Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. BÖLÜM: ANILARIN ARASINDA, KUZGUNLAR KRALİÇESİ

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Nasılsın görüşmeyeli? Bölüm için konuşmak gerekirse… bilmiyorum hiçbir şey. Yorumlarını her zaman, saygı çerçevesinde belirtebilirsin, biliyorsun. Bu geri dönüşlerinden zevk alıyorum.

Bölüme başlamadan önce oylamayı unutma; paragraf arası yorum bırakırsan güzelce sohbet ederiz!

Keyifli okumalar.

Bölüm şarkısı: Ghostly Kisses – Alone together

The Rose- Definition of ugly

17. BÖLÜM: ANILARIN ARASINDA, KUZGUNLAR KRALİÇESİ

 

Huzur.

Yüzümde, ağızda yumuşakça eriyen pamuk şekeri gibi oluşan gülümseyişin tarifi buydu. Nilüfer’in eli saçlarımda narince gezinip dolanırken, bu hissi yaşamadığım zamanlar nasıl hayatta kaldığımı düşünüp şaşırıyordum. Parmakları saçlarımda gezinirken sanki düşüncelerimi dağıtıyor ve onlara bir daha ulaşamamamı sağlıyordu.

Yumuşak bacağına kafamı yaslamış, ayaklarımı da koltukta uzatmıştım. Hem tavanı, hem de onun aşağıdan baktığım için yarım yamalak görünen suratını seyrediyordum. Yan tarafımdan gelen televizyonun gürültüsü canımı sıksa da bu andan kurtulmak istemediğim için sesimi çıkarmadan, kemikli parmaklarının dokunuşunu hissetmeye çalışıyordum.

Nilüfer, yüzünü bana doğru indirdiğinde rengarenk gözlerimiz birbiriyle buluştu ve bana dünyanın en güzel tebessümünü bahşederek baktı. ‘’Çok mu yordular seni?’’ dedi yumuşak sesiyle, gülümserken. Neyden bahsettiğini anlamasam da, ‘’Evet.’’ dedim sızlanarak. ‘’Keşke seninle kalsaydım; emin ol, bu saçma sapan programlar bile daha eğlencelidir. Dışarıda olmak zulüm gibi geliyor.’’

Dudaklarını birbirine bastırsa da dayanamayarak kafasını geriye attı ve yumuşak bir kahkaha patlattı. Güldüğü için saçımda dolaşan parmaklarının hareketi de bir anlığına kesildi. Başını tekrar bana eğerken, ‘’Delisin.’’ dedi, ‘’Bana birini hatırlatıyorsun.’’

Yüzündeki neşeyi sanki olağandışı bir şeymiş gibi incelerken tek kaşımı kaldırdım, ‘’Kim?’’

‘’Biri işte.’’ dedi iç çekerek, geçiştirirken. ‘’Aç değil misin? En sevdiğin yemeği yapayım mı?’’

Sıradan bir gündü.

Salonun büyük penceresinden sızan güneş üstümüze sımsıcak örtüldüğünde, Nilüfer’in renkli taşlara benzeyen değerli gözleri parladı. ‘’Saçların çok güzel.’’ dedi bir anlığına gözleri ölü gibi, koltuğun kenarından aşağı sarkan uzun dalgalı saçlarıma takılarak.

Ben de onun pamuksu, hafifçe aralara renk kattığı saçlarına bakarak iç geçirdim. ‘’Seninkiler daha güzel.’’

Güldü, hatta bir çocuk gibi kıkırdadı. Gözleri kısıldığında aydınlık suratı daha da parlıyordu sanki. ‘’Hadi oradan, serseri.’’ dedi tatlı tatlı, ‘’Benimle dalga geçme de kalk, gideyim bir şeyler hazırlayayım.’’

Kaşlarımı çattım ve çocuklar gibi dudak büktüm, ‘’Dalga geçmiyordum.’’ diye fısıldarken belimi doğrultup sırtımı koltuğa yasladım ve ona son kez, ters ters baktığımda gözlerini üstüme dikerek sırıttı ve tekrar kıkırdadı. ‘’Deli.’’ dedi söylenerek ve ayağa kalkıp mutfağa doğru ilerlerken, onun artık yaşlılıktan zayıflamış bedenini o mutfağa girip gözümün önünden kaybolana dek izledim.

Sonra bakışlarım televizyona döndü.

Televizyon açık değildi.

Gözlerim kısılı, kendi yansımama bakarken bakışlarım mutfak kapısına doğru döndü. Televizyonun sesini duyduğumdan emindim. Öyle değilse, Nilüfer neyi izliyordu? Huzurun ardında sinsice uzanan huzursuzluğun kafasını görecekken, birden Nilüfer’in sesini mutfaktan duyduğumda, ne hissettiysem geriye çekildi. ‘’Tari’a, gel de bana yardım et! Orada oturacak mısın gerçekten?’’

Aklım biraz karışmış halde oturduğum yerden kalkarak mutfağa doğru ilerlerken, zihnimden akan cılız bir ses koridorlarımı cızırdattı. ‘’Toprak.’’ Adımlarım durdu ve etrafıma boş boş baktım; sanki kulaklarıma bir anlığına çarpan, beni elektrik akımına maruz bırakmış gibi irkilmeme neden olan o tanıdık ses beynimden gelmişti.

Beynimin bir oyunu.

Adımlarımı tekrar oynatıp mutfağa girdim ve Nilüfer’in tezgahta et doğrayan halini seyrettim. İçimden yardım etmek gelmediğinden, köşede duran yemek masasının sandalyesine oturdum ve sırtımı soğuk duvara yasladım. Zaten Nilüfer de beni fark etmemiş gibi hareketlerine devam etti, sanki beni hiç çağırmamış gibi görünüyordu.

Pamuksu kısa saçları, mutfak kapısından esen meltemle dağılırken bacak bacak üstüne atıp onu seyretmeye devam ettim. Gözlerim küt saçlarına, sonra giydiği kısa kollu, grimsi tişörte ardından kot pantolonuna kayarken böyle görünen bir anneanneye sahip olmanın şansını düşündüm.

Anneannem olduğu yaştan çok genç görünen biriydi.

Güzeldi ve tatlıydı.

‘’Toprak.’’

Beynime çarpan cızırtılı sesle kaşlarım çatıldı ve etrafıma tekrar bakındım. Biri mi sesleniyordu? Huzursuzluk mutfak kapısından sızarak ortamı gözleriyle tararken, bulunduğum ortama tamamen girmedi. Sanki kapı eşiğinde, sert bakışlarını bize dikmiş kendi atağını bekliyordu. ‘’Baharatlar neredeydi?’’ diyen Nilüfer’le odağım ona kaydı.

Kendi kendine mırıldanarak rafların kapaklarını gürültüyle açıp kaparken, ‘’Buzdolabının yanındaki alt kapakta.’’ dediğimde hiç tepki göstermeden o tarafa yöneldi ve kapağı aralayıp istediği baharatı aldıktan sonra işine geri döndü.

Kapak açık kalmıştı. Gözlerim bir süre açık duran kapağa takılı kaldı. ‘’Toprak!’’ dedi bir ses daha, uzaklardan. Ellerimi kafama götürüp avuçlarımla iki şakağıma bastırdım ve kalın sesin koridorlarımı nasıl titrettiğine hayret ettim. Burnumdan akan siyaha benzeyen kırmızı sıvı, gri eşofmanıma damlayarak mürekkep lekesi gibi yayıldı.

Elimi kaldırıp burnuma götürdüm ve sertçe sildim. Başıma giren ağrıyla gözlerim usulca kapandı. O sırada birinin beni izlediğini hissedip tedirgin oldum ve gözlerimi hızlıca araladım. Sanki beynimde biri, gözlerini dikmiş bana bakıyorken gözlerimi araladığımda kimse yoktu ve benimle kimse ilgilenmiyordu.

‘’Yardım edecektin güya…’’ dedi arkası dönük Nilüfer, söylenerek.

Onun büyülü sesini duyar duymaz hissettiğim akıl karışıklığı ve olumsuz duygular, bir toz bulutu misali dağılırken; diğer yandan huzursuzluğun hala kapının eşiğinde durarak beni izlediğini biliyordum. Ayağa kalktım ve usulca adımlayarak tezgaha doğru yaklaştım. Önce, baharatları aldığı dolabın kapağını kapatmak için eğildiğimde Nilüfer’in hareketlerinin durduğunu, beynimden bir sesin ‘’Kaç lanet olası!’’ dediğini işittim.

Beynime yollanan sinyal, kırmızı renkte duvarlarımda parlayıp dururken hiç çaktırmamaya özen göstererek göz ucumla yanımda duran kadına baktım. Bir an algılayamadan tekrar önüme döndüğümde, kapağı kapatmamla beraber algım bir denizin yüzündeki parıltılar gibi berraklaştı. Sıcak bir yanma hissinin ardında gelen korkuyla elim titredi.

Nilüfer.

Onun suratı yoktu.

Görünen sadece koskocaman bir et parçasından ibaretti ve sadece uzuvlarının olduğu çıkıntılar belli oluyordu. Ne gözleri, ne burnu ne de ağzı vardı. Koca bir ten renginden ibaret bir surat.

Öylece eğilip dikili kaldım.

‘’Koş, anasını satayım!’’ dedi tekrar gürleyen ses ve Nilüfer’in bana usulca dönüyor olmasını göz ucumla takip ederek, aniden geriye doğru çekildim ve gümbürdeyerek atan kalbimle beraber mutfaktan dışarı çıktım. Ani hareket ettiğimden hızlı düşünemedim, mutfak kapısından çıkmış olsaydım daha hızlı dışarıda olurdum ama buna odaklanmak yerine peşimden seslenen Nilüfer’in cızırdayarak, parazitlenen o sesine aldırmadan dış kapıya davranıp apar topar dışarı çıktım.

Çırılçıplak ayaklarımla toprağı eze eze koşarken, dehşet beni Nilüfer’in bedeni şeklinde arkadan takip ediyordu. Omzumun üstünden geriye baktığımda, koştuğumdan dolayı suratımda dağılan rüzgar saçlarımı yüzüme yapıştırdı; peşimde olan Nilüfer değil, dumanları yeri süpüren ve bir ağacın köklerini andıran o gölgeydi.

O gölgeyi biliyordum. O gölgeyi tanıyordum. Zihnimde bir patlama meydana geldi ve her şey, bulanık pencerenin ardındaki gerçeklik gibi önüme serildi.

İblis.

İblis’in kömür karası hareleriyle bakıştım, ‘’Koş!’’ dedi ilk defa onu net gördüğüme şaşırırken. O şaşırdı, bense ne hissettiğimi bir an ne algıladım ne de düşündüm. ‘’Ne oluyor!’’ dedim içimden çığırarak, koşmaya devam ederken. İçimde bağırdığımdan dolayı boğazımdan hıçkırığa benzer bir ses çıktı.

Suratım alev alev yanıyordu ve ciğerlerime batan hava nefesimi kontrol edemeyip hızlı koşmamdan kaynaklanıyordu. Damarlarımda akan adrenalin saftı ve korkunç düzeydeydi; kalbimse hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu öyle ki neredeyse öleceğimi düşünüyordum.

İçimden gürleyip duran ağlama isteğini bastırmaya çalışarak, olabildiğince çok hızlanmaya başladım ama bir an gökyüzünü karabulutlar sarmaya başladı. Kahverengi toprağın üstüyle beraber, sanki bedenimin de üstüne kocaman bir gölge oturmuş gibi düşen karabulutların ağırlığını hissedip koşmaya devam ederken çok geçmeden, göğü yırtarak kulaklarıma ulaşan kanat seslerini duydum.

Başımı kaldırmama fırsat tanımadan, her bir ağızdan gaklayarak sanki çığlıklar atan o keskin seslerin arasında nihayet boğazımdan dökülen çığlık ormanın derinlerinde kayboldu. Kuzgun sürüsü, berrak gökyüzünü kara lekelerle kaplamış ve üstümüzde çırpınıp duruyor; sanki bize bir haber vermek istiyor gibi yırtınıyorlardı.

Bir kuzgun aşağı indi ve kazağımın kolunu çekiştirdi, çığlık atıp geri çekildim. Gagasının ucunu kazağımın altındaki derimde hissetmem irkilmeme neden oldu. Diğer kuzgun beklemeden saçıma konduğunda pençelerinin saç diplerime gömülüşünü de hissetmemle çığlık atıp elimle onu kovuşturdum ve daha hızlı koşmaya başladım.

Daralan nefesim, korkuyu ruhuma batırıp dururken bana hücum eden sürüye karşı sağlıklı düşünemiyordum. İleri koşuyor ve artık arkamdaki gölgeden değil, onların bana saldırışından kurtulmaya çalışıyordum. Onlardan kurtulmama izin vermiyorlar, gagalarıyla beni sertçe çekiştiriyorlardı. Artık çekiştirmeler can yakışlarına dönmeye başladı. Derime batan gagalar, pençe izleri ve kanatların kulaklarımda bıraktığı gürültüyle ağlayarak koşmaya devam ettim.

Şaşkınlıktan dilini yutmuş olan İblis, sonunda ‘’Hissettin mi, hissettin mi!’’ dedi bağırarak, endişeyle. Gözlerini kocaman aralayarak hem geriyi takip ediyor, hem de kuzgunlara bakıyordu. Yerinde oturamıyor, sağı solu kolaçan edip tedirginlikle bir şeyler düşünüyordu. Bir şeyler söyledi ama kafamı iki yana sallayarak onu duyamadığımı belirttim. Kuzgunların çığlıklarına karışan ağlamaklı çığlıklarımla koşmaya devam ederken İblis’i duymak zorlaşıyordu.

Ormanda bir eşik noktası varmış gibi bir iki adım attıktan sonra her şey kesildi.

Ne kuzgunlar, ne de arkamda duran gölge beni takip etti.

Gümbürdeyen kalbimle ve koşmaktan mideme giren krampla beraber iki büklüm olarak nefesimi kontrol altına tutmaya çalışırken ellerimi dizlerime koydum. İblis baştan aşağı titriyor ve sakin olmak istercesine derin nefesler alıp veriyordu. O da kontrolünü kaybetmeye yakındı.

‘’Sana ulaşmak için kafanı kopartacaktım neredeyse.’’ dedi saçma bir cümle kurarak. Ki İblis asla saçma bir cümle kurmazdı; kuruyorsa da, ya bulunduğu durum onun için gerçekten şaşırtıcıydı ya da ölüm döşeğindeydi. ‘’Neler oluyor? Ben hatırlamıyorum.’’ dedim ağlamaklı bir sesle, etrafı kolaçan ederken. Her an her yerden bir şey çıkabilirmiş hissi vardı.

Birisi beni gözetliyordu ve ben bunu tam sırtımın üstünde hissediyordum.

‘’Hatırlamaman doğal,’’ dedi İblis. ‘’Bir yere geç, ulu orta yerde durma. Mümkünse, kapalı ve dar bir yer olsun.’’ Kadehinden bir yudum alırken mırıldandı, ‘’Tabut gibi.’’ Onun aksi sesine aldırmadan etrafımı kolaçan ederken onun dediğine benzer bir yer bulmaya çalışıyordum, titreyen bacaklarıma emir vererek yürümeye başladığımda bir yandan çevremi tedirgin bakışlarla izliyor, diğer yandan nereye gittiğimi takip ediyordum.

Ben ilerlerken bilgi veriyordu. ‘’Akdes seni bir kart kullanarak buraya hapsetti.’’ dediğinde bal sarısı hareler gözümün önüne geldi; dudakları hayalimde can bularak hareket etmeye başlarken ne söylediğini duyamadım. Aklım karışmış bir halde duraksayarak İblis’e bakarken, bana ters ters bakarak devam etti. ‘’Teamur. Üstünde hiçbir şey yoktu; o yüzden çıkarım yapamadım, fakat zaten çok geçmeden anlattı.’’

Biraz duraksadı ve boş bakışlarını odanın bir köşesinden ayırıp bana kilitledi, ‘’Birebir söylüyorum: ‘’Bu kartı üstünde kullanacağız. İşte o zaman doğrularla yalanlar bir arada olabilir. İllüzyon sandıkların, gerçekleşebilir ya da gerçek sandıkların illüzyondan ibaret olabilir. Teamur’da kaybolabilirsin, kaybolmayabilirsin de. Kaybolursan bir daha kurtulamayabilirsin fakat diğer yandan, çıkış her zaman vardır. En çıkmaz görünen yerde bile.’’’’

Buraya hapsedilmeden önce yaşadığım anılar parça parça zihnime üşüşürken, ‘’Belirsizlikte miyiz?’’ dedim neredeyse boğazıma dizilen çığlığa benzer bir sesle.

O kadar incelmişti ki sesim İblis suratını böcek yemiş gibi buruşturdu. ‘’Aynen öyle! Belirsizliğin içindeyiz, zifiride.’’ dedi, ‘’Sana ulaşmak bile ne kadar zordu, Toprak! Bir hayalin içindeydin ve çıkmayı bile düşünmedin! Neredeyse yem oluyorduk.’’ Hırsla söylediği cümlelerin asıl hedefi ben değildim, Akdes’ti. Bizi bu işe karıştırdığım için bana da kızıyor olabilirdi tabii ama büyük olasılıkla, benden daha çok Akdes’e kızıyordu.

Derinlerde, hala yaşamakta olan bir anı canlanarak gözlerimin önünde dans ettiğinde Akdes’in yaşlılıktan titreyen olgun sesi zihnime ulaştı; ‘’Sen oraya ait değilsin ve yalnızca, kendini sen kurtarabilirsin.’’

Düşüncelerimi dağıtan ve ruhumu irkilten İblis’in sesiydi. ‘’Ulan Akdes,’’ dedi homurdanarak, ters bakışlarını sağa solda gezdirirken. ‘’Ulan ihtiyar, umarım çıktığımda o yün torbası gelip çoktan seni parçalamış olur çünkü seni görürsem, en büyük laneti üstünde uygulayacağım! Yemin ederim!’’

‘’Bana ne zamandan beri ulaşmaya çalışı-’’

Kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken, ‘’Bilmem…’’ dedi sözümü kesip manidar bir tavırla, ‘’Belki birkaç saat?’’

‘’Çok fazla.’’ Çevremdeki ağaçların devasalığını düşünerek ilerlemeye başlarken, İblis susmak bilmiyordu. ‘’Ne demezsin! Sen bir de bana sor!’’ dedi. ‘’Zihninde bir yerde sıkışıp kalmak ve sana ulaşamamak ne kadar zor biliyor musun? Elimden hiçbir şey gelmemesi, ne kadar aciz olduğumu gözümün önüne sokup duruyor.’’

‘’Kes saçmalamayı.’’ dedim kaşlarımı çatıp, ilerlerken. Nefeslerini kontrol altında tutmaya çalışırken geriye yaslandı ve çevresini kolaçan etmeye başladı. ‘’O kelime sana hiç yakışmıyor.’’

‘’Buradan çıkmanın bir yolu-‘’ Adımlarım durdu.

Yaşlı binanın yorulduğunu gösteren çatlakları, solmuş rengi ve geniş bahçesi gözlerimin önüne serilirken hissettiğim korkunun peşinden dehşet geldi. Buraya girmek zorunda mıydım? Parmaklarımın uçlarına kadar titrerken demir kapıya doğru yaklaştım.

Yetimhanemin soğuk, demir parmaklıklarının tam önünde geçmişimin korkunç yüzüyle yüzleştim. Arkama döndüğümde hala ormanı görüyordum fakat zaten, yetimhanem ormana yakındı. Soğuk duvarların tam arkasında çok güzel bir orman duruyordu, her zaman kaçıp oralarda tek başıma oynar, yeni yerler keşfeder karanlık çökmeden önce de eve dönerdim.

Keskince ‘’Hayır,’’ dedi İblis, başını yana doğru yatırıp. Acı çeken suratına baktığımda bir bana, bir de okulun bahçesine yüzü buruşmuş; ezik bir şey görmüş gibi kaba şekilde bakıyordu. ‘’Hayır Toprak, oraya girmene asla izin vermeyeceğim.’’

Birinin bunu söylemesini bekleyen parmaklarım, demir kapıdan uzaklaştı ve adımlarım geriye doğru çekildi. ‘’Pekala.’’ dedim hemen kabullenerek. Yanaklarımda ne zaman ağladığımı bilmediğimin emaresi olan nemli gözyaşlarımı elimin tersiyle silerek, acıyla yetimhanenin o demir kapısına baktım. ‘’Buradan başka yere gidelim.’’

Kafasını sallayıp yüzümü dikkatlice inceledikten sonra rahatlayarak arkasına yaslandı. ‘’Geri dön.’’ Fısıldadı ama zihnimde oturuşu, o fısıldayışı koridorlarımın duvarlarında yankı yaptı. ‘’Bu siktiğim yer, senin için kuzgunlardan daha korkunç.’’

Sırtımı kapıya doğru dönerek geldiğim tarafa doğru yürümeye başladığımda, bir ses adımlarımı mıh gibi yere sapladı. ‘’Korkuyor!’’ dedi ince bir ses, arkamdan.

Bakışlarımı kaldırıp ormanın derin boşluklarına doğru bir bakış attım. Yutkundum. ‘’Sakın… Arkana dönme.’’ dedi İblis, dişlerinin arasından. ‘’Lütfen…’’ Fısıldayışı o kadar çaresizlik kokuyordu ki, İblis’den bunu beklemediğimden yüzüne şaşkınlıkla baktım. Kafasını hafifçe yana doğru yatırır gibi yaptı, ‘’Lütfen Toprak.’’ dedi gözleri yanmış bir şekilde, acıyla yutkunup.

Bir kahkaha sesi duydum başka birinden, ‘’Ezik!’’ dedi aynı ses, iğrenç bir ses tonuyla. Sonra etin ete çarpma sesi, bir de kısık bir inilti duydum. Kalbim sıkıştı ve nefesim kesildi. ‘’Hayalet görüyormuş.’’ dedi biri korkuyla, ‘’Bıraksak mı?’’

‘’Saçmalama kızım! Ne hayaleti?’’ dedi diğeri, kahkaha atarak. ‘’Şş baksana, sen hayalet mi görüyorsun? Gözlerin de çok değişik ha, belki de görüyorsundur.’’ Sonra cümlesini tamamlar tamamlamaz beni gıcık eden bir sesle kahkaha attı.

‘’Toprak!’’ dedi İblis, tüm sesleri bastırırcasına zihnimde bağırırken. İrkildim ve dolan gözlerimle ona baktım, hala arkama dönecek cesarete sahip değildim ve bu yaşımda bile geçmişin bana hissettirdikleriyle başa çıkamıyordum. Bazısına göre tek bir andan ibaretti fakat benim için, tek bir an değil; her gün yaşadığım bir olaylardan yalnızca biriydi. ‘’İlerle.’’

O his, o lanet anı zihnin bir yerine pusu kurar ve senin onunla mücadele edemeyeceğini bilirdi. Bununla başa çıkmanı komik bulup seninle eğlenirdi ve seni, hayatının her anında hiç beklemediğin yerden vururdu. Biz buna travma diyorduk; bazı insanlarsa kabus diyordu.

Hiçbir şey, hiçbir güç bir travmayı zihinden söküp alamazdı. Belki travmanın önüne geçebilirdik, travmanın önünü kesebilirdik ama yaşadıklarımız, şu anki illüzyon gibi önümüze geldiğinde aslında bir travmanın ne önüne geçtiğimizi ne de önünü kestiğimizin farkına varırdık.

Hala korkmam, ellerimin ve ayaklarımın boşalırcasına titremesi ve soğuk soğuk terlemem bunu kanıtlıyordu. Özgüven eksikliği, yalnızlık ve tüm acılar; yaşadıklarımızla şekillenirdi ve yaşadıklarımızın en büyük parçası, küçüklüğümüzdü. İlerledim ama bir ses daha adımlarımı bıçak gibi kesti. ‘’Anneciğim…’’ dedi acıklı bir ses.

Dudaklarıma dayanan hıçkırığın önünü kesmek için elimle ağzımı kapattım ve İblis’le bakıştık. Başını yere eğmiş, bu anılar ona da acı veriyormuş gibi ağır ağır soluklanıyordu. ‘’Ne annesi?’’ dedi alayla, karşılık veren bir kız. ‘’Burada anne yok. Bilmiyor musun?’’

‘’Bana hayaletleri göster. Arka bahçede.’’ dedi diğer kız, arkadaşının sözünü keserek. Yutkundum. Soluk borumu tıkayan nefesimi usulca dışarı bırakırken gözlerim yavaşça kapanıp aralandı. Dudaklarım, diğer kızdan önce hareket etti; fısıldadım. ‘’Ne var? Sana sadece bu şekilde inanabiliriz.’’

Benden sonra, ‘’Ne var? Sana sadece bu şekilde inanabiliriz.’’ dedi o ses, alayla.

Çenem titredi ve İblis’le göz göze geldik. ‘’Ben hayalet görmüyorum ki…’’ Bana acıyan gözlerle bakmaya başlarken sertçe yutkundu ve bakışlarını odanın bir köşesine çevirdi.

Arkamda, benden sonra tekrar eden o cılız ve kısık ses, ‘’Ben hayalet görmüyorum ki…’’ dedi, ağlamaklı. ‘’Kim söyledi?’’

Bir kez daha yanağına inen bir tokat, ‘’Yalan söyleme!’’ diyerek peşinden gelen bağırtı. Burnumu çektim ve geri geri adım attığımı hissettim. Arkamda dönen olayın her zerresini hatırlıyordum, yaşadıklarımı ve bana hissettirdiklerini. Uzun süre toparlanamamıştım çünkü öyle dayak yemiştim ki, o an ilk kez dövülüyordum, küçük ruhum buna dayanamamıştı.

Şimdi bile biri en ufak şekilde sesini yükseltse, sanki dünyadaki tüm suçları ben işlemişim gibi başımı öne eğer ve sesimi çıkartamazdım. Elimi yanağıma götürüp ıslaklığı sertçe sildiğimde içimde büyüyen kinin hemen ardından öfke belirdi. Nedensizce öfke hissetmeye başladığımda bu sessiz çığlığı duymazdan gelmeye çalıştım.

Çenem titredi, göğsüme dolup taşan nefes kesikçe dudaklarımın arasından kaçtı ve yüzüm acıdan dolayı buruşup tekrar eski düz haline dönüverdi. Davranışlarım, hissettiklerime uymuyordu veya hissettiklerim o kadar yoğundu ki davranışlarımı kısıtlamak zorunda kalıyordum.

Dirayetli olmalıydım çünkü bu bir illüzyondu. Gerçekliğe döndüğümde hiç değilse bu anı bile güzel hatırlamak istiyordum. Gerçekliğe döndüğümde güçsüzlüğümü bir kenara bırakmak istiyordum ve bu an, bunun için biçilmiş kaftandı.

Dayanamadım ve arkama dönüp bahçeye baktım. İblis derin bir nefes verdi. Bahçedeki akranlarımın arasında ezik büzük duruyor, boynumu eğip zeminle bakışıyordum. Küçüklüğüm, ne kadar zavallıydı. Ona acıyordum. Diğerleri de başını eğip gözlerime bakmaya çalışırken diğer yandan benimle alay ediyordu.

Yanaklarımdan düşen gözyaşları elimi, yakamı ve zemini ıslatmıştı. Burnumdan akan sümüğü çekip çekip duruyordum, ‘’Sümüklü.’’ dedi karşımda suratımı görmeye çalıştığından başı eğik kız. ‘’Şuna bak. Altına yapacak neredeyse.’’ dedi fısıldayarak.

Çember oluşturan kızlardan biri ellerini cebine sokmuş sırıtıyor; diğeri sakız çiğniyordu. Küçük bedenim aralarında kalırken titriyordu. Kendimi savunamayacak yaştaydım ve diğerlerinden zayıftım. Onlarsa yaşlarına göre iri yapılı, benden kiloluydu. Dolan gözlerimle şu an yaşadıklarıma değil, küçük bir kızın yaşadıklarına bakıyordum.

Sakız çiğneyen ağzından çıkarttığı sakızı iki parmağı arasında ezdi, tükürüklü olmasına aldırmadan ve sanki duvara yapıştırıyormuş gibi rahatça elindeki sakızı saçıma yedirirken hiçbir şey yapmıyor; sadece zemine donuk bir şekilde bakıyordum. Artık ağlamıyordum.

Birileri saçıma bakıp gülüyordu. Sonra tam arkamda sabrı taşan kız tarafından saçımdan tutulup arka tarafa sürüklenirken, adımlarım demir kapıya doğru yaklaştı. Korkuyla demir kapıyı aralayıp bahçeye daldım. ‘’Bekle!’’ dedim onlara ilerleyerek, ‘’Durun!’’ Beni dinlemiyorlardı. Hayır, duymuyorlardı.

Diğerleri ben direnmeyeyim diye arada sırada kolumdan çekiştiriyor, bacaklarıma tekme atıyordu. Kalbim neredeyse bu anının içinde sıkışacaktı. Onlara doğru hızlanıp birinin kolundan tutmak isteyerek eğildim, amacım kendimi kurtarmaktı. Elim hayaletmişim gibi çocuğun içinden geçti. Boşluğu avuçlayan elime dalgın dalgın bakarken, çocuklar beni sürüklemeye devam etti.

Kafamı kaldırıp çevreme baktım, çünkü o anlarda bakamamıştım. Herkes hiç ben dayak yemiyormuşum ya da var olmamışım gibi oynamaya devam ediyordu. Kimse gözleri farklı renkte, soğuk ve korkunç duran kızla arkadaşlık yapmak istemiyordu. Hatta bırak arkadaşlığı ona selam bile vermek istemiyordu.

Kafamı kaldırıp yetimhanenin camlarına baktığımda şaşkınlık, zihnimi durdurdu. Pencereden bizi izleyen biri vardı. Aysun Abla. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, yüzünde nötr bir ifadeyle çekiştirilmemi seyrediyordu. Niye olaya müdahale etmemişti?

İhanet bana daha küçük yaşlarda verilmişti. Hatta ben kundaktayken verilmişti. İhanetin tadı damaklarıma yayılmadan sahte güveni tatmıştım, o güven bana sıcak parmaklar ve merhametle örtülü merhemlerle aklımı çeldi; büyüyene kadar da devam etti. Şimdi anladım ki, güven bile ihanetin yalancı gölgesiydi.

Damarlarıma yayılan öfke dişlerimi gıcırdatmama neden olurken ondan çektiğim bakışlarımı arka bahçeye doğru diktim ve adımlarımı o tarafa doğru hızlandırdım. Dövülmeye başlamıştım bile.

Hem ağlıyor, hem de başımı iki kolum arasında sıkıştırıp korumaya çalışırken titrek sesle yalvarıyordum. Adımlarım yavaşladı ve hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğim olayı acıyla seyrettim. Kalbim ağrıyordu, sancıyordu ve yapabileceğim bir şey yoktu. Ağlayamıyordum bile. Buradan nasıl çıkacaktım?

Kafamı aşağı eğerek soluklanmaya devam ettim, devam ettikçe de her şey berraklaşmaya başladı. Aydınlanma çok hızlı geldi. Burayı Akdes bilmiyordu. ‘’Her şey başlangıcı işaret ediyordu,’’ dedim dalgın bir sesle. Ani değişen ruh halime kaşlarını çatsa da sessizlik içinde bekledi. ‘’Burayı Akdes bilmiyordu, burayı sadece biz biliyoruz.’’

Çatılan kaşlarının aydınlanma yaşayarak düzleştiğini gördüğümde şaşkınlıkla önündeki çocukluğuma ve beni dövenlere baktıktan sonra yavaşça başını salladı. ‘’Bu demek oluyor ki, seni karta değil zihnine mi hapsetti?’’

‘’Hayır.’’ dedim ama neden bunu dediğimi de bilmiyordum, hemen düzelttim. ‘’Bilmiyorum.’’

İblis sesli düşünmeye başladı. ‘’Belki de gücünün temeli beyninde başladığından seni buraya hapsetmiştir. Duygular gibi; kalp bir şey hissetmez, hisseden beyindir. Ayrıca illüzyon evet, yani o gölge bizi kovalasa ve yakalasa dahi hiçbir şey olmayacaktı. Şu an olduğu gibi. Olaylara müdahale edemiyorsun.’’

‘’Kuzgunlar bana saldırdığında acıyı hissettim.’’ dediğimde kısa süreliğine tekrar sessiz kalıp düşündü. ‘’Belki de illüzyonun gerçek kısmına denk gelmişizdir?’’ dediğinde, ağlamaktan durmaya yakın beynimle ona tip tip baktım. Öylesine teori ürettiğini belirten bir hareketle tek omzunu silkti, ‘’İllüzyonlar gerçek olabilir, demişti.’’

Başımı usulca, sanki bir transtaymışım gibi aşağı yukarı sallarken gözlerim boşluğa daldı. ‘’Ben buraya ait değilim.’’ dedim, ihtiyarın zihnimdeki gökyüzünde dağılan mesajını hatırlayarak. ‘’Burası bana aitmiş gibi görünüyor ama aslında yabancı bir yerdeyim. Zihnimde olması hiçbir şeyi değiştirmez, anılar insanların sahip olduğu ama aynı zamanda asla sahip olamadığı tek şey.’’

Gözlerimin önünde yaşanan olay, bedenlerin birer birer titrekçe kaybolmasıyla bozulmaya başladı. Kaşlarımı dehşetle çatarak geri adım attım ve İblis’in bile konuşmasını engelleyecek bir olayla karşılaştım. Küçük bedenler titreyerek sarsıldı ve onların yerini karanlık siluetler sarmaya başladı. Beni tekmeleyenlerin karanlık başları, bana doğru döndüğünde yerde duran benim bedenim bile hiçbir şey olmamış gibi bir gölge şeklinde ayağa dikildi.

‘’Koş.’’

Hiçbir şey düşünmeden korkuyla geriye doğru dönüp koşmaya başladım. Bahçedeki oynayan çocukların yerinde yeller esiyordu; kafamı arkaya çevirip son kez pencereye baktığımdaysa orada kabuslarımın başlangıcı olan kişiyle karşılaştım.

Tar.

Pencerelerin hepsi arkamda, gürültüyle patlayarak parçalandığında ve yerlere saçıldığında çığlık atarak bahçeden çıktım ve ormana doğru koşmaya devam ettim. Koşarken bir iki yerde tökezledim ama yere düşmeden sarsakça ilerlemeye devam ettim.

Karanlık peşimden sürüklenerek aniden çevremi sardı, yolumu kaybettim ve aklım sanki buradan uzaklaşarak başka bir evrene ışınlandı. İblis’in kapısı, şaşkınlığın kuşattığı ifadesiyle beraber yüzüme kapandı.

Her şey karardı.

Etrafım karanlığın içindeydi ama ben hala zemine basıyordum. Dipsiz bir kuyunun içindeydim ve ulaşabileceğim tek kişi de gitmişti. Bunun kısa süreliğine olduğunu biliyordum, onu kapalı kapının ardında hissediyordum. Biz asla ayrılmazdık. Gözlerim karanlığa alışmak adına irileştiler ama hiçbir şey göremiyordum. Arkamda bir yerlerde bir kıpırdanma hissettiğimde, geride kalan serinlikle tüylerim şaha kalktı.

Ani bir refleksle öne doğru adım attım. ‘’Kuzgusi kuesta. (Kuzgunlar Kraliçesi.)’’ dedi, mekanik ve hırıltılı o ses. Tar.

Alay edercesine çıkarttığı harfler beynime ulaşırken kalbim korkudan titreyip durdu. Parmaklarıma kadar titrerken, olduğum yerde durup sadece gözlerimle çevreyi tarıyordum. Bir insanın gerçek bir şeytan görmesi gibiydi, şu an yaşadığım durumlardan biri.

‘’Jeas. (Nihayet.)’’ dedi tam kulağımın dibinde. Çığlık atıp geri çekildim ve elimi kolumu karanlığın içinde delice savurmaya başladım. Tar büyük bir kahkaha attı, karanlığın içinde yayılan sesi kulaklarımı tırmaladı.

İllüzyon.

Tar burada değildi. Her şey bir oyundan ibaretti.

Korku bu düşüncelerle beraber içimde dağılırken, çenemi kaldırdım ve etrafımdaki karanlığa olabildiğince sert bir bakış attım. ‘’Sen burada olmamalısın.’’

‘’Kra ma tu’s. (Ama buradayım.)’’ dedi alaycı tavrına devam ederken. Elimden gelen bir şey yokmuş gibi. Sırıttığını hissediyordum, onu tam anlamıyla göremesem de varlığını tam dibimde hissediyordum. Beynimdeki o aydınlanmamı sağlayan cam binlerce parçaya bölünürken bana hep aynı şeyi fısıldadı; illüzyon. İllüzyon. İllüzyon.

Ne yazık ki davranışlarım, düşüncelerimle uyuşmuyordu.

Titretmemeye çalıştığım sesim başarısızlıkla sonuçlandı. ‘’Neredesin? Çık.’’

Korkudan neredeyse altıma yapacaktım. Onunla karanlıkta, baş başa kalmak alışık olmadığım bir durumdu. Kabuslarımda karşılaşmamamızdan farklıydı ve ben artık kabus bile çok nadir görmeye başlamıştım. ‘’Ma ties yaksum. (Olmam gereken yerde.)’’ dedi tam dibimde soğuk, kokusuz nefesini hissederken. Hırıltılı nefesi kulağımı tırmalarken kalbimin neredeyse durmak üzere olduğunu sandım.

Aniden önümde, yüzü belirdiğinde çığlık atıp geri çekilecektim ama bileğimi öyle bir tutup kavradı ki hiçbir şekilde hareket edemedim. Uzun, bir ağacın dallarını andıran pençeleri derime batıyordu. Felç geçiriyor gibi ayaklarım yere mıhlandı. Şaşkın, korku dolu gözlerim aralanarak karanlık surete bakarken; dipsiz bir kuyuyu andıran karanlık gözleri sanki benimkileri ele geçirmek istercesine bana odaklıydı.

O an sanki bir sanrı görür gibi oldum. Evimin salonundaki o gölge. Nilüfer’i takip etmişti. Nilüfer, onu evime getirmişti. O gölge, şu an benim bileğimi tutuyordu. O gölge, Tar’ın ta kendisiydi.

Boğazıma tırmanan çığlık dudaklarımdan firar ettiğinde; karşımda duran Tar’ın kahkahasının arasına karıştı. Mekanik, pürüzlü ve hırıltılı kahkahaları kulaklarımı tırmalarken, bileğimi onun prangasından kurtarmaya çalışarak geri çekiliyordum. Birkaç adım geri atıyordum ama beni öyle sımsıkı tutuyordu ki, bedenim tamamen geri çekilemiyordu.

Kokusuz nefesini tam yüzümde bir buhar gibi hissettim, karanlık sureti karadeliği andırırken yüz ifadesini görmek zordu ama nedense, gözlerini göremesem de orada yatan ifadeyi kavrayabiliyordum. Boğazından garip garip sesler çıkartırken, ‘’Kuzgusi Kuesta, once bure ye’n. (Kuzgunlar kraliçesi, uzun zaman oldu.)’’ dedi Tar, karanlığın içinde şeytanice gülümseyerek.

Korkudan çenem titrese de karanlık gözlerinin içine bakarak, çenemi dikleştirdim. ‘’Senden korkmuyorum.’’

Gözlerimin tam içine bakarak, kesik kesik gülerken sanki karşımda bir köpek acı çekiyormuş da onu duyuyormuşum gibi bir ses vardı. ‘’We ti ferra tu’kre. Mau tis shaw trest yekse. (Korkman gereken kişi ben değilim. Ben sana gerçekleri göstereceğim.)’’

‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim gözbebeklerim titrerken, ‘’Hiçbir şey anlamıyorum.’’

Şeytanice sırıttığında ağız boşluğunda bir kıpırdanma görür gibi oldum. Dehşet damarlarımı tıkarken içimde büyüyen patlamalarla başa çıkmak zordu; onun gözlerine ve sırıtan suratına korkuyla bakarken karanlığın içinde fısıldadı. ‘’Kuzgusi kuesta, kras ti aum. (Kuzgunlar Kraliçesi, öyleyse uyu.)

Son duyduğum, zamanın görünmez örtüsüyle örttüğü karanlığın içinde yankılanan o sesti.

Karanlık boşluktan dalgalanarak çarpan ses, ‘’Te’raelyn.’’ diyordu. Önce uzak bir boşluktan geliyor, sonra yankı yaparak beynimin içinde davul misali gürültü yapıyordu. Gözlerimi aralamakta zorlandım, alnımın tam göbeğinde sızım sızım sızlayan bir acı vardı. Kaşlarım istemsizce çatıldı ve o ses, yakından geldi. ‘’Te’raelyn.’’

Kirpiklerimi araladığımda güneşin yüzünün bir kısmını kapatıp, diğer kısmını aydınlıkta bıraktığı adamın kuzguni saçlarına baktım. Ardından bakışlarım, dalgalı ve asi duran kuzguni saçlarından karanlık gözlerine doğru indi. Simsiyah gözler, suratımın tam ortasına dikilmiş hem beklenti hem de hayretle karışık bir duyguyla bakıyordu. ‘’We ti aumi? (Neden uyuyorsun?)’’

Kaba ve kalın ses tanıdık geliyordu ama yüzünü çıkartamamıştım. Tatlı, biraz da yakışıklı suratına yakışmayan bir ses tonuna sahip olan adama kafası karışık şekilde baktım. ‘’Aaron?’’ Dudaklarımdan dökülen isim yabancıydı, fakat hiç görmediğim bu adamın suratını bilmememe rağmen ismini bu kadar kolay dudaklarımın arasından döktüğüme değil; ses tonumdaki o zarif, bir yandan da otoriter çıkan tınıya şaşırmıştım.

Sesim bana bile yabancıydı.

Adam hafif kalın duran kaşlarını yukarı kaldırdığında, alnına düşen asi perçemler kaşlarını sakladı; sorusunu yineledi. ‘’We ti aumi?’’

Elimi kaldırıp alnıma doğru götürdüğümde beynim zonklamış gibi hissetmemle dudaklarımdan acı dolu bir inilti döküldü. ‘’Kaskata asr. Estes ti qua. (Başım ağrıyor. O yüzden sus.)’’ dedim mırıldanarak. İçten içe şaşırdım ama dışarıdan suratım bir duvar kadar düzdü. Bu dili bilmeme ve bu kadar kolay telaffuz etmeme şaşırırken; kontrol edildiğim beden olağan bir şeymiş gibi davranıyordu.

Kontrol ettiğim değil, kontrol edildiğim beden diyordum çünkü aynı bedende iki farklı ruh gibiydim. Dışarıdan bir göz misali çevremdekilere aşinaydım fakat olayların kontrolü benim elimde değil, bedeninin içine gömüldüğüm kadındaydı. Siyah, kadifemsi duran elbisemin eteklerini toplayarak ayağa kalkmaya çalışırken önümde duran elle bakışlarım tekrar siyah gözlere tırmandı.

Elimi kaldırıp onunkini tuttum. Parmaklarıyla elimin kenarlarını sıkı sıkı kavrarken bir ölüye dokunuyor gibiydim; beni kuş tüyüymüşüm gibi ayağa kaldırırken bacaklarıma kuvvet vermeme rağmen yerimde sarsıldım. Elimi saran parmakları bir ipliğin bağı misali yavaşça çözülerek benden ayrıldığında damarlarımın üstüne akın eden soğukluk da beni terk etti. Onu gelişigüzel süzdüm.

Baştan aşağı simsiyah giyinmişti; giydiği asker üniformasına benziyordu ama normal bir orduda olduğunu söyleyemezdim. Siyah pantolon, üstüne attığı yakası açık siyah gömlek ve bir can yeleği gibi taktığı kolları sıfır V yaka, siyah deri yelekle hoş görünüyordu. Sırtında duran gümüş kılıcın kabzası güneşin altında parlayarak kendisini belli etti.

Bedenimi kontrol edemediğim gibi hareketlerimi de içinde sıkıştığım kadın kontrol ediyordu; o yüzden her zamankinden daha sert baktığımı fark etmem zamanımı almadı. Sert, donuk ve ne istediğini bilen biri gibi. Olmak istediğim kişi gibi. ‘’Te’ra. (Toprak.)’’ dedi Aaron. İrkildim ve şaşkınlığın hüküm sürdüğü bir suratla bir adım geri çekildim. Bu bedenin içinde gösterdiğim ruhumdan taşan ilk ve tek hareketimdi.

Şaşkınlıkla karşımdaki adama bakarken, keskin olmayan yumuşak yüz hatlarına sahip, yakışıklı suratı bu telaffuzuyla tanıdık geldi. Kalbim amansız bir dalgalanmayla teklerken ve ellerimle bacaklarım sarsılarak bocalarken kaşları anlamsızlıkla çatılan adamın suratına bakmaya devam ettim.

‘’Ti kuva’s? (İyi misin?)’’

Zihnimin içi boştu.

Çünkü zihnimdeki kişi, karşımdaydı.

‘’Aaron?’’ dedim fısıldayarak ama zihnimin içinde tehlike çanı gibi yankılanan isim İblis’ti. İblis. İblis.

‘’Ze? (Evet?)’’ dedi kafasını yana doğru yatırıp, anlamsız gözleriyle beni incelerken. Neredeyse ağlayacaktım ama sadece kirpiklerim titredi ve başımı dik tutarak, hiçbir şey olmamış gibi tek kaşımı kaldırdım. Tüm sorularım ruhumun içinde kıvranıp durdu ama sorduğum soru çok olağan, hiçbir renk vermeyen bir soruydu. ‘’We ti zabur? (Neden buradasın?)’’

Bir dal. Kırık dökük görünen, toprağa saplanmış ince bir dal. O görünenden daha fazlası, asıl gücünü toprağa saplayan ve bu gücü benden başka kimseye göstermeyen bir daldı.

Sorumla anlamsızlığı dağıldı ve sanki güneş, hafif kavruk tenini yakarak geçip dudaklarında son buldu. Öyle güzel, içten gülümsedi ki kalbim titrerken hiçbir şey olmamış gibi davranmak bana zor geldi. Kavisli çenesini yukarı kaldırarak bana tepeden bakarken, gözlerini kısarak bana öyle güzel gülümsedi ki tebessümü içimi ısıttı ve hayatım boyunca hiç bu şekilde gülümsediğine şahit olmadığım aklıma geldi.

Ağlayacaktım.

Neredeyse.

Belki de içimde bir yerlerde ağlıyordum çünkü zihnimin içinde dönüp duran kasırgayı görüyordum; fakat dışımdan bir kaya gibi serttim. Gözlerimi şüpheyle kısıp ‘’We ti saksaka, Aaron? (Neden sırıtıyorsun, Aaron?)’’ dedim yanından geçerek ilerlerken. Nereye gittiğimi biliyor gibiydim.

Sahte bir şaşkınlıkla kurduğu cümleyi dinlerken, diğer yandan yürüyordum. ‘’Mura? Ma est kuzura ta’s saksaka. (Bilmiyor musun? Ben sinirliyken hep sırıtırım.)’’ dedi peşimden gelen ayak seslerini duyarken. Sinirli hali bu kadar güzelse, onu her zaman sinirlendirebilirdim.

‘’We ti zabur? (Neden buradasın?)’’ dedim tekrar. ‘’Ma veske ti vezur ileste. (Sana verdiğim görevle ilgilenmeliydin.)’’

Yanımdaki yerini alarak ilerledi, ‘’Ma’ar. (Hallettim.)’’ dedi, tekdüze bir şekilde. ‘’Ti ankaz yeksek ku’kar ileste. Ba vezur an’tes. (Sen sevgilinle ilgilen. Bir işi yapamadı.)’’

‘’We? (Neden?)’’

Yan profiline baktığımda yine tebessüm etse de önceki gibi sıcak bir tebessüm değildi, soğuk ve aksi bir şey söyleyeceğini gösteren bir gülümsemeydi. ‘’Kras, ma ente ku’kar vezur ileste. (Çünkü, sevgilinin göreviyle de ben ilgilendim.)’’

Hoş kahkaham ormanda yankılanarak dağılırken, başımı çevirerek onun huysuz tavrına gelişigüzel bakıp tekrar önüme döndüm. ‘’Ti usa? (Gülüyor musun?)’’ dedi, korkunç olmaya özen göstererek ağır ağır başını bana doğru çevirirken. Kuzgunun gözlerini andıran siyah keskin gözleri beni delip geçmek üzereyken hala sırıtıyordum.

Tek kaşımı kaldırdım, ‘’Ze. We ti ileste? (Evet. Neden ilgilendin?)’’ dedim, sırıtışımın arasında.

Gözlerini irice açtı ve beynimde bir sorun olup olmadığına bakar gibi bana baktı. ‘’Kras kessar, sekseki! (Çünkü serseri, beceriksiz!)’’ Alıngan ve huysuz tavrına tekrar kahkaha atarken orman sanki gülüşümün altında canlanarak ağaçlarının yapraklarını hışırdattı.

Başımı iki yana sallayarak kıkır kıkır gülüp ilerlerken, aniden kolumdan tutulup kenara doğru çekildim ve ağacın sert gövdesine dayanan sırtımla neye uğradığımı şaşırdım. Kocaman aralanan gözlerimle Aaron’un suratına bakarken, eliyle ağzımı sertçe kapattı ve işaret parmağını sessizce dudaklarının üstüne susmamı ister gibi hizaladı.

Ben İblis’e dokunuyordum. Ben İblis’ime dokunuyordum. Harfler bir bir zihnime aşılanmaya başlarken mantığım devre dışı bir şekilde karşıma geçmiş beni izlemeye devam ediyordu.

Düşüncelerimden bihaber başını yana doğru hafifçe eğdi ve sert bakışlarını, ağacın kenarından ileriye doğru götürdü. Ortamı öyle uğursuz bir aura sardı ki bakışlarımın hiç olmadığı kadar donuklaştığını ve savaşçı moduna girdiğini hissettim. Elimde bir karıncalanma hissettiğimde bakışlarım, Aaron’un elinin üstünden aşağıda duran elime kaydı.

Elimin kenarlarından siyah bir aura yükseliyor, elimin çevresini sararak avcumda toplanıyordu. Aaron elini sonunda ağzımdan çekti ve fısıldadı. ‘’Opha’s. (Opha’lar.)’’ Başımı ağacın kenarından hafifçe sarkıttım ve geriye doğru baktım. Ağaçların arasından görünen canavarlar, krallığımın zayıflığından geliyordu.

Opha, oldukça zehirli ve zehri birini anında öldürecek bir yapıya sahip canavardı. Salgıladığı bir hava akımı ya da soktuğu yoktu. Sadece kendi alanına girildiğinde, zehirlemek için sizi görmesi yeterliydi. Zehri gözlerinizden beyninizin içine doğru giriyor, sonra sanki beyin kıvrımlarında dolanan bir solucan varmış gibi hissettiriyordu; beyninizde o dolaşımı çok net hissedip deliriyordunuz. Sonunda da kendinizi öldürüyordunuz.

Bazı savaşçılar bu tarz canavarları eğitip silah olarak kullanabiliyordu; özellikle bunu cadılar yapıyordu. Ancak son zamanlarda çok fazla türemiş olması, halkıma ve hiçbir özelliği olmayan insanlara da zarar veriyordu. Baş edemediğim bir sorun varsa, kökünden hallederdim.

İçimde garip bir sıkıntı hissettim; sanki sıkıntım baş ağrımın tatsızlığına tuz biber olmuştu. Huysuz, garip bir sesle can sıkıntımı belli ettim, ‘’Ferrat fas. (Fazla türedi.)’’ dedim mırıldanarak.

Başını sallarken keskin bakışları hala canavarın üstündeydi. ‘’Mau kuesta, (Kraliçe’m,)’’ dedi Aaron, bir savaşçının sesiyle. ‘’Wi ma’s dratres? (Onu öldüreyim mi?)’’

Kafamı iki yana sallamamla kaşlarını çattı, fakat ona aldırmadan elimdeki karanlık aurayı savurur gibi arka tarafa fırlattığımda arkamda garip, boğazdan taşan hırıltılı sesler de kesildi. Opha’nın sadece görüşünü kesmiştim, kendisini biz oradan geçene kadar karanlıkta bulacaktı.

Başımla bir hareket yapıp sessizce gitmemiz gerektiğini söylediğimde, Aaron sadece gözlerini devirdi ve önden ilerlemeye başladı. Arkasından gitmek üzere bir adım atmamla ortam değişti. Ağaçlar topraklardan kalkarak yükseldi ve sanki zamana karışıyor gibi buhar oldular. Her şey yerinden oynarken ve altımdan zemin kayarken ne yapacağımı şaşırıp kaskatı bekledim.

İllüzyon, gerçekliğe döndüğünde Tar’ın yüzüyle karşılaşmam tekrar gözlerimi irice açmama neden oldu.

‘’Ti yut’? (Beğendin mi?)’’

Sesimi çıkartmadım. Gerçeklik çevremden silindiği zaman yine dehşetin ısırgan ellerini ruhumda hissetmiştim. Karanlık etrafımdaydı ve yuvamdı; yuvam gibi hissettiren tek şeydi fakat ilk defa, karanlıktan ölesiye korkup kurtulmak istiyordum. ‘’We ti ba’ar kagum? (Neyi gördüğünü düşünüyorsun?)’’ dedi alayla, çevremde dönerek.

Kollarımı kaldırıp etrafımda savurmaya başladım, yine de hissettiğim koca bir boşluktu. Ormanda değildim. Hiçbir yerde değildim. Sadece karanlıktaydım. İblis veya Aaron yoktu. Kaybolmuştum.

Akdes’in sesi kulaklarıma çalındı, ‘’Teamur’da kaybolabilirsin, kaybolmayabilirsin de. Kaybolursan bir daha kurtulamayabilirsin fakat diğer yandan, çıkış her zaman vardır. En çıkmaz görünen yerde bile.’’ Buradan çıkmam gerekiyordu. İblis yanımda olsaydı ne kolay olurdu…

‘’Mau tes! (Cevap ver!)’’ dedi aniden bağırarak. İrkilerek yerimde hopladım. ‘’Bilmiyorum… Bir sanrı?’’ Korkuyordum ve bu sesime yansıyordu. Korkularımı göstermekten her zaman çekinmiştim, çünkü korku gösterildiğinde karşımdaki kişi genelde merhametli olmuyordu. Üstüme yürüyordu.

Tar bir insan değildi ama o da üstüme yürüyordu.

Etrafımda dolandığını hissediyordum, bedenim bir avdı ve o da yırtıcı bir hayvandı; çember çizerek alanını oluşturuyordu. ‘’Ti ba’ar an’sar. (Gördüklerin bir sanrı değil.)’’ dedi hırlayan vahşi bir sesle. ‘’Ti fet’r mau baa’r. Fet’r ti. Yaksu. Kuesta. (Sana geçmişini gösteriyorum. Geçmişteki seni. Yaşadıklarını. Kraliçe’yi.)’’

Beynimden vurulmuşa döndüm. Beynimin birbirlerine bağlanan damarlarını sesli bir şekilde kopartıp başka bir damara bağlanmak üzere hareketlendirdi. Her şey bir anıdan ibaret ya da benimle dalga geçiyor sanıyordum. Herkes geçmişiyle yaşardı, geçmişi onun pusulası olur ve belirsiz geleceğe adımlarken ona yardımcı olurdu. Korku tüm bedenimi ele geçirirken yerimde titreyip duruyordum.

Herkes geçmişini hatırlardı ancak kimse geçmişi yaşamaz, eski hayatını görmezdi.

Gözlerimi kapattım, gerçekliğe dönüp buradan kurtulmak için ama tekrar araladığımda yine karanlıktaydım. Sesler susmuyordu, o susmuyordu ve her şey birbirine karışmıştı. Kaybolmuştum, nasıl kurtulacaktım?

Gözlerimi tekrar kapattım ve bir süre aralamadım. Sesini duyuyordum, benimle konuşuyordu ama artık algım kapanmıştı. Belki de sesi uzaktan gelmeye başlamıştı çünkü artık çevremde ses olmayana kadar gözlerimi kapatmıştım. Gözlerimi araladığımda kendimi bir suyun içinde buldum.

Çırılçıplak bir şekilde küvetin içinde oturuyorken yine başka bir beden tarafından kontrol ediliyordum. Avcuma aldığım köpüğü parmaklarımın arasında ovuştururken, sabuna kenardan bir bakış atıyordum. Aniden parmaklarımı pençe şeklinde, avcum yukarı bakacak şekilde açtım ve avcumun içinde gümleyerek dönen bir karadelik meydana geldi.

İçimde yine garip bir huzursuzlukla parmaklarım tekrar kapanırken, gördüklerimden hoşnut olmamış gibi yüzüm buruştu. Karadelik zayıf, güçsüz görünüyordu ancak hareketlerim zarifti, hiç olmadığı kadar sakin ve kendini bilen bir kadının tavrı gibiydi. Sıcak sudan yükselen buhar gözlerimi kapatmama ve suyun içinde daha fazla yayılmama neden oldu. Su küvetten taşarak yere yayıldı.

Zihnim yine boştu.

Hiç kimse yoktu.

Dahası, bunu umursuyor da değildim.

Kafamı küvetin başlığına yaslayarak sıcak suyun keyfini çıkartırken huzurla huzursuzluk arasındaki ince çizgide olduğumu söyleyebilirdim. Kapının aralanma sesiyle istifimi bozmadım; kimin geldiğini kalbimin gümleyen sesi zaten haber etti. Göğsümden taşmak üzere atılan darbeler suya daha da asabiyetle gömülmeme neden olurken, sanki gelen kişiye kalbimin ritmini duydurmak istemiyordum.

‘’Raelyn.’’ dedi tanıdık o ses. Damarlarıma sıcak bir dalgalanma yayıldı, sonra o dalgalanma kalbimin ritmini daha fazla coşturdu ve mideme hafif, tatlı bir kramp gibi dağıldı. Kadifemsi, derinden gelen o sesi tekrar duydum. ‘’Le’a morta.’’ Kirpiklerimi sonunda aralayarak başımı çevirdiğimde, suyun altından hiç utanmadan onun başucumda duran keskin hattına baktım.

Bakışlarım sert olsa da, benim sevgimi hissediyormuş gibi dudağının kenarını hafifçe kıpırdatıp arka tarafımdaki boşluğa geçti. Geniş bir zeminin üstünde duran küvetin içindeydim, küvetin kenarlarındaki boşluğa yarım yamalak oturup dirseğini küvetimin kenarına dayadı ve elini de yanağına yaslayarak bana serseri diyebileceğim, çapkın bir bakışla baktı.

Erkan’ın gözleri kısık, kızılları şehvetle ve asil bir şey görmüş gibi büyülenerek parlıyordu. ‘’Kuva’esta, (İyi alıştın.)’’ dedi tatlı şekilde gülümserken. Ona yandan, istifimi bozmadan bakarken aslında biraz cilveliydim diyebilirim. ‘’Mau hesta sa a’suf. (Evimde sıcak su yok.)’’

Boğazının derinlerinden hoşnut ifadesi veren mırıltı çıkarttı, ‘’Tiratsa? (Öyle mi?)’’ dedi hoş ama alaycı bir sesle. ‘’Zae kas nut. (Zaten önemi yok.)’’ Cevabı üzerine onun gözleri yerine yanımda duran camdan dışarı baktım. Pencere boydan boya, her tarafı kaplayacak şekilde dizayn edilmişti. Çift cam olduğundan dışarıdan içerisi görünmüyordu.

Dışarıda bir cehennem vardı. Kaosun burnuma dolduğu bir yerde, cehennemin en alt kademesinde oturuyorduk sanki. Her taraf ormandı ama ormandaki ağaçların gövdesi kor gibi parlıyordu ve yaprakları ateştendi. Toprak bir kömür parçası gibi kapkaraydı; gök ise kızılın en koyu tonunda parlıyordu.

Korkunç bir yer diyebilirdim ama içimde hiç korku hissetmiyordum, aksine her şey olması gerektiği gibi ve hatta hoşuma gidecek şekildeydi. ‘’Le’a morta.’’ dedi yanımdaki adam fısıldayarak, ‘’Ust mau. (Bana bak.)’’ İsteği üzerine başım o tarafa doğru döndü. Kızıl gözleri cam gibi parlarken, yanağına yasladığı eli yerinden oynayıp bana doğru uzandı ve topuz yaptığım saçımdan firar edip yüzümün yanına düşmüş saç tutamını kulağımın arkasına iliştirirken gözlerimin içine yumuşak şekilde baktı.

‘’Ju tu vurka? (Yoruldun mu?)’’

Başımı salladım ve göğsümden bir parça nefes koptu. Elini üstümden çekerek tekrar yanağına yaslarken kedi yavrusu gibi görünüyordu. Alnına düşen perçemlerinin altından gözlerimin içine bakarken ruhumu okuduğunu düşünüyordum, en dipsiz kuyularda bulunan düşüncelerimi bile duyduğunu ve hislerimi apaçık şekilde gördüğünü biliyordum. Kalbimin ritminden korktuğumu, sevdiğimi, endişelendiğimi duyduğunu da biliyordum. Hatta kilometrelerce uzakta olsak bile, beni bir yerlerde hissedip yanımda bitiveriyordu.

Onda sevdiğim bir yön varsa, her şeyi bilmesine rağmen benimle muhabbet etmek için kelimeleri kullanmaktan çekinmemesiydi. Bana en ufak soru soruyor olması bile benim için endişelendiğini, hatta beni umursadığını düşündürtüyordu; değerli hissettiriyordu.

‘’Ti ra? (Gidecek misin?)’’ dedi fısıldayarak. Artık ciddiyete geçiş yaptığını gösteren donuk gözleri, bakırın tonlarına doğru kaçmaya başladı; gülümsemiyordu.

Dudaklarımdaki ne zaman oluştuğunu bilmediğim tebessüm azar azar silindi, bakışlarım donuklaştı ve ilk defa ona doğru döndüm. Hafifçe yana doğru dönsem de göğüslerimin çatalı köpüklerin arasından çıkarak belli oldu. Erkan o tarafa bakmadı fakat bakmasa da gördüğünü biliyordum. Kızıl gözlerine baktım, ‘’Xeas ti nu’r. (Seni seviyorum.)’’ dedim hiç düşünmeden.

Lafımın nereye gideceğini anlayan gözlerinin kirpikleri titredi, elini yanağından çekerek omuzlarını dikleştirirken bana öyle bir bakış attı ki ruhumun oracıkta yanıp kül olacağını sandım. Gözlerindeki dağılan ifade, bir karabuluta dönüşmeye başladığında ondan korkuyordum çünkü o bulutların kızıllarını örttüğünde tüm duygu ve düşüncelerini benden çoktan saklamış oluyordu.

‘’Ti ra? (Gidecek misin?)’’ dedi, bastırarak. Kırıldığını biliyordum.

O savaşa katılmamı istemiyordu. Güçsüz olduğumdan değil, sadece eski gücüm olmadığından.

Savaşlardan hiçbir zaman kaçan bir Kraliçe olmamıştım; halkım beni bu yüzden sevip saygı gösterirdi. Ben emir verenlerden daha çok uygulamaya geçenlerdendim. Erkan ise daha farklıydı; strateji kurmayı seven bir adamdı ve emir vermekten hoşlanırdı.

O gücüne rağmen.

Savaş alanında bana yardım ettiği bir an vardı; sadece bana değil, kimseye fırsat vermemişti ve savaş otuz saniye gibi bir sürede bitmişti. O zaman, o savaş biter bitmez neden benimle savaşmadığını sormuştum. Kan ter içinde ve nefes nefese kalırken gülümsemesinin arasında, eğer tahtından kalkarsa hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söylemişti. Tahtta oturmayı sevdiğinden bahsetmişti ama bana kalırsa bu, yalandı.

‘’We? Mista ti wau? (Neden? Özledin mi onu?)’’

Düşüncelerimi bölen sesle kafamı salladım ve çenemi ağlamamak için sıktım. ‘’Hatar maus, ustus rau wi ma’as. (Kızdı bana, üstelik onun iyiliğini düşündüm.)’’ Burnumdan akan sıvıyla gözlerimi devirdim ve elimi burnuma götürüp onu sildim, hareketlerimi takip etti ama yüzünde hiçbir şekilde iğrenme duygusu olmadı. Hatta suratımı incelerken canı yanıyormuş gibi bakmaya başladı.

‘’Xeas ti nu’r. (Seni seviyorum.)’’ dedim tekrar, kırılgan bir sesle.

Başını iki yana salladı, gözlerimin içine bakarken o kadar yoğundu ki sanki bana bir şeyler anlatmak istiyordu da anlatamıyordu. Her şey bu anıda kalmıştı ve ne söylemek istediğini asla öğrenemeyecektim. O da bir daha bunu konuşamayacaktı.

‘’An’ze. An’ra. (Hayır. Gitme.)’’ dedi, ilk defa benimle konuşurken sesinin titrediğine şahitlik ederken. ‘’An’ra. (Gitme.)’’ dedi tekrar, bastırarak. Sesi duvarlarda, zamanda ve her yerde dalgalanarak yayılmaya başladığında kendimin bu anıdan silindiğini de fark ettim.

Tar karanlığın içinden alayla, ‘’Bras a far an’ba’ar. (Bir daha o anı göremeyeceksin.)’’ dedi, gerçekliğe döndüğümü gösteren buz gibi sesiyle.

Kalbim ve beynim gördüklerimin etkisinde kalmıştı. Asir’i ilk defa öyle görmüştüm, bana bakarken ve bana şefkatle dokunurken. Geçmişte onunla sevgili miydik? Belki daha fazlasıydı. Bir Kraliçe’nin sevgilisi. Heyecan damarlarımda raks ederken sakin kalmaya çalışarak Tar’ı karanlığın içinde bulmaya çalıştım.

‘’Aklımı bulandırmaya çalışıyorsun. Sen gerçekte de vardın. Buradasın ama aslında yoksun.’’

Güldü ama gülüşü hiç de sakin bir gülüş değildi. ‘’Ma des vear! (Ben hep varım!)’’ Hırıltılı nefesi ensemden inip sırtıma doğru aktı, titredim. Korku ve dehşet harmanlanarak ruhumu, kendileriyle bir kafesin içinde tutuyordu. ‘’Kras, ma anseka ti bars. (Ayrıca, aklını bulandırmıyorum.)’’

‘’Neredesin? Çık.’’ dedim etrafı boş boş tarayarak.

‘’Tu’s. (Burada.)’’ dedi ve boğazımı saran pençeler beni bir yere yapıştırdı, sırtım sert bir yere çarptığında acıdan inledim ama boynumu sıkan parmaklar nefesimi aniden daraltınca sırtımın acısı yerine beynime gitmeyen oksijenle panikledim. Panik vücudumu titretirken elimi kaldırıp beni saran ele tutunmaya çalıştım ama avcuma çarpan bir avuç dolusu havaydı.

Tar gözlerini araladığında, etrafımdaki karanlıktan daha belirgin bir çukuru andıran karanlığı gördüm. Başını sola doğru eğerek yatırdı ve gözlerimin içine baktı; boynumdaki elleri sıkılaştığında nefesim ciğerlerime ulaşmadı ve gözlerimin önü karardı. Nefes alamıyordum, dudaklarım nefesi almak için aralanmıştı ama nafileydi.

Havada asılı dururken aniden ortam değişti ve burnuma yoğun bir koku misafir oldu. Ayaklarım aniden yere bastığında çevrenin ateşin içinde yanıyormuşum gibi hissettiren sıcağıyla karşılaştım. Ve onu gördüm.

Ruhu yıkık dökük, bir savaşın içinde kaldığını gösteren gözlerindeki kin ve nefretle yorgun görünüyordu. Omuzlarında taşıyamayacağı kadar binlerce yük vardı ve o da onları bu zamana kadar taşırken yorulmuş gibiydi. Rüzgarın parmakları saçlarına dokunuyor ve onları dağıtıyordu; yarı çıplak vücudu kan ter içindeydi, daha yeni savaştan çıktığını belli eden kavruk teninde parlayan kan, kir ve pasla yürürken suratındaki ifadenin, hiç olmadığı kadar öfkeye teslim olduğunu gördüm.

Etrafında binlerce cesetin içinde sadece kendisi ayakta duruyordu. Arka taraflarda cesetlerin arasında öldüğünü düşündüğüm bir askerin ayağa kalkışını seyrettim. Gözlerim irice aralandı. Gördüklerimi sindiremezken ve ne hissettiğim konusunda aklım karışmışken; her şeyin allak bullak olduğu o andaydım.

Erkan yürümeye devam ederken aniden durdu ama arkasına bir kez olsun bakmadı. İki büklüm duran asker, yüzündeki yorgunluğa rağmen bacağının kenarına dayadığı hançeri dikkatlice kabzasından çıkarttı ve sırtını tekrar yorgun argın dikleştirip Erkan’a tepeden baktı. Aslında ayakta durmaya çalışıyordu.

Arkasına bakmadan bile sanki onu görmüş gibi kızıl gözler vahşice parlarken kısıldı ve sonunda başını yana doğru çevirip arkasına baktığında, ona doğru uçmakta olan hançerin gümüş ucu ayın ışığı altında parladı. Başının arkasına saplanacak olan hançer, geriye doğru baktığında gözüne yakın yerde havada durdu.

Onun şeytanice sırıttığına şahitlik ederken; hem de karşısında duran yeni yetme askerin şaşkınlık ve dehşetini yaşıyormuşum gibi hissederken aynı zamanda kanımda akan sıcak hissi anlamlandıracak kelimeyi bulma fırsatı tanımadan hançer, havada hareket ederek ters çevrildi ve kabzası, artık Erkan’ın gözü önündeydi. Ardından rüzgarı yaran uğursuz, keskin bir sesle uçarak Erkan’a saldıran askerin boynuna saplandı.

Yerimde hoplayacak şekilde irkildim. Dehşet içinde askere baktım.

Hançer en acı veren şekilde sahibine geri dönmüştü.

Asker gözlerini faltaşı gibi aralayarak Erkan’a bakarken, boğazından garip sesler çıkarttı. Kan sicim gibi ağzından boşalırken, gırtlağına saplanan hançer boynunda hareket ederek yana doğru kayıp diğer taraftan çıktığında askerin, o şaşkınlığa ev sahipliği yaptığı suratıyla beraber önümde devrildiğini gördüm.

Beni görmeyen Erkan’ın, hiç oralı olmadan yorgun argın tekrar önüne dönüşünü izlediğimde sanki bir an göz göze gelmiş gibi olduk. O an aslında hiç sırıtmadığını, hatta yaptıklarına kendisinin de anlam veremediğini düşündüm. Öyle bir bakıyordu ki, keskin ve sert bakan gözlerinin derinlerinde dağılan ruhunu fark ettim.

Hissettiğim korku ve dehşeti anlamlandıracak bir kelime bulamıyorken, üstüne yaşadığım bu fark etmişliğin şaşkınlığı da eklendi. Kirden pastan görünmeyen ifadesiz suratında dudakları hareket ettiğinde, irice aralanmış gözlerim o hareketi yakalamış gibi oraya odaklandı. ‘’Ma easte mau. (Beni durduramazsın.)’’

Bana doğru ilerlerken bir şeyler mırıldanıyordu ama sanki az önce gördüğüm harfler zamana yavaşça yayılmış gibi beynime işlenirken; diğer harfleri yakalayamadım. Her adımında yeri sarsacak kadar kuvvetli, güçlü görünüyordu fakat o da savaştan nasibini almıştı. Görünürde fiziksel bir darbe izi olmasa da ruhunda çentikler atarak etrafında dönen şeytanın kahkahalarını duyuyordum.

Savaş kimseye bir şey bırakmazdı; savaşın kendisi mağlubiyeti ve başarıyı içinde barındırırdı. Ondan nem almak isteyenlere kıçı kırık bir gülümsemeyle bakar, hatta dalga geçerdi. Çünkü savaştan bir şey kazanamazdınız, savaş sizden çok şey kazanırdı. Erkan’ı bu kadar delirten neydi bilmiyordum ama yanımdan geçerken, ne beni fark etti ne de ben onu hissettim. Sadece geriye kalan şey, büyüyerek katlanan kin ve nefretinin kokusuydu.

Erkan’ın güçlü duran bedeninin arkasına baktığımda karşılaştığım tek şey, dağıldığını belli eden sırtının görüntüsüydü. İçten içe ruhunu tüketen şeyler vardı, asıl mücadelesinin çevresinde değil; kendi içinde olduğunu o an anlamıştım. Yutkundum ve onun peşinden gidecekken zaman bana uğradı ve gökyüzünde çevrilen sayfa hışırtısını duydum.

Onun dağılmış sırtına bakarken sahne değişti.

Etraf değiştiğinde kendimi aniden büyük bir salonda buldum. Bir köşede etrafı süzerken onu gördüm. Kraliçe’yi. Tahtında oturuyordu. Geniş salonda sadece o vardı; duvarların üstünde büyük resimler ve kubbesi yüksek tavanda mozaik camlar bulunuyordu. Mozaik camlardan yansıyan ışık, zemini şekillendirirken tahtın tam karşısında, büyük çift kanatlı ve oldukça görkemli işlenmiş altın sarısı renginde kapı bulunuyordu.

Odağım tekrar Kraliçe’ye yöneldi. Saçlarım şimdi olduğu kadar uzundu ve alnıma kaküllerim düşmüştü. Dalgalı saçlarımı belimden aşağı sarkıtmış, başıma da gümüş gibi parlayan ve işlemesi başağı andıran bir taç takmıştım. Elimi tahtın kenarına yaslamış, bacak bacak üstüne atmıştım. Üzerimde çok görkemli bir elbise vardı ama günlük kıyafet gibi de görünüyordu.

Elbise omuzlarımı açıkta bırakan, kolları omuzlarımdan hafifçe sarkan; uzun yırtmaçlı bir elbiseydi. Siyahtı, elbisenin eteği çok kaliteli bir kumaştan yapılmış görünüyordu ve aralarda parıltılar, özel dikimden oluşan elmas parçalarından oluşuyordu. Bacak bacak üstüne attığımdan dolayı, yırtmacın kenarından çıkan bacağım görünüyordu.

Yüzümde kasvetli, hiç olmadığı kadar bıkkın görünen bir ifade vardı. Gözlerim yarı uykulu görünüyordu hatta fakat kendimden taviz vermiyordum; gözlerimi tamamen kapatmamı ise, yanağıma yasladığım elim mani oluyordu. Tahtım, tanıdıktı çünkü bunu defalarca zihnimde görmüştüm.

Tahtım, altın işlemeli ve oldukça görkemli, yüksek bir tahttı. Birkaç mermer basamaktan dolayı çok yüksekte görünüyordum. Yanımda herhangi bir taht görünmüyordu. Tahtın önünde boylu boyu uzanmış kırmızı halı vardı ve basit renkteki beyaz zemini renklendiriyordu. Sanki bir kan gölünün ortasında yürüyormuş gibi hissettirirdi.

Odanın bir köşesine çekilmiş, tahttaki halimi seyrederken ellerim karıncalanıyor ve ne hissedeceğimi de düşüneceğimi de bilmiyordum. Neden bunları görüyordum ki? Bana, önceden nasıl kraliçelik yaptığımı gösterip eline ne geçecekti? Kararsız bakışlarımı Kraliçe’ye çevirdim. Canım sıkılıyor görünüyordu, ne düşündüğümü bilmiyordum ama bakışlarım, kırmızı halıya odaklanmış yüzümdeki kederli ifadeyle öylece oturuyordum.

Kapı aniden açıldığında, hem şimdiki halim hem de Kraliçe kapıya doğru baktık. İki gardiyanı andıran siyah üniformalı asker, birini ortalarında taşımış sürüklerken hiç zorlanmadıklarını çünkü ortalarında duran adamın yorgun olduğunu gördüm. Üfleseler zaten bana doğru uçacak gibi görünüyordu.

Orta yaşlardaydı; omuzları yaşına göre düşmüş, kehribar gözlerini sanki suçunu bilir gibi aşağı indirmişti; o kadar da üst kesimden olmadığını gösteren bir kıyafeti vardı. Sonunda kırmızı halıya bastıklarında iki asker önümde eğildi ve başlarını bir an olsun kaldırmadılar. Orta yaşlı adam da başını eğdi ama o, benim iznimi beklemeden kafasını kaldırdı.

Kraliçe’ye baktım, adamın terbiyesizliğine canı sıkılmış görünse de oralı olmuşa benzemiyordu. ‘’Kaes kaskata, (Kaldırın başınızı,)’’ dediğimde ses tonum bana bile yabancı geldi. Öyle otoriter ama narin bir sesim vardı ki kendime şaşırdım. Askerler kafalarını kaldırdılar. Elimi yanağımdan çekerek, sanki önümde gördüğüm bir insan değil de böcekmiş gibi adamı baştan aşağı süzerken; aslında ifadem de onun görebileceği herhangi bir mimik yoktu. Sadece o ifadeyi ben görebiliyordum.

‘’Wae ti ra’as? (Neden getirdiniz?)’’

Bir asker ciddi ifadesiyle konuşurken, sınırı aşmamaya gayret gösterdi. ‘’Ma kuesta, ti Caas, a Reath ileag kiskis feara. Hurara kiskis beyar fertes aas zafa. (Kraliçe’m, bu cadı, Reath’da yasadışı iş yaparak çocuk dilendiriyor. Karşı çıkan çocukları da büyüyle tehdit ediyor ve ailelerinden zorla koparıyor.)’’ Adam titreyen sesiyle itiraz etti, ‘’Ma kuesta, a tas kuska’as. Wi kiskis an’feara, ties kuzas ma kiskis. (Kraliçe’m, bir yanlış anlaşılma var. Ben çocukları dilendirmiyorum, onlar zaten benim çocuklarım.)’’

‘’Ze’ta kiskis? (Kaç çocuğun var?)’’ dedim, adama dik dik bakarken.

Odanın bir köşesinde hissettiğim gergin atmosfere aldırmadan, bir adama bir bana bakıp duruyordum. Adam bakışlarını kaçırdı, düşünüyormuş gibi yaptı ve o zaman, konuşmasına fırsat vermedim. ‘’Ze’ta an’ kiskis, tiratsa? (Kaç çocuğun olduğunu bilmiyorsun, öyle mi?)’’ dedim, kafamı anladığımı belirten bir şekilde, ölçülü sallayarak.

Hareketlerim bana yabancıydı ama tahtta oturan kişi, nedense kalbimi pır pır ediyordu. ‘’Ma kuesta, (Kraliçe’m,)’’ dedi adam, kafasını kaldırarak. ‘’Azr. An’deas. Zes ceas, ma kuesta. (Özür dilerim. Bir daha yapmayacağım. Gerçekten pişmanım, Kraliçe’m.)’’ dedi, neredeyse kafasını yere kadar eğip diz çökecekti. Yüzüm öyle buruştu ki, adamın kafasının tepesine kusacakmışım gibi bakıyordum.

‘’Aaron.’’ dedim, bakışlarımı büyük çift kanatlı kapıya doğru çevirerek. İçeriye siyahlar içinde o geldi. Askerlerden oldukça farklı olan üniformasının sadece rengi onlarınkiyle aynıydı; hepsinden de hem siyahı hem de üniformayı iyi taşımıştı. Önüme doğru geldi ve bir an olsun eğilmeden bana baktı, her zamanki haliyle. Odanın köşesinde, onun yakışıklı ve küstah suratına bakarken gülümsedim. O, hiç değişmemişti.

Kraliçe’de takmıyor gibi görünüyordu. ‘’Emr. (Emredin,)’’ dedi sadece, gözlerinin ucuyla adama çöp parçası gibi baktıktan sonra bana dönerek. ‘’Ti Caas, Yut’ra seara. (Cadıyı Yut’ra’ya sürgün edin.)’’ dedim, onunla konuşarak. Nedense adamın, Aaron’un yanında titrediğini gördüm. Eğilmiş ve hala kafasını yerden kaldırmamış olsa da elleri gözle görülür şekilde titredi.

Kraliçe ona bir kez olsun bakmadı ama korktuğunu seziyor görünüyordu. Renkli gözlerimden vahşi, acımasız bir parıltı geçtiğinde kendime şaşırarak baktım. ‘’Kuza, paer kıskat ti an’feara. (Ayrıca parmaklarını kopartın ki bir daha büyü yapamasın.)’’

Adam kafasını nihayet kaldırdı ve dehşet içinde bana baktı, ki ağzını açmasa benden korktuğunu sanacaktım. Aniden ‘’Kuesta! (Kraliçe!)’’ dedi gürleyerek. ‘’An’deas! Ma seur tu’ tash! Caas’ kuze nefera, tu’ an’hak lae ever baar’ tu tash heksek. (Bunu yapamazsın! Benim sayemde o tahttasın! Cadılardan zaten nefret ediyordun, bu haksız cezayı her yerde anlatıp tahttan inmen için her şeyi yapacağım.)’’

Havada metalik bir ses yankılandı; öyle keskin bir sesti ki yerimde irkildim ve Aaron’a şaşkınlıkla baktım. Adamın sertçe söylediği sözlerle beraber, kılıcı kınından kaşla göz arası çıkartıp adamın boynuna siper etmişti. Mozaik camlardan yansıyan güneş ışığı, gümüş kılıcın sırtına vuruyor ve gözümü alıyordu. Aaron öyle sert, öyle dik dik bakıyordu ki tek bir emrimle boynunu keseceğinden emindim. Kalbim yerinden hopladı ve olanları şaşkınlıkla seyrettim.

Kraliçe hiç oralı olmadan, kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken elini tekrar yanağına yasladı ve ona tepeden, küstah bir bakış attı. ‘’Caas, (Cadı,)’’ dedim onu sesimle bile ezerken. Öyle basık ve tehditkar konuşuyordum ki, adam sertçe yutkunup durdu. Aaron’un gözleri kısıldı ve eli bir an olsun titremeden kılıcı boynunda tutmaya devam etti.

‘’Wi eastas’, mati nefera ırk es tu’ ceas, an’nefera ırk ti hat ustas, (Dürüst olayım, en sevmediğim ırksınız ama bu cezayı, ırkını sevmediğimden değil senin hatan olduğu için veriyorum.)’’ Tek kaşımı kaldırdım, ‘’Heksek? (Haksızlık mı?)’’ dedim, soğuk bir tavırla alay eder gibi sırıtarak. ‘’Tu’sis yaeas ba’ara sekse, a mis kıskat hitr. (Böyle yalandan konuşup canımı sıkma diye, dilini de kopartmalıyım galiba.)’’

‘’Ma atis mefra. (Aklımı kaçırmış olmalıyım.)’’ dedi adam, ters köşe yaparak. Alnının üstünde biriken ter baloncuklarını görüyordum, biri şakağından aşağı doğru kayıyordu. Yutkunarak hem kılıca, hem de bana göz ucuyla baktı. ‘’Azr. (Özür dilerim.)’’ dedi kısık bir sesle.

Dünyada duyduğum en komik sözmüş gibi alayla gülümsedim, ‘’Atis mefra, as kast ba’ara a lus… (Aklını kaçırmak, ne kadar kolay söylenen bir söz…)’’ dediğimde adam yutkundu. Ardından ona bakmaya devam ederken, yüzümdeki ifade azar azar soldu. ‘’Kuk kır efra’t feara ma tias an’sar. (Kıçı kırık birkaç büyü öğrendin diye bana karşı çıkabileceğini sanma,)’’ dedi Kraliçe, ağzının içinde homurdanarak.

Aaron yandan, Kraliçe’yi uyarır gibi bir bakış attı. Sanki söylediğim kaba sözlerle beni ayıplıyordu. Bana kızdığını biliyordum çünkü hep işin sonunu düşünmeden hareket ediyordum. Ve her zaman, kıçımı kurtaran kişi o oluyordu. Bu hep böyleydi, aramızda her daim dönüp dolaşan ve masaya yatırmaya gerek duymadığımız anlaşmanın maddelerinden biri haline gelmişti.

Biz asla ayrılmazdık.

Ben bunları şimdi bile fark etsem de, Kraliçe oralı olmadı. ‘’Ti, Yut’ra an’ra’as, tu’ met, huttat tu’s ra’ar’ra, ti an’basar ma ti dratres. Lak’ feara ku’r ti yoas tie. (Seni, Yut’ra’ya göndermeden, o yolda, hatta belki buradan çıkar çıkmaz, sen ne olduğunu anlamadan seni öldürebilirim. Ki, basit bir cezayla kurtulduğun için kendini şanslı saymalısın.)’’

‘’We ti saar; we ti ba’ar ofa ti est ma dratres. (Ne söylerseniz söyleyin; ne düşünürseniz düşünün veya isterseniz beni öldürün.)’’ dedi adam, dik dik tahtında oturan kadına bakarken. ‘’Yeksa tu’ ba’ar an’sa caas; taber adele şuka Kuesta. Tu’ ti kisset ferras. (Ama bu şekilde düşünen sadece cadılar değil; halkınız adaletinizden artık şüphe duyuyor Kraliçe. Bu da sizin düşüşünüz demek.)’’ diye devam etti, dudaklarına yapışan sinsi bir tebessümle.

Aaron, boynundaki kılıcı adama hafifçe bastırdığında, ‘’Aaron,’’ dedim uyarırcasına. Bana yandan sert bir bakış attıktan sonra kılıcı indirdi ve kınına sertçe geri koyup birkaç adım uzaklaştı; yine de adamdan bir an olsun gözlerini ayırmadı. Suçludan gözümü ayırmadan, ‘’Taber kast, ti yaksa tu’ an’suraz, Zeca. (Halktan kastın, senin gibilerse bu bana sürpriz olmaz, Zeca.)’’ dediğimde ismini bilmeme şaşırmış gibi görünse de hemen toparlandı. ‘’Ferr bies saar. (Çok bile konuştun.)’’ dedim canım sıkılmış gibi, sivrisinek kovalıyormuşçasına elimi sallayıp. ‘’Ties ra. (Götürün.)’’

Zemin titredi ve duvarlar sallandı. Kalbim gümleyerek atarken, az önce olup bitenleri sindiremeden sahne tekrar değişti. Hissettiklerim çorba olmuş bir kazanın içinde kaynarken, aklım da onların içine düşecekti neredeyse.

Uçurumun kenarında belirdiğimde ayaklarım kaydı, neredeyse kenardan düşecek gibi oldum ama hızlıca toparlandım. Kalbimin korkudan gümbürdemesi dışında bedenim hiç oralı olmadı. Rüzgar boğazımdan aşağı akarken derin derin nefesler aldığımda, her şey kıyıya vurulan dalgalar gibi beni sakinleştirdi.

Gördüklerimi fark ettiğimde karşımda Asir yoktu. Ve ben de, gerçek Kraliçe’nin yerini almıştım. İçimde bir yerlerde ruhum acı çekerken, yine Te’raelyn’in korkusuz bedenindeydim. Te’raelyn yine beni esir almıştı ve hareketlerim ve düşüncelerim, tamamen onundu.

Ruhumda görünmeyen ve bir kaosu avcunda taşıyan bir el vardı ve beni sıkıştırdıkça sıkıştırıyordu. Uçurumun kenarında tüm savaş alanını göreceğim bir yerde duruyor ve aşağı tarafa tepeden, küstah bakışlarla bakıyordum.

Birkaç kaya ve ağaç görünmemi engellese de ben zavallı konumda olan insanların savaşlarını izliyordum. Kurtlar ve tilkiler. Asırlar sürse de asla anlaşamayacak olan iki tür. Bölge ayrımı konusunda anlaşmazlık sürüyordu; kurtlar tilkilere göre daha baskınlardı ancak tilkiler de yerinde durmuyordu.

Yüzümde hiç olmadığı kadar iğrenti, nefret ve öfke vardı. ‘’Azraks. (Aptallar.)’’ dedim hoşnutsuzlukla. Benim askerlerim ve Aaron’da savaşı dengelemek için oradaydı. Tarafsız şekilde savaşıyorlardı ve bu savaşın bitmesi için çabalıyorlardı. Ben olmadan bu savaşın biteceğini sanmıyordum ama ben oraya inersem, işler daha da sarpa sarardı.

Saracaktı da.

Omzuma tüneyen kuşa gözümün kenarıyla baktım ve o ne söylemek istediğimi anlamış gibi semaya doğru uçarak keskin bir ses çıkarttı. Aaron’un o savaşın ortasında duraksayarak göğe doğru bakıp vahşice sırıttığını gördüm. Mesajımı almıştı. Ardından çevresini kontrol etti ama bu kısa sürdü, çünkü sadece onun görebileceği bir yerde durmuştum.

O en kalabalık ortamlarda bile beni anında bulacak olan birinci kişiydi.

Göz göze geldik. ‘’Te’ra. (Toprak.)’’ dedi zihnime doğru fısıldayarak. ‘’Ti’ras. (Gelmişsin.)’’

‘’Ze. Aaron. (Evet. Aaron.)’’ dedim zihnimde. ‘’We’es futr? (Durum ne?)’’

‘’Set zi drat. (Yüz beş ölü.)’’ dedi ve kendisine adeta uçmakta olan bir tilkinin boynunu kılıcıyla kesip, ‘’Set se. (Yüz altı.)’’ dedi, kendini düzelterek. Kafasını sallayıp tilkinin cesedine bakarken, ‘’Azrak. (Aptal.)’’ dedi, küstah bir tavırla.

‘’Mau’in. (İniyorum.)’’ dedim, keskin bir şekilde. ‘’Elvis mau’kat. (Elvis benim.)’’

Başıyla selam verir gibi onayladı ve savaşmaya geri döndü. Canımı giderek sıkan o mahlukata baktım. Kurt. Tam bir aptaldı ve ortalığı karıştıranın ta kendisiydi. Sürekli ondan şikayet alıp duruyordum, bir tilkiden daha kurnaz olabiliyordu ama bana kalırsa tam bir aptaldı.

Savaşın tam ortasında eğer bir şey olursa oradan kaçmak için kollayacağı bir yerde durması bunu gösteriyordu. Savaşır gibi yapıyordu ama asla savaşan bir tip değildi. O daha çok kaçmayı ve ortalığı karıştırmayı severdi. Bir de sürüsünün lideri olacaktı. Erkan’a bu konuyu açmıştım, ilgilenmişti de ama sürekli ona şans verip duruyorduk.

Son şansı, benim elimde ölecek olmasıydı.

Elimi kaldırıp avcumu göğe doğru bir çırpıda açtım, rüzgar suratıma keskince çarparak uzun saçlarımı geriye doğru savurdu. Gözümün kenarıyla avcuma soğuk şekilde bakıyordum; dudaklarımdan birkaç mırıltı döküldü. Avcumun içinde bir karadeliği andıran küre dönüp durdu; sanki tüm güç o deliğin içine çekiliyormuş gibi küre dönerken ifademde hiçbir duygu beslemedim.

Akan gücü avcumdan derime, derimin altındaki damarlarımda hissederken tuhaf bir hissin kucağına düştüm. Güçlü ve ulaşılmaz hissettim. Korkusuz.

Zarif şekilde telaffuz ettiğim harflerin tınısı bana yabancı geldi. ‘’Esta mo’ra li yukar. (Göklerdeki habercilerim, çağrıma gelin.)’’ Ses tonum emrivaki, otoriter ve güçlüydü. Kürenin dönme hızı arttı, döndükçe kasvetli gökyüzü azar azar karanlığa boğulmaya başladı. Aşağıdan yükselen çığlıklar, o kadar kendi halindeydi kimse durup da karanlığın nereden ve neden geldiğini düşünmedi. ‘’Esta mor’ wi yukat. (Göklerdeki habercilerim, yere inin.)’’ dedim, boğuk ve kudretli bir sesle.

Elimi aniden havaya savurduğumda küre semanın tam göbeğine süzülerek kayboldu, rüzgar ikimizin de yüzüne doğru çarptı. Kasvetli gökyüzünün bazı noktalarında solucan deliğine benzer büyük delikler açıldı. O deliklerden buhar bulutları akın etmeye başladı.

Akın eden hava buhara benzer gibi aşağı süzülüyordu ama diğer yandan bulut gibi yoğundular. Karanlık puslardan sürüyle uçuşan kuşlar gördüm, hepsi savaş meydanına inip gaklarken kurtlar ve tilkilerin aklı karıştı ve sanki hepsi bir karanlığın içine hapsolmuş gibi sahipsizce dolanıp durdu.

Hepsi savaşı unutmuştu ve kendi haline düşmüştü. Kürklerini ve gözlerini yolup parçalayan kuş sürümü seyrederken; vakit kaybetmeden elimi kaldırdım ve bazı kuşların bana gelmesini sağladım. Kuşlarım bir süre dayanabilirdi, gerçek görevleri bu değildi ve hiçbir kuşumun ölmesine müsaade edemezdim.

Parmaklarımı dans ettirmemle kuzgunlar itaat ederek bana geldiler ve çevremi sardılar. Kuş kanatlarının sesleri giderek sayfa çevirme sesi gibi havada raks etmeye başladı; bana dokunmuyorlardı. Çok geçmeden kendimi savaş alanının tam ortasında buldum.

Hepsi çevremden ayrılıp tekrar gökyüzüne dağıldı.

Yorgunluktan düşmüş, bazısı parçalanarak ölmüş insanların arasından geçerek Elvis’e doğru yürümeye başlarken burnuma kaosun nefesi olan kan kokuları geliyordu. Kuşlarıma sadece ona dokunmamaları için emir vermiştim. Onu ben mahvedecektim.

Sert adımlarla toprağı titretirken Elvis’in korku duyan gözlerinin irice açılmasını ve gergince yutkunduğunu, beni gördükçe daha da panikleyişini görüp daha da iyi hissediyordum. Sebepsizce.

Güçlü hissettiriyordu.

Yüzümde hiçbir duygu olmadan, ‘’Elvis.’’ dedim tam karşısına geçerek. O da yorulmuş, kan ter içerisinde kalmıştı ama savaştığından değil; kaçtığından. Gözlerinin içine doğru baktığımda en acı veren anılarını görüp onları yok saydım; ona daha fazla korku ve dehşet hediye ettim. Tüm acı dolu anılarını, tüm travmalarını gözlerinin önüne sererken kafasının içine girdim.

Kafasının tam içine.

Düşünceleri de kendisi gibi boştu, anılarını görüyor ve dahası onlara hükmedebiliyordum. Ben beynini sert ve tek bir bakışımla kurcalarken onun, hepsini tek tek yaşadığını suratındaki duygu geçişlerinden anlıyordum. Neredeyse delirecek kıvama gelmeden önce ‘’Azr, mau kuesta… (Bağışla, Kraliçe’m.)’’ dedi mırıldanarak, acı dolu bir sesle.

‘’Elvis, mau dratres hetar. (Elvis, seni öldürmekten vazgeçtim.)’’ dedim ve dudaklarıma iblislerin kıskanacağı bir tebessüm yerleştirdim. Yine de cümlemle kafasını kaldırıp bana beklenti ve umutla bakan adamın, ela gözlerinin derinlerine aynı tebessümle bakarak söyledim. ‘’Elvis, ma ti zetra. (Elvis, seni delirteceğim.)’’

Parmaklarımı bir kez şaklatır şaklatmaz Elvis korkuyla karışık bir duyguyla gülmeye başladı; histerik gülüşleri artarken onunla beraber karşısında durup tatlı tatlı gülümsedim. Histerik gülüşleri giderek arttı, arttı ve ellerini kaldırıp beynini çıkartmak istercesine kafasına götürüp saçlarını yolmaya başladı. Tek tek gülerek saçlarını kopartırken sırtımı ona doğru döndüm ve arkamda duran Aaron’a, yüzümde peydahlanan acımasız duyguyla ilerledim.

Güzel olan şey şuydu ki, Aaron da aynı ifadeyle bana bakıyordu.

Gerçeklik boğaz yanmasıyla beraber geldi. Tar’ın boynumu saran prangaların esaretinden kurtulduğumda ayaklarım yere sertçe düştü. Darlaşan nefeslerimin arasında hırıldayarak yaşamaya çalışırken, ciğerlerime iğne gibi yaşamın özü battı. Boğazım kasılıp kavruluyor ve durmaksızın öksürüyordum.

‘’Ti fra! (Sen busun.)’’ dedi Tar, çevremde oturan karanlığın içinden hırlayarak. ‘’Ti ba’as, şetra ti buast jas frasra. (Gördüklerin, onlar senin karakterinin yalnızca ön gösterimi.)’’ Boynuma doğru üflenen soğuk nefesle titredim, gözyaşlarım yanaklarımdan devriliyordu ama neden ağladığımı bilmiyordum.

Her şey o kadar fazla üstüme geliyordu ki, ne gördüklerimi ne hissettiklerimi kaldırabiliyordum. Her şeyin ağırlığı bir gözyaşının bedeninde gözlerimden akıp gidiyordu. ‘’Ti… (Sen…)’’ dedi yılan gibi tıslayarak. Yüzünün, benimkine yaklaştığını soğuk nefesinden anlıyordum. Gözlerini üstüme diktiğini görünce, benim renkli gözlerimi onunkilerden ayırmamaya dikkat ettim. Tıslayarak, bastıra bastıra konuştu. ‘’A setra hurr setra. (Bir canavardan daha çok canavarsın.)’’

‘’Değilim.’’ dedim fısıldayarak.

Damgalamaktan korkmazcasına hiç düşünmeden ‘’Ti fra. (Sen busun.)’’ dedi alayla. ‘’Har ketra! Ti ankaza an’baur, ra’! (Herkesi terk ettin! Arkanda bıraktıklarını düşünmedin, bir kez bile!)’’ Çevremde dönüyordu, bacaklarım söylediklerinin etkisiyle titriyordu. Başka bir evrende, başka ruha sahiplik yapan bedenim için mi yargılanıyordum?

Yutkundum. ‘’Ben o değilim.’’ dedim, ‘’Ben Evin Yağmur’um.’’

‘’Ti an’faste. (Sen değişmedin.)’’ dedi çıldırır gibi. ‘’Hutr an’faste. Si setra. (Asla değişmeyeceksin. Bir canavar.)’’

Birden ensemdeki tüyleri şaha kaldıran nefesini hissettiğimde bir adım ileri atmak istesem de yerimde mıhlanmış gibi hareket edemedim. ‘’Waer? (Neymiş?)’’ dedi alayla.

Dişlerimi birbirine bastırdım. ‘’Seni mahvedeceğim.’’

Güldü, delirmiş gibi. Arkamda dönüp duran soğuk kahkahalarını dinlememek için kulaklarımı kapattım ama beynimin içinde tehlike çanlarına dönüşüp raks etti. O yüzden ellerimi kulaklarımdan yorgunlukla çektim. ‘’Nilüfer kaze ti ras’. (Nilüfer’in de dediği gibi.)’’ dedi, iğnelemeyle. Ağır iğnelemesinin sivri ucu derime battı, defalarca. Öfke, onun ismini duyduğumda daha da harlandı. Sebepsiz bir öfkenin ve korkunç bir duygunun esiri olmaya başladım, yavaş yavaş.

Aniden önüme geçti ve boynumu saran parmaklarının soğukluğunu tekrar hissettim, nefes alamadım. Ayaklarım yerden kesilirken yükselen bedenim havada çırpındı. Ağzımı balık gibi açarak nefes almaya çalıştım ama ciğerlerime hava dolmuyor, gözlerimde yaşlar birikiyordu. İblis hala yoktu.

Anladığım dilde konuşunca irkildim. Bu beni rahatlatmadı, aksine daha korkunç oldu. ‘’Artık gücün yok. Hükmün yok.’’ dedi küfreder gibi. ‘’Buradan kurtulamayacaksın. Sen… çürümüş, yaşamayı unutmuş ve geçmişte kalan tacı düşmüş bir kraliçeden ibaretsin.’’ İçimde canlanan korkunç bir duygu toprağın altından sadece kafasını gösterdi.

‘’Bırak.’’ dedim dişlerimin arasından, zoraki.

Güldü, soğuk ve ani bir gülüştü. Mekanik, pütürlü ses tonu karanlıkta yayılırken kalbime daha önce tatmadığım bir duygu çöreklendi. ‘’Korkuyor musun?’’ dedi sanki duygularımın nefesini koklamış gibi. Korku değildi. Korkunç bir duyguydu.

Kuzguna benzeyen gözlerini üstüme dikerek dibime kadar yaklaştığında suratına yapıştırmak istedim ama yapamadım. Ona sadece ters ters baktım. ‘’Sen her zaman korkuyordun. Çürümüş tahtında otururken, yalnızken, gece ve gündüz… Sen her şeyi bırakıp gitmeye karar verdiğinde bile…’’ dedi ve sinsice sırıttı.

‘’Sus.’’

Gözümden akan gözyaşının bedeni acı değil, kindi.

‘’Ma tiskis. (Beni sustur.)’’ dedi emrederek, alayla. Yapamayacağımı biliyor gibiydi; kendi diline aniden dönüvermesi de benimle alay ettiğini bas bas bağırıyordu. Bana ulaşamazsın, benim dilimi bile doğru düzgün bilmiyorsun demeye çalışıyordu. Ama ben seninkini biliyorum, sana kolayca ulaşıyorum demeye çalışıyordu.

‘’Seni öldüreceğim!’’ dedim dişimi sıkarak. Kelimeler boğazımdan dökülürken acı çekiyordu, boğazım dikenleri besliyormuş gibi yanıyordu. Zoraki bağırdığım için sesim parmaklarının arasında boğuklaştı, canım daha fazla yandı.

Olabildiğince beni tiye aldığını gösteren bir hareketle tekrar güldü, kaşlarını kaldırdığını karanlık suratında gördüm çünkü ben bu bedene alışıktım. ‘’Xi! Kuva huthat. Ti’s ma shaw ti dratres. (Bak! İyi hatırlattın. Sana kendi ölümünü göstereyim.)’’

Gözlerim irice açıldı. Boğazdan, derinden yükselen kahkahaları boğazımdaki parmaklarından daha çok boğdu beni. Karanlık bir çukuru andıran gözleri, benim renkli gözlerime tutunurken ve şeytani bir şekilde sırıtırken, ‘’Wies xea zetra ma anhar. (Sana gerçek delirtmeyi öğreteyim.)’’ dedi, korkunç bir hırıltıyla.

Dehşetin pençesinde, zaman tekrar bana ihanet edip üstüme geçmişin gölgesi gibi örtülürken mekan değişti. Karanlık gözlerinin derinlerine indikçe beynime ulaşan sesler kesik kesik, uzaktan duyulan çığlıklar gibiydi. Sonra çığlıklar daha çok netleşti ve kafamın içinde bağırdığını sandığım insanlar, çevremde bağırmaya başladılar.

Gerçek bir illüzyondaydım. Artık dışarıdan bir göz değil, olayın kahramanıydım. Gerçek kahramanı. Kraliçe bedenine sıkışan bir ruhtan ibaret değildim. Kraliçe’nin ta kendisiydim. Sırtım yerde, karın boşluğumdan gelen keskin bir acıyla gökyüzüne bakıyordum. Elim o tarafa gitti ve sıcak sıvının parmaklarıma bulaşmasını hissettim. Nefesim kesik kesik göğsüme batıyordu.

Yanımda uzanan başka biri daha vardı, ‘’Te’ra, (Toprak,)’’ dedi o tanıdık ses. Sesi kesik kesik, sanki acı çeker gibi geliyordu.

Başımı yanıma çevirdim, yerden kalkamıyordum ve ayaklarımın parmaklarına kadar uyuşmuş hissediyordum. Keskin, tanıdık çehresi bana doğru dönüktü ve gerçek kömür karası hareleriyle bakışırken neredeyse ağlayacaktım. Savaş meydanında sanki etraftan soyutlanmış ve kendimize yeni bir alan açmış gibi yerde uzanıyorduk. İkimiz de kan kaybediyorduk; benim kan rengim daha insaniydi, onunsa zifiriydi.

Derinlerden gelen sesiyle, ‘’Askerlerim, buradalar.’’ dedi, dudaklarından sert ve kesik bir nefes alıp. Neden benim dilimde konuştuğunu sorgulayamadım. Söylediklerini net şekilde duyup algılarken bunu düşünemedim. ‘’Senin için savaştılar. Senin için öldüler. Ben de senin için savaştım ve senin için öleceğim.’’ dedi, hayatımda ilk defa gözyaşı döktüğünü görerek. Gözünün kenarından süzülen damla, toprağa karıştı.

Hissettiğim acıya rağmen gülümsedim ve ilk defa, ona gözlerim dolu dolu baktım.

Dişlerini sımsıkı birbirine bastırdı, dudaklarının arasından yine ıslığa benzer bir nefes çekti. ‘’Tanrı’nın merhameti varsa eğer, sen dirildiğinde yine seninle olmak isterim. Yine seninle savaşmak ve yine seninle ölmek. Eğer Tanrı’nın merhameti varsa ve sen tekrar yaşarsan,’’ dedi ve zoraki konuşuyormuş gibi duraksadı.

Acı çeker gibi boğazımın derinlerinden inledim; gözlerimden akan yaşlar, onun kavruğa kaçan esmer suratını bulanıklaştırsa da kömür karası gözlerini asla kapatamadı. Tüm çekiciliğiyle gülümsedi, derin ama kesik bir nefesin arasında hızlıca konuştu. ‘’Tanrı beni senden ayrılamayacağım bir yerde tutsun. Unutma, Te’ra,’’ dedi ve sık nefesler eşliğinde son kez, zoraki konuştu. ‘’Ölüm ancak onu isteyene…’’ Sözünü tamamlayamadı, başı yana düştü ve gözleri kapandı.

Köpek gibi acıdan inlemeden önce, ‘’Yakışır.’’ dedim fısıldayarak ve başımı göğe doğru çevirdim.

Tüm gölgeler başımda toplanmıştı, savaş çığlıkları bitmişti ama yerini büyük bir bağırış aldı. Bağırışın aslında bir feryat olduğunu kavradım. Kaybın feryadı, acının melodisi.

Yerde giderek ölümü tadan bedenimin içinde sıkışan ruhum, her ikimiz de o feryatla yanarak kavrulduk. Beni bir ateşin içine atmışlardı, belki ateşin kendisi olmuştum ama hiçbir ateş, beni böyle derinden yakmamıştı.

Yanımda ölen dostum, geçmişimde ve geleceğimdeydi.

‘’Le’a…’’ dedi, acı çeken o ses. Kısılmış sesi ağzından çıkan kelimeyi öldürdü. Yanıma öyle bir geldi ki rüzgar aramızdan esip geçti sandım. Başımı aceleyle kaldırıp bacağının üstüne koyarken diğer tarafına baktı, ‘’Setar…(İblis…)’’

Gözünden düşen yaşlar derimi ıslatsa da sesimi çıkartmadım. ‘’Erkan.’’ dedim, ‘’Mau ust. (Bana bak.)’’

Dolu gözleriyle bana bakarken bakışlarında hem kin, hem öfke hem de çaresizlik vardı. Dudaklarımdan dökülen harfler bana yabancıydı ama o kadar kolay konuşuyordum ki içten içe şaşırmıştım; Erkan’ın gözlerindeki ateş, ben konuştukça harlanarak parladı. Çenesini acıdan dolayı kasarak beni dinlerken, gözünden akan yaş yanağından çenesine doğru uzanıp, çene ucundan alnıma düştü.

Acıdan nefesim kesilse de çenemi kasarak dişlerimin arasından keskin bir nefes aldım. ‘’Tu an’rast. Hutr zame an’. Ti urr. Ma wi zut’. (Bu son değil. Hiçbir zaman olmayacak. Biliyorsun. Beni bekle.)’’ dedim vücudum baştan aşağı soğuktan titrerken. Hava soğuk değildi, damarlarımdan çekilen kanın arkasında bıraktığı boşluktu.

Her zaman dik duran ama şimdi yere doğru düşen omuzlarına değdi bakışlarım, sonra kızıl parlayan gözlerine baktım. Söylediklerimden sonra kendini kaybetmiş gibi, nefes alamıyormuş gibi kesik kesik inleyerek ağlayarak bana bakıyordu. ‘’An’ze. An’dratre. (Hayır. Ölemezsin.)’’ dedi acı dolu bir fısıltıyla. ‘’Ma an’kesar. (Yetişemedim.)’’ dedi sadece benim duyabileceğim bir fısıltıyla.

Kalbime büyük bir acı, nefret ve kin dalgası çarptı ama ona hissettiğim tek duygu; acıydı. Nefret ve kinin kime ait olduğunu anlayamadım. Dudaklarımdan kısık ama sadece onun duyabileceği bir ilahi döküldü. Kendi uydurduğumuz, ona öğrettiğim bir marş.

‘’Dratres os freyea zedur, (Ölüm her canlıya yaklaşır.)’’ Beni dinlerken omuzları sarsıldı ve başı bana doğru yaklaşır gibi eğilerek ağlamaya devam etti. Gözümden düşen yaşlarla kısıkça devam ettim. ‘’Taryes igonas ustyra im dratres, (Yaşam, ölümü öldüren tek şeydir.)’’

Konuşamıyordu, ağlaması kelimelerinin önüne geçiyor ve giderek benimle beraber sessizliğe gömülüyordu. Elimdeki karıncalanmalar artmaya ve içime soğuk işlemeye devam etti. Islanmaktan birbirine yapışan kirpiklerinin arasına, ruhumu hem yakan hem de kavuran kızıl gözlerine baktım. Aşık olduğum adama.

‘’Xeas ti nu’er. (Seni seviyorum.)’’ dedim büyük, son kez derin bir nefes alıp. ‘’Ma wi zut’. (Beni bekle.)’’

Ses, görüntü ve burnuma gelen metalik kokuların hepsi teker teker uzaklaştı. Gözlerimden akan yaşlar kalbimde büyük bir çukur açtı. Her şeyi kaldırabilirdim ama bu görüntüleri asla kaldıramazdım. Kalbimin altına sanki derin bir çukur açıldı ve o toprağa giderek gömülen kalbimden geriye kalan sadece nefret ve öfkeydi.

Tar’la buluştuğumda öfke dilimi, kalbimi cayır cayır yaktı. Ölümüm, yeni başlangıcımı doğurmuştu ve başlangıçla son birleştiğinde her şeyi hatırladım. Nilüfer’i, kitabı, geçmişin kareleri ve gelecek her şey gözümün önüne bir bir gelirken bedenimin karıncalanışını hissettim.

Sesler tanıdığım herkesin sesine büründü; yetimhanedeki akranlarımın küçük sesleri büyüyerek Nilüfer’in sesine dönüştü; Nilüfer’in sesi kalınlaştı ve Akdes’in hırıltılı sesine büründü; o ses daha da derin, kasvetli bir hal alıp Asir’in sesine sonra kelimeler değişip aynı sesle Erkan’ın sesine çevrildi. Herkesin sesini kafamın içinde duyuyordum.

Tek bir kişinin hariç. En önemlisi.

Kendi sesimi duyamıyordum.

Kendi ruhumun yanışını uzaktan değil, ruhumun tam merkezinde hissederek izledim.

Onun alay kokan gözlerini gördükçe kinim canlandı ve sanki karşıma dikilip bana kendi duygusuyla baktı. Parmaklarının boynumdaki acısını, nefesimi kesişini artık hissetmiyordum. ‘’Tar,’’ dedim dişlerimin arasından, sert bir sesle. Bir yandan titrek bir nefesle ağlasam da sesim ve gözlerim bir taş kadar sertti.

Dudaklarımdan dökülen kelime bana yabancı ama bir o kadar doğru geldi. ‘’Tras. (Geri çekil.)’’

Alaycı tavrı aniden silinip yüzüne şaşkınlık hakim oldu, birden boynumu kıskaç altına alan parmakları gevşeyip geri çekildiler. Sırtımı nereye bastırdığını bilmiyordum ama ayaklarım zemine bastı ve bu illüzyon, yavaş yavaş silinir gibi oldu. Orman puslu bir pencerenin arkasındaymış gibi etrafımda belirdi.

Tar’dan başkasıyla ilgilenmiyordum. O kadar öfkeli ve aşağılanmış hissediyordum ki bu duygu, kine dönüştü. İblis’in ve onun gözyaşlarını görmek, dahası ölümle karşılaşmak aklımı bulandırmıştı. Erkan’ın ağlaması, içi giderek mahvolmasını kaldıramıyordum ancak, ben mi yoksa o mu kaldıramıyor emin değildim.

‘’Tar, drast’ya. (Tar, diz çök.)’’ dediğimde karanlık dizini aniden yere bastırdı; şaşkınlıkla gözlerime bakmaktan başka bir şey yapamıyordu.

Dilime gelen kelimeleri ben çağırmıyordum, onlar bana geliyordu.

Ona tepeden baktım. Bir böcek gibi.

Tıpkı o savaş alanında duran Kraliçe’nin Elvis’e baktığı gibi.

Orman belirmeye başladığında İblis’in kapısının zihnimde gıcırdadığını duyar gibi oldum ama ilgilendiğim tek şey, Tar’dı.

Tek kaşımı kaldırdım ve gözlerimi onun simsiyah gözlerinden ayırmadan, emredercesine konuştum. ‘’Ma gras ti tus’ya. (Beni sen çıkaracaksın.)’’

‘’An’ze. An’ze. (Hayır. Hayır.)’’ dedi mırıldanarak, dehşetle. ‘’Buras ma an’des. (Böyle olsun istemedim.)’’ Yine de eninde sonunda sözüme geldiğini, etrafın giderek silikleşmesinden ve İblis’in kapısının aralanmasıyla anladım. Dudaklarımda alaycı, kibirli bir tebessüm belirdi. İçimdeki kinin ve nefretin sebepsizce büyüdüğünü hissediyordum. Ona karşı.

‘’Ma gras tus’ya, vaer wu ti dratres. (Beni buradan çıkarttığında, kendini öldüreceksin.)’’

Dehşetini hissettim, öyle boğucu ve kasvetliydi ki bu kasvette sadece o boğuldu. İçimde hissettiğim güçlü bir hisle, bakışlarım donuklaştı. Beynim giderek berraklığa büründü ve sanki ileriden sımsıcak güneşin ısısını hissettim. Orman dağıldı, Tar arkasında çığlıklar ata ata kayboldu ve bilincim gözlerimi alan beyaz ışığın altında aralandı.

Nefes alamamayı nasıl tanımlarsınız?

Bir yazarın kaleminin kırılması, bir uçurumun kenarında dikilirken rüzgarın sizi boğması veya umudun tam karşısında duran çaresizlikle tanımlardım ben. Tüm dünyanın üstüne gelmesi ama zayıf ellerinle üstüne gelen koca çemberi itememek, nefes alamamaktı. Nefes alamadığınızda hayatınızın sonu geldi sanırdınız ama her şey, o zaman başlıyordu.

Nefes alamıyordum.

Çünkü herkes benden bir şeyler bekliyordu. Olduğum kişi ve olmam gereken kişi arasında sıkışmıştım, ruhum iki koca duvar arasında nihayet pestile dönüşecekti ama onun arasından kurtulamıyordu. Ruhum, nefes alamıyordu. Akdes’in yaşlı gözlerine bakarak ona meydan okurcasına teklifini kabul ettiğimde de aslında nefes alamamıştım.

Yine de her şey, o zaman başlamıştı.

Uyandığımda beyaz tavanı seyretmek kendimi iyi hissettirmeliydi ama kafamda milyonlarca, bağımsız sesler dönüp duruyorken iyi hissedemiyordum. Odanın içinde benden bağımsız, çığlık çığlığa yankılanan sesler vardı. Boğazıma kadar bağıramadığım seslerle dolmuştum ve ağzımı aralasam kelimeler değil, koca bir çığlık çıkacak diye korkuyordum.

Yine de dışarıdan hissiz, soğuk bir şekilde uyanıvermiştim.

Hem farklı hissediyor, hem hiçbir şey hissetmiyordum. Aklımda dönüp duran sahneleri hiç unutmayacağım düşüncesi beni deli ediyordu. Her şeyi baştan aşağı yaşamış, bir Tar’la mücadele etmiştim ve bu savaşı kazanmıştım. Kazanmak. Kazanmış mıydım? Benden geriye ne kalmıştı?

Savaşta kazanan olmazdı.

Kurumuş boğazım kavruldu, dilim damağıma yapıştı. Gözlerimi hiç dinlenmemişim, burada yatan ben değilmişim gibi yorgunca aşağı doğru indirdiğimde Asir’in kestane rengi saçlarını gördüm. Kolunu yatağın kenarına yaslayıp uzatmış, başını koluna dayamıştı. Onu zihnimde gördüklerimle hatırladığımda kalbimin rastgele atışlarını hissettim.

Gözlerini usulca araladı ve tekrar kapatarak başını yukarı kaldırdı; bir süre gözleri kapalı halde karşı tarafa bakarken onu takip eden bakışlarım, hal ve hareketlerini sessizce seyretti. Elini yataktan kaldırıp gözünü ovuşturduğunda, tek gözünü aralayıp uyanmış mıyım diye kontrol etmek için bana doğru indirdiğinde, diğer eli uyandığımı fark edince aşağı düştü.

Bana öyle bir kızgınlıkla baktı ki, yatak gözlerinin kızıllığında alev almış da beni yakıyor sandım. ‘’Uyandın mı?’’ dedi, soğuk bir sesle. Hiçbir tepki vermeden öylece baktığımda bu onu daha da öfkelendirse de dişlerini birbirine bastırarak sınırını korudu. Kendi sınırlarını koruyup bilen biriydi; çok gerekmedikçe bana öfkesini göstermiyordu.

Nedenini artık biliyordum.

‘’Güzel.’’ dedi kuru bir sesle, ardından hiçbir şey söylemeden yatağın kenarından kalkacaktı ama ondan önce davranıp elimi yana doğru kaydırdım ve parmağını son anda tuttum. Başparmağıyla, orta parmağını saran parmaklarıma göz ucuyla bakıp bir süre öylece kaldı. Sanki ona dokunuşum onu farklı yerlere götürmüştü.

‘’Kızgın mısın?’’ dedim kısık bir sesle.

Gözlerini nihayet elimizden çekip bana bakarken, kafasını salladı. Dudakları birbirine mıhlanmış gibi konuşmadı fakat beyninin içindeki gürültüleri duyuyordum. Tekrar konuştum, ‘’Su vermeyecek kadar mı?’’

Sert, keskin bakışlarını üstüme dikerek, ‘’Sen başımın belasısın.’’ dedi ses tonunu ayarlamaya çalışırken. ‘’Ezrial!’’ dedi daha sonra, öfkesini ondan çıkartmak ister gibi. İçeriden gelen adım seslerini duyduktan sonra çok geçmeden girdi içeri, mor hareleri bir Asir’e bir de bana kayarken, anında bakışları bende durdu. ‘’Evin! Uyandın mı?’’ dedi birkaç adımda yanımda biterek.

Asir’in kaşlarını çatarak kafasını yukarı doğru kaldırmasını ve çocuğu baştan aşağı, aynı ifadeyle süzüşünü görüp yumuşakça yutkundum. ‘’Evet,’’ dedim mor harelere gözlerimi dikerek. Sesim o kadar yabancı çıkmıştı ki Asir bile kızgınlığını bir yere bırakıp bana döndü. İkisi de neden olduğunu bilmediğim bir sebepten şaşkın görünüyordu.

‘’Ben sana su getireyim.’’ dedi Ezrial, gizli bir şaşkınlıkla sakin kalmaya çalışarak.

Başımı sessizce salladım. ‘’Orada ne oldu?’’ dedi Asir, dikkatlice çatık kaşlarıyla beni süzerken. Bir süre tereddüt içinde, ona gördüklerimi söyleyip söylememek arasında kaldım. Hem anlatmaya karar vermişsem de nereden başlayacaktım? Hem de söyleseydim ne değişecekti? Bana karşı olan tavırları, düşünceleri değişir miydi? Ya da aramıza o bitmek bilmeyen kalın sınırlarını mı çizerdi?

‘’Anlatırım.’’ dedim yorgunlukla.

Ezrial çok geçmeden içeri girerken, onu takip eden ihtiyarı da gördüm. İfadesi ciddiydi, bastonunu her yere vuruşunda ucu sanki yere değil de beynime saplanıyormuş gibi başıma ağrı giriyordu. Gözlerimi sımsıkı kapatmama yetecek kadar artan gürültüler ortamdan uzaklaşma isteğimi doğuruyordu.

Odadaki sesler bir türlü susmuyordu. Delirecek gibiydim. Kulaklarımı kapatıp onları duymazdan geldim ama bu sefer zihnimde dönüp duran sahneleri tekrar yaşıyordum. Uyandığımda olan sahneler. Tar’la mücadelem gözlerimin önüne gelip duruyor ve aklımı karıştırıyordu.

Dayanamayacak gibi olduğumda yorganı atarcasına üstümden fırlattım. Ellerimi kaldırıp başımın iki yanına koyduğumda Asir’in sırtını dikleştirip bana endişeyle baktığını göz ucumda gördüm. Gözlerimi kapatmaktan korkuyordum, ellerimi kulaklarımdan çekmekten de çekiniyordum; yine de sesler beynimin içindeydi zaten.

Biri beni çağırıyordu.

Biri beni uçuruma itiyordu.

Biri benimle oynuyordu. Veya benim sesime sahip olan biri; o kişiyle oynuyordu.

Ellerimi öfkeyle indirip Akdes’e sert bir bakış attım. ‘’Şu bastonu yere çarpma!’’ dedim aniden gürleyerek. Ortamdaki sessizlik kulaklarımı çınlattı, Akdes sakince duraksadı; Ezrial elinde tuttuğu bardağı titreyerek komodine koydu. Asir oturduğu yerden gözlerini kısıp beni baştan aşağı inceledi.

Yutkundum. ‘’Başım ağrıyor.’’ dedim sıklaşan nefesimin arasında, ‘’Bağırdığım için özür dilerim.’’

‘’Önemli değil.’’ dedi Akdes, hiç oralı olmadan.

‘’Evin!’’ dedi arkasından gelen ince ses, ‘’Uyandın sonunda!’’ Bu kadar gürültüyü kafam kaldırmıyordu! Beynimin içini bir spatulayla kazıyıp duruyorlardı konuşurlarken, hiçbiri farkında değildi. Çenemi birbirine kilitlediğimde Asir’in durumu anlayıp ‘’Sessiz ol.’’ dediğini işittim. O kadar yumuşak, sessiz bir tınıda söylemişti ki gözlerimiz bir anlığına buluştu.

O gözlerin derinlerinde, hareketlerime anlam vermeye çalışan adam vardı. Belki de beklentiyle parlayan bir ruh.

Mehir sakin ve yumuşak bir tonla, ‘’İyi misin? Nasıl hissediyorsun?’’ Endişeyle yanıma gelen ela gözlerine baktım, gümüşi saçları kesilmişti. Uzun ve bir kuş yuvasını andıran saçlarını küt hale sokmuş, kakül bırakmıştı. Suratına yakışan saç modelinde takılı kaldı gözlerim, bana Nilüfer’i andırıyordu.

Bakışlarımı ondan çekerek yatağa odaklarken, ‘’Daha iyi olduğum zamanlar olmuştu.’’ dedim kısık sesle. Asir’in tam yanımda derin bir nefes bıraktığını duydum. Burnumda bir akıntı hissettiğimde elim oraya gitti, elimin dış kenarını burnuma götürüp sürttüm ve tekrar aşağı indirdim.

Elimdeki kana baktığımda gözlerimin önü kararır gibi oldu, fakat toparlanışım hızlıydı. Asir aceleyle elini kaldırıp çeneme dokunduğunda beynim durdu ve şaşkınlıkla ona döndüm. Hem burnuma, hem de bana bakarken öyle öfkelendi ki kendini zor tuttuğunu görüyordum. Kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi ve elini yumuşakça geri çekti, bakışlarını da kafasını da aşağı indirirken gözleri kapandı ve ‘’Sakin ol…’’ dedi mırıldanarak. Ona kaşlarımı çatarak, anlamsız gözlerle baktım.

‘’Burnun…’’ dedi, ince ses. Sonra önüme uzatılan beyaz mendile boş boş bakıp kafamı kaldırmadan onu alıp burnuma tekrar götürdüm. Yumuşak dokuyu burnumda hissederken, gözlerim nihayet yukarı doğru kalktı ve Mehir’in endişeli gözleriyle buluştu. Kafamı onu teskin etmek istercesine yumuşakça salladım.

Mendili defalarca burnuma götürüp silmek zorunda kaldım. Kimse sessizliği bozmak istemiyordu, çünkü ortamda her an patlamaya yakın biri vardı. O, ben değildim. Herkes onun sakinleşmesini istercesine sessizliğini sürdürürken, bana da kafamı toparlamam için izin verdiler. Şu an konuşacak durumda değildim.

Beynimin içindeki gürültüler çok fazlaydı.

Zihnimde bir ses duyduğumda, dış dünyaya ait olan tüm sensörlerim kısa süreliğine kapandı ve içeriye odaklandım. İblis sonunda kapısını araladığında bakışlarım o tarafa doğru döndü. O gelince kafamdaki tüm sesler kesildi. Ciddi anlamda. Beynimin içi tamamen bir mezarlığa dönüştü ve derin, rahat bir nefes verdim. Onun orada bulunuşu ve bulunmayışı bana çok şey katıyordu.

Ona baktığımda tahtında öyle büyük görünüyordu ki ruhum bedenimin içinde adeta irkildi ve bir adım geri attı. Ona ve yeni haline şaşkınlıkla bakarken, o sanki hiçbir şey yaşanmamış veya hiçbir etki altında kalmamış biri gibi bana soğuk, bir şeytandan daha tehlikeli bakıyordu.

‘’İblis?’’ dedim onu baştan aşağı süzerken.

Baştan aşağı siyahtan oluşan dumanlı elbisesi sanki bedenine büyük geliyormuş gibi kabarmış, ayaklarındaki sarkaçlar daha belirgin ve ayrılmış görünüyordu. İki bacak şeklindeydiler sanki. Dumanları her zamankinden daha hareketli, daha yoğundu. Sanki elimi uzatsam ya beni içine çekecek ya da o dumanı avcumda hissedecektim. Altın işlemeli tahtı her zamankinden daha büyük, daha uzun ve odayı neredeyse kaplayacak şekilde görünüyordu; o tahtında otururken tahtı ondan daha büyüktü ama o ise, benden daha büyüktü.

Sol elinde tuttuğu kadehin formu da değişmişti, küçük görünen kadehi daha iri bir hal almış ve daha parlak görünümdeydi; bardağın kenarındaki parlak taşlar rengarenk parlıyordu. ‘’İyi misin?’’ dedim şaşkınlığımdan zoraki kurtularak. Sesini duymak için can attığımı bilen gözleri, kısıldı ve sanki inadıma yapıyormuş gibi boğazından boğuk bir hırıltı çıkartıp beni onayladı.

Konuşmadı.

Bakışlarında bir farklılık sezdim, her zamankinden daha keskin ve sert bakıyordu. Öldürme arzusu taşıyan seri katilin bakışları kadar donuk; atağa geçecek olan bir kaplanın bakışları kadar parlak duran kömür karası gözleri beni, hiç acelesi olmadan baştan aşağı süzdüğünde bedenim aradan çekildi ve ruhum ön plana çıktı. Sanki onun ayakları altına kapanacak, durduk yere aflar dileyecek kadar çaresizdi.

Sormadı fakat, ‘’Ben de…’’ dedim mırıldanarak, kaşlarımı çatarak bu uğursuz duygudan kurtulmak için çabalarken.

Kafasını salladı.

‘’Hatırlıyor musun?’’ dedim tekrar, konuşturma çabasıyla. ‘’Orada olan şeyleri.’’ Başını salladı ve gözlerini benden ayırarak başını sola doğru çevirdi; kitap raflarına bakarken sanki onları ilk defa görüyormuş gibi dikkatlice incelediğinde konuşmaktan kaçındığını sezdim. Benimle konuşmak istemiyordu.

Yatağımda duran ellerim istemsizce birbirine kavuştuğunda, çaresizlikle başparmağımın tırnağını; diğer başparmağımın kenarındaki ete sürtmeye başladım. İçimde oluşan yangın, kalbimin tam altına doğru yayılıyor ve çevresini sarmaya başlıyordu. Başta boşluk hissediyordum; şimdi ise o boşluğu, İblis kocaman bir ateş çukuruyla dolduruyordu.

‘’Niye konuşmuyorsun…’’ dedim mırıldanarak. Babasından azar yemiş veya onun kalbini kırmış olduğunu bilerek özür dilemeye çalışan kız çocuğu gibi.

Anılarımda o vardı, anılarıma hükmeden İblis’in gerçek yüzünü artık biliyordum; geçmişteki o yabancı ama tanıdık gelen yakışıklı suratı gözlerimin önündeyken, bana parlak şekilde gülerek bakıyorken; birden o gözlere dumanlar çöküyor ve kirpikleri ağır bir şekilde kapanarak karanlığa teslim oluyordu.

Onunla beraber ben de karanlığa teslim oluyordum.

‘’Seni ben öldürmedim.’’ dedim fısıldayarak, ‘’Seni ben oraya kapatmadım.’’ Yutkundum.

Donuk bakışları raflardan ilk defa ayrılarak yavaşça bana doğru döndüğünde, kafası hala o tarafa bakıyordu. O da yumuşakça yutkundu ve tek kaşını kaldırarak ağır ağır, bastırarak sordu. ‘’Yani?’’ Sesini ilk defa duydum ve bu sefer ruhum dahil bedenim de baştan aşağı titredi. Özlem, çaresizlik, sevgi ve daha nice duyguyla beraber başımdan aşağı kaynar su dökülmüş gibi sıcak bir etkinin ardından soğukça titredim.

Sesi yabancıydı; daha kalın, daha mekanik ve daha gürdü. Sesi artık koridorlarımı değil, labirentimi işgal edecek kadar kuvvetli çıkıyordu. Güçlendiğini hissediyordum; dahası o da güçlendiğini biliyordu. ‘’Seni suçladım mı?’’ dedi tekrar, sert bakışlarını yüzüme dikerek. Başımı iki yana salladığımda, başımı hafifçe eğerek kaşlarımın altından üzgünce ona baktım.

Bakışlarımdan hiç etkilenmiyormuş gibi otoriter şekilde, ‘’Cevap?’’ dedi, kaba sesiyle.

‘’Hayır.’’ dedim mırıldanarak.

‘’O zaman sus.’’ dedi hızlıca, kadehini dudaklarına doğru usulca götürdü. Dudaklarından ayırdığı şarabı yuttuktan sonra, ‘’Dinlen diye konuşmuyorum. Ayrıca, ben de iyi değilim.’’ dedi sonlara doğru çok kısık şekilde fısıldayarak. ‘’Hem de hiç…’’ dedi ve Asir’e anlam veremediğim bir bakış attı. Onun, o şekilde Asir’e bakacağını tahmin edemezdim ama sanki karanlık gözlerinde, acıyla parıldayan bir ateş vardı.

Aniden, sebepsizce içimde her yeri yakıp yıkacak kadar yuvarlanan öfkeyi hissettim; onu hissediyordum ama o kadar pasifti ki hareketlerime yansımıyordu.

Sırıttım ve sabır dilercesine, sakin sakin Asir’e daha sonra arkasında duran insanlara baktım. Dudağımın kenarı kıpırdayarak kıvrıldı, ifadem nasıldı bilmiyordum ama Asir’in gözlerinde vahşi bir duygunun parladığını; Ezrial’i ise bir kez daha şaşırttığını fark ettim. Çünkü tehlikeyi anlamış olan hayvan gibi bir adım geri çekildi.

‘’O istediğiniz kişiyi bulabildiğinizi düşünüyor musunuz?’’ Ses tonumdaki yabancı tını bir tek bana değil, Asir ve İblis dışında, herkese yabancı gelmişti. Asir’in gözlerinin derinlerinde sanki umut kırıntıları parlıyordu, bana beklentiyle biraz da şüpheyle bakıyordu.

Akdes istifini bozmadı, ‘’Evet.’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak. ‘’Bulduk.’’

Tek kaşımı kaldırdım ve suratına dik dik baktım, diğer yandan da dudaklarımda vahşi bir tebessüm vardı. ‘’Sanmıyorum, Akdes. Ben sandığınız o kişi değilim.’’ dediğimde Akdes hazırcevaplıkla ‘’Nasıl birini bekliyoruz ki?’’ dedi. Ağzımı aradığını fark ettim, oyuna gelecektim.

‘’Siz kurtarıcıyı, hayır, kurtarılmayı bekliyorsunuz.’’ dedim ve Asir’e göz ucumla baktım. İstifini bozmadan, oturduğu yerde beni seyrediyordu. Bazen bakışlar çok şeyi anlatırdı; onun bakışlarında da şimdi her şeyi aynı anda görüyordum. Beklenti, kararsızlık, akıl karışıklığı, şüphe… Umut. ‘’Siz bir Kraliçe’nin peşine düşmüşsünüz ama unutmuşsunuz, onun tacı çoktan düşmüş.’’

Akdes hiçbir ifade bulunmaksızın bana bakarken; Mehir ve Ezrial’ın aynı anda kaşlarını çatarak birbirlerine baktıklarını gördüm. Sonra bakışlarım, karanlığın içinde parlayan o kızıl gözlere tutundu. Gözlerinin kızıllığı sanki aklarına da düşmüştü, örümcek ağına benzeyen ince damarları kızarmış; dudakları ince bir ip gibi dümdüz hale girmişti.

‘’Ben Kraliçe’nin peşinde değilim.’’ dedi Akdes, bastonunu hareket ettirerek Ezrial’den çalışma masasının yanındaki sandalyeyi getirmesini işaret etti. Ezrial bir iki saniye afalladıktan sonra sandalyeyi kapıp Akdes’in arkasına koyarken aceleci davranıyordu. Akdes yerine oturdu ve bastonunu da tam yanına, dik şekilde tuttu. Bal sarısı gözleri her zaman donuk bakardı ama şimdi, bir mum gibi parlıyordu. ‘’Ben bu düzeni sağlayacak olan kurtarıcının peşindeyim. Bu düzeni koruyacak, nizamı tekrar oluşturacak, karanlığı yönetebilen o kişinin peşindeyim.’’

Asir omzunun kenarından arkasına bakar gibi yaptı, gözleri aşağı doğru inmişti. ‘’Akdes, yaşlı bunak, ne planlıyorsun birkaç günden beri?’’ İhtiyar hiç oralı olmadan tebessüm ederken, İblis’in buz kadar soğuk bakışlarının Asir’e saplanmış olduğunu gördüm. ‘’Asir, sevinmelisin!’’ dedi ihtiyar, müjde vermişçesine neşeli bir halle. ‘’Uzun zaman süren esaretinden kurtardım seni, karşında Kuzgunlar Kraliçe’si.’’

Asir’le şaşkınlıkla birbirimize baktık. Ben neden şaşırdım, bilmiyordum ama bunun, bu şekilde ona söylenmesini planlamamıştım. Bu çok hızlı gelişmişti. Asir hızlı toparlandı ve kafasını aşağı doğru indirerek alnına düşen perçemlerinin hafifçe sallanmasına neden oldu. ‘’Ne saçmalıyorsun ihtiyar?’’ dedi bozuk, durgun bir sesle.

Akdes konuşacaktı ama aniden hareket etmediğini fark ederek ona baktım. Ağzını aralamış, Asir’in kafasının arkasına boş gözlerle bakarak konuşacaktı ama öylece kaldı. Ezrial aklı karışmış, çatık kaşlarla bize bakarken başını yana eğmiş durmuştu. Mehir tamamen kopmuş görünüyordu ve hiçbir şey anlamamıştı, o yüzden başını aşağı eğmiş kollarını göğsünde kavuşturmuştu.

Duvardaki saate baktım, akrep ve yelkovan hareket etmiyordu.

İblis yutkundu. Ben de.

Asir’e tedirgince bakarken, başı aşağı hafifçe eğilmiş vaziyette sadece bakışlarını yukarı usulca kaldırarak bana baktı. Gözlerimiz buluştu. ‘’Bana ne olduğunu anlat. Senden duymak istiyorum. Eksiksiz, yalansız.’’ dedi bastıra bastıra. Ona her şeyi anlattım. Uyuduğumda ne gördüğümü, eski Kraliçe olduğumu ve düştüğümü. Fakat hiçbir şeyin, gördüklerimle sınırlı olmadığını da biliyordum.

Asir gözünü bile kırpmadan, sakince beni dinliyordu. ‘’Her şeyi biliyordum.’’ dediğinde kafamı boşluğuma gelerek salladım ama İblis sırtını dikleştirdiğinde, benim de kafama dank etti ve Asir’e şaşkınlıkla baktım. Yutkundum, ‘’Ne?’’ dedim kirpiklerimi kırpıştırarak.

Sakince, ‘’Yağmur,’’ dedi özen göstererek. Sanki yanlış bir ismi söylemekten kaçınıyordu; Kraliçe’nin ismini. Gözleri yanıp tutuşurken yutkundu, ‘’Sen belki de buraya gelmeden önce bile olabilir. Kesik kesik hatıralar görüyordum, seninle senin bedenini hissedebileceğim kadar yakın olduğum anılar bile oluyordu. Sonra ritüelden beri, kanımı seninle paylaştığım andan beri kesinleşti. Fakat bana kalırsa, her şeyin zaten farkındaydım.’’

Sırtımı yatakta dikleştirip öne doğru eğildim. ‘’Neden benden sakladın?’’ dedim, hayal kırıklığım sesime yansımıştı. ‘’Başından beri biliyordun madem, neden benimle oynadın? Yanında kıvranıp durduğumu görmedin mi? Bundan zevk mi aldın?’’ dedim hırsla, art arda sorular sorarak. Avcumla bir yerden sonra rastgele omzuna vurmaya başlamıştım.

Sesini çıkartmadan vurmama izin verdi. Avcum yanana kadar ona vurduktan sonra elimi yorganın soğuk kılıfına indirip parmaklarımla onu avuçladım. Diğer omzumdaki yara kendini belli edercesine sızladı. Dişlerimi birbirine bastırıp delirmemek için çok çaba sarf ettim. İblis sesini çıkartmadan, arkasına yaslanarak bizi seyrediyordu ancak ilk defa keyifli görünmüyordu.

Önce sakince, ‘’Öyle olması gerekiyordu.’’ dedi. ‘’Hala öyle olması gerekiyor.’’

Yutkundum. ‘’Seni parçalamak istiyorum, nasıl bu kadar sakinsin?’’ dedim öfkeyle fısıldayarak.

Kızarmış gözlerini bana doğru çevirdiğinde nefesim kesildi, ilk defa gerçeklikte bu kadar dağılmış göründüğünü gördüm. Dilim lal olmuş halde ona bakarken, İblis bakışlarını bizden çevirip kitaplığa doğru baktı. Asir derinden gelen sesiyle, ‘’Sakin falan değilim. Hiç sakin değilim.’’ dedi aklını kaçırmamak için özel bir çaba sarf ederek, fısıltıyla kendi kendini sakinleştirmeye çalışarak. ‘’Yaptıklarımın sebebi var, şu an sana sımsıkı sarılmıyorsam; nefesin kesilene kadar seni öpmüyorsam öyle olması gerektiği için.’’ Sadece şaşkınlıkla dudaklarından dökülen kelimeleri sindirmeye çalışarak bakıyordum.

‘’Sen hiçbir şey hatırlamazken, ben çok şey hatırlıyorum Yağmur. O an kanımı kullanmamalıydım bile dedim ama iş işten çoktan geçmişti.’’ dediğinde ritüelde kanını kullanışı beynimde resim halinde çizildi. İçimde içim dışım çıkana kadar ağlayasım vardı ve bu sebepsizce çoğalan bir duyguydu. Elini kaldırıp parmaklarıyla gözlerini ovuşturduktan sonra kızarmış gözlerini benden çekip başka yere odakladıktan sonra, bir süre düşüncelerini topladı.

Sessizlik şu an olması gereken yerdeymiş gibi hissettim.

Konuştuğunda Asir hiç olmadığı kadar dürüsttü, özlem duyan biri misali kelimeleri telaffuz ederken sesine sıcaklık yayılıyordu. ‘’Yağmur; Te’raelyn, bu odada bulunanların yaşının yetmeyeceği kadar uzun zaman önce yaşayan bir Kraliçe’ydi. Onlar belki bir Kraliçe’nin özlemini çekerken ve bu arayışta olurken, ben farklı birinin özlemini duyuyordum.’’ dedi ve kızıl gözleri üstüme ilk defa çevrildiğinde kalbimde kıvılcımlar çaktı.

O kıvılcımlar kalbimin etrafında havai fişekler gibi patlarken mideme kadar inen krampı hissettim. Titreyen ellerimi resmen yorgana doğru bastırıp parmaklarımla sımsıkı kılıfı kavradım. ‘’Eşimin özlemini.’’ dedi, gözleri dolmasa da binbir türlü duyguyu içinde barındıran o yangın gözlerine baktım. İçime bir sıcaklık yayıldı ama aynı zamanda, öfkeli de hissediyordum.

Aklım karışıktı.

‘’Erkan’ı tutmak o yüzden zordu.’’ dedi, tek kaşını kaldırıp indirirken. Yutkundu, söyledikleri ona bile zor geliyormuş gibi görünürken kararlı bakışlarını üstüme çevirmeyi başarabildi. Benimse gözbebeklerim kirpiklerime kadar hissettiklerimle titredi. ‘’Ve bundan sonra daha çok zorlaşacak çünkü Kraliçe olduğunu; hatta eşim olduğunu saklayacağız. Herkesten.’’

‘’Neden?’’ diyebildim, güçsüz bir sesle. Yüzümde nasıl bir ifade vardı bilmiyordum ama bana bakarken, derin bir iç çekti ve kendine zaman vererek bir süre bekledikten sonra kaşlarını çatıp hızlıca düz hale sokarken, ‘’Tehlikedeyiz.’’ dedi. ‘’Sen eski gücüne kavuşana kadar, her şey eskisi gibi olacak. Hiçbir şey değişmeyen o kısma döneceğiz.’’

‘’Beni mi yoksa Kraliçe’yi mi sevip koruyorsun?’’ dediğimde sessiz kaldı. İçimde binlerce aynanın aynı anda kırılışına ve her birinin etlerime batışına şahit oldum; sanki biri o cam kırıklarını kendi ruhumun üstüne atıp yürüyüp durdu. ‘’Yağmur,’’ dedi ben hislerimle boğuşurken. ‘’Ruhunun bir kısmı zaten Kraliçe.’’ dedi emin bir tavırla, gözlerime bakarken. ‘’Siz ikiniz, farklı kişiler değilsiniz. Aynısınız.’’

Düşüncelerimi toparlayamadan bana uzun bir süre bakarken, aniden bana doğru eğildi. Ne olduğunu anlayamadan beni belimden kavrayarak tutup çekti ve çenesini omzuma yasladı, yatağın içinde ona kolayca kaydım. ‘’Sikerler böyle işi.’’ Kulağıma fısıldadığı cümle hiç romantik olmasa da, ondan yayılan ferah kokuyu içime çektim. Benden çok geçmeden ayrıldı ama yüzlerimiz hala birbirine yakındı, bu açıdan bile çok karizmatik görünüyordu. Yarasına baktıktan sonra tekrar kızıl gözlerine indim.

Dudaklarıma doğru inen bakışlarıyla, kalbimin atışları hızlandı ve damarlarıma tatlı bir heyecan dalgası sardı. Beni öpmedi ama dudaklarıma çok çaresiz baktı. ‘’Eskiye döneceğiz,’’ dedi kendini inandırmak ister gibi. Gözlerimin içine bakarak, tane tane söylediği kelimelerle zorlukla yutkunurken başını usulca salladı. ‘’Yine de, seni korumak için hep yanında olacağım Rea.’’

Söyledikleriyle aklım allak bullak olurken zaman tekrar akmaya başladığında etrafı gürültüler sardı. Akdes ve Ezrial aynı anda konuştular ama onları dinlemedim. O zaten eski yerini almış, bana son kez sadece benim anlayabileceğim bir bakış attıktan sonra donuk ifadesine geri dönmüştü. O kırılmaz maskesine.

‘’Ne diyorsun Asir? Kraliçe! İşte!’’ dedi Akdes, heyecanla.

Ona olabildiğince yavaşça dönüp, Akdes beni göremese bile bakışlarımı gözlerine diktim. ‘’Ben Kraliçe değilim.’’ dediğimde etrafı yoğun bir sessizlik sardı. ‘’Yalan söyleme.’’ dedi Akdes, huysuzca. ‘’Enerjini hissediyorum. Karanlık ve yoğun o enerjiyi.’’

‘’Sadece tesadüf. Hem de o enerji, senin kızı karamsar bir yere tıkmandan da kaynaklanıyor olabilir.’’ dedi Asir, durgun bir sesle. ‘’İhtiyar, üsteleme. Evin’den hiçbir cacık olmaz.’’ Ona gözlerimi kısıp bakarken, o bana bakmamaya özen göstererek Akdes’e odaklandı.

‘’Kuzgunlar?’’ dedi Mehir, alık alık.

‘’Ritüelden dolayı. Bazen hayvanlar bile ritüelden etkilenebiliyor, ormanda yaptık sonuçta.’’ dedi gözünü bile kırpmadan. Çevresine boş boş baktı, ‘’Eğer o kraliçe olsaydı, tepesinde bir tane kuzgun bekliyor olurdu.’’

Mehir bu saatten sonra üstelemedi, sanki bazı şeyleri eksik biliyordu da bunu kapatmak için sessizliği kullanmış gibiydi. ‘’Kızı da boşuna yorduk.’’ dedi Ezrial. Akdes’in hala şüpheleri vardı ama üsteleyecekken, Asir sözünü kesip ‘’Siktirtmeyin belanızı. Zaten kız selam vermiş borçlu çıkmış. Bir uğrayayım demiş, kızı rehin almışsınız.’’ dedi kaşlarını çatarak Akdes’e bakarken. Sonra elini havada sallayıp bana doğru, ‘’Kalk, gidiyoruz.’’ dedi, bana bir kez olsun bakmadan.

‘’Ama yorgundur…’’ diyen Ezrial’e öyle sert bakış attı ki Ezrial yutkunup bir adım geri çekildi. ‘’Neyse, size iyi yolculuklar. Görüşürüz sonra…’’ dedi bana doğru gelişigüzel bakarak.

Yataktan yorgun argın kalkar gibi yaparken aslında hiç yorgun hissetmediğimi fark ettim. Her şey olması gerektiği gibiydi, sanki ben gece uyumuş ve sabah kalkmıştım. O kadar rahat olmamdan şüphelenirler diye hafiften inleyerek kalktığımda, Asir’in bakışları beni buldu. İlk defa.

Maskesinin ardında yatan ruhu görmem kolaylaşıyordu. Alaycı, küstah ve biraz edepsiz bakış atıyordu bana fakat görünüşte, hiçbir şey yoktu. İblis dudaklarını birbirine bastırıp kadehinden yudumlarken çevresindeki insanları gelişigüzel süzdü. Yataktan sonunda çıkıp arkadaşlarımın arasından geçtim ve odanın boncuklu perdesine ulaştım. Asir beni takip ediyordu.

İçimde büyüyüp duran bir kargaşa vardı.

Bir asır daha, Kraliçe’ye ve onun hükmüne tanıklık edecekti.

Benimse, kötü mü ya da iyi mi olacağıma zaman karar verecekti.

 

Tekrardan merhaba,

Asla kendimden emin olamadığım bir bölümün sonuna daha geldik. Ben oturup günlerce yazabilen biri değilim, ilham ne zaman gelirse o zaman yazıyorum ve bir bölümü yazmak, düşünemediğiniz kadar işlemden geçiyor. Gerçekten. Bu da beni yoruyor. Sizi tatmin etmek, düşüncelerimi kağıda geçirmek ve aynı zamanda hissetmek düşündüğümden daha zor ve tatmin edici.

Nasıl yazdığımı cidden bilmiyorum, sadece yazıyorum.

Geçmiş ve geleceğe tanıklık ettik. Bu yüzden, geçmişteki Erkan ve İblis hakkında ne düşünüyorsunuz? Kraliçe, Evin hakkında?

Gelecekte sizce bizi neler bekliyor olacak? Bu bölümün dönüm noktası olduğunu hissediyorum. Nedense.

Te’raelyn. Bir asrın Kraliçe’si. Nasıl biri olduğunu ileride göreceğiz.

Oylamayı ve yorum bırakmayı unutma. Okuduğun için teşekkür ederim.

Seviliyorsun. Sağlıcakla kal.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%