Yeni Üyelik
17.
Bölüm

16. BÖLÜM: İNCE BUZ ÜSTÜNDE

@esmayzc

Merhaba, sevgili okur.

Nasılsın? Hayat nasıl gidiyor? Beni özledin mi?

Ben seni çok özledim. Umarım bölümü yazarken olduğu gibi okurken de keyif alırsın.

Lütfen emeğimin karşılığını vermeyi unutma. Okurken paragraf arası yorumlarını görmeyi çok istiyorum; oylarını da bekliyorum.

Bölüm şarkısı: Winter Aid – The Wisp Sings

Days to Waste – Suffocate

16. BÖLÜM: İNCE BUZ ÜSTÜNDE

 

İlk bakış önemlidir.

İlk dokunuş, ilk izlenim ve hayatına dokunup onu şekillendiren her ilk önemlidir. Bir dizi izlediğinizde, bir kitap okuduğunuzda ilk cümle veya sahne sizi cezbetmelidir, çünkü bu sizi harekete geçirtecek yegane adımdır.

Onu ilk gördüğümde, küçükken bakmaya kıyamadığım misket topunun rengini andıran kızıl hareleri zihnimin berrak, mavi göğünde şekillenmişti. Sonra bir erkeğe göre biçimli dudakları harekete geçtiğinde, ilk dokunuş gerçekleşti. Konuştuğunda, düşüncelerim zihnimin koridorlarında adımlamaya başladı ve onun karakteri hemen ardından ilk izlenimi oluşturdu. Bir suçluyu andıran profili hemen zihnimde şekillendi ve düşüncelerim bir yargıcın elinde tuttuğu önyargı tokmağıyla darp edildi.

Devam etmemi sağlayan ilk hareketim o an gerçekleşmişti, devam ettim ve ona doğru ilerledim. Ateş parçası gözleri, ona her adımımda ruhumu cayır cayır yaktı ve en sonunda yargıcın önyargı tokmağını kül etti. Asir, benim için böyle bir profil oluşturuyordu.

Şimdi karşımdaki bu adam kimdi?

Tüm yorgunluğumu kökünden söküp atarak zihnimin pusunu ortadan kaldıran bir cümle aramızda dönüp durdu. Sessizlik, odanın her köşesine yayılmıştı ve bu hem onu hem beni, birbirimize karşı görünmez yapıyordu. Karşımda bedeni tanıdık, ruhu tamamen yabancı biri vardı.

Ay ışığı pantolonundan yukarı doğru tırmanarak karizmatik suratını öne çıkarttı. Onu baştan aşağı hiç çekinmeden usulca incelemeye başladım. Dış görünüşünde bile Asir’e ait olmayan, bazı nüanslar görüyordum. Mesela Asir, sanki yarasını göstermekten çekiniyormuş gibi onu saçlarının perçemleriyle kapatırdı; Erkan’sa o yara onun şanlı bir mührüymüş gibi onu ortaya çıkartmıştı. Saçlarını geriye yatırmış, tek perçemi sağ tarafına düşmüştü. Alnı açıktı. Saç modeli onu daha çekici kılmış, serseri bir tarza bürümüştü.

Asir’in tam tersiydi.

Tepeden küstah bir bakış atıyordu, şimdi bile başını geriye yaslarken kızıl gözlerini üstüme dikmiş ve yarı kapalı yarı açık duran gözleriyle beni eziyordu. Rahat görünüyordu. Asir’se tamamen temkinli, dikkatli bakardı. Onun tam tersiydi. Loş ışığın hüküm sürdüğü odada sessizliğe gömülmüştük. Gergindim, İblis zihnimde yoktu ve onunla baş başa kalmak beni istemsizce heyecanlandırıyordu.

Bunu bildiğini biliyordum, çünkü küstah bakışlarının altına gömülmüş alaycı bir tavır vardı. Tüm duygularımı hiç hissetmiyormuşum gibi saklamaya çalışarak çenemi kaldırdım, ‘’Neden buradasın?’’ Soğuk, ağır bir dinginlikle sorduğum soruya tepkisizlikle karşılık verdi.

‘’O nerede?’’ dedim cevabını beklemeden.

Karşımda duran canavar kemikli çenesinin ucunu kaldırdı, bakışları böyle daha cüretkar ama aynı zamanda daha korkunç bir tona bürünüyordu. Asir’den farklı olarak daha donuk, daha ruhsuz ve sanki içinde hiçbir merhamet kırıntısı olmadığını ispat eden gözleri vardı. ‘’Asir burte. (Asir gelmeyecek.)’’

Derinlerden yükselen, hırıltıya gebe ve beni baştan aşağı titreten sesini duyduğumda ellerim titremesin diye yorganın kılıfını hafifçe sıktım. Parmaklarım içe doğru gömüldü, bacaklarım içeride kasıldı. Eski M’rice konuştuğunu sanıyordum ama şimdi M’rice konuşuyordu. M’rice yarım yamalak anlıyordum.

Erkan farklı bir dilde konuştuğu için bu ileride başımı ağrıtacaktı. Düşündüklerimin aksine ‘’Öyle mi?’’ dedim, kayıtsızca. Ağzımdan kuru bir soru çıksa da onu deli gibi merak ediyordum, Asir’i öldürdüğünü söylemişti ve bu cümle benim zihnimde dönüp dolaşıyor ve koridorlarımda isli ayak izleri bırakıyordu sanki.

Kaşlarını kaldırıp bir kere başını salladı; bunu yaparken yavaştı, benimle alay mı ediyor yoksa böyle bir tepki verdiğime şaşırıyor muydu kestiremedim. Yutkundum, ağzımın içi kurumuştu ve kalbim göğsüme darbeler atıyordu. Gerginlik sakin görünüşümün hemen ardında yatıyordu. ‘’Le’a morta.’’ dedi, kadim derinden gelen sesiyle. İrkilip gözlerinin içine baktım, zaten ona bakıyordum ama ses tonu beni bir yerden alıp bir yere götürüyor gibiydi.

‘’Wi tu haru wus.’’ dedi aniden, gözlerimin içine bakarak. Kızıl hareleri, Asir’inkinden daha yoğun ve parlak duruyordu. Onun bakışları tamamen bir iblisi çağırıştırıyordu; Asir’inse bakır, Kanlı Ay gibiydi. ‘’Odia haru wus?’’ dedi tekrar, sanki cümlesi bitmemiş de ekleme yapmış gibi hemen ardından.

Onu bu sefer anlamamıştım. Kaşlarım çatılı, yüzüne dik dik bakarken kelimeler zihnime ulaştı ama süzgeçten geçemedi. Boş boş suratına baktığımı fark edince burnundan derin bir nefes verdi, badem gözleri baygın bir tavra büründüğünde benimle içten içe alay ettiğini düşündüm. ‘’Mora. (Boş ver.)’’ dedi sonra, başı duvara yaslı gözlerini kapatarak. ‘’Aum. (Uyu.)’’

‘’Onu gerçekten öldürdün mü?’’ dedim konuşmanın oldukça sakin geçmesine içten içe şaşırarak. Üstüme atlar falan sanıyordum. Gözlerini usulca araladı ve sanki beni ilkte duymamış gibi tek kaşını kaldırarak boş boş bana baktı. Beni duyduğunu bildiğimden sorumu tekrarlamadım.

Ona beklentiyle baktığımı, dudağının kenarının tehlikeli şekilde kıvrılışıyla fark ettim. Yutkundum.

‘’Ya krastes? (Ya öyleyse?)’’ dedi fısıldayarak. Kollarını göğsünde kavuşturdu, pazuları siyah tişörtünün hemen altında belirdi. Orta kalınlıktaki dudaklarında dönen alayı sezdiğimde yumuşakça yutkunarak sakinliğimi korumaya çalıştım. ‘’Onu öldüremezsin. Blöf yapıyorsun.’’

Dudağının alt tarafını yukarı kaldırdığında çenesi hafifçe büzüştü, düşünürmüş gibi tavana doğru baktıktan hemen sonra kızıl harelerini donuk bir şekilde bana indirdi. Buz kestim. Sımsıcak renkte parlayan gözlerine tezat attığı bakış, ruhumu buzluğa çevirmişti. ‘’Xeast ti nuer. (Emin olamazsın.)’’

‘’Neden ondan nefret ediyorsun?’’ dediğimde burnundan sabır dilercesine bir nefes bıraktı, onun hakkında konuşmaktan hoşlanmadığı barizdi ve ben onu dakikalardır sınıyordum. Verdiği nefes odadaki ısıyı arttırdı sandım, öyle ki sırtımdan aşağı kayan soğuk ter bunu kanıtladı.

‘’Tamam, Asir hakkında konuşmayalım.’’ Şaşırdı, gün yüzüne çıktı çıkacak öfkesi cümlemle beraber gözlerine saklandı. Sakinleşmeye çalışıp tekrar sessizliğe bürünmeden önce sordu, ‘’Once buren ye’? (Ne zamana kadar?)’’

‘’Sabrım taşana kadar.’’ dedim gözümü bile kırpmadan. Bu onu ona karşı çıktığım için öfkelendirecek sandım, o yüzden cümlemi bitirir bitirmez dilimin kenarını ısırdım. Acı dilimin köşesine yayıldı. Düşündüğümün aksine, ona karşı çıkıyor olmam dudağının kenarının yukarı kıvrılmasına neden oldu. ‘’Wi haret estes hırafe ti guardia. (Biliyoruz ki henüz kendini koruyamazsın.)’’

‘’Sabrımı taşırdığın ana kadar bundan emin olamazsın.’’ dedim, küçük çenemi dikleştirerek. Ciddiyete dayanamadığını gösteren gözleri, parlak bir şekilde kısıldı ve başı gerideyken kahkaha attı. Sert, kulağa hoş gelen kahkahası içinde hafif hırıltılar saklıyordu. ‘’Le’a morta…’’ dedi sonra boğuk şekilde mırıldanarak, bana bakmadan.

Gülüşünü düşünmemeye çalışarak onun kişiliğini analiz etmeye çalıştım. Erkan, Asir’in ikinci kişiliğiyse buna profesyonelce yaklaşmak zorundaydım. Mantıken Erkan’ın önce suyuna gitmeli ve onun kişiliğini zihnimde profillemeden önce önyargı tabularımı kırmalıydım. En azından Asir’e karşı böyle davranmıştım ve sonuçları benim için iyi yönde olmuştu.

Ama farklı bir kişiyse, ortada gerçekten ikinci bir kişilik yoksa ve tamamen farklı bir ruhsa; önüme kördüğüm bir yumak koyulmuş olurdu. Konuşmadan önce kuru ağzımı ıslatmak adına yutkundum, ağız içim alev alev yanıyordu ve sanki boğazımdan kayan tükürüğüm ağzımın içini daha fazla kurutuyordu.

‘’Benim için mi geldin?’’ dediğimde gülüşü dudaklarında azar azar soldu ama gözleri hala gülüşünden kırıntılar saklıyordu. Donuk bakan gözlerine bir hayat verilmiş gibi ılımlı bakan gözleri, sorumla beraber kısıldı; hatta başını duvardan ayırarak hafifçe sol omzuna doğru yatırdı. Sanki sorduğum soruya inanamamıştı.

‘’We thaen ti baar? (Neden böyle düşünüyorsun?)’’

Ben bile bu sorunun dudaklarımdan döküleceğini planlamamıştım, soru önce zihnimi gıdıklamıştı sonra istemsizce dudaklarımdan dökülüvermişti. Loş karanlığın gebe olduğu odanın, yanaklarımda meydana gelen belli belirsiz ısıyı sakladığını düşünerek rahat takıldım. ‘’Çünkü her gelişinde yanımdasın.’’

Başını yana, kapalı kapıya doğru çevirerek gülüşünü saklamaya çalıştı, yine de yanağındaki kaslar buna müsaade etmedi. Gözlerim kısık şekilde tepkilerini incelerken sessizleştim ve ne söyleyeceğini merak ettim. Boynundaki kemik ortaya çıktığında köprücük kemiklerinde de hafif çukur oluştu, tişörtünün yuvarlak yakası genişti.

Bana doğru döndü ve tek kaşını kaldırarak gözünü bile kırpmadan sakince konuştu. ‘’Ze. Mau ti yesta bur’e. (Evet. Senin için geldim.)’’ İtirafına içten içe şaşırsam da bunu saklamaya çalışarak sakin durmaya çalıştım, kalbim hızlıca teklerken yorganı kavrayan ellerim istemsizce kasıldı. Hareketlerimi takip eden gözleri aniden o tarafa kaydı, en ufak hareketimi hassas bir kamera gibi yakalıyordu.

‘’We? (Neden?)’’ dedi boğuk sesiyle. Donuk bakan gözleri, benim renkli gözlerime tutunurken sakin ama tehlikeli bir imayla sordu. ‘’Hu Asir, hu ma. Le’a morta, astes ma jurates mirende? (Ha Asir, ha ben. Le’a morta, yoksa beni istemiyor musun?)’’ Şimdi o, Asir’i mi kıskanıyordu? Yani, kendini kendinden mi kıskanıyordu?

İblis’in şu an olmayan tepkisi gözlerimin önüne geldi; kaşlarını yukarı kaldırıp ‘’Ağır vaka…’’ derdi kesin. Bakışlarımı kaçırdım ve sorusunu cevapsız bıraktım. Kaşlarının çatıldığını görsem de üstelemedi, tekrar arkasına yaslanıp başını duvara dayadı. Ezici, soğuk bakışlarını üstümde hissederken tekrar istemsizce ona doğru döndüm.

‘’Onu gerçekten öldürdün mü?’’ dedim tekrar, bu soru aramızda asılı kaldığı müddetçe sormaya devam edecektim. Öldürmek derken ruhunu kast ettiği barizdi, eğer Asir tekrar gün yüzüne çıkmazsa Erkan’la ne yapacağımı düşünüp durdum. Bu adamı dizginlemek zor olacaktı; çünkü kendisi isterse sakin dururdu. Asir’i konuşarak ikna edebiliyordum bazen ama Erkan’da bu işe yaramayabilirdi.

Ki yaramıyordu da. İstemediği sürece sorularıma doğru düzgün cevap bile vermiyordu. O istediği müddetçe onun ağzından bir şeyler duyabilirdim, o istediği sürece şu an yaşıyordum. Çünkü sabrını sınadığımı belli eden nefesiyle, benim nefesimi her an kesebilirdi.

Onun yanında gerilmemin sebebi de buydu. O kapalı bir kutudan farksızdı, o kutunun içinde de benim için zehir mi yoksa panzehir mi olduğunu bilmiyordum. Kaşları çatıldı ve suratının bir kısmı buruştu, yanağının seğirmesi öfkeden mi yoksa iğrentiden mi emin olamadım, boğuk ve kapkalın sesiyle konuşurken yutkundum.

‘’Neme harta tu yukta ti jartas? (Gerçekten onun için endişeleniyor musun ki?)’’

‘’Tabii ki.’’ dedim ben de, hızlıca. ‘’Bu ne biçim soru? Yoksa sakin görünmeme mi aldanıyorsun?’’

‘’Anze. (Hayır.)’’ dedi, keskince başını iki yana sallayarak. ‘’Kras ma ferta ti yar’. (Çünkü seni tanıyorum.)’’ Harfleri tuhaf bir aksanla, r’lere hafifçe bastırıp sanki ağzının içinde onları güzelce kıvırarak söylüyordu. Özü derinlerden gelen vahşi sesine bu dil yakışıyordu. Yine de bulunduğum konumu düşündüğümden büyülenemiyordum.

‘’Beni tanıyamazsın.’’ dedim sakince, tek kaşımı kaldırarak. ‘’Lütfen, söyler misin artık? Onu öldürdün mü?’’ İstemsizce yalvaran ses tonuma sert, keskin bir bakış fırlattığında yutkunarak geri yaslandım. Sırtım yatak başlığının sert gövdesine dayandığında kaslarım bana ihanet edercesine rahatladı.

‘’Tetra ti serta mau certas? (Sorunu cevaplarsam susacak mısın?)’’

‘’Evet.’’ dedim hızlıca. Ani heyecanıma yine şöyle gelişigüzel, sertçe baktıktan sonra geriye yaslanarak sakinleşmeye çalıştı. Kaşlarının uçlarını belli belirsiz kaldırıp indirdi, ‘’Marem. (Bilmem.)’’ dedi sonra şeytanice gülümseyerek. ‘’Ma este ti zrat. Mu’uran de ti. (Sana zaten söyledim. Onu öldürdüm.)’’

Sabredercesine başımı aşağı eğerken boş gözlerle yorganın beyaz renkli kılıfını seyrettim; diğer yandan düşüncelerim örümcek ağında çırpınan kelebek gibi hareket etmeye başladı. Yerinde sayıyor, saydıkça tehlikeye girdiğini seziyor ve zihnimi her dakika boş yere talan ediyordu. Öfke damarlarımı usulca kolaçan etti, gözleriyle taradı ve ben İblis’imin kapısına gelişigüzel baktım.

Kapalıydı.

Onun bu kadar süre kapılar ardında kalması zaten kuşkulandırıyordu beni. Onu düşünecek zamanım yoktu, şu an Asir tehlikede olabilirdi. Onu nasıl geri getirecektim? Ellerimi yumruk yaparak bıraktım ve gözümün kenarıyla komodinin üstünde duran boş bardağa kısa bir bakış attım.

‘’Benimle alay ediyorsun yani, ha?’’ dedim, sabrımı zorladığını belli eden boğuk sesimle. Kendi kendime mırıldanırken sesim onunla hem alay eder gibi hem de saklı öfkemi gösterircesine çıkmıştı. Yorganı kavrayan elim hızlı davrandı ve onu üstümden kenara doğru attı. Ayağa fırlar fırlamaz boş bardağı elime aldım ve ona doğru kaldırdım.

Omzumdaki yara sızım sızım sızladı, yine de dişlerimi birbirine bastırarak tek bir inilti bile çıkartmadım. Yine de nefesim boğazımda takılı kaldı. Hareketlerimi takip eden durgun gözlerinde soru işareti vardı, ne yapmaya çalıştığımı sorguluyor gibiydi.

Ardından istifini bile bozmadan dilini damağına sertçe çarpıp durdu, hem alay hem öfke taşıyan ritmik ıslak ses göğsümün altında duran kalbimi durdurdu. Bana bakarak attığı soğuk gülüşü kanımı durdururken sertçe yutkunarak ona baktım. ‘’Ti wonte buhara ur’e? Es’az ma yurr kaskata? (Onu bu kadar çok mu istiyorsun? Bardağı kafamda kıracak kadar?)’’

‘’Konuyu çarpıtma!’’ dedim sesimi hafifçe yükselterek, bardağı biraz daha avcumda sıktım. Soğuk çeperi avcuma dolarken tüm gücümü, öfkemi ve sabrımı sanki o bardakta tutuyormuşum gibi ona asılıyordum. ‘’Benimle sabahtan beri alay ediyorsun! Sana düzgünce soru soruyorum.’’

Gözlerini devirir gibi onları oynatırken çehresinde sıkılmış bir eda vardı. Ağzını ilgisizce, tatlı tatlı şapırdatarak beni kaile almadığını mı göstermeye çalışıyordu yoksa sabrımı mı sınıyordu? Elini kaldırarak işaret parmağının ucuyla gözünün kenarını kaşırken, ‘’Ru es’az. (Bırak onu.)’’ dedi, keskin ama sert olmayan sesiyle.

Tatlı tatlı uyarıyor gibiydi. Gözlerinde sakince uyarıyorken gerçekten bırak ifadesi vardı. ‘’Sorularıma düzgün cevap vermediğin sürece, bardağı kafana atacağım.’’ dedim korkusuzca. ‘’Bu konuda hiç olmadığım kadar ciddiyim.’’ diye de ekledim, gözlerini bile kırpmayan adama bakarak.

Dudaklarında oynayan kıpırtıları görünce kaşlarımı çattım ve elimde tuttuğum bardağı daha sıkı kavradım; bakışlarındaki alayı saklamak adına başını aşağı doğru eğip dudaklarındaki gülümsemeyi de karanlığa gömdü.

Yine de o alayı gördüm ve artık sinsi bir öfkenin kucağına düşmeye başladım. ‘’Estes hırafe ti guardia. (Henüz kendini koruyamazsın.)’’ demişti, başı hala önüne eğikken. Kestane rengi saçları ayın ışığı altında parlıyordu; kemikli ellerinin parmaklarını birbirine geçirerek başını kaldırdı ve doğrudan bana baktı.

‘’Ru’ esaz. (Bırak onu.)’’ Sakince söylediği cümle, onun derinlerden yükselen sesiyle buluştuğunda neden kulağa tehdit ediyormuş gibi geliyordu? Kılını bile kıpırdatmamıştı halbuki.

Gözler, ruhun aynası derlerdi ve ben bu gözlerde bir ruh göremiyordum. Kendisini unutmuş veya kendisine tamamen yabancılaşmış bir ruh vardı sanki karşımda.

Elimdeki bardağı giderek daha çok sıktım, içten içe titreyen bacaklarımı göstermemek adına yere daha sağlam bastım. Sert bakışlarımın odağı onun üstündeyken dişlerimi birbirine geçirerek sessiz kaldım. Hareketlerini pür dikkat seyrediyordum, tıpkı savunmasız bir av gibi. Tek bir hareketinde bardağı onun kafasına atıp buradan kaçacaktım.

‘’Hayır.’’ Henüz kırılmamış bardağı ona doğru uzatıyordum, bir yararı olmayacağını bile bile yaptığım bu davranışın özü çaresizliğimden geliyordu. Dişlerimi birbirine geçirip cevabını bekledim; sadece derin bir nefes verdiğinde odanın içini tekrar bir sıcaklık kapladı. O gerçek ateşin vücut bulmuş hali gibiydi.

Ejderhadan farksızdı.

Söylediğim şeye aldırmadan tekrar, ‘’Le’a morta,’’ dedi eşsiz boğuk sesiyle, gözlerini bile kırpmadan bana bakıyordu. ‘’Ru’ esaz. Murarra ocen. (Bırak onu. Yaralanmadan önce.)’’ Yutkundum, sık nefeslerim göğsümü kaldırıp indiriyordu ama korkunun tamamen bedenimi ele geçirmesine izin veremezdim. Bu bardağı ona fırlatacak cesarete sahip miydim?

Zehirli düşünceler koridorlarımı istila etmeden hemen önce, ‘’Henüz.’’ dedim dişlerimin arasından tıslayarak. ‘’Soruma bir an önce cevap vermezsen yaralanan sadece ben olmayacağım.’’

Neye güvenerek bunları söylüyordum? Oturduğu yerden kalkmasını bile takip edemezdim, dibime gelip ani bir yumruk çaksa ve beni duvara yapıştırsa orada can verirdim herhalde. Neyse ki onu sözlerim gram etkilemiyormuş gibi burnundan bir nefes verdi, sıkılmış gibi.

‘’Şesta turat, le’a morta. (Sabrım taşıyor.)’’ dedi dişlerinin arasından.

Sırıttım, ‘’Karşılıklı.’’

Bu bardağı ona fırlatsam, onu savuşturabilir ve yaralanmadan saldırımdan kurtulabilirdi. Fakat, benim için geldiğini korkusuzca ve cüretkar bir şekilde söyleyen adama karşı bu bardakla yapabileceğim tek bir şey vardı. İçimde peydahlanan cesaretle beraber bardağı arkamda duran duvara savururcasına salladım. Fakat konuşma zamanlaması o kadar güzeldi ki bardak duvara çarpmadan tam sınırda durdu; elimde tek bir kesik bile olmadı.

‘’Tirat’sa? (Delirdin mi?)’’ dedi, hafifçe sesini yükselterek. O anki ses tonu hareketimi buzla kaplatmıştı. Kolumu aniden savurduğumdan dolayı alt tarafları yanmaya başlamıştı.

Avcumdaki bardak hala duvara yakın bir noktada, başımı sadece ona doğru çevirerek keskince baktım. Aniden kendimden beklenmeyecek bir öfkeye teslim olmuştum. Konu sadece Asir miydi yoksa kendi gururumu mu düşünüyordum? ‘’Yeni mi anladın?’’ dedim, hareketlerime tezatlık düşürecek kadar sakinlikte.

‘’Wi jurta ti harta’an. (Sen onun için gerçekten endişelenmiyorsun.)’’ dedi delice bakışlarını üstüme dikerek. Söylediği gülle gibi zihnimin derinlerine çakılırken kalkan toza baktım; her bir toz tanesi göğe doğru uzanıp kaybolurken geride sadece boşluk bıraktı. Gürültünün ardındaki sessizlikte parmaklarımın tutuşu gevşerken onları tekrar sıkarak bardağı avcumda sabitledim.

‘’Hayır.’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Neden endişelenmeyeyim ki?’’

İfadesizliğin ardında beni tanıyan birinin olduğunu bas bas bağıran gözleri vardı. ‘’Kras wi jurta ti harta, ka yurr buarte’an ma ferre. (Çünkü onun için gerçekten endişelenseydin, o bardağı duvara değil bana fırlatırdın.)’’ dediğinde söylediği şey onu tatmin etmiş gibi ufak çaplı bir tebessüm gönderdi. ‘’Wi kanya muga, (Sen sadece şu an),’’ dedi bastıra bastıra, gözlerimin içine bakarak. ‘’Fıtra wi thaen. (Gururunu düşünüyorsun.)’’

‘’Neden sana fırlatayım ki?’’ dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak, ‘’Asir senin içinde. Biliyorsun değil mi?’’

Ayağa kalktı, ardından bana doğru yaklaşırken küçümseyen bir tonla konuştu. ‘’Kras le’a morta, (Çünkü le’a morta,)’’ dedi alay edercesine, fısıldayarak. Dibime geldiğinde net şekilde o içi gülen ama tamamen benimle alay eden gözlerini görebildim. ‘’Ma murara ti garta thaen burken safera. (Bayıldığımda onun geri geleceğini düşünecek kadar safsın.)’’

Şaşkınlıkla onun kendinden emin tebessümüne baktım. ‘’Sen…’’

‘’Kitesta vu’r. (Hiç değişmemişsin.)’’ dedi sözümü keserek. ‘’Teart wi mau theane zare ante. (Hala benim için tahmin etmesi güç biri değilsin.)’’ Ayağa kalktığını gördüğümde duvara yakın bardağı tekrar ona doğru uzattım, geri adım atmamak için de bacaklarımı kastım.

Dişlerimi birbirine bastırarak sert olduğunu düşündüğüm bakışlarımı ona doğru kaldırırken, onda hiçbir şekilde geri çekilecek göz yoktu. Hatta bakışlarımdan keyif aldığını gösteren, kızıl harelerinde bir parıldayış vardı. Bana doğru yaklaştığında ayın ışığı suratının bir kısmını aydınlattı, diğer kısmını karanlığa boğdu ve kestane saçları loş ışıkta hafifçe parladı.

Yürürken boğuk sesiyle konuşuyor, diğer yandan bardağa göz ucuyla bakıp tekrar bana odaklanıyordu. ‘’Muga kitesra mau seur? (Şu an kimi soruyorsun bana?)’’ dedi üstüme yürüyerek. Gerçekten bir adım geri atmamak için özel bir çaba sarf ettim ama bardak, artık onun göğsüne değdi değecekti. O yüzden bir adım geri atarak kendime alan tanıdım.

Artık o kadar cesur değildim, görünmüyordum da. Yutkunarak onun dikkatlice bakan gözlerine tutunduğumda elimden almak için bardağa davrandı ama refleksim, onu kendime doğru çekti; atağını kaçırdı. Yine de bıyık altı gülümseyip bir adım daha bana attığında, sırtım soğuk duvarla buluştu.

‘’Kimi sorduğum belli.’’ dedim imayla.

‘’Bera. (Belli.)’’ dedi o da imayla, kafasını sallayarak. Ardından aramızda duran bardağı o kadar hızlı aldı ki sadece elimde kalan boşluğu hissettim. Bardak gürültüyle yanımdaki duvara çarptı, ağzımdan boğuk bir çığlık atıp şaşkınlıkla gözlerine baktım.

Yüzünde tek bir gram acı duygusu yoktu ama kulağımın hemen dibinde, cam parçalarının keskin kıtırtılarını duyuyordum. Duvara iyice yapıştırır gibi orada cam kırıklarıyla oynuyor, avcuna daha çok batırıyordu. Çok geçmeden burnuma metalik bir koku misafir oldu.

Yutkunarak korku dolu gözlerle; onun kısık, donuk duran harelerine bakarken titreyen elimi yanıma indirdim. ‘’Ne yaptın…’’ dedim şaşkınlıkla fısıldayarak. Sonra korkuyla yutkundum.

Umursamadı. ‘’Hım?’’ dedi boğazından kopan hırıltıyla. Elini duvardan sonunda çekip bir iki salladı, kanlar yere savrulurken; duvara avcu arasında sıkışan cam parçaları da gürültüyle yere düştü. Gözlerimi oradan kaçırsam da hafızam bana oyunlar oynayarak o sahneyi gözlerimin önüne defalarca kez getirdi.

Tekrar kanlı elini başımın yanındaki duvara yasladı. Burnuma metalik bir koku ev sahipliği yaptı; taze kan kokusu beynimi bulandırdı. Fısıldadı. ‘’Wi ma serta sertas. (Sana soru sordum.)’’ dedi, yılanın tıslamalarına benzer bir ses tonuyla.

Dudaklarımı birbirine bastırıp çoktan parçalanan ifadesizlik maskemi tekrar suratıma geçirmeye çalışarak tam gözlerinin içine bakarken korkmamaya çalışıyordum ama ses tonu çoktan kalbimi titretmişti, bacaklarımsa beni tutmamak için direniyordu sanki. Saniyeler öncesinde kendimi savunmam için tuttuğum bardağa şimdi susuzluğumu gidermesi için ihtiyacım vardı.

Başını hafifçe bana doğru eğdiğinde artık cesaret iskeletiyle beraber önümde parçalanarak ayaklarımın dibine düştü. Mideme tatlı tatlı kramplar girdi. Konuştuğunda ise fısıldadığından boğuklaşan sesi tüylerimi diken diken etti. ‘’Ti turesta wi gueardia? (Seni koruyamayanı mı?)’’

Kirpiklerim usulca kırpıştı, diğer yandan burnuma hala ağır taze kan kokusu geliyordu. Gözlerim kokudan dolayı sulandı ama zaten ağlama isteği de içimde baş gösterdi. Çenem titrese de ağlamamak için özel çaba sarf ettim. Bakışları direkt çeneme doğru, oradan dudaklarıma tırmandı; sonunda da renkli gözlerime baktı.

Bacaklarımın titremesine engel olamıyordum ama sesimin titremesine engel olabilirdim, bir süre konuşmadan önce kuru kuru yutkundum. ‘’O beni koruyor.’’ dedim zerre çekinmeden. ‘’Sen gelmeseydin, bana savunma dersi de verecekti.’’ Sonlara doğru istediğim olmamış, sesim hafifçe çatallaşmıştı.

Suratıma dümdüz ifadeyle baktı, ay ışığı sırtına çarpıyor oradan duvardaki kırmızı rengi parlatıyordu. Başını yana doğru çevirip uğursuz sıvıya baktığında bakışları hiç olmadığı kadar donuktu; sonra şeytani şekilde sırıtır gibi dudağının kenarı oynadı.

‘’Le’a morta,’’ dedi tatlı tatlı, sanki aramızda görünmez, beni boğan dehşet yokmuş gibi bir tonlamayla. ‘’Tu yut’ru fe turatis, ti turesta guardia, hitra? (O güçsüz olmasına rağmen sana kendini korumayı öğretecek, öyle mi?)’’ Küçümsediği her halinden belliydi ama bu sefer beni değil, onu küçümsüyordu. Dudağının kenarı usulca yukarı doğru kıvrıldı ama gözlerinde hala donukluk, ifadesinde hala serinlik vardı. Gözlerini kanlı yerden ayırarak bana sertçe dikerken, ‘’Ustus, ti mau ju gueardia. (Üstelik, onu koruyan da benim.)’’

Yutkundum, yakınlığından artık rahatsız olmaya başlayan karnım kasılmaya başlamıştı. Elimi kaldırıp göğsüne koyduğumda sert kası avcuma doldu; tişörtünün altında cayır cayır yanan bir bedene sahipti. Yutkunma isteğimi bastıramıyordum, temkinli ama bir o kadar da korku dolu gözlerimle suratına bakarken ‘’Geri çekil.’’ dedim, ‘’Yalan da değil. Bana kendimi savunmayı öğretebilir, o da boş değil.’’

Alay dolu kibirli ifadesi, loşlukta parıldadı; ardından bakışları serin ifadeyle aşağı doğru kayarak aramızda duran elime baktı. Yutkundu, uzun bir süre elime baktıktan sonra fısıldadı. ‘’Rut. (Boş.)’’ dedi, bastırarak. ‘’Le’a morta, Asir rut.’’ Dudakları arasından derin bir nefes döktüğünde sıcaklık yüzümü yaladı ve beni aniden saunadaymışım gibi bunalttı. Geri çekildiğinde elim de aramızda duran boşluğa düştü; bu sefer cidden nefes aldığımı hissettim.

Rahat nefeslerim çaktırmadan burnumdan düşerken, ifadesiz ve soğuk duran çehresine bakıp duruyordum. ‘’Ceste. (Neyse.)’’ dedi hiçbir şey olmamış gibi. Göz ucumla yanında duran eline baktım, eli kanlar içindeydi ve birkaç damlası yere düşüyordu. ‘’Asir burte. Vuar cekrat. (Asir gelmeyecek. Konu kapandı.)’’

‘’Sen de o’sun!’’ dedim dayanamayarak. ‘’Ne bu nefret?’’

Dünyadaki tüm küfürleri ona saydırabilirmişim de gıkını bile çıkartmazmış ama bu çok ağrına gitmiş gibi bana baktı. Hiçbir şey anlamlandıramayan gözlerim, onun parlak kızıl harelerinin derinlerine bakarken kılımı kıpırdatmıyordum ve içten içe de bu tepkisine şaşırmakla meşguldüm. ‘’Qua. Aum. (Sus. Uyu.)’’ dedi bunalmış gibi bir ifadeyle, bastırarak.

O buradayken uyuyamazdım ki. ‘’Hayır…’’ dedim mırıldanarak.

‘’Aum.’’ dedi sertçe, keza emrivaki. Canavara ait olduğunu bildiğim derin ses tonu, baştan aşağı titrememe neden olurken yutkunarak bir şey demeden ona doğru yaklaştım. Kaşlarını çatmış, hareketlerimi takip ederken suratına son kez baktıktan sonra yatağa yöneldim. Onun bedeninin tam önünden geçtiğimden burnuma yine tanıdık kokusu misafir olmuştu. Sırtımda delikler hissediyordum. Beni gözleriyle yiyip bitirdi, yatağa yatışıma kadar sessizce beni seyretti.

Yorganı tekrar üstüme çeker çekmez, sert olduğunu düşündüğüm bakışlarımı aşağıdan ona doğru diktim. Gram etkilenmedi. Ayın sönük ışığı bu sefer tamamen keskin hatlarını aydınlatıyordu. ‘’Ka’ar. (Kay.)’’ dedikten sonra tişörtünün eteğinden tutup onu yukarı sıyırdı. Kanlı eli siyah tişörtünün ucunda belli belirsiz koyu lekeler bıraktı, fakat oralı olmadan onu başından sıyırdı.

Karın kasları gözlerimin önüne serilirken boğazım kurudu, onlara bakmamaya çalışarak bakışlarımı suratından ayırmıyordum. Hışımla sırtımı yattığım yerden doğrultarak şaşkınca bağırdım. ‘’Ne yapıyorsun be!’’ Kollarına sarkan tişörtünü elleriyle çekiştirerek onu tamamen üstünden çıkartırken bana soğuk, göz ucuyla bir bakış attı.

Ardından yatağımın ucuna gelişi güzel fırlattı. ‘’Ka’ar.’’ dedi tekrar, pantolonun kemerine eli giderken.

‘’Delirdin mi?’’

Hiç oralı olmadan kemerinin tokasıyla uğraşırken kolundaki damarlar meydana çıktı. Başını aşağı eğdiğinden perçemleri teker teker alnına düşmüştü, ‘’Dursana!’’ dedim kemeriyle hala uğraşırken. Kaşları çatık, eli kemerinde bana tip tip bir yandan da umursamazca bakarken aceleyle konuştum. ‘’Ne yapıyorsun! Git odanda uyu!’’

Önemli bir şey söyleyeceğimi bekleyen gözleri söylediklerimle sönüverdi, hareketlerine kaldığı yerden devam ederken hala şaşkın şaşkın ona bakıyordum. Kaşlarını kaldırdı ve dümdüz bir tonlamayla, ‘’Mirende. (İstemiyorum.)’’ dedi.

Ben de kaldırdım. ‘’Ben de mirende!’’

Umursamadan kemeri uzatarak çıkarttığında pantolonun sürtünme sesi kulaklarıma doldu. ‘’Mu ti kukrat, le’a morta. (Bu senin cezan.)’’ dedi kemeri tişörtünün üstüne rastgele bırakarak. Siyah kemere kısa çaplı bakış attıktan sonra tekrar gözlerimi yukarı doğru diktim. ‘’Ne?’’ dedim yüzümü buruşturarak.

Kızıl harelerini üstüme dikerek, ‘’Mu ti kukrat. (Bu senin cezan.)’’ dedi, bastırarak aptalmışım gibi. ‘’Maur ti qauza mu kukrat. (Bana sınır koymanın cezası.)’’ Ne söylediğini düşünürken pantolonunu çıkartmadan omuzlarını eğdi, kemikli eliyle yorganın kenarından tutup onu kaldırdığında hafif bir rüzgar aramızda esti.

Şaşkınca hareketlerini seyretmeye devam ediyordum ve bir yandan, Erkan’ı pataklaması için şu ana kadar sadece bir kez yokladığım adamın kapısına bakıyordum.

İblis’e.

Hala yerinde yoktu; siyah kapı bana ceza verircesine sımsıkı kapalıydı. Hala yorganın kenarından tutmuş öylece yatağın kenarında duruyorken, ‘’Ka’ar.’’ dedi, sertçe. Aval aval baktığımdan dolayı hareket edemiyordum, hareketlerime ket vuran davranışları beynimi ve kalbimi allak bullak ediyordu. Kaşlarım çatıldı ama bu onu durdurmadı.

Beni umursamadan yatağın içine girdiğinde geniş omzu, benim sol omzumun kenarından bile taşarak göğsüme çarptı. İstemsizce omzumu geriye çekerek ona alan tanıdım ama kalçam hala yerinde duruyordu. Onun kalçası da yatağın içinde hareket ettiğinde, yorganın içinde bacağı benimkine sürtündü.

İçimde bir yerlerde bir şeyler karıncalanırken bacağımı da kendime doğru çektim ama hala yerimde oturmaya da inatla devam ettim. İyice yerleştiğinde hiç rahatsızlık duymadan sırtını geriye yasladı ve başını da yatak başlığına dayayarak gözlerini usulca kapattı.

Şaşkınlıkla ona bakıyordum.

‘’Bağırırım.’’ dedim boğuk sesimle, onu tehdit ederken. Gözlerini usulca aralayıp karşı duvara kısa bir bakış atıp, ne diyor bu deli rahatlığıyla tekrar kapattı. Dudaklarını birbirine bastırdığında kenarları hafifçe büzüştü ve tekrar ince bir ipe benzediler. Asir bile yüksek sesimden rahatsız oluyordu; kurdun dibinde bağırsam herhalde sağır olurdu?

‘’Bağırırım dedim!’’ dedim sesimi yükselterek.

‘’Kuva. (İyi.)’’ dedi derinden gelen sesiyle fısıldayarak, hala gözleri kapalıydı. ‘’Ofar. (Bağır.)’’

Rahatlığına bakılacak olursa sadece nefesimi boşa tüketecektim. Sakince uyumaya hazırlanan suratından ayırdığım bakışlarım, yorganın üstünde yaralı olan eline kaydı. Ayın ışığı yatağımın üstüne düşerken kanlı elinin beyaz yorgan kılıfıma bıraktığı renkte takılı kaldım.

Kanaması durmuş görünüyordu ama hala eli kanlıydı; avcu hafifçe bana doğru dönük olduğundan yarasını görebiliyordum. Üstü usulca kapanıyor gibi kısmen kabuk bağlamıştı. Bu kadar hızlı mı iyileşiyordu?

Böyle pes edecek değildim. Yorganın kenarından tuttuğum gibi kaldırdım ve yataktan çıkmak için hazırlandım. Benden daha hızlıydı, benden önce davranarak parmaklarını bileğime geçirdi ve yorgana bastırdı. Avcum soğuk yorgana bastırılmışken bileklerimde ateş kadar sıcak parmakları hissediyordum.

Şaşkınlıkla, bana yandan öfkeli bakan yüzüne baktığımda ‘’Huvasa kukrat yu’r. (Usluca cezanı çek.)’’ dedi, boğuk sesiyle bastırarak. ‘’Ti kukrat burken. (Cezan buyken.)’’

Ona ters ters bakarak tekrar geriye yaslandım. Eli bileğimden ayrılmıyordu, sanki kaçmamdan korkuyordu. Beni de duvar kenarına sıkıştırmıştı, ondan habersiz buradan kımıldayacağımı sanmıyordum zaten. Hoşnutsuzlukla karşı duvarı seyretmeye devam ettim. O da rahatça bir nefes bırakıp başını geriye yaslamış gözlerini tekrar kapatmıştı.

Başparmağımın oyuntusunun üstünde, onun parmağını hissettiğimde bakışlarımı aşağı indirdim. Göz ucuyla elinin hareketini seyrediyordum; tenime o kadar narin davranıyordu ki midemdeki kasılmalar tekrar ortaya çıktı. Başparmağıyla elimin kenarını tüy gibi hafif bir dokunuşla okşuyor, bunu yaparken bileğimi hala bırakmıyordu.

Başımı çevirerek profiline baktım. Kaşları hala çatık dursa da ifadesinde sakin bir serinlik vardı. Kafasını geriye yatırdığından keskin çene hattı ortaya çıkmıştı, kavruk tenine ayın ışığı yansırken bu onu daha çekici ve ulaşılmaz kılıyordu. Adem elması kayık gibi aşağı inip tekrar yukarı tırmandı, gözleri kapalıyken sanki Asir’i görüyordum.

Neden anlaşamıyorlardı acaba?

Ya da gerçekten anlaşamıyorlar mıydı?

Mücadele etmeyi bırakarak pes ettim, başım geriye doğru düşerken ve sessizlik aramızda bir okyanus gibi olmaya başladığında beynim usulca uyuşmaya başladı. Gözlerimi kısa sürede aralayıp zihnimi ayıltmaya çalıştım ama kirpiklerim bana ihanet ederek tekrar kapandı. Bir süre karanlıkta uykuyla cebelleştim, sonra dayanamadım.

Kirpiklerimin arasından sızan güneşin ışıkları bilincimle oynamaya başladığında kaşlarım istemsizce çatıldı. Boğazımdan birkaç mırıldanma döküldü, yine karanlığa gömülecekken zihnimdeki o sesi duydum. Kömür karası harelerini üstüme dikmiş, kaşları çatık bir bana bir de başka yöne bakıyordu.

‘’Hayırdır?’’ dedi mekanik sesiyle, çenesinin ucuyla bir yeri göstererek.

Başımın altındaki sert oyuntu, gözlerimi aralamama neden oldu. Sırtım hala yatağın başlığına dayalı, başım Erkan’ın omzuna düşmüş öylece uyuyakalmıştım. Boynum tutuk vaziyetteydi. Başımın üstünde bir sertlik daha hissediyordum, Erkan kafasını bana yaslamış olmalıydı. Boynumdaki kas ağrımaya devam ediyordu, onu uyandırma pahasına hareket ederek başımı kaldırdım.

Suratım keskince saplanan ağrıyla buruştu. Erkan’ın da hareket ettiğini hissettim, hareketimle o da başını kaldırmıştı. Yarım yamalak araladığı gözleri tekrar kapandı ve kaşlarının uçlarını uyanmak istercesine kaldırıp indirerek tekrar kızıllarını meydana çıkarttı.

Yutkundu. Gözlerimi ondan alamazken İblis’in dik bakışlarını hissederek hışımla ona odaklandım. ‘’Neredesin sen? Dün gece yoktun!’’

‘’İyi ki de yokmuşum,’’ dedi kaşlarını imayla kaldırarak. ‘’Yokluğumdan fırsat bulmuşsun.’’

Kaşlarımı çattım. ‘’Ne saçmalıyorsun!’’

Kadehi tutan elini hışımla öne doğru uzattığında birkaç damla şarap yere döküldü, umursamadı. ‘’Onu kast ediyorum! Ne işi var yine senin yanında?’’ Öfkesi, ona kızışımın önüne geçerken sakin olmaya çalışarak karanlık çehresinin ardında saklanan kara gözlerine baktım. ‘’O Asir değil.’’

Kaşlarını yukarı kaldırdı, ‘’Yoksa?’’

‘’Evet! O yüzden dün gece nerede olduğunu sordum.’’

Arkasına yaslandı, yakışıklı suratında hala hoşnutsuz bir ifade vardı. ‘’Ne fark eder ki? Ha Erkan, ha Asir!’’

‘’Asir’i öldürmüş.’’ dedim İblis’e, sakince bakarak. ‘’Öyle diyor.’’

Önce algılayamadı; sonra kaşlarını yukarı kaldırırken aynı zamanda dudaklarını birbirine bastırdı. Sanki gülmemeye çalışır gibi hali vardı. ‘’Gülme.’’ dedim ifadesizce, ‘’Ciddi görünüyor.’’

‘’Neyden bahsediyorsun?’’ dedi İblis, uyarıma aldırmadan homurdanırcasına çıkan gülüşünün arasında. Sanki histerik gülmüştü, söylediğim imkansızmış da kötü bir şaka duymuş gibi. Erkan’a bakış attım, benimle ilgisini çoktan kaybetmiş görünüyordu ama yataktan da çıkmıyordu. Pencereden dışarı bakıyordu, güneş gözlerinin rengini daha çok açmış ve onları kanlı bir göl gibi ortaya çıkartmıştı.

‘’Bayıldım ya ben.’’ dedim söze böyle bodoslama başlayarak. Tamamen ona odaklıydım, o da bunu bildiğinden bacak bacak üstüne atmış beni dikkatlice dinlemeye başlamıştı. Arkasına yaslanarak, işaret parmağını şakağına dayadığında kazayağı gerildi. ‘’Uyandığımda Asir yoktu; Erkan vardı. Mu’uran de ti dedi.’’ Kaşlarımı çatarak, ‘’Benimle oyun mu oynuyor?’’ dedim, ‘’Mu’uran öldürdüm demek değil mi?’’

Başını geriye yaslayarak dudaklarını aydınlanmışçasına araladı, uzun bir ‘’He…’’ dedi. Aydınlanmasının bittiğini haber eden düz sesiyle, ‘’Yok.’’ dedi sonra, başını düz tutarak bana bakarken.

Suratımı kafam karışmış halde buruşturdum. ‘’Ha?’’

‘’Toprak, ne alakası var?’’ dedi, alayla. Ona boş boş baktığımı fark edince gözlerini devirdi. ‘’Mu’uran demiş.’’ dedi kelimenin üstüne bastırarak. ‘’Mu’ran değil.’’

Kirpiklerimi kırpıştırarak aradaki farkı anlamaya çalıştım; yüzümdeki ifadeyi süzerek pis pis sırıttı. ‘’Dur düşünme.’’ dedi alayına devam ederek, ‘’Sen düşününce iyi şeyler olmuyor. O yüzden açıklayayım.’’ Gözlerimi devirdim, ‘’Gerçekten kırılıyorum ama.’’ dediğimde önemsemeyerek dümdüz devam etti ama sesindeki alayı da silip yok etti.

‘’Mu’uran öldürmek anlamına gelmiyor; dratres ölüm anlamına geliyor. Bir de dratres’le eş anlamlı mu’ran var. Sen karıştırmışsın, mu’ran dememiş mu’uran demiş.’’ dedi öğretmen gibi bana sabırla açıklayarak; sesinde en ufak alay kırıntısı bulamıyordum ama gözlerinin derinlerinde bana bakarken parıltılar görüyordum. O parıltılar hiç hoşuma gitmiyordu.

‘’Ee?’’ dedim homurdanarak.

Boğuk bir kıkırtıyla güldü, güldüğünde beyaz dişleri karanlık dumanlarının arasından ortaya çıktı. ‘’Uykuda.’’ dedi sonuca vararak. ‘’Bir süre uykuda, o uyanana kadar Erkan’layız.’’ Başımı tekrar yanımda duran adama çevirdim, dudağının kenarı hafifçe yukarı kalkmış hala sessiz sedasız, düşünceli vaziyette pencereden dışarı seyrediyordu.

Onunla ilgilenmeyi bırakarak İblis’in sesine odaklandım. Kaşları çatık, Erkan’a bakıyordu. ‘’Akıllara tek bir soru geliyor.’’ dedi, ‘’Neden burada?’’

‘’Onu dün gece defalarca kez sordum. Sorduğumla kaldım.’’ dedim bıkkınca, fakat aklıma söyledikleri düştü. ‘’Asir’in zayıf olduğunu düşünüyor, ondan daha güçsüz... Hatta onu kendisinin koruduğunu söyledi.’’ Başını sallarken dumanları usulca havada sallanarak kayboldu, ‘’Mantıklı.’’

‘’İkinci olarak,’’ dedi İblis imayla, başını dikleştirip. ‘’Sen yukarıda can çekişiyorken, ki öyle olmasını umuyorum,’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp indirerek. ‘’Mehir neredeydi?’’

Omuzlarımı yukarı kaldırıp indirdim, umursamaz takılsam da Mehir’in cidden aşağıda olmasına rağmen o kadar gürültüye yukarı çıkmamasına şaşırmıştım. Belki de evde değildi ama gece yarısı nereye gitmiş olabilirdi ki? İblis’in çatılı kaşları düzelmiyordu, hatta birbirine daha çok yaklaşıyordu ve bu ifadesi karanlık suratını daha da karanlığa boğuyordu.

Onu düşünceli zamanlarında gözlemlerken severdim, çünkü ben bir çukura girdiğimde ya benimle beraber o çukura atlar ya da çukurun tepesinden beni küstah bakışlarıyla ezse de, o düşündüğünde mutlaka beni oradan çıkartırdı. Bu yüzden ne kadar havalı olduğunu düşünmeden edemezdim.

Bakışlarını usulca benden ayırarak odasının bir kenarına bakış attı, bir süre orada bir boşluk varmış gibi içine çekilmeye devam etti. ‘’Asir, bizim gözümüzde güçlü biri ama kurtlar, genelde kendilerini üstün görürler. Asir’in cadı olarak güçsüz olduğunu düşünüyorum; belki de kendi içinde halledemediği şeyler vardır.’’

Bakışlarını boşluktan çekerek manidar şekilde Erkan’a dikti. ‘’Bayağı büyük bir sorunlar…’’

‘’E ne yapacağız?’’

‘’Bekleyeceğiz.’’ dedi umursamazca. ‘’Başka ne söyledi, sadece bunları mı konuştunuz?’’ dedi bakışlarını ilgisizce bana çevirerek. ‘’Bir de aniden ‘’Wi haru tus?’’ dedi, ‘’Odia wi haru tus?’’ gibi bir şeyler sordu ama anlamadım.’’ dediğimde usulca irileşen kömür harelere baktım. ‘’Ha siktir,’’ dedi ağzının içinde. ‘’Lan ben onu unuttum!’’

‘’Ne?’’

İblis gözlerini aniden Erkan’a diktiğinde birden omuzları geriye doğru irkildi, bedeni şaşkınlıktan dolayı baştan aşağı titredi. Tepkisine karşılık yumuşakça yutkunarak, başımı yanımda oturan adama doğru çevirdiğimde tüm tüylerimi şaha kaldırmaya yetecek şekilde kocaman sırıttığını gördüm.

Kızıl gözleri tehlikeyle parlarken bana değil, alnıma bakıyordu. Birden bana doğru kayar gibi üstüme eğildiğinde sıcak nefesi suratımı yaladı; biraz geri çekildim. Kalbim boğazıma doğru tırmanmaya başlarken adımlarını hızlandırdı.

İblis’in gerginlikten kocaman araladığı gözlerini görüyormuş gibi başını yana doğru yatırarak sırıtışını genişletti. ‘’Xi xi, teska ti haru wus…(Bak bak, burada kim varmış…)’’ dediğinde kalın, alay kokan sesiyle nefesimi tuttum. İblis sanki zihninin içini görüyormuş gibi boşta kalan elini ağzına doğru götürüp kapattı. Nefesini içine çekerek bir süre hareketsiz kaldı. Öyle ki her zaman hareketlenen dumanlarında bu sefer en ufak bir kıpırtı görmedim.

Erkan’ın kaşları anlamsızca çatıldıktan sonra üstüme eğilmekten vazgeçerek geriye çekildi. Üstünlük kokan, yırtıcı bakışları suratıma tepeden bakarken alnımın tam ortasından aniden gözlerime doğru iniverdi.

Tek kaşını kaldırdı, ‘’Le’a morta,’’ dedi imayla. ‘’Hu’r trest. (Açım.)’’ dedi ifadesini bile bozmadan, kalınca sesiyle.

Beynim bir süre algılamayı bıraktı, yorganı kaldırarak yanımdan ayrıldıktan sonra kollarını yukarı doğru kaldırarak gerildi. Geniş sırtındaki kasların gerilişini, kürek kemiklerinin birbirine yaklaşımını seyrettim. Pürüzsüz tenini gerdikten sonra kollarını iki yanına indirerek ilerlemeye başladı. Kemeri çıkarttığından pantolonu hafifçe belinden kaymıştı.

Ardından bana doğru dönmeden kapıya doğru ilerledi. İblis o gidene kadar tuttuğu nefesini gürültüyle dışarı verirken dumanlarında öyle bir dalgalanma oldu ki şaşırdım, ilk defa onu böyle görüyordum. Aklıma aniden bir şey düştüğünde, ‘’Seni sessiz olduğunda hissetmiyor olmalı.’’ dedim. Paniğin sarıp titrettiği bedeni azar azar durulmaya başladığında temkinli bakışları üstüme çöreklendi.

Aceleyle konuştuğumdan dolayı sözümü kesemedi, bu yüzden rahatça kendimi ifade edebildim. ‘’Az önce saliselik nasıl şaşırdığını hatırla, çaktırmamaya çalıştı ama sen nefes bile almadığında ve sessizliğine gömüldüğünde seni hissetmediğini düşünüyorum. Kulaklarının nasıl hassas çalıştığını biliyorsun, onun gibi bir şey. Dışarıda ya da içeride olman fark etmiyor.’’

‘’Ee?’’ dedi şaşkınca gürleyerek. ‘’Lan ben hiç konuşmayacak mıyım?’’

‘’O etraftayken.’’

‘’Toprak!’’ dedi gürleyerek, bu sefer gerçekten öfkelendiğini seziyordum. Yine de haklı olduğumu biliyordu, bu yüzden dişlerini birbirine geçirerek bakışlarını benden çekti ve derin derin nefesler alıp başka yöne doğru baktı. ‘’Sikeyim!’’ dedi sonra yine bağırarak. Ardından öfkeli gözlerine şaşkınlık ve dehşet düştü. ‘’Bu…’’ dedi, ‘’Toprak bu ne demek biliyor musun?’’

Başımı salladım. ‘’Maalesef… Asir’in yapamadığını yapıyor; zihnime kolayca girebiliyor.’’

İblis birden nefes alamamış gibi soluklandı, gergince elini kaldırıp alnını karışlarken elinin altından bana bakıyordu. Korkunçtan ziyade dehşet vericiydi. Erkan’ın karşısında ruhum çırılçıplaktı; savunmasız şekilde tamamen karşısında duruyordu ve Erkan hiç zorlanmadan onu okuyabiliyordu.

Yabancı olmasına rağmen.

Zihnimin mavi göğünde beliren ela harelerle dehşetle aralanan gözlerimi kapı tarafına çevirdim. Hareketlerim istemsizce hızlandı, yorganı bir köşeye fırlatıp apar topar odadan çıktığımda gözlerimle Erkan’ı taradım. Asir bile Mehir’den zerre hoşlanmazken kurt olan Erkan’ın onu parçalayacağından emindim.

‘’Odasında.’’ dedi İblis fısıldayarak, az önce sanki hiç sessiz olmaktan hoşlanmayan o değilmiş gibi.

Gümbürdeyen kalbimi yatıştırmak adına elimi göğsüme koyarak sakinleşmeye çalıştım, bir yandan da Asir’in odasına doğru adımladım. Kapı yarı açıktı, içeri girmeden içeriyi görebildiğimden şöyle bir bakış attım. Erkan yarı çıplak şekilde odada rahat rahat dolanıyor, onun eşyalarına bakıyordu. Suratında en ufak bir kıpırtı göremiyordum, ruhsuz hareketlerle kıyafet dolabını açarak içini karıştırmaya başladı.

Kısa kollu, v yaka siyah bir tişört alıp üstüne geçirdikten sonra onu pürüzsüz belinden aşağı genişçe kaydırdı. Ardından parmaklarıyla dağılan saçını karıştırarak onları daha fazla dağıttı. Görüntü beni cezbetmesin diye kendi içimde o kadar çok mücadele etmiştim ki sonunda dayanamadım, istemsizce dudaklarımdan hafif bir nefes içime kaçtı.

Kulakları dikkat kesildi, bunu hareketlerinin yavaşlamasından kavradım. Fakat başı hala önüne doğru bakıyordu. Yine de profilini yarım yamalak seçebiliyordum. Dudağının kenarı alayla kıvrılsa da bozuntuya vermeden etrafına son kez baktığında onu orada bırakıp holde yürümeye başladım. Merdivenlere ulaşıp ses çıkartmamaya özen göstererek aşağı indim.

Mehir koltukta uzanıyordu ve elalarını tavana dikmiş boş boş bakınıyordu. ‘’Dün gece neredeydin?’’ dedim kaşlarımı çatarak. Eğer buradaysa yukarı çıkmamasına gücenirdim, belki de Asir’in Erkan olduğundan bihaberdi ve o yüzden çıkmamıştı ama bunu bilemezdim. Tereddüt dolu bakışlarımı, hiç istifini bozmayarak sadece gözlerini aşağı indirip bana bakan kıza çevirdim.

‘’Biraz hava almaya çıktım, neden ki?’’ dedi, kuru bir sesle.

Derinlerimde ona güvenmek isteyen kız memnuniyetle gülümsedi, diğer yandan surat ifadem en az İblis kadar ifadesizdi. ‘’Burada durmamalısın.’’ dedim, ‘’Bir süre ayrıl.’’

Kocaman araladığı gözlerle aniden sırtını doğrulttu, böyle doğrulmasına şaşırmıştım. ‘’Ne!’’ dedi bağırarak, ‘’Nereye gideceğim ya?’’

İblis elini alnının çatına vurarak ses çıkartırken; ‘’Kızım sus!’’ dedim dişlerimin arasından. ‘’Gelecek şimdi.’’

‘’Kim?’’ Fısıldasa da hala heyecanlı görünüyordu, bu heyecan tamamen davranışlarından kaynaklıydı yoksa ifadesinden gergin ve endişeli olduğunu görebiliyordum.

‘’Hadi Mehir! Bana güven.’’ dedim ona doğru ilerleyerek, yanına varıncaya kadar şaşkın elalarını üstümden ayırmadı. İnce kolundan tutarak onu çekiştirmeye çalıştım ama benden güçlüydü, yerinden milim kıpırdamadı. ‘’Kızım kalksana!’’ dedim dişlerimin arasından, ‘’Yukarıda. Gelecek birazdan.’’

Erkan’dan bahsetmek istemiyordum çünkü Asir’in sırrıydı; o gelmeden Mehir’i çıkartmalıydım. Baygın bakışlarla, ‘’Asir mi?’’ dedi, büyük bir gerginlik omuzlarından kalkmış gibi gevşedi. ‘’Ben de kimden bahsediyorsun diyorum Evin ya! Ona alışığım, ne var bunda?’’

Gergin bakışlarımı merdivenlere çevirdiğimde çoktan basamaklarda uzun boyuyla dikilmiş, hoşnutsuzluğundan daha çok zavallı kızı öldürmek istercesine sert bakışlarını Mehir’e saplayan Erkan’ı gördüğümde ruhum Tanrı’ya kavuşmak üzereydi. Ellerini cebine atarak gevşek gevşek son basamaklarından indi ve başını sola doğru ölümcül bir vahşilikle eğerek ağır ağır bu tarafa yaklaşmaya başladı.

Parıldayan gözlerinde tehlike sinyalleri çalıyordu. ‘’Bu…’’ dedi Mehir korkuyla fısıldayarak, ‘’Asir değil, değil mi?’’ Şaşkınlıkla başımı eğerek kızın beti benzi atan suratına baktığımda ikimiz de yutkunduk. Hatta İblis’le beraber üçümüz. Ürkünç şekilde yaklaşması, elimi ayağıma dolandırırken Mehir’in ‘’Gidiyordum!’’ dediğini duydum. Alelacele koltuktan ayrılarak arkama geçti, tek eli kolumu kavrarken bana güvendiğini görmek daha çok gerilmeme neden oldu.

Karşımda bize yaklaşan adama, ‘’Dur,’’ dedim ellerimi açarak kaldırırken. Avcum yere bakıyor, onu sakinleştirmeye çalışıyordum. Aslında sakin görünüyordu, sadece sağı solu belli olmayan bir tipti. Durdu. Böcek görüyormuş gibi bakan gözleri Mehir’in üstündeyken birden kızıl gözlerini benim üstüme çevirdi; sanki böceği koruyan bana bakıyordu. Aynı ifadeyle, belki de aynı ifadeden daha yumuşak bir tonda.

Kızıl gözleri tepeden bana bakarken, ‘’Kami.’’ dedi derinlerden gelen sesle, ‘’Orara ja once. (Uzun zaman oldu.)’’ Gözlerini benden sonunda ayırdığında ellerimin titrediğini fark edip yumruk yaptım. Mehir’den ses çıkmadı, ikisi arasında dönüp dolanan benim anlamadığım sessiz bir şey vardı.

‘’Hım…’’ dedi Mehir, arkamda korkakça mırıldanarak. ‘’Ben de gidiyordum.’’ Sesi öyle içine kaçtı ki onu arkamda olmasına rağmen zoraki duydum. Erkan başını olumluca sallarken sakin görünüyordu, ‘’Nera. (Defol.)’’ dedi, sadece. ‘’Oldu o zaman…’’ dedi Mehir de, arkamdan usul usul geriye giderek.

Omzumun üstünden ona tuhaf tuhaf baktım; korku dolu bakışları Asir’in üstünde temkinli şekilde bekliyordu. Sanki ani bir atağını bekliyordu. ‘’Nereye gideceksin ya?’’ dedim, merakla fısıldayarak. Ürkek elaları bana indiğinde ellerini iki yana açarak sessiz kaldı, fakat daha fazla beklemeden usulca koltuğun kenarına, sonra arkasına doğru geçti.

Hala gözü Erkan’daydı. Kuyruğunu iki bacağı arasına kıstırmış kedi gibi görünüyordu. Erkan’sa ona tek kaşını kaldırmış, yan yan bakıyordu. Yerinde durmuş olması bile Asir’in iki aydır yapamadığını yaptırmaya yetmişti. Mehir’i defalarca kovmasına rağmen kız yerinden kımıldamamıştı; Erkan’sa sadece salonda durmuştu.

Mehir omuzları düşmüş halde kapıya ilerlerken içim sıkıldı; onun için üzülmeye başlamıştım. Kız cidden nereye gidecekti? Onun da bilmediğini düşünüyordum çünkü ayakları yavaş yavaş hareket ediyordu, sanki nereye gideceğini düşünüyordu. ‘’Bekle.’’ dedim istemeden, ‘’Dışarıda konuşalım.’’

Mehir omzunun üstünden bana bakıp başını salladı ve kapıdan dışarı çıktı. Ardından endişeli gözlerimin yerini asabiyet aldı, sert bakışlarımı karşımda duran adama çevirdim. ‘’Neden kovdun onu?’’ dedim kaşlarımı çatarak, ‘’Ne zararı var? O benim arkadaşım.’’

Gözlerini yukarı doğru kaldırdı, ‘’Kami na ante u’tura. (Kami’den arkadaş olmaz.)’’ dedi sertçe. Ardından tavandaki gözlerini bana usulca indirse de sert, vahşice parıldayan kızıl hareleri insani olmayan bir güçte parladı. ‘’Buraste, mau qauza’s. (Ayrıca burası benim.)’’

‘’Bal gibi de olur!’’ dedim kollarımı göğsümde kavuşturarak, bir adım öne doğru adım attığımda kalkık çenesi aşağı doğru indi ve bana donuk bir ifadeyle baktı. Kemikli çehresinde hiçbir duygu ya da mesaj okuyamıyordum. ‘’O benim arkadaşım, şimdiye kadar bana hiçbir zararı olmamış. Ne istiyorsunuz Asir’le ondan?’’

Kaşlarını çatıp dudaklarından derin bir nefes bıraktı, ‘’Şimseke. (Sıkıldım.)’’ dedi kalın sesiyle. Bana bakarak kafasını kapı tarafına doğru eğip kaldırdı, ‘’Ra. (Git.)’’

Ona bir tane çakmamak için insan üstü bir çaba sarf ettim, yumruk yaptığım ellerim yanımda sımsıkı durdu. Gözlerimi devirerek yanından geçtiğimde kılını bile kıpırdatmadı, arkamda koltuktan bir ses yükseldi. Ona doğru bakmadan kapıdan dışarı çıktım. Mehir bahçenin ortasında durmuş, manzaraya bakarken bir süre durup onu inceledim.

Beyaz saçları rüzgarda usulca sallanıyor, kuş yuvasına benzeyen dağınık saçlarını daha fazla dağıtıyordu. Pamuk şekerine benzeyen saçları bana Nilüfer’i anımsatıyordu. Boğazımda biriken yumruyu yutkunarak verandanın basamaklarından aşağı indim ve ölü, seyrek çimenlerin üstüne basarak ona doğru ilerledim.

Hala bana dönmemişti. Yanında durup ben de karşıdaki dağlara bakarken ikimiz de sessizdik ve bir şeyler düşünüyorduk. Başımı çevirerek yan profiline baktığımda kasvetli duran beyaz teni, tekrar kalbimi acıttı. İblis’e baktığımda hiçbir şey olmamış gibi kadehinden yudumlayarak arkasına yaslanmış, tüm bu zaman boyunca tartışmayı sessizce izlemişti.

Konuşmaması gerektiğini söylemiştim ama… Konuşsaydı keşke.

Dudakları ince bir ipi andıran ve gergin duran arkadaşıma baktığımda o cevabı olmayan soru dudaklarımdan döküldü. ‘’Nereye gideceksin?’’ Tek omzunu silkti ve dudaklarını kenarlarını aşağı doğru sarkıttı. ‘’O gidene kadar. Sonra tekrar gelirsin.’’ dedim, yumuşak bir sesle.

‘’Bilmiyorum.’’ dedi mırıldanarak, ilk defa konuşurken. Boğazındaki görünmez pürüzü yumuşakça temizleyerek gözlerini kıstı ve karşı tarafa bakmaya devam etti. Bana hiç bakmıyordu. ‘’Defalarca kez kovuldum, defalarca istenilmedim. Bunlara alışığım ama ilk defa bir yerde uzun bir süre kalabildim. Senin sayende.’’ dedi göz ucuyla bana bakıp tekrar önüne dönerken.

‘’Bir daha gelir miyim?’’ dedi mırıldanarak, kendi kendine.

‘’Tabii ki geleceksin!’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Bu geçici. Asir zaten sana alışmış gibiydi.’’

Dudağının kenarı soğukça yukarı kıvrıldı ama bir şey söylemedi. ‘’Akdes’i biliyorsun değil mi?’’ dedim aniden, düşünceli arkadaşıma bakarken. Başını salladı, gidişattan hiç hoşlanmadığını belli eden ifadesine aldırmadan devam ettim. ‘’O beni tanıyor, eğer benim seni gönderdiğimi söylersen kabul edecektir.’’

‘’Neye güvenerek söylüyorsun bunu?’’ dedi İblis ilk defa araya karışarak. ‘’Kızım, seni bile zoraki aldı o adam.’’

Mehir mırıldandı, ‘’İşe yaramaz. O adam beni sevmiyor. Kimse beni sevmiyor Evin.’’ Kaşlarının uçları yukarı doğru acıyla kıvrılmıştı, surat ifadesine bakarak yumuşakça yutkundum; çocukluğum gözlerimin önüne gelirken gözlerim neredeyse buğulanacaktı ama buna izin vermeden kararlı şekilde çenemi dikleştirdim.

‘’Sen bana güven.’’ dedim emin şekilde. ‘’O beni sevdi; bir iki günlüğüne sana dayanır. Ayrıca Ezrial var, o da sana yardım eder eğer benden bahsedersen.’’

Başını salladı ama hiçbir şeyden emin görünmüyordu. ‘’O Erkan mıydı?’’ dedi Mehir, aniden. Şaşkınlıkla suratına baktığımda o gözlerini benden ayırarak omzunun üstünden, evin dış cephesine doğru bakış attı. Kıstığı gözleri keskinleşti, ‘’Vahşi, zorba adam.’’ dedi küfür etmeyi bilmiyormuş gibi, kendince söverek. İblis’in dudağının kenarı kıvrılsa da sesini çıkartmadı.

‘’Onu nereden tanıyorsun?’’

‘’Herkes kadar tanıyorum,’’ dedi umursamazlıkla. ‘’O melez olduğundan işleyiş onda farklı.’’

İblis’le beraber kaşlarımızı çattık. Devam etti, ‘’Bildiğin safkan kurtlar gibi dönüştüğünü görmedim. Eski zamanlarda onu bir kez görmüştüm, en son çıkan savaşı başlatanın Erkan olduğundan eminim ama o anda bile kurt şeklinde değildi.’’

‘’Sen o zamanlar onu tanıyor muydun?’’ dedim ama bu sefer Asir’le sohbet ettiğimiz o akşam gözümün önünde belirdi. Yine de sahne zihnimde canlanmadan Mehir sakince konuştu, ‘’Evet.’’ dedi kısaca. ‘’Erkan’ı bilen nadir kişilerden biriyim. Aman ne mutlu…’’ dedi sonlara doğru homurdanarak, gözlerini devirirken.

Sorgularcasına kaşlarımı çattım. ‘’İşleyiş derken ne kast ettin? Ne kadar süre sonra gider?’’

Tek omzunu silkti, ‘’Ne bileyim ben?’’ dedi mırıldanarak. Hafifçe yan dönerek tek elini kaldırıp omzuma dokundu, sanki dokunmak çekinirmiş gibi bir hali vardı. Yumuşaktı. ‘’Ama ona karşı dikkatli ol. Sana yemin ederim, aşağı inenin Erkan olduğunu daha önce bilseydim dün geceden gitmiş olurdum.’’

‘’Hiç rahatlatmıyorsun…’’ dedim gergince, sırıtarak.

‘’Gerçekler acıtır.’’ dedi o da aynı şekilde karşılık vererek. Ardından sırıtmayı bırakıp ciddileşti, ‘’Erkan’dan kimsenin haberi olmaması gerek Evin. Bu iş şakaya gelmez. Ne yap ne et, onu bir şekilde sakla.’’

‘’Ne? Nasıl saklayacağım koskocaman adamı!’’

‘’Ulan bu yavru köpek mi?’’ dedi İblis de, aynı anda.

‘’Beni burada tutsaydı ve ben ondan çekinmeseydim, sana yardım ederdim.’’ dedi Mehir, kararlı bakışlarla. ‘’Ama Evin, bu işte maalesef yalnızsın. Bir şeyler düşün ve onun Erkan olduğunu kimsenin bilmesine izin verme.’’

‘’Adam konuştuğunda kendisini ele veriyor!’’ dedi İblis, Mehir’e doğru. ‘’Ne yapalım, dudaklarını birbirine mi dikelim?’’

‘’Dil konus…’’ dedim ama Mehir’in ürkek bakışları aniden omzumun üstünden ileri baktı. Ardından aceleyle dönen hareleri, endişeyle gözlerimin derinlerine saplandı. ‘’Akdes’e gideceğim, sana güveniyorum.’’ dedi ve elini tekrar omzuma koyup yumuşakça avcunu derime bastırdı. ‘’Sana güveniyor.’’ dedi fısıldayarak, gözlerimin içine ciddiyetle bakarken.

Yutkundum, bana bir daha bakmadan patikaya doğru ilerledi ve aşağı koşturmaya başladı. Arkasından ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemeden bakakaldım sonra geriye dönerek verandaya doğru ilerlemeye başladım; kafamı yerden kaldırdığımda kapının pervazına omzunu yaslamış beni seyreden Erkan’ı görür görmez kalbim tekledi.

Bu uzun süren bir mücadele olacaktı.

Hiçbir şey belli etmeden çevik bir hareketle omzunu pervazdan ayırıp içeri girdi. İblis alt dudağını gergince ısırarak bir ona bir bana bakarken, ‘’Daha kötü günler gelecek demiştim. Avını bekletiyor demiştim…’’ dedi ilk günlerde bana söylediklerini bir kez daha hatırlatırken.

‘’Sus, lütfen.’’

Başını manidar şekilde sallayarak, ‘’Tabii tabii…’’ dedi.

İçeri girdiğimde onu salonda göremedim, ben de acıktığını düşünüp mutfağa doğru ilerledim. Kapı pervazına geldiğimde tezgahın kenarlarına ellerini dayamış, omuzlarını aşağı indirmiş onu gördüm. Başı iki omzu arasında öne doğru eğilmişti, o yüzden ifadesini seçemiyordum. Kafamı hafifçe sağa doğru yatırarak yüzünü görmeye çalıştığımda başını sola doğru çevirerek iyice görüş alanımı kapattı.

‘’Neler oluyor?’’ dedim, kuru bir sesle.

Cevap olarak sadece bir hırıltı bıraktı. İblis kaşlarını çatarak onu baştan aşağı süzerken diken üstünde gibiydi, bir ona bir bana bakarak endişesini belli etmekten çekinmedi. Elleri tezgahın kenarlarına gömülmüş, parmakları içe doğru kıvrılmıştı. O kadar sıkıyordu ki damarları haritadaki yol çizgileri misali kabarmıştı. Erkan’ın aldığı sık nefesler mutfağın tezgahına çarparken, tişörtünün altında belirginleşen sırtındaki kürek kemiklerinin bile gerilmesine şahitlik ediyordum.

Yanına doğru yaklaştığımda başını tekrar önüne doğru çevirdi ve sadece gözünün ucuyla bana doğru bir bakış fırlattı. Keskin bakışı sebebiyle ne yapacağımı şaşırarak duraksadım, hissettiğim gerginlik ortamı daha çekilmez hale sokuyordu. Ağzım kurudu. ‘’İyi misin sen?’’ Fısıltılı sorum, hafifçe yutkunmasına neden oldu.

Ardından başını onaylarcasına sallayıp sessizliğe gömülmeye devam etti. Ona nasıl yaklaşacağımı bilemememin verdiği çaresizlikle etrafa bakmaya başladım; gözlerim masaya, sonra mutfağın kapısına doğru çevrildi ardından en son, artık odağının bende olduğunu gösteren kızıl harelerle bakıştım.

Bayılacak gibi gözlerini usulca kapatıp araladı ama sendeleme olmadı. Tek gözünün kenarını kasarak yüzünün bir kısmını buruşturdu ve bir anlığına da olsa başını öne eğerek ortamdan soyutlaştı. ‘’Asir içinde baskı kuruyor olmalı.’’ dedim içimden, İblis’e. O da tedirgin bakışlarıyla başını sallamakla yetindi. Gözlerini ondan ayırmıyor, sanki her an saldırmasını bekler gibi bakıyordu.

Tekrar gözlerini aralayıp başını kaldırarak bana doğru atılmasıyla geri çekildim. Korkuyla aralanan gözlerim hareketlerine kilitlendi, kendimi son anda pençesinden kurtarmıştım. Duraksadı ve kaşlarını çatarak bana baktı, ardından temkinli şekilde elini bana doğru uzattı; sanki bana bir şey yapmayacağını apaçık göstererek veya benden yardım diler gibi.

Yerimde kaldım, ne ona yaklaştım ne de bir adım geri gittim. Bundan güç bularak tanıdık elini bileğime doğru götürüp parmaklarıyla sardı; tanıdık his midemde kasılma yarattı. Gözlerimi onunkilerden ayırmıyordum, neden bu şekilde davrandığını çözümlemeye kalmadan beni kendine doğru çekti.

Şaşkınlıkla ona doğru çekildiğimde saçlarım bir anlığına geriye doğru savrulup sırtıma çarptı ve göğsüm, onun sert göğsüyle buluşur buluşmaz biçimli, sıcak elini sırtımda hissettim. Kafasını boynuma doğru götürürken çenem omzuna sürtündü; tanıdık kokusu ciğerlerime ev sahipliği yaparken burnunun ucunu boyun girintime soktu, şaşkınlıktan kilitlenmiştim.

İblis de o kadar şaşırmış olmalıydı ki gıkını bile çıkartamadı. Şaşkınca birbirimize baktık.

Erkan boynumdan yükselen kokuyu içine çekerken gerilmiş kaslarının gevşediğini hissettim. Bir eli sırtımdayken, bileğimi tutan elini de oradan çekerek başımın arkasına koydu ve parmaklarını saçlarımın arasına gömerek bir nefes daha çekti. Sakinleştiğini saniyeler geçtikçe daha iyi gözlemliyordum.

‘’İyi misin?’’ dedim şaşkınlığımdan sıyrılarak.

Kalın sesi boynumda daha boğuklaştı, ‘’Vu’r mau hittat, le’a morta. (Buna ihtiyacım varmış.)’’ Gülümsediğini hissettim ama onu göremedim. Yutkunduğumda İblis’le tekrar bakıştık; kafasını yana doğru yatırıp kaşlarını çatmıştı. Korumacı bir baba figürü ya da abi gibi görünüyordu. Eğer bu hissi doğal olarak tatmış olsaydım, ifadesine daha iyi bir kulp bulabilirdim ama düşüncelerim sadece gözlemlerime dayanıyordu.

Hafifçe geriye çekilerek başımı kaldırdığımda cehennem parçası gözlerle karşılaştım, daha iyi görünüyordu. Geriye hiçbir şey olmamış gibi çekildikten sonra bana son bir kez bakış atıp boş tezgaha doğru bakındı. Bense ondan gözlerimi ayırmıyordum. ‘’Ne yiyelim?’’ dedim havadaki gergin atmosfer dağılsın diye.

Tek omzunu silkti, mutfak kapısından içeri giren Reha’ya dokundu gözlerim sonra onu bırakıp Erkan’a tekrar döndüm. Kaşlarını çatmış, yerde gezinen dostuma tuhaf bir bakış atıyordu. Yerde yürümesine mi yoksa ondan bu kadar ufak olmasına mı ya da gerçekten böcek bir köle görmüş gibi düşünmesinden mi bilmem; keskin kemikli suratında tuhaf bir bakış vardı.

‘’Wu ta? (Ne bu?)’’ dedi homurdanarak, Reha’dan gözlerini almadan. Hayvanın tüylü kuyruğundan biri bacağıma dolandı ve başını kedi gibi bacağıma sürttü. Tilki’den beklenmeyecek hareketlerdi genelde, fakat Reha’nın zaten normal bir tilki olmadığını biliyordum.

‘’Benim Xiya’m.’’ dedim ilgisizce. ‘’Onu da kovma.’’

Hayvana son kez, İblis’in ilk Xiya’ya baktığı gibi bakması gibi yüzünü buruşturarak bakıp tekrar bana döndü. Tek kaşımı kaldırdım, ilgisiz bakışları kısık bir şekle büründüğünde ‘’Hu’r trest. (Açım.)’’ dedi sadece, boğuk sesiyle. Erkan bu ses tonunu bilerek yapmıyor gibiydi, normal ses tonu böyleydi. Kalın, derinlerden gelen boğuk bir sese sahipti.

Asir’in ses tonu daha kadifemsi geliyordu kulağıma. Onları istemsizce birbiriyle kıyaslamaya başlamıştım ama özünde, ikisi de aynı kişiydi. Ben de deliriyordum. ‘’Git avlan.’’ dedim ben de, kayıtsızca. İblis dudaklarını birbirine bastırarak burnundan garip sesler çıkartmaya başladı; ardından elini ağzını kapatarak gülüşünü bastırmaya çalıştı. Erkan’ın başı alayla yana doğru eğildiğinde, dudaklarındaki nahoş gülümsemeye karşı kayıtsızca bakmaya devam ediyordum.

‘’Ne? Avlanmıyor musun?’’ dedim kafamı iki yana sallayarak. ‘’Kurtlar genelde avlanmaz mı?’’

‘’Sus yavrum.’’ dedi İblis, kıkırtısının arasında. ‘’O normal bir kurt olsaydı şimdiye açlıktan seni parçalardı.’’ Erkan sabır ver dercesine tavana bakarken dudaklarındaki alaylı tebessümü de silmemişti; boynu gözlerimin önüne altın tepside serilirken adem elmasının bir kere aşağı kayıp hareket ettiğini gördüm. Başını eğerek bana kızıl hareleriyle son kez dokunup yanımdan geçerek buzdolabının kapağını araladı.

Vakumlu ses arkamda ses çıkarttı, ona doğru dönerek tezgaha kalçamı dayadım. Yüzüne yansıyan beyaz ışık, gözlerini olduğundan daha çok parlattı. Bir süre boş boş raflara bakındıktan sonra yüzü buruştu. ‘’Öyle bakma her şeye, sen de.’’ dedim homurdanarak. Tek kaşını kaldırıp bana yandan bir bakış attığında hiç olmadığı kadar çekici göründü ama bu düşüncemi de kendime sakladım. İblis bile duymadı.

‘’Çekil ben halledeceğim.’’ Ona doğru yürüdüğümde kapağı bırakmış, bir adım geri gitmişti. Fazla konuşmayı seven bir tipe benzemiyordu. Asir daha çok konuşkandı, benimle arada sırada alay etmeyi biliyordu. Erkan’sa daha ciddiydi, şakadan anlamayan bir tipe benziyordu.

Gerekli malzemeleri çıkartıp sucuklu yumurta için de diğer malzemeleri çıkarttım ve tezgaha koydum. Ocağa tava koyduktan sonra üstüne biraz yağ döktüm, ardından sucukları doğrayıp yağın içine attım. Onlar orada pişerken yumurtaları kıtırtı seslerle çatlatıp bir kasede çırpıp tavanın içine döktüm.

Çay yerine kahve içerdik. ‘’Yardım eder misin?’’ dedim, boş boş masanın kenarında oturan Erkan’a. Ondan ses gelmeyince omzumun üstünden geriye baktım, başını yana doğru eğmiş ocakta yaptıklarımı merakla seyrediyordu. Birden göz göze geldik, ifadesiz suratından hiçbir şey okuyamıyordum merak dışında. ‘’Hadi.’’ dedim kayıtsızca, ardından önüme döndüğümde dudaklarımda belli belirsiz kıpırtı doğdu.

Meraklı baktığında tatlı bir surat ifadesi oluşuyordu. Ayağa kalktı, arkamda varlığını hissettim. Sıcaklık birden yanımda belirdiğinde ona doğru döndüm, bana değil ocağın üstündeki yumurtaya bakıyordu. Kirpiklerini usulca kırpıştırdıktan sonra gözlerini yukarı doğru kaldırıp bana boş boş baktı, bir süre sessizce bakıştık. Bazen bu adamın korkunç olduğuna inanamıyordum.

Şimdi küçük bir oğlana benziyordu. ‘’Malzemeleri masaya taşı.’’ dedim çenemle tezgahın üstündekileri göstererek. Bana bakmayı bırakıp tezgahın üstüne doğru baktı. ‘’Çatalları da.’’ O harekete geçtiğinde tavanın içindeki yumurta tamamen piştiğinde mutfağa güzel bir koku yayıldı, sonra ocağı kapatıp tavayı çekip tezgaha koydum.

Bardakları raftan alıp çatalları da alt çekmeceden alarak içine koydum ve masaya götürdüm. Erkan’da tezgahın üstündeki tavayı alıp masanın tam ortasına koydu. Bir süre boş boş masanın üstündekileri inceledi, sanki bunlar ona tuhaf geliyordu. Karşımdaki sandalyeye oturduğunda tezgaha gidip kahve makinesinde kahve yapmaya başladım.

Kısa sürede kahve fincanlarına kahveyi de döktükten sonra masaya taşıdım. Sessizlik aramızda dönerken gergin değildik, sanki bu sessizliğe ikimizin de ihtiyacı vardı ve bunu bozmak için ikimiz de pek fazla konuşmuyorduk. Halinden memnun görünüyordu. Sessizlik içerisinde kahvaltımızı yapmaya devam ettik.

‘’Bugün ne yapacağız?’’ dedim sessizliği bozarak. Ekmek çiğnerken şakakları oynuyor, yanakları içe doğru gömülüp tekrar şişiyordu; kirpiklerini boş boş kırpıştırıp bana bakmaya başladığında şaşkın mı yoksa bir şeyler mi düşünüyordu bilmiyordum. Sadece böyle eli kanlı bir canavar değil de masum birine benziyordu.

‘’Wu hut? (Ne gibi?)’’ dedi ekmeği yutkunduktan hemen sonra.

‘’Sen gelmeden önce Asir bana bir şeyler öğretecekti.’’ dedim, soğuk bir şekilde. Baygın bakışlarım, onun ifadesizlikten sivrilerek keskinleşen gözlerine tutunduğunda istemsizce yutkundum. İblis tek kaşını kaldırarak aramızda dönüp dolanan gergin şeyi gördüğünde yine sessizliğine gömüldü. Normalde bu durumlarda konuşurdu.

‘’Sana dün gecede bahsettim. Bana eğitim verecekti.’’ dedim devam ederek, kahvemden yudumlayarak. Sıcaklık dilimi yaksa da oralı olmadan ifadesizleşmeyi başardım. Elindeki çatalı masaya tuhaf bir asabiyetle bırakıp geriye yaslandı, çıkan kısa gürültüden kalbim teklese de yutkunarak ifadesizliğime geri döndüm. Bakışlarım onun tepkilerini inceliyordu; o da benimkileri.

Dudağının kenarı yukarı kıvrıldığında bu beni rahatlatmadı, aksine bir yay gibi ruhumu gerdi. ‘’Wi neme hurtas ti kırtes egtera? (Benden gerçekten eğitim almak ister misin?)’’ Kafasını iki yana sallarken hala dudaklarındaki o tebessümü silmiyordu, bir iblise benzeyen gözleri de tehlikeli şekilde parlıyordu. ‘’Ma esti ti zrat. Wi muaeste Asir. (Sana zaten söyledim. Ben Asir değilim.)’’

İblis ağzını araladı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama sonra aklına bir şey gelmiş gibi geri kapattı. Sonra arkasına yaslanıp bu durum onun canını sıkıyormuş gibi gözlerini usulca kapatıp derin bir nefes bıraktı. Ne söyleyeceğini biliyordum; ‘’Toprak kaşınma. Sana eğitim verirse sağ çıkamazsın.’’ Biliyordum ama onu daha iyi tanımak için gerekliydi, zaten öyle de böyle de geri dönmüyordu. Belki ona da alışırdım?

Ya da gelmesinin gerçek amacını öğrenirdim?

Çenemi dikleştirdim, ‘’Evet.’’ dedim meydan okuyarak. İçimde katmerlenerek büyüyen cesaretin kara gözleriyle bakıştık, bana şeytanice sırıtıyordu. ‘’Bence Asir de bana yumuşak davranmayacaktı. Madem sen geldin, bu sefer öğretmenim sen ol.’’ Dudaklarında hoş bir kıvrım oluştu, başını bir sola bir sağa yatırırken bir şeyler düşünüyor gibiydi ama bakışlarını benden bu arada çekmiş, masanın üstüne bakıyordu.

‘’Kres. (Olur.)’’ dedi kalın sesiyle, kızıl parlak gözlerini üstüme dikerken sırıttı. ‘’Ma hurara ti ceme. (Senin öğretmenin olurum.)’’ İblis kaşlarını çatarak gözlerini yumarken konuşamadığı için acı çekiyor gibiydi; sonra başını yasladığı yerden kaldırıp kömür karası harelerini üstüme ikazla dikti. O gözlerin ne anlama geldiğini biliyordum ama umursamadım.

Belamı aramıştım ve buldum.

Kafamı sessizce sallayıp kahvemden yudum aldım. ‘’Reflaks ti kuva? (Refleksin iyi mi?)’’ dedi birden, arkasına yaslanarak. Beni baştan aşağı, masanın verdiği alan kadar usulca süzerken ifadesizliğin altında sanki alay ediyor gibiydi. Başımı hafifçe yukarı kaldırıp ‘’Sayılır.’’ dedim, ‘’Bir şeyleri yakalamakta, hızlı koşmakta ki bunu dün öğrendim,’’ dedim kısa bir süre susup. Dudağının kenarı kıpırdandı ama gülmedi. ‘’İyi sayılırım genel olarak. Neden ki?’’

Başını salladı. ‘’Kuva.’’ dedi tekrar, manidar bir sesle. İfadesizce, ‘’Bareta ti kuva? (Bıçakta iyi misin?)’’ dediğinde şaşkınlık kapının altından sızdı ve gözlerine bir süre ne söyleyeceğimi bilemeden baktım. İblis’in sırtı dikleşti ve endişeyle aralanmış gözlerini hem ona hem bana dikti.

‘’Pek sayılmaz…’’ dedim mırıldanarak. Şaşkınca kaşlarımı çattım. ‘’Bıçak eğitimi mi vereceksin?’’

Boğazından tuhaf bir hırıltı bıraktı ama sanki alay edercesine gülmüştü, gözleri parlak şekilde kısıldı. ‘’Ze. (Evet.)’’ dedi, kafasını iki yana salladıktan hemen sonra ‘’We? An’dime? (Neden? Yapamaz mısın?)’’ dedi, alayla. Ben bir şey söylemeden gergince yutkunurken tükürüğüm ağzımı kuruttu, kahvemden bir yudum alıp sakince geriye yaslandım ama kalbim endişeyle çarpıyordu. ‘’Wier ti zuhara? (Yoksa korktun mu?)’’ dedi büyük, sahte olan bir şaşkınlıkla.

‘’Ne korkacağım?’’ dedim yarım ağız sırıtarak, sonra kesik bir nefes bıraktım. Böyle söylesem de gergin olduğum her halimden, ses tonumdan bile belli olmuştu çünkü gereğinden bir tık daha fazla sesim çıkmıştı. ‘’Kuva.’’ dedi tekrar, takdirle. Ama alay mı yoksa gerçekten takdir mi ettiğini bilemedim. ‘’Asir burara once ti hartar bareta. (Asir çoktan bıçakla başlamalıydı.)’’ dedi, ‘’Reflaks ti jerta secar. (Refleksini böyle öğrenirdi.)’’

‘’Daha başlamamıştık. Söyledim ya, birkaç gün koştum sadece.’’ dedim mırıldanarak.

Güldü ama gülüşü soğuk bir buzu andırıyordu. ‘’Rut. (Boş.)’’ dedi, alayla. Masadan kaldırdığım gözlerimi onunkilere sapladım, yutkunma isteğimi bastıramadan tekrar yutkunduğumda bundan nefret ettim çünkü önemli bir şey konuşulduğunda belirgince yutkunursanız karşınızdaki kişiyi eğlendirirdiniz. Karşısında zayıfladığınızı, gerginleştiğinizi bu şekilde belli ederdiniz.

Erkan bunu çok iyi biliyordu, o yüzden ezici bir üstünlükle bana tepeden bakmaya devam ediyor ve böyle otoriter şekilde konuşabiliyordu. ‘’Asir koara ti burera ocen ökce reflaks hartar bareta. (Asir refleks ölçümüne koşmakla değil, bıçakla başlamalıydı.)’’ dedi tekrar, başını yana doğru eğerek beni süzerken. Gözlerime tırmanır tırmanmaz hemen de ekledi. ‘’Ma esti. Asir rut. (Sana söyledim. Asir boş.)’’

İblis kaşlarını çatıp dudaklarını birbirine bastırdı; sanki öfkesi sessizliğine büyük geliyordu ve konuşmamak için kendini zor tutuyordu. Erkan’ın bakışları alnıma doğru dikildi, İblis de gram titreme veya herhangi bir tepki göremedim. Sadece öfkeyle kömür karası gözlerini Erkan’a dikmiş öylece bakıyordu. Erkan’sa alayla, kirpiklerini usul usul kırpıştırarak bakıyordu.

Alnımda delik açılacağını düşündüm, öyle dikkatli bakıyordu. ‘’Ne var?’’ dedim rahatsız olarak. ‘’Ne bakıyorsun alnıma?’’

Beni umursamadan ‘’An’qua. (Susma.)’’ dedi, alnıma bakmaya devam ederek. Yutkundum. İblis göz ucuyla bana doğru baktıktan sonra tekrar ona doğru döndü. Erkan tek kaşını kaldırdı, ‘’Ti ti, an’qua. (Sen sen, susma.)’’ dedi tekrar, alayla. ‘’Derat ti fara. (Fazla dayandın.)’’

‘’Ne saçmalıyorsun…’’ dediğimde alayla dolu gözleri alnımdan renkli harelerime indi. Soğuk şekilde kıkırdadı, ‘’Wu ti adera? (Ne diyordun ona?)’’ dedi, ses tonundaki dalgalanmayla. ‘’Setar? (Şeytan?)’’ Göğsüme bir öküz oturmuş da boynuzlarını kalbime batırıyormuş gibi kalbimle beraber nefesim tekledi, sakin durmaya çalışsam da yüzümdeki maske çoktan çatlamıştı. Şaşkınlıkla ona bakarken o bana imayla gülümsemeye devam ediyordu. ‘’Wu? (Ne?)’’ dedi dudaklarını oynatarak, sessizce.

İblis dişlerini birbirine geçirdi, hatta dilini ısırdı ve ona öfkeyle baktı. Sessiz kalmaya devam ettikçe onun keyfine keyif katıyordum. ‘’Ne zamandan beri biliyorsun?’’ dedim sesimi titretmemeye çalışarak, yutkunarak çenemi dikleştirirken geriye de yaslandım.

Bileği masanın kenarına dayalıyken elini kaldırıp oval şekilde dans ettirdi, bir yandan da alayla parlayan gözleriyle bana bakmaya devam ediyordu. ‘’En son geldiğinde mi öğrendin?’’ dediğimde sessiz kalarak manidar şekilde gülümsedi. ‘’Benimle oynamayı seviyorsun değil mi?’’ diye devam ettiğimde öfke damarlarımı harlamaya başladı.

‘’Anze. (Hayır.)’’ dedi, net şekilde.

‘’Gıcık.’’ Gözlerimi devirerek söylediğim cümle, daha çok hoşuna gitmiş gibi sırıttı. Fakat gülüşü çok aniydi, hemen sonrasında hiç zorlanmadan ciddileşti. Kahvaltıyı ve esasında sohbeti bitirdik, o hiç beklemeden mutfaktan çıktı. Arkasından şaşkınca baktıktan sonra önüme dönerek dağılmış masayla bakıştım.

İşe koyulma vaktiydi. Normalde tartışırdım ama Erkan, Asir kadar sabır göstermeyebilirdi; o yüzden onu tam tanımadığımdan hiçbir şey söylemeyerek kollarımı sıvadım ve ayağa kalkarak masayı toparlamaya başladım. Burada işlerimi hızlıca toparlayıp masayı da temiz bıraktıktan sonra mutfaktan ayrılıp dış kapıdan dışarı çıktım. O, salonda oturuyordu.

Kapıyı arkamdan kapatmadan, bir süre aklımı karıştıran düşüncelerden, değişik hislerimden soyutlanmak için kaçtığım yere geldim. Verandanın sallanan sandalyesine oturduğumda ahşap altımda gıcırdadı, geriye yaslanarak gözlerimi huzurla kapattım.

Rüzgar tenimi öptü, yanağımı okşadı ve başımın üstünden eserek saçlarımı dağıttı. Dudağımın kenarı huzurla kıvrılırken burnuma dolan toprak kokusunu içime doğru çektim. Karanlık gözlerime sonra zihnime çöreklendi, güneşin ışıkları verandanın ahşap zemininden yukarı tırmanarak suratıma süzülüyordu.

Naenia her zaman kasvetin yuvası, feryatların toprağıydı; o yüzden gökyüzü her zaman ağlardı. Karabulutlar, bu insanları cezalandırmak için her zaman gökte toplanır ve onlara hiçbir zaman mavi, berrak göğün onları kucaklayamayacağını düşündürürdü. Böyle güneş ışığını her zaman bulamazdım, o yüzden tadını çıkaracaktım.

Naenia herkes kadar acımasız olsa da, bu yere bir yanım yavaşça alışıyordu. Korkum da buydu, ben buraya ait değildim ve emindim ki benim gibileri de vardı. Buraya ait olmayan veya ait olmak istemeyen bir sürü kişi vardı; sadece insan kendinden mesuldü. Gerçekten buraya ait olup olmadığımı; buradan gitmek isteyip istemediğimi öyle biriyle tanışırsam anlayacaktım.

Moumar konusu sanki gizli bir kapağın altına saklanmıştı; belki orayı bulamayacaktım veya bulsam da giremeyecektim. İblis de bunu biliyor olmalıydı ki o konuyu bir kere bile gündeme getirmiyordu; belki zihninin raflarına bir yerlere yerleşip zamanını bekliyordu.

Buradan kurtulmak için bir biletimiz vardı. O bileti de canımla ödeyecektim neredeyse; fakat almayı başarmıştım. Şimdi kolayca pes mi edecektim? Gözlerim düşüncemle istemsizce aralandığında, gözümün önünde parlak, sarı ve mavi renkler dans etti. Etraf yavaş yavaş netleşmeye ve eski rengine dönmeye başladığında, rüzgar tatlı tatlı suratıma doğru esince tekrar gözlerimi kapattım.

Pes edemezdim.

O yüzden kendimi güçlendirecek ve olası tehlikelerle baş başa kaldığım anlarda, bir koruyucuya ihtiyaç duymayacaktım. Eğer buradan ayrılmak istiyorsam, sırtımda taş bile taşıyabilmeliydim. Bana engel olanlar olacaktı, belki delirdiğimi düşüneceklerdi veya şöyle mantıklı düşündüğümde; eski yerime dönsem elime ne geçeceğini sorgulayacağım zamanlar olacaktı.

Yine de ben buraya ait değildim. Geçmişte İblis, insanın doğasında olan şeyin içindeki boşluğu doldurma arzusu olduğunu söylemişti. O boşluk, insanın ait olduğu yerde dolardı. Belki de ait olduğum yeri şimdiye kadar bulamadığımdan dolayı içimdeki boşluk büyüdükçe büyüyordu ve uyuşuyordum.

Bir çift kırmızı gözler zihnime düştüğünde kalbimin teklemesine engel olamadan ufak bir nefes verdim. Gözlerim istemsizce aralandı, onu düşünmek sağlıklı değildi ama birden aklıma düştüğünde, onu oradan çıkartmak da kolay değildi. Aramızda dönüp dolanan, görünmez çekimi sadece ben mi hissediyordum?

Belki hayır.

Onun gerçekten uykuda olmasına sevinmiştim, bu geri döneceği anlamına geliyordu; fakat gözlerimin önünde duran bir gerçek daha vardı ki o gerçekle bakışırken, onun bana alaycı, kibirli şekilde gülümsediğini düşünüyordum. Sanki o gerçek, zihnimle oynayıp duruyor ve ben çıkmaza sürüklendiğimde arkamdan sırıtıyordu.

Erkan, Asir’in bir parçasıydı; bunu inkar edemezdim. Şimdi Asir’in ortada olmaması ve Erkan’la konuşuyor olmam bir şeyi değiştiriyor muydu ki? Asir yine Asir olmuyor muydu? Benimle farklı bir ruh halinde, farklı bir dilde, farklı düşünceler ve davranışlarla konuşuyor olması bu gerçeği değiştirir miydi?

Herkes böyleydi sonuçta. Bazısı gizli tutuyor, bazısı apaçık gösteriyordu.

Başıma pusan sızıyla kaşlarım istemsizce çatıldı ve yüzüm tatsızca buruştu. Gözlerimi tekrar araladığımda Erkan’ın tam karşımda, verandanın korkuluklarına kalçasını yaslayarak bana baktığını gördüm. Bir avcı gibi sessiz hareket ettiğinden onu duyamamıştım.

Bir doksan boyu, yapılı vücuduyla birleştiğinde o kadar göze batmıyordu. Kollarını göğsünde kavuşturarak, bana donuk bir şekilde bakarken onu hiç utanmadan süzdüm. Siyah yuvarlak yakalı tişörtünün altında hafiften belli olan kasları yumuşakça yutkunmama neden oldu. Kolları kuvvetli duruyordu, onları göğsünde kavuşturduğundan kol kasları ortaya çıkmıştı.

Saçları rüzgarın pençesi altında dağılıyordu ve biraz uzamış görünüyorlardı ama ancak birkaç tutam ensesine doğru geliyordu. Perçemleri dağılmış, alnına doğru düşmüştü ama onları geriye atmak için çaba göstermedi. Kaşındaki yarasını, Asir’in aksine göstermekten çekinmiyordu.

‘’İyi süzdün, iyi.’’ dedi İblis, homurdanarak. ‘’Neyi inceliyorsun, görmedin mi yıllardır?’’

Zihnimdeki sesiyle irkildim, onun konuşmaması için çok çaba sarf etsek de bunun mümkün olmadığı belliydi. Erkan orta kalınlıktaki dudaklarının tek kenarını yukarı doğru kıvırdı, bana kıstığı gözlerle yandan yandan bakıyordu. Çekici görünüyordu.

Arkama yaslanıp sessizliğin çınlayan sesini dinledik. Erkan kalçasını yaslamaktan vazgeçerek döndü; ellerini korkuluklara dayayarak karşı dağları seyretmeye başladı. Kısık gözlerinde ne anlamlar gizlediğini, zihninde ne düşündüğünü merak ediyordum. Rüzgar bahçede uğultular bırakıp dururken, manzaraya bakmaktan vazgeçerek geri döndü ve eve girdi.

Benim de izleyecek bir şeyim kalmadığından tekrar gözlerimi kapattım. Birkaç saniye geçmeden, ‘’Ra’t. (Kalk.)’’ diyen sesini duydum. Tam önümden geliyordu, derinlerden gelen sesi irkilmeme neden oldu ve gözlerimi aniden aralayarak kızıl harelerle bakıştım. Tepemde dikilmiş, elinde tuttuğu kabzası siyah bıçakla bana bakıyordu.

Bıçağın sivri ucu verandaya yansıyan ışıkla parlıyordu. ‘’Ra’t.’’ dedi tekrar, bıçağı hafifçe sallayarak komut verirken. Ayağa kalktığımda şaşkındım, ‘’Bu kadar yerimde oturmak istiyorsan rica edebilirdin. Tehdide gerek yok.’’ Sinirleri bozulmuş gibi gülüp başını yukarı kaldırdı ve bana tepeden baktı, beyaz dişleri parlıyordu.

İblis gözlerini devirdi ve tatsızca ağzını şapırdattı. ‘’Wu’ra. (Gidelim.)’’ dedi, gülercesine bir sesle; bana bakmadan arkasına döndü ve verandadan aşağı acelesi varmış gibi indi. Onun ayak sesleri duyulmuyordu, benimse her adımımda ahşaptan gıcırtılar yükseliyordu. Bunu nasıl başarıyordu? Onu sessizce takip ederken diğer yandan nereye varmak istediğini merak ettim.

Eğitime şimdiden mi başlayacaktık yoksa?

‘’Ha’ cer zaram. (Her an önemlidir.)’’ dedi, bahçeye değil de verandanın yanından yürümeye başladı. Ben de onu takip ediyordum. ‘’Ji kırata cer zevze hram. (Tek bir an bile boşa geçmemeli.)’’

Daha konuşmadan arka bahçeye doğru ilerleyince ben de sessizce onu takip ettim. Hiç arka tarafa gitmediğimi fark ettim. Evin dış ahşap cephesinin yanından rahat rahat arka tarafa geçiverdik. Orman buradan daha net görülüyordu; bahçe genişti çünkü hiçbir yer çevrili değildi. Ormana bağlı sınırları vardı, ağaçlar kenarlarda ve ilerimizde sıra sıra duruyordu.

Ormandan yükselen kuşların cıvıltısı hoşuma giderken Erkan, ağaçların olduğu tarafa ilerlemeye başladığında sadece onu seyredip takip ediyordum. Sırtındaki kürek kemikleri her yürüyüşünde belli belirsiz hareket ediyordu. Fazla uzaklaşmadık, dört yanımız ağaçlarla çevrili olduğunda durduk.

Geriye baktığımda evin mutfak kapısı görülebiliyordu. Erkan’ın serin duran suratına baktığımda bana kısa bir bakış atıp elindeki bıçağı döndürdü. Parmakları o kadar ustaca kıvrılıp dans ediyordu ki hareketini takip edemedim. ‘’Bareta ti buntute hattar. (Bıçağı tutuşuna bir bakalım.)’’ dedi, derinlerden gelen otoriter sesiyle.

Büyülenmiş biraz da şaşırmış bir şekilde elinde kolayca döndürdüğü bıçağı seyrediyordum. Parmakları o kadar hızlı hareket ediyordu ki bıçağın gümüşi sırtı bile zor görünüyordu. Aniden çevirmeyi bıraktı, siyah kabzası bana doğru dönükken bıçak kısmı avcuna dayalıydı; onu bana uzatınca birden ne yapacağımı bilemeden duraksadım.

‘’Fa. (Al.)’’ dedi, bıçağı avcunda hafifçe yukarı kaldırıp indirirken. Beni teşvik edip cesaretlendiriyordu. Sanki elime meyve bıçağı değil de uyuşturucu almışım gibi tereddütle bıçağın kabzasını kavradım. Rüzgar sırtımı, oradan sırtıma doğru uzanan saçlarımı okşayıp arkamdan geçti. Renkli gözlerimi, parlak kırmızı gözlere kaldırıp sorgularcasına ona baktım.

Bıçağı tutuşuma göz ucuyla bakıp dayanamamış gibi elini kaldırdı ve benim elimi kavrayarak tutuşumu sertleştirdi. Bana yaklaşarak yaptığı manevra midemde kasılmalara yol açtı. Eli, tenime değer değmez bir ateşin kucağına atılmış gibi irkildim. Beni umursamadan tutuşumu düzeltmeye çalışıyordu. Önceki tutuşumda kabzayı yarım yamalak hissediyordum, şimdi tam avcuma yaslıydı.

‘’Hu jut kıskat hu jut revş buntute. An’hattar bareta ya’? (Ne fazla sıkacaksın ne de fazla gevşek tutacaksın. Hiç mutfakta bıçak tutmadın mı?)’’

‘’Tuttum.’’ dedim mırıldanarak.

Sesime karşılık bıçaktan ayırdığı gözlerini benimkilere kilitledi, yakındık. Bir süre gözlerimin rengini incelermiş gibi uzun uzun baktı, sonra yumuşakça yutkunarak elimi bıraktığında ateşin yerini ferah sulara düşmüşüm gibi bir his aldı. Rüzgar elimin derisini gıdıkladı. ‘’Kuva. (İyi.)’’ dedi kaba kalın sesiyle. ‘’Muga estes an’here tu karkar fras. (Şimdi öncelikle hedef tahtasına değil de bir ağaca saplamaya çalış.)’’ dedi, ‘’Wi baur ferra ti jurr. (Fırlatışını da görmem gerek.)’’

‘’Fırlatamam ki…’’ dedim İblis’e korkuyla. ‘’Elim kesilir.’’ Dışımdan da hiçbir renk vermemeye çalışıyordum ama mecburen gözlerime tereddüdün gölgesi oturuyordu. İblis başını arkaya yasladı. ‘’Yaparsın yaparsın.’’ dedi ilgisizce. ‘’Bıçağı düzgün tutarsan elin kesilmez.’’

‘’Demesi kolay!’’

Erkan yanımda karşı tarafa bakarken; korkumu sezmiş olmalı ki bana yandan bir bakış attı, yine de sertliğinden hiç ödün vermedi. ‘’Estes, yuar mesmese hartar. Yu’ mesmes, (Önce yakın mesafeden başlayalım. Bu mesafeden,)’’ dedi ve elini kaldırıp karşımdaki yakın bir ağacın gövdesini gösterdi. ‘’Tu karkar fras. Estes ti ferra, wi fase baur. (Şu ağacı vuracaksın. Önce sen fırlat, ben yanlışlarını göreyim.)’’

‘’Erkan…’’ dedim zoraki, gergin bir tebessümle. Karşısındaki ağaca bakarken başını bana doğru eğdi, tam gözlerimin içine korkusuzca, biraz da ilgisizce baktı. ‘’Benim hiç bilgim yok. Sen önce öğret, ben sonra yapayım.’’ dedim yumuşak bir sesle. Kaşlarını yukarı kaldırdı. ‘’An’e? (Hiç mi?)’’ dedi şaşkınlıkla.

İlk defa şaşkın suratını gördüğümden afallasam da başımı sallayıp, ‘’Hiç. Gerek duymadım çünkü.’’

Kalkan kaşlarını tekrar indirip başını sola doğru çevirdi, boyun girintisi keskin şekilde gözlerimin önüne serildi. Kavruk teni, güneşin altında parıldıyordu. Ağacın taraflarına doğru bakarak, ‘’Asir, ti sukkara! (Asir, seni salak!)’’ dedi homurdanarak. Hala anlamını bilmediğim bir dilde başka şeyler konuşuyor, homurdanıyordu.

İblis’in suratına bakacak olursam, kendi kendine sövüyor oluşundan memnunluk duyuyordu. ‘’En azından yorulmuyorum.’’ dedi keyiflice, şarabından yudumlarken.

Boğazımdaki hayali pürüzü temizledim. ‘’Henüz eğitime başlamadık…’’ dediğimde aniden bana doğru öfkeyle döndü. ‘’Qua! Ti guardia mau! (Sus! Onu koruma bana!)’’

Asir bana bağırdığında cevap verebiliyordum ama Erkan bağırdığında, farklı bir dilin etkisi de olabilirdi, yerime siniyordum. İrkilen omuzlarımı yavaşça aşağı indirirken ‘’Tamam…’’ dedim mırıldanarak. Ağzından ufak bir nefes bıraktı, can sıkıntısını bu şekilde sökmek istercesine.

Bıçağı elimden aldı, tek elinde döndürüp hızlıca ağacın gövdesine attığında sadece rüzgarın vınlayan sesini duydum. Hiçbir şey göremedim. İblis ağzı açık bakakaldıktan sonra sanki şaşkınlığı sahteymiş gibi hemen eski haline döndü; sonra bana soğuk bir tebessüm gönderdi. Bakışlarının altında yatan anlamı biliyordum; ‘’Sen de yapacaksın.’’ diyordu.

‘’Ti baur? (Gördün mü?)’’ dedi Erkan, soğuk sesiyle.

‘’Hayır. Hızlıydı.’’

Gözlerini kapatıp başını sallarken tekrar yumuşakça araladı, ‘’Vier. (Biliyorum.)’’ dedi, özgüvenle. Ağacın gövdesine yapışmış gibi görünen bıçağın kabzası, güneş ışığının altında mat bir şekilde parlıyordu. Birden ensemde patlayan bir sertlikle kafam ileri gitti, beynimde dönen sallantıları görmezden gelmeye çalıştım; canım fazla yanmamıştı ama yine de gururum, o tok sesle beraber ayaklarımın altında bana somurtuyordu.

Ensemi elimle tutup şaşkınlıkla Erkan’a baktığımda sadece bana ters ters baktı. ‘’Kıskas ti an’baur. (Sadece bakma.)’’ dedi dişlerinin arasından, ikazla. ‘’Ti wutrat. Katr. (İzle. Öğren.)’’

Şimdi ağlayacaktım. Canımın yanışından dolayı değil, fazla yanmamıştı da gücünü güzel ayarlamıştı; gururumun kırıntılarıyla bakıştığımdan dolayı ağlayacaktım. İblis gülmekle gülmemek arasında kalmış çizgide, en sonunda sakinleşerek bana ciddiyetle baktı. ‘’Toprak, odaklan. Ve sakın ağlama.’’ dedi bastırarak.

Dolan gözlerimi kırpıştırmadım bile, çünkü kırparsam gözyaşım yanağıma devrilirdi. O yüzden çenemi sıktım ve beni umursamayarak ağaca doğru ilerleyen adamın sırtına ters ters bakındım. Bıçağı hiç zorlanmadan sapladığı yerden çıkartıp bana doğru gelmeye başladı. Onun da gözleri keskin, otoriter ve hiç olmadığı kadar soğuk bakıyordu.

Yanıma gelince durdu ve duruşunu düzeltti. ‘’Agera wi ferra. Wutrat. (Tekrar atıyorum. İzle.)’’ dedi otoriter bir şekilde emir vererek.

Başımı sallayıp çenemi dikleştirdim ve hareketlerini takip etmeye çalıştım. Elinde döndürdüğü bıçağı güzelce sallayıp ağaca doğru uçurdu; rüzgarın yarılan sesinin arasında bıçak havada dönerek gövdenin tam ortasına saplanırken kısa bir patlama yaşandı. Tekrar bana dönerken kaşlarını çattı. ‘’Ti baur? (Gördün mü?)’’

‘’Evet.’’ dedim, keskince.

İfadesiz tuttuğu suratıyla kızıl gözlerini yüzümde uzun bir süre tuttu, sonra renkli gözlerime tutundu ve orada bir süre oyalandı. Konuşmasına gerek olmadan devam ettim, ‘’Duruşunda farklılık vardı.’’ dedim, mesafeli şekilde. ‘’Hızlıydın yine ama atarken diğer kolunu da kaldırdın. Ayrıca bıçağın keskin tarafından tuttun.’’

Kaşlarını kaldırıp indirirken başını umursamazlıkla salladı. ‘’Muga ti ferra. (Şimdi sen at.)’’ Takdir etmekten acizdi resmen. Ona ters ters bakarak ağaca doğru ilerledim. Rüzgar ormanın içinde gürlüyordu, ağaçların yaprakları hışırdarken İblis kafamda, ‘’Aferin kız.’’ dedi şarabından bir yudum alırken. ‘’Beni gururlandır.’’

Bıçağı gövdeden ayırırken bile zorlandım, avcumla kuvvetlice çekerken gövdeden sanki can çekişiyormuş gibi gıcırtı duyuldu. Fazla kısa olmayan sürede, cebelleştikten sonra, bıçağı yerinden söküp Erkan’a doğru ilerlemeye başladım. Bana hiç memnun olmayan bir suratla baktığını görünce yutkundum. Başını iki yana sallayarak gözlerini devirircesine başka yöne baktı.

Gözlerimi apaçık devirdim ve yanına doğru ilerleyip durdum. Yine dişlerimi sıktım ve aklımdan geçen düşünceleri söylememek için dilimi ısırdım. Söylersem, Erkan’ın farklı bir yönünü daha görürdüm ki bunu hiç istemiyordum. Öfke damarlarımı sessiz sedasız kolaçan edip durdu ve bıçağı tutan parmaklarımı karıncalandırdı.

Sağ elimde tuttuğum bıçağın kabzasını sıkıca kavradıktan sonra diğer kolumu da yatay şekilde kaldırdım. Ardından bir bilek hareketiyle onu ağaca fırlattım.

Havada kırbaç gibi şakıyan uğultuyu duydum, bıçak havada yarım yamalak dönerek ağaca çarptı ve yere düştü. Kabza tarafı denk gelmişti. Gözlerimi kapatıp sakin olmaya çalışırken, kızıl gözlerin nasıl bana delici şekilde baktığını hayal edebiliyordum. İblis eğitimden zevk almış gibi sırıtıyordu; belki de benim acı çekmemden hoşlanıyordu bilmiyordum.

Kirpiklerimi usulca aralayarak alttan, Erkan’a ürkekçe baktım. Bana değil, attığım yere doğru bakıyordu. ‘’Ceste, e’reste ferra. (Neyse, fırlatabildin en azından.)’’ dedi kinayeli bir sesle. ‘’Ra’ma, agera ta. Durara, tu bunteta ji krata ti an’ra. (Git al, tekrar gel. Düzgünce, tek bir atış bile yapmadan buradan ayrılmayacaksın.)’’

Azarlanmamanın verdiği hazla ve atabilmemin gururuyla içim rahatlığa kavuşurken ilerledim ve bıçağın düştüğü noktaya gelip eğildim. Bıçağın kabzası elimde farklı durdu gibi hissettim. Böyle bir manevrayla fırlatışım ilkti, elimi bile kesmeden atabilmeyi başarmıştım. Bıçağa bakarak Erkan’a ilerlerken o bir yandan, otoriter ve derinlerden gelen sesiyle konuşuyordu.

‘’Tu ati, ferra şekkar. Ta kesta ustus bareta mae mani. (İlk adım, tutuş şeklidir. Bu önemli çünkü bıçağın havadaki manevrasını etkiler.)’’ dedi kararlılıkla. Ona yakın ama karşısında durdum. Kızıl gözlerini üstüme, sonra elimde tuttuğum bıçağa indirdi. ‘’Ferra taki, ocen tu’ar. Hesti karta ti hur; yuskus fase kastera, bier harrat an’dima. (Fırlatma tekniği, sonradan gelir. Onu da kolunu kaldırarak yaptın; fakat hatan şuradaydı, bilek hareketi yapılmaz.)’’

Uzanıp bıçağı elimden aldı ve göstermek istercesine elini kaldırıp bileğini büktü, bıçağın ucu aşağı doğru eğildi. ‘’Kasta? Wu’t battar ti havas sarsat. (Anladın mı? Bunu yaptığın için havada yalpaladı.)’’

Kafamı salladım, sessizce ve dikkatlice onu dinliyordum. ‘’Uj ati, nefera kaskar. Bareta ocen ferra ti kaskar nefera, sakes bareta ferra fras baur. Kras, ti nefera kaskar esar el. (Üçüncü adım, nefes kontrolü. Bıçağı atmadan önce nefesini kontrol etmelisin, bir atış yaptığında hedefi iyi görmeni sağlar. Fırlattığında nefesini kontrollü şekilde verirsen elin titremez.)’’

Başımı tekrar salladım. ‘’Durasa guva hestes, gau ti ma’ar guva. Ti ma’ar kuva vusk tu ati’s keskes an’itra. An’ditra. (Döndürme kuvveti son nokta, onu da kuvvetin sağlar. Kuvvetin güzeldi ama ilk üçüne dikkat etmezsen işe yaramaz. Yaramadı da.)’’ dedi sonra, son cümlesine özenle bastırarak.

Gözlerimi bileğinden kaldırıp keskin çehresine çıkarttım; parlak ışık kızıl gözlerindeydi. Kavruk tenine, alnına düşen perçemleriyle öyle güzel bütünleşiyordu ki güzelliği gözlerimi alıyordu. Yine de kendime hakim olarak bakışlarımı bile değiştirdim, kalbim ani şekilde teklese de başımı ifadesizce salladım. ‘’Anladım.’’

Bıçağı tekrar bana uzattı, onu şimdi tereddütsüz alırken içimi cesaretle doldurmaya çalıştım. Bir adım atarak yanına geçtiğimde, kararsızlık hala cesaretimin arkasında bana korkuyla bakıyordu ama ona tek bir kere bile bakmadan önüme dönerek ağacın yarılan gövdesine baktım. Erkan attığı için ağaç acı çekiyor olmalıydı.

‘’Bareta ferrar okra te der ka’. (Bıçak atarken omuz ve dirseğini kullan.)’’ dedi son kez. Onu beklemeden, aklımda söyledikleri uçuşurken hareketlendim ve aynı şekilde sol kolumu kaldırarak yan tuttum, parmaklarım ileri doğru bakıyordu; diğer elimde tuttuğum bıçağı da kabzasıyla tutup fırlattım. Omzum neredeyse çıkacaktı. Bıçak havada sadece bir tur döndü ama tekrar ağaca kabzasıyla çarpıp aşağı düştü.

Bu sefer havadaki dönen sesi daha keskin çıkmıştı. Erkan’a yan yan baktım, suçluluğun kıyafetini giyinmiş gözlerim sessizdi. Bana değil, yine attığım yere kısa bir şekilde bakarak kaşlarını kaldırıp indirdi. Başını eğdi ve dudaklarından bir nefes bıraktı. ‘’Sipse. (Odaklan.)’’ dedi tekrar, sabırla. Ki bu, ondan beklemediğim bir şeydi. ‘’Yaskas wier. (Yapıştıracağım yoksa.)’’ Bu da, sabrının son noktası.

İblis kıkır kıkır gülerken ona ters ters, buz gibi bir ifadesizlikle baktım. Beni görünce sırıtışını kadehinin arkasına saklayarak yudumlar aldı; arkasına yaslanırken dudakları düz bir çizgideydi ama kömür hareleri alayla, keyifle parlıyordu. Dişlerimi birbirine geçirip Erkan’ın gidip gelişini seyrettim. Elindeki bıçağı tekrar bana verdi.

Bıçağı dik şekilde tuttum, başparmağım bıçağın ucundaydı; diğer üç parmağım öteki tarafına, sırtına yaslıydı. Çok sıkmadım, çünkü Erkan’ın baştaki uyarısı aklıma düştü. ‘’Hestes ktar vi tu nota’fer, an’demi. Hatra? (Hedef belirle ve o noktaya at, demiyorum. Tamam mı?)’’ dedi Erkan, otoriter sesiyle. ‘’Kuskas, karkar enis ferrat ya’me. (Sadece ağacın herhangi bir köşesine saplasan yeterli.)’’

İblis dayanamadı ve tekrar kıkırdadı. ‘’Qua. (Sus.)’’ dedi Erkan, birden; harfleri derinden uzatarak. Ben konuşmamıştım. Ona tuhaf tuhaf bakarken; korkunç, parlayan gözleri karşı taraftan direkt alnıma doğru yöneldi. ‘’Ti an’tera. (Odaklanamıyor.)’’ Kalbim duraksadı, sonra usulca tekrar atmaya başladı.

İblis gözlerini kocaman aralayarak sessizliğine bürünürken, bir bana bir ona bakıyordu. Gergince yutkunarak Erkan’ın gözlerine bakarken; Erkan sanki İblis sessizleşince orada işi bitmiş gibi tekrar önüne dönmüştü.

‘’Lan, az önce…’’ dedi ama sonra tekrar sustu İblis. Dudakları şaşkınlıkla aralandı ve arkasına yaslanırken faltaşı misali aralanmış gözlerini çevrede dolaştırdı. Bir süre algılayamadı, çünkü Erkan’ın zihnime girip onunla konuşmaya çalışmasına bir türlü alışamıyorduk.

‘’Zihnime girme.’’ dedim ters ters ona bakarak. Bana aldırmadı; kaşlarını çatmış, gözlerini güneşten korumak istercesine kısıp ağacın olduğu tarafa bakmaya devam etmişti. Beni duymamış gibi davranıyordu.

Odaklanmaya çalışarak önüme döndüm ve bıçağı tekrar savurdum, bıçak rüzgarı yararak kulaklarımda uğultu bıraktı. Havada dönüp tekrar ağaca çarptı ve yere düştü. Bıkmıştım! Yine de hırs, bıkkınlığımın hemen ardından koşarcasına kendini belli ediyordu. Ürkekçe Erkan’a kısa bir bakış attım, yine ağacın altına doğru bakıyordu.

Önüme dönerek, ‘’Neyi yanlış yapıyorum?’’ dedim Erkan konuşmadan önce, kendimle konuşarak. Onun sesini bastırırsam beni daha az azarlar ya da hiç azarlamazdı. Söylene söylene bıçağa gidip tekrar onu yerden aldım ve bulunduğum eski noktaya döndüm.

Tekrar fırlattım, bu sefer havada tekrar yalpaladı ve ağacın altına düştü. Erkan ben fırlattığım sürece hiç konuşmadı, arada sırada kafamın arkasına fazla acıtmadan ama gururumu pataklarcasına bir tane yapıştırıyor ve yanlışlarımı düzeltiyordu. Bir kez daha vurursa ensemde göçük oluşabilirdi.

Bir süre evimizin arka bahçesinde atış yapmaya çalıştım. Erkan gıkını bile çıkartmadan benimle saatlerini harcayarak arkamda bekledi. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, donuk bakan gözleriyle atışlarımı hesaplarken ve analiz ederken sesini çıkartmıyordu; yine de sesini çıkartmasına gerek yoktu çünkü her atışımın başarısızlığa gömüldüğü vakit bana öyle bakıyordu ki sözlü şekilde azarlansam yeriydi.

Tam bir usta modundaydı.

İblis dakikalar geçtikçe sabrını kaybediyordu; artık sıkılma noktasına gelmiş, duruşunu bile bozmuştu. Uzanırcasına oturduğu yerden kaymış, bacaklarını uzatmıştı; kollarını da iki yandan, tahtının kenarlarına dayamış aşağı sarkıtıyordu. Bıkkın, çökmüş gözleriyle atış talimatlarımı seyrederken sarkık duran kadehinden arada sırada yudumlar alıyordu.

Terlere karışmıştım; gökyüzündeki güneşin ısısı da yardımcı olmuyordu hatta Naenia’da ilk defa bu kadar sıcak görüyordum. Artık atışlarımın hızı yavaşladı ve odağımı kaybetmeye başlamıştım; atış attığım her vakit kendimden bir parça söküp atıyordum sanki. Omzum ağrımaya, kolumdaki kaslar yanmaya başlamıştı; hatta bel oyuntum bile ağrıyordu. Hırsım artıyor ama başarısızlığım da onunla beraber yükseliyordu. Dişlerimi sıktım ve son kez, var gücümle her şeyi hatırlayarak bıçağı ağaca savurdum.

Bıçak havada taklalar attı ve keskin tarafı ağaca saplandı. Bir süre algılayamadan ağaca bakarken, İblis’in baygın bakışları da canlandı ve bana şaşkınlıkla harmanlanmış heyecanlı gözlerle bakmaya başladı. Dik oturuşa geçerken yalpaladı, ‘’Toprak!’’ dedi sevinçle, ‘’Ağaçta lan ağaçta!’’ Kollarımı hırsla yukarı kaldırarak sessiz çığlıklar atmaya başladım. Terlere karışmıştım ama değmişti!

Kollarım hala havada arkamı dönerek, Erkan’ın dik duruşuna bakarken sırıtıyordum. ‘’Gördün mü, gördün mü!’’ dedim heyecanla, büyük bir sırıtışla ona doğru ilerlerken. Buz kalıbından farksız orada duruyor, baygın bakışlarla ağaca bakıyordu. ‘’Ze. (Evet.)’’ dedi, ifadesizce. Gözlerini oradan ayırıp usulca, cehennem ateşine tezat bir soğuklukla parlayan gözlerini benim mavi-kızıl gözlerime dikti. ‘’Agera ferra. (Tekrar at.)’’

Ağzım açık, sırıtışım azar azar solmuş vaziyette soğuk duran gözlerine bakarak önüme döndüm. Yine de ağacın gövdesine saplanan bıçağı gördükçe gözlerim parlıyordu; içimdeki heves ve heyecanda Erkan’ın tepkisini görünce azaldı. İblis öfkeyle gözlerini kıstı, ‘’Lan! Görgüsünü Asir’e bırakmış herif! Bir tebrik et kızımı önce!’’

‘’Şakra etri an’zemi. (Tebrik edecek bir şey yok.)’’ dedi cevaben, Erkan. İblis buna alışamamış gibi yutkunsa da şaşkınlığının yerini yine eski öfkesi sardı. ‘’Satra tu ferra resaet kas. Ustus, burast yatura tu bareta. (Saatlerdir tek bir atış için çabalayıp durdu. Sonuç olarak, yamuk saplanmış bir bıçak.)’’ Artık ağaca saplanmış başarım bile gözlerime parlak şekilde ulaşmıyordu. Moralim epey bozulmuştu. Erkan’ın adım seslerinin yaklaştığını duydum.

‘’Buraste, (Ayrıca,)’’ dedi derinlerden gelen, hırıltılı sesiyle. ‘’Ti an’darara. (O senin kızın değil.)’’

İblis kaşlarını çatmış, başını yana eğerken öyle öfkeli görünüyordu ki dışarı çıksa onu bir kaşık suda boğabilirmiş gibi görünüyordu. Hislerinin yoğunluğunda boğulsa da sadece tek kaşı usulca kalktı, ‘’Bak sen hele…’’ dedi, mekanik sesi odanın duvarlarını tırmalarken. ‘’Ya kimin kızı? Senin mi?’’ Soğuk sesi ruhumu dondururken usulca yutkundum.

Erkan’ın soğuk, ölümcül bakan gözlerini tam alnımda hissettim. İkisi arasında kalmış kukla gibi sessizdim. Onlara aldırmadan tekrar ağaca bakarken yamuk duran bıçağıma alt dudağımı sarkıttım.

Gerçekten de öyleydi. Erkan gibi dik, güçlü bir imaj sergilemiyordu. Yamuk yumuk atmıştım. O tarafa gidip bıçağı alacaktım ama adım atar atmaz Erkan bileğimi tuttu, ona doğru döndüm. ‘’Mora. (Boş ver,)’’ dedi, mesafeli bir sesle. ‘’Daes mani ya’me. Wi ma’as. (Bugünlük bu kadar yeter. Yoruldum.)’’

Acaba bu tuzak bir hareket miydi? Beni ölçüyor muydu? Belki de bıçağa gidip onu alırsam dayanıklılık testini geçmiş olacaktım?

‘’Anze. (Hayır.)’’ dedi Erkan, gözlerindeki ufak bir parıltıyla; dudağının kenarı soğuk şekilde kıvrıldı. ‘’Kuskat, ceze ma’as. Tu’r agera ti meri. (Sadece, gerçekten yorulduk. Yarın tekrar denersin.)’’

‘’Zihnimden çık.’’ dedim dişlerimin arasından, istemsizce. Ona aniden sertçe bakmama şaşırdığını sezdim ama suratında en ufak bir titreşim olmamıştı; sadece bileğimi usulca bırakıp gözlerini üstüme dikti. ‘’Apaçık rahatsız oluyoruz.’’ dedim özellikle biz şahıs ekine dikkat ederek.

İblis de kaşları çatık şekilde başını hırsla salladı, hala ona bakıyordu. Erkan da kaşlarını çattı. ‘’Ostas zehar an’ra. (Zihnine özellikle girmiyorum,)’’ dedi normal şekilde. ‘’Kıskat re maer qaura an’bau. (Bunun için özel bir çaba bile göstermiyorum.)’’

‘’Ha diyorsun ki, direkt arsızım.’’ dedi İblis, kaşlarını havaya kaldırarak hırsla.

Erkan gülümser gibi oldu, sonra kaşlarını çatarak düşünürmüş gibi yaparken duruşundan alay seziyordum. ‘’Ti hitra? (Öyle misin?)’’ dedi, havadan sudan bahseder gibi. İblis’in boğazından bir hırıltı koptu, dışarı çıksaydı onu gerçekten boğabilecek kadar öfkeli görünüyordu. ‘’Lan siktir mekanımdan!’’ dedi birden patlayarak, İblis. ‘’Misafir sevmiyorum!’’

Erkan tıslar gibi bir nefes bıraktı, yarım ağız gülerken gözlerini de kısarak alnımın tam ortasına kısa çaplı bakış attı. Sonra o alaycı ifadesine tepki gösteremeden bana sırtını dönerek eve ilerlemeye başladı. Ellerini cebine atmış, dudaklarının arasından firar eden keyifli ıslığın yankısı tüm ormanı kaplamıştı.

‘’Herife bak!’’ dedi elini kaldırıp İblis. Ters ters arkasından bakarken şöyle homurdanıyordu: ‘’Tüy yumağı!’’

Bıçağı ağaçta bırakarak onun peşinden ilerlemeye başladım. O eve fazla yaklaşmışken ben hiç acele etmiyordum. Rüzgar tenimi öpüyor, saçlarımı geriye savuruyordu ama tepede hala güneş vardı. Rüzgardan dolayı derimdeki ter ruhumu ürpertiyordu.

Zihnimde dönüp duran sahne, bıçağın attığım kısmıydı. Erkan gibi atmaya çalışsam da defalarca kez hata yapmıştım, sonunda da yamuk şekilde atmayı başarmıştım. Elim istemsizce havaya kalktı ve bıçak fırlatır gibi hareket etmeye başladı. Hem düşünüyor, hem de hareketleri hayali şekilde taklit ediyordum.

En son güzel atmıştım ama bu bir şans olabilir miydi?

Her zaman bir şeyleri pratikle değil, düşünerek yapanlardan olmuştum. Elime sadece tecrübeleneceğim bir an gelmeliydi; başarısızlıklarım veya şansa olan başarılılığım benim için bir tecrübeden ibaretti. Yeterince iyi düşünürsem, neyi nasıl yapacağımı bilir ve o zaman başarılı olurdum.

O yüzden zihnim defalarca kez, bıçak attığım sahneyi tekrarladı ve elimin hareketine kadar en ince ayrıntıyı defalarca yakaladı. İblis’in sessiz olduğu anlar nadirdi, o yüzden bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde kaşlarını çatmış ufka doğru baktığını gördüm. Ufuktan, patikaya doğru çizilen gözlerinin hayali rotası kaşlarını daha fazla çatmasına neden oldu.

‘’Toprak, hızlan.’’ dedi ve ben hiçbir şey düşünmeden bacaklarıma komut verdim. İşkilleneceği bir şey olmuştu. Hızlıca ön bahçeye, oradan verandanın basamaklarına adeta koşarcasına ilerlediğimde Erkan’ın ortalarda olmadığını da fark ettim. İçeri girer girmez kapıyı arkamdan kapattım.

Ağzımı aralayacaktım ama birden bileğimi saran parmaklarla ağzımdan boğuk bir çığlık kaçtı. Sırtım aniden sert bir gövdeye yaslandı ve bir el, ağzımı sımsıkı kapattı. Göğsümün içinde gümbürdeyen kalbimi dizginlenemiyordu. Şaşkınlıkla kapıyla bakışırken; ‘’Le’a morta,’’ dedi arkamdaki ses. Hırıltılı sesi duyduğumda tezat şekilde sakinleşirken gözlerimi kapatıp yumuşakça araladım, nefesim avcunun içine hapsoluyordu. Burnumu kapatmadığından nefes alabiliyordum.

Sıcak nefesi kulağıma doğru çarptı, ‘’Juar. (Çık.)’’ dedi fısıldayarak.

Ağzımdaki el usulca çekildi, daha sonra geriye çekildiğinde sırtım da boşluğa düşer gibi oldu. Arkaya döner dönmez omzuna sertçe geçirdim, avcum vuruşumun sertliğinden karıncalanırken o, buna aldırmadan kapı tarafına bir bakış atıp bana tepeden bir bakış attı. Omuzlarımdan tutarak beni ters çevirdi ve merdivenlere itmeye başladı, ‘’Juar.’’ dedi tekrar, hırıltılı bir fısıltıyla.

Merdivenlerden birkaç basamak yukarı çıkarken aniden durmayı başarıp ona doğru döndüm. Sırtımı iten elini rastgele tuttuğum için birkaç parmağı avcum arasına sıkıştı. Aşağıdan bir elime bir bana bakarken kaşları çatıktı, bana bu şekilde bakması yutkunmama neden olurken kendimden taviz vermeyerek çenemi dikleştirdim. ‘’Ne oluyor?’’

Başını eğerek omzunun kenarından arkaya doğru bakış attı, dudakları gerginlikten bir ip şeklini almıştı. Tekrar bana bakarken aniden kapı çalınca gözleri fark edilmeyecek şekilde aralandı, sonra tekrar ifadesizlik maskesini yerine yerleştirdi. Hafif bir manevrayla avcumun içindeki elini kurtarıp beni bileğimden tutup çekince merdivenlerden apar topar inmek zorunda kaldım.

Bileğimi tutup beni peşi sıra çekiştirip rastgele mutfağa doğru fırlattı, bacaklarım birkaç metre ileri düşer gibi gidince boğazımdan öyle bir hırıltı çıktı ki ben bile buna şaşırdım. İblis şaşkınlıkla çıkarttığım sese bakarken, benim sert bakışlarım Erkan’ın hiç de oralı olmayan suratındaydı. Sahteden hızlıca bir tebessüm gönderip kapıyı üstüme kapatırken o ifadeyi sildi. Kapı tarafına koştuğumdaysa kilit sesi çoktan mutfakta yankılandı.

Kapının tokmağını kavradım ama çevirmedim. İçeriden adım sesleri geldi, sonra kapının açılma sesini duyduğumda birisi konuştu. Kapı yüzünden ses boğuk gelse de anlaşılmıştı. Erkan’a ait değildi, ses sanki otuzlarında olan bir adama aitti. Düşündüğüm kişi olabilir miydi? Kalbim korkuyla atarken parmaklarım tokmağı iyice kavradı, öyle sıktım ki kapının tokmağını, parmak boğumlarım beyazladı.

Kim olabilirdi?

Yabancı biri demişti İblis. Salmon yabancı değildi; Asir’se yabancı birinin buraya geleceği varsa o da düşmanlarından biri olacağından bahsetmişti daha önceleri. Düşman… Gözlerim şaşkınlıkla aralanarak kapıyla boş boş bakışırken aklımda tek bir isim yankılanıyordu: Alberto.

İblis’e gergince baktım, o da alt dudağını dişleyerek bana bakarken endişeli bakışları kapının dışını görebilecekmiş gibi o tarafa kaydı. ‘’Siktir. O konuşursa…’’

Korkuyla sıkışan kalbim, kendim için miydi yoksa içeride duran Asir’in bedeninde olan Erkan için mi? Yoksa tamamen Asir’in yakalanacağı, hiç istemediği bir sırrını düşmanına göstermek zorunda kalacağı için miydi? Kimin için endişeleniyor ve bu kadar korkuyordum?

Titreyen elim tokmaktan ayrılır ayrılmaz sırtımı kapıya dayadım ve o sırada karşımda duran mutfak kapısıyla göz göze geldim. O kapı asla kilitlenmezdi, çünkü Reha’yı hep oradan salardık ve Reha her zaman oradan gelirdi. Ümit, korkumun arkasında dişlerini belli ettiğinde adımlarım direkt o tarafa doğru atıldı. ‘’Lan nereye?’’ dedi İblis, dişlerinin arasından.

Hiçbir şey söylemeden cam kapıyı aralayıp kolayca dışarı çıktım, arka bahçe genişti ve az ileride sapladığım bıçağı görüyordum. Erkan’ın bunu hesaba katmamış olmasından içten içe memnundum.

İblis gözlerini devirip dudaklarını birbirine bastırdı, ardından geriye yaslanıp beni kendi halime bırakmaya karar verdi.

Ölü çimenlerin üstüne basarak evin dış cephesini dolandım ve ön bahçeye çıkmadan durdum. Sonra evin cephesine yaklaşıp köşede durdum. Alberto tek gelmemiş olabilirdi. Başımı hafifçe uzatıp etrafı yoklarken İblis de radarlarını açmıştı. ‘’Yok kimse.’’ dedi, güven veren sesiyle.

Ben de saklandığım yerden çıkarak hızlanan adımlarımla verandaya geldim. Erkan burada olduğumu biliyor olmalıydı hatta Alberto bile biliyor olabilirdi; yine de içeri öylece girmeli miydim? İblis’e baktığımda kafasını iki yana salladı ve elini kaldırıp işaret parmağıyla verandada, her zaman oturduğum sandalyeyi gösterdi.

Orası evin penceresinden biraz gerideydi, salonu yarım yamalak görebiliyordum ama Asir’in her zaman oturduğu tekli koltuk ve onun yanında duran uzun koltuğu tamamen seçebiliyordum. Asir hep o tekli koltuğa otururdu, Alberto’nun tepkisi de önemliydi ama ben Erkan’dan yeteri kadar ipucu toplayabilirdim.

Verandanın basamaklarını gıcırtı bırakmamaya çalışarak, büyük büyük adımlar atarak tahtanın üstünde yavaşça yürüdüm. Gergince alt dudağımı dişleyip sandalyeye doğru ilerlerken İblis diğer yandan dış kapıya bakıyordu. Sandalyeye yavaşça oturup geriye yaslandığımda, duvar beni onların beni göremeyeceği şekilde saklamış; fakat benim onları rahatça görebileceğim kadar da alan tanımıştı.

Erkan da Asir gibi tekli koltuğa oturmayı seviyordu. Alberto şansıma onun yanındaki koltuğa oturmuştu. Erkan’ın suratından hiç memnun olmadığı belliydi, Alberto bir şeyler anlatıyordu. Biraz onu inceledim. Saçları siyahtı ve ensesine doğru uzatmıştı, omuzlarına değmiyor ya da çok kısa değildi. Yüzü kemikli, çenesi sivri ama ufaktı; ifadesi donuk görünüyordu ama buradan bile o keskin bakışının kurnazlıkla parıldadığını tahmin edebiliyordum.

Üstüne beyaz yakalı gömlek giymişti ve yakalarını çene hizasına doğru siper etmişti. Bacaklarını erkeksi şekilde üst üste atmış, arkasına yaslanmıştı. Saçlarının dağınık ama asilzade tarzı, giydiği kıyafetler tümüyle bir idolü andırıyordu. Bir şeyler anlatıyordu ama ne dediğini buradan duyamıyordum, Erkan’ın ifadesi de o konuşurken hiç değişmiyordu. Karşısında sanki böcek varmış gibi bakıyordu. Tıpkı Mehir’e baktığı gibi.

Bacak bacak üstüne atmış, dirseğini tekli koltuğa yaslamış ve elini kaldırıp işaret parmağının sırtını şakağına yaslamıştı. O yüzden yaralı kaşı kazayağına doğru gerilmiş, yüzünü daha çekici kılmıştı. Onu baştan aşağı incelerken hiç çekinmiyordu. Alberto’yu dinleyip dinlemediğini bile bilmiyordum ama umarım o ağzını açmazdı. Yoksa Asir…

İblis, ‘’Biraz daha başını eğ,’’ dedi, ‘’Yeteri kadar göremiyorum.’’

Ona göz ucuyla baktım, Alberto’ya bakmaya çalışıyor gibi hali vardı. Dikkatli bakışlarını çatılı kaşları süslüyordu. Başımı hafifçe sola doğru yatırdım, kafam duvara yumuşak şekilde yaslandı. ‘’Böyle iyi,’’ dedi çenesini yukarı kaldırıp, sanki gazetede bir şeyler okumaya çalışan dedeler gibi.

‘’Plandan bahsediyor,’’ dedi İblis zihnimden, mekanik sesiyle. ‘’Asir’e, ‘’Neden benimle konuşmuyorsun yoksa bu işi yapacağına dair kendine güvenin mi azaldı?’’ gibisinden bir şeyler söylüyor.’’ Alt dudağımı ısırıp tedirginliğin hiç gitmediği bakışlarımı Erkan’a çevirdim, surat ifadesinin neden böyle olduğunu şimdi anlayabiliyordum.

Alberto fazla alaycı, fazla kibirli görünüyordu ve dili çok zehirliydi. Erkan’ın Asir’den hoşlanmasa bile onun itibarını zedelemek isteyeceğini düşünmüyordum, çünkü işin içinde o da vardı. Onun itibarı. Asir yeryüzüne çıktığında eğer pot kırarsa içten içe ona kızacaktı, bunu biliyordu ve o yüzden dikkatli adım atacağından emindim. Erkan zeki bir adamdı.

Ama bu işten nasıl sıyrılacaktı, konuşmadan?

Erkan’ın dudaklarında bir kıpırtı gördüm, alay kokan bakışları dudaklarındaki o nahoş gülümsemeyi süsledi. Alberto’ya öyle bir bakış attı ki adamın kaşları anlamsızca çatıldı ama burnundan tek bir toz bile aldırmadı. Alberto’nun yine dudakları kıpırdandığında İblis devreye girdi, ‘’Böyle gülmek için ne yaptın? Yoksa onların kuyusunu kazmak için bir planın mı var?’’ diyor. Onlar derken acaba Salmon’dan mı bahsediyor?’’ dedi kendi fikrini öne atarak, göz ucuyla bana bakarken.

‘’Başka kimden bahsedecek ki?’’ dedim tek omzumu silkip.

Erkan uzun kemikli, işaret parmağını kaldırdı ve pencereyi işaret etti, kalbim aniden tekleyerek duraksadı ama hiçbir tepki vermedim. Öylece donmuştum, dışarıdan soğukkanlı durduğumu düşünebilirlerdi ama ben korkudan donakalan tavşan gibiydim. Betim benzim atmıştı. İblis de ‘’Puşt.’’ dedi homurdanarak küfrederken. Erkan’a öldürecekmiş gibi bir havayla bakıyordu.

Alberto başını sağa doğru çevirip omzunun kenarından bana doğru bakış attı, bu hareketi yaparken tek kaşını kaldırmıştı. Alay dolu ifadesi beni gördüğünde kaşları da aynı anda muzip şekilde çatıldı ve sonra o bakışlar, tekrar Asir’e döndü. Beni neden öne atmıştı? Öne atacaksa neden mutfağa kilitlemişti?

Bu sefer, ilk defa konuştu. Sırtım oturduğum yerde gerilerek dikleşti ve pencereden neredeyse atlayacak kadar endişelendim. Erkan konuşmuştu. Beni yok sayarak, tamamen beni göstermemiş gibi onunla konuşurken Alberto kaşlarını çatmış, dudaklarını hafifçe büzerek onu dinlemişti.

İblis’in öfkesi aniden tuzla buz oldu. ‘’Vay çakal.’’ dedi, ‘’Rahatça Eski M’rice konuşmak için seni ön plana attı. ‘’Dinleniliyoruz, o yüzden bu dilde konuş.’’ dedi resmen adama.’’ Ardından kıstığı kömür karası harelerini üstüme diktiğinde suratındaki o mayhoş ifadeden pek de bir şey çıkartamadım, sanki boşuna sövmüş gibi bir hisle bakmıştı ama ona sövdüğü için de memnundu. ‘’Bu adam… tam bir kurt.’’ dedi sonra, sanki literatüre sadece onun bildiği bir küfür eklemiş gibi kaba bir sesle.

Alberto konuşana kadar sessiz kaldık, hatta Erkan bile sesini çıkartmadı. Sonra beklediğimiz gibi adamın dudakları kıpırdandı, İblis sırıtırken Erkan’ın bile dudağının kenarının hafifçe kıpırdadığını gördüm. Alberto yemi yutmuş olmalıydı. Rahatlayarak geriye yaslandım ve yakalandığım için bu sefer hiç çekinmeden onları dikizlemeye devam ettim.

Alberto genel olarak sohbet derinleştikçe alaycı havasından uzaklaşmış, ciddiyetle kaşları çatık konuşmaya başlamıştı. Erkan’sa onu kudurttuğu için keyifleniyor, bunu gözlerinden ve hareketlerinden yeteri kadar belli ediyordu.

Rahat takılması ve koltuğun kenarına yasladığı elini rahatça sallayarak ona bir şeyler açıklaması ve tüm bunları yaparken karşısında sanki salak varmış gibi bakması adamı içten içe yerin dibine sokuyordu. Yine de Alberto’da altta kalır görünmüyordu; bazı noktalarda Erkan’ın bile çenesini hafifçe dikleştirip bir şeyler düşündüğünü görebiliyordum.

Sohbet uzadıkça uzadı, İblis bir yerden sonra onlara ilgisini kaybetti ve başını çevirerek manzara tarafına bakmaya başladı. Diğer yandan kadehinden yudumlar alıyordu. ‘’Onlar derken gerçekten Salmon’dan mı bahsediyor?’’ dedi birden, mekanik sesiyle. ‘’Emin miyiz? Bilmediğimiz şeyler dönüyor gibi ve bu hiç hoşuma gitmiyor.’’

‘’Bize dokunmayan yılan bin yaşasın, İblis.’’ dedim, tek kaşımı kaldırarak. ‘’Plana tamamen dahil olmuş değiliz, o onların sorunu. Biz sadece fikir yürütmelerine yardım ettik.’’ Başını katılırcasına sallayıp takdirle, ‘’Güzel.’’ dedi. ‘’Seni bencil olduğunda daha çok seviyorum.’’

Alberto nihayet ayağa kalktı, Erkan’da ayağa kalkarken bile ona tepeden bakmayı ihmal etmedi. Alberto elini kaldırıp ortada tuttuğunda Erkan’ın bakışları aşağı doğru kaydı ama elini sıkmadı, sadece baş selamı verdi. Alberto’nun sırıttığını gördüm, sinirden mi yoksa ona takıldığından mı bilmiyordum ama elini kaldırıp sanki o eli orada tutan o değilmiş gibi ensesindeki saçları düzeltti.

Bana doğru ilerlediğinde göz göze geldik, kehribar rengi gözleri güneş renginde sapsarıydı. Siyah saçlarına ve beyaz tenine yakışan bir renkti. Eliyle önüne düşen uzun perçemi geriye yatırarak göz temasını kesti. Erkan onun arkasından gelirken, sanki onu öldürmek istercesine kaşlarının altından bakıyordu. Tehditkar bakışları, benimle de kesiştiğinde kaşları memnuniyetsizlikle çatıldı.

Kapı aralandı ve Alberto önden çıktı, birden duraksayarak başını bana doğru çevirince hiçbir şey çaktırmadan yutkundum. Yakışıklı bir adamdı, uzun boyluydu; bir doksanlarında vardı. Otuzlu yaşları andıran olgun yüz hatları, dudağının kenarının kıvrılmasıyla sanki gençleşiyordu.

Erkan arkasından dişlerini sıkarak bakıyordu; ardından kabaca, gürültüyle boğazını temizledi. Tehditkar gözleri, Alberto omzunun üstünden ona bakmasına rağmen değişmedi; yine de adam memnun olmuş gibi güzel bir tebessüm yollayarak ‘’Görüşürüz o halde.’’ dedi zarif bir sesle. Sonra bana hiç bakmadan önüne doğru döndü ve birden kayboldu.

Evet, birden kayboldu. Işınlandı sanmıştım ama aslında çok hızlı hareket etmişti, sadece göz yanılsamasından ibaret olan beyaz gömleğinin rengini son anda fark etmiştim. Hızlıca çevrilen bir kağıt parçası gibi aniden yok olmuştu. Erkan göz ucuyla bana doğru döndüğünde pis, tehditkar bakışlarına devam etti. Yine de ters ters baktıktan sonra sanki inine dönen avcı gibi hiçbir şey söylemeden usulca geri girdi.

Gergin şekilde oturmaya devam ettim ama sanki oturduğum yerde diken varmış gibi de ayaklandım. İlk defa ondan bu kadar korkuyordum. Parmaklarımı birbirine ovuşturarak sürttüğümde İblis, ‘’Korkunun ecele faydası yok.’’ dedi sakince. ‘’Kendini ezdirme yeter.’’

‘’Çok kızacak.’’ dedim alt dudağımı dişlerken.

Düşünürmüş gibi yaptığında tek gözü kısıldı, ‘’Hakkı var.’’ dedi sonra başını sallayıp. ‘’Mutfakta kalmalıydın.’’

‘’Mehir öyle söyleyince, ben de ne bileyim…’’ dediğimde gözlerini devirdi, ‘’Erkan salak biri değil ya.’’

Verandada beklemeye devam ettim; içeri girmeye çekiniyordum, aslında neyden korktuğumu düşünüyordum. Bana zarar vereceğinden korkmuyordum ve tuhaf şekilde, onun bana zarar vermeyeceğinden emindim. Sebepsizce içimde ürüyen bu korku, parmaklarımı uyuşturuyor ve bacaklarımın içini bile titretiyordu.

Kalbimdeki atışları bastırmak adına elimi göğsüme koydum ve dudaklarımdan derin bir nefes bıraktım. Sonra cesaretimi toplayıp içeri girdim. Evin tanıdık kokusu burnuma dolarken, kapıyı arkamdan istemeden de olsa usulca kapattım. Hala ona bakmıyordum ama salondaki varlığı, gözlerini görmesem de buradan hissettiğim delici bakışları; beni yerime mıhlıyordu.

‘’İblis, nasıl görünüyor?’’ dedim içimden.

Gözlerini kıstı, ‘’Öldürecek gibi değil,’’ dedi normal şekilde. Başımı sallayıp rahatlayacaktım ama devam etti, ‘’Süründürecek gibi.’’ Alt dudağımı dişleyip gümbürdeyen kalbime aldırmadan ona doğru döndüm ve yerimde durdum. Tekli koltuğa oturmuş, bacak bacak üstüne atarken kartal kadar keskin bakışlarını üstüme dikmişti; başını hafifçe aşağı indirdiğinden kaşlarının altından tehditkar bir havayla bakıyordu.

‘’Ma once gubar ti? (Bana ne zaman güveneceksin sen?)’’ dedi, sessiz sedasız duran bomba gibi.

‘’Aslında…’’ dedim kelimeler zihnimde bir kasırga gibi gürültü çıkartıp dururken. ‘’Güvenmiyor değilim.’’ Delici, yoğun bakan gözlerini, benimkilerde bu şekilde hissetmek ruhumu boğuyordu. Yerimde rahatsızca kıpırdandım, ayağımın ucunu kaldırıp bir iki kez yere vurduğumda hareketlerimi sessizce gözleriyle takip etti ve tekrar durgun bakışlarını suratıma sapladı.

‘’Degra an’gubar. (Güveniyor da değilsin.)’’

İblis başını bilmiş bilmiş sallarken, ben durgundum. Hiçbir şekilde mimik oynatmıyordum. ‘’Aslında iyiliğini düşünmüştüm.’’ dedim, mırıldanarak. Cümlemi duyar duymaz tek kaşını kaldırdı, buna inanmış görünmeyen ifadesi nedense kalbimin kenarından kırıyordu. ‘’Ma eyuk ti baar? (İyiliğimi düşündün?)’’ dedi derin sesiyle. ‘’Ta once we yak’s an’bar? (O zaman neden sözümü dinlemedin?)’’

‘’Çünkü,’’ dedim ve duraksadım. Aklıma gelen fikirler hep mantıksızdı ve tüm gelen fikirler de Asir’e bağlanıyordu. Nedense Asir’in sırrını ortaya çıkartmak istemediğimden, Mehir’in de söylediklerinden cesaret alarak hareket etmiştim. Erkan, Asir’in göstermek istemediği bir parçasıydı.

Duraksamamdan dolayı gözleri daha korkunç bir tonda koyulaştı, kırmızı ve parlak olan hareleri cehennem ateşinin koyu tonunu almıştı. Bana keskince, kaşlarının altından tehditkar bir havayla bakıyor olması ve bu kadar sessiz durması ruhumu ürpertiyordu. Sanki azılı bir katille aynı evin içindeymişim gibi hissediyordum.

‘’Kras, ti an’ma; Asir ti baar. (Çünkü, sen beni değil; Asir’i düşündün.)’’ dedi, cümlemi tamamlarken. ‘’Krata, ti mau sekkar? (Ama sence ben, salak mıyım?)’’

İblis ağzından garip garip sesler çıkartarak ağzını yüzünü eğdi, sanki kısmen hak veriyormuş gibi tavır takınıyordu; o göremese de. Bense başımı olumsuzca salladım, ‘’Birden panik oldum. Senin tehlikede olacağını düşündüm.’’ dedim durgun bir sesle. Ses tonum garipti. İblis’den azar işittiğim zamanlardaki ses tonuna benziyordu ve İblis hariç, şimdiye kadar kimsenin karşısında bu duyguyu hissetmedim.

Korku ve endişe. İblis’le tartıştığımızda korkumun da endişemin de sebebini biliyordum, Asir’le tartıştığımda neden bilmiyordum? Bu muallak, zihnimi kötürümleştiriyor ve kalbime kadar uzanıp orayı karartıyordu. İçimdeki sıkıntı, istemsizce giderek büyüyordu.

Kaşlarını çattı. ‘’Tehra an’ma! (Ben tehlikede olmam!)’’ dedi, sesini yükselterek. ‘’Mau tehra. (Tehlike benim.)’’ diye devam etti, kaşlarını yukarı kaldırarak bastırırken. Sesi biraz yükselmişti, bu bile tüm tüylerimi şaha kaldırmaya yetti. Evi inletecek kadar olmasa da koltuğa oturmuş gücü somut şekilde hissediyordum.

‘’Kıska Alberto, (Mesela Alberto,)’’ dedi tekrar dengesizce sakinleşerek. Hala öfkeli suratını seçebiliyordum, o ifadesizliğin altında pusu kurmuştu; delici bakışları üstümü baştan aşağı tararken yerin dibine girmek istiyordum. Nedensizce içimde kaçma isteği oluşuyordu ama bacaklarım bana ihanet ediyormuş gibi yere mıhlanmıştı. ‘’Ti mau hura jarter. Ta once we hut, baar? Ma gar an’gardiua. Tau, gar an’gardia. (Seni bana karşı kullanabilirdi. O zaman ne olurdu, biliyor musun? Ben burayı sağ bırakmazdım. Onu, sağ bırakmazdım.)’’

Suratım kıpkırmızı bir tona bürünmeye başlıyordu, yanaklarıma binen sıcaklık kulaklarımın uçlarına kadar tırmanırken boğazımı hafifçe temizledim. Yutkundu ve öfkeyle beni süzerken, ‘’Mau eyuk’s… (Benim iyiliğimmiş…)’’ dedi iğneleyici bir sesle. Söylediklerime inanmadığını buradan anlamıştım, bu yaralayıcıydı.

Tek kaşını kaldırarak, ciddi ulaşılmaz bir surat ifadesine büründü. ‘’Ta’r ya’e, ti mau baur huryete tehdar vi mau sekurt; jurta hurrur Asir maera ba’r? (Kendine dürüst ol, sen gözlerimin önünde tehdit altında kalmış olsaydın ve ben delirmiş olsaydım; uğruna endişelendiğin Asir bundan memnun olur muydu?)’’

Yutkundum ama bu kötü bir fikirdi; boğazımdaki yumru giderek katlanarak büyürken oraları cayır cayır yaktı. Güçsüz biriymiş gibi görünmek istemiyordum ama yutkunduğumu düşünmek bile beni yerin dibine sokuyordu. Hareketlerimi o kadar ince takip ediyordu ki, o kadar dikkatliydi ki yumuşakça yutkunuşum bile onun gözünden kaçmayacaktı, emindim.

‘’Konu sadece Asir değil.’’ dedikten hemen sonra dişlerimi birbirine bastırdım. ‘’Sen farklı bir dilde konuşuyorsun, farklı davranıyorsun; o yüzden insanların gözüne batman olası olduğundan endişelendim.’’ Başını yana doğru eğse de sesini çıkartmadı. Bundan güç bularak bir adım öne doğru geldim ve yerimde durdum, gözlerinin içine doğrudan bakıyordum. ‘’Mehir öyle söyleyince, Erkan’ı kimse bilmemeli deyince ben de…’’ dedim ve sustum; kelimeler bana ihanet etti ve dilime kadar varmadı.

‘’Kami, Kami, Kami!’’ dedi resmen sayıklarcasına sonlara doğru gürlerken. Şaşkınlıkla yerimde hopladım. ‘’Ti ware ti’an’dima. (Müdahaleni istemedim.)’’ dedi, keskince. ‘’Once, rakas yakear ti an’bu! Mau eyuk yukkus baar, tukyuk tehdar orata an’baur! (Daha arkandan yaklaşan birine nasıl davranacağını bilmiyorsun sen! Benim iyiliğimi uzaktan düşün, sırf bundan tehlikeli bir ortamda gözüme görünme!)’’ dedi birden sesini yükselterek.

Kelimelerinin ucu sivrilip bir hançere dönüştü ve bana doğru hedef tahtasıymışım gibi uçtular. Ruhumun merkez noktasına, tam kalbime battıklarında nefes bile alamadım. Kızaran suratım, artık gözlerime kadar sinmişti ve gördüğüm yer, artık bulanıklaşmaya başladığında hala onun öfkeli, burnundan soluyan suratına bakıyordum.

Aldırmadan elini yasladığı yerden kaldırdı ve rastgele döndürerek, ‘’Alberto wies tehdar seki; espre ti weres hattut an’baar? (Alberto’nun ne kadar tehlikeli bir adam olduğunu; özellikle sana neler yapabileceğini biliyor musun?)’’ dedi, kaşlarını çatarak.

Sessiz kaldım. ‘’Ti an’baar. (Bilmiyorsun.)’’ dedi kendi kendini tasdikleyerek. Homurdanır gibi, ‘’Mau eyuk’s… (Benim iyiliğimmiş…)’’ dedi tekrar, iğneleyici bir üslupla. İstemsizce tekrar yutkundum ve puslu olan görüş alanıma daha fazla dayanamadan, gözlerimi kaçırarak yere indirdim. Kalbim neden bu kadar kırılıyordu? Kalbimi, kelime hançerleriyle tuzla buz ediyordu.

Haklı olduğundan mı yoksa kendimce haklı olduğum yerler sivri parmaklarıyla sırtımdan ittiğinden mi?

‘’Kes artık lan.’’ dedi İblis, suratını öfkeyle buruşturarak. Erkan’ın duraksadığını sezdim, İblis kafasını sakince salladı ve tıpkı sabahki gibi onu taklit etti. ‘’Evet, sen sen… Beni duyduğunu biliyorum.’’ dedi işaret parmağını kaldırıp sallarken. ‘’Sabahtan beri ona kızıyorsun ama hatasını bilmediğini mi sanıyorsun?’’

Hedef noktası aniden değişti. ‘’Ti we, tau ga hatra mattat? (Sen neden onu bu hataya düşürüyorsun?)’’ dediğinde puslanmış zeminden kaldırdığım gözlerimi, onun kırmızı harelerine diktim. Kömür karası gözler kısıldı ve ona tepeden baktı, ‘’Hatalar insanı tecrübelendirir. Yaşamın en eğlenceli kısmı bu değil midir?’’ dedi doğrudan, gözlerini onunkilere dikerek.

‘’Kesta ukt? (Kimin için?)’’ dedi Erkan, ‘’Ga’utra lak haas… Kesta ukt egtar? Taus, muga egtar? (Orada oturup da laklak etmen kolay tabii… Kimin için eğlenceli? Sence şu an eğleniyor mu?)’’

İblis kara çenesini dikleştirdiğinde kafasındaki dumanlar kıpırdadı. ‘’Ben Toprak’ı her zaman destekleyen tarafım; hatasıyla, doğrusuyla. Onu yönlendiririm evet ama bacaklarını kontrol edemem; ona tavsiyeler veririm ama onun zihnini kontrol edemem. Öyle olsaydı, onun ruhu kaybolurdu ve tamamen benimle konuşuyor olurdun. Bu bedende.’’ dedi, kendinden emin bir sesle.

Bakışlarını kadehe doğru indirdi ve asil bir hareketle onu döndürdükten sonra, tekrar kuzguni gözlerini onun üstüne çekti. ‘’Şimdi sana gelelim. Asir’le öfkeniz kime çekti bilmiyorum ama öfkeyle konuşurken çok ağır laflar ediyorsunuz. Toprak, bunlara müsamaha gösterecek biri değil. Şu an avukatlığını yapıyor gibi görünebilirim ama onun ruhunu, herkesten önce ben biliyorum. Haksız olduğunu bildiğinden, asilliğinden susuyor benim kızım. Senin öfkeyle söylediklerine göz yumduğundan değil.’’

İblis’e minnet duygusundan başka bir şey hissetmiyordum şu an. Bu duygu içimde o kadar büyüdü ki, bir balon oldu ve sanki kömür karası gözleri o balona tutundu; bana göz ucuyla bakıp tekrar önüne dönerken ifadesiz tutmaya çalıştığı suratında belli belirsiz bir tebessüm kıpırtısı gördüm.

Erkan elini suratına götürdü ve avuç kısmıyla sakal kısmını ovuşturup durdu, sertçe çekiştiriyor gibiydi. Sakin tutmaya çalıştığı basık sesiyle, ‘’Hatra, ti dratres teka. Ga evre, sekkura ga guardas evre, (Hatalar, onu öldüren tek şey olur. Bu evren, siktiğimin bu düzensiz evreni,)’’ dedi ve alnıma sapladığı gözlerini benim mavi-kızıl harelerime dikti. ‘’Husta an’baar ti ukt, set dratres. Hatra, ti dratres. (Hiçbir şey bilmeyen senin için, ölüm demek. Hatalar seni öldürür.)’’

Hatamı biliyordum. Yine de harekete geçmeden edemiyordum. Kafamı salladım, ‘’Seni endişelendirdiğim için özür dilerim.’’ dedim kuru bir sesle. ‘’Bir dahakine dikkat ederim.’’

Kıpkırmızı bir suratla, babasından azar yiyen çocuk gibi öylece yeri incelerken; ‘’Ba dakda, (Bir dahakine,)’’ dedi Erkan, cümleme kendi başlarken, manidar bir sesle. ‘’Once burre tius baar, an’bakri. (İlk önce kendini düşün, başkasını değil.)’’

Daha bir şey söylemedim; sessizliğimden dolayı kaşlarını çatsa da bir şey söylemedi. O da yorulmuş olmalıydı ki çatlak, kuru bir sesle ‘’Wi aum. (Dinleneceğim.)’’ dedi ve başını arkaya yasladı. Ben de hiçbir şey söylemeden geri dönerek merdivenleri tırmanmaya başladım.

İblis ‘’Beni yoruyorsunuz,’’ dedi, yorgun bir sesle.

Hiçbir şey söylemeden odama girdiğimde, ayın loş ışığının odamı kapladığını gördüm. Gözlerim duvardaki kanlı el izine kaydı; dün gece olanlar gözümün önüne gelirken ürpersem de o tarafa ters ters bakarak yatağıma doğru ilerledim. Kolum kalkmıyordu resmen, o yüzden üstümü bile değiştirmeden yatağın üstüne uzandım ve tavanı seyretmeye başladım.

Bomboş, renksiz bir tuvali andıran duvarla bakışırken az önceki olay ve hatalarım gözümün önüne gelip duruyordu. Beynim patlayacak gibi olduğundan gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştım. İblis, beni rahat bırakmak için erkenden gitmişti. Çok geçmeden uykuya, karanlığın en derinlerine daldım.

Sabahın geç saatlerinde güneş ışığı yüzüme çarparken uyanıp, gözlerimi usulca kırpıştırdım. Hala yorgun hissediyordum ama kalkmalıydım. Erkan çoktan hazırlanmış olmalıydı ve bugünkü eğitimi düşünüp duruyordum. Kolum kasılmıştı, omzum ağrıyordu ve omzumdaki yara dün baskı yediğinden sızlıyordu.

Boğazımdaki kuru tadı gidermek için art arda yutkunup sırtımı dikleştirdim. Boş boş etrafa baktıktan sonra İblis de esneyerek kapıyı araladığında, suratını tatsız bir şey yemiş gibi buruşturup ilk önce kadehinden yudumladı. ‘’Bok gibi gün.’’ dedi homurdanarak. ‘’Güneşin doğuşuna bak!’’ dedi ters ters, pencereden dışarı bakarken. ‘’Zaten iki saate batacaksın, neden yoruluyorsun?’’

Sabah sabah zihnimde söylediği şeylere bak…

Önce lavaboya girerek yüzümü yıkadım. Aklıma aniden Mehir düştüğünde, onu neden bu kadar çok düşünüp durduğumu merak ediyordum. Belki, öyle aceleyle gittiğinden olabilirdi. Huysuz onu kabul etmiş miydi acaba? Bugün ona mı gitseydim? Yüzüme soğuk suyu çarpıp kendime geldikten sonra havluyla kurulanıp tekrar dışarı çıktım.

Odadan çıkıp merdivenlere indiğimde, dün gece yaşananlar zihnime doluştu. Adımlarım istemsizce yavaşladı ama çoktan merdivenlerden inmiştim. Salonda, tekli koltukta uyuyakalan Erkan’ı gördüğümde kaşlarım çatıldı, burada mı uyumuştu? Dirseğini yana yaslamış, kolunu dik tutarak yanağını yumruk yaptığı eline dayamıştı. Kaşları hafif çatıktı, ne görüyordu acaba?

Aniden gözlerini aralayıp kirpiklerinin arasından sertçe baktığında yerimde irkildim. İblis gözlerini faltaşı gibi araladı ama sonra tekrar eski ifadesine döndü. Elini yanağından çekip kirpiklerini kırpıştıran Erkan’a baktım, etrafa tuhaf tuhaf bakıyordu. Hala bana kızgın mıydı?

‘’Erkan?’’ dedim bir adım öne gelerek.

Tedirgin bakışlarım, onun suratını tararken etraftan çektiği gözlerini üstüme topladı. ‘’Onun adını ağzına alma dedim.’’ dedi tanıdık biri. Şaşkınlıkla suratına bakarken içime garip bir his oluştu, tatlı bir karıncalanma hissi damarlarımı kolaçan ederken yüzüne alık alık bakmaya devam ediyordum. Elini uyku mahmuru yüzüne götürüp parmaklarıyla gözünü ovaladı.

Elini oradan çektiğinde gözünün etrafı kızarmış göründü. Dikkatini tekrar bana doğru çevirdi; bu sefer afallayarak ‘’Niye bakıyorsun öyle?’’ dedi. ‘’Asir?’’ dedim sorgularcasına, emin olmak adına.

İblis bana baygın bir bakış attı. ‘’He, kavuştun. Ne güzel, ne güzel.’’ dedi homurdanarak; ardından gözlerini devirerek arkasına yaslanıp ‘’Bok gibi gün.’’ dedi.

‘’Kim olacaktı?’’ dedi Asir, kaşlarını çatıp. Ağzının içinde uyuşuk şekilde söylendi. ‘’Ne diyorsun sabah sabah, Rea?’’

Rea.

Bunu bana söylemeyeli kaç saat geçmişti? Bunu duymayı bile özlediğimi düşünmezdim ama özlemiştim. Harfler dudaklarından çıkar çıkmaz karıncalanma hissi arttı ve dudaklarımda büyük bir sırıtış meydana geldi. Sevinçle ona doğru yürüdüm, sanki havada uçtum. Tam karşısında durduğumda hareketlerime şaşırmışa benziyordu.

Koltukta oturduğundan başını geriye yatırıp alttan bakarken mırıldandı. ‘’Ne oluyor…’’

Neredeyse üstüne atlayıp sarılacaktım! Neredeyse.

‘’Sen cidden Asir’sin.’’ dedim, bir atomu inceleyen bilim adamı gibi. Suratına dikkatlice bakıyor, bakır rengi gözlerinin derinlerine tutunuyordum.

Beni ve hareketlerimi çoktan unutmuş göründü. Kirpiklerini kıstı ve gözlerini usulca kapatıp ‘’Başım ağrıyor.’’ dedi, fısıldarken. Boğuk sesi çatallı geliyordu. ‘’Ne oldu? Niye burada uyudum ben?’’

Ona doğru eğildiğimde geriye doğru yaslandı, nefes almadığını düşündüm ama usulca alıp veriyordu. Şaşkınlığını, kafası karışmış gibi görünen suratından net şekilde okuyabiliyordum.

‘’Hatırlamıyor musun?’’ dedim, ‘’Erkan’ın geldiğini?’’

Usulca işaret parmağını kaldırıp alnıma doğru götürdü ve tam ortasına bastırdı, parmağının sıcak dokunuşunu alnımda hissederken o; tek parmağıyla kafamı nazikçe geri iterken ona itaat ederek geri çekildim.

O da başını tekrar öne doğru getirdi. ‘’Hayır. Şerefsiz…’’ dedi kendi kendine söverek. İblis sırıttı ama bir şey demedi, hala kendi kendine sövmesi hoşuna gidiyordu.

‘’Nadiren böyle çıkıyor. Bir sıkıntı çıkarttı mı?’’

‘’Hayır.’’ dedim dürüst olarak. ‘’Alberto geldi ama onunla bir şeyler konuştular.’’

Gözlerini kocaman araladı, ‘’O buraya mı geldi?’’

Başımı bir kez salladım, şaşırması normaldi çünkü onun için Alberto önemli bir düşmandı. ‘’İt herif!’’ dedi bu sefer, Asir öfkeyle dişlerinin arasından. İblis sırıttı, ‘’Kendine mi diyor hala?’’ dedi sorgularcasına, eğlenir vaziyette. Asir endişeyle, ‘’Erkan hep farklı…’’ dedi ama sözünü kesip, ‘’Dil konuşuyor, biliyorum.’’ dediğimde beklentiyle parlayan gözleri bana doğru kalktı.

Her zaman durgun, kendine güvenen surat ifadesinden ilk defa bu kadar farklı duyguları bir arada görüyordum. Onu okumak bu zamanlarda kolaylaşıyordu, demek ki.

‘’Ne oldu?’’

Önemsizmiş gibi tek omzumu silktim, ‘’Sağlam bir kulp buldu ve olaydan pürüzsüz bir şekilde kurtuldu.’’

Kaşlarını endişeyle çattığında bir süre sessizliğini seyrettim, sırtım ağrıdığından eğilmekten vazgeçip doğruldum. ‘’Ne konuşulduğunu bilmiyorum, hatırlamıyorum.’’ dedi yutkunarak. ‘’Alberto tekrar görüşmek istemiş olabilir. Ne zaman olduğunu hatırlamıyorum.’’

‘’O geldiğinde cidden bir şey hatırlamıyor musun?’’

‘’Hayır,’’ dedi gözünü kapatıp açarken. Yorgun görünüyordu, ya başı ağrıdığından gözlerini açamıyordu ya da gerçekten ruhu yorulmuştu. ‘’Genelde hatırlamam.’’

‘’Birisi hatırlıyor, tahmin et!’’ dedi İblis, sahte bir heyecanla. Ellerini yumruk yapıp bir aşağı bir yukarı kaldırıp indirirken onun suratına bakıyordu. ‘’Hadi, hadi!’’

İblis’i ve çocukça hareketlerini umursamadan; ‘’Neyse konuşuruz sonra, detayları.’’ dedim, tebessümle. ‘’Sen dinlen, ben kasabaya gideceğim o sırada.’’

Sorgulamadı ya da üstelemedi bile, gerçekten yorgun göründüğünden kafasını sallayıp ayağa kalktı ve yanımdan hiçbir şey demeden geçerek merdivenlere doğru yol aldı. Onun peşinden bakarak derin bir nefes bıraktım. İyiydi ve gelmişti. Önemli olan şu an buydu.

Fazla geç kalmak istemiyordum çünkü hava hemen kararıyordu. Mutfağa gidip apar topar salamlı ekmek arası yaptım ve ağzıma neredeyse tıkadım. ‘’Çüş, yavaş yavaş!’’ dedi İblis, halime şaşkınca bakarken. ‘’Lan yavaş!’’

Onu umursamadan aceleyle ağzımdaki dolu ekmeği çiğneyerek yutarken, apar topar gidip kabanımı aldım ve ayakkabılarımı giydim. ‘’Ne bu acelen?’’ diyordu zihnimdeki ses. ‘’Kaçıyorlar mı?’’

‘’Dışarı çıkacağım için mutluyum, ne var?’’

Gözlerini devirip başını olumsuzca iki yana salladı. Sonra pes ederek geriye yaslandı. Ayakkabılarımı giyip dışarı çıktığımda rüzgarın kucaklaması içimi titretirken kabanımın kenarından tutup havada yarım ay çizdirdim ve tek kolumu, kolundan geçirdim. Sırtıma attığım kaban içimi ısıtmıştı, diğer kolumu da geçirip saçlarımı iki elimle savururken apar topar verandadan aşağı indim. Zıpladım neredeyse.

Mehir ne yapmıştı acaba?

Akdes onu kabul etmiş miydi? Onu öyle götürmek ve son andaki üzgün suratı aklımdan çıkmıyordu. Diğer yandan, Asir de çok yorgun görünüyordu, aklımın bir kısmı geride kalmıştı. Yine de pişmanlık duymadan onu geride bırakıp evden çıktım, araba süremediğimden yürüyecektim. Kabanımı daha çok sarındım ve patika aşağı yürümeye başladım. Fazla uzak değildi aslında, yarım saatlik yoldu ama yine de yorulacak gibi hissediyordum.

Arkamdan gelen ayak seslerini duyduğumda geriye baktım, sonra bakışlarım toprağa doğru kaydı. Reha pıtı pıtı arkamdan koşuyordu; tüylü kulakları her koşuşunda sallanıyor ve kuyruğu bayrak gibi titriyordu. Gülümseyerek önüme döndüm. Patikadan aşağı rahatça yürürken Reha da yanıma yetişmiş, benimle beraber yürümeye başladı. Etrafa bakıyor, arada sırada durup kulaklarıyla bir şeyler dinliyor sonra tekrar bana yetişiyordu.

Onunla güvende hissediyordum.

İblis dinlenmek üzere başını geriye yasladı ve burnundan derin bir nefes bırakıp gözlerini kapattı. Sessizlik içinde, güneşin sıcaklığıyla yürümeye devam ettim. Kuşların canlı sesleri ben taşlı yola çıktığımda kulaklarıma doldu, sanki bizim evin etrafında hiç kuş yok gibiydi. Cıvıldamıyorlardı.

Yolun ilerisinde bir kuzgun görünce adımlarım yavaşladı. Kuzgun hareket etmeden öylece bekliyordu yerde. Ben de durdum ve onu uzaktan izlemeye başladım. Beni bir süre dik dik izledikten sonra kanatlarını çırptı ve gökte uçmaya başladı. Keskin bir ses havada kırbaç gibi şakıdı.

Ben de ilerlemeye başlarken temkinliydim. Onlara hala alışamamıştım, beni rahatsız etmiyorlardı ama onları görmesem de her zaman etrafımda olduklarını hissediyordum. Taşlı yolda ilerlerken ayakkabılarımın altındaki taş ses çıkartıyordu. Yer altı Tapınağı’nın olduğu uçurum kenarından ilerlemeye başlayarak devam ettim. Havada uçan kuzgun, yırtıcı bir ses çıkartarak sanki çığlık attı.

Onu umursamadan devam ettim. İblis de tehlikede olmadığımı düşünüyor olmalıydı, çünkü rahat rahat arkasına yaslanmış; sadece yarı aralık gözlerle kuşu seyrediyordu. Birkaç dakika sonra taşlı yolu da geride bırakarak ormanın içine daldım. Bu saatten sonra İblis’in arada sırada bana yol göstermeleriyle devam etti ve sonunda, ağaçların arasında otoyolun sessiz görüntüsü görüş alanıma girdi.

Siyah, asfalt yola ayak bastığımda hiçbir tehlikeyle karşılaşmamış olmam tuhafıma gitmişti. Ben, İblis’in de söylediği üzere cenabetin vücut bulmuş hali, bu kadar rahatça kasaba yoluna girmeyi beklemiyordum. İblis ellerini birbirine tebrik edercesine çarpmadan edemedi, hafifçe vursa da ses duvarlarımda yankılandı.

Gözlerimi devirip sesimi çıkartmadım. Reha hala yanımdaydı, asfalta basan pençeleri tok sesler çıkartıyordu. Hoşuma gittiğinden gülümseyerek önden giden tatlı kıçını seyrettim. Kuyruklarını dikmiş, pençeleri yere dokunuyormuş gibi yapıp yükseliyordu. Sanki havada uçuyordu.

Hava sıcak değildi fakat karabulutlar da yoktu; yağmursuz ilk defa iki gün geçirmiştim. Ruh halime güzel gelmişti. Kasabanın cansız bedenleri, kıyıda göründüğünde bacaklarımdaki güçle ilerlemeye devam ediyordum. Rahat bir nefes bırakmıştım, sessiz yolculuk kafamı dinlendirse de canımı da sıkmıştı. İblis de konuşkanlığını bir kenara bırakmıştı.

Hiç yorulup terlemedim. Hala yürüyecek hatta koşacak halim bile vardı. O kadar yol gelmiştim. Rüzgar arada sırada tenimi öpüyor, görünmeyen tüylerimi şahlandırıyordu ama o bile güzel bir ferahlık veriyordu. Kulaklarımdaki rüzgarın uğultusuyla yolun sonuna gelerek Nehantis Şehri tabelasını gördüm.

Ellerimi kabanımın cebine atarak kalabalığın arasında ilerlerken, insanların yabancı yüzlerinden bin tane duygu okuyordum. Şaşkın, üzgün, neşeli… Herkesin farklı bir ifadesi vardı ama hissettiklerimiz hep aynıydı. Sihrin ve teknolojinin bir olduğu merkezde, gökyüzünde uçuşan tren rayının altından ilerleyerek sokak lambalarının yanında uçan küçük perilere başımla selam verdim. Karşılık olarak gülümsediler.

Tanıdık atmosfer evimdeymişim gibi hissettirmişti. Akdes ve Ezrial’ı özlemiştim.

Sokak aralarından geçerek tekrar yolu hatırlamadığımdan İblis’in yönlendirmelerine kulak astım ve tanıdık caddeye geldim. Sakuraya benzer renkli ağaçların yaprakları hala beyaz zeminde görsel şölen yaratıyordu. Yunan heykeline benzeyen çeşme, tam ortada her zamanki berrak suyunu akıtırken kulağıma suyun şırıltısı geliyordu.

Reha bacağıma dokundu ama onu umursamadım. Krasa’nın barı görüş alanıma girdiğinde kalbim tekledi ve tanıdık bir dehşetin içine düştüm. Artık dehşet değil de, endişe hissediyordum. Asir’in bana yalan söyleyebileceği fikri içime zehir gibi yayılırken önce o tarafa giden bacaklarım duygularıma ihanet etti.

İçeri girmedim ama sallanan, yarım kapının üstünden içeri baktım. Her zamanki gürültüler masalardan koparak dışarıya taşınırken gözlerim sadece tek bir adamı arıyordu. Tezgah boş görünüyordu, İblis de içeriye bakarken ‘’Öldürmüş işte.’’ dedi, ‘’Yalancının teki. Ona güvenme demiştim.’’ diye devam etti, fırsatçılık yaparak Asir’i bana kötülerken.

Bense ona aldırmadan tezgaha dikkatli bakmaya başladığımda, tanıdık yaşlı surat görüş alanıma girdi. Mutfak tarzı arka kapıdan çıkmış, eski yerini almıştı ama bir farklılık vardı. Topallıyordu ve suratı, buradan bile hayalet gibi görünüyordu. Gözaltları morarmış, torbaları loş ışığın suratına çarpmasından dolayı daha çok meydana çıkmıştı.

Kötü görünüyordu ama en azından yaşıyordu. Bana yalan söylememesinin verdiği rahatlama ve ona güvenemememin verdiği suçluluk duygusuyla geri çekilerek İblis’e kötü bir bakış attım. Yarım ağız sırıtıp tek kaşını kaldırdı, ‘’Sen de inanmadın ama değil mi?’’ dedi alçak bir sesle.

Ona bir şey söylemeden yine tanıdık, antika dükkanına yürümeye başladığımda uzaktan Ezrial’ın söylenerek kapıdan dışarı çıkması kalbimi tekletti. Heyecan damarlarımı karıncalandırırken, onun sempatik yüzünü görmek istemsizce beni gülümsetti. Bir şeylere homurdanıyordu.

Beyaz, ince bir gömlek giymişti ve yakalarını iki yana doğru açmıştı. Kumral tenine yakışmıştı. Altına giydiği siyah pantolonla klasik bir tarz yaratmıştı; gömleğinin kollarını hafifçe katlamış güzel bileklerini ortaya çıkartmıştı. Ellerini cebine atarak, yere baka baka söylenip dururken bana doğru ilerliyordu.

Yaklaştıkça söylenmelerini daha net duyuyordum. ‘’Ne zaman bitecek şu çilem?’’

Suratımdaki tebessümle bana doğru gelen çocuğa baktım. Kaşlarını düşünceli şekilde çatmış, dudakları büzüşmüştü. Ben de ona doğru yürüdüğümden bana giderek yaklaşmıştı. ‘’Hayırdır, ustan çok mu çektiriyor?’’ dedim takılarak.

‘’Evet.’’ dedi başını yerden kaldırmadan, cevabı verirken aslında kafası burada değil, başka yerdeydi. Çok geçmeden sesimi algıladığında mor, parlak gözlerini kocaman aralayıp başını yerden kaldırdı. Gülümsememi genişlettim, şaşkın suratı giderek aydınlanırken o aydınlık sanki içimde bir güneş gibi doğdu.

Artık tam karşımdaydı. ‘’Aa, Evin!’’ dedi heyecanla, bana doğru adım atarken. Sarı saçları güneşin altında parıldıyordu, sırıtışını genişlettiğinde beyaz dişleri ortaya çıktı.

‘’N’aber?’’

Suratı aklına bir şey gelmiş gibi buruştu, ‘’Her zamanki şeyler. O cadı kızla bir olup üstüme üstüme oynuyorlar!’’ dedi gözlerini devirerek. Kıkırdadım, ‘’Nereye böyle?’’

Çenesinin ucuyla arkamda bir yerleri gösterdi, ‘’Bir yere uğramam gerekiyor, ayak işi için. Gelirim. Sen içeri geç.’’ dedi ama sonra aklına yeni gelmiş gibi, ‘’Bize geldin değil mi?’’ dedi mor harelerini renkli gözlerime dikerek. Kafamı salladım. ‘’Ben gönderdiğim için kontrol etmeye geldim.’’ dedim, ardından tek gözümü kısarak sırıttım. ‘’Biraz da bahane.’’

Sırıttı, beyaz sıralı dişleri meydana çıktığında sempatik yüzü aydınlandı. ‘’İyi iyi. Gelirim, acelem var.’’ deyip cevabımı beklemeden telaşla yanımdan geçti ve hızlıca yürümeye başladı. Son kez omzumun üstünden ona bakıp dükkana ilerlemeye başladım. Tanıdık atmosfer beni selamlarken gülümsememi durduramıyordum.

İçeri girdiğimde hiç tahmin etmeyeceğim bir sahneyle karşılaştım. Mehir’le Huysuz yan yana oturmuş, kahve içip sohbet ediyorlardı. Mehir’in suratı ay parçası gibi aydınlıktı; Huysuz ise hala sert ama anlattığı hikayeleriyle eğleniyor görünüyordu.

Huysuz’un bal rengi gözleri ben içeri girer girmez bana doğru kaydı; kaşları anlam veremediğim şekilde çatıldı. Mehir yanında, kahvesinden yudumlarken sakin görünüyordu ama gözleri, çakmak gibi parlıyordu. ‘’Evin!’’ dedi, beni fark ettiğinde sevinçle. Ayağa kalkarak bana doğru gelirken gülümsedim. ‘’Alışmış gibisin?’’

Kafasını sallarken nahifçe gülümsedi, ‘’Akdes o kadar da huysuz değilmiş.’’ dedi.

Yaşlı adam arkasında homurdanıp dururken yarım ağız sırıttım. İblis atmosferi okurken durağandı, gözleri kızın üstüne kaydığında tek kaşı kalktı. ‘’Bu bizden ayrılırken üç çocukla ortada kalmış kadın gibi değil miydi, Toprak?’’

Mehir bileğimden tutup beni tezgaha doğru sürüklerken, dükkanın atmosferi içimi sımsıcak yapıyordu. Loş ışık her yeri sarmıştı ve kütüphane dahil her şey aynı yerindeydi. Cam tezgahtaki kartlar, havada asılan rüya kapanları, raflardaki kuklalar… Türlü eşyalarla dolu olan bu dükkan, şanslı olduğum başlangıcımı hatırlatıyordu. Şanslıydım çünkü iyi insanlarla karşılaşmıştım.

Reha benden ayrılarak dükkanın bir köşesine gitti ve gözümün önünde olacak şekilde yere kıvrıldı. Düşüncelerimden sıyrılarak, ‘’Ezrial nereye gitti?’’ dedim, ‘’Dışarıda karşılaştık ama o kadar konuşamadık.’’

‘’Teamur bitkisi alıp gelecek, sipariş geldi.’’ dedi Huysuz. Saçları hep aynı, omuzlarına doğru sarkıyordu; beyazlarını olduğu gibi seven bir adamdı. Gözlerini kıstığından kazayakları kırıştı, ‘’Sen de bir değişiklik var…’’ dedi mırıldanarak. Şaşırdım, ‘’Ne gibi?’’

Bal rengi gözlerinin insani olmayan şekilde parladığını görür gibi oldum ama sadece, dışarıdan yansıyan güneş gözlerine ulaşmıştı. ‘’Dilimin ucunda sanki,’’ dedi tatsız bir şey yemiş gibi suratını buruşturarak. ‘’Parlıyor.’’ dedi Mehir, alaydan yoksun dudağının kenarını kıvırarak; yine de küstah bir bakış sergilemişti. Sanki onun sayesinde parlamışım gibi.

‘’Ha,’’ dedi Huysuz, şaşırmış gibi. ‘’Demek ışığını buldun?’’

‘’Hala rengini bilmiyorum.’’ dediğimde yaşlılığın getirdiği titrek sesiyle kıkır kıkır güldü. Belli belirsiz tebessüm ettim. ‘’Bilmene gerek yok. Öğrenirsin.’’

‘’Mehir’i kabul ettiğin için teşekkürler. Bizim evde sıkıntı çıktı da.’’

Akdes anlamış gibi başını salladı, ‘’Erkan değil mi?’’

Akdes’in onu bilmesine şaşırmamıştım. Benden ses çıkmasa da ne tepki verdiğimi anlamıştı, kurnaz aksi. ‘’Asir geri geldi mi?’’ Tekrar başımı salladım ama Mehir dışında gören olmadı. ‘’Evet.’’ Mehir arkasına yaslanarak derin bir nefes kopardı, ‘’Oh be! Hatırlıyor mu beni kovduğunu?’’ dedi sırtını dikleştirerek.

‘’Hayır, hiçbir şey hatırlamıyor.’’ dedim kaşlarımı çatarak, ‘’Garip.’’

Mehir rahatlarken; ‘’O kadar da garip değil.’’ dedi Akdes ama sözünü tamamlamadı. Benimse, söylediği şey zihnimde yılan misali kıvrılıp durdu. ‘’Burası da yol geçen hanına benzedi,’’ dedi sonra konuyu değiştirmiş gibi. ‘’Sana söylemedim mi ben? Burası müze değil.’’ dediğinde İblis’ten mekanik sesine yakışan hırıltılı kıkırtılar duydum. Ben de tatlı tatlı güldüğümde Huysuz’un suratına yapışmış sert ifadesi allak bullak olur gibi oldu, sonra boğazını temizleyip eski haline döndü.

İblis alayla, ‘’Huysuzluğunu yapmasa rahat edemeyecek. Gece uyuyamayacak, yemekten kesilecek.’’ Elini savurduğunda dumanları etrafa keyifle uçuştu, sırıtıyordu. ‘’Bir kere de şaşırt.’’

‘’Sanki anlaşamadık! Sabahtan beri benimle sohbet ediyorsun!’’ dedi Mehir, gözlerini devirerek. ‘’Hikayelerini dinleyeceğim diye kulaklarım aşındı. Yazık Ezrial’e.’’ diye devam ettiğinde Huysuz, kalın kaşlarını çatarak bastonunu yere bir kez vurdu. Tok ses, dükkana yayılıp kayboldu. ‘’Benimle gülerken iyiydi! Anlatmıyorum, çünkü hak etmiyorsun!’’

İblis, dedenin tepkilerine bayıldığından başını geriye yatırarak güldü. ‘’Boş ver be ihtiyar,’’ dedi alayla, ‘’Tilkiler her zaman nankördür zaten.’’

‘’Ben geldim!’’ dedi arkamdan bir ses. Ezrial’in tatlı sesi mekanı doldurduğunda istemsizce gülümsedim.

‘’Nihayet!’’ dedi Huysuz, söylenerek. ‘’Alt tarafı bir ot getireceksin, nerede kaldın!’’ Ezrial yanıma geldiğinde dirseği, benim koluma hafiften dokundu; bakışlarım onun yüzüne çıktığında nefes nefese kalmış bir Ezrial gördüm. Bu havada bile bunaldığını belli eden alnında birikmiş terlerle yüzüm istemsizce buruştu.

Dudaklarının arasından fütursuzca nefesler alıp veriyor, göğsü kabarıp iniyordu. ‘’Geldik işte.’’ dedi kaşlarını çatıp. Huysuz ise ona dik dik bakarak, bastonunu hafifçe kaldırdı. ‘’Geldim, ustacığım.’’ dedi hemen Ezrial. ‘’Sıra vardı dükkanda.’’

Mehir bıyık altı gülümseyerek fincanını dudaklarına götürürken, Ezrial ona doğru ters ters bakıp ağzını sessizce oynattı. Sessizce homurdanıp duruyordu. ‘’Aa,’’ dedi Mehir, ayıplar gibi gözlerini belerterek. Kaşlarını yukarı kaldırdığında alnında tek bir kırışıklık bile olmadı. ‘’Ustası, Ezrial’ı görmediğinden neler yaptığını bilmiyorsun sen…’’

Ezrial kaşlarını çatıp susmasını işaret ederken, Huysuz’un kadim sesi doldu. ‘’Ne yapıyormuş?’’

Ezrial nerdeyse yalvaracak kıvama geldiğinden Mehir’in çenesi zaferle dikleşti, alay kokan tebessümü gözlerini ateş gibi parlattı. ‘’Hiç, sana yapmıyormuş. Ben yanlış görmüşüm.’’

İblis sırıtıp ortamı keyifle izlerken, ben alt dudağımı dişleyip gülümsememi bastırdım. Ezrial ondan ayırdığı bayık bakışlarını çevirerek söver gibi dudaklarını oynatıp bana doğru baktı; ardından gergin tavrı son bulmuş gibi hemen gülümsedi. ‘’Hoş geldin, Evin’im.’’ dedi nazikçe. Elindeki poşeti kaldırdığında poşet parmakları arasında hışırdadı. ‘’Ben şu poşeti mutfağa götüreyim. Bir şey ister misin?’’

İblis ters ters ona baktı. ‘’Evin’im?’’ dedi homurdanarak, tatlı tatlı. Bense tatlı, küçük bir kızla konuşuyormuş gibi sesini yumuşatan Ezrial’e gülümseyerek bakıyordum. ‘’Hayır,’’ dedim anlayışlı bir sesle. ‘’Yardım edeyim mi?’’

Büyük ve abartılı bir oyunculukla kaşlarını kaldırarak, ‘’Hayır, tabii ki. Olur mu?’’ dedi ayıplar gibi. ‘’Hemen geliyorum.’’ deyip yanımdan ayrılacaktı fakat ‘’Fingirdeşmeniz bittiyse,’’ dedi Akdes aksi bir sesle. ‘’Evin’e de kahve yap. Nilüfer’in hatrına.’’

Mehir burnundan domuza benzer bir ses çıkartıp dudaklarını birbirine bastırırken; benim yanaklarım ısınsa da ben de gülümseyerek Ezrial’ın aniden bozulan suratına baktım. Huysuz’a bakıyordu. ‘’Evin’in dediği kadar varsın, usta ya! Huysuz seni!’’ dediğinde dedenin bastonu yine gündeme çıktı. Ezrial yine sakinleşti. ‘’Dur bir soluklanaydım, ustam!’’

‘’Ne yaptın sanki?’’ dedi Huysuz, aksi şekilde. ‘’Gittin geldin, senin yaşındayken ben…’’ dedi ve ağzından yuhalar gibi bir ses çıkartıp elini rastgele salladı. ‘’Bir koşunca kıçım bile zor görünürdü.’’

Ezrial tek kaşını kaldırdı, ‘’İnsanlara iyilik yapmışsın işte.’’ dedi iğneleyici bir tonla.

İblis burnundan garip bir ses çıkartıp sessizliğe gömülürken ben de dudaklarımı birbirine bastırıp Ezrial’ın dirseğine hafifçe dokundum. Tek omzunu çocukça silkip gözlerini devirdi. Huysuz ne söylediğini anlayınca kaşlarını çattı. ‘’Hadsiz.’’ dedi ağzının içinde homurdanarak. ‘’Git kahve yap! Yoksa bakarsın bastonumun tadına!’’

Ezrial çökmüş gözlerini bana doğru çevirip kısa süre baktı; sonra yüzünü eğip bükerken diğer yandan başını iki yana sallamaya başladı. Ustasının taklidini çok abartılı şekilde yaparken dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemeye çalıştım; yakışıklı suratı felç geçiriyor gibi görünüyordu.

Mehir tek kaşını kaldırarak çocuğa tepeden bakarken, Ezrial’ın gözleri de bir anlığına ona kaydı. Sonra hiç yaşına yakışmayan bir tavırla kıza bakmaya devam ederken dilini çıkartıp hızlıca içeri soktu.

Mehir’in gözleri şaşkınlıkla aralansa da Ezrial, ona aldırmadan ağzının kenarını yukarı doğru kıvırıp sessizce homurdana homurdana mutfağa doğru yol aldı. Uzun uzun onun ardından baktıktan sonra İblis’le bakıştık; bakışır bakışmaz da kıkır kıkır güldük. İçimden gülsem de dışımdan hiçbir renk vermiyordum.

‘’Bana baksana sen,’’ dedi yaşlı adam, şüpheli bir ses tonuyla. Bakışlarım ona doğru döndüğünde yüzünde bu zamana kadar görmediğim ifadeden vardı; kuşku. Bana dik dik baktığından yerimde huzursuzca kıpırdandım. ‘’Işığını bulduğunda hiç garip şeyler yaşadın mı?’’

Ah ihtiyar… Kuzgunlardan mı, yoksa garip garip rüyalardan mı bahsedeyim? ‘’Ne gibi?’’ dedim düşündüklerimin aksine, tereddütle.

‘’Yan etki. Ne bileyim?’’ dedi, ‘’Olasılıklar genelde değişir.’’

‘’Kuzgunlar!’’ dedi Mehir aniden atlayarak. Ona yandan, uyarı dolu bir bakış atsam da bana oralı olmadan devam etti. ‘’Kuşlar eve saldırmıştı. Sonra onun peşini bir süre bırakmadılar.’’ dediğinde İblis, ‘’Şeytanlar aşkına,’’ dedi homurdanarak. Ona onaylamayan bakışlarından birini atıyordu. ‘’Bu kıza kimse her doğru her yerde söylenilmez uyarısı yapmadı mı?’’

Huysuz’un boğazından derin bir mırıltı çıktı, ‘’Kuzgunlar demek…’’ dedi, mırıldanarak ihtiyar adam.

‘’Ne oldu ki usta?’’ dedi, ‘’Ölüm alameti değil mi, kuzgun?’’ Endişeli sesi ortama dolarken, ona ters ters baktım. ‘’Ne ölümü ya? Daha gencim ben.’’ dedim söylenerek. ‘’Senden uzun yaşayacağım.’’ diye devam ettiğimde yarım ağız sırıttı. ‘’Ne bileyim Evin, böyle söylerler.’’

Huysuz’un sesiyle tekrar ona doğru döndüm, bastonunu önüne alarak dik tutarken bastonunun başına iki elini birden koymuştu. Kara kara düşündüğünden kaşlarını çattı, ‘’Kuzgunlar hiçbir şeyi temsil etmezler. Ne kötüyü, ne ölümü. Sadece haber verirler; insanlar onlara çok anlam yükler genelde.’’

İblis hak veriyor gibi dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıtıp başını salladı. Bal hareleri üstümde toplanmışken ruhum onun bakışları altında eziliyor gibi bedenimin içinde kıvranıp durdu. ‘’Söz konusu Evin olduğunda, bu konuda emin olamayız ama değil mi?’’ dedi Mehir, bilmiş bir şekilde tek kaşını kaldırarak. Başını Huysuz’a çevirdiğinde beyaz saçları yanağının yanında sallandı; ardından ela gözlerinin ucuyla bana doğru baktı.

‘’Neden emin olamayacakmışsın?’’ dedi, İblis zihnimde. Kızın saçmaladığını düşünüyor olmalıydı ki ona tuhaf bir bakış atıyordu. ‘’Hayır, neyden?’’ dedi kendi kendini düzeltip.

‘’Kuzgunlar artık görünmüyor pek fazla.’’ dedim olağan bir şeyden bahsediyormuşum gibi. ‘’Bence yan etkiden ibaretler.’’

‘’Hayır.’’ dedi Huysuz, ‘’Bu kadar tesadüf bir arada toplanamaz. Senin gelişinde bir amaç var, Evin.’’

Ezrial yanımda hareketlendi ve arkama doğru geçti, ayak seslerinin uzaklaştığını ve çok geçmeden kapının kilitlenme sesini duydum. Hava kararmış olmalıydı ki dükkanın içi bile karaltıya gebeydi. ‘’Ne amacından bahsediyorsun?’’ dedim bilmezden gelerek. ‘’Ben sıradan biriyim.’’

Burnundan bir nefes bırakarak güldü, alay eder gibi güldüğünden tek kaşımı kaldırıp indirdim. Mehir bile bana inanmadığını gösteren baygın bakışlarla bakıyordu. ‘’Kimse buraya sebepsiz yere düşmez,’’ dedi ihtiyar, yaşının getirdiği olgunlukla. ‘’Buna sende dahilsin. Ayrıca sıradan biri, bu şekilde parlamaz.’’

‘’Nasıl parlıyorum ki?’’ dedim ama sorum gereksizmiş gibi onu havada bıraktı.

‘’Onun yerine, bunu sana göstermemi ister misin?’’ dedi Huysuz, çenesini dikleştirerek. Yutkunduğunda buruşmuş boynunda hareket oldu. Bal sarısı gözleri hiç olmadığı kadar canlıydı. ‘’Ne demek bu?’’ dedim ama Mehir gözlerini açarak ona tip tip bakmaya başlamıştı bile. Hatta yanıma gelen Ezrial bile şaşkınca, ‘’Usta…’’ dedi.

Bastonunun üstündeki elinin işaret parmağını kaldırdı, ‘’Hiç benim gözümden dünyayı gördün mü, Evin?’’

İblis sırtını dikleştirdi ve gergince yutkunarak, ‘’Deli mi lan bu?’’ Kaşlarını çattı, ‘’Seni kör mü edecek?’’

‘’Hayır, görmemeyi de tercih ederim.’’ dediğimde Ezrial’ın yanımda gülmemek için direndiğini gördüm ama çok geçmeden olayın ciddi olduğunu düşünüp ifadesizliğine, oradan da şaşkınlığına büründü. Mor irislerini açarak ustasına şaşkınca bakarken, kafasını da hafifçe öne doğru çıkarmıştı. ‘’Usta, delirdin mi?’’

‘’Delirmedim.’’ dedi net sesle. Çenesini kaldırdı, ‘’Hiç Nilüfer’in seni buraya gönderme amacını düşündün mü?’’

‘’Düşündüm…’’ dedim fısıldayarak. ‘’Pek de bir şey bulamadım. Ölüme mi yolladı?’’

Kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi, ‘’Ben öyle demezdim.’’ dedi titrek sesiyle. ‘’Aydınlık olmadan karanlık olmaz; karanlık olmadan da aydınlığın tadını çıkartamazsın. Doğanın kuralı basittir.’’ Bastonunu kaldırıp bir kez yere vurdu. ‘’Ne dersin Evin? Zihnine girelim mi?’’

‘’Zihne mi girmek?’’ dedi İblis ayağa hışımla kalkarken. Panikle elini kolunu salladı. ‘’Kesinlikle olmaz!’’

‘’Ee,’’ dedim düşünme payıyla. ‘’Pek sanmıyorum…’’

Güldü ama gülüşünden ilk defa bu kadar huzursuz oldum; kaldı ki onunla gülemedim bile. ‘’Şaka yapıyorum. Şimdilik zihnin kalsın.’’ Azar azar ciddileşirken Asir’den bile nasıl daha korkunç olduğunu düşünüyordum. ‘’Ama sana güç vaat ediyorum, Evin. Sana gücünün başlangıcını öğretmeyi vaat ediyorum. Düşün.’’

‘’Sen ne biliyorsun ki hakkımda?’’ Ters çıkan sesime aldırmadı.

‘’Nilüfer’in yaşadığı zamanda yaşadım; Asir’le bile karşılaşıp onun hayatını kurtardım. Sen bunların yanında, okyanusta bir damla gibisin.’’ dedi kendinden emin bir sesle. ‘’Yan etkiler, kuzgunlardan ibaret olmayacak. Kuzgunlar, onlara alışana kadar seni didikleyecekler. Düşün, Evin. Sana güç vaat ediyorum ama sıradan bir güç değil.’’ dedi dik dik bana bakarken. ‘’Özünü.’’

Bunlar çok tehlikeli sözlerdi. Her zaman tehlikede olmuştum ve her zaman belayı çağırmıştım ama bunlar, benim ruhumu baştan aşağı titreten ve bedenimden kaçmak için zorlayan cümleler gibi gelmişti. Kulağıma çalınan bu sözler gerilmeme neden oldu.

Bazen kabuğumdan kurtulmak için o kadar uğraşırdım ki o kabuk ruhumu çatlatırcasına giderek beni sıkıştırırdı. Ruhum o kabuğun içinde sıkıştıkça nefes alamaz hale gelirdi, sonunda da onu mengeneden daha sert ve sıkı saran kabuğa karşı oynardı. O anlarda nefessiz kalır ve asla hareket etmezdim; kimseyle görüşmez, o derin ve yalnızlığın sinmiş olduğu çukurda hayatta kalmaya çalışırdım.

Sonra, zamanla kabuk ölü taklidime inanıp beni serbest bırakırdı. Dışarı çıktığımda, etrafımı ince buz tabakalarının sardığını görürdüm. Sanki binlerce aynanın tam ortasına düşmüş gibi olurdum; tüm yansımalarım bana bakıp benimle alay ederlerdi. Başarısızlıklarım, düşündüğüm kötülükler ve içimde baş gösteren o vahşi duygu; beni bana gösteren o ince buzun ta kendisiydi.

Kendi mahkememde kötülüğün ve iyiliğin dengesini sağlayamadığımda ve korkular başarısızlıklarla beraber gelerek hayatımın önemli bir parçası haline geldiğinde, birinin elimden tutup beni o kafesten kurtarmasını beklerdim; çünkü vicdanımın birer yansıması olan o ince buz giderek beni üşütürdü.

O buz tabakasından oluşmuş aynalı odada bir süre sonra algım kapandığında, aslında bir nevi o algının başka bir bedenle karşımda durduğunu anlardım. Beni o kafesten çıkartacak tek kişi yine bendim. Sorun, buzu kırıp öteki tarafa geçmekteydi.

Zihnimde defalarca yankılanan ve beni neredeyse öldürecek olan buzun katili, hem güven veren hem de güvensizlik aşılayan bu sözlerdi. Tuzla buz olan cam parçaları ayaklarımın dibine düştü ve karşımda duran karanlığın içine hiç düşünmeden atladım.

‘’Pekala, ihtiyar. Görelim.’’ dedim, meydan okuyarak. Ben dahil, herkes bu kararıma şaşırdı; hatta İblis dehşete bile düştü ki ağzını açıp tek bir kelam bile söyleyemedi. ‘’Bana özümün nasıl olduğunu göster.’’

Bal sarısı gözlerin, şeytani bir tebessümle kısıldığını gördüm.

Nihayetinde, hiçbir şey istediğim gibi gitmeyecekti.

 

Merhaba tekrar,

Bölümü nasıl buldunuz? Umarım beklentilerinizi karşılıyorumdur. Bilmiyorum, bazen kalemim bana bile iyi gelmiyor.

Lütfen yorumlarınızı ve oylarınızı bırakmayı unutmayın. Bunlar benim ilham kaynağım.

Teşekkür ederim!

Sizleri seviyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%