Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18. BÖLÜM: TACI DÜŞMÜŞ KRALİÇE

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Nasılsın görüşmeyeli?

Umarım geçtiğimiz bu günlerde yaşanan dehşet veren olayı, en az hasarla ve sağlıklı şekilde atlatmışsındır. Herkese geçmiş olsun, kaybımız ve acımız gerçekten büyük. Teselli vermeyi pek beceremem ya da o anları tekrar gündeme getirerek acını dağlamak istemiyorum. O yüzden sadece geçmiş olsun diyorum ve sabır diliyorum. Bölüm umarım kafanı dağıtır ve seni bir an olsun gerçek dünyadan uzaklaştırır.

Karakterlerimi umarım özlemişsindir. Kitabımı soran ve beni merak edenlere teşekkür ederim.

Bölüme başlamadan önce oy vermeyi unutma; paragraf arası yorumlarını veya bölüm sonu yorumunu bekliyorum.

Keyifli okumalar dilerim.

Bölüm şarkısı: Isaac Hong – Pain

V- Christmas Tree

18. BÖLÜM: TACI DÜŞMÜŞ KRALİÇE

Bu hayatta zorlandığım tek şey, kendi kimliğimi tamamen tanımak ve o kimlikle yaşayabilmekti.

Neden bu dünyadaydım? Neden Tanrı tarafından ikinci bir şans verilen kişilerdendim? Bu tarz soruların cevaplarını bile bir noktadan sonra bulabilirdim ama ‘’ben kimim?’’ sorusuna ne kadar zaman geçerse geçsin, bir cevap bulamıyordum. Kraliçe olduğum zamanlarda da böyle hissettiğimi biliyordum.

Dünya sürprizlerle doluydu; reenkarnasyona inanmayan ben onun tam ortasına düşmüştüm. Fantastik evren, kurtlar, cadılar veya diğer yaratıkların olduğu dünyayı kitaplara ve filmlere sığdıracak kadar dar görüşlüyken; şimdi hepsinin tam ortasındaydım. Komik ve tezatlık da şuydu ki; hiçbirine inanmazken ve buraya düşmezken bile kafamda biriyle yaşıyor ve yaşamaya devam ediyordum ama asla kendimi bu ırklardan birinde görmemiştim. Üstelik hala ‘’ne’’ olduğumu bile bilmiyordum.

Umarım Kraliçe, o zamanlarda mutlu ve güzel bir hayat yaşamıştı. Düşüncem zihnime düştüğünde, ufukta puslu bir bulutun arkasında yansıyan görüntüye hüzünle baktım. Kraliçe’nin oturduğu tahttaki hali gökyüzüme yansıdı ve orada hüküm sürmüş halde bile bakışlarındaki karamsarlık, hüzün ve akıl karışıklığını gördüm.

Dudaklarımda kıytırık, belli belirsiz bir tebessüm oluştu. ‘’Neye gülüyorsun?’’ dedi Asir, şoför koltuğunda. Bakışlarımı camdan ayırıp ona doğru döndüğümde gözlerinin hala yolda olduğuna, benimle ilgilenmezken bile bunu nasıl bilebildiğine dair içten içe şaşırırken, ‘’Aklıma bir şey geldi.’’ dedim, sesime şaşkınlığım yansımıştı.

Uzun kirpiklerini bir kez kırpıştırdı, tek eliyle tuttuğu direksiyonu ustalıkla çevirirken artık düz yoldan patikaya çıkmıştık. Sırtım koltuğa hafifçe yapıştı. ‘’Ne geldi?’’ dedi, normal bir şekilde. Asla Huysuz’un evinde ne yaşadığımızı, ne yaşadığımı baş başa kalsak bile konuşmadık. Sanki o oda kaos ve kasvetle doluydu da oradan kurtulup arabaya bindiğimde her şey sakinliğe bürünüvermişti.

‘’Bazen geldiğim yerdeki insanları özlediğimi fark ediyorum,’’ dedim, aklımdakinden daha farklı bir şey söyleyerek. İblis’in donuk bakışları üstümdeyken; aklıma Akşın ve Alçin düştüğünde dudaklarıma yine bir tebessüm sardı, yine de o tebessüm gözlerime ulaşmadı. ‘’Bir elin parmağını geçmeyecek kadar sayılı arkadaşlarım vardı.’’

Kızıl bakışlarını kısa süreliğine üstümde hissettim, koca dağların yanından araba yağ gibi kayarken bakışlarım camdan dışarı, Yaşayan Ölüler Tapınağı’na doğru kaydı. ‘’Akşın, Alçin ve Burak. Biri, beni o ıssız evimden ayırmak için sürekli dışarı davet eder; diğeri sorun bile olmayan dertlerimi hiç yargılamadan dinler; biri ise beni her zaman şapşallıklarıyla güldürürdü.’’

‘’Neden geçmiş zaman eki kullanıyorsun?’’ dedi, Yaşayan Ölüler Tapınağı’nı geride bıraktığımız vakit.

‘’Çünkü her şeyin geçmişte kaldığını artık biliyorum.’’ dedim fısıltıyla, ‘’Bir daha onlara ulaşamayacağımı, ölmüşler gibi davranmam gerektiğini.’’ Bakışlarım ılımlılıktan çok uzak, ifadesiz bir şekilde ona doğru kaydığında ‘’Bazen buraya neden düştüğümü sorguluyorum. İnsanlar neden bir Kraliçe’ye gereksinim duyuyorlar diye merak ediyorum. O kişi ben olsam bile işlerine artık yaramayacağımı ne zaman anlayacaklar?’’ dediğimde soğukça güldüm; kıkırtım arabanın içine dolarken Asir’in direksiyondaki elini kasarcasına dondurdu. ‘’İşleri batırdığımda mı?’’ Tekrar histerik bir kahkaha attım.

Suratındaki ciddi ifadeyle, ‘’Yağmur,’’ dedi, arabayı yolun tam ortasına çekerken. Soluk, gri ve kimsesiz duran binalara yaklaşmıştık; oralara çok yakın yerde onun evi olduğunu haber eden yokuş vardı. Motor hala çalışıyordu, ses arabanın içini titretiyordu. Bakışlarım Asir’in üstündeydi; düşüncelerini toparlamak için bir süre sessizliği kullandı.

Kırmızı gözlerini üstüme çevirirken, sakin bir şekilde, ‘’Birincisi, buraya ‘düşmedin’; bana geldin.’’ dediğinde göğsümün tam orta yerindeki yumru, tepetaklak oldu. ‘’İkincisi, orada da söylediğim gibi ruhunun bir kısmı Kraliçe. İşleri batırıyor musun? Batırırsın. O zaman, sana kim hesap sorabilir?’’ dedi rahat bir tavırla.

İblis’in dudaklarında küstah bir tebessüm oluştu; ardından tek kaşı kalkıp indi. Asir’in bakışlarında tehditkar, kibirli bir hava vardı. ‘’İşler her zaman yolunda mı gidiyor sanıyorsun? Ben hiç batmadım mı sanıyorsun? Yerin yedi kat dibine girdim.’’ dedi son cümleyi, gözlerimin içine baka baka bastırarak. ‘’Beni sorgulayan kişiler, her zaman benimle batan insanlardı. Aynı yerde olduğumuz kişilere hiçbir şey için hesap vermek zorunda değiliz.’’

Sözleri içimi tuhaf şekilde rahatlatırken, buz tutan kalbimin kenarlarına sanki fırın koymuş gibiydi. Büyük elini kaldırıp kafamın üstüne koydu ve parmaklarıyla saçlarıma baskı uyguladı; kalbim yerinden çıkacak sandım çünkü gözlerimin derinlerine bakmış, aynı zamanda dudaklarında, onda şimdiye kadar görmediğim güzel bir tebessüm bahşetmişti. ‘’Anladın mı, Rea?’’ dedi ılımlı bir sesle.

Eli kafamın üstündeyken başımı usulca salladım, hem şaşırmış hem de içim bir tuhaf olmuştu. Dudaklarını tatlı şekilde büzüp başını salladı ve elini nihayet kafamdan çekerek tekrar direksiyonu tuttu. ‘’Aferin kızıma.’’ dedi tatlı tatlı mırıldanıp. Araba hareket etmeye başladığında kalbimin atışlarını, motorun sesi bastırdığı için şükrettim.

Araba bir süre patikadan çıkarken hiç hoş olmayan şekilde durdu. Başım öne doğru düşerken bedenim de sarsıldı. O kargaşada Asir’e şaşkınlık ve pasif bir öfkeyle gözlerim aralanmış şekilde döndüm ama o benden daha öfkeli görünüyordu. Bakışlarına ölümün en uğursuz rengi düşmüşken ve ölümü bu kadar rahat getirebilecek biri olduğunun bilincinde tehlikeyle önüne doğru bakıyorken, dilimin ucuna kadar gelen kelimeleri zoraki sordum. ‘’Ne oluyor?’’

Dilini dudaklarının üstüne getirip hızlıca yaladı, ‘’Kan görüyorum, vahşet görüyorum…’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken. Ardından söyledikleri hoşuna gidiyormuş gibi sakin sakin gülümsedi fakat bu tebessümü, benim kanımı dondurdu. ‘’Enteresan gerçekten; ölümü bu kadar arzulayan ve istikrarlı şekilde çabalayan birilerini bulmak bu devirde çok zor…’’

İblis gözlerini devirdi, ‘’Vampirler bahçesinde.’’ dedi açıklama yaparak. ‘’Geçen gün gelenler olduğunu düşünüyorum.’’

‘’Kabuhan’dan gelenler mi?’’ dedim şaşkınlıkla, sadece kafamın içinde değil; dışımdan da söylemiştim. İblis iki elini de avuçları birbirine bakacak şekilde havaya kaldırarak öne doğru getirip tekrar geri çekerken hızlıydı; yüzünde de alaycı bir sırıtış vardı. Ardından alayına devam ederek kafasını iki yana salladı ve yanında duran kadehinden yudumlamadan önce tatlı tatlı kıkırdadı.

Direksiyondaki el, neredeyse o plastik tekerleği kıracak gibi kasıldıkça kasıldığında parmaklarının beyaz boğumlarına bakarken dudaklarımı birbirine bastırdım. Çekinerek ona doğru döndüğümde, ondan değil; yapabileceklerinden korkuyordum.

Çünkü içinde potansiyel bir katil taşıyordu. Gerçek anlamda.

‘’Sakin…’’ dedim ama sözümü öyle dehşet verici bir tonla kesti ki sertçe yutkundum.

‘’Sınanıyorum…’’ Kızıl gözlerini sabredercesine, usulca kapatırken ‘’Tüm evren gel, beni sik dercesine…’’ dedi ama yanında ona tuhaf tuhaf bakan ben olduğum aklına gelince boğazını temizleyip kendini durdurdu. ‘’Birazdan göreceklerin hakkında beni yargılama, çünkü gerçekten iyi dayandım, Rea. Gerçekten.’’ dedi sonlara doğru benim bile zar zor duyabileceğim şekilde fısıldayarak.

‘’Neden bu kadar deliriyorsun? Yollarsın olur biter.’’ dediğimde çenesini öyle bir sıkıp bana döndü ki öfkesini içinde tutmaya çalıştığını, siyah gözbebeklerine yansıyan büyümeyi gördüğümde anladım. Tekrar sertçe yutkundum ve kirpiklerimi kırpıştırarak önüme doğru döndüm. ‘’Olay, gelmiş olmaları değil. Olay, izinsiz gelmiş olmaları ve seni alıp götürmede bu kadar ısrarcı olmaları.’’

‘’Asir, konuşalım önce.’’ dedim gözlerinin içine tedirginlikle bakarak. Kendinde olmadığını bakışlarından anlıyordum, Erkan içinde bir yerlerde hala dışarı çıkma gününü bekliyordu ve onunla mücadele ediyordu. Direksiyonu kavrayan parmakları giderek kasıldığında deriden gıcırtı duydum, neredeyse direksiyonun bir parçası elinde kalacaktı. Benden gözlerini çevirip ön cama dönerek ‘’Tamam, konuşalım.’’ dedi kaba, derinden gelen sesiyle.

Tehlike vaat eden davranışlarına gelişigüzel baktıktan sonra önüme döndüm ve patikadan zorlanmadan çıkarak bahçeye vardık. Sırtlarını bize doğru dönen ve eve bakan iki adamla karşı karşıya geldiğimizde Asir derin bir nefes verdi, sakinleşmeye çalışır gibi hali vardı. Tereddütlü bakışlarım tekrar ona kayarken, ‘’Bana söz verdin.’’ dedim ama bıyık altı gülümseyip kaşlarını yukarı kaldırdı. ‘’Rea hiçbir şey için söz vermedim.’’

Elim kapının kulp oyuğuna gitti, parmaklarımla kulpu tutuyor ama henüz dışarı çıkmıyordum. Artık iki kişi de bize doğru dönmüş, arabadan inmemizi beklerken onları daha önceden gördüğümü biliyordum. Alpaslan. Mor harelerinin ağırlığı hiç değişmemişti, yanında duran esmer şahıs tepkisizdi. Asir benden önce davranarak kapıyı araladığında, ben de onu takip ederek kapıyı açtım ve aşağı indim.

Rüzgar yüzüme çarpıp saçlarımı dağıttı, Asir önden gitmeden önce kapıyı sertçe kapattığında tok ses alanda yayıldı. Onlara doğru ilerlerken kabanının yakası rüzgarın elleriyle beraber sarsıldı. Ben de kapıyı kapatıp onun yanına aceleyle geçerken, bakışlarım biraz da iki vampirdeydi. Temkinle Asir’in yanında durup çevremi kolaçan ederken İblis, ‘’Sadece iki kişiler.’’ dedi fısıltıyla. O zaman odağım şimdiki ana kaymıştı.

İblis’in sırtı dikleşti, yorgun görünse de sert ve temkinli bakışları tam önümüze dikilmişti. Korkmuyordum, çünkü şu an kendimi koruyamasam da bu ikisine güveniyordum. Asir’e saatler öncesinde yaptığımız konuşmada güvenmek konusunda tereddütlerim hala varsa da arabada kırıntı haline dönmüşlerdi, ayrıca şu an başka çarem yoktu. Zaten çoğu güvenin temeli de buna dayanırdı: çaresizlik.

Asir’in tehlikeli, yoğun bakışları onların üstündeydi; onlarınsa benim üstümdeydi. Elini kabanından çıkartıp parmaklarıyla bileğimi kavrayarak beni hafifçe arkasına doğru çekti. Hiç tereddüt etmeden yaptığı bu davranışı iç dünyamda sarsıntılara yol açarken; diğerlerinin de tıpkı benim gibi şaşırdığını tahmin edebiliyordum. İblis dışında. O herhangi bir tepki vermemişti.

Öte yandan, bu da korkunçtu.

Konuşmadan önce derin bir nefes verdi, kendini sakinleştirmeye çalışır gibi hali vardı. ‘’Buraya kaçıncı izinsiz gelişiniz beyler?’’

Alpaslan cevap vermeden önce başını yana doğru eğerek yanında duran adama doğru döndü, ‘’Kaçıncı oldu, Akira?’’ dedi, laubalilikle. Aynı şekilde karşılık aldı, tek omzunu silken adam yarım ağız sırıtarak, ‘’Bilmem…’’ dedi. ‘’Saymadım.’’

‘’Asir lütfen sakin ol…’’ dedim, diğer elimle bileğimi kavrayan parmaklarına hafifçe temas ederek. Alpaslan göz ucuyla bana doğru baktıktan sonra dudağının kenarı alayla kıvrıldı. Fakat tek odaklandığım şey; parmağımın ucuna değen teni değil, ateş parçası sıcaklığıydı.

Şaşkınlıkla kafam hızlıca ona doğru döndüğünde, onun bana değil karşısındaki adamları pür dikkat seyrettiğini gördüm. Dişlerini birbirine bastırdığından yanaklarında mezar çukurları oluştu. Kestane rengi saçları güneşin altında açık bir tona bürünmüştü. ‘’Siktir olup gidin hadi.’’ dedi, sakin sakin fakat gözleri hiç onların üstünden ayrılmıyor, pasif bir öfkenin koynunda parlıyorlardı. ‘’Uğraştırmayın beni.’’

‘’Tamam. Kurtarıcı da bizimle gelirse hızlıca gideriz.’’ dedi Alpaslan.

‘’Oğlum…’’ dedi Asir cevaben, hızlıca. ‘’Ben yerimde sakin sakin duruyorken ve seni güzelce uyarıyorken, söylediğimi yap.’’ Gözlerini tehdit edercesine kısıp tekrar aralarken yüz ifadesi giderek öfkenin kolları arasına giriyordu. Yanakları sinirden hafifçe pembeleşmişti, kendini tutuğu o kadar barizdi ki neden tuttuğunu da anlamıyordum.

Kendinden mi yoksa içindeki kişinin yapacaklarından mı korkuyordu?

Burnundan derin soluk çeken İblis, keyifle gülümseyip arkasına yaslandı. ‘’Ortalık karışacak,’’ dedi tatlı bir şaraptan yudum almışçasına keyifli bir halde. ‘’Erkan’ın dışarı çıkmasına saniyeler…’’

Rüzgar siyah yakasının paltosunu dalgalandırıp geçtiğinde Alpaslan parmaklarıyla yakalarını düzeltti, ‘’Kurtarıcı bizimle gelmeli.’’ dedi, gözlerini bir an olsun ayırmadan ona bakarken. Papağan gibi aynı şeyi tekrar edip duruyordu ve bunu öyle sakin söylüyordu ki, Asir’in öfkesini giderek katlıyordu. Psikolojide buna Bozuk Plak etkisi denirdi; karşındaki insanı ikna etmeye yarayan manipüle tekniklerinden biri.

Asir’in saniyeler içerisinde onların kellesini uçuracağını kendi bilmesine rağmen bu kadar sakin kalışına, görünmeyen ceketimin önünü ilikledim. İçten içe onun bu kadar güçlü olup aşırıya kaçmamasını, gücünden delirip etrafa kaos olmamasından etkileniyordum. Geçmişte belki bir savaş çıkartmış ve her yeri alabora etmiş olabilirdi ama şu an, Asir geçmişteki kendisine benzemiyordu. Gelmiş geçirmiş, her şeyi görmüş ve dersini almış bir usta gibiydi.

Tabii, Erkan’ın içinde onu gıdıklamadığı vakitler.

Onu karşıma düşman olarak almak istemezdim şahsen, fakat karşımdaki kişi herhalde canını susamış olmalıydı ki hem rahat hem de gözlerini ona korkusuzca dikerek beni isteyebiliyordu.

‘’Sana da, yaptığın işe de…’’ dedi Asir, ağzının içinde bir şeyler geveleyip dururken. Kafasını öne eğmişti, cümlesini sonlandırmadan önce göz ucuyla bana doğru bakıp susmuştu. Başını tekrar dikleştirdiğinde, ‘’İlk geldiğinde de öyle birinin burada olmadığını söyledim, değil mi? Buraya gelerek sadece, eceline susuyorsun sen.’’ Elini kaldırıp sadece parmaklarının uçlarını yana doğru sallayarak, ‘’Hadi uza.’’ dedi.

Ardından onların gitmesini beklemeden sohbeti bitirmek ister gibi bileğimi tutarak yürüdüğünde yumuşakça yutkunarak gergin bakışlar eşliğinde sesimi çıkarmadan onu takip edecektim; fakat Alpaslan önüne geçerek onu durdurdu. Ardından siyah saçına tezat düşen mor harelerini, soğuk şekilde üstüme dikerek beni baştan aşağı süzdü.

Asir’in tenimi yakan avcunu buram buram sınırlarımda hissederken, bir yandan da onun bakışlarıyla öfkelendiğini belli edecek şekilde etimi kıstırması dişlerimi sıkmama neden oldu. ‘’Asir.’’ dediğimde, ‘’Beni sakinleştirme.’’ dedi aniden.

Ardından sert, buzdan farksız soğuk bakışlarını üstüme doğru çevirdiğinde Alpaslan ve Akira, birbirine bakıp alayla sırıttı. ‘’Burada olmaz, şu an değil.’’ dedi Asir, dişleri arasında adeta tıslayarak. ‘’Birbirlerine bakıp sırıtıyorlar ya hani,’’ dedi sakin sakin, benimle konuşur gibi gözlerini üstüme dikmişti ama cümlelerinin keskin hedefi onlardı.

Alpaslan tek kaşını kaldırarak göz ucuyla yüzüne baktı. ‘’O dişlerini söküp ellerine vereceğim, sonra o tahtında kokuşmuş liderlerine gidip hesap verirlerken her kelimelerinde beni hatırlamak zorunda kalacaklar.’’ Dudağının kenarıyla gülümsese de gülümseyişi gözlerine yansımadı ve kızıl gözlerinin parlaklığına benim endişeli ifadem kazındı.

Yutkundum ve tereddütlü bakışlarımı Alpaslan’ın onu sakin sakin dinlerken oluşturduğu alaylı ifadesine baktım. Hiç onu kaile alır gibi hali yoktu. ‘’Bugün beni sakinleştirirsen,’’ dedi Asir devam ederek, bakışlarım tekrar ona doğru döndü. ‘’Bunların hiçbirini yapamam ve adım boş konuşan Asir’e çıkar. Bunu da istemiyorum.’’

Ardından kafasını çevirip dümdüz bir suratla Alpaslan’ın değişmeyen alaylı suratına baktı. ‘’Sen mi gidersin, ben mi göndereyim?’’

Onu günler öncesinde sinirlendirdiğimi; saatler öncesinde de aslında sakin olmadığını ve patlamak üzere olduğunu biliyordum. Patlamamalıydı. Zihnime düşen anılar, geçmişten bir parçaydı ve onu Erkan formunda tüm cesetlerin arasında dikilirken görüyordum. Sessiz mücadelesi zihnimin bir köşesinde ayakta bekliyordu.

Akira gözlerini devirerek kulağının kirini temizler gibi parmağını kulağına götürüp ovaladıktan sonra parmağını üfledi. Asir’in keskin bakışları ona doğru döndükten sonra tekrar Alpaslan’ı buldu. Kaşları çatılmış, dişlerini öfkeden birbirine bastırıyordu ve ben bile onu şu an sakinleştiremezdim.

İblis kaşlarını çatarak Asir’e baktıktan sonra, önümde duran Alpaslan’ı da süzdü. ‘’Mantıklı düşünmek gerekirse, seni bu kadar çok istemelerinin sebebi sadece konuşmak olmamalı Toprak. Bir şeyler dönüyor ve Asir, bunun gayet farkında gibi…’’

Alpaslan kaşlarını çatarak yarım ağız sırıtırken, ‘’Hadi ama…’’ dedi alayla. ‘’Bize dokunamayacağını biliyoruz.’’ İblis, yan dönerek Asir’i süzdükten sonra kaşlarını havaya kaldırdı ve göz ucuyla Alpaslan’a baktı. ‘’Ortamı oku, salak herif…’’ dedi küçümser bir tavırla burun kıvırarak. ‘’Sence dokunamayacak gibi mi duruyor?’’

Zihnimde duyduğum sesle, dışarıda duyduğum ses birbirine karışırken zar zor Alpaslan’ın cümlelerini yakalayabildim. ‘’Hem de buraya kavga etmeye gelmedik… Amacımız en küçük tartışmaya bile yol açmak değil.’’ dedi, ufak tebessümüyle. Alaylı ifadesinin aksine sesi onu ikna etmek istercesine yumuşaktı.

Asir söyledikleriyle kaşlarını alayla kaldırıp gözlerini de aynı anda kıstı. ‘’Sadece onu bizim diyara götüreceğiz, misafirimiz olacak.’’ Sonra gülümseyişi azar azar silinirken ağır, derin bakışları üstüme dikildi. ‘’Onu sen bize ver.’’

Aynı ifadeyle bakarken, ‘’Vermiyorum.’’ dedi Asir, keskince. İşaret parmağını kaldırıp ikisi arasında mekik dokurken bakışlarını küçümsercesine Alpaslan’a dikmişti. ‘’Çünkü siz düzgünce gelmesini bilmiyorsunuz. Çünkü size bu yaştan sonra görgü kuralını öğretmekle vakit öldüreceğim birazdan ve tüm bunların arasında onu sana verecek zamanım olmayacak. Senin de onu götürme gücün olmayacak, Alpaslan.’’

Alpaslan sıkılıyordu, baygın bakışlarını bir benim bir onun üstüne diktikten sonra yanındaki adama döndü. ‘’Melez’leri bu yüzden sevmiyorum, Akira.’’ dedi havadan sudan bahseder gibi bir sakinlikle. ‘’Nerede duracaklarını da, nerede nasıl konuşacaklarını da bilmiyorlar.’’ Akira pis pis sırıtıp Asir’e bakınca ikisinin cesaretini ağzım açık bakakalarak seyrediyordum.

Alayın içinde barındığı küçümsemeyle söylediği sözle Alpaslan’ın Safkan olduğunu anlamıştım. Melez’lerle Safkan’lar anlaşamıyorlardı ama Asir’le geçmişte, koltukta otururken yaptığımız muhabbet aklıma düşmüştü.

Asir bir Melez’di ve bir Safkan’dan daha güçlüydü.

Burada hiçbir şey göründüğü gibi değildi.

İblis dudaklarını büzüp kaşlarını havalandırdı, ‘’Vay be…’’ dedi daha sonra, bana dönerek. ‘’Eceline susayan gördüm de bu kadarını görmedim. Yaptığı, ecel bardağından yudum yudum su içmek gibi…’’

Asir gülercesine nefes bıraktığında tereddütlü bakışlarım ona kaydı, göz ucumla bakıyordum tam bile bakamıyordum. Elimi sıkan parmakları gevşedi ve başını eğerek dudaklarını gülümsemeyle gerdi, ardından tatlı tatlı kıkırdadı. ‘’Bak sen şu işe…’’ dedi, mırıldanarak.

Bileğimi bırakıp elini kaldırdı ve işaret parmağının ucuyla şakağını kaşırken, ‘’Bu evrenden bu kadar silindim mi ya?’’ dedi bana kaşlarını şaşkınlıkla çatarak dönerken; ne söylediğini algılayamayan beynimle ona alık alık bakarken benim halimi umursamadan devam etti.

Alpaslan’a dönerek, ‘’Hayır bugünden silinsem, geçmişten silinmedim.’’ dedi başparmağı ve işaret parmağını birbirine yapıştırarak elini yumruk şeklinde aşağı yukarı sallarken, tane tane konuşuyordu. Ardından o elinin işaret parmağını ikisine doğrultup aralarında sallarken, ‘’Oğlum siz cahil misiniz? Bu cesaret cahilliğinizden mi geliyor yoksa beni hatırlayamadığınızdan mı?’’ dedi, hala sakinliğini koruyarak.

İblis kafamda domuz gibi ses çıkartarak güldü ve ikisinin arasındaki kaosu eğlenerek seyretti. Benim aksime. Ben diken üstünde oturuyordum, hatta bastığım toprak tamamen dikenlerden oluşuyordu.

Asir, ardından öfkeden iri iri açmış gözlerini Alpaslan’a diktiğinde şaşkın mı yoksa gerçekten öfkeli mi anlayamadım. Öyle tuhaf bir sakinlikle konuşuyordu ki öfkesinin sadece Erkan’a ait olduğunu ve öfkesini Erkan’ın yönettiğini düşünüyordum. Asir’de öfke denen duygunun olmadığını düşünmeye başlamıştım. Rahatça, ‘’Ona göre elimin ayarını bileceğim de…’’ dedi devam ederek, kaşlarını çatarak ona bakıyorken.

‘’Çok konuşma lan.’’ dedi Akira, gevşek gevşek suratını buruşturup. ‘’Karşında kim var? Safkan. Bu ne demek oluyor biliyor musun? O kıçı kırık, kontrol edemediğin güçlerinin hiçbir-‘’ demesine kalmadan Asir’in üstüne atlaması bir oldu. Boğazıma tırmanan çığlık, boğuk ama kısa şekilde dışarı taşarken elimi de aynı anda ağzıma götürüp kapattım.

Adamın yüzünü tek avcuyla kavrayarak onu havaya kaldırıp zemine çakmıştı. Hayır… Adamın koskocaman cüssesini tek eliyle havaya kaldırdı ve yere gömdü. Toprağın derinlerinden gelen feryadın sesini duydum, ayağımın altındaki yer titredi. İblis ‘’Oha… Adamın içinden Erkan çıktı.’’ dedi ama yarım ağız sırıtıyordu, kadehinden yudumlayıp arkasına yaslanırken, ‘’İzi kalacak.’’ dedi rahat rahat.

Alpaslan üstüne atlayacakken yumruğu havada sabitlendi. Bunu kendisinin yapmadığını gözlerindeki şaşırmadan gördüm, şaşkınlıkla elini hareket ettirmeye çalışıyordu ama yapamıyordu. Ayağını kaldıracaktı ama yine yapamadı. Yere mıhlanmışçasına duruyordu.

Asir, adamın kafasını yere iyice sürte sürte gömdü, sanki kazı çalışması yapıyordu. Kafasıyla.

‘’Ne diyordun en son?’’ dedi, öfkeden kudurmuş vaziyette dişleri arasında tıslarken. ‘’Hatırladın mı beni şimdi? Ben kimmişim?’’ Zemine gömdüğü kafadan elini çekerek sırtını dikleştirirken ellerini birbirine çarpıp tozunu silkeler gibi yaparak keskin, sert bakışlarını Alpaslan’ın hareketsiz duran bedenine çevirdi.

Alpaslan, ‘’Asir…’’ dedi bir şey söylemek ister gibi. Fakat ondan önce kızıl gözleri usulca yumup kapanarak sözünü kesti. ‘’Evet. Ben Asir’im. Safkan’ların bile bir zamanlar önünde diz çöktüğü o kişi.’’ Alpaslan’a dik dik bakarken, ‘’Kimmişim?’’ dedi, rahatça.

‘’Boşu boşuna düşman kazandın. O da sen de…’’ dedi Alpaslan, beni de kast ederek. ‘’Onu bu kadar önemsiyorsan-‘’ dedi ama Asir tekrar sesini hafifçe yükselterek sözünü kesti. ‘’Kes lan.’’ dedi kabaca. ‘’Siz düşman olup başıma üşüşseniz hiçbir şey olmaz ama ben düşman olursam,’’ dedi ve başını aşağı eğerek Akira’nın hala zeminde duran bedenine bakıp alayla tekrar ona döndü. ‘’Vay halinize.’’

Adam daha çok öfkelendi, ‘’İstesen de istemesen de, biz buraya gelsek de gelmesek de; lider buraya geldiğinde ve onu görmek istediğinde onu bu şekilde durduramayacaksın. Biliyorsun.’’

Asir parmağını, duydukları kulağının kiriymiş gibi kulağına götürüp hızlıca karıştırdı ve kelimeleri üflercesine parmağını dudağının önüne koyup sertçe üfledi, ‘’Şimdi beni dinle Alpaslan.’’ dedi ve sakinleşmek için derin bir nefes verdikten sonra, ‘’Lider gelse de gelmese de; isteseniz de istemeseniz de,’’ dedi, onu taklit ederken. ‘’Değişmeyen tek şey, sınır çizgim.’’ dedi, alayını bir kenara koyup aniden gözlerinin derinlerine sertçe bakarak. Eliyle bulunduğu bölgeyi hayali bir çember çizerek gösterirken, ‘’Burası benim sınır alanım.’’ dedikten sonra işaret parmağını kaldırıp bana doğru doğrulturken bana değil, hala ona bakıyordu. ‘’O, benim sınır çizgim.’’

İşaret parmağı bedenime değil, ruhuma dokunmuşçasına kabuğumun içinde alabora olurken titreyen ellerim hala kabanımın içindeydi. Olanlara büyük bir şaşkınlıkla bakıyor, diğer yandan Asir’in korkusuz tavırlarına sebepsiz yere öfkeleniyordum. Kalbimse, söyledikleri karşısında afallayıp titriyor ve içime sıcaklık yayıyordu.

Alpaslan göz ucuyla bana döndüğünde, Asir elini serbest bırakmış olmalı ki kolu ondan habersiz aşağı doğru düştü. Alpaslan hala bana bakıyor, tehditkar gözlerini üstüme dikiyordu. ‘’Bana bak.’’ dedi, Asir sakin sakin. ‘’O gözlerini oymadan önce.’’

Adam ikiletmedi ama dik bakışlarını bu sefer ona doğru çevirdi. Asir sert sesiyle konuştuğunda içimde patlayan havai fişekleri durdurmaya çalışıyordum. ‘’Sınırım benden uzaklaşırsa, ne olur? Sınırımı göremem. Sınırımı göremezsem ne olur? O istediğiniz daveti kabul edesim tutar ve tüm vampir ırkının kökünü kurutmaya gelirim.’’

İblis yüzünü buruşturdu, ‘’Sakin sakin anlatıyor, havalara bak. Artist ya…’’ dedi elini kaldırıp onu gösterirken, diğer yandan bana bakıyordu. Gözlerini devirdi, ‘’Böyle kavga mı olur anasını satayım? Erkan çıkıp dövmeliydi, daha çok eğlenirdim.’’

‘’Zaaflarını bu kadar kolay gösteriyor olman,’’ dedi Alpaslan, gözlerini üstümden bir kez olsun ayırmadan. Yoğun, derinden bakan mor harelerinin yoğunluğu karşısında başıma ağrı girdi ama İblis, küçümsercesine ona bakmaya devam ediyordu. ‘’Takdire şayan, Asir.’’ Tıslayarak tamamladığı cümle, Asir’in komiğine gitmiş gibi aniden kıkırdadığında şaşkın bakışlarımız ona döndü.

İblis dışında hepimiz şaşırmıştık. Kendinde değildi.

‘’Zaaf mı?’’ dedi Asir, ardından gözlerini neredeyse ilk defa benimle buluşturduğunda midem heyecandan kasıldı. Neyse ki kısa sürdü, tekrar ona dönerken bakışları onu küçümsüyordu. ‘’Zaaf, değer verip de koruyamadığın o şeye denir. O benim zaafım değil, gücüm.’’ Kalbimin tam altına yerleşen trambolin vardı sanki ve onu ikidir hoplatıp duruyordu. İçim takla atıp dururken mideme yansıyan heyecanın kanatlarını hissediyordum.

Alpaslan tek kaşını kaldırıp başını eğerek ona bakarken, ‘’Gücün?’’ dedi doğrularcasına, bastırarak. ‘’Bildiğim iyi oldu.’’ dedi, tüylerimi ürpertecek şekilde gülümserken. Asir’in kırmızıdan daha koyuya çalan bakışlarını görünce yüzündeki tebessüm de yavaş yavaş silindi. ‘’Tamam, anladım.’’ dedi tekrar. ‘’Bir daha buraya gelmeyeceğiz fakat o da bize söz vermeli.’’

Asir tekrar itiraz için dudaklarını aralayacaktı ama Alpaslan, mor harelerini usulca kapatıp aralarken sözünü kesti. ‘’Ben onun Kurtarıcı olduğuna inanmıyorum zaten; fakat emir demiri keser Asir. Biliyorsun ki ben sadece askerim. Komutanımın söylediklerini yapmakla yükümlüyüm. Lider, kızı istiyor.’’

Asir’in bakışları beni bulduğunda, sabahtan beri dilimi kesmişler gibi konuşmayan ben ilk defa konuştum. ‘’Beni ne yapacak? Sen bile inanmıyorsun Kurtarıcı olmadığıma.’’ dediğimde, Alpaslan alayla havalandırdığı kaşlarının altından bana usulca döndü. ‘’Bakıyorum saklandığın yerden çıktın?’’

İblis’in başı dikleşerek ona küstah bir bakış attı; ben de meydan okurcasına çenemi dikleştirdim ve korkusuzca gözlerine baktım. Aslında derinlerimde korkuyordum ama ifadesiz suratımdan bunu okumak güçtü. Başıma inceden inceye bir ağrı saplansa da oralı olmadan, kuru bir sesle, ‘’Saklanmadım, konuşmama izin vermediniz. Sabahtan beri birbirinizle atışıp duruyorsunuz.’’ dedim açıklama gereksinimi duyarak.

‘’Sevgiline anlat.’’ dedi Alpaslan, Akira yerden sonunda kalkarken. Akira bir yandan ağzının içindeki dişleri yokluyordu; soluk teninde yer yer örümcek ağını andıran çiziklerden vardı. Sanki içi boş bir porselene benziyordu. Bir süre sonra iyileşerek kapanırlarken, gözümün önünde yaptığı değişimle ürperdim.

Tekrar ona dönerek, ‘’O benim…’’ dedim ama Asir, sözümü kesti. ‘’Sen bile inanmıyorsun Alpaslan.’’ dedi ilk defa gerçekten sakin olduğuna inandığım bir sesle. Alpaslan gözlerini bile kırpmadan ona bakıyorken devam etti. ‘’Sen Lider’in sağ kolu değil misin? Senin inanmadığına Lider neden inansın? Elinize geçecek kız hiçbir işine yaramadığında ve sen bunu biliyorken, ona kızı götürünce Lider ağzına sıçmayacak mı oğlum?’’ Manipülatif yanının kokusu burnuma geldiğinde içten içe sırıttım.

‘’Şahsen ben inanıyorum.’’ dedi Akira.

‘’Elimin tersindesin, Akira.’’ dedi cevaben, Alpaslan’dan gözünü ayırmayan Asir. ‘’Hala yaşıyorsan, Leva’ya şükrederek zaman öldür ve kapat çeneni.’’

Akira göz devirdi, ‘’O Kurtarıcı değilse bile, senin onu neden bu kadar koruduğun muamma.’’ dedi. Asir başını kıtlatır gibi sağa sola eğerek, sakinleşmeye çalışarak Akira’ya ağır ağır döndü. Onu öldürmek ister gibi bakışları üstündeyken Akira’nın canına susamış olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Bakışlarından etkilenmeyen Akira, ‘’Hadi ama… Onu sevdiğine inanmıyorum. Sen kimseyi sevmeyecek kadar taş kalplisin.’’ diye devam ettiğinde yumuşakça yutkundum ve ondan bakışlarımı ayırıp zaman üstünde donmuş gibi hareketsiz duran Asir’e döndüm. ‘’Bırak bu sevgi pıtırcığı hallerini. Çıkarın olmadan asla birini savunmazsın sen.’’

Söyledikleri hançerin ucuna dönüşüp zihnime darbeler atarken, sanki tüm harfleri duvarlarıma kazıyordu. Tüm olanlara rağmen yüreğimin tam ortasına hayal kırıklığının ateşi düşmüştü ve buna içten içe şaşırmıştım. Neden bu kadar üzüldüğümü anlayamadan, ‘’Öyleyse bile, bunun sizle veya Kurtarıcı’yla alakası yok.’’ dedi Asir, kaşlarını çatarak. ‘’Bu onunla benim aramda.’’

‘’Tamam madem öyle…’’ dedi Alpaslan konuyu değiştirip tekrar bana getirmeden önce. ‘’Bu üstündeki yoğun aurayı veya kuzgunları nasıl açıklayacaksınız?’’ Gözlerini üstüme dikip morlarını parlattı ve sanki ruhumu görüyormuş gibi üstüme ağırlık bindi.

İçimde dönüp duran ateş topunu umursamamaya çalışarak yumuşakça yutkundum. Tüm oyunculuğumu konuşturarak kaşlarımı anlamsızca çattım. ‘’Kuzgunlar mı?’’ dedim, salağa yatarak.

‘’Evet, hani şu ormandaki tüm kuzgunların bu tarafa doğru uçtuğu gün.’’ dedi Alpaslan hatırlatmak istercesine alayla. Tek omzumu silkip, ‘’Tüm sebep bu muydu? Göç ediyorlardır?’’ dediğimde İblis’in dudaklarını birbirine bastırıp tebessümü ve onaylarcasına başparmağını kaldırıp sallaması bir oldu.

‘’Kuzgunlar mı göç ediyorlar?’’ dedi Akira şaşkınlıkla. ‘’Bu ayda?’’

‘’Etmiyorlar mı?’’ dedim alık alık, suratına bakarak. İçimde bir yerlerde yatan o kadının arsızca sırıttığını hissettim ama bu kısa, küçük bir andı. İblis kaşlarını yukarı kaldırarak kıkır kıkır gülerken gerçek bir hayretliğin içindeydi. Bana tip tip bakarken yarım ağız sırıtıyordu.

‘’Karşında salak mı var lan senin?’’ dedi Alpaslan, yüzünü buruşturarak. İblis dudaklarını alayla bükerek onu baştan aşağı süzdü. Net sesiyle, ‘’Evet.’’ dedi ama onu duymayan Alpaslan hafif asabiyetiyle devam etti. ‘’Sence yer miyiz biz bu numaraları?’’

Asir bana bakarken gülmekle gülmemek arasında kalmıştı, kızıl gözlerinin içi parlarken dudaklarının kenarları kıpırdanıp duruyor ama tüm bunlara rağmen ciddiyetini koruyordu. ‘’Ne yersiniz bilmiyorum ama…’’ dedim, harfleri hafifçe uzatarak imayla Akira’ya dönüp. ‘’Neyi çoktan yediğiniz belli.’’

Akira’nın boğazından sertçe bir hırıltı kaçtığında Asir’in ona ters ters bakıp elinin tersiyle alnına yapıştırması bir oldu. Etin ete çarpma sesi alanda yayılırken İblis çıkan sese kahkaha attı. Akira susarken şaşkın şaşkın Asir’e baktı ve diğer yandan, elini kaldırıp alnına götürerek ovuşturdu. ‘’Lan!’’ dedi aniden, ‘’Seni şimdi…’’ Üstüne yürüyecekken Alpaslan’ın, ‘’Kes.’’ Emri sebebiyle yerinde duraksadı.

Yerinde durup homurdanarak küfürler savuşturması, içimdeki katlanan kahkahayı zor tutmama neden olurken Asir’in ters ama bir o kadar yumuşak uyarı veren bakışlarıyla karşılaşıp kıpırdayan dudaklarımı birbirine bastırdım ve Alpaslan’a döndüm. İblis, ‘’Ulan…’’ dedi kahkahasının arasında, ‘’Neşem yerine geldi.’’

Alpaslan ardından bana dönüp, ‘’Asir’den mi alıyorsun bu cesareti?’’ dedi.

Asir, ‘’Öyleyse ne olmuş?’’ dese de adam oralı olmadan bana bakmaya devam etti. Aramızdaki bakışma büyüdükçe ve sessizlik arttıkça içimdeki keyif de balon misali sönmeye başlıyordu.

Alpaslan mimiksiz olsa da o kadar başarılı şekilde gözlerini kontrol ediyordu ki gözbebeklerinin derinlerinde bana bakarken, aslında benim önemli biri olmadığıma olan inancını görüyordum. Akira’nın aksine o benim önemli biri olmadığımı düşünüyordu. O kadar küçümsüyordu ki beni, normal şartlarda bu bakışın altında ezilirdim ama şu an ezilmeyecek kadar dik duruyor ve gözlerinin içine korkusuzca bakıyordum.

Diğer yandan, beni öyle görüyor olmaları şu anlık işime gelirdi. Asir’le olan anlaşmam düşündükçe mantığıma yatıyordu. Ben Kraliçe olsam bile şu an kendime yetecek gücüm yoktu, en azından Kraliçe’ysem bile gücümü alana kadar sıradan bir insan olmalıydım. Pek de kendimi göz önünde bulundurmamam lazımdı; öte yandansa bunların beni ezmesine izin verirsem İblis’den azar yerdim.

Söylediğine aldırmamaya çalışarak, ‘’Bakın,’’ dedim, sakince. ‘’Ben Kurtarıcı değilim. Gerçekten, değilim. Öyle olsam bile size yardım etmeyecek kadar bencilim. Bu saçmalıklar için ne gücüm ne de zamanım var.’’

‘’Lider’in ne istediğini bilmiyoruz.’’ dedi Akira, dişlerinin arasından asabice. Sert bakışları üstümde duruyordu ama nedense ondan ve bakışlarından korkmuyordum. ‘’Seni götürmemiz emredildi, şimdi elimiz boş dönmek zorunda kalacağız. Bize söz ver. Birkaç gün içerisinde gelmezsen, tekrar geliriz ama bu sefer bu kadar sakin olmayız.’’ dedi Asir’e yandan, sertçe bakarak. Uyarı verdiği ve yeterince ciddi olduğu barizdi; Asir’den ses çıkmadı ama bakışlarına hiç olmadığı kadar ciddiyetle karşılık verdi.

Alpaslan, ‘’Gelmezsen…’’ dedi ama bunun bir tehdit olmadığını göstermek için Asir’e göz ucuyla baktıktan sonra hemen bana döndü. ‘’Gelmezsen önemli biri olduğunu ve bunu bizden sakladığınızı düşünmekten başka çaremiz kalmayacak. Gelirsen, şüphelenmeyiz ve Lider ne istiyorsa dinler, gidersin.’’

‘’Karşınızda salak mı var?’’ dedi Asir, ona dönüp. Dişlerini sıktığından dolayı tekrar yanaklarında çukur oluşmuştu. ‘’Oraya gelirse neler olacağını sen de biliyorsun Alpaslan. Söylediklerin gerçekleşmeyecek. Lider ilk defa birini ayağına çağırıyor, değil mi?’’ dedi tek kaşını kaldırarak, gözlerine öfkeyle bakarken.

İblis parmaklarını şaklatıp heyecanla, ‘’Biliyordum lan, biliyordum!’’ dedi bağırıp. İşaret parmağını sallarken, ‘’Bunun altında bir bit yeniği vardı!’’ diyordu.

Tek omzunu silken Alpaslan, ‘’Beni ilgilendirmez.’’ dedi rahatça. ‘’Sözümüzü almak istiyoruz. Yoksa Lider gelir, o ise artık onun misafiri değil, sadece avı olur. Senin bölgende.’’ dedi yarım ağız sırıtarak, soğuk bir şekilde beni onun karşısında tehdit ederken.

Korkmuyordum, aksine ben bile öfkelenmiştim. Beni nasıl tehdit edebilirlerdi? Onlar kimdi be?

Asir sabır ver dercesine gökyüzüne kafasını kaldırdığında bıçağın bıraktığı oyuk kadar keskin bir çukur olan boynu gözlerimin önüne serildi; adem elması yutkunduğunda aşağı inip kalktığında başını tekrar dik konuma getirip elini kaldırarak ona saldıracakken, ‘’Yeter!’’ dedim birden.

Şaşkınlıkla eli havada bana döndü, sert bakışlarla ona bakıyordum. Gözlerimde, Asir’den bana bulaşan yangın vardı sanki ve her tarafı kül etmek istiyordum. Neden bu kadar öfkelendiğimi de bilmiyordum ama içimde dolanıp duran zehir, önünü alamayacağım kadar erken vakitte patlamıştı. Aniden.

‘’Tamam, düşüneceğim. Söz veriyorum.’’ dedim ikisine de ters ters bakıp. ‘’Hadi gidin şimdi.’’

Elini yanına indiren Asir, bana bakarak ‘’Hayır, gelmiyor.’’ dediğinde ona doğru hızlıca birkaç adım atıp yanına indirdiği elinin bileğini kavrayarak hafifçe sıktım, sert bileğinin kasıldığını avcumda atan nabzından anladım. Dik bakışlarımı da alttan alttan, üstüne diktiğimde tek kaşını kaldırarak bana baktı. Asabi tavrı karşısında nasıl bu kadar cesaretli duruyordum bilmiyordum ama içimi saran öfke ve bunaltı birleşince mantığım gölgede kalmıştı. ‘’Bırak gitsinler.’’

Asir’in bakışlarıyla tekrar karşılaştığımda sadece ikimiz vardık. İkimiz de birbirimizin gözlerine bakarken; sahte bir heyecanla ‘’Tamam!’’ dedi Akira, tam yanımda. ‘’Sözümüzü aldık. Gidelim.’’

Alpaslan ve Akira bize anlaşmışlar gibi alayla baktıktan sonra, yanımızdan geçerlerken bile göz ucuyla bakarak yarım ağız sırıttılar. Özellikle Asir’in kediye dönmüş durumuna bakıp sırıttıklarına emindim. Ben bile içten içe onu bu şekilde durdurduğuma şaşırmıştım ama ifadem buz tutmuş gibiydi, sanki tüm mimiklerim alınmıştı.

Hızlıca, yanımızdan bir rüzgar misali esip gittiler.

Onlar gittikten sonra, ‘’Ne yaptığını sanıyorsun?’’ dedi Asir, kaşlarını çatarak. ‘’Niye durduk yere söz verip duruyorsun her şey için, beni delirtmek mi istiyorsun?’’

‘’Delisin zaten.’’

Gözlerinin içine bakarak söylediğim kelimeyle kaşlarını havaya kaldırdı ve hayretler içerisinde cesaret aşılanan bedenimi baştan aşağı süzdü. Ağzını birkaç kez araladı ama boş bir nefesten başka bir şey çıkmayınca, onu orada bırakıp ilerlemeye başladım. Sırtımda delici bakışlarının ağırlığını hissediyordum.

İblis omzunun üstünden geriye bakıp haline gülerken, keyifle derin bir nefes verip kadehinden yudum aldı ve arkasına yaslandı. ‘’Manyaksınız.’’ dedim söylene söylene, verandanın merdivenlerini tırmanırken. Kapının önünde duraksadım, anahtar bende değildi.

‘’Yalnız,’’ dedi İblis keyifle sırıtarak, ‘’Onu ilk defa cevap veremezken gördüm.’’ dedikten hemen sonra başını geriye yatırarak kahkaha atışına neredeyse ben de sırıtacaktım ama tüm nöronlarımla anlaşmışım gibi sadece somurttum.

İblis zaten benim yerime gülüyordu.

Arkamda sıcak bedeninin varlığını hissettiğimde kalbim teklese de oralı olmadan düz kapıya bakmaya devam ettim. Sıcak nefesi boynumu yakarcasına derime nüfus edince ürperdim ama kılımı bile kıpırdatmadım. Anahtarın şıngırtısı kulaklarıma çarptı, ardından yanımdan geçerek kapının yuvasına girdiğinde kolu çembermiş ve ben de onunla kapı arasında kalmışım gibi bir pozisyonda kaldık.

O kadar yavaş hareket ediyordu ki neredeyse çıldıracaktım. Anahtarı yuvasına takıp ağır ağır döndürdü ve kapıdan metalik bir ses çıktığında öne doğru acelem varmış gibi atılıp kapıdan içeri girdim. Arkamdan erkeksi kıkırtısını duyduğumda yanaklarım ateşler içindeydi, yine de oralı olmadan salona doğru ilerleyip koltuğa gelişigüzel oturup arkama yaslandım. Başım geriye düştüğünde ensem dâhil her yerim sıcak bir duşun içine girmişim gibi gevşedi.

Gözlerim kapalı olmasına rağmen her hareketini algılayabiliyordum. Kapıyı kapatıp beni takip ederek salona girdiğinde, önümden geçişini ve arkasına bıraktığı rüzgarı, onun sayesinde aldığım orman kokusu ve sanki karanlığın içinde saklanan bir gölgeymiş gibi hareket eden vücudunun hatlarını net şekilde algıladım. Tekli koltuğa oturdu ve sıkıntılı bir nefes verdi.

‘’Gidecek misin? O zaman benden habersiz gitme. Beraber gidelim.’’ Sanki tüm olanlar buhar olmuş ve havaya karışmış, yaptıkları ve dövdüğü onca şey boşunaymış gibi sakin sakin söylemişti.

Fakat içimde dolanan zehri anlamlandıramıyordum. Kirpiklerimi aralayıp tavana doğru baktım, içimi nedensizce saran öfke vardı ve ben neyim olduğunu anlayamadan ona doğru hışımla kafamı kaldırıp dönüverdim. ‘’Seni ne ilgilendiriyor? İstediğim yere gider, istediğimle görüşürüm.’’

Kaşlarını çattı, bakır hareleri halimi anlamak istercesine beni baştan aşağı incelerken anlamamış olmalı ki asabiyetle konuştu. ‘’Bir de ‘’Sen kimsin?’’ de, olsun bitsin?’’ dedi sorarcasına bir sesle. Kafasını iki yana sallarken hesap sorarcasına tavrı, beynime birden mermi misali saplandı. ‘’Ne oldu, ne dedim ki de patlıyorsun?’’ dedi aynı asabi tavırla.

Yutkundum, burnumdan soluşlarım İblis’i bile tedirgin ederken artık eğlenmiyor; dikkatlice beni izliyordu. ‘’Evet. Sen kimsin?’’ dedim dilime hakim olmayarak. Kelimelerim tokat gibi suratına çarpmışçasına irkildi, kaşları çatık bana bakmaya devam etti. ‘’Dışarıda söylediklerin neydi öyle? Yok sınırım bilmem ne? Herkesi peşime takmak istiyorsun herhalde?’’ Öfkeden yanan suratımı hissediyordum, dilim zehirli bir et parçasıydı ve etrafa zehrini akıtmaktan gocunmuyordu.

‘’Toprak, sakinleş.’’ diyen zihnimdeki sesle sinirlerim iyice gerildi. Asir’in bana olan bakışlarını yorumlayamadan önüme dönerek televizyondaki aksime sertçe baktım. ‘’Sen de kes sesini!’’ dedim aniden bağırarak. ‘’Toprak, Toprak! Bir boka yaradığın yok zaten! Anca dırdır, anca konuş dur!’’

İblis kaşlarını çatsa da hayretler içerisinde susuverdi.

Asir alnımda üçüncü bir göz varmış gibi bana bakarken, ‘’Sonunda delirdi…’’ dedi, kafasını ağır ağır sallayarak. ‘’Delirdin mi?’’ Ona doğru ağır ağır döndüm ve sertçe gözlerinin içine baktım. Hayal kırıklığına bulanan suratı, gözlerindeki çaresizliğe harmanlanırken içimde bir şeylerin yuvarlandığını ve o yuvarlanan şeyin, geçtiği her yeri ezdiğini hissettim ama bunların hepsini bir anda maskeledi ve kaşlarını havaya kaldırarak sahte bir şaşkınlıkla, ‘’Delirdi.’’ dedi net sesiyle.

Sakinleşmeye başlayan fonksiyonlarımla, ‘’Sensin deli.’’ dedim homurdanarak, önüme dönerken.

‘’Tamam, yaşadıkların ve gördüklerin ağır şeylerdi ve bu tavrını anlayabiliyorum.’’ dedi sakin sakin. Yanmaya başlayan gözlerimle ona keskin bir bakış atmaktan kendimi alamadım, hala burnum dik duruyordu ama gözlerimden akmak üzere olan yaşlarla ne kadar dik görünüyordum, bilmiyordum. ‘’Ama bir yere kadar.’’ dedi o da dişlerini sıkmadan hemen önce.

Tehditkar, ağır bakışları şimdi benim üstümdeydi. Koltuğa sinmek üzereydim fakat hala bakışlarım bir kaya kadar sertti. ‘’Seni bir tehlikeye atacaksam, önce o tehlikenin boyutunu ben bildikten sonra atarım. Hiç kimse sana dokunamaz, buna cüret edemez. Ben bile.’’ dedi, tane tane konuşarak. ‘’Ne yaptığımı, nasıl davranmam gerektiğini de yeni doğmuş birinden öğrenecek değilim. Bunları iyice kavra.’’ dediğinde kalbim bin parçaya bölünmüş gibi hissettim.

Aşağılanmış da hissettim bir nevi fakat cümlelerinde beni aşağılayan tek bir cümle dahi yoktu aslında, sadece haklı diye nitelendireceğim kelimeler kullanıyordu.

Gözlerimin içine sakin sakin bakarken kelimeleri bir silah gibi kullanıyor olması beni bozguna uğratırken, tamamen bulanıklaşan görüntümle hiçbir gözyaşı dökmemeyi başarabilerek ona bakmaya devam ettim. ‘’Sınır konusuna gelecek olursam, söylediklerimden hiç pişman değilim. Aklım söyleyemediklerimde hatta Erkuran. Söylediğim her şey doğru ve gerçek. Bundan sonra da öyle olacak, bunlara yaptıklarım ve yapacaklarım da dahil. Sen, benim sınır çizgimsin.’’ dedi utanmadan, son cümleyi bastırarak suratıma söylerken.

Yüzüm hala pasif bir öfkeyle yanıyordu ama şimdi biraz utanç ve pişmanlık da vardı. ‘’Şimdi, aklımı kaçırmamı ve başı kesilmiş tavuk gibi sağa sola koşturmamı istemiyorsan,’’ dedi bacak bacak üstüne attıktan sonra gözlerime manidar bir bakış atarak. ‘’Yalnız hareket etmiyorsun. Bana haber veriyorsun, öyle gidiyoruz. Tamam mı?’’ dedi çocuğunu azarladıktan sonra onu uyaran baba gibi.

Kafamı usulca salladım.

‘’Güzel.’’ dedi o da bir kez başını aşağı eğip yukarı kaldırarak, ardından bakışlarını benden çekerek başka yönlere doğru odakladı. Konuşmayan İblis’e yandan, göz ucumla baktım. ‘’Benim kızım büyümüş.’’ dedi bana kızmasını beklerken, gururla çenesini kaldırıp bana tepeden bakarken. Hala o küstah bakışlarını atıyordu, benimle gurur duyarken bile. ‘’Aferin.’’ dedi sadece kuru bir sesle, ardından kadehinden sakince yudumlayıp gözlerini kapatarak başını tahtın başlığına dayadı.

Rahatlamadım.

Asir belki daha yeni tanıdığım bir adamdı ve ondan etkileniyordum, o yüzden söylediklerim pişman olmama neden oluyordu ama İblis… Öyle değildi. İblis kırılsa da, üzülse de hiçbir zaman duygularını apaçık bana göstermedi, onu sadece hissetmiştim. Hissederek bir şeyleri anlamaya çalışmıştım, çoğu zaman başarıyordum da. Şimdi benimle gurur duyarken, beni tasdikleyerek söylediği kelimeleri bana güven verse de ağlama isteğimi kamçılıyordu. Şu koltukta oturup hüngür hüngür ağlamak istiyordum. O kırılmıştı, onu kırdığım içinse pişmanlıktan gebermek üzereydim.

Yutkundum, tükürüğüm ateşten parça gibi boğazımdan aşağı kayarken ortalığı yaktı. Gururumdan dilim hareket dahi etmiyordu. İkisinden de özür dilemeliydim, bunu biliyordum fakat konuşacak gücüm yoktu. Pişmanlığım, gururumla mücadele ederken içten içe ruhumu çürütmeye başlıyordu. Ben böyle biri değildim. Ya da öyle biri miydim? Belki Kraliçe biraz da olsa derinlerimde gözlerini aralamıştı, belki onun ruhu bedenimi ele geçirmişti?

Aklıma gelen görüntüler, uyuduğum zaman Kraliçe olduğum; Kraliçe’nin benim bedenimi ele geçirdiği görüntülerden ibaretti. Başımı eğerek iki elimi de kafam arasına aldım ve sakinleşmeye çalıştım. Parmaklarım düşüncelerimle hareketlenerek saçlarımı kavradı, derimde beliren sızı yavaş da olsa kendime gelmemi sağlıyordu ama tamamen değil.

Asir’in endişelenen kalın sesi kulaklarıma çarpsa da kelimeler beynime aşılanmadan boşluğa karışıyordu. İblis kaşlarını çatmaya devam ederek bana bakıyor, hareketlerimi anlamlandırmaya çalışıyordu.

Kraliçe, beni ele geçirmeye çalışır mıydı?

Kraliçe hala derinlerimde bir yerlerde miydi yoksa tamamen ölmüş müydü? Ben Kraliçe değil de Kurtarıcı olarak mı dünyaya gelmiştim? Yok artık. Delirecektim.

‘’Delireceğim,’’ dedim mırıldanarak, parmaklarımı saçlarımın arasında bir sağa bir sola gezdirerek. Saçlarım kuş yuvasına dönmüş, dalgaları daha da karışarak birbirine girmişti. ‘’Delireceğim.’’ dedim mırıltıdan daha yüksek bir fısıltıyla. Sıcak parmakların ellerimi kavradığını hissettiğimde başımı kaldırıp yanıma oturan Asir’e baktım. Kızıl gözlerini üstüme dikmiş, ellerimi saçlarımdan kurtarmış ve beni omzumdan tutup kendine çekmişti.

Omzum göğsüne yaslanırken, bir eli bileklerimi tutuyor; diğer eli de omzumu sıvazlıyordu. Yumuşak tavrı destek vericiydi ve güvenli hissettiriyordu. Burnumdan içeri giren kokusuyla mayıştım ve gözlerimi kısa süreliğine kapattım. Duygularım, düşüncelerim hep karman çorman olmuştu; aklımı toparlamam lazımdı. İki ruhun aynı bedende olmasına alışkındım ama hiçbir zaman bir ruhum, diğeriyle gerçek bir kavgaya girişmemişti. Aklımı toparlamalıydım. En kısa zamanda.

‘’Delirirsen aklımı sana veririm.’’ diyen kalın sesiyle, gözlerimi aralayarak ona aşağıdan yukarı baktım. Kızıl gözleri ciddiyetle üstümdeydi; fakat saniyeler içerisinde muzip bir tavra bürünen gülümseyişi dudaklarını süslüyordu. ‘’Nasıl söz?’’ dedi aniden, alayla. ‘’Tavladım mı seni?’’

Birkaç dakika ciddiyetle suratına bakadurdum. Ardından dudaklarım bir titremeyle başladı, ardından o titreme gülümsemeye dönüştü ve dayanamayıp kahkaha attım. Gözlerindeki yıldızlarla suratımı incelerken, ‘’Düşünmem lazım…’’ dedikten sonra beklemeden, ‘’Çok basitti.’’ dedim kıkırdayarak.

Onu çok etkileyen bir şey söylemişim ve bu dünyanın en ciddi konusuymuş gibi kaşlarını havaya kaldırıp indirdi ve kısa bir süre düşünürmüş gibi yaptıktan sonra, ‘’Delirirsen seninle deliririm.’’ dedi aniden. Kısa süreliğine düşünür gibi yapıp ağzımı aralayacaktım ama hızlı düşünmesi, kendi kendine tatlı tatlı mırıldanmasına neden oldu. ‘’Dur bi’, sanırım aynı şeyi söyledim…’’

Suratına bakarak şapşal haline tekrar gülüverdim. Keyfim yerine gelirken İblis de ilk defa ona kızmadan bizi inceleyip yarım ağız sırıtıyordu. Göğsünden ayrılıp dik bir şekilde oturduğumda ona yandan, muzip bir şekilde bakarak, ‘’Kız tavlamasını da bilmiyormuşsun.’’ dediğimde tek kaşını alayla kaldırdı.

‘’Hayır, biliyorum.’’ dedi ama ona inanmamış gibi baktığımda ciddiyetle devam etse de gözlerindeki yumuşaklık kalbimi ısıtıyordu. ‘’Fakat geçmişte ve şimdiki zamanda, sadece bir kadını kolayca tavlayamıyorum. Onu tavlamaya çalışırken her zaman elim ayağıma dolanır, beynim durur; saçmalamaya başlarım.’’

Kalbim göğsümde yankılanınca bakışlarımı utanarak kaçırdım ve ondan başka her tarafa baktıktan sonra dayanamayıp tekrar bakırlarıyla buluştum. ‘’Nasıl? Bu sefer tavladım mı?’’ dedi hınzırca gülümserken. Birkaç dakika ciddiyetle suratına baktıktan sonra başım geriye düştü ve kahkaha attım. ‘’Belki.’’ dedim alayla, tatlı tatlı. ‘’İçimde bir kıpırdanmalar oluşuverdi. Sadece bir saniyeliğine.’’

Bu da bir lütuf dercesine kaşlarının uçlarını havaya kaldırırken; aynı zamanda dudaklarının iki yanını aşağı sarkıtıp alayla kafasını salladı, ‘’İyi iyi, bununla yetinelim şimdilik.’’ dedi kendi kendine. Otuz iki diş sırıtarak yüzüne bakarken, kapıdan gelen patırtıyla boş bulunup yerimde hopladım ve tereddütlü bakışlarım o tarafa doğru kaydı. Yüzümdeki gülümseme zamanla silinirken, kaşlarım çatık Asir’in ifadesiz suratına döndüm.

‘’O neydi?’’

‘’Senin…’’ dedi ama o da kaşlarını çattı ve aniden ayağa kalktı. ‘’Reha. Yaralanmış.’’

Önümden geçerken beynime ulaşan kelimelerle elim ayağım titrerken, yoğun gelen bir çaresizlikle ayağa kalktım; fakat duygularım o kadar yoğundu ki içimde hızla dönerek karadelik oluşturdular. İçimdeki boşluk ve yanında gelen çaresizlikle yutkunarak kapıya doğru ilerlerken Asir çoktan kapıyı aralamıştı bile.

Reha’nın küçük bedeni yere yığılmıştı. Şaşkınca beyaz kartopunu andıran tüylerinin arasındaki uğursuz renge baktım; bir süre ne olduğunu algılayamadım bile. Sonra aniden adımlarım hızlandı ve küçük dostuma doğru yürürken ‘’Ne olmuş?’’ dedim sesim titreyerek.

Kesik kesik soluklarla bedeni titrerken, iki kuyruğu ayrılmış ve yerde süzülerek duruyordu. Kuyruklarından biri tuhaftı; yoğun ve mavi elektrik akımı, kuyruğunun tekini sarmal misali sarmıştı ve etrafında arada sırada patlayıp duruyordu. ‘’O ne lan?’’ dedi İblis, yüzünü buruşturup hayvanın kuyruğuna bakarken.

‘’Asir…’’ dedim korkuyla, Reha’ya eğilerek onu kucağıma çekerken. ‘’Lan çarpacak!’’ dedi İblis ama bana herhangi bir şey olmadı. Tüylerinin arasına parmaklarımı koydum ve titrek soluklarını avcumda hissettim. Siyah boncuk gözleri uyumaktan değil, acıdan dolayı yarı açık yarı kapalıydı ve bana bakıyorlardı.

‘’Soysuzlar.’’ dedi Asir, dişlerinin arasından tıslayarak. Kafamı kaldırıp tepemizde dikilen ona şaşkınca baktım. Dolu gözlerimle karşılaştığında afallasa da çok geçmeden bu kaşlarını daha fazla çatmasına neden oldu. Çenesi kasıldı ve sakin olmak istercesine gözlerini yumup araladı. ‘’Ulan sizi sikmezsem bana da Asir demesinler.’’ dedi mırıldanarak.

Konunun hedeflerinin kim olduğunu anlamamla öfke damarlarımı sardı ve burnumdan bir nefes verdim. Dişlerimin arasından adeta kindar bir öfkeyle tısladım, ‘’Onlar mı?’’ Sesimin değişimine şaşıracak zamanım yoktu ama öyle derinden, öyle kaba çıkmıştı ki İblis’in tuhaf bakışlarının üstümde olduğunu hissettim.

Asir kafasını salladı. ‘’Görmüyor musun? Boynunda diş izleri var,’’ dediğinde bakışlarım Reha’nın acı çeken bedenine kaydı. Titreyen bedeni kucağımda arada sarsılıyor, arada nefeslerinin kesikliğini işitiyordum. Kanın olduğu yeri iyice incelerken gerçekten sivri dişlerinin yerini tespit ettim. ‘’Kuyruğundaki akıma bakılacak olursa onlardan birini çarpmış olmalı.’’

‘’Bu yüzden yaşıyor.’’ dedim bir kısmım rahatlarken. Dişlerimi birbirine bastırdım ve hala aralık olan kapıdan dışarı, karşımda uzanan dağlara öfke ve kinin harmanlandığı keskin bakışla baktım. ‘’Onları öldüreceğim.’’ İblis’in irkildiğini hissettim, gölgeden yapılmış elbisesi sarsıldı ve büyümüş gözlerle o karanlığın içinden bana baktı.

Kafamı kaldırıp keskin bakışlarla Asir’e döndüğümde yüzümdeki ifadeden şaşırdığını fark ettim fakat çok geçmeden ifadesizliğine bürünüp kafasını salladı. ‘’Hesabını verecekler.’’ dedi.

‘’Kabuhan’a gidiyoruz, Asir.’’ dedim itiraz istemeyen sesimle, tek kaşımı kaldırıp.

Artık söyleyecek bir laf bulamamıştı, o yüzden temkinli şekilde kafasını salladı. ‘’Merak etme.’’ dedi sakin sakin, güven veren sesiyle, ‘’Sen bana bırak. Delirme yine.’’ diye ekledi.

Gülümsedim, ‘’Çok geç.’’ Avcuma yayılan kana ve altında yatan bedene son kez baktım. ‘’Nasıl iyileştireceğim?’’ dediğimde sesim yine ağlamaklı çıkmıştı. Dengesiz ruh hallerim ruhumu alabora ederken, İblis’in şaşkınlığının arasından ‘’Bana fenalıklar geliyor…’’ dediğini işittim, çok kısık söylemişti.

‘’Bana bırak,’’ dedi Asir mırıldanarak, eğilip. Onu kucağımdan sakince aldı ve Reha’nın boğazından acı dolu bir inilti döküldü. Yutkundum, sanki boynundaki delikler benim kalbimde açılmıştı ve onun acısını ben yaşıyordum. Ona bu kadar bağlandığımı bilmiyordum, bu da içten içe şaşırmama neden oluyordu. O sadece küçük dostumdu.

Asir’e baktığımda, bana kıstığı gözlerle baktığını fark ettim sanki dalmış gibiydi. Sonra ona baktığımı fark edince, toparlanıp hiçbir şey söylemeden arkasına döndü ve merdivenleri tırmanmaya başladı. Kapıyı kapatıp rüzgarın nefesini kestim ve merdivenlerden çıkmak yerine salona doğru ilerledim.

İçimdeki kinin tohumu çoktan toprağa ekilmişti ve onu Reha’nın kanı suluyordu. Büyüyen nefret ve kin, her şeyle birleşti ve koltuğa oturur oturmaz bu kadar öfkeyle yanıp kavrulmamın sağlıklı olmayacağı aklıma düştü. Her şey, düşüncelerim ve duygularım çoktan birbirine girmiş durumdaydı ve bunun yan etkisini yaşıyordum.

Bir yanım mantıklı davranıyor, diğer yanım duygularımın tutsağı oluyordu. İkisinin birleştiği noktada aklımı sonunda kaybedebileceğimden korkuyordum. Sakinleşmek üzere kafamı geriye yasladım ve koltuğun başına dayadım. Gözlerim kapandığında her zamanki gibi onun bakışları beni karşıladı.

‘’Ne bakıyorsun öyle?’’ dedim yumuşakça.

Bir tuhaf bakıyordu; kıstığı karanlık gözlerini üstüme dikmiş, kaşlarını çatmış ve yüzünün bir kısmı benden iğreniyormuş gibi buruşmuştu ama gerçekten iğrendiğini söyleyemezdim. Anlam verememezlik ve kocaman soru işaretleriyle dolu gözleri üstümü tararken, ‘’Sadece…’’ dedi fısıldayarak. Sonunda gözlerime tırmanıp tutunduğunda, ‘’Sen biraz garip davranıyorsun.’’ dedi biraz daha yüksek sesle, dik dik bana bakıp.

‘’Ne gibi?’’

Kaşlarını yukarı kaldırdı, ‘’Ne gibi?’’ dedi sorarcasına. ‘’Toprak.’’ dedi daha sonra ciddi bir şey söylemek üzereymiş gibi bir tonlamayla. Bir şey söylemediğinde tek kaşımı kaldırdım ve ifadesizliğimle suratını inceledim. Kirpiklerini kırpıştırıp suratıma aval aval baktıktan sonra, ‘’Bunu kast ediyorum.’’ dedi işaret parmağını yüzüme tutarken. ‘’Bakışların, davranışların, düşüncelerin... Her zıkkımın iki yüz seksen derece yamuldu.’’ Yutkundu ve tereddütle, ‘’Toprak, iyi misin?’’ diye ekledi, yumuşakça.

‘’İyiyim.’’ dedim nedensiz bir öfkeyle. ‘’Şunu daha ne kadar sorup duracaksın?’’

‘’Çünkü değilsin.’’

‘’İyiyim.’’

‘’Bok iyisin.’’ dedi kaba bir şekilde, tükürür gibi. ‘’Seni senden daha iyi tanıyorum ben.’’ dedi sert sesiyle, ‘’Beni kandıramazsın kızım. Ben sana damarlarında akan kandan daha yakınım.’’ Dişlerinin arasından tıslayarak aklıma kazıdığı cümle, yutkunmama neden oldu. ‘’Bu cümleni duymayalı uzun zaman oldu, İblis.’’

‘’Aklına kazı. Çıkmış belli ki.’’ dedi sertçe, kaşlarını çatarak. Gözlerini üstüme sabitlerken küstah ve kibirli görüntüsünün ardında yatan şaşkınlığı ve öfkeyi de görüyordum. ‘’Şimdi, öfken bana da geçmeden önce oturup sakince düşünelim. Sende neler oluyor?’’

Alayla, ‘’Bildiğini sanıyordum.’’ dediğimde kadehi parmaklarının arasında o kadar sıktı ki neredeyse parçalamak üzereydi. Bir kuyudan daha derin ve bir aslanın kükremesinden daha kalın olan sesiyle, ‘’Bana küstahlık yapma!’’ dedi zihnimde bağırarak. Aniden beynime ağrı saplandı ve ağrının sıcaklığı gözlerime ulaştı. Elimi, başıma inleyerek götürdüm. Burnumdan akan kanla elim şakağımdan ayrılıp direkt oraya gitti. İki büklüm olarak, ‘’İblis…’’ dedim acıdan kıvranarak inlerken.

Beynimdeki ağrı giderek katlanırken, duvarları titreten sesinin kudretini hala hissediyordum. ‘’Bana bak.’’ dedi dişlerinin arasından tıslarken. ‘’Karşındaki kim? Azarlayacağın ya da alay edeceğin biri mi sence? Ben kimim?’’ Yumuşakça yutkundum; ağrıdan gözlerimi aralayamıyordum sanki beynime kazık saplanmıştı. Ne ağzımı aralayabiliyor ne de gözlerimi açabiliyordum. Sadece zihnimden konuşabiliyordum.

‘’Kes şunu.’’ dedim ağlamaklı bir sesle. ‘’Canım acıyor.’’

‘’Ben kimim?’’ dedi bastırarak. Dudakları öfkeden büzüşmüştü, bana tepeden bakıyordu. ‘’Özür dilerim. Her şey için.’’ dedim, artık iki elim de şakağımın kenarlarında duruyor ve oraya baskı uyguluyorlardı. ‘’Tamam mı, İblis? Kes şunu.’’

Aniden kesilen ağrıyla içime soğuk su serpildiğinde başım yorgunlukla geriye düştü, burnumdan akan sıvının tadı damağıma yayıldı ve metalik tat boğazıma kadar indi. ‘’O siktiğim karttan sonra oldu bunlar. Ne gördün tam olarak? Orada yoktum ben. Başka şeylerle meşguldüm.’’ dedi, öfkeden artık bazı harflerin üstüne bastırıyordu; bazı harfler, ‘r’ gibi, keskin bir sürtünmeyle dudaklarından dökülüyordu. Onu böyle görmek, sanıldığının aksine o kadar kolay değildi.

‘’Seni.’’ dedim fısıldayarak. Ağrı hala tam olarak geçmiş değildi, hala sızım sızım sızlıyordu. Yarı kapalı, yarı aralık yanan gözlerimle şaşkınlığın kuşattığı gözlerine bakarken, ‘’Seni ve Kraliçe’yi. Erkan’ı.’’ dedim devam ederek. ‘’Nasıl yaşadığımızı, nasıl savaştığımızı, nasıl öldüğümüzü…’’

Bakışlarını kaçırdı, ‘’Aaron’u ben de gördüm.’’ dediğinde şaşırma sırası bana geçti.

‘’Nasıl?’’

Gözlerini tekrar ilgisizce bana dikerken, ‘’Gördüm işte. Tar’la muhabbetinizde o kadar uzakta değildim, anıların birkaçı bana da geçti. Fakat sadece Erkan ve Aaron’un anıları. Sen, seni görmedim.’’ dedi, sakince. Sesinde gizlediği değişik bir duygu vardı ama onu yorumlayamadım.

‘’Ölümü görmedin mi?’’ dedim Aaron’un yanımda yatan bedeni gözlerimin önüne gelirken. Sertçe ve acıyla yutkundum. ‘’Orada ben de vardım. Yanında.’’

‘’Gördüm ama orada da seni göremedim.’’ dedi keskin bakışlarını üstüme dikerek. ‘’Önemli olan ne biliyor musun Toprak?’’ dedi ve sert, keskin bakışlarını evin içindeki merdivene doğru çevirdi. ‘’İkimizin anılarında da o itin ne gezdiği. Önemli olan o.’’

‘’Kraliçe’yle yaşanmışlıkları var.’’ dediğimde bakışlarını sakince bana doğru dikti. ‘’Önceki hayatımızda eşmişiz.’’ Yanaklarım söylediklerimle kızardı ama heyecandan mı yoksa bunu dile getirmenin verdiği utançtan mı anlayamadım. Kirpikleri bir iki kez kırpıştı fakat şaşırdığı söylenemezdi, suratında sadece bunu bekliyor gibi ifadesizlik hakimdi.

‘’Duydum. Sen uyandığında yanımda konuştunuz. Aaron’un anılarında da seninle ilgili konuştuğu şeyler var.’’ dedi ve tüm bunlar yine önemsizmiş gibi gözlerini devirdi. ‘’Önemli olan bir noktayı kaçırıyor gibi hissediyorum. Eksik olan bir şeyler var gibi Toprak.’’ Kaşlarını çattı ve bakışlarını benden ayırıp altın kadehine çevirdi, onun içine boş boş bakıp durdu.

‘’Ne gibi?’’ dedim, anlamsızca suratını incelerken.

‘’Mesela öldüğümüz an, Asir’in orada ne işi vardı? Sonradan gelmiş gibiydi de, değil gibiydi de…’’ Kömür karası hareleri bir yere dalmış gibi benden uzaklaştı ama konuşacak kadar benimleydi. ‘’O anı biliyor musun? Hani yanında değildim?’’ dediğimde, ‘’Seni görmedim, Toprak. O biriyle konuşuyordu ama.’’ dedi, bakışları hala başka yerdeydi.

Kadehinden yudumladı, kaşlarını çatarak bir şeyler söyleyecekti ama merdivenlerden gelen ayak sesleriyle sustu. Asir’e doğru çevrilen başım, onun bedenini gördüğümde allak bullak oldu. Onu sanki hiç görmemiş gibiydim; onu ilk defa görüyor gibiydim. Gerçekdışı bir anda yaşıyordum sanki, bir anlığına yaşadığım evren bana yabancı geldi ve başkalarından soyutlanmış hissettim.

‘’Ona karşı dikkat etmeliyiz.’’ dedi İblis, fısıltıyla; ona bakarken.

‘’Yarasını sardım.’’ dedi kadifemsi sesiyle, merdivenlerin dibinde bekleyip. ‘’Fazla derinden ısırılmamış. Ölmeyecek.’’ Kafamı sallayıp belli belirsiz tebessüm ettiğimde Asir beni es geçip merdivenlerin dibine doğru yürüdü ve gizli kapıdan içeri girip kayboldu.

Öldüğüm an aklıma gelirken Asir’in feryatları zihnime doldu. Biriyle konuşuyor demişti İblis. Benimle mi konuşuyordu yoksa başkasıyla mı? ‘’Feryat eder gibi miydi?’’ dediğimde leb demeden leblebiyi anlayan o, ‘’Feryat demeyelim de… Birilerine öfkeliydi sanki biraz.’’

İçime düşen kuşku, güneş gibi doğarken ‘’Lider’e gideceğim.’’ dedim kaşlarımı çatarken. ‘’Asir’siz.’’

Aniden bana doğru döndü ve kaşlarını çattı, ‘’Neyine güveniyorsun?’’

‘’Beni ısırsalardı şimdiye yaparlardı. Çok boş gezindim. Ayrıca, Lider’leri bunlar kadar salak değildir; kesin Asir hakkında bir şeyler biliyordur. Belki Asir’in bizden sakladığı bir şeyler varsa, bunu düşmanından öğrenmek zor olacak ya da yalan olacak ama yine de elimize bir bilgi geçecek İblis.’’

‘’Asir’e neden sormuyoruz? Ben anlarım.’’ dedi ama kafamı iki yana salladım. ‘’Ben anlayamam. Başkasında gördüğüm gerçek daha doğru oluyor. Asir, bunun dışında.’’

‘’Bundan korktuğumdan değil de ağzımıza sıçacak.’’

‘’Hiç sorun değil.’’ dedim tekdüze, ‘’Uyuyacağım biraz. Yarın o fark etmeden çıkarız yola.’’ Koltuktan kalkmadan yan döndüm ve ayağımı uzatarak yastığa başımı koydum. Gözlerim çok geçmeden kapandı ama İblis’in homurtusu derinlerden bana doğru yaklaştı. ‘’O fark etmeden nasıl çıkacaksak…’’

Gecenin bir yarısında dışarıdan duyduğum garip bir sesle uyandım. Gözlerim aralanmakta zorluk çekiyordu, bir süre daha karanlıkta öylece uzandım; o sesi umursamayıp boşluğa tekrar çekileceğim vakit tekrar duymamla bu sefer net şekilde gözlerim aralandı.

İblis, zihnimde kapıyı gıcırtıyla aralarken bana uykudan uyandırılmış olmanın verdiği bir öfkeyle ters ters baktı. ‘’Hangi ayarsız ve münasebetsiz…’’ dedi ve duvardaki saate gelişigüzel baktıktan sonra, ‘’Gecenin üçünde beni uykumdan uyandırmaya cesaret ediyor?’’

Koltukta uyuyakalmış olmamın getirdiği boyun ağrısıyla doğrulurken yüzüm buruştu ve elim, üstüme örtülmüş olan yumuşak battaniyenin dokusuyla tanıştı. Boşluğa bakarcasına battaniye aval aval baktım, bir süre düşünmedim ama net bir dalga zihnimin kıyılarına çarptığında Asir’in bu örtüyü üstüme örttüğü düşüncesi beynimde canlandı.

Yumuşakça yutkundum ve örtüyü kenara itip çoktan kesilen sesin kaynağını öğrenmek için ayağa kalktım. Rüzgar evin içinde belli belirsiz esiyordu, salonda büyük bir camekan vardı ve ne kadar çift cam olsa da bazı gecelerin arsız soğuğuna direnemiyordu. Yüzümden meymenetsizlik akarken rahatça kapıya doğru ilerledim ve dış kapıyı sessizce araladım. Asir rahatça bu sesi duyup uyanabilirdi fakat yine de onu uykusundan etmek istemedim.

Gözlerim etrafı gelişigüzel taradı. Issızlığın yuva yapmış, şeytanların dans ederek oyunlar oynadığı bu yerde; ölümün bile uğrak noktası olmayı unuttuğu bu yerdeki anlamsız ses kimden gelmiş olabilir diye düşünürken, gözlerim çevrenin karanlığını taradı. Kanlı Ay tam tepede asılı ve oldukça parlak dururken; ayın üstündeki lekelerin karaltısı da belli oluyordu. Güneş parlaklığını söndürmüş olsa da hala orada bir yerlerde canlı olduğunu göstermek istercesine hafif turuncumsu renkteydi.

Rüzgarın nefesi göğsümün tam ortasına gömülmüş, derime inceden inceye sızarken titresem de kapıyı, ev soğumasın diye arkamdan kapattım ve verandanın üstünde beklemeye devam ettim. ‘’Toprak, ileride.’’ dedi İblis, fısıldayarak. Kaşlarını çatmış, huzursuzca ileriye bakarken; içimden homurdandım. ‘’Bir günüm de normal geçebilir mi?’’ Dudaklarına uğursuz bir tebessüm yerleştirdi, ‘’Ben Tatarus’u bile öfkelendirecek şekilde kötülüğü benimsemişken ve sen de cenabetken mi? İmkansız.’’

Gördüğüm karaltı, akşamın karanlığına denk düşmüyordu ve ondan oldukça farklıydı. Öyle ki gözlerimle bile görebileceğim kadar kuytu köşede bir yerde asılı duruyordu. Şayet o artık gölgeyse bile, artık gölgelerden korkmadığımı içimdeki boşluktan anlamış olmam hem beni şaşkınlığa uğrattı hem de bir o kadar rahatlatmıştı. Sebepsiz şekilde bir iki adım ileri attım ve gölge olup olmadığını kontrol etmek için gözlerimi kısarak o tarafa odaklandım.

‘’Vampirler gitmemiş olabilir mi?’’ dedim şüphelenerek. Çünkü o şey, ben o tarafa odaklandığım anda kaybolmuştu.

‘’Etrafta onları hissetmiyorum.’’ diye karşılık verdi, dümdüz sesiyle.

Yüzüm buruştu, ‘’Ne zamandan beri onları hissediyorsun ki?’’

Dudaklarını büzüp düşünürmüş gibi yaparken, boğazından da alaycı bir mırıltı duydum. ‘’İlk buraya geldikleri zamandan itibaren.’’ Şaşkınlıkla suratını incelerken, suratını ifadesizliğe bürüdü ve gözlerini baygın bir halde tutarak yüzümü incelemeye başladı, ardından omuz silkti. ‘’Bazen çok korkunç oluyorsun.’’ dedim ve bakışlarım tekrar karaltının olduğu tarafa yöneldiğinde mırıldandığını duydum. ‘’Bazen mi?’’

Birkaç adım daha attım ve verandanın basamaklarından indim. ‘’Nereye acaba?’’ dedi yarım ağız samimiyetsizce gülerek. ‘’Bir bakacağım, zaten kimse yok.’’ dedim ve tahtında rahat rahat oturan onu baştan aşağı süzdüm; dumanları normal şekilde titreyip duruyordu. Hiçbir şeyden şüphelenmiyor veya tedirgin değildi. ‘’Sana güveniyorum.’’

‘’Gözlerim yaşardı.’’ dedi alayla, gözlerini bana sabitlerken. ‘’Ne zamandan beri?’’

Gözlerimi devirdim. ‘’Anne rahminden beri.’’ Dilini tıslar gibi damağına koyarak alayla güldü ama bir şey söylemeden kadehinden yudumladı.

Ayaklarım soluk, soğuk ve yumuşak çimene basarken ayakkabılarımı giymemiş olmama soğuğun tabanıma geçtiği vakit anladım. Çok geç anlamış olmam işin komik kısmıydı ama bir o kadar da zihnimin bu kadar dalgın ve ortamdan soyutlanmış olmasıyla dumura uğramıştım. Öyle ki İblis bile şaşkınlıkla çıplak ayaklarıma bakıyordu. ‘’Çocuğun olsun istiyorsan ve de bu kadar meraklıysan oraya gitmek için, dön ayakkabı giy.’’

Arkama doğru döndüm ve kapanmış kapıya boş boş baktım. ‘’Gerek yok,’’ dedim fısıldayarak önüme dönüp ilerlerken. Şaşkınlıkla bakarken, ‘’Lan dönüp giyer misin, Toprak?’’ dedi eliyle geriye işaret edip. Kaşlarını azarlamaya başlamadan önce yaptığı gibi çattı. ‘’Hasta olacaksın. Sonra gel uğraş.’’

‘’Şey… İblis…’’ dediğimde, ne söyleyeceğimi biliyormuş gibi sabırla ama dünyanın en büyük aptalıymışım gibi bana baygın gözlerle bakmaya başladı. ‘’Anahtarım yok.’’ dediğimde kafasını sallayıp ‘’Neyse yürü.’’ dedi ve hemen ekledi. ‘’Hasta olursan ne nazını çekerim ne de sana bakarım, ona göre. Benden demesi.’’

Şimdiden soğuk ayak tabanlarımdan bacaklarıma, oradan da mideme doğru akın etmeye başlayarak beni tir tir titretirken umursamadan yürüdüm. Her yürüyüşümde çimenlerin arasındaki toprağın sert dokusunu ve taşların hafifçe ayağıma batışını hissediyordum ama acı katlanılabilir düzeydeydi. Solumda duran arabayı es geçerek karanlıkta bir yılanın görünen soluk kuyruğu gibi uzanan patikanın başlangıcına çok geçmeden geldiğimde, Kanlı Ay tepede ölümcül bir güzellikle parlamaya devam etti.

Uğursuz bir şeyin habercisi gibi ışığını üstüme ve görüş alanımdaki soluk, grimsi binalarımın üstüne dikiyordu. Bir karaltı daha binaların arasından usulca gelip geçtiğinde adımlarımı patikadan aşağı indirmeye başladım. Oralarda kimse yoktu, Asir binalarda yaşayan insanların olduğunu söylemişti ama ben şimdiye kadar kimseyi görmemiştim.

Burası unutulmuş bir mezarlık gibiydi.

Patika aşağı inerken taşlar ayaklarıma sertçe battı ama tabanım uyuşmuş gibi bir süre sonra acı da hissetmedim. Patikanın kenarındaki boşluğa sırtımı alarak binaların önüne geldim ve sıra sıra dizilmiş kimsesiz kokan pencerelere tek tek baktım. Birkaç binanın arasında görünen yollar vardı ve hepsi de arkalarında kalan ormana çıkıyordu, yani insanların bu gece saatinde ormana gidebilecek bir nedeni yoksa oralarda işi olmazdı. Karaltı büyük ihtimalle bir gölgeydi ve bana zararının olmaması hem rahatlamama hem de geri dönüp koltuğuma tekrar kıvrılma isteğime neden oldu.

Kafamı çevirip tekrar geldiğim yöne gidecekken, İblis’in ani irkilmeyle ‘’Anasını…’’ dediğini duydum. Bir ona, bir de baktığı yöne doğru kaşlarımı çatarak baktığımda bir camda bana doğru bakan küçük, sarışın bir kız gördüm. Saçlarını yandan iki atkuyruğu yapmıştı.

Soluk teni ve donuk bakan mavi gözleri üstüme dikilmişti; suratında hiçbir mimik yoktu ve ellerini yanaklarına dayamış dirseklerini de camın alt tarafındaki mermere yaslamıştı. İçime yayılan garip huzursuzlukla gözlerimi kırpıştırarak kıza bakarken, o da bana bakmaya devam etti.

Asir buralarda yaşayan insanlar olduğunu zaten söylemişti. O da bu insanlardan biri olmalıydı. Sorun yok.

Kız cama doğru yaklaşarak dudaklarını büzdü ve aralarındaki nefes, cama yapıştı. Ardından parmaklarıyla camdaki buğuya bir şeyler yazarken gözlerimi kısarak ne yazdığına bakmaya çalıştım. Burası karanlıktı ve hiçbir şey göremiyordum ama ben göremesem de İblis okuyabilirdi.

‘’Annem buralarda. Kaç.’’ dedi İblis, anlamsız bir şeyler okuyormuş gibi kaşlarını çatarak bana yandan yandan bakarken. ‘’Derken, anasını satayım?’’ dedi manidar bir sesle, ekleyerek.

Kalbim ani bir kasılmayla gümleyerek atarken, buz gibi panik başımdan aşağı döküldü. Etrafıma korkusuzca bakmaya çalışırken Asir’in geçmişte, bir sohbetin arasında, gece dışarı çıkmamam gerektiğini de eklediğini hatırladım. Sakince, sakin olarak ve kalbimin atışlarına anlam yüklemeyerek yazıyı es geçip patikadan yukarı çıkacakken iki binanın arasında görünen karaltıyla ağır ağır o tarafa döndüm.

Gölge göreceğimi düşünüyordum ama onun yerine, orta yaşlarda olmasına rağmen oldukça genç ve dinç görünen bir kadın karşıladı beni. Yüzünde normal insanların baktığı zaman anladığı sıcak bir tebessüm vardı; benimse gördüğüm şeytani bir gülüştü. Gözlerini kısarak, şeytani gülümsemesiyle bana bakarken bir adım attı ve ayın ışığı altına geçti. Sarı kafasına yer yer düşen beyazlar ay ışığı altında parlarken; geceliğe benzeyen elbisesi beyaz ve tüm bacaklarını kapatacak şekilde salaştı.

‘’Merhaba.’’ dedim sesimi olabildiğince korkusuz ve sanki o mesajı okuyan biz değilmişiz gibi çıkartmaya çalışarak. Bir şey belli etmek istemiyordum. Kadın hiçbir şey söylemeden gülümsemeye devam etti. Belki de çocuk bizimle oynamıştı? Pencereye göz ucuyla, çaktırmadan baktığımda yazının da çocukla beraber kaybolduğunu fark ettiğimde kalbim panikle atsa da titreyen ellerimi arkama doğru kavuşturarak sakladım.

Duruşum da bu yönde, kadından korkmadığımı gösterdi.

Kadından hiçbir cevap veya etkileşim alamadığım vakit, ‘’İyi akşamlar.’’ dedim soğuk, mesafeli bir şekilde başımı hafifçe indirip kaldırırken. Kadın, soğuk ve ters bakışlarını cama doğru dikti ve orada bir şey hissetmiş gibi sertçe bana doğru döndü. ‘’Buralarda…’’ dediğinde ses tonunun derinden, bir şeytanın sesini duymuşum gibi kalın çıkmasıyla çığlık atmamak için dişlerimi birbirine bastırdım. ‘’Küçük bir kız gördün mü?’’

İblis bir bana, bir de kadına bakarken korkuyor görünmüyordu; benim aksime. Fakat o da tedirgindi. Yalan mı doğru mu söyleyeyim? Çocuk annesinden korkuyor görünmüyordu, aksine sanki bana yapacaklarından korkuyor gibiydi. Beni uyarmıştı ama kendisini düşünmedi. Düşüncelerim hızlıca bir o yana bir bu yana uçuşurken; ‘’Soru sordum.’’ dedi aynı sesle, bir adım bana doğru atarak.

Bir adım çaktırmadan geri çekilirken, ‘’Hayır.’’ dedim direkt, düşünmeden. ‘’Görmedim.’’

Kadın kafasını ağır ağır salladı, ardından düz dudakları yine şeytani bir tebessümle yukarı doğru kıvrıldı. ‘’Anlıyorum.’’ dedi kapkalın sesiyle, ‘’Kraliçe.’’ dedi fısıldayarak, eklerken. Küfür söylercesine kustuğu kelimeye fazla önem göstermeden, duymamış gibi kafamı sallayıp ‘’İyi akşamlar.’’ dedim ve patikadan yukarı çıkmaya çalıştım ama beni sözüyle durdurdu.

‘’Yalandan nefret ederim. Senin gibi soyu yüzünden yalan söylerken hiç cezalandırılmayan insanlardan da.’’ Gergince yutkundum ve İblis’in, ‘’Duyma ve yürü.’’ demesiyle, aldırmadan ilerlemeye devam ettim. Kalbim göğsümü parçalamak istercesine atarken panikle titreyen ellerimi buz kaplamıştı; soğuk bir paniğin etkisiyle adımlarım istemsizce hızlandı.

Aniden önümde beliren kadınla çığlık atarak geri çekildim. Çığlığım uçuruma kadar taşarak dağlarda yankılandı ve akis yaparak kulaklarıma taşındı. Orman ise, ağaçların rüzgarda esen yapraklarının hışırtılarıyla çığlığımı yiyip yuttu. Grimsi gözleriyle, ‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi şeytanice tebessüm ederken. ‘’Konuşmam bitmedi.’’

‘’Ben Kraliçe değilim.’’ dedim soluk ve soğuk bir tebessümle. ‘’Karıştırıyor olmalısınız. Ayrıca yalan söylemedim.’’ Sesim hafifçe titremişti ama buna önem vermediğinden mi yoksa duymadığından mı bilinmez, üstüme yürüyüp durdu. Ben de geri geri yürümeye başlarken, gözlerimi ondan ayırmıyordum.

‘’Üst üste iki yalan daha.’’ dedi ve beni yakamdan tutup havaya kaldırdı, ayaklarım yerden kesilirken havada yürümüş gibi hareket yaptım; korkuyla kadının soluk ve beyaza çalan gözlerine bakarken o da bana kaba ve sertçe bakıyordu. Gözlerinde nedenini bilmediğim bir öfke vardı. ‘’Sen hiç doğmamalıydın!’’ dedi ve beni sola doğru herhangi bir binanın üstüne savurdu.

Havada kısa süreliğine uçtuktan sonra bir eve girip yerde sertçe sürüklendim ve sonunda, sert duvar dibine dayanarak durdum. İblis ‘’Toprak!’’ demişti, korkuyla savurulduğum sırada. Beynim kafatasımın içinde zonklayarak sarsıldı ve o sarsılış, dişlerime kadar sızıp zonklattı. Gözlerim aralanıp kapandı, soğuk zeminde yatarken kapıdan içeri girecek olan kadının aniden sola doğru savrulup içeri giremeyişini ve ardından gelen tanıdık adamın bedenini gördüğümde gözlerim tamamen kapandı.

Gözlerimi araladığımda yumuşak yerdeydim. Yatağımdaydım ve hiç bitmeyen bir döngüyle, Asir de yanı başımdaydı. Yatağımın sonundaki tekli koltuğa oturmuş, bacaklarını erkeksi şekilde üst üste atmış ve arkasına yaslanarak gözlerini kapatmıştı. İnce olduğunu düşündüğüm siyah tişörtünün yakası geniş olduğu için köprücük kemikleri belirgin ve gözlerimin önündeydi; çenesini yukarı kaldırdığından dolayı da adem elması yumru halinde boynuna gömülmüştü.

Saçları dağınık duruyor, alnına düşen perçemleri tek kaşındaki yarayı her zamanki gibi örtüyordu. Gözleri kapalı halde, ‘’Sonunda uyandın demek ha…’’ dedi boğuk, kaba bir fısıltıyla. Kalbim yerinden hoplarken bakışlarımı kaçırarak pencereden dışarı attım. Hava hala karanlıktı. İblis hiç uyumuş görünmüyordu; sanki gördüklerinden çıkamamış gibi ileri, odanın bir köşesine alık alık bakıyordu.

Dudaklarımı birbirine bastırarak Asir’in pasif öfkesini solurken, yerimde huzursuzca kıpırdandım. Ona doğru dönüp yüzümü buruşturdum, ‘’Ne oldu bana ya?’’ dedim aptala yatarak. ‘’Hiçbir şey hatırlamıyorum.’’

Tek kaşını kaldırıp başını önüne eğerken, bana alttan dik bakışlarla baktı. ‘’Sarhoş muydun?’’ dedi kalın sesiyle, alayla. ‘’Yani…’’ dedim ağzımın içinde, kaşlarımı çatıp bir şeyler düşünürmüşçesine mırıldanıp. ‘’Öyle miymişim? İblis? Öyle miydim?’’

İblis transtan çıkarak bana afallayarak bakarken, ‘’Ha, ne?’’ dedi alık alık.

‘’Evet diyor.’’ dedim Asir’e bakıp, bozuntuya vermeden. Asir’in dik bakışları üstümden bir an olsun kaybolmazken, kollarını göğsünde kavuşturup kollarındaki kasları meydana çıkarttı. Yutkundum, ‘’Bak sen şu işe… Nasıl öfkelendiysem artık içkiye başvurmuşum olanları unutmak için.’’ Yarım ağız, tedirginliğimi belli ederek gülerken söylediğim kelimelerle gözlerini devirdi.

Dudaklarının iki yanını da aşağı sarkıtırken bir yandan da tatlı tatlı kafasını salladı. ‘’Sonunda gördün mü mahalleliyi?’’ dedi, dudaklarında hiç asabı bozulmamışçasına beliren samimiyetsiz tebessümüyle. ‘’Nasıllarmış? Halleri, hatırları yerinde miymiş?’’

Gözlerim titrerken sesim de hafiften içime kaçmıştı. ‘’İyiymiş.’’ dediğimde, ‘’Yağmur!’’ dedi yabancıymışım gibi bana bağırıp. Odada gürleyen sesle kalbime canımı yakan bir sıcaklık yayılırken yerimde irkildim ve şaşkınca öfkeyle bana bakan kızıl gözlerine tutundum. Gergince yutkunduğumda; ‘’Ne zaman o tatlı kıçını bir yere sabitlemeyi düşünüyorsun?’’ dedi kaşlarını çatarak. Boğazından mırıltı çıkartıp, ‘’Söyle.’’ dedi.

‘’Şöyle ki…’’ dedim bahaneler bulmaya çalışan zihnim hızlıca çalışırken, arka planda kelimeler uçuşuyordu ama dilime tek bir harf bile yollanmıyordu. Beni sabırla dinlemeye çalışan fakat oldukça öfkeli görünen bakır renklere bakar bakmaz, ‘’Onlar kimdi ya?’’ dedim bir şey bulamayıp, ani tavırla.

Sorduğum soruyla iyice öfkelenmişe benzerken burnundan bir nefes bırakıp geriye yaslandı ve gözlerini sakinleşmek istercesine yumup kapattı. ‘’İçin rahatlamayacak.’’ dedi başı tekrar öne düştüğünde ve gözlerini tekrar araladığında orada yanan ateşi gördüm. ‘’Bir gram bile.’’ dedi bastıra bastıra.

‘’Sen söyle yine de.’’

‘’Ölüler.’’ dedi üstelemeyerek.

Harfler zihnimin bataklığında yüzeysel olarak yüzdüler ve bir yerden sonra derine battılar, aval aval keskin suratına bakıp durdum. İblis kaşlarını yukarı kaldırıp defalarca aynı hareketi yaptıktan sonra, ‘’Ha?’’ dedi kafasını yana eğerek. Sesini inceltip suratını değişik bir şekle bürüdü; ‘’Ne?’’ dedi daha sonra, sesi inceldiğinde mekanik sesinin titreyişini duydum.

‘’Af buyur?’’ dedim kaşlarımı yukarı kaldırıp. ‘’Ne?’’

Tepkime sinirden gülecek gibi dudakları titredi ama sabit kalmayı başardılar ve hala dik bakışlarla, ‘’Ölüler.’’ dedi bastırarak. ‘’Neredeyiz biz?’’ dedi daha sonra, beni sözlüye kaldırmış öğretmen gibi. ‘’Cevabı fazla uzakta arama.’’

‘’Yaşayan Ölüler Tapınağı’nda.’’ dedim usul usul, kelimeler dudaklarımdan zoraki çıkarcasına. Yutkundum ve ‘’Saçmalama.’’ dedim kafamı geriye yatırıp kahkaha atarken. Başım tekrar öne düşerken, onun bir gram oynamayan duvardan farksız yüzüne bakarak, ‘’Delirdin mi? Ölü nasıl yürüsün?’’

‘’Vampirler gördün. Cadılar gördün, zamanın durduğunu bile gördün.’’ dedi her cümlesinde kafasını iki yana oynatarak. Kollarındaki bağı çözdü ve tek elini bir o yana bir bu yana sallarken kaşlarını kaldırdı, ‘’Dahası yarı Kurt’um. Her şeye inanıyorsun da ölünün yürüdüğüne mi inanmıyorsun?’’ dedi, cümlesini Nasreddin Hoca’nın fıkrasına bağlar gibi bitirerek.

Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırarak, gözlerimi ondan başka her yerde dolaştırdım. ‘’Evet. Çünkü her şey mümkün ama bir ölünün yürümesi mümkün değil. Fizyolojik açıdan.’’ Gülme sırası ona geçti, bir nevi bozuk ve sinirli bir gülüştü fakat buna rağmen gözleri gülüşünün etkisiyle kısılmıştı. ‘’Ah Rea, ah…’’ dedi başını iki yana sallayıp. ‘’Senden çok çekeceğim var.’’

‘’Çekmek zorunda değilsin.’’

Dudaklarındaki gülüş azar azar solarken, bana göz ucuyla ters ters baktı. Birkaç dakika öylece bakışı, yutkunmama ve bakışlarımı derin ve yoğun gözlerinden kaçırmama neden oldu. Sert bakışlarından rahatsız olmuştum ve bunu bilircesine üstüme gelmekten çekinmedi, bir süre daha. Sessizlik aramızda saniyeler içerisinde asılı kalırken, aniden, ‘’Başımın belası.’’ demesiyle bozuldu.

Kaşlarımı kaldırıp ‘’Olmak zorunda değilim.’’ dedim ağzımın içinde mırıldanarak.

Ona bakmıyordum lakin hala bakışlarının o sertliğini üstümde hissediyordum. Bakır rengi hareleri koyulaşmış, üstüme dikenler fırlatıyormuş gibiydi. Emrivaki ve kemikten yaratılmış sert sesiyle, ‘’Sus. Yoksa kendi yöntemlerimle sustururum.’’ dediğinde dudaklarımı birbirine mühürledim. Daha fazla kızdırmaya gerek yoktu.

Tüm bu atışmaya tepkisizce duran ve hiç ortaya atılmayan İblis’e döndüm. Bakışları hala odanın bir köşesine saplıydı, bir yere dalmış gibiydi ve buradan soyutlanmış duruyordu. ‘’Ne oldu?’’ dedim içimden, gelişigüzel onu süzerek. ‘’Aklımı kurcalayan bir sürü şey çıktı yine…’’ dedi ağzının içinde, fısıldayıp.

Sorup sormamak arasında kararsızlığa düştüğümde kaşlarım istemsizce havalanıp indi, ‘’Nedir onlar?’’

Düşündükleri zihnini gerçekten yormuş olmalı ki kendini bana açarken bulmuştu. ‘’Birincisi, onları hissetmedim. İkincisi, senin onları daha yeni görmüş olman. Üçüncüsü, tüm bunlar ya senin ya benim ya da ikimizin gücünü etkileyen şeyler ve en önemlisi de bu.’’

Beynimin içi kazan gibiydi ve birileri spatulayla duvarları, yerleri kazıyormuşçasına sesler çıkartıyordu. Yani, söyledikleri basit şeyler olsa da algılamam uzun sürmüştü. Öyle ki karanlık, kuzguni bakışları üstüme çekildiğinde kendime yeni yeni geldim. ‘’Ne olmuş?’’ dedim ilgisizce, omuz silkerek.

Kafasını anladığını belirtircesine salladı, ‘’Tabii, sen de şoktasın. Anlıyorum…’’ dedi ilk defa aptallığıma laf atmayarak.

Tüm söyledikleri arasında panoya astığım en saçma soruyla geldim, ‘’Senin gücün mü var?’’

‘’Aaron’un vardı.’’ dedi gülercesine, gözlerini bir o yana bir bu yana çevirip. ‘’Herhalde benim de vardır.’’

‘’Aaron’un gücü mü vardı?’’ dedim bu sefer, hafızamın derinliklerini yoklayarak.

Dudaklarını büzüp öne doğru uzatırken, diğer yandan kaşlarını çatmış bana tuhaf şekilde bakıyordu, ‘’Sen uçmuşsun…’’ dedi ansızın, ne alay ne küçümsemeyle. ‘’Dinlensen mi? Ya da kafanı sert mi vurdun, yoksa hafızanı mı kaybetmeye başlıyorsun? Hastaneye gidelim mi?’’ dedi hızlıca, art arda. Başını cama doğru çevirdi. ‘’Burada var mıdır meçhul de…’’

‘’Daldı yine bizim kız…’’ diyen Asir’le gerçekliğe döndüm. Alay ve küçümsemeyle baksa da hala sert bakıyordu; gözlerini bu sefer alnımın tam ortasına dikmişti. İblis kaşlarını yukarı kaldırıp, başını öne doğru uzatıp ‘’Ne var?’’ dercesine dudaklarını hayali şekilde oynatarak dik dik ona karşılık verirken dumanları etrafında titreşmişti.

‘’Fazla tutma onu oralarda, bazen burayla da ilgilenmesi lazım.’’ dedi Asir, işaret parmağının ucunu aşağı yöneltip kendi çapında çevirip.

Ben yarım ağız sırıtırken; ‘’Benim değil mi? Sana ne.’’ dedi İblis, homurdanarak. ‘’Sonsuza kadar burada tutacağım, vermeyeceğim sana kızımı.’’ Kıskançlıkla ona karşılık verirken Asir bunları duymuyordu ama Erkan’ın duyacağından emindim. Hatta belki onun derinlerinde duyuyordu.

Tatlı tatlı kıkırdadım. ‘’Bir şey mi söyledin?’’

Bakışları alayla alnımdan inip gözlerimi bulurken, gözleri sebepsizce yıldızlarla süslenmişçesine parladı. ‘’Auran diyorum.’’ dedi, ‘’Dün gece nihayet parladı. Ölüleri bile görebildin.’’

‘’Parladı mı?’’ İblis’le şaşkınlıkla bakıştık, ‘’Bundan sonra ne olacak?’’

Asir tek omzunu silkti, ‘’Herkesin yaptığı gibi gücünü kontrol etmeyi öğreneceksin. En azından auranı.’’

‘’O nasıl olacak? Mehir gibi toprağı yerinden sökerek öğretmeye çalışmayacaksın değil mi?’’ Güldü, ‘’Ben onun gibi beceriksiz değilim.’’ dedi alayla, ‘’Sana öğretirim. Aura kolay iş.’’

Kaşlarımı çatıp onun özgüvenli halini göz ucumla baştan aşağı süzerken, dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm vardı. ‘’Zor olan nedir?’’ Bir süre aval aval suratıma baktı, ‘’Bana zor olan bir şey yok.’’ dedi keskince, ‘’Sen zorlanabilirsin ama. Çünkü her şey daha yeni başlıyor.’’

‘’Dur lan. Ben tüm gece ayaktaydım!’’ dedi elini havaya kaldırarak, Asir’e atarlanırken. Kaşlarını çatıp asabice bir tavır takındı. ‘’Hayırdır oğlum? Beni mi yiyorsun sen? Ben niye bir bok görmedim?’’

‘’İblis merak ediyor.’’

Burnundan alayla nefes bırakırken kıstığı gözleriyle, ‘’Neyi?’’ dedi mesafeli şekilde. İblis’in onun hareketiyle daha da öfkelenip ağzının içinde küfredercesine homurdandığını gördüğümde, benim de sakinleşmem zaman almıştı ama nihayet sesimin fazla yüksek çıkmamasını başararak devam ettim, ‘’Tüm gece ayaktaymış. O neden görmemiş auramın parladığını?’’

Alayla yarım ağız sırıtarak, ‘’Kör demek ki.’’ dedi Asir.

İblis kafasını yukarı kaldırarak derin nefesler verirken havale geçiriyor gibiydi, ‘’Tatarus bana sabır ver. Oradasın değil mi?’’ dedi kaşlarını çatıp tavanla konuşurken, ‘’Ver yoksa buradan çıktığım gibi…’’ dedi tahtında otururken tek ayağını kaldırdı ve ona doğru uzatıp havayı bir iki kez tekmeledi.

‘’Onu sinirlendiriyorsun. Yapma.’’ dedim uyarırcasına, Asir’e. Bana alayla bakmaya devam ederken öfke kat sayımın İblis’le arttığını hissedip art arda yutkundum, bakışlarımın seyri aniden değişmişti. ‘’Ne ben ne o hoşlanırız böyle şeylerden. Ayrıca gerçekten kabaydın.’’

‘’Sinirleniyor mu?’’ dedi hiç bilmiyormuş gibi, ardından onu kaile almıyormuşçasına kıkır kıkır güldü. İblis’in gözleri öfkeyle irileşti ve karanlık suratında dalgalanmalar oldu; suratı öfkeden daha da katranlaşırken alt dudağına dişini geçirir gibi bir hareket yapıp serbest bıraktı. ‘’Güzel. Ama ne yapabilir?’’ diye devam ettiğinde, ben de öfkelendim.

Yorganın nevresimini avcumun içinde sıktığımda soğukluk derime nüfuz etti, ‘’Asir. Sınırını aşma.’’ dedim bastırarak. ‘’Yemin ediyorum, çok çirkinleşirim.’’

Asir delirmiş gibi güldüğünde kaşlarım iyiden iyiye çatıldı; göğsümün tam ortasına alev topu misali düşen öfkeyi hissettim. Gülüşünü bastırmak adına sırtını hafifçe eğdi ve başını önüne doğru eğip suratını sakladı. ‘’Affedersin…’’ dedi boğukça fısıldayarak fakat sesinde hala güldüğünü belli eden kırıntılar vardı.

‘’Komik olan ne?’’ dedim dişlerimi birbirine bastırarak. ‘’Asir.’’

‘’Hiç,’’ dedi tekrar sırtını dikleştirip duvara dayarken. Bana alayla bakarken gözlerinin o duygusuyla böcek gibi ezildiğimi hissediyordum. Bu daha da öfkelenmeme neden oluyordu, gururum karşıma geçmiş somurtuyordu. Gözlerimi dehşet verecek şekilde usulca kıstım. ‘’Hiç?’’ dedim değişen sesimin tonuyla.

İblis iki elini de yumruk yapmış, tahtının kenarlarına dayarken ondan gözlerini ayırmıyordu. Öfkeliydi ve ben bir yandan, saniyeler içerisinde Asir’in bizi bu kadar öfkelendirmeyi başarmasına şaşırıyordum.

‘’Ya, ne yapabileceksin?’’ dedi Asir dayanamayarak kahkaha atarken, ‘’Haline bak? Sadece öfkelisin ve böyle, sadece lafta konuşan insanlara benziyorsun.’’ Kafasını iki yana alayla sallarken, kaşlarının uçlarını yukarı kaldırmış bıyık altı da gülüyordu. ‘’Kaile alamıyorum, Rea. Miyavlayan küçük kedi gibisin.’’

‘’Kedilerin de pençeleri var.’’ dedim gözlerimi üstüne dikerken. ‘’Bir bakmışsın, canını yakıvermiş.’’

Bu hallerime bayılıyormuş gibi gözlerini kapatıp başını geriye attı ve gülümseyişini dudaklarını birbirine bastırarak kapattı. ‘’Delireceğim.’’ dedi alayla, tavana doğru gözlerini açarken. Aniden bakışlarını bana doğru indirdiğinde, yüzüm çoktan değişmiş; bakışlarım soğuklaşmış ve öfkeden yanıyor haldeydim. Suratım ateşin kucağında, cayır cayır yanıyordu.

Dudaklarını tekrar aralayacaktı ama cama çarpan bir şeyle bakışlarımız oraya döndü.

Camda oluşan çatlakla afallayarak dışarı baktım, kuzgun sarsılarak kanatlarını çırpa çırpa yukarı camın tam karşısına geldi ve sertçe gakladı. Şaşkınlıkla kuşa baktım, hayvan benimle değil; daha çok Asir’le ilgileniyor ve ona bakıyordu. Sertçe bir iki gakladıktan sonra karşıda duran ağaçlardan birine doğru uçtu. İblis öfkeden buğulanmış gözlerle kuzguna, diğer yandan da Asir’e göz ucuyla baktığında benim de bakışlarım koltukta asabımı bozan herife kaydı.

Manidar ve bir o kadar imayla gözlerini kısarak, dudaklarındaki tebessümle bana yumuşakça bakarken yaptığı şeyi yeni yeni anlamıştım. ‘’Sen…’’ dediğimde tek omzunu kaldırıp indirdi, umursamazlıkla. ‘’Fazla çekilmez bir öğretmenimdir.’’ Alayla söyledikleri öfkemi saniyeler içerisinde buhar ederken, diğer yandan hala kırıntıları zihnimin topraklarına serpilmiş duruyordu. ‘’Bir süre katlanacaksın.’’

‘’Yo, benim içim soğumadı!’’ dedi İblis kafasını iki yana sallayarak. ‘’Seni doğduğuna pişman edeceğim lan! Hele buradan bir çıkayım, sen bittin var ya. Sen ölümlerden ölüm beğen, ben buradan çıkana kadar!’’ dedi tahtında öfkeden köpürerek. Ardından bunların hiçbirini duymadığından iyice köpürdü ve gürleyerek, ‘’Köpek!’’ diye ekledi. ‘’Karakurtmuş, kıçımın kurdu!’’

Öfkesinden dolayı başıma ağrı girerken elimi şakağıma götürüp parmak uçlarımla ovaladım. ‘’Çok kızdı değil mi?’’ dedi Asir, fısıldayarak. Ona bakmazken kafamı salladım.

İblis susmuyordu, ‘’Ya ne yapacaktım?’’ dedi alayla, ‘’Sen beni burada gömerken,’’ Aniden gülümseyip farklı bir role bürünür gibi göründü, ‘’‘’İyi ki gömdün lan, ne güzel üşüyordum’’ deyip sırtını mı sıvazlayacaktım?’’ dedi, imalı cümlesi bitince aniden gülümseyişini bozup ona dik dik bakarak.

‘’Onu bunu boş ver de… Yanına geleyim mi?’’ dedi Asir, gözlerimin içine bakarak. Konunun aniden değişmesinden daha çok ruh halimin değişmesine şaşırmıştım. Sımsıcak tebessümü, az önceki olayı bana unutturup öfkemi de bulut misali dağıtırken başımı sallamakla yetindim. İblis elini köpek savuşturur gibi sallayarak, ‘’Hoşt.’’ dedi kabaca; değişik bir surat ifadesiyle.

Benden onayı çoktan almış olduğundan ayağa kalkarken ihtiyarlar gibi ellerini dirseklerine koyup avcuyla destek aldı, böylece kollarındaki kaslar meydana çıkıp tekrar kayboldular. Bakışlarını üstümden bir an olsun çekmezken, gözlerimi kısıp dudağımın kenarında beliren tebessümü genişletmemeye çalışarak onu süzdüm.

‘’Bak geliyorum?’’ dedi kaşlarını kaldırıp bana alttan alta bakarken.

Kafamı sallayıp ‘’Gel.’’ dedim rahat rahat. Başını yana yatırıp tekrar düz hale sokarken dudağının kenarını, gülmemek için orantısız şekilde kımıldatıp duruyordu. Yanımda yer açmak için hafifçe yatağın içinde yana doğru kaydım. Ona yetecek kadar alan oluştu. Her adımında kalbim taklalar atarken, hissettiğimin aksine sakin görünüyordum.

O beni süzüyor, ben ona aynı şekilde karşılık veriyorken yorganı açıp yatağıma girdi ve tekrar üstüne yorganı örttü. Sırtını benim yaptığım gibi yatak başlığına dayarken birkaç kez rahat yerleşmek için sırtını arkasına hafifçe çarpıp yerinde kıpırdandı. Teninden yayılan ferah koku burnuma çarparken kalbim tatlı tatlı çarptı. Sonunda yerleştiğinde ben hariç her tarafa bakıyordu. ‘’Utandığını söyleme?’’ dedim tatlı tatlı, onun profiline bakarak.

Dudağının kenarlarını sarkıtıp kaşlarını çatarken, ‘’Yok ya,’’ dedi gevşek gevşek. Suratı tuhaf ama tatlı bir ifadeye dönüşürken, ‘’Ne utanacağım? Her zamanki halim.’’ dedi sonlara doğru fısıldayarak. Haline bakıp sırıttım ve alayla onu süzdüm. ‘’Her zamanki halin derken, yani her zaman birilerinin yanında mı uzanıyorsun?’’

Bakışlarını yukarı doğru kaldırıp bir süre tavanı seyrederek bekledikten sonra kafasını bana doğru çevirip ters ters baktı. ‘’Nereden çıkardın şimdi?’’

İblis kaşlarının altından bizi pinpon topu izler gibi seyrederken alay mı ediyor yoksa halimize bakıp eğleniyor mu çözemedim. Arada sırada kadehinden yudumlayıp duruşunu bozmuyordu.

‘’Bilmem.’’ dedim takılarak, pencereye doğru dönerken. ‘’Çok karmaşıksın.’’

‘’Ben mi?’’ dedi inanamaz gibi. ‘’Ben mi karmaşığım?’’ dedi inatçı bir hayretle.

‘’Bilmem.’’ dedim tekrar mırıldanarak, muzırca.

‘’Bak hele…’’ dedi ağzının içinde. ‘’Bilerek mi yapıyorsun?’’ Dudağımın kenarındaki tebessüm giderek büyürken dudaklarımı büzüp gülümsememi bastırdım. Hareketime karşılık dilini damağına çarpıp tatlı tatlı ses çıkarttı ve üstelemedi. Bir süre sessizliği, yan yana otururken dinledik. Dışarıdan gelen gürültüler kurtların bağımsız sesleriydi. Eski evimi anımsattı.

Ona doğru dönerek, ‘’Salmon mu?’’ dediğimde, kafasını hafifçe geriye atıp kocaman sırıtırken ‘’Vay…’’ dedi eğlenircesine, harfleri uzatıp. Gözleri parlak gülüşü yüzünden hafifçe kısılmış olsa da bakır hareleri hala görünüyordu. ‘’Kendini aşmışsın.’’ Eğlendiğinden sesi coşkulu çıkmıştı.

Ego tatmini yaparak kafamı sallarken diğer yandan dudaklarıma kendimi beğenmiş bir tebessüm kondurdum. Pencereye tekrar baktığımda aniden ciddileşip, ‘’Değiller.’’ dedi net sesiyle, devam ederek.

İblis yudumunu püskürttü ve kıkır kıkır gülmeye başladı; bakışlarımı kırpıştırıp sertçe değiştirerek Asir’e ters ters dönünce, halime bakıp daha çok eğlendi ve bunu belli etmekten çekinmeyerek yarım ağız, pis pis sırıttı. Beyaz dişleri yarım yamalak, etli dudaklarının arasından göründü. ‘’Burada normal kurtlar da var, hayatım.’’ dedi kafasını tatlı tatlı sallarken; gözlerimin içine bakarak. O kadife kadar yumuşak ama bir o kadar demirden yaratılmış sesine o hitap çok yakışmıştı.

Yine de alay dolu bir ifadeyle söylediği için buna tam sevinememiştim. ‘’Hadi ya.’’ dedim asabiyetli bir alayla, yüzüm şekilden şekle girerek. Halime bakıp erkekçe kıkırdadı, kulaklarıma çarpan melodi mideme kramplar sokarken; giderek kısılan gülüşüne göz devirsem de dudaklarımda istemsizce tebessüm oluşmuştu. Yüreğim hissettiğim tuhaf hisle karıncalanıyor, ellerim sıcaklıyordu. Kısılan gözlerine bakarak, ‘’Gıcıksın.’’ dedim, hem gerçekten gıcık olmuş hem de ucundan eğlenen sesimle.

Boğazından onaylarcasına mırıltı çıkartıp, ‘’Biliyorum.’’ dedi fısıldayarak. ‘’Sana bir şey söyleyeceğim… Daha doğrusu göstereceğim.’’ dedi Asir, aniden konuyu değiştirerek. Yutkundum ve keskin profiline döndüm; başını yana çevirmiş kusursuz yüzünün tamamını görmeme neden oluyordu.

Pencereden sızan ay ışığı, teninin bir kısmına çarpıp aydınlatırken yüz hattının çukurlarını ve suratının bir kısmını karanlığa boğuyordu. Gözümde çekiciliği artarken bir şey hissettirmemeye çalışarak suratına dümdüz bakmaya devam ettim. Sakince, ‘’Ne oldu…’’ dedim, o devam etmeyince.

Bunu bekliyormuş gibi, ‘’Bunu çok düşündüm Rea, öyle çok düşündüm ki sana gösterip göstermemek arasında ikileme düşerken beynim patlayacak gibi oldu.’’ dediğinde İblis kaşlarını havaya kaldırıp işaret parmağını kaldırdı, ‘’Çok düşündün?’’ dedi ve ardından ikinci parmağını da kaldırarak, ‘’Beynin patlamak üzereydi?’’ dedi. Ardından bana dönerek, ‘’Hayret bir şey! Hem düşünebiliyormuş hem de beyni varmış…’’ dedi sakin, sahte bir şaşkınlıkla.

Kıkırdadığımda Asir aniden sustu ve kaşlarını çatarak bana muzip bir şekilde, yandan yandan baktı. ‘’Ne oldu? Ne dedim?’’ dediğinde elimi iki yana sallayarak, ‘’Boş ver…’’ dedim gülmemin arasında. İblis hınzırca sırıtıp ona bakıyorken; tebessüm ederek ‘’Seni bu kadar heyecanlandıran ne?’’ dedim beklentiyle, ayna gibi parlayan kızıl gözlerine bakarak.

Birkaç dakika gülüşümü seyretti, ardından derin bir nefes bırakıp bakışlarını kaçırdı ve avcunu ters çevirerek o tarafa yöneldi. Ben de gözlerini takip edip avcuna baktım. Büyük bir eli vardı ve kemikli parmakları ince ve uzundu; pürüzsüz, kavruk renginde olan elinin üstünde haritanın çizgilerini andıran mavi damarlar vardı.

‘’Ra’mestre.’’ dedi fısıldayarak aniden. Kadife kadar yumuşak ama kalın sesine yakışan telaffuzu ve harflerin çıkış şekli bana Eski M’rice’ı hatırlatırken kalbimi gümletecek bir olay oldu. Avcunun içinde bir patlama, ardından o patlamadan yukarı doğru uzanan ateş renginde bir figür gördüm.

Önce İblis’ten daha koyu bir siyah aura parçası yükseldi, ardından etrafını kızıl kalın bir şeride benzer çizgi sarmaladı. Kızıllık, siyahlığın çevresinde o kadar kıvrak dolanıyordu ki bana dansöz belini anımsatmıştı. Bu ruh karşısında kendimi kaybetmem gerekirdi, belki de üstüme binen tır yükündeki bu keskin enerji burnumdan kan getirecek raddeye gelmiş olduğu için gözlerimin odağını çekmem gerekirdi. Hiçbirini yapamıyordum.

Kilitlenmiştim.

İblis kaşlarını çatarak auranın dansını dikkatli bir şekilde izlerken, kalbimi görünmez bir el tarafından sıkan ağırlık sardığında bir an nefes alamaz oldum. Buna rağmen hala enerjiye bakmaya devam ediyordum. Rahatsız edici bir histi ama canımı yakmıyordu. Ruhum, bedenim içinde amansız bir acının eşiğine geldiğinde içimden bir şeylerin sımsıcak şekilde yitip kaybolduğunu hissettim. Acıyı bile uyuşturuyordu.

O an gözlerimin önünde dans eden aura, korların üstünde tekrar alevlenmiş ateş parçası gibi gümleyerek kabardı. Sonra yer değiştirdiler, siyahlık katran misali büyüdükçe büyüdü ve kızıl şeridi pençesi altına alıp onu boğmaya başladı. ‘’Cadı yanımla, kurt yanım. Görebiliyor musun?’’ dedi Asir, dalgın bir sesle avcunun içine bakarak. ‘’Kaosu görebiliyor musun?’’

Sondaki sorusuna geç tepki vermiştim, hafifçe başımı salladığımda, ‘’Gerçekten mi?’’ dedi inanamaz gibi. Bakışlarımı oradan ayırıp gözlerine çevirdim, gerçekten şaşırmış görünüyordu; alnında tek tük çizgiler belirmişti. ‘’Evet. Görebiliyorum.’’ Uzun uzun gözlerimin içine baktıktan sonra ne düşündüğünü duyabileceğimden korkarcasına hafiften gülümsedi. ‘’Güzel. Demek oluyor ki, hazırsın.’’

Avcunu defteri kapatırcasına hafifçe yana doğru sallayıp auraların kaybolmasını sağladı. ‘’Ama şaşırdığım kısım, tam olarak o değil.’’ dedi gözlerimin derinlerine bakarken. Sanki gözlerinde binlerce yıldız saklıyordu da onların her biri suratıma bakınca parlıyordu. Bir süre yüzümü inceledi, bir noktada kelimeleri toparlıyor, diğer yandan da sessizliği bırakmak istemiyordu. Sonunda, ‘’Normalde auramı göremezsin.’’ dedi fısıldayarak. ‘’Kimse göremez.’’

‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim boğazıma yumru oturmuş gibiydi. Alt dudağını yaladığında bakışlarım o tarafa kaysa da refleksim karşısında kulaklarımın uçları kızarınca tekrar gözlerine odaklandım. Tek gözü minik tebessümüyle kısılmıştı, suratında o kadar hınzır bir ifade vardı ki onu şu an boğasım gelmişti. Gözlerimi kıstım. Tebessümünü bozup ciddiyete bürünürken, ‘’Sence?’’ dedi fısıldarken.

Kalbime bir şeyler olurken, sıcak nefesinin suratıma akmasıyla önüme dönüp pencereden dışarı seyrettim. ‘’Anlamadım.’’ dedim salağa yatarak, kafamı iki yana sallarken. ‘’Anladın anladın…’’ dedi üsteler gibi. Tek omzumu silkip cevap verme gereği duymadım. ‘’Yaraların nasıl?’’ dedi konuyu değiştirircesine.

Omzumu kavrayıp hafifçe kıyafetimi omzumdan sıyırdığında irkilerek ona döndüm. Kalbim maratona koşan at gibi hızlıca çarparken; onun sakin bakışları omzumdaki yaradaydı, ‘’İyileşmiş. Bandı çıkartırsın. Diğer sıyrıkların da iyileşmiş.’’ dedi, tekrar kıyafetimi yukarı çekerken. Gözleri şaşkın suratımı incelerken, dayanamayıp bıyık altı gülümsedi.

‘’Öküz müsün acaba?’’ dedim, gülümseyişini hafızama kazırken.

Ciddiyetle, ‘’Yok, kurdum.’’ dedi hiç alınmamış gibi. Ardından önüne dönüp başını geriye yasladığında hayretle profilini inceliyordum. ‘’Hiç normali beni bulmuyor.’’ dedim İblis’e. İblis bıyık altı gülümserken, ‘’Sen de dahil.’’ deyince gözlerini bayarak gülüşünü sildi ve kadehinden yudumlayıp arkasına yaslandı. Gerim gerim gerildiğini dumanlarının titrek hareketlerinden anlıyordum. Tahtında oturmaktan hiç sıkılmıyordu.

‘’Yarın auranı çağırmakla güne başlayalım. Bahçede. Ne dersin?’’ dedi Asir, onunla olan sessizliğimizi bozarak.

‘’Gerçekten yapabilir miyim?’’ dedim umutla. ‘’Bu sefer olur mu?’’

Hiçbir tereddüt belirtisi göstermeden, beni de cesaretlendirme gereği duymadan; sanki sadece gerçeği söylüyormuşçasına, ‘’Evet.’’ dedi net sesiyle. ‘’Yapabilirsin. Benim auramı görebilen Kanlı Ay’ın yönünü bile değiştirir.’’

Kaşlarımı yukarı kaldırarak, ‘’Vay be…’’ dediğimde göz ucuyla bana baktı. ‘’O kadar mı?’’ dedim başımı sallayıp hayretle.

Net ve dürüstçe, ‘’O kadar.’’ dedi, bir kez başını eğip kaldırırken.

Ondan sonra saniyeler dakikaları kovalamaya devam etti; gecenin yarısına kadar kah gereksiz, kah atışmalı kah samimi sohbetler ederek ve pencereden içeri dolan kurtların uğultuları eşliğinde vakit geçirdik. O kadar uykumuz geldi ki, yan yana bacaklarımızı uzatmış vaziyette, sırtımızı yatak başlığına dayayarak omzuna başımı yaslayıp gözlerimi kapatmış, o da kolunu omzuma dolayıp beni sımsıcak göğsüne iyice çekmişti.

Bende bıraktığı huzursuz izlere sahip gecenin geriye kalan saatlerinde huzurlu bir uykuya dalmıştım.

Uyandığımda ilk işim Reha’yı kontrol etmek olmuştu; iyileşmeye başladığını görünce rahatlayarak dışarı çıkmıştık. Asir dün gece söylediğini yapmaya kafasını koyduğundan beni uyanır uyanmaz bahçeye sürüklemişti. ‘’Gerçekten bahçede bunu yapmak zorunda mıydık?’’

‘’Evet. Auran parlarsa eve zarar verebilirsin.’’ dedi ve kaşlarını yukarı kaldırdı. ‘’Her ne kadar zengin olsam da bunu yapmana izin veremem, Rea.’’ Kafamı salladım ve sıcağın altında istemsizce ofladım.

Gökyüzünde asılı duran güneş, aylar sonra ilk defa bu kadar parlak parlarken ve etrafı ısıtırken bahçede, tam karşımda dikilen celladıma bakıyordum. Asir. Bana auramı kontrol etmeyi gösterecekti ve bunun için heyecanlıydım ama o benim aksime, çok soğukkanlı duruyordu. Hatta onu uzun zamandan sonra ilk defa bu kadar sert görüyordum. En azından bana karşı.

‘’Sana söylediklerimi yapmaya çalış. Rahat ol. Sıkıştığın yerde, onu takip etme sürecini kast ediyorum, ben sana yardımcı olacağım.’’ dedi elleri cebinde, bana dümdüz bakarak.

Kafamı sessizce salladım. ‘’Gözlerini kapat ve sadece sessizliğe odaklan.’’

Tekrar kafamı sallayıp gözlerimi kapattım; yuvama, zihnime döndüm. Kuşların sesleri kesildi, hatta rüzgarın yüzüme esen nefesini bile duymazdan gelmeyi başardım ve sonunda da duyamadım. ‘’Sadece benim sesime konsantre ol.’’ dedi Asir, yumuşakça ve beni sanki hipnoz etmeye çalışır gibi.

İblis kaşlarını çattı ve meymenetsiz bir tavırla burun kıvırarak ona baktı. ‘’İçinde saklı bir enerji var, onu herhangi bir şekilde hayal edebilirsin. Zamanla bu istemsizce olacak ve sen, onu çağırmadan o sana gelecek. Şimdi, içindeki o enerjiye tutun ve onu bir şekle sokmaya çalış.’’ Sesinde hiçbir pürüz yoktu, hep yumuşak ve sakin çıkıyor; beni derinlere sürüklüyordu.

Koridorlarımı turladım, bilindik yerlere adım atarken bir yandan İblis’le göz teması kuruyor, diğer yandan onu es geçip enerji arıyordum. Herhangi bir enerji. Tek omzumu silktim, ‘’Bulamadım.’’

Karanlığı içinde peşimden gelen ses, ‘’İlk başta bulamaman normal. Odaklan.’’ dedi.

Daha derinlere girmeye çalıştım, hatta benim bile zamanında girmekten çekindiğim yerlere bile. İblis gözlerini etrafta gezdiriyor, sıkılmışa benziyordu. Tahtının kenarına dayadığı kolunu kaldırıp elini yanağına yasladı ve parmaklarıyla yanağında ritim tutarken bir iki derin nefes bıraktı.

‘’İblis! Şu nefeslerini kes.’’

Pozisyonunu değiştirmeden şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdı, ‘’Ölmemi mi istiyorsun?’’

Odaklanırken kurumuş dudaklarımı yaladım, ‘’Sadece yavaş yavaş alıp ver. Her zamanki gibi. Dikkatimi dağıtıyorsun.’’

Bir derin nefes daha bıraktı ve pes eder gibi gözlerini devirerek sessizliğe gömüldü. ‘’Hala bulamıyorum.’’ dediğimde omzumda bir el hissetmemle gözlerimi araladım. Güneş ışığı altında parlayan kestane rengi saçlarıyla ve kızıl, parlak gözlerini belli eden perçemleriyle bana bakıyordu. Mideme yakınlığımızdan dolayı tatlı bir kramp girdi.

Gözlerimin içine bakarak, ‘’Zihnine girecek.’’ dediğinde ne olduğunu anlayamadan ruhum başka bir tarafa çekilir gibi oldu. Başım geriye doğru düştü, belimi hızlıca tutarak beni kendine çekti ve ayaklarımın üstünde durmamı sağladı.

Karanlık zihnimin koridorlarında yürürken, ‘’Zedur… (Yaklaş…)’’ dedi onun sesi. İblis’le bağlantımı hissetmiyordum, olsaydı küfrü basacağından emindim. ‘’Zedur mau ves. (Sesime yaklaş…)’’ Fısıltısı bir yılanı anımsatırken, hırıltılarını zihnimin duvarlarında duyuyor ve onun kurt olduğundan emin oluyordum.

Erkan.

Zihnime İblis’im dışında kolayca girebilen tek adam.

Onun sesini göremesem de duyarak yaklaşmaya başladığımda ve sesi giderek netleştiğinde karanlık koridorlarımda bir yerde, dönemeçli koridorun sonunda bir enerji hissettim. Erkan’ın zihnimden çıktığını hissettim. Ayaklarım o enerjiye doğru çekiliyor gibiydi, hem korkuyor hem de heyecanlanıyordum. Bacaklarımsa dışarıdan titriyordu, fakat neyse ki Asir hala beni tutuyordu. Transtaymışım gibi mırıldandım. ‘’Buldum sanırım…’’

Nefesi yüzüme doğru akan Asir, ‘’Güzel,’’ dedi. ‘’Onu görene kadar yaklaş.’’

‘’Enerji böyle mi çalışıyor? Kölenin kuyruğundaki elektrik gibi olsaydı, şimdiye kadar onu bulurduk herhalde.’’ dedi İblis, anlamsızca bana bakıp. Geri gelmişti ve başta duyduğu haricinde olanlardan haberi yoktu sanırım. Ona aldırmadan o tarafa çekilmeye devam ettim. Zaten o tarafı hiç görmediğimden de nasıl bir yer olduğunu da merak ediyordum. Karanlık beni zamanla yuttu ve bedenimi onun arasına sıkıştırdı.

İblis’in sesini tekrar zar zor duydum.

Zihnimde sanki bir uçurumun kenarında dikilmiştim ve yukarı süzülen hava akımını görüyordum. Siyah ve ölümcül derecede yoğun bir sis tabakasıydı. Rüzgardan daha sert fırtınaya benzeyen gürültülü sesi kulaklarımı uğuldatıyordu. ‘’Onu bir şekle sok.’’ dedi Asir, neyi gördüğümü biliyormuş gibi.

Belimde hissettiğim eli sımsıcaktı; aklım onun dokunuşuyla dağılıyor, diğer yandan toparlanıyordu. ‘’Hangi şekle…’’ dedim ama sesimin duyulduğundan emin değildim, önümde devasa manzaraya bakıyordum. Aşağısı derin ama dipsiz bir kuyuyu andıran karanlık çukur; uçurumun kenarında ve karşımda hiçbir şey yokken sadece hava akımına benzeyen ve gökyüzüne doğru uzanan siyah bir sis tabakası beni dumura uğratmıştı.

İblis’e bile buradan ulaşamıyordum.

Bana buradayken ulaşabilen tek kişi, Asir’di.

Sıcak nefesi burnuma, oradan yüz hatlarıma değerken ‘’Herhangi bir şekle, Rea.’’ dedi Asir, yumuşakça. ‘’Küre olur, yüzük olur, kılıç olur… Herhangi bir şekil.’’

Rüzgarın kontrolünü elime almaya çalıştım, elimle ona doğru uzandım ama beni sertçe geri itti. Hatta zihnimde öyle bir çığlık attım ki sesimi karanlık yuttu fakat onun görünmeyen etkisi beynime darbeler attı. Adımlarımı tekrar ona doğru yaklaştırdım. Asabice ‘’Beni itiyor.’’ dediğimde Asir komik bir şey söylemişim gibi güldü. ‘’O seni şu an kontrol ediyor, sen onu değil. Gücünü elde etmek istiyorsan onu kontrol etmenin bir yolunu bul.’’

‘’İblis’e ulaşamıyorum.’’

‘’Çünkü orası sadece sana özel bir bölge.’’ dedi cevaben.

‘’Sen nasıl erişebiliyorsun?’’ dediğimde cevap vermedi. Onun yerine, ‘’Odaklan.’’ dedi tekdüze bir sesle. Gözlerimi neredeyse devirecektim ama bunu engelleyen şey, karşımdaki akım oldu. Ona odaklanmaya çalıştım ve tekrar elimi uzattım, beni tekrar itecek kadar kuvvetli şekilde gürledi; ona dokunmuyordum bile ama sesi ve gücü beni bile korkutmuştu.

Kendi enerjimden korkuyordum.

Ben bu kadar güçlü müydüm? Aynı zamanda güçsüz?

Gözlerimi kapattım ve korkumu dizginlemeye çalıştım; heyecan ellerimi titretiyor ve bacaklarımı sarsıyordu ancak bir iki kez derin nefes alıp stresimi kontrol altına almayı başardım. Odaklanmaya çalışırken başıma ağrı girmişti ama bundan vazgeçmeyecektim. Buraya kadar gelmişken olmazdı.

Rüzgarı kontrol eden neydi? Onu istediği şekle sokup, istediği şekilde yönetebilen? Benim enerjim rüzgardan oluşuyorsa ve ona hükmeden… Beynime aniden elektrik çarpmış gibi irkildim ve duvarlarıma kadar yansıyan mavi ışıklar söndüğünde, tek bir gerçek yandı: cevap. Bir kuş.

Kuzgun.

Gözlerimi kararlılıkla araladığımda gerçek tam karşımdaydı; elimi bile kaldırmamıştım ama fırtınaya benzeyen akım büyük uğultularla gürleyerek hortum oluşturdu; saçlarım geriye doğru savruldu ve geriye uçacağımı sandım fakat ayaklarım yere sağlam bastı. Hortum büyük daireler çizerek içi boş bir yuvarlağa dönüştü; ardından bir karadelik oluştu ve o boşluktan bana doğru uzanan bir ses duydum.

Kuzgunun sesi.

Karadeliğin içinden büyük bir gaga çıktı ve yukarı doğru uzanan kanatlar keskin bir sesle gürleyerek dik şekilde semaya yükseldi. Kanatları çırparken dalgalanan ses, yüzüme doğru kükreyen kuşun çığlığıyla şahlandı. Devasa kuşa baktım, simsiyah gözleri ruhumu okuyormuş gibi bana bakarken tekrar çığlık attı; o çığlık basit bir çığlık değildi. İçimdeki gücün adıydı. Kelimeler zihnime tek tek aşılanırken, zihnim onu toparlayana kadar bacaklarım beni taşıyamadı.

Toprağa düşen bedenim beynimde gümleyen bir darbe yarattı. Uzaktan gelen seslere aldırmadan karanlığa gömüldüm.

‘’Yalnız ilk defa mors oldum,’’ diyen İblis’in sesiyle uyandım. Yumuşak bir yerde uyanmıştım, beni koltuğa taşıyan Asir kendi koltuğundaydı. Gözlerimi aralar aralamaz onun kızıl gözleriyle buluştum. Ellerim karıncalanıyor, içimde patlayan volkanları hissediyordum.

Asir, ‘’Alışkanlık kazandın.’’ dedi usulca başını sallayıp. ‘’Her zaman da taşıyamam seni Rea.’’

‘’Taşıma be o zaman.’’ dedim ters ters bakarak.

Dudaklarını birbirine bastırıp kaşlarını havalandırdı, ‘’Gönül razı değil. Çok yüce gönüllüyüm, öyle ulu orta yerde bırakamıyorum seni.’’

Sırtımı doğrulturken gözlerimi devirdim, ‘’Aynı zamanda alçak gönüllüsün…’’ dedim iğneleyici bir sesle. ‘’Gözüm yaşardı.’’

‘’Biliyorum.’’ dedi tüm imalarımı görmezden gelip, kendini beğenmişlikle.

‘’Sabır…’’ dedim homurdanıp. Yüzündeki alaycı ifade silindi ve bana çapraz bir tebessümle baktı; tek gözü gülümseyişiyle kısılırken gözüme sempatik gelmişti. Kalbimde oynanan kıpırtıları görmezden gelip bakışlarımı ondan kaçırdım ve İblis’e baktım. Pinpon topu gibi üstümüzde gidip gelen gözleri nihayet beni buldu. ‘’Buldun herhalde.’’

Kafamı salladım. ‘’Herhalde. Ellerim karıncalanıyor ve içimde garip bir his var.’’

Burnumdan akan sıvıyla dikkatim o yöne kaydı ve parmaklarımı burnuma götürdüm, akan kana bakarken normal kanın renginde olduğunu görünce Asir’le bakıştım. ‘’Tebrikler.’’ dedi sakince, ‘’Kabul edildin.’’ deyip ellerini bir iki kez sakince birbirine çarptı. Etin ete çarpma sesi tok sesler bırakırken, akan burnumu ikidir siliyordum ama yenisi geliyordu.

Asir derin bir nefes bıraktı ve masaya doğru uzandı; orada ilk defa gördüğüm mendili bana doğru uzattı. Uzanıp elinden aldığımda istifini bozmadan geriye yaslandı. Rahatlığına göz devirdim ama içimde büyüyen heyecan ve mutluluk değişik duygularla harmanlandı. Benim artık bir gücüm vardı?

Ne işe yaradığını bilmesem de.

Burnuma tuttuğum mendille, ‘’Şimdi senin gibi istediğim zamanda çağırabilir miyim?’’ dediğimde umutlu yükselen sesimi çocuksu bulan Asir kısık sesle güldü. Burnumda mendil olduğundan sesim bir değişik, boğuk çıkmıştı. Gülüşüyle aydınlanan suratını hafızama kazırken, ‘’Bilmem.’’ dedi güldüğünden dolayı boğuk çıkan sesiyle. Çenesinin ucuyla elimi işaret edip, ‘’Dene.’’ dedi.

Mendili burnumdan çektim ve avcumun içinde buruşturup orada tuttum. Diğer elimin avcunu onun dün gece yaptığı gibi ters çevirdim ve beklentiyle baktım. Boş boş avcuma bakarken oluşan hayal kırıklığıma Asir’den müdahale geldi. ‘’Vo’ur (Çocuk,) ne yapıyorsun?’’ dedi alayla, ‘’Öyle mi çağırdım ben?’’ Uzun zamandan sonra ilk defa bana böyle seslenmişti.

Tek gözümü kısıp ‘’Vo’ur?’’ dedim imayla.

Aldırmaz gibi kaşlarını yukarı kaldırdı ve ilk tepkimde olduğu gibi cevaben, ‘’Benim için fazla çıtırsın.’’ dedi hızlıca ve ben cevap veremeden yarım ağız sırıtarak elini pençe şekline getirip hızlıca ters çevirdiğinde, dudaklarından ‘’Ra’mestre.’’ döküldü. Sesinin süslediği güzel ve farklı telaffuzuyla beraber dikkatim anında o yöne kayarken gümleyerek parlayan kızıl-siyah auranın dansıyla bakıştım.

Işığı keskin suratının bir kısmını aydınlatırken yanan gözlerine tezat şekilde gülümseyip bana alttan bakarken, ‘’Böyle…’’ dedi fısıldayıp. Elini indirdi ve ‘’Dene.’’ dedi tekrar.

Tekrar elimi ters çevirerek ‘’Ra’mestre.’’ dediğimde bozuk telaffuzum ve beklentiyle avcuma bakışım ona kahkaha attırdı. Büyülü sesine dönerek kafasını geriye atmış ve önüne düşüren Asir’e ters ters baktım. ‘’Ne var be?’’ dedim sinirlice. ‘’Böyle yapmadın mı?’’

Tekrar kahkaha attı ve yorulmuş gibi başını yana doğru çevirip dudaklarından ‘’Ah…’’ döküldü. Hala sırıtıyordu. ‘’Nasıl açıklasam…’’ dedi burnunu kaşır gibi yaparak, yere bakarken. Öfkem üstüne gülüşünü saklamaya çalışıyordu ama başarılı olamıyordu. Gözlerimi kıstım ve alayını görmezden gelmeye çalıştım fakat bu öfkemi daha da harladı.

‘’O güç… içinde parlarken ve onu bir şekle soktuğunda sana ismini söylemiş olmalı.’’ dedi tane tane, ardından yerdeki bakışlarını bana doğru kaldırdı ve anında ciddiyete bürünerek beklentiyle baktı. ‘’Söyledi ve duydun değil mi?’’

Zihnimi yokladım, boş boş kucağıma bakarken bana biraz zaman tanıdı. Uzun sessizliğim onu germeye başlamış olmalı ki, ‘’Rea…’’ dedi gergin sesiyle. Ona doğru döndüm ve şaşkınlıkla baktım, aslında bomboş olan zihnimle bakıyordum. ‘’Duydun… değil mi?’’ dedi beklentiyle.

Gözleriyle bakışırken, kuzgunun çığlığını ve çığlığın arasında bana söylediği kelimeyi hatırladım. El’feria. Gözlerim heyecanla büyürken bana beklentiyle bakan gözleri bunu farklı anlamış olmalı ki başını yana doğru eğdi ve kaşlarını çatar gibi hareket ettirdi.

Ellerimi birbirine çarptım ve heyecanla ‘’Evet!’’ dedim aniden. ‘’El’feria.’’

Dudaklarından dökülen derin bir nefesle başı önüne düşerken, ‘’Kalbime iniyordu.’’ dedi dehşetli çıkan sesiyle. Kafasını yukarı kaldırdığında alnına dökülmüş karışık perçemlerinin altından bana sertçe baktı, bunun istemsizce olduğunu biliyordum. ‘’Çünkü Rea, o anı bir daha yakalayamazdın ve o gücü hissetmeyi bırak bir daha onu çağıramayacağından zamanla onu öldürürdün.’’

‘’O ölürse…’’ dedim fısıldayarak.

Yutkundu ve cümlemi tamamlayamadı ama ben onu anladım. Auram ölürse, ben de ölürdüm. Kaşlarını yukarı kaldırdı, ‘’O yüzden onu kendi adınmış gibi aklına kazı.’’ dedi uyarırcasına. Ben sessizce kafamı sallarken, ‘’Dene. Merak ettim.’’ dedi konuyu değiştirerek.

Yüzüme genişçe bir sırıtış yayıldı, ‘’Hehe…’’ dedim istemsizce keyifli bir sesle güler gibi. İblis dilini damağına bir kez yapıştırıp ses çıkartarak kafasını yana doğru çevirirken halime sırıttı. Asir’den de benzer bir tepki geldi. Halime şaşkınca baktıktan sonra dilini şaklattıktan hemen sonra erkekçe kıkırdadı.

Heyecan içime çağlayan gibi dolup taşarken elimi ters çevirdim ve sanki bu andan eminmişim gibi titreyen avcuma baktım. Parmaklarıma doğru uzanan titremeye aldırmadan dudaklarımdan, bu sefer doğru bir telaffuzla ‘’El’feria.’’ döküldü.

Avcumda beliren yoğun siyah aura, avcumun tam göbeğinden yukarı doğru süzülen hortum şeklini aldı. Gördüğüm hareketlenmeyle nefesimi tuttum. Asir’in aurası gibi patlamadı fakat hortumun inleyen sesini kısa süreliğine duyduk; sonra o hortum kısa sürede şekil alarak bir çift kanata dönüştü ve kanatlar mat şekilde parlamaya başladı. Kanatların arasında beliren keskin bakışlar, kuzgunun derin gözleriydi.

Havada süzülerek dairesel şekilde uçuyor ama sınırını bilircesine avuç içimden çıkmıyordu.

‘’Vay…’’ dedi Asir takdir edercesine, avcuma bakarak. ‘’Güzel iş.’’

İblis ağzı açık avcuma baktıktan sonra gururla bana dönerken ona sırıttım. Onun da gözleri kısa sürede kısıldı ve dudaklarını tebessüm sardı. ‘’Aferin.’’ dedi burnundan kıl aldırmayarak arkasına yaslanarak. ‘’Beğendim.’’ diye ekledi, sanki ona beğendirmek zorundaymışım gibi ağır bir sesle. Aldırmadan gülümsedim.

Kuzgun on saniye içinde dönmeyi bırakırken yukarı yükseldi ve geri ters uçarak gagasını avcuma keskince gömüp kayboldu. Acı hissetmedim ama avcumda titreme oluştu, elimde karıncalar yürüyormuş gibi hissettiren duygu kısa sürede kayboldu. ‘’Kayboluşu da afili,’’ dedi Asir gülerek. Alay mı ediyor yoksa ciddi mi kavrayamadan, ‘’Senden de bu beklenirdi.’’ diye ekledi.

‘’Aman sanki çok tanıyor…’’ dedi İblis burun kıvırarak, göz devirirken.

Kalbim heyecanla gümleyerek atarken, bir yandan da gülümsememe engel olamıyordum. ‘’İlk denemende bana öğretmeyi başardığın için tebrikler. Mehir olsaydı herhalde uğraşırdık.’’

Bıyık altı gülümserken gözleri benimle alay ediyor gibiydi. ‘’Herhalde Rea,’’ dedi istifini bozmadan. Arkasına kibirle yaslanıp bacak bacak üstüne atarken, ‘’Ben yılların ustasıyım. O ise dünkü…’’ deyip devam edeceği sırada boğazımı temizleyerek susturdum. Kibirle boğazını temizlerken göz ucuyla bana tepeden baktı, ‘’Neyse işte. Tecrübe farkı diyelim.’’ dedi cümlenin gidişatını değiştirerek.

Ben kafamı yana doğru çevirerek sinirden sırıtırken; ‘’Hayır. Hiçbir tecrübe, yeteneğin yerini alamaz.’’ dedi İblis gözlerini kısarak ona bakarken, ‘’Sende manipüle yeteneği, onda ise hipnoz yeteneği var.’’ Burun kıvırdı, ‘’Manipülesiz bir hiçsin. Kibrinden kendini göremeyen tüy yumağı.’’ dedi ekleyerek, ona meymenetsiz şekilde bakarken.

‘’İlla laf sokmasan olmuyor, değil mi?’’ dedim.

Damağından yok dercesine ıslak bir ses çıkartıp, ‘’Geceleri rahat uyuyamıyorum.’’ dedi bozuntuya vermeden.

‘’Benim bu gücüm ne işe yarıyor?’’ dedim asıl soruya gelerek. İblis boş boş bana baktıktan sonra Asir’e döndü, ardından alayla tek kaşını kaldırıp gözleriyle resmen onu ezdi, ‘’Hadi söyle, yılların ustası.’’ Asir kilit noktaya parmak basmışım gibi duraksadı, ardından ifadesizlikle, ‘’Zaman…’’ dedi ama sözünü kestim. ‘’Zaman deme bana. Bir ipucu ver bari.’’

Düşünür gibi yaptıktan sonra tek omzunu silkti. ‘’Te’raelyn’ın gücünü anlatabilirim. Hem ona da aşinasın biraz. Şok olmayacaksın.’’

Umutla sırtımı dikleştirerek dudaklarından dökülecek tek bir kelimeye odaklanırken, bir süre kelimeleri toparlamak istercesine kendine zaman tanıdı. Ondan bahsetmek ona acı veriyor olmalıydı ki iki kez yutkundu, içimde bir şeylerin kırıldığını hissetsem de ben de yumuşakça yutkunarak ifadesiz durmaya çalıştım.

Yumuşak, sakin çıkan sesiyle, ‘’O hem yer üstünün hem yeraltının kraliçesiydi. Aynı zamanda dengeyi sağlayan tek kişiydi.’’ dediğinde, hissettiğim ateşin aksine dümdüz sesle ‘’Nizam koruyucusu gibi mi?’’ dediğimde kafasını iki yana salladı. ‘’Hayır, benimkinden çok daha farklı görevi ve ağır sorumlulukları vardı. Ayrıca ben sonradan bu unvanı kazandım, o ise doğuştan.’’

‘’Ne yapıyordu?’’

‘’Irkların arasında herhangi bir çatışmaya izin vermeden onları yönetebilen tek kişiydi. Halk onu seçti, onun gözü hiçbir zaman tahtta olmamıştı ama her zaman parlak bir kadındı. Onun yönetiminde halk, uzun zamandır herhangi büyük bir savaş olmadan geçinmeyi başarabildi. Dikkatleri üstüne çekecek yeteneği, zekası ve güzelliği vardı.’’ Son cümlesiyle beni baştan aşağı süzerken hem kaşlarımı çattım hem de kalbimde hoplama oldu. Yutkundum. ‘’Senin gibi.’’ dediğinde kaşlarım düzeldi ve kalp atışlarım hızlanmaya başladı.

Bendeki değişime aldırmadan, gözlerimin içine bakarak anlatmaya devam etti. ‘’Yer üstünde ve yeraltında oluşacak en ufak pürüzü engelleyebiliyor, onun önüne geçiyordu. O sıralarda genç olmamın verdiği ateş ve özgüvenle baş belasının tekiydim, bizim tanışmamız hiç hoş olmamıştı…’’ dedi sonlara doğru hem yüzünü buruşturmuş hem de sırıtmıştı.

‘’Yani?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak, soğuk bir sesle. ‘’Nasıl bir gücü vardı?’’ İçimde hissettiğim değişik duygular cam kırıklarına dönüşmüş ve o cam kırıklarının uçları da ateşe çevrilmişti; yanıyordum ama bu sesime soğuk bir buz kütlesi olarak çarptı. İstemsizce. Pot kırdığım için kulaklarım yanarken bakışlarımı kaçırıp sonra tekrar bakır rengi gözlerine tutundum.

Bir süre yüzümü inceledi, bendeki en ufak detayı kaçırmak istemiyormuş gibi özenle ve dikkatlice suratımı talan ederken yutkundum. Bakışlarının ağırlığıyla gerçek suratıma tokat misali çarptı. Gerçekten ne oluyordu bana? Kıskanıyor muydum? Kimden? Geçmişte olan ‘’kendimden’’ mi yoksa başkasıyla yaşadığı anları ‘’benimle’’ yaşamamasından mı? Asırlar öncesinde kalmış ve üstüne toprak atılmış olan kadın bendim; belki ona benziyordum ama yine de bendim, o benim bir parçamdı. Ancak Asir’le tanıştıkları anda ben yoktum, onunla nasıl tanıştılar bilmiyordum.

Onunla yaşadığı anları hiçbir zaman bilemeyecektim.

Kraliçe küvetteyken ona sımsıcak baktığı gibi bana da bir gün bakacak mıydı? Gerçekler yeniden suratıma tokat gibi çarptığında elektrik akımına maruz kalmışım gibi irkildim. Neler düşünüyordum böyle? Neden baksındı ki? Aklımı bulandıracak zamanım yoktu ama istemsizce düşünüyordum. Asir’den etkileniyordum, belki ilk görüşten beri, belki de onu gerçekten tanıdığım andan beri fakat bu etkilenişimin önüne geçmem lazımdı. Onu bırak sevmeyi, ondan hoşlanmamalıydım bile.

Düşünceler zihnimi örümcek ağları gibi ele geçirmişken ve neredeyse beni tutsak edecekken üstelemedi ve kendisine çekidüzen vererek, sesini daha ağır ve kontrollü çıkartıp anlatmaya devam etti. ‘’Yanında başkomutan ve sağ kolu olarak Setar’ı görevlendirmişti; ona gölgeden askerler verip yönetimini de kendisine devretmişti. Karanlığı yönetebiliyordu ama ona bağlı değildi. Kuzgunlar onun yoldaşıydı; onları istediği şekle sokup yönlendirebiliyordu. Bir asker, bir zehir, bir kalkan, bir gözcü veya haberci… Her şekle.’’

‘’Sonunda ona ne oldu? Çuvalladı mı?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak.

‘’Bunu duysa kızardı muhtemelen…’’ dedi, varlığı bu odadaymış gibi bakışlarını benden kaçırarak başka yöne odaklanırken. Sonra gözlerini bana doğru çevirdi ve keskin bir sesle, ‘’Evet.’’ dedi. ‘’Gücü artacağına zamanla tükendi, sebebini bile bilmiyoruz; belki o biliyordu ama bana anlatmadı. Gücü tükendiği için halk zamanla ayaklanma yarattı ve nankörler, onu hor görmeye başladı. Sonra,’’ dedi ve duraksayıp yutkundu. ‘’Kaçınılmaz son.’’ dedi boğuk sesiyle fısıldayarak.

İblis’e baktığımda kafasını aşağı eğmiş olduğunu gördüm. Ardından omuzları titredi ve ondan keskin bir ses duydum. Hıçkırık. Başımdan aşağı kaynar sular dökülürken elim ayağım boşaldı ve İblis’e şaşkınca bakmaktan kendimi alamadım. Burnunu çekti ve bana bir an olsun bakmadan omuzları sarsıla sarsıla, iç çekerek ağlamaya devam etti.

‘’Ne oluyor?’’ dedim kısık, nefes alamıyormuşum gibi bir sesle. Bir çocuğun babasını ilk defa ağlarken görmesi gibi beynim duraksamış, ne yapacağımı şaşırır olmuştum. Kafasını iki yana sallayıp elinin tersiyle yanaklarını silerken keskince çenesini kaldırdı, ‘’Ne bileyim anasını satayım,’’ dedi çatallı, boğuk sesiyle. ‘’Ağlayabildiğimi bile bilmiyordum ben. Ne bu? Görkemli bir hükümdarın alçakça düşüşüne mi ağlıyorum yoksa bunadım mı?’’

Konuşamayacak kadar şaşkın hissediyordum. ‘’Önemli olan bir şey var, Rea.’’ dedi Asir, ciddiyetle. Onun sesini duymamla ne zaman dolduğundan bihaber gözlerimi ona çevirdim, afallayıp kaşlarını çatarcasına hareket ettirdi ama çatmadı; tip tip bana bakarak devam etti. ‘’Ruhunun bir kısmı Kraliçe demiştim. Ondan parçalar taşıyorsun, kuzgunlar gibi. Auranı bir kuzguna çevirmenin mantığını başka bir şeye yoramıyorum. O içinde bir yerlerde hala var, sana kalan tek şey…’’

Cümlesinin nereye gideceğini hissedercesine canım sıkkın şekilde, ‘’Bana kalan tek şey,’’ dedim kararlı şekilde çenemi dikleştirerek, sözünü keserken. Kaşlarının uçlarını yukarı doğru oynatır gibi olsa da benim yaptığım gibi sözümü kesmedi; bense hiç olmadığım kadar ciddi ve kararlılıkla, ‘’Ondan farklı biri olmak. Eğer şu anki Kraliçe bensem veya yönetimi bir şekilde ele alacaksam, ondan farklı olmanın bir yolunu bulmam lazım.’’

Biçimli dudaklarını söyleyecek bir şeyi kalmamış gibi ıslattı ve birbirine bastırdı.

‘’Belki onun gücünün bir parçasını taşıyor olabilirim, belki dediğin gibi Kraliçe’nin bir kısmı hala ruhumun bir köşesinde saklı. Gücümü ortaya çıkartmak için onun metotlarını kullanabilirim veya kuzgunları nasıl yönettiğine dair şu an elimde soyut bir kaynak oluştu; ona bakarak bir plan çıkartabilirim.’’

Normal şekilde konuşurken aniden ciddileşip kaşlarımı çattım, sanki bu söyleyeceğim şeyi ikisinin de duymasını ve zihinlerine kazımasını istiyordum. ‘’Ancak ben Te’raelyn değilim ve o tüm gerçekliğiyle, bir ölü.’’ dedim net sesle, duruşum bile değişmişti.

Ölü olmasını bastırarak söylemiştim, fakat bundan etkilenmişe benzemedi. İçimde bir yerlerde soğuk suların aktığını hissettim. ‘’Onun yaptığı hataları yapmayacağım. O güçsüzleşmişse, ben daha çok güçleneceğim. Onun tam tersi karakterde olup onun tam zıttı biri olacağım.’’ Tek kaşımı kaldırıp indirirken burun kıvırdım, ‘’Tabii dengeli bir ölçüde.’’

‘’Seni kızdırdım mı?’’ dedi sorgularcasına, beni tartar gibi baştan aşağı süzerek.

Gözümü bile kırpmadan, ‘’Evet.’’ dedim. ‘’Sınırı biraz aştın ama kızdığım nokta tamamen kişisel. Seni ilgilendirmiyor.’’ Son söylediğim cümle yalan olmasına rağmen ve bunu bilmesine rağmen kafasını sallayıp hiçbir şekilde en ufak mimiğinde dahi bunu belli etmedi. Tekdüze bir şekilde bana bakıp ifadesizce duruşumu inceledikten sonra derin bir nefes bırakıp başka tarafa baktı.

İblis’e yandan yandan baktığımda bana şaşkınlıkla baktığını gördüm. ‘’Sen de zırlama, yakışmıyor.’’ dedim içimden. Sanki rolleri değişmişiz gibi afalladı ve geriye yaslanarak bana bön bön bakmaya devam etti. Şarabından yudum alırken kendine çoktan gelmişti bile. Tadı damağına yayılmış ve bundan keyif almış gibi kafasını geriye atıp tahtına yaslarken gözlerini kapatmış ve yutkunmuştu.

Boğulduğumu düşünerek ayağa kalkarken, ‘’Ben dışarı çıkıyorum.’’ dedim sakince. ‘’Biraz gezeceğim.’’

‘’Nereye?’’ Şüpheli sesiyle arkama dönüp yüzüne baktığımda, gözlerini kısarak beni incelediğini fark ettim. ‘’Ormanda biraz dolaşacağım sadece. Nefes almak istiyorum.’’ Tereddütlü bakışları bir süre üstümde sabit kaldı, ondan izin almıyordum ama geçen gece henüz daha yeni başıma bela açmışken, onu tekrar kızdırmak veya endişelendirmek istemiyordum.

Kızıl gözleri, benim renkli gözlerime tutunurken, ‘’Tamam.’’ dedi, ‘’Fazla geç kalma, yemeği beraber yiyelim.’’

‘’Olur.’’ dedim kısaca ve arkama dönerek portmantoya yaklaştım. Kabanımı askıdan alıp giydikten sonra botlarımı da ayağıma geçirdim. Ardından ona tekrar bakmadan kapıyı aralayıp evden çıktım.

Verandadan aşağı inip bahçeye geçtiğimde, ‘’Sakın bana Kabuhan’a gideceğini…’’ dedi İblis, keskince.

‘’Hayır.’’

Gözlerini kapatıp derin bir nefes bıraktı, ‘’Güzel,’’ dedi rahatlayarak. Arkasına yaslanırken ‘’Gezelim bakalım.’’

Patikadan değil, bu sefer direkt evin arka bahçesine geçip yürüdüm ve bir süre sonra ormanlık alana girdim. Ormanın derinlerine yürüdükçe, kurumuş dallara basıyor ve toprağın ayağımı sarmasını hissediyordum. Ağaçların birbirine benzeyen bedenleri arasında saatlerce, boş boş düşünerek yürüdüm.

İblis’le fazla konuşmamıştık. Onun da bu altın saatleri özlediğini biliyordum.

Uzaklardan gelen dere sesi kulaklarıma çalındığında, adımlarım o tarafa yöneldi. Evden bayağı uzaklaşmıştım, ormanın derinlerine inmiştim ama bundan korkmuyordum. Öğle vakitlerini biraz geçiyordu, o kadar yürümüştüm ki bacaklarımda derman kalmamıştı ve susadığımı hissetmiştim.

Derenin kenarına geldiğimde berrak suya bakış atıp eğildim ve bacaklarımı kırarak çimenlere yakın oturdum. Parmağımla berrak, dibi gördüğüm suya dokunduğumda soğukluk parmak ucumdan yukarı tırmandı; ağzım istekle yanarak kavruldu. Soğuk suyu avuçlayarak boğazımdan aşağı yollarken kana kana içiyor, nefessiz yudumluyordum.

Bir süre derenin kenarında duran büyük çınar ağacının altına oturup bacaklarımı dinlendirirken, üstüme gölge düşmüş; ağacın yaprakları tepemde hışırdayarak senfoni çalmaya başlamıştı. Rüzgar tatlı tatlı suratıma eserken bulunduğum ortam, bana tatlı yumuşacık bir yatağın içindeymişim gibi hissettirdi; kısa süre sonra tatlı bir uykuya daldım.

‘’Toprak, kalk lan.’’

Sesiyle gözlerimi araladığımda her tarafa karanlık çöktüğünü görünce kalbim depar attı. Ani şoktan dolayı hızlanan kalbim, ortama alışınca normale dönmeye başlarken İblis’e dönüp, ‘’Uyuyakalmışım ya…’’ dedim mırıldanırken. Ağzımda tuhaf ama kötü bir tat mesken tutuyordu, dere yanımdan akarken ona bakış atıp elimi yüzümü yıkadıktan sonra ağzımdaki tat geçsin diye sudan içtim.

‘’Kalk, Asir işkillenecek. Yine dırdırını çekemem onun.’’

Kafamı sallayıp ayağa kalktığımda dinlenmiş hissediyordum. Sırtımı yay misali gererek kaslarımı rahatlatırken bacaklarımdaki enerjiyle yürümeye devam ettim. Derin bir nefes alıp ciğerlerime temiz hava doldurdum ve ellerimi kabanımın ceplerine atarak ilerledim. Hava biraz soğumuştu. Kanlı Ay gökyüzünde asılı durup rengini belli etmişti.

Tekrar ormanın içine dalarken çalıların üstünde, önümde dönen ateş böceklerinin ışığı her yeri aniden kuşatınca gözlerimi onlardan alamayarak yürüdüm. Orman beni tekrar selamlarcasına ağaçlarını hışırdatıyordu. Rüzgar sertçe yüzüme esse de soğuğa katlanabiliyordum.

Karanlıktı ama karanlıktan korkmuyordum, sanki burası benim evimdi. O kadar rahat yürüyordum ki, o kadar huzurluydum ki bu huzurun tıpkı kumdan kale misali yıkılacağından korktum. Asıl korktuğum buydu. Gözüm bir ateş böceğinin ışığında kilitleyken, adım attım ve toprak beni bir şehir merkezine sürükledi.

Aniden duraksadım.

Kafamı sağa sola çevirip çevreme bakınırken yüzüme bir is gibi yapışan tereddüt benimleydi. Orman yoktu, ateş böcekleri yoktu. Hava griydi ve gökyüzünde sadece Kanlı Ay vardı. Yanında hiç ayrılmayacak gibi duran güneş yoktu, onun karanlık bedeni de.

Korkuyla çevreme bakınırken, aynı zamanda aniden ortam değişmemiş gibi rahat rahat yürüyordum. Bundan hiç korkmamış, hiç etkilenmemiş gibi. Her gün yaşadığım bir olaymış gibi. Fakat bakışlarıma pusmuş o tereddüt hala benimleydi, o duygunun endişeye dönüşeceği vakit bir ses duymamla başım sola doğru çevrildi.

‘’Te’ra!’’

Aaron. Yüzünde endişeli bir ifadeyle buraya koşuyordu.

Te’ra? Göz ucumla kendimi süzdüm, Kraliçe elbisem yoktu üstümde ama siyah pelerin vardı. Postallarımın üstünde bol duran kırık beyaz pantolon, üstümde salaş duran ve pantolonumun içine soktuğum beyaz gömleğimle bir kraliçe gibi görünmüyordum. Yine de yanıma koşarak gelmiş Aaron, kim olduğumu biliyordu.

Aniden bileğimden çekilerek sürüklenmeye başladığımda arkamdan bir gürültü daha koptu. Omzumun üstünden geriye baktığımda saçlarım yüzüme uçuşsa da onların arasından insanlar can hıraş vaziyette koşuşturduğunu gördüm. Daha fazla bakamadan yanımda duran Aaron’a döndüm.

Kemikli çenesini kasmış, gözleri sertçe doğrudan ileriye odaklıydı. ‘’Emir ver!’’ dedi, bağırarak. Gözlerim kocaman olmuş suratına bakıp duruyor, aynı zamanda onun peşinden sürükleniyordum. Adımlarına ayak uyduracağım diye soluk soluğa kalmıştım.

‘’Ne oluyor!’’

‘’Emir ver!’’ dedi tekrar, beni bir yandan ara sokaklardan birine sürükleyip. Kuzguni gözlerinin derinliklerine baktım, orada bir ateş yanıyordu. ‘’Emir ver, şu kurdun kellesini alayım.’’ dedi gözlerimin içine bakarak. Boğuk sesiyle fısıldadı. ‘’Tek bir emir, Te’ra. Halkın daha fazla acı çekmeden önce.’’

Kaşlarım çatılı şekilde kalbim ağzımda atarken yutkunmayı başardım. ‘’Ne, ne oluyor?’’

‘’Delirdi nedense! Kasabayı yıkıyor!’’ dedi, kafasını aşağı yukarı imayla sallarken, ‘’Öfkeli.’’ diye bastırarak konuştu.

Yutkundum. ‘’Onu ben hallederim.’’ dedim sakince. ‘’Sen insanları koru, merkezde olanların yakın bölgelere gitmesini sağla.’’ Bana yalvarırcasına bakar gibi kafasını yana doğru eğdiğinde, gözlerine dik bir kararlılıkta baktım. ‘’Ben onu hallederim.’’

Kafasını hızlıca indirip yukarı kaldırırken, gözlerini üstüme dikti; orada binbir duygu, binbir kelime gördüm ama hiçbirini duyamadım. ‘’Umarım pişman olacağın bir hata yapmazsın.’’ dedi ve önümden çekilerek caddeye koşturmaya başladı. Bir yandan, ‘’Reas’a!’’ diye bağırıyordu.

Sesi uzaktan gelmeye başladığında derin bir nefes verip ben de bulunduğum yerden çıktım. Ardından kaosun olduğu tarafa, o bölgeye yürümeye başladım. Caddeye. Tam yaklaşmış, bir kurdun siyah devasa diyeceğim kadar kocaman pençesini yere basarken tam karşımda görmüştüm ki tekrar ormanın içine adım attım.

Duraksadım.

Çevreme bakınırken etraf aniden loşluktan karanlığa büründü ve ateş böcekleri çevremde uçuşmaya başladı. Ellerimi kaldırıp avuçlarımın içine, derin çizgilere baktım. Evin Yağmur. Ben buydum. Kalbim yaşadığım anın etkisiyle hala gümleyerek atıyor, ellerim titriyordu.

‘’Toprak.’’ dedi zihnimdeki sesi. ‘’Niye durdun?’’

O görmemiş miydi? İmkanı yoktu. Ona şaşkınlıkla bakınırken o da bana öyle bakıyordu. Afallaması gerçekti. ‘’Hiç.’’ dedim bakışlarımı kaçırarak. Ne söyleyecektim ki zaten? Bulunduğum ortam değişti mi? O gerçek, geçmişten bir anıysa neden şimdiki dilde konuşuyorduk? Eğer gerçek değilse, neden gerçekçi bir sanrı görmüştüm?

Reas neresiydi?

Birkaç adım attım, ormanın içinde olduğuma kendimi inandırırken ve bunu gerçekten hissederken rahatlamaya başladım.

Sanki az önce olan şey her zaman oluyormuş gibi rahat olmama şaşırıyor, bir yandan düşünüp duruyordum. Neden? Neden öyle bir an görmüştüm? Ormanda yürürken, ‘’Toprak şuna bak…’’ dedi İblis büyülenir gibi bir sesle. Dalgınlığımdan çıkıp gösterdiği yere bakarken, ağaç dalların arasında buz mavisi andıran, bir ruhu anımsatan ama tilki formatında ruhlar gördüm.

Bir tanesi çıktı. Ardından bir tane daha belirdi. Dallarda, çalıların arasından yukarı doğru süzülüyor ve hepsi boncuk gözleriyle bana bakıyordu. ‘’Orman ruhları.’’ dedi İblis. ‘’Nereden biliyorsun?’’ dediğimde tıslar gibi güldü. ‘’Birileri kitap okuyor boş zamanlarında.’’

Hepsi bana bakıyordu, aslında biraz korkmuştum çünkü ruha bakıyor gibi hissediyordum. Yine de saldırmıyorlardı. Hareketlerimi takip ediyorlardı. ‘’Ne yapıyorlar?’’ dedim zihnimden, onları da ürkütmemek adına. ‘’Ağaçları ve hayvanları koruyorlar. Şu an seni takip ediyorlar, fark ettin mi?’’ dediğinde başımı salladım. Durmuş, ruhlarla birbirimize bakıyorduk.

‘’Tek bir yanlış hareketinde saldırırlar. Şu an sakinsin, onlar da sakin. Unutma, burası onların evi.’’ dedi İblis, kadehinden yudumlamadan önce. ‘’Çok tatlılar.’’ dediğimde birkaç ruhun rengi pembeye dönüştü. Gülümseyerek onlara baktığımda, buz beyazı olanlar turuncuya büründü. ‘’Bunlar ne?’’ dedim fısıldayarak, dayanamadan. ‘’Renkler…’’

İblis de gülümsedi. ‘’Efsaneye göre, insanların ruhlarını ve kalplerinden geçenleri görebiliyorlarmış. Ne düşündüklerini de.’’ dedi gözlerimin içine bakarak. ‘’Tatlı olduklarını düşündün. Onlar da bunu hissetti ve sana teşekkür ediyorlar.’’

Bir ruh saklandığı yerden çıktı ve bana doğru uçmaya başladı, korkmuyordum ama gözlerim onun üstündeydi. Çevremde dolanıp durdu, ben bir şey yapmayınca bir ruh da arkadaşını takip etti ve o da çevremde dönmeye başladı. Ben merkezdim, onlar da merkezi koruyan gardiyanlar.

Gülümsemem yüzüme iyice yayıldı. İblis’e baktım. Bıyık altı gülümseyerek bana bakıyordu. ‘’Küçüksün diye normal ama bu kadar heyecanlanma…’’ dedi takılarak. Gözlerimi kapatıp kıkır kıkır güldüm. Kirpiklerimi tekrar araladığımda yine ormandaydım ama çevremi orman ruhları değil de karanlık gölgeler sarmıştı.

Korkudan altıma edeceğim vakit, her korkmamda ona koştuğum gibi yine zihnimde onu yokladım. Yoktu. Bir gölge öne doğru adım atıp ortaya çıktığında, bir adım geri çekildim ama bana saldırmak yerine saygı duyuyordu. Baş selamı verdiğini hissettim, yerinde duruyordu ama baş bölgesinde yoğun bir titreşim görmüştüm. Bir adım daha yaklaştı. Bedenimi ben değil, başkası kontrol ediyormuş gibi elimi kaldırıp başını avcumla kavradım. Tutar tutmaz kafasının içinde bir şey gördüm.

Bir an.

O’nu.

Kızıl sert bakışları ortamda bulunmak istemiyormuş da buna katlanmak zorundaymış gibi bıkkınlıkla bakıyordu. Bar gibi bir yerdeydi, kalabalıktan sıyrılmış locada oturuyordu. Yanında duran Aaron, bir an olsun onun yanından ayrılmıyor ve gözünü üstünden çekmiyordu.

Erkan.

Çevrede gözlerini dolaştırırken, aniden bu tarafa baktı. Hayır, tam zihnimin içine. Sanki ne yaptığımı biliyormuş gibi, gizli saklı duran kamerayı yakalamış gibi aniden gözlerini üstüme çevirip pis pis sırıttığında elimi aniden gölgenin başından çekivermiştim.

Derin nefeslerle gölgenin puf olup kaybolmasına aldırmadan hala önüme bakıyordum. Beni… nasıl görürdü?

Gözlerimi kapatarak başımı sertçe iki yana sallayıp kirpiklerimi tekrar araladığımda ‘’kendi’’ anımda olduğumu idrak edince İblis’in tereddütlü bakışlarını zihnimde gördüm. Ben de ona tuhaf tuhaf bakıyor olmalıydım ki, ‘’Ne oluyor lan?’’ dedi, asabice. ‘’Far görmüş tavşan gibi durup duruyorsun.’’ Olanları ben de anlamamıştım ki ona açıklayayım.

Kafamı iki yana sallayarak, şoktan mırıldanarak ‘’Yok bir şey…’’ dedim ve ilerlemeye devam ettim. Bu anlar beni korkutmuyordu, sanki alışık olduğum şeyleri görüyor ve yaşıyordum. Yine de şaşırmadan edemiyordum, neden bu anları görüyordum? Her zaman böyle mi olacaktı? Kraliçe’yi her zaman hissedip onun anılarına ortak mı olacaktım?

Orman ruhları artık ilgimi çekmiyordu. Tuhaf ve aksak şekilde hiçbir şey söylemeden yolda ilerlerken, ‘’Dur.’’ dedi İblis, zihnimde keskince.

Bakışları etrafta tereddütlü bir şekilde dolanıyordu, ‘’Vampirler var. Geri…’’ dediğinde ikiletmeden birkaç adım geri gittim ve kalbim hemen korkuyla atmaya başladı. Yanımda beni koruyabilecek biri yokken onlarla karşılaşmak istemiyordum. Boş etrafı yoklayan gözlerim sadece ağaçların cansız bedenlerine çarparken, onların arasında nihayet birini gördüm.

Alpaslan.

Siyah uzun paltosu ve sert bakışlarıyla buraya doğru geliyordu. Aslında karşısında sadece benim olduğumu biliyor olmalıydı ki sadece yürüyordu; o kadar telaşsız ve rahat görünüyordu. Ellerini ceplerine koymuş buraya doğru gelirken, arkama dönerek koşturmaya başladım. Çaresizdim ve zihnimin duvarlarına çarpan tek emir, koşmaktı.

O kadar hızlıydım ki bunun Salmon Sürüsü’yle yaptığım koşma yarışından mı yoksa auramın parlamasından mı emin değilim, bir an vampir olsalar da bana yetişemediklerini düşündüm. ‘’Arkanda!’’ dedi İblis, ‘’Sikeyim.’’ diye devam etti, endişeli sesiyle fısıldayarak. Fakat o kadar koşturmama bacaklarımda kısa sürede derman kalmamıştı; karşıma kızıl, uzun saçlara sahip bir kadın çıkıverdiğinde çığlığım ormanın içinde yankılandı.

Zoraki durdum.

Tereddütlü bakışlarım çevremi saran vampirleri ve onların artışını gördükçe korkuya dönüşüyordu. Elim ayağıma dolanmıştı. İblis ayağa kalktı ve tekrar tahtına oturdu, onun da eli ayağına dolanmıştı. Kızıl saçlı vampir tam arkama geçtiğinde tüylerimi şaha kaldıracak soğuk nefesini hissettim. Olduğum yerde ürperdim ve nefesimi aniden tuttum. Arkamda duyduğum kadının kıkırtısı kalbimin atışlarını hızlandırırken, boş ve ürkek bakışlarım Alpaslan’ın suratına doğru kaydı; göz ucumla beni izlediğini gördüğümde tekrar önüme döndüm.

‘’Rahatla,’’ dedi İblis kaşlarını çatarak; öfkesinden dolayı değil, o da korktuğundan kaşlarını çatıyordu. Benim için. ‘’Sana dokunmayacakları belli. Asir’den tehdidi yediler.’’

Kızıl vampir başını yana doğru eğerek önüme geçti ve beni aşağılarcasına baştan aşağı süzdü. Tüm korkaklığıma rağmen çenemi kaldırıp gözlerine bakabilmeyi başardım. Tek kaşını kaldırdı ve sessizce gülümserken bana gözdağı vermeye devam etti. ‘’Bu mu?’’ dedi küçümsercesine ama kadınsı sesiyle. Gözlerini devirir gibi Alpaslan’a döndüğünde, ‘’Bu çürüğü mü tutup getiremediniz yani?’’

‘’Çürük?’’ dedim ama fısıltım sadece benim kulaklarımı tırmaladı. İblis kaşlarını çatarak, ‘’Şşş…’’ dedi bana doğru. Kadın neyse ki oralı bile olmadı.

‘’Asir’in himayesinde. Bu kadar kişi, kız için değil; onun için geldi.’’ dedi Alpaslan, küçümsercesine mor harelerini üstüme dikerek. Ardından bakışlarını çevirdi ve etrafında toplanan vampirlere bir bakış attı, parmağını kaldırıp birkaç kişiyi işaretlercesine havada nokta atışı yaptıktan sonra ‘’Asir’e.’’ diye emir verdi. Göz ucuyla saydığım yaklaşık tanımadığım on kişi hızlıca hareketlendiğinde, bir anlığına gözlerimin önünden kayan siyah paltolarını görebildim.

‘’Ne yapacaksınız?’’ dedim korkuyla atan kalbimin aksine, sert çıkarttığım sesimle.

‘’Oyalayacağız.’’ dedi Alpaslan. Ardından dudağının kenarını yukarı kıvırdı, ‘’Sevgilini düşüneceğine, kendini düşün.’’ Ardından birkaç adım atarak bana yaklaşıp durdu, hala aramızda birkaç metre vardı; buradan mor harelerini daha net görüyordum. İçinde binlerce evren varmış gibi dönüp duruyordu gözbebeği. İnce bir ipi andıran dudakları hala gülümsemeyle kıvrılmışken, kaşlarını havaya kaldırdı. ‘’Asıl senin işin zor.’’

Sevgilin kısmını düzeltme gereği duymadım; belki de istemedim ama Asir’le bir bağım olduğunu kabul etmeleri şimdi işime gelirdi. Ondan korktukları barizdi. ‘’Geleceğimi söylemiştim zaten. Buna ne gerek vardı?’’

Alayını yüzünden ansızın silerek, ‘’İki gün geçti.’’ dedi, ciddiyetle. ‘’Zaten ya Asir, ya sen biriniz eninde sonunda vazgeçecekti. Hem de geçen gün biraz kabaydınız, sinirlenmiştim. Bunu geri ödeme olarak düşün.’’

‘’Neden bu kadar çok istiyorsunuz beni?’’ dediğimde kızıl saçlara sahip kadın tam karşımda kahkaha attı. Kahkaha atarken başı geriye doğru düşmüştü. Gülerken başını aniden öne düşürdüğünde hala sırıtıyordu, ‘’Kendini bu kadar çok önemseme.’’ dedi ezici bakışlarıyla, dişiliğini kullanan kadınlardandı; alımlıydı ve benden biraz uzundu. Yeşil gözleri cam misali parlarken dudaklarında alay dolu bir tebessüm vardı. ‘’Bizi ilgilendiren sen değilsin.’’

Yutkundum. ‘’Ne o zaman?’’ dedim, nabzım hızlıca atmaya devam ederken.

Mideme kramplar girmişti. İblis gözlerini kısarak etrafına bakıyor, sonra ikisi üstünde duruyordu. ‘’Gelince görürsün. Sürprizi kaçmasın.’’ dedi kadın, sırıtarak.

Mantıklı düşünecek olursam şimdiye kadar beni öldürseler öldürürlerdi. O yüzden rahatlığa doğru yüzmeye başlıyordum, kalbim hala gümleyerek atmasına rağmen çenemi dikleştirerek yüzlerine tek tek baktım. Çoğunlukla benim cesaretim aniden bana uğramazdı; fakat şimdi ruhumun bir köşesinden ur misali yayılan başkasının ruhunu hissetmeye başlıyordum.

Eğer derinlerimde hala onun bakış açıları varsa, onun ruhuna ev sahipliği yapıyorsam tam burada, tam şu an kendimi ezdiremezdim. Burada bizimle olan mavi gözlü bir adam ve onun yanında duran Akira’yı fark etmemle aklıma aniden Reha düştü.

Aniden ruh halimle beraber ruh halimin aynası olan gözlerimin de içindeki olumsuz hisler değişmeye başladı. Ellerimi kabanımın ceplerine sokarak sert ve ters bir şekilde ona bakarken Alpaslan’ın içten içe şaşırdığını görebiliyordum. ‘’Geçen ki olay sebebiyle, dişinin kovuğuna yetmeyecek olan savunmasız bir hayvana saldıran da sen miydin?’’

Alpaslan, Akira’ya doğru bir bakış atarken, ‘’Neden bahsediyor?’’ dedi alayla. Akira çenesini havaya kaldırırken kaşlarını da yukarı kaldırdı ve yarım ağız sırıttı, ‘’He,’’ dedi aydınlanırcasına harfleri uzatarak. ‘’Geçen gün ısırdığım Nadir, senin miydi?’’

Dilimi sol dişimin üstünde gezdirerek ona baygın bir bakışla döndüm, ‘’Sen mi ısırdın?’’ dedim, kaşlarımı yukarı kaldırarak. Onaylarken, ‘’Hıhım,’’ dedi gocunmayarak, bir yandan sinirlerimi bozan bir tebessümle. Başını sol omzuna doğru hafifçe yatırıp sırıtmaya devam etti. ‘’Peki sen, bu konu hakkında ne yapacaksın?’’

Suratına ve pişkinliğine birkaç dakika aval aval baktıktan hemen sonra pimimin ipi çekilmiş gibi gözlerinin içine bakarak kahkaha attım. İçimden gelen, özgür bir kahkahaydı. Güzel soruydu, öfkem dışında ne yapabilirdim? İblis tepemin tasının attığını fark edip derin bir nefes verirken, ‘’Tatarus yardım etsin,’’ diye mırıldanıp arkasına yaslanırken kendine gelmek için kadehinden yudumladı. ‘’Onu yine kaybettik.’’

Kahkaham kesildiğinde, suratına arada sırada kıkırdayarak bakındım. Ardından hala sırıtırken, ‘’Vampirlerin sadece kıçı kırık bir Safkan olduğunu düşünüyordum. Bir orospu çocuğu değil.’’ dedim gözünün içine baka baka. İblis içtiği yudum boğazına kaçmış olmalıydı ki deli gibi öksürmeye başlarken kıpkırmızı kesildi.

Kızıl vampir tam karşımda olduğu için Akira’dan önce parmaklarını boğazıma sardı, sıkmıyordu sadece uyarıyordu. Elini aniden boğazıma geçirmesiyle boğazımdan hırıltı kopmuştu. Parmaklarının soğukluğu tenime işlerken, gözümü bile kırpmadan ifadesiz suratımla onun suratına bakmayı başardım. Küstahlığıma iyice sinirlendi ve tıslayarak, ‘’Asir’e fazla güvenme. Seni burada karınca gibi ezerim.’’ dedi yüzüme doğru tehdit edercesine yaklaşarak.

Ağzından gelen metalik koku burnuma akın ederken başımı çevirerek Akira’ya baktım. İğrenircesine, ‘’Nefesin kokuyor.’’ dedim yüzüm buruşarak, bakışlarım Akira’daydı fakat hedefim, kadındı. Parmaklarındaki pençeler derime batarken yumuşakça yutkundum, acıdan dolayı gözlerim sulansa da bakışlarımın hedefi Akira’dan kadının yeşil gözlerine kaydı.

Cam misali parlayan gözlerinde ruhumun çoktan başkasının eline geçtiğini ve oralarda bir yangın başladığını görebiliyordum. Boğazımdaki acıya rağmen dudağımın kenarı yukarı kıvrıldığında kadın kibrim karşısında afalladı, bu parmaklarını biraz olsun gevşetmeye yaradı.

İblis ‘’Delirmiş…’’ dedi sakince, kafasını sallayarak. Derin derin nefesler alıp veriyordu ve kocaman araladığı kuzguni bakışları üstümdeydi. Baştan aşağı beni süzerken başını hala transta gibi sallıyordu. ‘’Delirdi sonunda. Evet. Bipolar mısın kızım sen? Çift kişilikli ruh hastalarından mısın? Ne oluyor sana anasını satayım?’’ dedi sakince sorularını sıralarken.

Kadına, ‘’Kes artık.’’ dedi Alpaslan. ‘’Asir buraya gelmeden önce tüyelim. Zack al kızı.’’

Kadının beni bırakası yoktu ama gözlerimin içine derin derin soluyarak, öfkesinden delirerek baktıktan sonra elini savururcasına beni bıraktı. Boynumda keskin bir sızı hissettim. Koyuya dönüşen yeşil gözleri boynuma kaydığında etimin yırtılıp kanadığını düşünmem zamanımı almadı. Yine de buradaki hiçbir vampir, içten içe zorlansa da bana saldırmadı.

Zack yanıma yaklaşmadan önce aniden konuştum, ‘’Aramızda Asir’le düşündüğünüz gibi bir bağ yok. Adamlarını ona yollamadan önce on kez düşünseydin keşke.’’ dediğimde kinayeli sesimle Zack dahil Alpaslan da durdu. ‘’Boşu boşuna ölecekler.’’ dedim, dudaklarımı saran küçümseyen bir tebessümle.

Alpaslan kaşlarını çattı, ardından yüzünü hafifçe limon yemiş gibi buruşturdu. Aramızda dönen rüzgarın sesini işittik; yapraklar aramızda eşsiz bir ölüm senfonisi sunarcasına hışırdadı. ‘’Boşa mı?’’ dedi kaba sesiyle. ‘’Ben öyle düşünmüyorum.’’

İblis, ‘’Öleceklerinden emin yani…’’ dedi tek kaşını kaldırarak, ona bakarken.

‘’Düşünmeliydin. Onu diyorum ya.’’ dedim tatlı tatlı kıkırdayarak. Alay edişime sinirlense de Zack’e bir bakışıyla tekrar emir verince Zack dibimde bitti. Yine de konuşmama engel olamadım. ‘’Asir’in beni umursadığını düşünüyorsun; öyle düşündüğünden adamlarını ona yolladın değil mi? Eğer adamlarına saldırırsa teorin tescillenecek ve ben o zaman değerli olacağım.’’ dedim, tek kaşımı kaldırıp sonlara doğru alay ederek.

Zack hiçbir harekette bulunmuyordu ama soğuk mavi gözlerini de üstümden ayırmıyordu. Zaman kazanmaya çalışıyordum. Belki Asir onları hemen pataklamıştır da beni buradan alıp götürür diye zaman kazanıyordum. Alpaslan sessizce beni dinliyordu.

Düşündüklerimin aksine ustalıkla yalan söyledim. ‘’Asir beni umursamıyor. Onlara saldırsa saldırsa, bölgesine izinsiz geldikleri için saldırır. Tıpkı geçen gün olduğu gibi. Bir kurdun inini koruması, bir canavarın içgüdüsü gibi. Yani adamların boş yere ölecek ve siz, boş yere benim değerli olduğumu düşüneceksiniz.’’

Alpaslan’ın ben konuştukça suratı şekilden şekle girdi. Zihnine bu kadar kolay erişiyor olmama mı yoksa planlarının suya düştüğüne mi öfkelendiğini çözemedim ama İblis’e baktığımda hala ifadesizliğini koruduğunu ve bakışlarını ona kilitlediğini görüyordum. Alpaslan aniden güldüğünde dumura uğrasam da ifadem değişmedi, dudaklarımdaki tebessüm de.

Gözlerinin etrafı kısıldığından dolayı kırıştı, ‘’Yok yok,’’ dedi kıkırtısının arasında. ‘’Seni onun için götürmüyoruz. Ayrıca değerli olup olmadığını, Kabuhan’a kadar gelip gelmeyeceği belirler.’’ Parlayan mor harelerine bakınca artık başka şansımın olmadığını fark ettim, Zack’in buzdan duvarı andıran soğuk suratına baktım.

Hiçbir şey söylemeden eğildi ve bacaklarımı hızlıca sarıp beni yukarı kaldırdı. Ayaklarım yerden kesilirken boğazımdan ufak çaplı, kalın bir çığlık kaçtı. İblis kocaman aralanmış gözleriyle tahtında rahatsızca kıpırdanarak bize bakarken bir yandan Alpaslan’a da bakış attı.

Adam beni omzunun üstüne atarken ve bacaklarımı saran eli yukarı doğru çıkarken boğazımdan yukarı taşan hırıltıya ben bile şaşırdım. Dişlerimin arasından, ‘’Bana dokunursan…’’ Devam edemedim çünkü birden koşmaya başladı. Çığlığım ormanın içinde, zamanda çabucak kaybolan geçmiş gibi yankılandı.

Etrafımdaki her şey hızdan dolayı silinip kaybolurken saçlarım uçuşuyordu; bazen kafamı çocuğun sırtına çarpıp duruyordum. Baş aşağı durduğumdan dolayı midem alt üst oldu, safra tadı damağıma yayılırken ağzımın içinde kıvrılan dilim, tükürüklerimi çoğalttı.

Kusacaktım.

Konuşamıyordum bile.

Kıpkırmızı olmuş, rüzgarın etkisinden midemi kontrol altına almaya çalışırken hiçbir şey yapamadım. Kaçırılıyordum.

Kısa sürede kahverengi, kuru toprak değişti ve yerine bembeyaz pamuksu karlar aldı. Bembeyaz örtüyle bakışırken, adamın omzunun üstünde titredim. Rüzgar daha sert, daha gür bir sesle eserken kulaklarım soğuktan kesildi; yüzüm felç oldu sanacağım kadar uyuştu. Resmen dondum.

Ellerim, sesimi çıkartmadan çocuğun paltosunu kavrarken hiçbir şey yapmadan sadece durdum. Birden durduklarında ve fırtınanın etkisi arkamızda kalıp daha sakin bir ortama geçtiğimizde, adam beni omzundan oldukça sert indirdi. Bildiğin yere fırlatmıştı. Kalçam sert zeminle buluştuğunda dudaklarımdan hıçkırığa benzer bir inilti döküldü ve bacaklarıma doğru yayılan ağrıyla yüzümü buruşturdum.

Kafamı kaldırıp öfkeyle ona baktığımda gözünü kırpıp yanımdan geçti. Onun peşinden gelen kızıl saçlı kadın ayağını kaldırıp omzuma sertçe vurduğunda, zemine tekrar sırt üstü düştüm. Omzuma batan keskin ağrı tekmesinin gücündendi; inlememek için dilimi ısırırken damağıma metalik bir tat yayıldı. Sırtımı yerden keserek tekrar doğrulttum ve bir süre yerde oturmaya devam ettim.

Burnumdan soluyup etrafıma baktığımda avlu gibi bir alana geçtiğimizi gördüm. Saraydan hallice bir yerdi. Bir masalın içindeki şatoya benziyordu, duvarları göz alacak şekilde parlaktı ve karların arasında başarılı kamuflajın hakkını veriyordu. Kalenin ön duvarları yüksekti ama ana kale o kadar yüksek ve büyüktü ki duvarları bunu saklayamıyordu. Dört tarafında ucu göğe doğru uzanırmışçasına görünen kubbeler vardı, gözcü kulübesi gibi görünüyordu.

Ana kalenin beyaz duvarlarını saran beyaz bir ejderha kuyruğu vardı, tüm kalenin bedenini yılan misali kıvrılarak sarmıştı ve kalenin üçgen çatısının başından beyaz ejderhanın kafası aşağı doğru sarkıyordu. Ağzı gelenleri yakacağını düşündürtecek şekilde aralıktı ve çatallı dili güzel ve tehlikeli bir şekilde öne doğru uzuyordu. Saldıracak gibi vahşi bir şekilde bakıyordu.

‘’Niye bu kadar şatafatlı?’’ dedi İblis kendini toparlayarak arkasına yaslanırken, ‘’Gereksiz.’’ dedi.

Kalenin avlusu o kadar geniş ve büyüktü ki büyülendiğimi sandım. Bu kar fırtınasının ortasında bir kale vardı ve o kalenin bahçesine yeşillikler seriliydi, duvar kenarlarının bitiminde etrafımızı saran çimler ve türlü süslü çiçekler ve küçük heykeller bulunuyordu. Karın, kışın tam ortasında.

Bahçenin tam ortasında güçlü ve üstten birinin diye tahmin ettiğim çıplak erkek heykeli vardı ve o heykelin taş kenarlarından altına doğru yuvarlak bir alana akan çeşme bulunuyordu. Heykelin görkemli kanatları vardı, filmlerdeki vampir kanatlarına benziyordu ama bunlar da kanat olduğunu düşünmüyordum. Bu karanlığın örtüsünün altında korkunç görünüyordu. Buradaki her şeyin gündüz daha güzel gözükeceğini düşünüyordum.

‘’Daha ne kadar oturacaksın?’’ dedi Akira, yanımdan geçerken.

Kendime gelip ayağa kalktım ve öfkeyle burnumdan soluyarak Akira’ya baktım. Kalçam, bacaklarım hala ağrıyordu. Gözlerime alayla bakıp ‘’Takip et.’’ dedi kabaca, ardından yanımdan geçerek beni yalnız bıraktı. ‘’Buraya konuşmaya getirmediler.’’ dedi İblis, küfredercesine. ‘’Konuşmak için bu kadar çabalanır mı lan? Bok çukuruna düştük.’’

İçimdeki huzursuzluk katlanarak büyürken tereddütlü bakışlarıma dönen İblis birden afalladı, ‘’Geri mi geldin?’’ dedi öfkeyle. ‘’Dilini bir türlü tutamıyorsun. Manyak mısın sen? Hayır, kime çektin ben anlamadım ki?’’ Tek omzumu karşısında duran küçük çocukmuş gibi silkerek ona alttan alta bakarken gözlerini sakince yumup araladığında pasif bir öfkesi vardı.

‘’Neyse…’’ dedi söyleyecek bir şey bulamamış gibi. ‘’Onu şu kadarcık tanıyorsam,’’ dedi parmaklarını birbirine fazlasıyla yaklaştırıp kafasının tam önünde tutarken, ‘’Bak bu kadarcık…’’ dedi bastırarak. ‘’Burayı başlarına yıkacak. O gelene kadar lütfen, Toprak, lütfen sakin kal ve ne söylüyorlarsa sadece dinle. Karşılık verme.’’

Kafamı sallayıp durduğum yerde beklemeyi bırakıp arkamı döndüm ve Akira’nın gittiği yolu takip ettim. Görkemli, buz beyazı geniş kanatlı kapıdan geçerken koridorların beyaz zemini ayaklarımın altında tıkırdadı. Beyazlıklardan oluşan duvarların üstünde asılı duran rengarenk tablolar vardı, tablolar öyle renkli duruyordu ki bu kimsesizliğin tam ortasındaki buzdan şatonun ölü duvarlarının üstünde çok aykırı duruyorlardı.

Zemin beyaz mermerdendi ve ayna misali parlıyordu. Yürürken ayakkabılarımızın yansımasını ve mermerin üstüne çizilen bedenimizin büyüyen şeklini görebiliyorduk. Dev bir aynaya bakıyormuşum hissi veriyordu. Sessizliğin koynunda ilerlerken sadece mermerin üstünde yankılanarak duvarlarda akis yapan ayakkabılarımızın çınlayan tok sesleri ve önden ilerleyen Akira’nın paltosundan dağılarak bize doğru gelen gürültülü kumaş sesi bizimleydi.

Akira’nın önüne biri çıktı. Siyahlara bürünmüş, iri yapılı ve yaklaşık bir doksan boylarında esmer bir adam karşıma geçip gözlerimin içine bir süre baktı. Kendi kendine karar vermiş gibi bir hızla parmakları kolumun derisine batarken yüzümü buruşturup derin bir nefes aldım. Elini bana doğru uzatsa da yana doğru savurarak, ‘’Götürün,’’ dedi soğuk bir sesle.

Tehlike çanlarının seslerini içimde duyduğumda ben ne olduğunu anlayamadan, biri tarafından kolumdan tutulduğum gibi yaka paça sürüklendim. Beni sürükleyene baktım; benim yaşlarımda görünen genç bir adamdı. Bana bakmıyor, ileri bakıyor ve hiç zorlanmadan sürüklüyordu.

Geri geri sürüklenirken Akira’nın büyük, devasa kapıdan içeri girmeden önce omzunun üstünden bana bakışını ve sinsice gülümseyişini gördüğümde sertçe yutkundum. Beni umursamadı ve kapıyı aralayıp içeri girdi. Hala geri geri sürükleniyordum. Arkamda benimle beraber gelen o adamın sert ifadesi vardı. ‘’Ne oluyor?’’ desem de kimseden ses çıkmadı.

Korku beynimi tırmaladı, pençelerini ruhuma geçirdi ve İblis’le bakıştık. O da şaşkın görünüyordu. ‘’Başta öyle düşünsem de konuşacağımızı umuyordum?’’ dedi zihnimde, anlamsız bir yüz ifadesiyle. ‘’Öyle değil miydi lan?’’

Koridor boyunca geri geri sürüklendim, önüme dönemiyordum çünkü kolumu o kadar sert tutuyordu ki sadece bacaklarımla onun adımlarına yetişmeye çalışıyordum. Açık geniş meydana çıktığımızda bizi başka bir koridor karşıladı. Ayak seslerimizden ve benim kalp atışlarımdan başka bir ses duyulmuyordu. Korku hissediyordum çünkü bilinmezliğe doğru yürüyordum. ‘’Nereye götürüyorsunuz, bırak!’’ dedim hırçınlıkla, kolumu çekiştirerek ama bu sadece canımı yaktı.

Arkamdan gelen kişiye tekrar bakar bakmaz zihnimde profili canlandı. Sert bakışlarının süslediği esrarengiz hava, kendinden taviz vermeyen kalkık burnuyla önemli birine benziyordu. Kolumu çekiştire çekiştire önüme dönmeye başarsam da beni koridor boyu sürüklemeye devam ediyordu; onun adımlarına yetişmekte zorlanıyor arada sırada yalpalıyordum. Uzun bir koridordu ve giderek ıssız taraflara ilerliyordum. ‘’Nereye götürüyorsun? Ne yapıyorsunuz?’’ dedim bağırarak, koridorda sadece adım seslerimiz ve benim gürültüm vardı.

Duvarlara çarpan öfkemi sadece dinledi, bir süre sonra geniş alana çıktıktan sonra önümüzde duran uzun koridora girdik. Tırnaklarımla adamın parmaklarını yoluyordum, sinek ısırığından farksız geliyor olmalıydı ki sadece arada sırada bana ters ters bakıyor ve adımlarını hiç bozmuyordu.

‘’Bırak! Yanlış yapıyorsun bak!’’ Çırpınıyor, diğer yandan adamı ikna etmeye çalışıyordum fakat beni dinlemiyordu. Dilsiz olduğunu düşünecektim. Arkamdan gelen sert adam da konuşmuyordu. Bir duvarın önünde durduğumuzda nefeslerim birbirine çoktan karışmıştı, göğsüm inip kalkıyor ve adama hem korku hem de şaşkın bakışlarımdan atıyordum.

Beni tutan adam değil, arkamdan gelen ve yanımda duran sert, iri yapılı adam duvara anlamını bilmediğim bir söz söylediğinde duvarın yüzünde mavi renkte parlayan bir figür belirdi; kısa sürede solarak sönen figürün sonunda duvar gürültüyle geriye sürüklendi ve önümüze alt kata inen merdivenler çıktı.

‘’Sıçtık…’’ dedi İblis, burnundan derin bir nefes bırakarak.

Artık konuşmuyor ya da çırpınmıyordum çünkü her şey nafileydi. Kolumdan hala tutmakta olan adam beni merdivenlerden rahatlıkla indirdiğinde kısa süreliğine şaşırdı, fakat işine geldiği için bunu sorun etmedi. Mermer merdivenlerden inerken duvarlara asılmış meşaleler büyüyle her yanmaya başladığında irkiliyordum. Küçük, küflenmiş bir odaya geldik; duvarları gri ve bazı yerleri isten kararmış olan duvarlar arasında kalmıştım ve meşaleler dışında ortamı aydınlatacak tek bir şey yoktu. En ufak pencere bile.

‘’Beni buraya kapatırsan…’’ dedim büyük bir öfkeyle, bir yandan da odada bakışlarımı gezdiriyordum. ‘’Nefessizlikten ölürüm. Bunu ister misin gerçekten?’’ dedim aniden, önemli olduğunu düşündüğüm adama doğru dönerek. Başımı hafifçe kaldırmış, dümdüz duvardan farksız suratına bakıyordum.

Perçemleri alnına düşmüş olan adamın koyu kahverengi gözleri hiç sıcak bakmadı, ‘’Umurumda değil. Ben sadece emire uyarım.’’ dedi kapkalın, derinden gelen sesiyle. İri yapılı cüssesine yakışan korkunç bir sesi vardı. Yüzüm anlamsızca buruştu, gözlerimle onu baştan aşağı çaktırmadan süzdükten sonra odada tekrar gözlerimi gezdirdim. ‘’Bu kimsenin işine gelmez…’’ dediğimde iknalarım boşa olmalıydı ki, kolumdan tutan sessiz çocuk, beni hafifçe sırtımdan iterek ileri atılmama neden oldu.

Gücü yüzünden bacaklarım tutmadı ve son anda duvara suratımı çarpmaktan kurtulup elimi dayayarak durdum. Sırtım ona doğru dönük, küflü duvarla bakışırken, ‘’Rahat dur.’’ dedi kabaca. Omzumun üstünden geriye baktığımda merdivenlere yönelmiş ve yukarı tırmanmaya başlamıştı. Peşinden de sessiz olan gidiyordu. Benden her uzaklaşan adım sesinde umudum yavaşça tükeniyordu.

Yukarıdan kapanan duvarın sesini duyduğumda çaresizliği hissettim. Çürük his damağıma, duvardaki küf kadar yapışarak yayıldı ve ruhuma işledi. Dişimle dudağımın içini kemirirken tereddütlü bakışlarımı hem çevrede dolandırıyor, hem de bir sağa bir sola gidip duruyordum. İblis kafamda sakin sakin oturuyor, gidip gelmelerimi kaşının altından seyrediyordu.

‘’Duvara yakın duralım.’’ dedi İblis, ‘’Asir geldiğinde belki buradan duymaz.’’

Kafamı sallayıp merdivenlere yönelecektim fakat odanın tam ortasında görünmeyen bir güç beni geri itti. Ona çarpmamın etkisiyle yüzüm karıncalandı ve dişlerim sızım sızım sızladı. Ayaklarım üstünde durabilsem de güçten o kadar fazla etkilendim ki bacaklarımın içi titredi. Acı çekmiştim, gözlerim acıdan sulanmıştı. İblis’le bakıştığımızda, ‘’Tekrar dene.’’ dedi.

Derin bir nefes verip ileri adım attım ve bu sefer avcumu yavaşça ileri doğru uzattım. Görünmeyen soluk savunma duvarı avcumun içine çarpar çarpmaz dirseğimle beraber kolumu geri itti. Avcumun içi karıncalandı ve tüm çizgilerimde dönüp dolanan kanın akışını hissettiğimi sandım. Sanki omzumdan biri iteklemiş gibi geriye sendeledim ve şaşkın bakışlarımı solarak sönen duvara diktim.

Rengi yoktu. Şeffaftı.

Kalbim gürültüyle çarptı, çaresizliğim mesanemi zorladı. Bir sağa bir sola gidip gelmelerim tekrar bedenimi ele geçirdiğinde bir yandan da düşünüyordum. Beni buraya konuşmak için getirmedikleri barizdi. O zaman beni istemiyorlar demekti. Kimi istiyorlardı? Asir’i mi?

O zaman Asir’i kaçırırlardı… Kaçırabilirler miydi?

Kızıl gözleri zihnime düştüğünde ve sinsi bir şeytan gibi parladığında bu düşüncemi kafamdan çoktan sildim. On kişinin hali nasıldı acaba? Bahçede ceset görmek istemiyordum. Bir an kendime şaşırdım, buradan kurtulabilecek miydim de bahçeyi düşünüyordum?

İblis’le tekrar bakıştım; bu kadar sakin durup susuyor olması beni delirme raddesine sürüklüyordu. ‘’Toprak, tekrar denesene…’’ dediğinde İblis’e ters ters baktım. ‘’Sorunun ne?’’ dedim asabice, ‘’Acı çekmemden zevk mi alıyorsun?’’ Soruma veya bunu sertçe ifademe etmeme aldırmadan, sanki normal bir şey söylemişim gibi çenesini kaldırırken aynı zamanda kaşlarını da çatarak, ‘’Yok,’’ dedi. ‘’Bir şeyden emin olmak istiyorum.’’

O acıyı tekrar hissetmek istemiyordum. İblis’e ters ters baktığımda bana beklentiyle, uzun bir süre bakınca dayanamadım ve pes edercesine burnumdan nefes verip ileri adım attım. Elimi kaldırıp duvara doğru yaklaşırken, gözlerim acı beklentisiyle kapandı. Bir şey korkunç olduğunda karanlık bunu daha da sağlamlaştırırdı, karanlığın içinde belirsizliği hissetmek ve o belirsizliğin sonunda da acı gelmesi kadar kötü hiçbir şey yoktu.

Yine de çaresizdim. Elime batan sancıyla ve tekrar omzumdan geri itilmemle gözlerimi aralayıp birbirine yapışan nemli kirpiklerimi kırpıştırdım. İblis’e yanan gözlerimle bakarken, o bana değil yere bakıyordu. ‘’Mahvolduk.’’ dedi tuhaf bir ifadeyle, ifadesinde hem acıma hem de iğrenme vardı. ‘’Şuna bak. Yerde dairesel bir figür var; oraya her dokunduğunda o figür soluk renkte parlıyor.’’

Islak bakışlarım yere değdiğinde daireyi de figürü de göremedim. ‘’Hani?’’ dedim küçük çocuk gibi mırıltıyla. Acıdan dolayı sesim içime kaçmış gibiydi. ‘’E söndü.’’ dedi doğal bir şeymiş gibi omzunu silkerek. ‘’Tekrar dokunman gerekir.’’ dediğinde nemli ve kızarmış gözlerime bakıp çenesini büzdü, ‘’Tabii ki istemiyorum ama bunu…’’ dedi gözlerime bakıp başını usulca sallarken.

‘’Ne işe yarı-‘’ dememe kalmadan yukarıdan gelen gürültüyle, ikimizin de bakışları merdivenlere kaydı. ‘’Asir…’’ dedim zihnimden beklentiyle, ileri atılırken. Heyecanım ve beklentim; zihnime hükmeden ve düşüncelerimin seslerini uzaktan duyan İblis’in kafasını iki yana sallamasıyla bir balon misali sönüverdi. ‘’Henüz değil, kızım.’’ dedi fısıldayarak.

Önce merdivenlerin başlarından bu tarafa doğru uzanan adım seslerinin gürültüsünü işittim, ardından o gürültü tokluğa bırakırken uzun boylu bir adam görüş alanıma girdi. Merdivenleri inmeyi bitirip karşıma kadar yürüdüğünde onu süzüyordum. Beti benzi atmış gibi soluktu, kıpkırmızı gözleri vardı ama Erkan kadar korkunç değillerdi. Bir elmas kadar parlaktılar.

Esmer teni, siyah saçlarıyla oldukça dinç gösterse de yaşını belli eden hafif kırışıklıkları vardı. Alnında, gözlerinin kenarlarında bir güneş gibi doğmuşlar, orada duruyorlardı. Suratı uzun, yanakları zayıflıktan dolayı içine hafifçe çökmüş; kirli sakalları tenine batıyordu. Üstünde önemli biri olduğunu bas bas bağıran işlemeli, siyah paltosu ve beyaz gömleği vardı. Elinde tuttuğu gümüş renkteki bastonu göstermelikti ve onu tutan elinin işaret parmağındaki yüzük, kızılın en parlak tonundaydı.

Nabzım hızlıca atmaya başladığında kendimi dizginlemeye çalışarak çenemi kaldırdım ve ona büyük bir küstahlıkla baktım. Bir zamanlar kafamın içinde İblis’in bana baktığı gibi. Bakışıma aldırış etmese de küstahlığıma sinirlendiği açıktı, fakat onu herkes gibi göstermedi. Tek elini arkaya atsa da diğeriyle hala bastonu yanında tutuyordu; bir komutan misali bana tepeden bakarken, ‘’Demek buradasın, sonunda.’’ dedi, kaba ve kalın sesiyle.

‘’Hak ettiğim yerde olduğumu düşünmüyorum.’’ dedim elimi iki yana açarak. Gözlerinin içine bakıp, ‘’Neden buradayım?’’ dedim bastıra bastıra. Yüzümü öyle dikkatlice inceliyordu ki bakışları altında ezildiğimi hissettim, istemsizce yere basarken güç aldığım bacağımı değiştirerek sol bacağıma ağırlık verdim.

Korkumun kokusunu buram buram alsa da bunu ifademe asla yaymayacak, ona istediğini vermeyecektim. Düşündüğüm şeyi dile getirerek, ‘’Lider.’’ dedi İblis fısıldayarak. Göğsümün tam ortasında beliren yumru gümleyerek hareket ederken, yumuşakça yutkunarak ifadesizce suratına bakmaya devam ettim.

Dikkatlice gözlerimin derinlerine bakıyor, beni baştan aşağı inceliyordu. Bakışları karşısında, önünde çıplak duruyormuşum gibi rahatsızca kıpırdanmadan edemedim. Fakat gözlerim bir kaya kadar sertti. ‘’Ne var?’’ dedim dişimin arasından. ‘’Beni buradan ne zaman çıkartacaksınız?’’

‘’Önce kendimi takdim edeyim,’’ dedi gülümserken. Gülümsemesi hiç sıcak değildi, hatta gizli bir alay seziyordum. ‘’Kabuhan Lideri, Alas.’’ Sanki son anda referans yapmaktan vazgeçmiş gibi başını eğip kaldırınca tamamen netleşti; benimle dalga geçiyordu. Hatta benimle değil, ruhumun bir kenarında ikizimmiş gibi davranılan diğer benliğimle.

Kızıl gözlerinin içine baka baka, ‘’Tanıştığıma memnun olmak isterdim…’’ dedim kinaye yapmadan duramayarak. ‘’Kaçırılıp buraya tıkılmasaydım.’’ İblis uyarırcasına, ‘’Toprak…’’ dedi mırıldanarak.

Tek omzunu silkti, umursamıyordu. ‘’Gerekmez.’’ dedi orta yaşlı sesiyle. ‘’Sen o’sun. Gerçekten dirilmişsin.’’ diye devam ettiğinde yarım ağız sırıttı. Dirilmiş olmama sevindiğinden gülmüyordu, kesinlikle. Gülüşü, korkunç psikopatların gülüşünden daha korkunç görünüyordu. Ağzı ağlarcasına bükülüyordu ama dudaklarının kenarları yukarı doğru kalkıyordu, gözleri ise kocaman açılıyor ve yüzünde gülmeye dair hiçbir sempati ibaresi bulunmuyordu. Kaslarını aldırmış kadar tepkisiz görünüyordu.

Bu kadar net ve doğrudan anlayacağını düşünmemiştim. Panik, vücuduma sinsi bir yılanın zehri gibi yayılırken İblis’e döndüm. ‘’Bu ani oldu.’’ dedi başını sallayarak. ‘’Yem at.’’ Zihnimin çarkları tek tek döndü, ‘’Öyleysem? Benden korkman gerekmiyor mu?’’ dediğimde burnundan domuz sesine benzer bir ses çıkarttı, yüzümü buruşturarak ona baktım.

Kaşlarını çatıp düzleştirirken, ‘’Gücün tamamen yerinde olsaydı, belki.’’ dedi alayla. Tek eli hala arkasında duruyor ve heybetli göğsünü belli ediyordu, beyaz gömleği daha da gerginleşerek karın kaslarını hafifçe meydana çıkarttı. Asker olduğunu belli edercesine disiplin gerektiren yapılı cüssesi vardı; fakat bir askere tezat düzensiz saçlara sahipti. Siyah saçlarının arasına aklar düşmüştü ve dağınık görünüyorlardı.

‘’Ne istiyorsunuz benden?’’ dedim sessizlik uzun sürünce. ‘’Beni buraya alay etmeye mi davet ettin o kadar? Belli ki konuşmak senin ilgi alanın değil.’’ Kızıl gözlerini üstüme dikerek dümdüz, tereyağdan kıl çekercesine tekdüzelikle, ‘’Lafı uzatmayacağım.’’ dedi, ‘’Gücün. Onu istiyorum.’’

‘’Bende güç yok. Sen de söyledin.’’ Öyle ani ve öyle rahat söylemiştim ki bu yalana kendim bile inanmıştım. Gözümü bile kırpmadan suratına bakarak söylediğim yalanın kokusunu aldı mı bilmiyordum ama baştan beri buna inanmadığı zaten belliydi.

Kirpiklerini kısarak bana baktı, ‘’Tamamen yok, doğru. Fakat diğer kısmı… Onu yarın akşam göreceğiz.’’ dedi, ‘’Beni sinirlendirmemeni tavsiye ederim. Uslu uslu dur.’’ dedikten sonra arkasına dönüp merdivenlere yönelecekti ki, ‘’O geldiğinde seni öldürecek.’’ dedim, ‘’Yarına bile çıkamayabilirsin.’’

İblis elini alnına götürüp sertçe yapıştırdı ve tereddütle adama döndü.

Adam merdivenlerin başında duraksayıp bana usulca dönerken bakışları odanın birkaç yerinde gezindi, ardından iki farklı renkte olan gözlerime tutundu. ‘’Aklımda bulundururum. İşleri aceleye getiririz. Yarın sabah, yani beş saat sonra yine geleceğim. Biriyle.’’ Ardından küfredercesine, sahte sakin maskesinin arkasında belli ettiği iğrenmeyle bana baktı, bakışlarında gizli bir küçümseme de vardı. ‘’Tacı düşmüş.’’

Merdivenlerden yukarı çıkarken İblis’in tepkisini geç anlamamamın verdiği hisle dudaklarımı birbirine bastırıp mahcupça ona döndüm. Dudaklarını büzüp öne doğru uzatıp kaşlarını havalandırdı, ardından dudaklarını birbirine bastırmadan önce şekilden şekle girerek, ‘’Bir dahakine bırak da ben konuşayım, sen tekrar et.’’ dedi sakin sakin, gizli bir kinayeyle.

Kafamı sallayıp başka yöne baktım. Duvar dibine yaklaşıp bacaklarımı kırarak eğildikten sonra kalçam betonla buluştu. Soğuk kalçamdan yukarı tırmanarak omurgamdan bir ürperti yaydı. Oralı olmadan çaresizce, elimden başka bir şey gelmeden bekledim.

Sabahı.

Ve o’nu.

Yüzü buruştu, ‘’Sessizlik iğrenç…’’ dedi kadehinden yudumlamadan önce. Ardından bunu gerçekten düşünmüş olmalı ki seslice düşündü, ‘’Savaş mı istiyorlar?’’ Bakışlarım odağını aniden bulamadı, birkaç kez kirpiklerimi kırpıştırdıktan sonra karanlık suratına baktım. ‘’Ne savaşı?’’

Tek omzunu silkti, ‘’Senin kıçı kırık gücünü ne yapsın? Tamamen gücün olmadığını bile bile neden istesin?’’ Bunları belirsiz sorunu netleştiren cevaplar gibi değil de kendi teorileriymiş, kendi düşünceleriymiş gibi söylüyordu. ‘’Bence seni bitirmek isteyen başından beri Asir değildi.’’ dedi, fısıldayarak. ‘’Halkındı.’’

Başka bir soru canlandı kafamın içinde, ani bir hırsla, ‘’Asir’i kızdırmak mı istiyorlar? Ya hedefleri baştan beri ben değilsem?’’ dediğimde göz göze geldik. Benim aksime kafasını yavaş yavaş salladı, ‘’Mantıklı bak…’’ dedi usulca, ‘’Asir’in geçen günkü konuşmasında zaafı ortaya çıktı. Hemen yetiştirmişlerdir. Seni kaçırarak onu kızdıracaklar, sonra başına bela açacaklar.’’ Kafasını tekrar salladı, ‘’Mantıklı.’’ dedi tekrar.

‘’Peki bunu neden istesinler? Savaş başlayacaksa ve gerçek düşman şu an ben değil de Asir’se, onların hiç şansı yok.’’ dediğimde, birbirimizi tamamlayan yapboz parçaları gibi konuşmaya devam ettik. Anında cevap geldi, ‘’Senin gücünü o yüzden alıyorlar ya, akıllım.’’ Kadehinden yudumlarken ve ben de duvar dibine çökmüş otururken; yarın sabah canımıza okunmayacakmış gibi ve her şey normalmişçesine rahat rahat konuşup duruyorduk.

Ne korku ne endişe, hiçbir şey hissetmiyordum şu an.

‘’Sence buradan kurtulabilir miyim?’’

İblis kafasını salladı, ‘’İhtimal var. Tabii Kraliçe gibi gölgeleri yönetebilseydin.’’ Tekrar kadehinden yudumlayıp kendince konuyu mühürledi fakat benim aklımın bir yanında, söyledikleri tıkır tıkır çalışıyordu. ‘’Gölgeler mi?’’ dedim fısıldayarak. ‘’Beni kovalayanlar?’’ Gerçi en son kovalayan değil, kullanılanlardı.

‘’Onlar, eski senin askerlerinmiş ya…’’ dedi tek omzunu silkerek, gözlerini yorgunlukla kırpıştırırken. Kadehinin içine bakıp duruyor, benimle öylesine muhabbet ediyordu. Zaman öldürmek için. ‘’Kraliçe onları nasıl yönetiyordu sence?’’ dediğimde elime göz ucumla baktım. Tar’la olan kafesimizdeki anılardan birinde, Aaron bana sımsıcak gülümsedikten hemen sonra canavarları görünce Kraliçe’nin etrafı karanlığa boğması gelmişti aklıma. Tek bir el hareketiyle.

Yapabilir miydim?

‘’Ben ne bileyim…’’ dedi İblis, ilk defa pes edercesine. ‘’Gücün bile tam olarak yerinde değil. Zor iş.’’ diye devam etti, beni iyice umutsuz karanlığına çekerken. Pes etmemi, umut etmememi, kısaca artık yorulduğunu söylemeye çalışıyordu. Fakat tezatlık bu ya, sanki İblis’le rollerimizi değiş tokuş yapmıştık. O pes ederken, benim umudum yeşeriyordu.

‘’Ya auraylaysa?’’ dediğimde kadehinin içine sapladığı bakışları bir süre orada sessizce durdu. Ardından kaşlarının altından bana usulca gözlerini çevirerek baktı, yandan ve göz ucuyla bakışına karşılık dudaklarımda sinsi bir tebessüm belirdi. Kaşlarının altından dümdüz ifadeyle baksa da gözleri iriydi; hem dudaklarıma, hem gözlerime kısaca yüzümün her zerresine sessizliğin koynunda baktıktan hemen sonra kaşları yukarı doğru yavaşça kalktı. ‘’Yok artık…’’ dedi fısıldayıp, ‘’Ne düşünüyorsun sen öyle?’’

‘’Auramı kontrol edebilir miyim, sence tam burada?’’

‘’Normal şartlarda yapamadığını; endişenin, baskının ve korkunun kucağına düşmüşken mi yapmayı düşünüyorsun?’’ Kafasını sağa yatırıp tekrar düzleştirdiğinde dumanları etrafa yayıldı; muzip bir tavrı vardı. Gözlerimin derinlerine odaklanırken, ‘’Kusura bak Toprak ama ihtimal dahi veremiyorum.’’ dedi fısıldayarak. Sanki sesli söylese tüm cesaretimi ezmekten korkuyordu.

‘’Belki benim auram çaresizliğimden besleniyordur? Olamaz mı?’’

Bacak bacak üstüne atarak, kolunu tahtın kenarına yasladı ve çenesini kaldırarak bana tepeden baktı. ‘’Dene o zaman.’’ dedi çenesinin ucuyla elimi işaret ederken. ‘’Ne kaybederiz?’’

Sırtımı soğuk duvara yaslamış, yerde otururken boş bakışlarımı elime yönlendirdim. Avcumu kaldırıp ters çevirdiğimde çizgilerimle bakışarak, bir yandan İblis’e döndüm. ‘’Yapamazsam?’’ dediğimde gülümseyerek tek omzunu silkti. ‘’Hiçbir şey değişmez, Toprak.’’ dedi, rahat rahat.

Rahatlığı gerginliğimin kolundan çekerek onu benden uzağa sürüklerken, bakışlarımı tekrar avcuma indirip fısıldadım. ‘’El’feria.’’ Hortum avcumun tam göbeğinden yukarı doğru yükseldi ve dönmeye başladı; ardından kuzgunun mat kanatları belirdi ve kısa bir çığlık duydum.

Kuzgun avcumun üstünde dönüp dururken başarı dolu gururlu gülümsemem İblis’le buluştu. Bana göz ucuyla bakıp çenesini kaldırdığında dudaklarına ufak bir tebessüm kondurmuştu. ‘’Başardım…’’ dedim fısıldayarak. Tek kaşını kaldırıp ciddileşirken, ‘’Henüz başındasın. Bunu zaten yapabiliyordun.’’ dediğinde gergince yutkunarak avcuma baktım.

Sesli düşünmeden önce gözlerimi kapatıp ana ve sessizliğe odaklandım. Kraliçe tek elini savurarak istediği her şeyi yapabiliyordu; hatta Tar’ın çocuklarını kontrol edebiliyor, istediği şekilde onları kullanabiliyordu. Eğer gölgeden askerlerim olursa, birisini Asir’e; diğerlerini kalenin içine gönderip ipleri elime alabilirdim.

İblis’imle zihnimin içinde bakıştığımda, ona benzeyen ama ondan tamamen farklı kuklalar düşündüm. Tar’ın çocuklarını. Elimdeki kuzgundan bir çığlık daha yükseldiğinde heyecanım artmaya, kalbim gümlemeye başladı. Zihnimin derinlerinde, kalbimin sınırlarında ve ruhumda keskin bir sızı hissediyordum. Kaşlarım odaklandığımdan dolayı çatılmıştı.

İblis dışarıya doğru baktı, tahtında kımıldanarak tam yerinden kalkıyordu ki yukarıdan bir gürültü duyduğumda odağım tamamen sıfırlandı ve kuzgun avcumun içine gömülüp kayboldu. Gözlerimi aniden araladığımda, tüm sınırlarımda dolaşan o sızının bittiğini hissettim. Bakışlarım gürültünün odağına kaydı. Merdivenlerden keskince inişler duyduğumda ve Lider’in sinirli suratını gördüğümde içimden küfürler etmeye başlamıştım.

İblis alt dudağını ısırıp bana göz ucuyla baktı. Lider yanıma zorlanmadan, sanki orada bir duvar yokmuş gibi aniden gelerek bana tekme attığında çığlık atarak yanımda duran duvara çarptım. Bedenim etten külçe gibi yere devrilirken İblis ayağa hışımla kalkıp, ‘’Koyduğumun veledi!’’ dedi bağırarak.

Çarpmanın etkisiyle dişlerim birbirine çarpıp sızladı ve ağzıma kan tadı geldi. Beynim allak bullak olurken nefes almaya çalıştım ama her alışımda, iğneler batıyordu ciğerime. ‘’Sana uslu durman gerektiğini söylemiştim.’’ dedi öfkeyle. ‘’Nesini anlamadın bunun, tacı düşmüş?’’

Elimi yere bastırarak sırtımı doğrultup duvara yaslanırken, damağıma yayılan metalik tatla beraber dilimin ucuna gelen kanı yere vahşice tükürerek, ‘’Seni öldürecek, biliyorsun değil mi?’’ dedim, gözlerimi öfkeden açarak. ‘’Seni doğduğuna pişman edecek.’’ dedim, gittikçe kabaran öfkemle.

‘’Seni umursasaydı şimdiye kadar gelirdi, biliyorsun değil mi?’’ dedi cevaben. ‘’Onun buraya gelişi, kaç dakika alırdı sence?’’

Yutkundum. Nedense kelimeleri, sırtıma yediğim onca darbe ve kaybettiğim o kadar kandan daha çok canımı yaktı. Kelimelerin uçlarını yakarak bir ok haline getirip kalbime bastırarak dağladı. Gözlerim sulanıp görüş alanım bulanıklaştığında suratı da hatları dışında bozulmaya başladı. Yine de gözyaşlarım akmadı, sadece dik dik bakmakla yetindim.

‘’O zaman seni ben öldürürüm.’’

Söylediğime aval aval dinledikten sonra bozukça güldü, bastonunu tutarak katıla katıla gülerken omuzları sarsıldı. Buraya doğru adımlarken sırtımı duvara iyice yapıştırarak, ona alttan oldukça kaba ve boyun eğmeyen biri gibi bakıyordum. İçimde taşan öfke ve çaresizlik, dilimin ucundaki kanla harmanlanıp yoğruluyordu.

Yukarı doğru kalkan dudağı, yavaş yavaş silinmeye ve dümdüz hale gelmeye başladığında ayağını kaldırıp karnıma tekme attı. Onun gücüyle nefesim tekrar kesildi, kesik kesik inleyen köpek gibi ağzım aralık nefes almaya çalışırken yerde iki büklüm olmuştum.

Tek kulağım soğuk zemindeki uğultuları dinliyordu, temiz botlarının uçlarına bakıyordum. Hala kendimi toplamış değildim, ciğerlerime batan iğneler gözlerimi sulandırıyordu. ‘’Tacı düşmüş birinin boş sözlerine ihtiyacım yok.’’ dedi tiksinir gibi. ‘’Dirilmiş olman hiçbir şey değiştirmez. Gücüne kavuşacak olman da. Çünkü hepsini bu sabah kaybedeceksin.’’ Hafifçe eğildi, elleri arkasında benden birkaç metre uzakta yüzüme bakarak sırıttı. ‘’Tekrar.’’ diye ekledi, küfredercesine.

Söylediklerini yarım yamalak duydum, kulaklarım uğulduyordu; ağzımdaki kan odaklanmama engel oluyordu. Yüzüm yanıyordu, nefessizlikten kıpkırmızı kesilmiştim. Oturup neredeyse ağlayacaktım acıdan ama ağlamadım; onun yerine söyledikleri çok komikmiş gibi kesik kesik inlemelerimin arasında kıkırdadım. Her gülüşüm de sesim hırıldadı ve karnıma ağrılar girmeye devam etti. ‘’Komik…’’ dedim fısıldayarak, hem acıdan hem de gülmemden dolayı.

Kafamı geriye yatırıp kahkaha atmaya başladığımda, akıl sağlığımı çoktan kaybettiğimden şüphelendiğine yemin etsem de hiçbir şey demeden geriye doğru birkaç adım atıp kafesin diğer tarafına geçti. O hiçbir şey hissetmiyordu ama ben o duvarı hissediyordum. Gücüm, kanım her şeyim tükenmişti; ayağa kalkacak dermanım bile yoktu.

Elimi zemine bastırarak sırtımı doğrulttum ve dudaklarımdan ufak çaplı bir nefes bıraktım. Başımı geriye yaslayıp ona hala tepeden bakarken merdivenlere yönelmesini ve hızlıca yukarı çıkmasını, arkasından gelen gürültüyü her şeyi sakin sakin oturup izledim. O duvarın gürültüsüyle beraber yine sessizliğe gömüldüm.

Yarın her şey bitecekti, öyle mi? Sırıttım. Hiçbir şeyim olmadan her şeyimi kaybetmem ne değiştirecekti ki?

Sonra Asir hakkında söylediği cümle beynimde dört döndüğünde, sırıtışım hüzünlü bir tebessüme dönüştü. Çenem titredi, dudaklarımın kenarları aşağı doğru sarktı ama burnumdan bir nefes çekip ağlamayı reddettim. Ciğerlerime batan nefesin keskin ucuyla yüzüm buruştu ve sertçe yutkundum. Görüş alanım bulanıklaştı, duvarda renkli çizgiler dans etmeye sonra duvar titremeye başladı.

‘’Toprak…’’ dedi İblis acır gibi. ‘’Tatarus kahretsin, kahretsin ki elimden bir şey gelmiyor.’’

Elimi kaldırıp sağa sola savuştururken, ‘’İyiyim…’’ dedim fısıldayarak. ‘’İyiyim, endişelenme.’’ Fakat onun endişeli bakışları altında karnımdaki acıya dayanamayıp karanlığa gömüldüm.

Uyandığımda hala bulunduğum soğuk zemindeydim. Bakışlarım etrafı kolaçan etti, İblis beni uyandırmadan beni seyrediyordu. Hiçbir şey değişmemişti ve kimse gelmemişti. Asir’in neden gelmediğini merak ediyordum. Ona bir şey mi olmuştu? Sanmıyordum ama neden gelmediğini merak ediyordum.

Yutkunarak İblis’e baktığımda, ‘’İyi misin?’’ dedi fısıldayarak. Kafamı salladım, ağrım yoktu veya kendimi güçsüz hissetmiyordum. Yine de halsizliğim her halimden belli oluyordu; bir şey yapmadan yorgun hissediyordum. ‘’Asir sence neden gelmedi?’’ dedim boş boş merdivenlerin bitişini izlerken.

Kaşlarını çatsa da afalladığındandı, ağzını defalarca aralayıp kapattı ve en sonunda, ‘’Bilmiyorum kızım.’’ dedi dürüstçe, mırıldanarak. ‘’Ama şunu biliyorum ki, birazdan Lider damlayacak.’’

Nitekim öyle de oldu, sanki İblis’i duymuş gibi yukarıdan duvarın gürültüsünü duyduk. Merdivenlerden inen Alas’ı gördüm, bastonuyla iniş yapıyorken sakin görünüyordu. Ona ters ters, olabildiğince onu öldürmemi hedefliyormuşum da bunu bilmesini istiyormuşum gibi baktım. Peşinden gelen kişiyi gördüğümde yüzümdeki öfke yerini şaşkınlığa bıraktı; yavaşça gözlerim fal taşı gibi aralandı.

Alberto.

İkisi yan yana durdu ve Alberto’nun yüzündeki sinsi, bir o kadar sakin tebessümü aynı ifadeyle izledim. İblis’le bakıştığımızda, aslında sonumuzun gerçekten geldiğine artık emindik.

 

Tekrar merhaba!

Bölümü nasıl buldun? Unuttuysan tekrar hatırlatayım, lütfen yıldıza basar mısın?

Umarım beğenmişsindir, arayı uzattığımın farkındayım ama gerçekten elimde olmuyor. Elimden geldiğince uzun bölümlerle gelmeye çalışıyorum telafi amaçlı. Umarım seni sıkmıyorumdur.

Buraya kadar okuduğun için teşekkür ederim. Sevgilerle.

Kendine iyi bak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%