halimize aval aval bakıp ‘’İblisler aşkına,’’ derken Asir de dayanamayıp gülmeye başlamıştı. Bu sefer irkildi ve ikimize de tuhaf tuhaf bakmaya başladı; bu sefer her şeyi bırakıp onun tepkilerine gülmeye başladım.

Elimde mendil burnumu tutarken diğer yandan karnım kasılana kadar güldüm. Asir’le karşılıklı gülüştük ama onun neden güldüğünü bilmiyordum; bir süre sonra ikimiz de kıpkırmızı kesilen suratlarımızla susmayı başardık. ‘’Manyak oldu iki.’’ dedi İblis söylene söylene, gözlerini devirerek. Yine de söylense de, ruh halimin bu şekilde değişmesine sevindiğini içten içe biliyordum.

Sakinleştiğimde ve hiçbir şey artık gözüme komik gelmemeye başladığında dudaklarımdaki tebessüm, kağıdın üstünde bırakılan leke gibi kaldı. Oradaydı, tekrar başlayacakmış gibi gergindi ama samimiyetsizdi. Göze batıyordu. Karşımda duran adamın dudaklarında hüzünlü bir tebessüm vardı; gözleri suratıma bakıp her zerremi uzun uzun inceledi.

‘’Hadi gidelim.’’ dedi sonra, düşüncelerinden boğulmuş gibi bir sesle.

Yine de uzaklaşmadı. Yutkundum, burnumdaki akıntı bittiğinden mendili uzaklaştırdım ve burnumun altında kalan son kiri silerek cebime attım. ‘’Yıkayıp vereceğim.’’ Bir şey söylemeden önümden ilerlemeye başladı, uzun bacakları sebebiyle büyük adımlar atıyordu; sırtına baktığımda bu sahne beni onunla ilk tanıştığımız anlara götürdü.

Tekrar ormanda yürüyorduk, sadece ikimizdik. Şafak Vadisi’ne gidiyorduk; çok konuştuğumdan bana susmamı söylüyordu. Gözümde çok kibirli ve çokbilmiş biri canlanmıştı. Onu tanımaya başladıkça, kibirden daha çok otoriter ve gururlu bir insan olduğunu; çokbilmişten daha çok yaşına yakışan bilgili bir kişi olduğunu öğrendim. İnsanların onun hakkında konuştuklarının doğru olduğunu düşündüğüm kısa zamanlar, onu tanımaya başladığımda tam tersine dönüştü.

Öğrendim ve onu tanımaya başladıkça daha fazlasını merak etmeye başladım.

Hala merak ediyordum. Ruhundan düşen tek bir kırıntı göremiyordum; karanlık tarafı vardı ve bunu göstermekten çekinmiyordu. Ondan korkuyor muydum? Alışırdım ya da bunları görmeye alışmak zorundaydım. Öyle bir tavrı vardı ki zihnime bunları aşılıyordu. Yaptıklarından korkuyor muydum? Sorun yoktu, çünkü öyle bir hareketi oluyordu ki tekrar ona güvenmem için sebep veriyordu.

Sarı çimenlerden kurtulmak istercesine hızlı adımlar atan Asir, kahverengi toprağa bastığımızda yavaşladı. Adımlarına yetişemediğimden hızını düşüren adama o fark etmeden gülümsedim ve yanında yürümeye başladığımda çoktan dudaklarımdaki o sevimsiz ifadeyi sildim.

Kahverengi toprağı, yüksek ağacın dallarından düşen gölgeler süslüyordu. Onları es geçerek üstlerinde yürümeye başladığımızda o gölgeler yüzümüzde çizgiler bırakıp yok oldu. Meltem yüzüme usul usul çarptı ve ıslak yanaklarımı kuruttu. İçimde büyüyen huzursuzluğun uzayan kollarını kesmek istedim.

Aklım hala bulanıktı ve düşüncelerimi sağlıklı şekilde toplayamıyordum. Asir beni nasıl bulabilirdi? Bu kadar kolay? Az önce gördüğüm anı, ne ifade ediyordu? Kız çocuğunun gözleri benimkilerle aynıydı, belki de onu kendime benzetmemin sebebi buydu. Hayır, başkasının anısını görebilir miydim ki?

Kaynayan kazanı andıran beynimin içi düşüncelerimi yakarken, gözlerimi sakince kapatarak yürüdüm. Karanlığı gördüğümden huzursuz oldum ama İblis’in verdiği güvenden dolayı umursamadım; sorun şuydu onun da kafasının içi kalabalıktı ve bu yüzden ayağım takıldı. Tökezlerken gözlerimi kocaman araladım, bileğimi tutan sert parmaklar düşmeme engel oldu. ‘’Gözü kapalı yürüyor ya…’’ dedi mırıldanarak, alay ya da kinaye yaptığını anlayamadım.

Ona bakmadan yarım yamalak sırıttıktan sonra yürümeye devam ettim. Bir süre İblis’in karanlık gözleriyle bakışıp sakinleşmeyi denedim ama onlar da en az benim kadar dağılmış görünüyorlardı. ‘’Sen nasıl buldun beni?’’ dedim sessizlik uzun geldikten sonra. Ağlamaktan çatlamış sesim kulağıma rahatsızlık verdi, boğazımı yumuşakça temizleyip yapışan balgamdan kurtuldum.

‘’Ben seni bulurum.’’ dedi, rahatlıkla toprağa bakıyordu; sakin görünüyordu fakat aynı zamanda beyninde dönen düşüncelerin danslarını duyar gibi oluyordum. Kestane saçlarının üstüne güneşin ışıkları düştüğünden tonu hafifçe açılmıştı, diğer yandan ağacın düşen gölgeleri yüzünden yarı koyu duruyorlardı.

‘’Bir insan hiç yaşamadığı bir anı görür mü?’’

Durdu, durduğunda ben de tam yanında durdum ve profilini seyretmeye başladım. Gözlerini topraktan ayırdı ve karşı tarafa doğru baktı. İfadesinden hiçbir şey okuyamıyordum, bu canımı sıkıyordu. İblis de sorumla beraber önce gözlerime, ardından yan şekilde Asir’in suratına baktı; gözleri kısıldı. Asir yutkunduğunda adem elması hareket etti, keskin çene hattını buradan daha net görüyordum.

‘’Anı mı gördün?’’ dedi normal şekilde, yürümeye devam ederken.

Benim de ayaklarım, sanki onun ayak bileğine bağlıymış gibi onunla beraber hareket ettiler. Başımı sessizce salladım ve profiline bakmayı kesip önümde uzanan toprağa bakarak yürümeye başladım. Sanki ona anlattığıma minnettar ama söyleyeceklerimden korkar gibi boğuk sesle, ‘’Nasıl bir anı?’’

İblis kaşlarını çattı. ‘’Benim gözlerimi alan bir kız çocuğu, annesiyle konuşuyordu. Kuzgunu severken, ne kadar tatlı olduğunu ve onu eve götürüp götürmeyeceğini soruyordu.’’ dedim anlattıklarımdan dolayı zihnimde tekrarlanan sahne gözümün önüne gelirken. Uzun saçlı kadının tam önünde oturan kız çocuğunu gördüm, o bendim ama kendimin böyle bir anı yaşamadığımdan emindim. Rahatsız bir his ruhumu tırnaklarıyla kazımaya başladı, ‘’O kız bensem, ben böyle bir anı yaşamadım ki. Ben yalnız büyüdüm.’’

Kaşları belli belirsiz çatıldı, rüzgar aramızdan gürültüyle esip geçti. Benim saçımın kenarları arkaya doğru savrulurken, Asir’in de saçları dağıldı ve bir pamuk şekeri misali birkaç tutam alnına doğru düştü. ‘’Belki hatırlamıyorsundur.’’ dedi, sonra hemen kaşları çatıldı ve başını iki yana usulca sallayarak hatasından emin oldu.

Yine de yüzüne manidar bir bakış atıp, ‘’İblis’im varken?’’ dedim. ‘’Küçüklüğümün her anını hatırlıyorum ben. Üç yaştan sonra, ki ondan önceki hallerimi bile bana anlatır.’’

Bana doğru dönüp alnımın tam ortasına baktı. Dümdüz suratından bir şey okuyamıyordum ama gözlerinde büyük bir soru işareti yatıyordu. İblis’in de kaşları çatıktı fakat onun gözlerinden hiçbir şey okuyamıyordum. ‘’O zaman uyanmanla alakalı olabilir.’’ dedi Asir, beklemeden.

Sesinde hiçbir tereddüt duymadım. Kesin ve net şekilde konuşuyordu. ‘’Bazen uyandığında, gerçek olmayan anılar görürsün. O anılarında seni ilgilendiren bir nesne ya da şahıs durur. Böylelikle o nesne veya şahıs, seninle bağ kurar.’’

Aklımdaki toz bulutlarının dağılır gibi olduğunu gördüğümde sorgulayan bakışlarımdaki ifade değişmedi. ‘’Yani, kuzgun benimle bağ mı kurmaya çalıştı?’’ dediğimde başını ifadesizlikle salladı. Tekrar ilerlediğinde bir taşa bastığından toprakta sürtünen adım sesini keskin şekilde duydum. ‘’Evet.’’

Kısa süre geniş sırtına boş boş bakıp hemen yanına yetiştim. ‘’Başardı mı?’’

Kaşlarını hiç etkilenmemiş gibi indirip kaldırdı ama gözleri yana doğru kayarak burnuma doğru takıldı; rahatsız olsam da sesimi çıkarmadım. Zaten o da bunu fark etmiş olmalıydı ki tekrar önüne döndü. ‘’Hayır.’’ dedi direkt. ‘’Daha zamanın var.’’

‘’Kabullenip kabullenmediğimi nasıl anlayacağım?’’

İlk defa gülümsedi, ‘’O an geldiğinde kesinlikle anlarsın.’’ Böyle, ulaşılmaz sert duran çehresi aydınlanıyor ve onu çok çekici gösteriyordu. Daha sonra aklına bir düşünce gelmiş olmalıydı ki dudaklarındaki gülümseme usulca silindi. Aydınlanan suratına yine kara gölgeler düştü. Toprağa sürtünen adım seslerimizden başka bir şey duymadan ilerledik ve artık patikaya çıktık.

Hafif tepesi olan yer giderek bacaklarımı zorluyordu. ‘’Sen bu omuzla nasıl koştun?’’ Yine sert ses tonuyla konuşuyordu, beni kelimeleriyle azarlamak istiyormuş da kelimeler yüreğime ağır geleceğinden sadece sesini kullanıyor gibiydi. Yutkunarak profiline baktığımda, kaşları çatıldığından yarası ince bir ip gibi duruyordu. Kızıl gözü yandan bakıyordu ama boyu yüzünden tepeden bakıyormuş gibi görüyordum.

‘’Biraz acıdı.’’ dedim kafamı sallayarak, ‘’Ama dayanılırdı.’’

İç çekti, ‘’Uslanmıyorsun.’’ Dişiyle çenesinin içini dişlediğinden keskin çenesi hareket etti, bana değil önüne bakıyordu. Başını iki yana salladı, ‘’Kafandaki şey ne yapıyor? Hani seni koruyordu?’’ dedi bu sefer. Eyvah… Top patladı. İblis inanamazcasına kaşlarını yukarı kaldırıp sırtını yasladığı yerden dikleştirdi, bana değil onun suratına bakıyordu. ‘’Lan!’’ dedi aniden, ‘’Sence sözümü dinliyor mu?’’ dedi tek elini ters çevirerek bana doğrultup. ‘’Söyle şuna!’’ dedi daha sonra, başını bana çevirerek.

‘’Onu dinlemiyorum.’’

Bu sefer Asir durdu ve ellerini cebine koyarak bana doğru döndü. Ayağının altından keskin bir ses çıktı. Kirpiklerini belli belirsiz aralayınca kızılları daha net ortaya çıktı, ‘’Bir de söylüyorsun.’’ Hayret dolu sorusuna dudaklarımı birbirine bastırdım ve bir şeyler düşünmeye çalıştım; iki adam da dikmiş gözlerini bana bakarken bu zor olmaya başlamıştı. Yutkundum. ‘’Bazen oluyor.’’

‘’Bazen?!’’ dedi, zihnimdeki ses bağırarak. Arkasına yaslanırken başını sola doğru çevirip yarım ağız sırıttı, ‘’Vay be!’’ dedi sonra inanamazcasına, uzun uzun. Hayret dolu ifadesiyle tekrar baktı, ‘’Bazen?’’ Bu sefer ona herhangi bir tepki vermedim, duymazdan geldim ve Asir’e yarım yamalak, gergin bir sırıtışla baktıktan sonra önden ilerledim.

Arkamda hala duruyordu, sırtımda gözlerini hissediyordum. Hareket eden adım seslerini duyduğumda tekrar yumuşakça yutkundum, yaklaşan adım sesleri çok geçmeden iri bedenini yanıma getirdi. ‘’Yakında Rea, çok yakında seni uslandıracağım.’’ dedi kendi kendine fısıldayarak.

Ona ağır ağır döndüm ve ciddiyete bulanmış kemikli çehresine kısa bir bakış atıp önüme döndüm. ‘’Ne demek…’’

Cevap vermedi, İblis ise normalde bu söylediğine kızacağı yerde başını sallayıp gözleriyle neredeyse onu tebrik edecekti. Dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıttı, ‘’Çok makbule geçer ve bunu başarırsan, ancak gözüme girersin.’’ Omuzlarını kaldırıp indirdi, ‘’Hayır, nazı bana mı geçiyor bilmiyorum ki!’’ dedi, Asir’le konuşuyordu aslında fakat kendi söylüyor kendi işitiyordu. ‘’Naz çeken biri de değilim üstelik…’’ diye devam etti, kadehinden yudumladı ve ters ters suratıma baktı.

‘’Lütfen beni ona bırakma…’’ dedim yalvarırcasına, ‘’Ondan korkuyorum.’’

İblis sırıttı, ardından histerik şekilde kıkırdamaya başladığında omuzlarındaki dumanlar etrafa saçıldı. Beyaz dişleriyle sırıtarak, ‘’Kızım,’’ dedi başını iki yana sallarken, ‘’Korkman gereken kişiyi hala çözmüş değilsin.’’ Tehlikeli, mekanik sesi adeta ruhumda çentikler attı. Betim benzim atmış halde defalarca kez daha yutkundum, patikayı tırmanıp bahçeye vardık.

Geniş alana çıktığımızda ölü çimenler bizi selamladı. Aniden bir tuhaf hissetmeye başladım. Midem kasıldı. Verandaya doğru ilerlerken kaslarıma müthiş bir ağrı saplandı. Omzumdaki sızıya aldıramadım bile. Gözümün önünde yer sallanırken birden duraksayarak yalpaladım, ruhumun bedenimden sıyrıldığını sanacağım kadar kanım damarlarımda dondu. Asir’in parmaklarını kollarımın iki yanında çok geç fark ettim.

Başını yana eğerek yere eğik suratıma bakmaya çalışıyor ama başarılı olamıyordu. ‘’Ne oluyor?’’ dedi sanki bir endişeyle.

Soğuk soğuk akan ter sırtımdan aşağı inerken, gözlerim yukarı doğru kayar gibi oldu ama bayılamadım. Beynim bulanmış, zihnimdeki labirentin duvarları sarsılmaya başlamıştı, onunla da beraber gerçek dünya bunaltıcı bir havayla gözlerimin önünde dans etti. Renkli benekler, karaltılarla beraber gözümün önünde dans ederken Asir’in endişeyle dolu seslerini uzaklardan duyuyordum ama tam yakınımdaydı.

Bir şeyler söylüyor fakat söylediklerini algılayamıyordum. Bacaklarımdaki bağ çözüldü, hatta içe doğru katlanır gibi oldular fakat Asir beni sımsıkı tuttu. Kucağına aldığını yarım yamalak idrak ettiğimde geriye kalan tek şey, karanlıktı.

Uzaklardan yankılanarak kulaklarıma çarpan sesin boyutu bir küçülüp bir büyüyordu. ‘’Kendine geldi mi?’’ Kulaklarım mı hassaslaşmıştı? Yüzüm buruşurken anlamsız mırıltılar çıkarttığımda seslerin kesildiğini fark ettim. ‘’Uyanıyor.’’ dedi bir ses. Kirpiklerimi araladığımda beyaz saçları neredeyse yüzüme düşecek olan kızın meraklı bakışlarını yarım yamalak gördüm.

Kirpiklerimin arasındaki görüntü net değildi, önce titrekçe buğu halinde gördüm; sonra sivri çenesi daha sonra ela hareleri netleşmeye başladı. Aniden biri sanki onu tutup da geri çekmiş gibi kaybolduğunda kirpiklerimi birbirine çarpıp durarak tavanı seyrettim. Alnımın tam ortasından şakaklarıma doğru yayılan bir baş ağrısı vardı.

‘’Rea?’’ dedi kalın ses. ‘’Beni duyuyor musun?’’

Kuruyan dilim damağım birbirine yapışmıştı ama zorla, ‘’Ne oldu bana?’’ dedim, çatlak bir sesle. Gözümü yarım yamalak kapatıp araladığımda her şey daha da netleşmeye başladı. Parça parça zihnime dolan anılarla bazı taşlar yerine oturdu, yine de Asir yanıma oturduğunu belli eden yakın sesiyle cevapladı. ‘’Bayıldın. Yorgunluktan.’’

Göğsümü şişirip indiren bir nefes bıraktığımda sanki kuş gibi hafifledim. Yine de baş ağrım beni mahvediyor, içten içe tüketiyordu. Zihnime giriş yaptığımda İblis’in kapısının kapalı olduğunu gördüm. Ben bayıldığımda gitmiş miydi?

‘’İblis…’’ Mırıldanışım bile çok güçsüzdü, beni duyacağından emin değildim.

‘’İblis?’’ Son gücümle seslenerek kapının önüne geldim ve tükendim. Bacaklarım beni orada bile taşıyamadı, başım sert kapıya dayandı ve gözlerim usulca kapandı. Orada da, gerçekte de tekrar bir uykuya daldım.

Kendime geldiğimde daha iyi hissediyordum. Akşamın karanlığı çöreklenmişti ve yine Kanlı Ay’ın loş ışığı odamı dolduruyordu. Sırtımı doğrulttuğumda karşımdaki koltukta bacak bacak üstüne atıp beni seyreden Asir’i gördüm. Kızıl gözleri karanlık odada parlıyordu; ayın loş ışığı bedeninin altına çarpıyor ama geri kalan üst kısmı aydınlatmıyordu.

Beni mi beklemişti? Kalbime tuhaf bir sıcaklık yayılırken yorgun da olsam gülümsemeyi başardım. ‘’Asir?’’ dedim mırıldanarak. Aniden derinlerden yükselen bir ses karşılık verdiğinde tebessümle gerilen dudaklarım bu sefer gerginlikle ip gibi dümdüz oldular. ‘’Wi muaeste Asir. (Ben Asir değilim.)’’

Sanki onunla kendisini karıştırdığımdan bana kızar gibi bir sesle söylemişti.

Kalbim tekledi, ne düşüneceğini bilemeyen beynim çalışmayı da durdurdu. Gergince yutkundum ve koltukta oturan yabancı adama baktım.

Erkan’a.

Korkusunu göstermekten çekinmeyen gözlerimle, ‘’O nerede?’’ dedim, güçsüzce mırıldanarak. Sıkılırcasına burnundan bir nefes bıraktı. Yine korktuğumda sığındığım kişiyi, bu sefer çaresizlikle de aradı gözlerim. İblis’in de kapısı kapalıydı. Burada sadece ikimiz vardık. Bacaklarının hareket ettiğini loş ışığın altında gördüm, yutkundum ve sırtımı başlığa dayadım.

Sadece bacak bacak üstüne atmaktan vazgeçer gibi onları iki yana doğru açtı; kemikli, bir erkeğe göre zarif duran ellerini de bacaklarının aralarında birleştirdi. Kanın en yoğun olduğu zamanki koyuluğu andıran gözlerle beni incelerken yine, ‘’Asir nerede?’’ dedim, son gücümü toplayarak. Yutkundum, Erkan’layken hep böyleydi. Korkuyordum ama aynı zamanda korkmuyordum; güvenmiyordum ama aynı zamanda güveniyordum. Tuhaftı ama aynı zamanda değildi de.

‘’Mu’uran de ti.’’ dedi dişlerinin arasından tıslar gibi. Kalın, derinlerden gelen vahşi sesi kalbimde bir iz bırakırken; zihnimin topraklarına balta vurmuş olan cümlenin anlamını biliyordum.

‘’Onu öldürdüm.’’

Asir’in belki de oyun başlamadan önce söylemek istediği de buydu. Onun bizimle beraber koşmamasının sebebi de buydu; o zaten kendi içinde koşuyor ve kuyruğunu yakalatmamak için çabalıyordu. Ona yakalanmamamı isterken belki de bunu kast ediyordu, eğer ona yakalanırsam kendisiyle beraber Erkan’a da yakalanacaktım.

 

Tekrar merhaba,

Buraya kadar okuduğun için teşekkür ederim. Bu bölümün nasıl olduğundan emin değilim, umarım keyif almışsındır. Bölüm hakkındaki görüşlerini belirtmeyi ve oy vermeyi unutma lütfen.

Bir dahaki bölümde görüşmek üzere.

Seni seviyorum!

 

Loading...
0%