@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Görüşmeyeli nasılsın? Yoğun bir süreçten geçiyorum; üniversitemin ayarladığı bir hastane stajım var ve o süreçle ilgilenmek zorunda kaldım. Hala stajım devam etmekte, biraz bu aralar yoğunum. Soluklanmak için buradayım. Umarım sen de soluklanırsın ve beni, karakterlerimi özlemişsindir. Başlamadan önce oy vermeyi unutma; yorumlarını dört gözle bekliyorum. Bölüm şarkısı: Nour – Premier Amour Cloves – Don’t forget about me Keyifli okumalar 19. BÖLÜM: SESSİZ GECE VE PARLAYAN YILDIZLAR
Geçmişin paslı yansımasında, yetimhanenin duvarları arasında durmuş olan küçük Evin’in o küçük elleriyle yakamı bırakmayışını, ruhumu sarsışını zaman zaman hissediyordum. O Evin, kendi kendine yetişip büyümüştü ama duyguları, hala ruhumun bir kenarında, askıya asılmış ve unutulmuş ceket misali asılı kalmıştı. Korkuyor hissediyordum ama aslında korkan ben değil, küçük benliğimdi. Daha çok şaşırmış hissediyordum ve bu duygunun bana ait olduğunu Alberto konuşana kadar idrak edemedim. ‘’Tacı Düşmüş, bir zamanlar Asir’in olduğu yere benzeyen bir yerde bulunmak nasıl bir duygu?’’ Yutkundum, sırtım soğuk duvara yapışmış ve soğuk ciğerlerime çoktan işlemişti. Alberto gözlerini benden ayırmadan, siyah kayışlı saatini diğer eliyle düzelterek beni baştan aşağı süzdü. ‘’Bizi yalnız bırak.’’ dedi, yanındaki Alas’a. Alas, ‘’Bana bir yanlışın olursa…’’ dediğinde Alberto’nun soğuk, donuk bakışları öyle bir ağırlıkla ona döndü ki Alas boğazını yalandan temizleyip susmak zorunda kaldı. ‘’Dışarıdayım.’’ Sonra bastonunu yere vura vura merdivenlerden yukarı çıkarken Alberto’nun gözlerini erkeksi şekilde devirdiğini gördüm. Bu sefer tamamen benimle ilgileniyordu. ‘’Tacı Düşmüş,’’ dedi tekrar, soğuk sesiyle. ‘’Sen bana istediğim bilgiyi ver, ben de seni özgür bırakayım. Nasıl fikir?’’ ‘’Kaç gün oldu?’’ dediğimde, ‘’Bir buçuk gün.’’ dedi tereddütsüz. Yumuşakça yutkundum, bir buçuk gün olmuştu ve Asir buraya gelmemişti öyle mi? Akıllı olduğunu, plan yapmadan buraya gelmeyeceğini biliyordum ama Asir’di konu. Kafasında binlerce tilki gezdiğini ve o tilkilerin kuyruklarının asla birbirlerine sürtmediğini bilecek kadar onu iyi tanıyordum. Neden gelmemişti? Burada olduğumu çoktan anlamıştır, Alas adamlarını çoktan onun evine yollamıştı. Unutuldum mu? ‘’Evet…’’ dedi Alberto, ‘’Neden onun gelmediğini merak ediyorsun değil mi?’’ Boşluğa bakarcasına yüzüne baktığımda, mimiksiz bir ifadeyle bana yaklaştı ama tam sınırda durdu. ‘’Asir’in gerçekten seni umursadığını mı düşünüyordun? İçinde o canavar yatıyorken?’’ dedi, soğuk bir şekilde gülümseyerek. ‘’O Melez kimseyi sevmez, Tacı Düşmüş. Tıpkı bir zamanlar aşkından öldüğünü söyleyip o kadını öldürdüğü gibi.’’ Beynime dalga dalga yayılan şok, soğuk duş almışım etkisi yaratırken oturduğum yerde dikleşip Alberto’nun gözlerinin içine baktım. Yalan söylüyor gibi değillerdi. İblis, ‘’İnanma.’’ dedi kaşlarını çatarak. ‘’Saçma sapan blöf.’’ Ona inanmak isterdim ama Alberto neden bana yalan söylesindi ki? ‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim defalarca yutkunduktan hemen sonra. ‘’Nasıl yani?’’ ‘’Sana anlatmadı mı?’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak, şaşkınlığı sahte miydi yoksa gerçek miydi emin değildim ama tek kenarı düşmüş gömleğinin yakasını eliyle düzeltirken kafasını yana doğru yatırıp tekrar dikleştirdi. ‘’Tam Asir’lik hareket ha…’’ dedi soğukça kıkırdarken. ‘’Seni sevdiğini de söylemiştir, değil mi?’’ Gözlerimi şüpheyle kıstım, ‘’Ne saçmalıyorsun?’’ dedim tekrar. Tek kaşını kaldırdı, dudaklarında hain bir gülümseme var gibiydi. ‘’Diyorum ki, belki tek gerçek aşkı Te’raelyn denen o kadındı ama onu bile gözlerinin önünde öldürdüklerinde hiçbir şey yapmadı. Yapmadı diyorum çünkü yapabilirdi ama o yapmamayı tercih etti. Anlıyor musun?’’ dedi ve yere eğilmeden önce bacaklarını saran pantolonunu hızlıca yukarı doğru çekti ve yere çömeldi. Gözlerimle hareketlerini takip ederek, benimle aynı hizaya gelene kadar onu inceledim. O da benden bakışlarını çekmedi, dudaklarında soğuk bir kıvrım vardı. ‘’Tacı Düşmüş, sana böyle seslendiğime bakma. Te’raelyn içinde bir yerlerde yaşıyor olsa bile sen de ben de bunu biliyoruz ki, o aslında ölüden ibaret. Sen belki onun bir yansımasısın ama o değilsin. Asir, o kadına aşıktı; sana değil. Yansıma olduğun için, Asir seni onun bedeninde gördüğü için afallamış olabilir diyorum. Gözlerinin önünden çekildiğinde de,’’ dedi ve ellerini avuçlarını bana gösterecek şekilde düz tutarak ikiye ayırırken, ‘’Puf,’’ dedi, ‘’Gözünün önündeki perde kalktı.’’ ‘’Ve?’’ dedim olabildiğince sesimi umursamaz çıkartmaya çalışarak. Düşündüklerimin aksine bunu başarmıştım da. Gözlerini kısıp kafasını yana doğru eğerken, ‘’Aptal mısın yoksa rol mü yapıyorsun?’’ dedi aniden. ‘’Te’raelyn öldüğünde bile kılını kıpırdatmayan o adam, sen buraya düştün diye Kabuhan’ı yakıp yıkacak kadar gözünü kör eder mi?’’ Kalbimin altında kaynayan bir kazan vardı ve o kazanın içinde tüm duygularımı kaynatıyordum; tüm duygularım cayır cayır yanıyordu ve geriye kalan sadece hayal kırıklığı oluyordu. Onun karşısında gözlerimi dolduramazdım ve çenemi dik tutmak zorundaydım. Yine de buna ne gücüm ne de yapabilecek takatim vardı. İblis, ‘’Evet.’’ dedi tereddütsüz. ‘’Onda gördüğüm tek şey, sana karşı olan dürüstlüğü Toprak. Bunu sana ilk defa söylüyorum ama onun sana ihanet edeceğini düşünmüyorum. O zamanlarda…’’ dediğinde Alberto ondan habersiz, onun sözünü kestiğinde İblis de susup onu dinlemek zorunda kaldı. ‘’Bak, burada dürüst olalım. Ölmek istemezsin değil mi? Ya da acı çekmek?’’ dediğinde kafamı otomatikman salladım. O da onaylarcasına sallarken gözlerinin içi sanki benimle alay edercesine parlıyordu. ‘’Aynen öyle. Bana geldiğin yer hakkında bilgi ver, ben de seni özgür bırakayım. Ne dersin?’’ ‘’Geldiğim yer mi?’’ dedim bugün kaçıncı defa şaşırdığımı bilmeyerek. Afallayışıma bir süre aldırmadan, mimiksiz bir suratla ifademi inceledi. ‘’Geldiğin yer. Orası. Adına ne diyorsan. Oradan buraya nasıl geldin? Gücünle mi alakalı?’’ ‘’Ne söylediğin hakkında en ufak fikrim yok.’’ dediğimde Alberto tüm soğukkanlığıyla kafasını yana doğru çevirdi ve düşünüyormuş gibi yaptı. ‘’Çok garip.’’ dedi, benim duyabileceğim bir sesle mırıldanarak. ‘’Bu bilgiyi güvenilir bir kaynaktan aldım oysaki.’’ dedi bana doğru dönerek, ‘’Bunun olması mümkün değil.’’ ‘’Bu saçmalığı kim söyledi sana, bilmiyoru-‘’ dedim ama anında bıçak gibi lafımı kesen, damarlarımı buzdan farksız eden onun ismini duydum. ‘’Asir.’’ Dudaklarının hareketi arka planda oynarken, beynimde çalan koskocaman uğultuyla ve kalbime çöreklenen ihanetin adım sesleriyle kalakaldım. Gerçekten de, ondan başkası benim geldiğim yeri biliyor muydu ki? İblis’e kırık bir şekilde baktığımda, onun bile sarsıldığını ve elinde tuttuğu kadehin görünmeyecek kadar hafif şekilde titrediğine şahit oldum. Kömür karası harelerini Alberto’dan ayırmıyordu. Ondan aldığım bakışlarım tekrar Alberto’ya döndüğünde, ‘’Bu blöflere veya boş manipülasyonlara karnım tok,’’ dedim kuru bir sesle. ‘’Alberto, seni ilk defa o gün gördüm. Asir’le bağlantınız ne bilmiyorum ama Asir’in böyle bir şeyi söyleme ihtimali yok çünkü geldiğim yer, öyle düşündüğün gibi bir yer değil ve Asir de zaten senin bildiğin şeyi bilmiyor.’’ O kadar ustaca yalan söylüyordum ki, gözlerinin içine baka baka, ben bile kendime şaşırdım. Hatta bu potansiyelimle İblis’in şaşkınlığına bir yenisini daha ekledim. ‘’Beni ne sanıyorsun?’’ dedi, Alberto dayanamayarak. Sırtım duvara dayalı, köşeye sıkışmışken bile artık ona sertçe bakmaktan geri durmuyordum. Aniden içimde hayal kırıklarından parlayan öfkem, damarlarımı yırta yırta dolanıyordu içimde. ‘’Asir hakkında durduk yere yalan söyleyecek kadar, seni bu kadar önemseyip hayatımı tehlikeye atacak kadar toy ve aptal mı görünüyorum?’’ Omzumu silkerken aynı zamanda kaşlarımı kaldırıp indirdim. ‘’Buradan öyle görünüyorsun; aksi takdirde burada bu şartlar altında durmazdım, değil mi?’’ dedim soğuk bir sesle. Gözlerim alayla kısılmış, dudağımın kenarı soğukça yukarı doğru kıvrılmıştı. Alberto söylediğim laf üzerine bir süre yüzümü inceledi, ardından kafasını iki yana sakin sakin salladı. ‘’Beni tanımıyorsun, o yüzden bu cüretkarlığını es geçeceğim. Bana geldiğin yerden bahset, seni özgür bırakayım.’’ Tekrar, ‘’Ne saçmalıyorsun anlamıyorum.’’ dediğimde ses tonum o kadar inandırıcıydı ki ben bile hafızamın en ücra köşelerinden bile Dünya’nın silindiğine inandım. Vahşi gözlerini kıstı ve artık sakinliğini kaybettiği bir hisle, dişlerinin arasından bastırarak konuştu, ‘’Tacı Düşmüş, bana yalan söylemen senin aleyhine olur. Özellikle bu şartlar altında.’’ ‘’Alberto, ben seni tanımıyor olabilirim ama sen de beni tanımıyorsun.’’ Kafamı olabildiğince geriye bastırarak, çenemi dikleştirdiğimde ona tepeden bakıyor gibi bir görüntü oluşturmuştum. ‘’Asir gelmiyorsa ve sessizse, benim için değil; kendiniz için endişelenin. Ben biliyorum ki, o geldiğinde senin yerinde yeller esecek.’’ dedim yarım ağız sırıtarak, aslında gülüşüm acı dolu bir maskeden ibaretti. Gözlerimin yandığını hissediyordum ve sırf dolmasınlar diye gülüyordum. ‘’Hoş, esmese de ve o gelmese de, kendimi koruyabilirim. Kaplanın kafese kapatılmış olması, kaplanlığından ödün verdirmez.’’ İblis kafasını sertçe sallayarak, keskin bakışlarını ona dikerken benimle de içten içe gurur duyuyordu. Alberto gülerek kafasını aşağı eğerken, tüm saçları önünde sallanmış ve suratını gizlemişti. Beni kaile almaması da alması da işime gelirdi; kaile almazsa yapacaklarım eğer beni bile şaşırtırsa, ondan kurtulma ihtimalim vardı çünkü benden bu atağı beklemezdi. Kaile almış olması da pek tabii işime gelirdi. Kafasını hafifçe kaldırarak, bana kaşlarının altından alayla gülerek baktığında tek kaşımı kaldırdım. ‘’Ne gülüyorsun?’’ dedim yarım ağız sırıtmaya devam ederken, ‘’Ben buradayım, sen hala o sınırda duruyorsun. Benden korkmuyorsan buyur, yanıma gel.’’ dediğimde bozukça gülse de gözlerine ekilen şüphe tohumlarını gördüm. Bu da bana şunu kanıtlardı; gücümün yerine gelip gelmediğinden emin değildi. Adam boğazından vahşice hırladı ve ayağa kalktı, keskin buzdan farksız bakışlarını üstüme dikerken, ‘’Madem konuşmayacaksın, o zaman sana yaptıklarımdan ben sorumlu olmam Tacı Düşmüş.’’ dedi keskince bana bakarak. Hala yanıma gelmiyordu ama gülümseyerek onu baştan aşağı süzerken, kalbimin bir köşesinde başlayan yangın ortalığa saçılmıştı çoktan. Gitsin istiyordum, gitsin ve beni rahat bıraksın ki yaşanılanlara ve yaşanılacak olanlara hüngür hüngür ağlayabileyim. Küstah bakışlarıma iyice sinirlenmişti, adımını atacaktı ki aniden yukarıdan gelen gürültülü duvar sesiyle duraksadı. Kendini bir anlık kaybedişinden dolayı afalladığını sezdim, kirpiklerini kırpıştırarak bana bir süre bakıp odaklandı. Sonra Alas, bastonuyla merdivenlerden inerken, ‘’Kendine hakim olmayı öğren Alberto.’’ dedi; bunun onu söylemesi çok tezatlık içermesine rağmen. Gülümsedim. ‘’Sen mi diyorsun bunu?’’ Bana yanıt vermedi ve merdiven dibinde durarak Alberto’nun sırtına baktı; Alberto hala bana dönük, yerde oturmakta olan beni seyrediyordu. ‘’Yarın sabah buraya geldiğimizde böyle konuşamayacak zaten, bunu biliyorsun.’’ Yutkundum ama sesimi çıkartmadım; yüzümde tüm bu olanlardan hoşnut duyuyormuşum gibi saçma sapan bir tebessümle Alberto’ya bakarak kaşlarımı alayla kaldırdım. ‘’Görüşürüz.’’ dedim kendimden emin bir sesle. İblis göz ucuyla bana bakarken sesini çıkartmadı, atmosferi bozmak istemediği belliydi. Bendeki tutumu da beğenmiş olmalıydı ki sırtını geriye yaslayarak, tıpkı benim yaptığım gibi ona tepeden bakarak gülümsedi. ‘’Ölümse ölüm, biz çoktan buna alışığız.’’ dedi İblis mekanik sesiyle. ‘’Gideceğimiz yer aynı yer olacak; sonunda bir olacaksak ben ölüme de varım Toprak.’’ Alberto derin bir nefes bıraktı ve ilgisiz bir suratla arkasına dönerek ilerlemeye başladı. Alas’ı es geçerek onun önünden merdivenleri tırmanmaya başlarken Alas’ın keskin bakışlarını merdiven dibinde bana bakarken buldum. Hala sırıtıyordum, maske olmaktan çıkmış bu surat ifadem artık tenime kazınmış gibiydi. Bendeki tuhaf değişime anlamsız gözlerle bakarak, bir anlam veremeyince pes edip o da merdivenleri tırmanmaya başladı. O sırada içimde biriken yangının ormanı sarması gibi yüreğimi dağlaması; duvarın kapanmasıyla aniden tamamlandı. Ağlamaktan nefret ediyordum; kendimi sıktığımdan dolayı boğazımda oluşan yumru sanki hastalığımın başlangıcını haber verecek gibiydi. Burnum çoktan tıkanmıştı ve ağlamayı uzun zamandır bırakan ben, gerçekten ağlamanın ne demek olduğunu hatırlamayan ben, hiç zorlanmadan başımı eğer eğmez ağlamaya başladım. Saçlarım önüme düşerek suratımı kapattı; tüm ağrılarımı unuttum ve kendi kendime, deli gibi hıçkırarak ağlamaya başladım. Bu soğuk duvarlarda yankılanan hıçkırıklarımın sesleri, kulaklarımda yankılanıyordu. Göğsüm titreye titreye, iç çeke çeke ağlamaya devam ederken suratım hislerimin yansıması olarak yanmaya başlamıştı. Bu soğuk duvarların arasında sıcaktan bunaldığımı hissederek kafamı kaldırdım ve tekrar geriye yaslandım. Tek bacağımı kendime çekerek el bileğimi, bacağımın üstüne gelişigüzel koyarak ağlamaya devam ettim. Boş tavan, görüşümün bulanıklaşmasıyla puslanmıştı. ‘’Yeter be.’’ dedi İblis, mırıldanarak. ‘’Ne ağladın kızım?’’ O gün bizim eve geldiğinde beni gördüğü andan itibaren İblis’in de, Erkan’ın da neden huzursuz olduğunu şimdi anlıyordum. Erkan o gün ona göründüğüm için bana çok kızmıştı. Tüm çabasına rağmen Alberto’nun ağına takıldığım için kendime kızıyordum. O gün o mutfakta kalmalıydım. Kırık, çatallı sesimle ‘’İstemiyorum.’’ dedim çenem titrerken. Çaresizliğimden doğmuş, aklıma aniden düşen kişi Asir’di. Yanan gözlerimi doluca kaldırarak İblis’e baktım, ‘’Ondan gelen bir ihaneti kaldıramam, biliyorsun değil mi?’’ Sesim bin parçaya bölünmüş gibi kırık çıkmıştı. Kalbim kırılmıştı çünkü hem tehlikede olurken birini beklemenin çaresizliğinden hem de onun gelmemiş olmasından. Alberto’nun söyledikleri ya doğruysa? Bu düşünce, gelmemesinden daha korkunçtu ve daha yaralayıcıydı. İblis yutkundu, ‘’Farkındayım.’’ Boğazını temizleyerek kaşlarını kaldırıp indirirken, bir süre başka bir yere odaklanıp ağzını araladı ama sonra tekrar kapattı. Ardından kendini toplayarak kadehinden yudum aldıktan sonra, ‘’Ben de.’’ dedi kısık bir sesle. Öyle kısık söylemişti ki zihnimde olmasa onu duyamazdım. Gözyaşlarım gözlerimde donmuş gibi şaşkınca ona baktım. Bana göz ucuyla bakıp tek omzunu silkti. ‘’İhanet etmez o,’’ dedi ani gelen bir özgüvenle. ‘’Yolda kalmıştır, bir şeyler düşünüyordur. Bir planı vardır.’’ dedi. Yüzünü buruşturarak, ‘’Hiç doğrulamasam da sizin aranızda bir şeyler var ve seni burada bırakacağını düşünmüyorum.’’ ‘’Alberto’ya ondan başka kim söyleyebilir Dünya’yı?’’ dedim içimden. ‘’Bize gerçekten ihanet ettiyse?’’ ‘’Toprak, Alberto konuşurken ben de az daha inanacaktım,’’ dedi İblis gülerek, ‘’Lan, adam o kadar ikna edercesine konuştu ki sanki aklımdaki tüm yolların önünü tek tek kapattı. Çok saçma, bir insan parçası, bir böcek…’’ dedi yüzünü buruşturarak, ‘’Beni bu denli etkileyebildi?’’ Gözlerimi devirdim, ‘’Ne olmuş?’’ ‘’Diyorum ki,’’ dedi alayla parlayan gözlerle. ‘’Asir’in sana olan duyguları konusunda Asir bile tam olarak emin değilken Alberto’nun bu kadar iyi bir şekilde analiz etmesi tuhaf; ikincisi, Dünya’dan tek haberdar olanın Asir olduğunu da sanmıyorum.’’ dediğinde, başka kimin olabileceğini düşünmeye başlarken yanaklarımda kuruyan gözyaşlarımı elimin tersiyle sildim. Boşluğa daldığım vakit İblis bozuk mekanik sesiyle güldü, ‘’Beynin ağlamandan dolayı vıcıklaşmış olabilir, o yüzden sayayım kızım. İki seçenek var; bir Mephisto, iki Tilki Mehir.’’ ‘’Mehir mi?’’ dedim afallayarak. Ardından evimizde kaldığı süreç boyunca dünyadan bahsedip bahsetmediğimizi düşünmeye başladım. Kafasını bir kez indirip kaldırırken, ‘’Mehir,’’ dedi onaylayarak. ‘’Bir tilkiye güvenilmeyeceğini, ondan arkadaş olunmayacağını hem Asir hem de ben söyledik. Fakat yufka yürekli,’’ dedi ve iğrenç bir şey söylemiş gibi bana baktı, ‘’Sen, ona evini uzun zaman boyunca açtın. Asir’le olan konuşmalarında evde olmadığı vakitler bile seni duyup duymadığından emin değiliz, olamayız da.’’ ‘’Peki, Mehir bunu neden bana yapsın ki?’’ dedim tek omzumu silkerek. ‘’Bilmem.’’ dedi o da, düşünürken her zamanki yaptığı gibi kadehini oval şekilde dans ettirerek. Sonra yudumlamak için dudaklarına götürürken, yudumlamadan hemen önce, ‘’Bir çıkarı vardır.’’ dedi. ‘’Alberto, savaş alanında ben ölürken onun bir şey yapmadığından nasıl emindi?’’ dediğimde İblis bir süre düşündü ve kaşlarını kaldırarak, ‘’Güzel nokta.’’ dedi. ‘’Orada olması gerekiyor değil mi? Savaşın ne kadar büyük olduğunu bilmiyoruz gerçi, neden öldüğünü de. Neden savaştığımızı da. Ama güzel noktaya parmak bastın. Alberto, o zamanlar düşman da olabilir; düşmansa seni öldüren o da olabilir.’’ dedi bağlantıları hızlıca kurarak. İblis düşünmeye başlarken sonu gelmezdi, gelene kadar o kadar hızlı bağlantılar kurup konuşurdu ki hızına yetişemezdim. Alberto beni öldürmüş olabilirdi. Zihnimin panosuna astığım bir not da bu olmuştu. ‘’Öldürmek demişken… Alberto’nun bakışlarını gördün mü?’’ dedim donukça, karşı taraftaki merdivenin boş duvarına bakarken. ‘’Vahşiydi. Kana susamış. Belki de beni burada öldürecek.’’ ‘’Neden öldürsün? Bence blöftü.’’ ‘’Bilmem. Belki gücüm yüzünden?’’ dedim tek omzumu silkerek. ‘’Hiçbir şeyim yoktu, gücümü bile kullanamıyorum. Gücümü alsa ne almasa ne.’’ dedim boşvermişlikle. ‘’Seninle ölüme bile giderim Toprak ama…’’ dediğinde burukça gülümseyerek ona bakışım irkilmesine, sonra kaşlarını çatmasına neden oldu. ‘’Ama?’’ ‘’Ama…’’ dedi bastırarak, bakışlarını değiştirmezken. ‘’Gencecik yaşında ölmene izin vermeyeceğim. Bunu istemiyorum. Senin daha görecek günlerin var.’’ Sanki az önce ağlayan ben değilmişim gibi, bu sefer kıkır kıkır güldüm. Soğuk, taştan duvarlarda bu sefer kıkırdamaların yankısı sekti birbirine. Fakat İblis’in söylediklerine bir şey söylemedim. ‘’Buradan kurtulmanın bir yolunu bulmam lazım.’’ dedim, cümlenin içindeki umudu ezen sesimdeki ilgisizlikti. ‘’Alberto’nun yanıma gelmemesinin bir sebebi olmalı. O kadar güçlü olan biri, benden çekinecek değil.’’ dediğimde İblis, onun oturduğu yere bakıyordu. Sonra bakışlarımız kesişti ve dudaklarımızda aynı anda şaşkınlıktan doğan bir tebessüm oluştu. ‘’Çünkü ikinci kişi yanıma geldiğinde duvar bir anlığına kalkıyor.’’ İblis kafasını salladı. ‘’Önemli olan, merdivenlerden yukarı nasıl çıkıp kurtulacağımız.’’ ‘’Onu da fark ettim ki, duvarın kapanma saniyesi; açıldığı andakiyle aynı değil.’’ dediğimde İblis, ‘’Bu demek oluyor ki, kapandığı anda, açıldığı zamanki şifreyi girmeleri gerekmiyor.’’ Kafamı onaylarcasına salladım. ‘’Ama yine de güç faktörü var.’’ dediğimde iç çekti. ‘’Keşke auranı kontrol edebilsen.’’ ‘’Belki duvarı kapatmaz?’’ ‘’Belkilerle yaşamıyoruz.’’ dedi İblis, net bir sesle. ‘’Belkiler, seni öldüren tek şey bu dünyada.’’ ‘’Başka çaremiz yok.’’ Kömür karası gözlerini üstüme dikerek, ‘’O zaman düşünelim,’’ dedi keskince. Anın heyecanı yüzünden dumanları etrafa saçılıyordu. ‘’Belki, Alberto’ya güvendiği için duvarı kapatmayacak o zaman oraya kadar ulaştığımızda sorun yok; fakat eğer kapatırsa, oraya ulaştığında bu sefer çıkamadığın için ölürsün. Ne yapacaksın?’’ Bir süre sessiz kaldık. Sessizliğin arasında, ‘’Aslında bir kıpırdanmalar görmüştüm.’’ dedi, sakince. Anlamayarak ona döndüğümde bile aklımın arka planında planım dönüp dolaşıp ayrıntıları ekliyordu. ‘’Hani az önce kullandın ya auranı. Alas’la o gelmeden önce bir şeyler görür gibi oldum.’’ Umutla, ‘’Cidden mi?’’ dediğimde kendime şaşırmıştım, yapabildiğim şeye değil, umut edişime. Kendimden bir şeyler mi bekliyordum içten içe? Kafasını geçiştirerek sallarken dumanları etrafa saçıldı; gözlerini de usulca yumup aralamıştı. ‘’Yani, görür gibi oldum.’’ dedi bastırarak. ‘’Başardın demiyorum. Zaten o an hemen damladı şerefsiz.’’ Umudumun yeniden tükenmeye yüz tutmuş halde, ‘’Saatlerimiz kaldı…’’ Neden bir şey hissetmiyordum? Ölecek olan bendim, bu işin sonunda ya gücüm ya da kendim mahvolacaktım. Gözlerim boş boş etrafı süzdü, omuzlarıma binen yük ve Asir, her şey göğsümde kocaman bir ağırlık yaptı ve boğazımda oluşan yumru nefes almamı zorlaştırdı. Yanan ve kızarmış gözlerim, bir yerden sonra görüş alanımı bulanıklaştırdı. ‘’Ağlama.’’ dedi İblis boğuk sesiyle. Mekanik ve tırmalayıcı olan sesi, zihnimin duvarlarında sürttü. ‘’Ağlamıyorum.’’ dedim burnumu çekerek; gerçekten de ağlamıyordum. Ağlamanın bir şeyleri değiştirmediğini çok uzun zaman önce de, az önce de fark etmiştim. Saatlerdir soğuğun içime işlemesine aldırmadan buz gibi zeminin üstünde oturuyor, boş boş merdiven dibine bakıyordum. Kaç saat geçtiğini bilmiyordum; umudumun kaç kez tükendiğini de bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onun gelmeyişiydi ve benim umudumun bir kırmızı iplikle onun ayaklarına bağlı olmasıydı. O gelmedikçe umudum tükeniyordu. İdam mahkumlarının yaşadığı şeyi artık biliyordum; küçücük bir hücreye kapatılıp ölüm anını beklemek kadar korkunç bir şey varsa o da, artık hiçbir şey hissetmemekti. Ölmekten korkmuyordum, sanki hayatımda her şeyi yaşamış ve bitirmiş birinin hissettiği boşlukta dakikaları sayıyordum; o dakikalar benim boynuma sarılıyor ve beni giderek boğuyordu. Zaman celladımın elinde tuttuğu silahtı. Kalçam artık uyuşma eşiğine geldiğinde elimi soğuk betona bastırarak destek aldım ve ayağa kalktım. Bacaklarımın içinde binlerce karınca yürüyor gibi oldu, uyuşma süresi ben hareket ettikçe arttı ama yine de hareketlerime engel olmadı. Arada sırada yüzümü buruşturuyor ve ayaklarımı bileğimi oynatarak sağa sola hareket ettiriyordum. Ayakkabılarımın sesleri duvarlarda yankılanırken bir o yana, bir bu yana yürümeye devam ettim. Bazen görünmez duvara yaklaşıp varlığını kontrol ettim ama oradaydı. Avcumun yakınlığını hissederek cızırdıyor, kendini belli belirsiz gösteriyordu. Merdivenlerden gelen büyük gürültüyle içimde dolup taşan heyecanı ve öfkeyi bir arada tutmaya çalıştım. ‘’Başka çarem yok.’’ dedim içimden. ‘’Ya savaşarak öleceğiz ya da savaşarak öleceğiz.’’ Benim kararlığımı gören İblis’in de bakışları değişti ve keskince merdivenlere bakmaya başladı. Sırtımı duvara yaslayacak şekilde geri geri gittim ve iyice sırtımı duvara yapıştırarak merdivenlerden inen adamların bacaklarını gördüm. Kalbim ağzımda atıyor, nabzım derimi yırtacakmış gibi hızlanıyordu. Kulaklarım uğulduyor ve midem kasılıyordu. Heyecan strese dönüşüyordu; öfke ise artık yavaş yavaş korkunun ellerine bırakıyordu kendini. Alas bastonuyla önden, Alberto arkasından; onun arkasında da ufak tefek, kara bir cübbe giymiş ve şapkasını yüzünün bir kısmını örtecek şekilde kapatmış biri iniyordu. Yutkundum ve keskin tutmaya çalıştığım bakışlarımı üstlerine diktim. Göğsümü bir titreme sardı, korkunun pençeleri kalbime batarak ortalığa sıcaklık yayarken; bacaklarım titrese de ve o titreme ellerimi sarsa da onları yumruk yaparak tırnaklarımı avcuma batırdım. Korkarsam dövüşemezdim, korkarsam yaşasam bile onun tutsağı olurdum. Korkunun tutsağı olacağıma beni burada öldürseler iyiydi. Asla kolayca boyun eğmeyecek, ölmemek için çabalayacaktım. Tabii, gücüm yettiği kadar. Yabancı adamın yüzünü görmüyordum, şapkasının altına gizlemişti; sadece çenesinin keskin ucu görünüyordu. Ufak tefek bir şeydi, Alberto’nun yanında cılız kalan bedeni, üflesem uçacak gibiydi. Karşımda birkaç metre ötemde dikilirlerken, ‘’Nihayet…’’ dedi Alberto, yüzünde tuhaf bir tebessümle. ‘’Zaman geldi.’’ Konuşmamak için dilimi ısırdım, korkudan mı yoksa öfkeden mi bilinmez o kadar sert ısırmıştım ki dilimdeki acının yerini kısa sürede damağıma yayılan metalik tat aldı. ‘’Bana yaklaşamazsınız bile.’’ dedim çenemi dikleştirerek. Yaptığım en tehlikeli blöflerden biri, Asir’e meydan okumaktı. Diğeri ise şimdiki söylediğimdi. Alberto elini alnına götürüp yüzüne siper ederken başını eğdi ve kıkır kıkır gülmeye başladı; öfke damarlarımda sımsıcak bir lav gibi dolanırken kaşlarım çatık halde onu seyrettim ve yanında duran Alas’a baktım. Az önce beni dövmesine rağmen ve sanki o vurmamış gibi gözlerindeki ciddiyetle bana bakıyordu. ‘’Affedersin ama…’’ dedi Alberto, yarım ağız sırıtarak başını kaldırırken. ‘’Böyle yapınca beni tahrik ediyorsun. Bir daha yapma.’’ Yüzüm buruştu ve ona hiç değişmeyen o ifademle bakmayı sürdürdüm; o konuşmaya devam ederken bile. İblis de aynı şekilde, dilini dışarı çıkartıp yüzünü buruştururken, ‘’Sen tahrik oluyorsan bir daha yapmaz zaten. Döl israfı.’’ Beni baştan aşağı süzerken ne düşündüğü umurumda değildi. Bildiğim tek şey, gerçekten onları kendime yaklaştırmak istemiyordum. ‘’Bu kadar konuşma yeter.’’ dedi yanındakine işaret parmağını doğrultup, sonra öne doğru hareket ettirerek emir verirken. Kısa adam bana doğru adımlarken, benim olduğum tarafta sanki boğuluyor gibi hissettim. Ama ayakta durmaya devam ettim ve keskin bakışlarımı onun şapkasının altına gizlenmiş suratına diktim. Sessiz hareket ediyordu. Tam düşündüğüm gibi duvardan içeri girdiği anda duvarın kalkanı kalktı; duvar kenarı boyunca ilerleyip bana yaklaşmasına izin vermediğimde, duraksadı ve kafasını yana doğru yatırdı. Robot gibi hareket etmesi gözümden kaçmamıştı. Alberto’nun olduğu kısımdan yine bir kıkırdama duydum. Dikkatimi o tarafa vermedim. ‘’Onu kızdırmak istemezsin. Hiç uğraşmayı sevmez.’’ dedi Alas. Karşımdaki elini yanında tuttu ve avcunu aşağı doğru bakacak bir konuma getirdi. Dudaklarını hareket ettirip bir şeyler mırıldandığında zemin, ayaklarımın altında parlamaya başlar başlamaz ona doğru koşturdum ve yumruk yaptığım elimi çenesine geçirdim. Bu ani atağı beklemiyordu sanki, o yüzden başarmıştım. Elim bir taşa çarpmış gibi acısa da onu yalpalatmaya hatta sarsmayı başarmıştım, tökezleyip geriye doğru savruldu ve sırtını duvara çarptı. İblis şaşkınlıkla duvara çarpan adama bakarken, açık olan ağzını son anda kapattı. ‘’Oha.’’ Ben de kendimden bu atağı beklemiyordum ama başarmıştım. Alberto ıslık çalıp eğlenirken, en son eğlenen kişi ben olacaktım. Adam tekrar elini kaldırıp zemini parlattığında önce ne olduğunu anlayamadım ama sonra, ayaklarım yanmaya başladı ve dudaklarımdan keskin bir çığlık kaçtı. Toparlanarak gözümün ucuyla yere baktım, dairesel bir merkez vardı ve o merkezin çevresi sarmal bir ip varmış gibi ince çizgilerle dönüyordu; merkeze doğru bir vampirin ağzını görüyorduk. Simgeseldi. Ayaklarımın tabanlarının yandığını botlarımın üstünden bile hissediyordum. Zıplayarak kenarlara koşturmaya, çizgilerden uzaklaşmaya çalıştığımda Alberto kahkaha atıyordu. ‘’Ceylan olmaya mı karar verdin, Tacı Düşmüş?’’ dedi Alas, alayla. Bu Alberto’yu daha çok eğlendirdi ve kahkahası büyüdü. Kaçmaya çalışsam da her yere basışımda tabanlarıma kızgın yağ döküyorlarmış gibi hissediyordum, cehennem ateşinin ne olduğunu biliyor gibiydim artık. Aklıma düşen ani şeyle, zıplamaya devam ederek adama doğru yaklaştım; o ise zemindeki parıltıyı devam ettirerek canımı yakmaya devam etti. Gözlerim acıdan sulanıp görüş alanım bulanıklaşsa da kaldırdığım ayağımla adamın karnına tekme atmamla duvara adeta yapışması ve duvarın kenarlarını çatlatması bir oldu. Zemin parlamayı bıraktı ve ayaklarımı yere zar zor bastırdım. Canım yansa da dişlerimi birbirine bastırarak dudaklarımın arasından ıslığa benzer bir nefes çektim. Bunun üstesinden de gelecektim. Sonuna kadar savaşacaktım. Alberto’ya döndüm, ona doğru dönüp nasıl baktıysam gülüşü dudaklarında dondu ama hala alay ettiği yüzünden belliydi. ‘’Seni öldüreceğim.’’ dedim, sesim anlık olarak değişirken. İblis ses değişimime şaşkınlıkla döndü, yaptığım hareketlere de şaşırıyordu. Bende deli gücü vardı, öfkelendiğimde yaptığım şeyleri veya söylediklerimi düşünmezdim. Bunları yapabildiğimi daha şimdi öğreniyordum. Hiçbir şeyi mantıklı düşünemiyordum, artık korkunun değil öfkenin tutsağıydım. ‘’Sanırım benden önce,’’ dedi ve elini kaldırıp işaret parmağını yana doğru gösterdi; ne olduğunu anlayamadım ama aniden sırtımda hissettiğim tekmeyle görünmeyen duvardan dışarı uçtum. Alberto yana doğru adımlayarak beni tutmadığı için duvara yüz üstü çarptım; reflekslerim yetersizdi o yüzden saldırıyı önleyememiştim. Alnımı duvara tosladığım için beynimin içi adeta sarsılırken, o sarsıntı diş etlerime kadar indi ve ağzımın içini bile tıngırdattı. Ne olduğunu anlayamadım ama alnımda bir sıcaklık aşağı doğru inmeye başladı. Gözlerim anlık olarak karardı, elimi kaldırıp alnıma götürdüğümde soluk parmaklarıma bulanan kanın rengini gördüm. Gözlerim hala kararadursun, bu sefer de beynimin sarsıntısından dolayı kulaklarım uğuldamaya ve başım dönmeye başladı. Duvara bile zar zor tutundum. ‘’Buraya kadar…’’ dedi uzaklardan gelen bir ses. İblis bir televizyon şovunu seyreder gibi beni incelemekten ve başka bir şey yapamamanın verdiği çaresizlikle artık bakamazken kafasını başka yöne çevirip gözlerini kapattı. ‘’Siktiğimin…’’ dedi anlık. Zihnimde bile onun sesi uzaklardan geliyor gibiydi. Beyin sarsıntısı geçireceğimden korkuyordum. Ardından bir el beni ensemden tutup tekrar görünmeyen duvarın arkasına bir çuval misali fırlattı. Yere sırt üstü sürüklenerek düştüğümden bir et parçasının sesi odaya doldu. Dişlerimi birbirine bastırıp gözlerimi kapatıp araladım. Kirpiklerimin arasındaki bulanık görüntü, gözlerimi her kırpışımda daha kötüye gidiyordu. Görüşüm kararmıştı bir kez. Duvara çok pis toslamıştım. Buraya kadar mı demişti? Hayır. Sırtımı dikleştirerek, kararan gözlerimin önünde dans eden beneklerle beraber elimi yere dayayıp ayağa kalktığımda bacaklarım sendeledi, ardından gözlerimi birkaç kez tekrar kırpıştırıp karşımda duran siyah cüppeli adam baktım. Kulaklarımın uğultusu arasında Alberto’nun yanımda keyiflenerek çıldırdığını, ‘’Yok artık…’’ dediğini işittim. Umursamadım, sıra ona da elbet gelecekti. Bir süre sonra gökler bana yardım etmiş olmalıydı ki adamı netçe görmeye başladım. Fakat sorun şuydu; adamdan birkaç tane vardı. Gördüklerime inanamıyormuş gibi kirpiklerimi art arda kırpıştırarak, ‘’İblis?’’ dedim içimden. Kaşlarını çatıp diken üstünde adamları seyrederken, ‘’Yanlış görmüyorsun.’’ dedi durumu anlamış gibi. ‘’Bir hazırlık var.’’ Adam bodur parmaklarını uzatarak elini havada savurduğunda, pelerinin eteklerini bir rüzgar sardı ve sanki bir güç şeffaf tabakanın içinden geçerek figürleri parlattı. Ayağım tekrar yanacak sandım ama yanmadı. Adam figürleri kırmızı renkte parlattıkça parlattı, bulunduğum ortam beni bunaltmak istercesine daraldı. Oksijenimin tükendiğini düşündüm, belki de beni bayıltmak istiyordu ama ne bayıldım ne de doğru düzgün nefes alabildim. Zihnim hiç olmadığı kadar berraktı, görüşüm hiç olmadığı kadar netti. O kadar kuvvetli direniyordum ki görünmeyen güce, adam pelerinin altından derince bir soluk aldı. ‘’Le’kas mi fer.’’ dedi ve onu takip eden diğer kopyaları da aynı şeyi söyledi. Ne olduğunu anlamazken şaşkın şaşkın etrafıma bakmaya başladım. ‘’Mi’fe as qau maf.’’ dedi tekrar, fısıltıyla ardından onu kopyaları bağırarak eşlik etti. Görünmeyen bir güç sırtıma darbe atıp beni bacaklarımın üstüne çömeltirken ellerim vampirin açık olan dişlerinin arasındaydı. Gözlerimi kapatıp araladım ama basınç o kadar kuvvetli olmuştu ki, nefesimi kontrol edemedim ve yana doğru devrildim. ‘’Sana söylemiştim…’’ dedi Alas, anlamını bilmediğim yüksek seslerin arasında. ‘’Onu kızdırmamalıydın. Daha nazik olurdu.’’ Onun sesi, başımda dikilen cellatlarımın sesleri arasına karıştı. Beş tane siyah cüppeli adam tepemde dikilmiş, dua okurcasına beni lanetlerken yanan simgenin üstünde can çekişmeye başladım. Göğsümün tam merkezinde bir yer kapana kısılmıştı da ruhum o iki duvarın arasında sıkışıyormuş gibi hissediyordum. Daralıyordum, bunalıyordum ve sırtımdan akan soğuk teri hissediyordum. Ecel denilen şey bu muydu? Ölüyor muydum? Göğsüm yay gibi kalkıp aşağı düştü ve nefesim kesildi; gözlerim şok olmuşum gibi aralanmış kirli tavanı seyrediyordu. Görüş alanım bulanıklaşıyor ve kararıyordu. Gerçekten ölüyor muydum? Ölümü bir kez tatmıştım, Mehir’in önerdiği ayinde. Ondan bin katını hissediyordum. Ölmekten beter bir histi sanki. İçimde daralıp genişleyen bir güç vardı ve kullanılamadığından dolayı beni cezalandırıyordu sanki. O kadar öfke duyuyordu ki, öfkesinin hedefi sahibiydi ve kullanılamayıp bastırılan gücün öfkesini hissetmekten nefret ettim. Kuzgunun zihnimin derinliklerinde patlayan çığlığını duydum; zihnimde koridorun ortasında duran bedenim omzunun üstünden geriye baktı. Çığlık beni sağır etti. Öyle ki, kendi çığlığımı bile duyamadım fakat çığlık attığıma yemin edebilirdim. Kilitlenmiş gibi tavanı seyrediyordum. Göğsüm yukarı kalkıp tekrar yere yapıştı, bacağımın sol tarafı kasılmaya ve titremeye başladı. Art arda atak geçiriyormuşum gibi bu hareketi tekrarladım. İstemsizce. Çığlık bu sefer zihnimden taşıp kalbime doğru indiğinde sanki kuzgunun pençesini tam göğsümün içinde, onu parçalarken hissettim. Bir çığlık daha attım. Sanki çığlığım bir şeyin emrini vermiş gibi tavandan gürültü geldi. Yukarıda patlama gibi bir şey olmuştu. Gözlerimin yandığını hissettim, içi yanıyor ve ruhumun bir kısmı içimde cebelleşirken zihnimin kıyılarında bir ses duydum. ‘’Le’a morta.’’ Ses anlıktı, varlığını ruhuma işlemek için gönderilmiş bir mesajdı. Onun sesini duyar duymaz tekrar bir çığlık attım ve bu sefer gözlerimin önünde binlerce renkli benek dans etti, gözüm karardı ve bilincim kapanmakla kapanmamak arasında bir yerde kaldı. İblis ayağa kalktı, hatta kalkmadı belki de tahtının ucunda bir güç onu ayak bileğinden çekti ve yere doğru düşerken gözlerini kocaman araladı. ‘’Lan… Lan!’’ dedi yerde hızlıca sürüklenirken. Odasının duvarlarının zangırdadığını, sallandığını ve orada duran kitaplığın bile raflarının devrildiğini gördüm. Tahtı sarsılıyor, çekilirken yere düşürdüğü altın işlemeli kadehi yerde yuvarlanıyordu. Simsiyah kapısı aralandı ve bedeni, o kapıdan dışarı doğru hızlıca sürüklendi. Kapı arkasından kapandı. Aklımda geriye, şaşkınlık ve korkuyla karışık bana olan bakışı kaldı. Yaşadığım onca şeye rağmen gözlerim sonuna kadar aralıktı. Artık tepemde, o adamın kopyalarının yerine altı tane gölge duruyordu. Gölgelerden her biri, sanki gözlerini üstüme dikmiş tepemde beni seyrediyor; bazısı kaşlarını çatıyor, bazısı bana dümdüz bakıyor, bazısı aklı karışık görünüyordu. Hepsinin suratlarının derinlerini görüyordum, çünkü onlar benim kölemdi. Askerimdi. Ayağa hiç zorlanmadan kalktım. Alnımda biriken terin şakağıma kayışını, gözlerimin acıdan sulandığını hissettim. Etrafımda kimse kalmamıştı, bana bir şeyler yapan o adam baygındı ve gölgeler çevremden teker teker silinip gitmişti. İblis, zihnimdeki yerinde hala yoktu. İblis ilk defa kapıdan dışarı çıkmış ve bilinmezliğe sürüklenmişti. Büyük bir gürültü daha koptuğunda o sesin duvarın sesi olduğunu biliyordum. Ayakta zorlanmadan dururken, beni tutan asıl gücün ne olduğunu merak ettim. Karanlıkta görüyordum, sanki tüm her şey benim için aydınlıktı. Güneş gözlerimin içinde doğmuş gibiydi. Hırıltılı sesi duyuyordum ama kendisi gelmiyordu. Duvar aralık olmuş olmalıydı ki yukarıda dönen kaosu duyuyordum. Ayağa zorlanmadan kalkabilmiştim ama bedenimi yöneten asıl kişi bendim. Ruhum belki güçlü şekilde ayakta duruyordu fakat yürüdüğümde adımlarım yalpalıyor, tökezliyordu; neredeyse ölecektim ve aklım bunun için çalışıp duruyordu. Az önce ölecektim ve bu gerçek, beni sıcak sudan soğuk suya batırıyor ve orada boğuyordu. Merdivenlere zar zor ulaşabildim, nefretle zar zor basamaklardan çıkarken son anda yalpalayarak merdivenlerin yandaki duvarına avcumu dayayarak bekledim. Soğuk avuç içi çizgilerime doldukça sırtımdan akan soğuk teri de hissediyordum. Görüş alanım artık canlı bir şekilde aydınlık değildi, o güneş sönmek üzere gibiydi. Fakat yukarıda tenime çarpan ışığın varlığını hissediyordum. Kapı aralıktı. Benim için. Ardından merdivenin ortasında öylece dururken, zihnimde bir olay meydana geldi. İblis alabora olmuş şekilde kapıyı araladı ve şaşkın şaşkın etrafına bakınarak tahtına yalpalaya yalpalaya yürüdü. Sarhoş gibi sağa sola dengesini kaybediyor, zoraki yürüyordu ve hala şaşkınlığını üstünden atamıyordu. Tahtına geçip zoraki otururken hiçbir şey söylemiyor, hiçbir şey yapmıyordu. Robot gibi oturmuş, robot gibi karşıyı izlerken şaşkınlıktan donuk gözlerle kapıyı seyretti. Ardından ellerini uzatarak titreyen avuçlarına baktı. Belki de hala canlı olduğunun kanıtı, titreyen avuçlarıydı. Kendimi toparladıktan sonra merdivenleri daha güçlü çıkmaya başladım. Gözlerim yukarıdan gelen ışık sayesinde kısıldı, yarasa gibi neredeyse tıslayacaktım. Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz küflü, rutubetli alandan kurtulduğum için ciğerlerime temiz havanın gelmiş olmasıyla derin bir nefes çektim. Kafamı sağa doğru çevirdiğimde gördüklerim karşısında dilim tutulmuştu. Sadece dilim tutulmamış, yine midem çalkalanmaya ve tükürüklerim ağzımda birikmeye başlamıştı. Yüzüm gördüğüm şeyin iğrençliğiyle kağıt misali buruşurken, göğsümün tam ortasında canlanan kalbimin ritmini duvarlarımda hissediyordum. ‘’Bu ne lanet…’’ dedi İblis kafamın içinde, fısıldayarak. Şok üstüne şok yaşadığı için konuştuğuna bile şükrediyordum. Duvarlara sürülmüş kanlar, beyaz zeminde sürüklendiği haberini veren adamların kan izleri ve duvar diplerine atılmış cesetler… Bazısının kolları kopmuş, bazısının kafaları… Herkes cehennemi yaşamıştı. Dışarıdan gelen gürültüler, savaş naralarıyla adımlarım hızlandı ve koridordan çıkarak büyük salona geldim. O sırada Korkut’un kurduyla karşılaştım. Bir köşede onu kontrol eden Korkut, bir yandan kendini de koruyordu. Kurt büyük bir pençe darbesiyle ona doğru uçan vampirin üstüne atlayarak, boynunu parçaladı ve vampirin kafası boynundan düşerek yerde yuvarlandı. Cesedi de yere külçe gibi düştü. Artık şaşırmıyordum ama elim nedense ağzımı kapatmak istercesine yanıyordu. Yalpalayarak, şoktan irice açılmış gözlerle Korkut’a bakarken beni fark etmiş gibi, yana doğru ilgisiz bir bakış attı; ardından elinin iki parmağını da kaldırıp şakağına siper ederek asker selamı verir gibi yaparak tekrar indirdi. İki sarmal merdivenlerin tepesindeki korkuluktan sarkan adam, gözümün önünde yere düştü. Onun arkasından da ayrılmaz ikizini, Berka’yı gördüm. Kurdu korkuluklardan aşağı uçarak görkemli bir inişle, dört ayak üstüne düştü ve hırlayarak Korkut’un kurduna selam verdi. Vampirler… Hepsi ölüyordu. Asir’in söyledikleri kafamda canlanırken, diğer yandan avlu tarafına giden çıkışa bakıyordum. ‘’Sınırımı göremezsem ne olur? O istediğiniz daveti kabul edesim tutar ve tüm vampir ırkının kökünü kurutmaya gelirim.’’ Zihin boşluğumda defalarca yankılanan cümlenin ta kendisiydi. ‘’Lan, buraya gel!’’ dedi önümde bir kargaşa duyduğumda. Bakışlarım o tarafa kaydığında Arslan’ın önündeki vampirin, beni görünce bana doğru hızlanmasını gördüğümde Arslan’ın kurdu hızlı davranarak onun önünü kesti ve bacaklarından tutup kopardı. Adam resmen böğürerek, yerde boylu boyu sürüklenip ayaklarımın dibine doğru düştü. Bana saldıracağı sırada hızlı davranıp birkaç adım geriye adımladım. Kurt, adamın yüzünü resmen parçalara ayırdı. ‘’İyi misin, Evin?’’ dedi Arslan, hiç yara bere almamış ve kana bulanmamış temiz yüzüyle bana yarım ağız sırıtarak. Bomboş gözlerle ama şaşkınca da araladığımı hissettiğim bakışlarla ona bakarken, o beni baştan aşağı süzüp, ‘’Aslanım benim. İyisin iyi…’’ dedi kafasını sallayıp, neşeli bir halle baş parmağını kaldırarak. ‘’O nerede?’’ Sesimin değişimine, buz gibi çıkmasına mı şaşırdı bilemem ama yüzünde anlık olarak bir dalgalanma gördüm. Ardından dudaklarını uzatıp, ‘’Oo,’’ dedi, ‘’Birilerinin başı belada sanki…’’ ‘’O nerede?’’ dedim tekrar, sorumu yineleyerek. Sesi normal çıksa da, bendeki değişikliğe şaşırdığını belli edecek kadar farklıydı. ‘’Dışarıda olmalı.’’ dedi, baş parmağını yana doğrultup dış kapıyı göstererek. Gözlerini benden ayırmadı ve kaşlarını artık ciddiyetle çatarak beni baştan aşağı anlık olarak süzdü. Ona doğru adımlar gibi yapıp yanından teğet geçerek dış kapıya doğru ilerledim. Korkut’un arkamda, şaşkınlıkla Arslan’a baktığını göz ucumla fark ettim. Ölü, bomboş ve hissiz şekilde ilerliyordum; bazen ayağımın altı yandığı için sızlasa da acı katlanılabilirdi ancak yalpalamamı engelleyemiyordu. Yalpalayarak, bir sarhoş gibi dengesiz yürüye yürüye ve bitik bir halde avluya çıktım. Soğuk direkt burnumun ucunu, kulaklarımı ısırdı ve yorgunluktan ve ağlamaktan kızarmış gözlerimi yaktı. Orada, bahçenin bir kenarında Alas’ı boynundan tuttuğu gibi havaya kaldırmış; parıldayan gözlerle onun suratına iğrenirmiş gibi bakıyordu. Kemik renginde olan pençeleri güneşin altında parlıyordu. Alas o kadar aciz görünüyordu ki, onun bu hale düşeceğini içten içe bilen yanım bile bu kadar çaresiz göründüğünü görünce şaşırmıştı. Asir, dudaklarını kıpırdatarak ona bir şeyler söyledi ve Alas’ın irice aralanmış gözleri; mosmor olmuş suratının tam ortasında ona doğru döndü. Tam sırıtacaktı ama Asir, sırıtmasına izin vermeden; pençelerini boynunun derisine geçirerek onun kafasını koparttı. Tek eliyle. Sadece avcunu sıkmış ve Alas’ın kellesi, gözleri açık bir şekilde geriye doğru düşmüştü. Çıkan bu kargaşada, onun kemiğinin çatırdamasını duyamadım ama çatırdadığına emindim. Asir’in yüzüne fışkıran kanı gördüğümde, midemin çalkalandığını ve bir kenara kustuğumu; İblis’in kocaman bir küfrü basarak tahtının arkasına geçmesini üçüncü bir göz olarak görüyordum sanki. Ama bunların hiçbiri gerçekleşmedi. O ise yüzüne fışkıran kanı, iğrenç bir şeymiş gibi ama alışkan olduğu bir şeyi silermişçesine keskince, hiç acımadan elinin tersiyle sildi. Top gibi yerde sekerek ardından yuvarlanarak duran kafanın yüz ifadesi, korkudan dolayı gözleri açık ve yukarı kaymış; ağzı aralıktı. Kalbim heyecanla korku arasında titreyip taklalar atarken, o kafaya tekrar bakmamaya özen göstererek ona doğru döndüm. Gerçekten bir canavara dönüşmüştü ve sağlıklı düşündüğünü düşünmüyordum. Gerçekten. Asir’in gerçek yüzünü, içindeki kişinin tüm duygularıyla dışa vuruşunu şimdi görüyordum. Tüm gerçekliğiyle. Sadece bir cinayetin işlendiğini haber eden şey, burnuma çalınan kan kokusu oldu. Bu gerçeklik, az önceki şoktan geriye hiçbir şey bırakmamıştı. İçimde büyüyen kinin, Alas’ın kopan kellesinde son bulduğunu hissettim. Nedense artık korkmuyordum, hatta bu sonu hak ettiğini düşünüyordum. Asla acımamıştım, hatta bana kalırsa kolay bir ölümü olmuştu. Düşüncelerim, hissettiklerim belki de bana ait değildi ama düşmanım için üzülmekse, küçüklüğümde bıraktığım tek insani özelliğimdi. Gözlerimle çevreye, çıkmış olan kaosa tekrar baktıktan sonra, tekrar donuk bir şekilde onunla göz göze geldim. Kot ceket giymiş, altına rastgele bir pantolon geçirmişti. Üstü başı kan içindeydi, başkalarına ait olan kanla. Yüzünün bir yarısında Alas’ın kopan bedeninden fışkıran kan vardı. Elinin tersiyle yüzünü silse bile o iz hala oradaydı. Kızıl gözleri üstümü baştan aşağı inceledi, sakin görünse de aklının alabora olduğunu bana doğru yürürken sendelemesinden anlamıştım. Düz yolda sendeledi. Ölesiye korktuğunu, aklını kaçırmak üzere olduğunu bana bakan sert gözlerinden anlayamazdım ama o ilk sendeleyişte kendini tüm duygularıyla ele vermişti. Ben yerimde dururken, onun adımları hızlandı. İblis, ‘’Gelme manyak herif.’’ dedi suratındaki dehşet ifadeyle. Ceketinin yakası rüzgarda uçuştu, alnını ve yarasını gösteren saçlara bakılırsa karşımdaki Erkan’dı. İşte o zaman Asir, Alas’ı kafasını kopartacak kadar öfkeli şekilde öldürebilir miydi diye düşündüm bir anlığına. Tam karşımda durur durmaz, elimi kaldırıp yanağına olabildiğince sert bir tane geçirdim. Avcum tokadımın sıcaklığıyla kavrulup yanarak yanıma düşerken, onun da başı yana doğru düşmüş ve şaşkınlıkla zemine bakmıştı. Darbemin etkisiyle saçı hafifçe dağılıp alnına doğru perçemlerini bırakmıştı. Çıkan ses, adamlarının da dikkatini çekmiş olmalı ki anlık olarak gözler bize döndü. Az önce, gözümün önünde Alas’ın kellesini bir çırpıda, bir eliyle uçuran canavara tokat atmıştım. Hiçbir şey söylemeden gelecek olan harekete kendimi hazırlayarak gözlerimi kıstım. Çoktan pişman olmuştum ama burnumdan kıl aldırmayacak kadar ona kırgındım. Belki de bu kırgınlık değildi, öfkeydi. Çoğunluğu kendime olan öfkenin bedenime tepki olarak yansımasıydı. Onu orada ne kadar beklediğimi bilmiyordum, zaman kavramım yoktu ama en az iki gün geçtiğinden emindim. Kızarmış gözlerini bana doğru yönlendirerek iç çektikten sonra beni belimden tutup kendine çekti; burnuma orman kokusu ve kanla karışık bir koku çarptı ve dahası, beklemediğim bir şey gerçekleşti. Diğer elini boynumla, çene çizgim arasında bir yere koyup beni kendine çekerken çok geçmeden sıcak dudaklarının baskısını dudaklarımda hissettim. Gözlerim şaşkınlıktan aralandı. Kimseye aldırmadan beni öptü. Tam savaş alanının ortasında. Zihnim darmadağın, labirentimin koridorları zelzeleye uğramış da tüm birbirine bağlı olan koridorların yerleri değişmiş gibi bulunduğum yerde kayboldum. İblis’in elinde tuttuğu altın kadehi şokla aralanmış dudaklarının tek cevabı olarak zemine düşmüş ve birkaç kez acı acı yankılanarak ölü duvarlarda yankılanmıştı. Zihnimin duvarına asılı saatlerin mekanik sesinin kesildiğini ve her taraf gri renklerle çevriliyken aniden, bir ressamın elindeki fırçayla rengarenk boyandığını fark ettim. Gözlerimi teslim olurcasına kapatırken kendimi ona iyice yaklaştırdım. Davetimi seve seve kabul etti, belimi tutan parmakları tenime iyice gömülürken beni kendine bastırdı. Sert göğsünün sıcaklığını, göğsümde hissederken yanağımdan düşen gözyaşı boynumu saran bileğinin üstüne düştü. Duraksadığını fark ettim, dudaklarını benden uzaklaştırdığında derin bir nefes alıp ıslak kirpiklerimi aralayarak onun kızıl gözlerine baktım. Burnuma elindeki kan sebebiyle metalik bir koku çarpıp duruyordu. Yutkundu. Ben de yutkundum. Dudaklarını araladı, fakat sadece boş bir nefes dudaklarıma aktı. O kadar büyük duruyordu ki, onun tam karşısında cüce gibi hissediyordum. Önüm tamamen onun bedeniyle kapanmıştı. ‘’Mau ak’r, le’a morta… Mau ak’r hass. (Delirdim, le’a morta… Delirdiğimi hissettim.)’’ dedi boğuk, derinden gelen sesiyle. Göz pınarımda donmuş gözyaşım, kirpiklerimi kırpıştırdığımda soğuk bir şekilde yanağıma devrildi. Boynumdaki elinin başparmağını kaldırıp yanağımdaki ıslaklığı silerken gözleri hüzünle kısıldı. Sesimdeki gücü kendimde bulamayarak fısıldadım. ‘’Ölecektim.’’ dedim ağlamaklı sesle, ki bunu istemiyordum; zihnimde defalarca tekrarladığım o kelimeyi orada söylerken sesim titrememişti; gerçekte ise resmen çatallaşmıştı. Beni sakinleştirecek bir cümle bulamadı, Asir olsa bulurdu ama o bulamadı. O yüzden, aklımı dağıtacak bir şey yapmaya karar verdi. Bu sefer bilinçli bir şekilde, korku olmadan, sadece beni istediğini belli edercesine ve beni sakinleştirmeyi umarcasına dudaklarıma eğildi. Yumuşacık dudaklarının sıcaklığını tekrar hissettiğimde gözlerimi kapatıp ona teslim oldum. Neden bunu yaptığımı bilmiyordum, neden beni öptüğünü de bilmiyordum; hatta ne ara bu konuma geldiğimizi de bilmiyordum. Sadece öpüyordum. İsteyerek ama bir o kadar istemsizce… Kaburgamdan bağımsızlığını ilan edip tam sırtımın arkasında gümleyerek atan kalbimin sesi aramızda yükselirken, onun da kalbinin farklı olmadığının farkında olmak beynimin bir köşesini uyuşturdu. Elimin altında başta yavaş yavaş atan kalbinin ritmi, beni öperken giderek artıyordu. Şu an karşımdaki kişi, Asir unvanını halktan almış Karakurt’un ta kendisiydi. Ve beni öpen ilk adamdı. İblis şaşkınlıkla bize bakarken, titrek elini – bu sefer öfke ve şaşkınlıktan olduğuna emindim- ona doğru kaldırarak, ‘’Lan! Bırak kızımı! Manyak herif, sadist köpek!’’ dedi çığırarak. ‘’Öpüyor bir de! Yapışma lan kızıma!’’ Erkan’ın hırıltısı, zihnimin derinlerinden yükselerek onun odasına çarptığında susmak zorunda kaldı. ‘’Aman aman…’’ dedi mırıldanarak İblis. Belimdeki eli sırtıma doğru kayıp geçtiği yerleri yakmaya başladı. Sıcaklığını buram buram bedenimin her köşesinde hissediyordum. Bu soğukta, bu kar fırtınasının merkezindeki kalede o beni öperken cehennemdeymiş gibi yanıyordum. Tüm günahlarımı almak istercesine, onun günahlarını dudaklarından koparmak istercesine birbirimizi öpüyorduk. Sırtımdaki parmakları omurgamı hafifçe okşayarak yukarı doğru tırmandı ve boynuma doğru sürüklendi; artık iki eliyle yanaklarımdan tutup beni öpmeye başladı. Baskı uygulayan ellerin parmakları yanaklarıma daha da çökerken dudaklarım istemsizce aralandı ve o sırada, Erkan ağzını hareket ettirerek alt dudağımı kavradı. Hafifçe ısırdı. Onu öpmüyordum. Çünkü nasıl öpülmesi gerektiğini bilmiyordum. Ayak uydurabilirdim ama sonra utanacağım bir harekette bulunmak istemiyordum. Ona teslim olmaktan başka bir şey yapmıyordum. Alt dudağımı kavradıktan sonra aralanmış dudaklarımın arasına dilini soktuğunda nefesimi kesen bir his yüreğimi hoplattı. Baştan aşağı kaynar sudan soğuk suya geçmişim gibi titrerken belimden aşağısında bir dalgalanma oluştu. Başta yavaş başlayan, beni sakinleştirmek üzere olan öpücüğün alev alarak gittikçe büyümesi ve dudaklarımızı yakmasını hissettim. Beni sanki günlerdir susuz kalan bir insanın nihayet suyu bulduğundaki arzusuyla öpüyordu. Hırçın ve aceleci bir tavırla öpüyordu, kafamı suyun içine bastırıp beni boğmaya çalışmak istercesine derin... Zihnime düşen gerçekle kapattığım gözlerimi araladığımda buğulu ve kısılmaya ramak kalmış gözlerimle son kez Erkan’ın karizmatik suratıyla karşılaştım. Kalın kaşları çatık olmasına rağmen gözlerini huzurlu sayabileceğim bir şekilde kapatmıştı. Kaşının üstündeki yarası bu yakınlıkta varla yok arası görünüyordu. Kendi içinde büyük bir savaş alanında kaldığını görebiliyordum. Kalbiyle mantığı çelişiyor, bir savaş başlatıyordu; durum benimkinden farksızdı. Nefesimin ne zaman kesildiğini bilmiyordum ama Erkan kendini bana iyice bastırarak öpüşünü derinleştirip üst dudağımı kavradığında o aralıkta tekrar nefes alabildiğimi hissettim. Kirli sakalı ağız tarafıma hafifçe batıp kaşındırıyor, dudakları bir zehri üstünde taşıyormuş gibi dudaklarımı uyuşturuyordu. İstem dışı bir hareketle ağzımı hareketlendirip anlık bir cesaretle Erkan’a karşılık verdiğimde yaptığım beceriksiz öpücüğün tek hareketi, alt dudağını kavramak olmuştu. Kavrayıp ısırmıştım ama bu yanaklarımı saran sıcaklığın fermanını beraberinde getirdi. Erkan’ın boğazından vahşi bir hırıltı koptu ve kalın, boğuk ses tonu dilimin üstünden boğazımın aşağısına doğru kayıp soluk borumda can verdiğinde kalbimi karıncalandıran ve kulaklarımı uğuldatan bir duygunun esiri oldum. Karanlık benimleyken hissettiğim tek yakıcı hareketin, onun dudakları olması içimde bir yangının başlangıcı oldu. Nihayet dudaklarımdan ayrıldığında soluklarımız, birbirimizin dudakları arasında birbirine karıştı. Gökteki Kanlı Ay’dan daha parlak duran gözleri ateş gibi gözlerime tutunup beni yakarken; tekrar başını hafifçe eğdi. Kalbim yine taklalar attı ama bu sefer, dudağımı es geçerek burnunun ucunu yanağıma usulca sürtüp kokumu içine çektiğinde bacaklarım titriyor, ellerim zelzelede sallanan bina gibi sarsılıyordu. Yanağımdan yukarı doğru, yanağını sürterek çıktığında daha yeni çıkmaya başlamış sakalları tenime battı ve şakağıma çenesinin kenarını dayayarak bekledi. Bir süre öylece birbirimize sarılarak durduk. Hala nefes alışverişlerim hızlıydı ama o, çok geçmeden nefesini toparlayabilmişti. Teninden yayılan orman kokusunu içime çekinmeden çekerken, gözlerimi usulca kapatıp tekrar araladım. Ne tepki vereceğimi bilemiyordum. İblis’e bile bakmaya şu an çekinir bir haldeydim. Başımı geriye atarak yukarı kaldırdığımda, Erkan’ın arzudan genişleyerek koyulaşmış gözbebeklerinin içindeki yansımamı gördüm. Bana o kadar derin bakıyordu ki, bakışlarının öpücüğünden daha derin oluşu gerçeği ruhumu bir okyanusun dibinde boğmaya başlamıştı. Dudakları kızarmış ve şişmişti, kızıl gözleri binlerce yıldızı içinde barındırıyormuş gibi parlıyordu. ‘’Le’a morta,’’ dedi fısıldayarak. ‘’Mau destes ti. (Beni mahvedeceksin.)’’ Bir şey söylemedim ama dudağımın kenarı hafifçe yukarı kıvrıldığında bunu görmezden gelemeyerek imayla karışık bir şekilde tek kaşını kaldırarak, yarım ağız sırıttı. ‘’Ti maz usa? (Az önce güldün mü?)’’ Dudaklarımı birbirine bastırıp ciddi kalmaya çalışırken, sırıtışımın aslında ciddi bir ortamdaki refleksten kaynaklı mı yoksa az önceki öpücüğün beynimi uyuşturmasından mı bilinmez olduğunu düşünürken Erkan’ın bakışları aniden değişti. Kafasını yana doğru çevirip gözlerini acı çeker gibi kapatırken, yüzü hafifçe buruşmuştu. ‘’Sekkar. (Şerefsiz.)’’ dedi mırıldanarak, Asir’i kast ettiğini artık biliyordum. Gözlerini aralayıp buğulanmış gözlerle bana baktığında hala belimi tutuyor ve bana sarılıyordu. Şikayetçi değildim. Beni ısıtıyordu. Yüzünün sertliğine tezat olacak şekilde gözlerini kısarak bana ufak tebessüm veriyordu. ‘’Buas mau fi’i zar. (Şu an fazla zamanım yok.)’’ Dudaklarımın üstüne boğuk bir sesle fısıldarken nefesi tenimi yaktı. ‘’Le’a morta, asta tas fer; ti maum fasr; hi ke’ ti asr. Zu mi; zu fas ti fest. Yuas mars Asir mau fai. Asir das mau. (Le’a morta, ayağının altındaki acıyı; kalbindeki o korkuyu; her şeyi ona anlat. İyi ki buradasın ve yaşıyorsun. Yoksa ne Asir beni tutabilirdi, ne de ben onu.)’’ Gözlerimin içine bakarken fısıldadığı cümle, bu sefer İblis’e de söyleniyormuş gibi hissettim. ‘’Zu fast mi. (İyi iş.)’’ İblis şoktan bir türlü kurtulamamanın verdiği hisle konuşamazken, aramızda gözlerini dolaştırıp duruyor; ardından olanlar ona çok gelmiş gibi kaşlarını havaya kaldırıp hızlıca indirerek kadehinden yudumlar alıyordu. Ne ara kadehini yerden toparladığını bile görememiştim. Erkan son kez bana tekrar sarıldığında, bu sefer ayak uçlarıma çıkarak işini kolaylaştırdım ve boynuna sarıldım. Ceketinin soğuk yüzü burnuma değdi, kokusunu içime rahatça çekerken o da aynısını yaptı. Geri çekilmedi. Dört bir yanım kuşatılmış gibi hissediyordum onun kolları arasında, kaçmak istesem kaçamıyordum; sonrasında da kaçmak istemiyor, bahaneler uyduruyordum. İblis gözlerini dört açarak, ‘’Dikkat edin!’’ dediğinde ne olduğunu göremedim. Kalenin her tarafından, gözcü kulelerden ve çatılardan üstümüze yağan bağırtılar duydum. Boynunun girintisinden çıkıp göz ucumla çevreme bakındığımda, hepsinin havada asılı durduğunu gördüğümde tekrar Erkan’a baktım. Bize yetişmek isteyen Salmon’u da gördüm; etrafta donmuşlardı. Şimdi Asir’di. Asir geri dönmüştü. Etrafını çevreleyen havadaki insanlara ters ters bakıyor, ardından kolları arasında duran bana bakışlarını indiriyordu. Sert bakışları karşısında ne olduğunu anlayamazken, ‘’Seninle sonra konuşacağız.’’ dedi gözlerimin içine bakarak. Anlam veremezken kaşlarım çatılmıştı. Benden ayrıldığında soğuk yine bedenimi ısırdı ve sanki bir boşluğa düştüm. Beni tutan o kollar sayesinde ayakta durabildiğimi o an anladım. Havada duran bir adamın ensesinden tutup sanki bovling topunu fırlatırcasına sağındaki adama doğru fırlattığında; hepsi birbiri ardına çarparak son anda birleşti ve uzağımızda duran duvarı göçerterek yere düştü. Zaman akmaya tekrar başladığında oradan yükselen çığlıkları duyduk. Barlas buraya adımlayacakken aniden durdu ve şaşkınca omzunun üstünden geriye, çığlıkların olduğu yere baktı. ‘’Yiyişmeniz ne zaman bitti lan?’’ dedi ardından umursamayıp bize bakarken. ‘’Oda bulun demeye gelecektim ben de…’’ dedikten sonra yarım ağız sırıtarak kıkırdarken, yanaklarım utançtan al al oldu ve gözlerimi kırpıştırarak önüme döndüm. Asir’in delici bakışlarını üstümde hissediyordum ama onun hiçbir şey hatırlamadığını biliyordum. Üzücüydü ama katlanabilirdim. Suratımın her zerresini sessizlik içinde incelerken daha çok kızardım ve bakışlarımı kot ceketinin üstüne dikip düğmesiyle ilgilenmeye başladım. ‘’Arkadaşın çok gerzekleşmiş, görmeyeli.’’ dedim mırıldanarak. ‘’Salak.’’ Barlas oradan duymuş olmalı ki sadece kahkaha attı. ‘’Ne diyor…’’ dedi Asir, afallayarak. Gözlerine çekinerek baktığımda, öfkesinin anlık olarak kaybolduğunu ve soru işaretli gözleriyle beni yumuşakça izlediğini fark edince boğazımı temizledim. ‘’Hiç.’’ dedim sadece, ardından yanından geçecekken bileğimi sımsıkı tuttu ve beni tekrar önüne çekti. Tam dibine. Gözlerimin içine sanki renklerini ezberlemek istercesine bakarken, aniden kızıl gözleri aşağı doğru indi ve o taraflara baktı. Kaşları çatıldı, ‘’Bunu sana kim yaptı?’’ Az önce kafasını koparttığın adam demek istedim ama büyük çoğunluğunu o yapmamıştı tabii. Boğuk sesinin tanımı, arzudan değildi; arkasındaki sebep onun içini yakan öfkeydi. Keskin bakışlarına karşılık vererek sadece baktım ve sessiz kaldım. Sorusunu değiştirdi, ‘’Bu koku neyin nesi?’’ dedi yüzünü buruşturarak, bana bakarken. Ardından ayaklarımın dibine doğru tekrar bakış atınca, ‘’Hiç.’’ dedim tekrar. Öpücük sanki her şeyi zihnimden temizlemiş gibiydi; her sorduğu soruya bunu söyleyip duruyordum. Bu da onu öfkelendirmeye başlamış olmalı ki burnundan derin bir nefes çekip bıraktı. Göğsü inip kalktı. Hareketlerine anlam veremiyordum; beni önemseyen biriymiş gibi davranıyordu. Belki içindeki Erkan bana aşıktı ama Asir’in bana karşı bir şeyler hissettiğini düşünmüyordum. Bu düşünce kemikleşmiş dilimin üstüne zehir attı, ‘’Şimdi mi aklına geldi?’’ dedim sinirden çenem kasılırken. Onun da çenesi kasıldı ve öfkesini zapt etmeye çalışan birinin gözleri gibi, kırmızı gözleri lav rengine dönüştü sandım. ‘’Yağmur,’’ dedi boğuk sesiyle, elleri titriyordu. Öfkeden mi yoksa bana duyduğu korkunun boşalmasından mı kestirememiştim ama titriyordu. ‘’Sakin sakin soruyorum, kim yaptı?’’ ‘’Söyle lan!’’ dedi İblis, öfkeyle. ‘’Aşağıdaki puşt yaptı desene.’’ Dilim kemikleşmiş gibi hareket etmiyordu, ağırlığı ağzımın içine doldu sandım. Ben sustukça onun öfkesi kademeli şekilde artıyordu ve bir ara tekrar Erkan’ın geldiğini düşünmüştüm ama kısa sürdü. Hala Asir’di. ‘’Peki, öğrenirim.’’ dedi ve beni hala titremekte olan elleriyle bırakıp yanımdan geçecekken bileğini tuttum. Durdu ve yandan bir şekilde yüzüme baktı; bense karşı tarafta artık durgunlaşmış katliamın kalıntılarını seyrediyordum. ‘’Anlatacağım tamam mı? Gidelim artık.’’ ‘’Şimdi.’’ dedi, fırtınadan önceki sessizlikle. Hala ona bakmayışım sinirlerini bozmuş olmalı ki, karşıma tekrar geçti ve elini kaldırıp parmak uçlarıyla çenemi tutup başımı kaldırırken, gözlerimizi birleştirdi. Yutkundum. Kırmızı, ruhuma kadar yakan gözlerini üstüme hissetmek son zamanlarda beni heyecanlandırmaya başlamıştı. ‘’Şimdi, Yağmur.’’ Emrivaki sesi bile içimde bir şeyler kıpırdatırken, Korkut’un arkadan gelen sesi ona dönmeme neden olacaktı ama çenemdeki parmaklarını benden ayırmayıp, kafamı ona sabitledi. Gözlerim tekrar ona tutundu. Yanağı kana bulanmış halde kaşlarını çatmış ciddiyetle bana bakarken, ‘’Ne anlatayım?’’ dedim. Çenem parmakları arasında hareket edince zorlanmadı. Aklıma yaşadıklarım gelince öfke yine damarlarımı kolaçan etmeye başladı, ‘’Neden geciktin? Kaç günden beri seni bekledim haberin var mı?’’ dediğimde elini benden öyle bir perişanlıkta çekip indirdi ki, sadece sessizlik içinde gözlerimin içine bakmaktan bir şey yapamadı. ‘’Ölüyordum neredeyse. O koku da bunun kanıtı.’’ dedim çatallaşmaya başlamış sesimle. ‘’Oldu mu?’’ Çenesi sözlerimle kasıldıkça kasıldı ve şakaklarında küçük bir mezar doğurdu. Dişlerini birbirine bastırıp duruyor, söylediğim şeyi sindirmeye çalışırken zorlanıyordu. ‘’Bölüyorum ama…’’ dedi Korkut, bir adamı ensesinden bizim ayağımızın köşesine fırlatıp. ‘’Asir isteğin üzerine arkada birini bıraktık, zaten baygındı dokunmadık.’’ Cümleler kulaklarıma taşındığında zoraki bir şekilde gözlerimi yuvalarında oynatıp aşağıda bize korku dolu gözlerle bakan adama çevirdim. Sadece göz ucumla aşağı bakabilmiştim, beni neredeyse öldürmek üzere olan adamdı. Şimdi ise gözleri açık ama etrafında olup biten yüzünden konuşamaz halde bize bakıyordu. İlk defa yüzünü görebilmiştim; ortalama bir tipteydi. Alnına düşmüş perçemleri, mavi gözlerini yarım yamalak örterken kemikli suratı çocuksu diyebileceğim bir yapıdaydı. Normal şartlarda sempatik olabilirdi ama o, iğrenç olmayı seçmişti. ‘’Ben…’’ dedi kekeleyerek, ‘’Gerçekten ben… Hiçbir şey…’’ Asir’e dönmemle zaten bana baktığını ve hareketlerimi incelediğini gördüm. Yüzünü yeniden bir öfkenin pençesi kapladığında, neredeyse hırlayacağını düşündüğüm bir mimikle yüzünü buruşturarak, ‘’Bu mu?’’ Son kez göz ucumla aşağı baktığımda bu sefer çenemden parmakları kalkmıştı, o yüzden zorlanmadan baktım. Korku dolu gözlerle beni seyrederken, az önce Alas’a olanların ona da olmaması için bir süre sessizliğimi sürdürdüm. Dişlerimi birbirine bastırarak sert bakışlarımı yukarı kaldırıp ona baktığımda, ‘’Hayır.’’ dediğimde yerdeki adamın hem şaşkınlığını hem de minnetini hissettim. İblis ise kafamda üst üste olan şaşkınlığından çoktan kurtulmuş vaziyette, bana sövüyordu. ‘’Salak mısın? Sana neler yaptı o adam! İspiyonlasana ulan!’’ Asir gözlerini kısarak tepkimi inceledi, ardından kafasını yavaş yavaş sallayarak, ‘’Anladım…’’ dedi fısıldarken. Bunu kendisine söylediğini düşündüm, öyle boşluğa söylercesine bir mırıldanıştı. Asir öyle ciddi ve öfkeli görünüyordu ki o gözlerin beni gerçekten yakabileceğini düşündüm. Göz ucumla tekrar kasılan çenesine doğru bir bakış atabilmiştim, çok ama çok öfkeliydi. Erkan bir nebze öfkesini etrafa kaos saçarak ve insanları katlederek çıkartabilmişti fakat Asir, bunların hiçbirini hatırlayamıyordu. Hatırlayamadığı gibi, bana olan biteni de anlamlandırmaya çalışırken kendini kaybediyor; sadece zihnini değil, ruhunu da diğer herkese kapatıp sadece ve sadece düşünüyordu. Ardından Barlas’a keskin bir bakış atmasıyla, Barlas ne dediğini anlamış gibi kurduna emir verdi; kurt boynunu yukarı kaldırarak büyük bir ulumayla diğer kurtlara haber verince tüm sürü onun çevresine kısa sürede toplandı. Aslan, Korkut ve Berka dışında toplasan bir on kişi daha vardı. ‘’Gidiyoruz. İşimiz bitti.’’ dedi ve bana yarım ağız sırıtarak, tıpkı Korkut gibi elini şakağına götürüp hızlı bir asker selamı vererek, ‘’Kendine dikkat et, Kuzgun.’’ dedi. Dudaklarımı oynatarak teşekkür ettiğimde göz kırpıp sessizce cevap verdikten sonra o önden, diğerleri arkasından kısa sürede avludan çıktılar. ‘’Onları neden gönderdin?’’ dediğimde bana aldırmadı bile. Ayağımızın altında korkudan neredeyse altına edecek olan adamı seyrederken dudaklarından bir şey döküldü, ‘’İşleri bitti.’’ Ardından ayağını kaldırıp adamın göğüs tarafına bastırdığında, onun bağırtısını tüm kalede duydum. Öyle keskin, canhıraş bir bağırtı yükselmişti ki yüreğimin bir yerlerinde düşmana beslediğim o merhamet canlanmıştı. Bastığı yerin kenarlarından dumanlar yükselince şaşkınlıkla Asir’e döndüm. Kumaş ve deri kokusu burnuma misafir olduğunda yüzüm buruşsa da adama doğru dönüp sadece bağırtısını dinledim. Gözleri acıdan yukarı doğru kaymış, sesi neredeyse kısılarak tükenmişti. Ölmemişti. Henüz. ‘’Şimdi beni dinle,’’ dedi, Asir tehlikeli bir sesle. Adam ayağının altında acıdan köpek gibi inlemeye başladığında, ‘’Kes o sesi. Dikkatim dağılıyor.’’ dedi emir vererek; anında adam acıdan dolayı dişlerini birbirine bastırarak susmak zorunda kaldı. Acı çekerken ve bu acı bir arş kadar yüksekken ses çıkartmamaya çalışmak ve o acıyı içine hapsetmek daha zordu; adamınsa bunları yapmaktan başka bir çaresi yoktu. Gerçi acı çekmek onun için iyi bir şeydi; en azından yaşıyordu fakat Asir’in sözünü dinlemezse öleceğini biliyordu. ‘’Canını yaktığın o kadın, seni bana söylemeyecek kadar merhametli olabilir; ama ben değilim.’’ Ben de değildim. ‘’Ve canını yaktığın o kadın, benim için önemli biri.’’ dedi bir süre, son cümlesini bastırarak adamın gözünün içine bakarken. Kalbim ani gelen itirafla beraber çaresizce ve panikle tekleyip atarken; sessizlikten nasibini alıp anlamış adam, korkuyla ve acıdan dolayı yaşadıkları hemen bitsin diye hızlıca kafasını salladı. Çaresizce ayağının altında inledi. ‘’Güzel.’’ dedi Asir, anlaşmış gibi. Kalın, boğuk sesiyle ‘’Sadece sen kaldın.’’ dedi devam ederek, yerdeki canıyla cebelleşen adama. Adamın mavi gözlerinde binbir türlü duygu geçişi gördüm. Bunlar sona kaldığının, yalnızlığın getirdiği bir duygu karmaşasıydı. ‘’Tüm Kabuhan kalesinde yalnızca sen. O kıçı kırık liderinizi de öldürdüm. Şimdi, gördüysen sen görmüşsündür. Onun yanındaki kişi kimdi?’’ Onun yanındaki kişiyi biliyordum. Adama baktım, soluk soluğa gözlerini kapatmış susuyordu. Asir ayağını hafifçe yukarı kaydırıp soluk borusunun tam üstüne götürüp bastırdığında adamın gözleri faltaşı gibi açıldı ve boğuk boğuk inledi. Can veren bir adamın hızlıca nefesini vermesi gibi. Benim yaşadığım gibi. Nefesinin arasında, tiz bir sesle ‘’Albe-‘’ dedi zoraki. Asir anlayıp kafasını sakince sallarken, sanki az önce hiç bu katliamı yapmamış biri gibi görünüyordu. Rahattı. ‘’Ne istiyordu?’’ Adam artık sessizce ağlıyordu, gözlerini kapatmış gözyaşları yanaklardan aşağı dökülürken hiçbir şey hissetmedim. İblis de tıpkı böceğe bakar gibi ona bakıyordu. Burada merhametli olan kişi yoktu, adamın şu an yaşadığından bin kat beterini hissetmiştim. Neredeyse ölecektim ve bu sefer, kimseye gerektiğinden daha merhametli olmamayı öğrenmiştim. ‘’Bilmiyorum.’’ dedi adam ağlamalarının arasında zoraki. Sesi içine kaçmıştı. Ayağını adamdan çekince adamın rahatlığını gördüm; fakat göğsündeki o yanık ayakkabı izi ömrü boyunca onda kalacaktı. ‘’Buradaki olan biteni her yerde, en ufak fare deliğinde bile; bildik bilinmedik tüm ırklara anlatıyorsun. Çünkü sen, bu yüzden yaşıyorsun kanı bozuk.’’ dedi, adamın gözlerinin içine bakıp. Adamın konuşacak hali kalmadığından sadece, korkakça başını salladı; göz ucuyla bana baktı ya da bakmadı. Asir kolumdan tutup beni çekiştirdiğinde ona itaat etmekten başka çarem yoktu. Fakat düzgün yürüyemiyordum, hala ayaklarımın altı yanıyordu. Topalladığımı fark edince duraksadı ve göz ucuyla bana baktıktan sonra hafifçe eğildi; bacaklarımın altından geçen elini, ardından sırtıma yerleşen diğer elini hissedip aniden havalandım. Yerle ilişiğim kesildiğinde beni tutan sadece onun kollarıydı. Gücüm kalmadığından dolayı ve canım yandığı için sesimi çıkartmadan başımı boynuna gömdüm. Onun sayesinde ilerledik. Hissizliğin kıyısında, korkunun ve şaşkınlığın pençelerinden kurtulduğum vakit, onun kucağında ilerlemekten memnunluk duydum. Ölmemiştim. Yaşıyordum ve bu an için her ne olursa olsun, içimden Tanrı’ya şükrediyordum. Kabuhan kalesinden çıktığımızda, geride kalan sadece yarım kalmışlıklardı. Sert omzuna çenemi yaslayıp geride kalmış moğoz yığınlarına; artık yıkılmış ejderin başına ve görkemliliğini yitirmiş yıkık dökük binaya baktım. Ortalık sessizdi. Krasa bir gün, bar tezgahının arkasında sarışın kıza şunu söylemişti: ‘’Kaosun ardında mutlaka sessizlik olur.’’ Duyduğum sessizlik, tam da kaosun getirdiği acının içindeydi. Soğuk beni avuçlarken onun sımsıcak kolları arasında yarı üşüyor, yarı üşümüyordum. Beni hiç zorlanmadan tutup yürüyordu. Öfkeliydi ve öfkesinin az önceki katliamdan kalan küller olduğunu biliyordum. O yüzden hiç sesimi çıkarmadım. Aniden duraksayınca çenemi omzundan ayırıp çene hattına, ardından yeni çıkmış sakallarına; sonra kızıl gözlerine baktım. Bakışlarıyla karşılaşır karşılaşmaz içten içe irkilmiştim, o çoktan bana bakıyordu ve bakışları hiç de yumuşak değildi. Burnunu boynuma aniden gömdüğünde nefesim kesildi ve göğsüm, sert göğsüne sürtündü. Burnunun soğuk ucu, yakınlığından dolayı cayır cayır yanan boynumda yukarı doğru sürtünerek çıktığında dudaklarımın arasından şaşkınlıktan doğan titrek bir nefes bıraktım. ‘’Ne kokuyorsun lan?’’ dedi, kaba bir sesle. Değişen sesi, onun Erkan’a ait olduğunu düşüneceğim kadar kalın, derinden gelmişti. Omuzlarını tutan parmaklarım sımsıkı şekilde etine battı, ‘’Ne?’’ dedim fısıldayarak. ‘’Anlamadım.’’ ‘’Yağmur bir türlü sakinleşemiyorum çünkü kokun yok. Karanfil değil, başka bir şey kokuyorsun.’’ dedi, yüzünü buruşturarak. ‘’Yanık değil. Birinin kokusu sinmiş.’’ der demez boğazından kopan vahşi hırıltıyı duyunca kan ter içinde kaldım. Bana yakınlığı, burunlarımızın neredeyse birbirine değecek olması ve sadece dudaklarımızın arasında gidip gelen yaşam özü sayesinde zaten utancın dibini yaşıyordum; bir de elimi ayağımı karıştıracak o hırıltıyı duyunca ne yapacağımı şaşırmıştım. Ellerimi endişeden dolayı omuzlarına iyice bastırdığımda kafasını kaldırıp derin nefesler almaya başladı. Sırtı aldığı nefeslerle hareket ediyor, omuzları kasılıyordu. Derin soluklarını buradan duyuyordum, Erkan’ın değil de Asir’in öfkesinden bu kadar korktuğuma şaşırdım. ‘’Zack veya Alas…’’ dedim mırıldanıp. Başını öyle bir eğip dişlerini öyle birbirine bastırdı ki başı kopacak ya da dişleri yerinden sökülecek sandım. ‘’Ne alaka lan? Dokundular mı?’’ dediğinde sakinleşmek için beni ulu orta yere eğilip, tüm öfkesine rağmen karların üstüne nazikçe bırakmaya özen gösterdi. Ne olduğunu şaşırdım ama kalçamdan yukarı yükselen soğukla anında titredim. ‘’Yok… Yani Zack beni kaçırdı. Alas…’’ dediğimde, ‘’Alas da beni oraya kapattı.’’ dediğimde Alas’ın yaptıklarını söylememe kararı aldım. O kadar öfkeli bakıyordu ki, gözlerindeki dönen ateşin avuçlarına bir cehennem topu olarak düşeceğinden endişelenmiştim. Kabuhan kalesini yıkmıştı, ama söyleyeceğim şeyle tüm Kabuhan’ı yakacağından emindim. ‘’Anlat.’’ dedi bana sesini boğukça, derinden yükseltip beni korkutmamak için ayrı bir çaba sarf ederken. ‘’Her şeyi. En ince ayrıntısına kadar. Yağmur anlat ki, ben delirmeden önce, içimdeki bu öfke dinsin ve orada çıkardığım katliamın bir amacı olsun.’’ dedi ve gözlerimin içine ciddiyetle bakıp devam etti. ‘’Anlat ki, bunun senin hatan değil de onların hatası olduğunu bilerek rahatlayayım.’’ Gözlerimde aniden biriken yaşlarla suratından aldığım gözlerimi karın üstüne çevirdim ama bu kötü bir fikirdi, akmak üzere olan gözyaşımı görse daha çok delireceğinden gözyaşım yanağıma devrilmeden göğe doğru baktım. Biraz olsun kendime gelirken tekrar ona baktım, ‘’Bu nasıl benim suçum olabilir ya?’’ dedim boğuklaşmış sesimle. ‘’Kaçırıldım Asir. Ormanda yürüyordum, eve dönüş yolundaydım. Önümü kestiler.’’ Bakışlarına her cümlemde bir kat daha pus indi. Keskin bakışları altında, ‘’Kim?’’ dedi sesindeki ölümcül tınıyla. ‘’Alpaslan, Akira… Kızıl bir kız vardı. Sonra tanımadığım biri daha vardı, Zack diyorlardı.’’ dedim sıralarken. Kafasını sallarken o kadar sakin görünüyordu ki öfkesinin patlamasını istedim, patlasın da bir daha başını belaya sokmasın istedim. ‘’O kızılı biliyorum. O yoktu. Alpaslan öldü. Akira da öldü. Zack’i de öldürdüm.’’ dedi, hayali ölüm çetelesi varmış da isimlerin üstünü çiziyormuş gibi sayıklarken. ‘’Sen normal bir ruh halinde misin şu an?’’ dediğimde sesimdeki şaşkınlığı es geçti. ‘’Sanırım sana dokunanları öldürdüm. Az önceki o herif hariç, gerçi…’’ dediğinde sözünü kesip, ‘’Asir! İyi misin sen ya?’’ dediğimde başka yere odaklayıp sesli düşündüğünü son anda fark etmiş gibi sesimle irkilerek bana baktı. Kaşları hala çatıktı. Rüzgar saçlarını dağıtıyor ve kot ceketinin yakalarını uçuşturuyordu. ‘’İyi miyim?’’ dedi boş boş. Gözlerinden o kadar korktum ki, az önce Alas’ı onun öldürmediğini, daha çok bilinçaltı kapalı olduğundan Erkan yapmıştı, bilsem de korkmazken şimdi bakışlarından ve ruh halinden korkuyordum. Benim de normal olduğum söylenemezdi. ‘’Gayet.’’ dedi kendi kendine sorusunu, yine içi boş bir kavuğu andıran sesiyle. Dümdüz bana bakarken, ‘’Sen?’’ Şaşkınlıkla araladığım gözlerimi üstüne diktikten sonra bakışlarımı aşağı inanamazcasına indirirken kaşlarım yukarı kalkıp indi, İblis alt dudağını ısırmış bir ona bir bana bakarken kafasını iki yana sallıyordu. ‘’Hapı yutmuş Toprak.’’ Öfkesini o kadar yoğun hissediyordum ki, içinde bir ateş parlamıştı ve o ateşe o kadar yakın duruyordum ki beni de yakıyordu. Kaleyi yıkması ve Alas’ı öldürmesi yeteri kadar başımıza bela açacaktı. Artık kimse benim Kraliçe olmadığıma ya da en azından önemli biri olmadığıma inanmayacaktı. Kafamı aniden kaldırıp kızıl bir taş misali parlayan gözlerine tutunarak, ‘’Nihayet delirdin mi sen?’’ dedim bu düşüncelerle boğuşurken. Kaşlarını çatıp tekrar düzleştirirken söylediğim cümleyi hazmetmeye çalışır gibi görünüyordu. Bir şey söylemedi ama devam ettim, sessizliğinden korkmalı mıydım? ‘’Alas’ın kafasını gözümün önünde kopardın! Yetmediği gibi kaleyi başlarına yıktın, tek bir vampir bile bırakmadın. Sonra geçmiş karşıma, öldürdüğün insanların çetelesini tutuyorsun normal bir şekilde! Cidden Asir, delirdin mi sen?’’ İblis dudaklarını büzüp tartışmamızı sessizlik içinde dinlerken ilk defa bir kavgadan hoşnut değildi. Zevk almıyordu. ‘’Delirdim.’’ dedi, kafasını asabice sallarken. Gözleri hala kızarıktı, kıstığı gözlerini üstüme dikip sırtını hafifçe eğip benim renkli gözlerime baktı. ‘’Bana bak, Erkuran. Kaç asırdır seni beklediğimin farkında mısın? Kaç asırdır aklımı kaçırmış gibi, nefes almayı unutmuşum gibi dolaştığımın farkında mısın? Sen toprak altındayken, sen gözlerimin önünde ölmüşken ve ben hiçbir şey yapamamışken; sadece bunun çaresizliğini asırlardır, her dakika her saniye çekmişken karşıma geçip bana bunu mu söylüyorsun?’’ Kaşlarını çatıp başını salladı, gözleri yakalarımdan tutup beni sarsıyor; sözleri beynime kazınıp duruyordu. Kirpiklerim titredi, yutkundum. ‘’Delirdim.’’ dedi, fısıldayarak. ‘’Ama sen tüm bunların farkında olmadığından soruyorsun. Yoksa sormazdın.’’ Boğazım düğümlenmiş gibi tekrar yutkundum, neler söylüyordu? Bugün o kadar çok şaşırmıştım ki, beni o kadar çok şaşırtmıştı ki ona ne tepki vereceğimi de ne söyleyeceğimi de bilemez hale düşmüştüm. Aklımı durduruyordu. ‘’Ölecektin lan.’’ dedi sadece, acı bir gerçeği fısıldayarak. ‘’Ölecektin.’’ Buz gibi bir sesle, ‘’Evet.’’ dedim, soğuk kalçamı uyuşturduğunda artık yerden kalkarak. Kalkmamı seyrederken sessiz kaldı. Kalçamdaki karları elimin avuç kısmıyla hafifçe temizlerken de ondan gözlerimi ayırmadım. Ayaklarımın altı soğukla mücadele ederek yine sızladı. Fakat oralı olmadan kollarımı göğsümde birleştirip içimdekileri kustum. ‘’Sen neredeydin? Geçmişte yaşanan andan ne farkı var, şimdikinin? Gözünün önünde olmayışı mı? Seni günlerdir orada bekledim. Neredeydin?’’ Bana öyle baktı ki, keşke kusmasaydım. Bana öyle baktı ki, keşke onları söylemeseydim de içimde bir ur haline dönüşüp beni yiyip bitirseydi. Öyle bir baktı ki, bakışından bu kadar etkileneceğimi ve kırgınlığını hissettiğimde, benim de kırılacağımı bilemedim. Yutkundum. Geri dönüş yoktu. Ağzını araladığında içimde olan öfke o kadar çiğdi ki, Alberto’nun söyledikleri de sanki zihnime tepeleme doluşmuştu. Öfkelendiğimde korkunç bir dilim oluyordu, gerçekten öfkelendiğimde gözüm öyle bir kararıyordu ki bazen sevdiklerime dilimle zarar veriyordum. İstemeden. Ondan önce davranıp kelimeleri boğazına dizdim. ‘’Geçmişte de Te’raelyn öldüğünde hiçbir şey yapmamıştın değil mi?’’ Canını yakmak istercesine bastırdım. ‘’Yapmamıştın.’’ Kirpiklerini kırpıştırarak, kızarmış gözleriyle bana bakarak yutkundu. Yüzündeki afallama bana gerçeklerin bunlar olmadığını söylüyordu. Yine de durduramıyordum kendimi. ‘’Bendeki salaklık ki, sana burada gelmiş hesap soruyorum.’’ dediğimde ağzı bu sefer hafif aralık kalmış, söylediklerime inanamaz halde kaşlarını çatmakla çatmamak arasında bir yerde kalakalmış beni dinliyordu. İblis ikimize de bakarak, ‘’Toprak…’’ dedi ama ben almış başımı gidiyordum. Sadece onun gözlerine bakarak içimdeki tüm öfkeyi de, kini de, hayal kırıklarını da kelimelerle dökmeye devam ettim. ‘’Salaklık bende, çünkü bana gerçekten değer verdiğini sandım. Düşmanlarına karşı benim için diklenirken ne kadar da cesursun Asir! Te’raelyn’ı, sevdiğin kadını kurtarmamışken, yeni doğmuş ve sadece onun yüzünü almış beni mi kurtaracaktın?’’ dedim, sesim sonlara doğru hayal kırıklığıyla içime kaçarken. Çenem titredi, yüzüm hissettiklerimin etkisiyle cayır cayır yanıyordu. ‘’Salaklık bende.’’ dedim tüm hayal kırıklığımla fısıldayarak. ‘’Sen harbiden salaksın.’’ dedi bozuk bir sesle. Gözlerimin içine sertçe bakarken söylediği kelime beni dumura uğratsa da, dişlerimi birbirine bastırıp dilimin ucuna gelen küfrü geri gönderdim. Zoraki. ‘’Ve az önce söylediklerinle,’’ dedi zorlanmış bir ses tonuyla benimle konuşması kalbimi kırsa da gözlerimi bile kırpmadan, dümdüz suratına baktım. ‘’Hiçbir açıklamamı hak etmiyorsun.’’ Çenesi son anda titrese de ifadesiz maskesini öyle ustaca geçirdi ki, yanımdan bir rüzgar gibi hızlıca geçti ve ilerlemeye başladı. Kokusu benimle beraber geride kalmıştı, burnuma çarpan orman kokusuyla neredeyse ağlayacaktım ve dolmuş gözlerimle İblis’e baktım. O da bana baktı ama ifadesinden bir şey anlayamadım; üzülüyor muydu yoksa şaşırmış mıydı emin değildim. Belki de içten içe seviniyordu? Emin değildim. Kadehini elinde döndürüp arkasına yaslandı ve kaşlarını kaldırıp indirirken; söyleyecek bir şeyi kalmamış gibi sesli bir şekilde iç çekti. Geriye dönüp Asir’in uzaklaşan sırtına baktığımda, ki hala benim için yavaş yürüyordu bana kalırsa çünkü onun hızına yetişemezdim, pişmanlıklarımı orada görmüş gibi oldum. Boğazıma dizilen yangın orada bir süre asılı kaldı, dolan gözlerimle görüşüm bulanıklaşırken ağlamamak için dilimi ısırdım ve ilerlemeye başladım. Geride kocaman ayaklarının izleri kalıyordu ve yeni başlayan kar üstüne yağdıkça zamanda siliniyordu. Elini kaldırıp Erkan’ın dikleştirdiği saçlarını asabice bozdu; karman çorman olan saçlarının üstüne yağan karın taneleri döküldü. Kah topallayarak kah acı çekerek ilerlemeye devam ederken hiçbirimiz konuşmuyorduk. İlk defa zihnim bu kadar sessizliğe gömülmüştü. Çevremizdeki gürültüler karın etkisiyle yok olmuştu, havada sadece rüzgarın arada çıkan keskin ıslığını duyuyorduk. Birden duraksayınca ben de duraksadım, aramızda birkaç metre vardı sadece. Omuzları inip kalkarken, derin derin nefes aldığını görüp öylece bekledim. Birden omzunun üstünden bana keskince dönüp baktı, bir şey söyleyecek sanmamın etkisiyle kalbim hızlıca çarptı. Yarası tekrar alnına düşürdüğü saçlarıyla kapanmıştı. Fakat hala yüzünde kurumuş kanlar vardı. Onun yerine bir süre gözlerimin içine sertçe, buzdan bir duvar gibi bakarak, ‘’Yürüyeceğiz.’’ dedi. Onun yanına sessizce yaklaşmaya başladım. Beni gözleriyle yiyip bitirmek istercesine bakıyordu, ‘’O yüzden Kabuhan’ın ana caddesine gideceğiz; ondan sonra birkaç parça eşya alıp devam edelim. Yolumuz uzun.’’ diye devam ettiğinde kafamı salladım. ‘’Arabayla gelmedin mi?’’ dediğimde bana aptalmışım gibi küstahça baktı. Gözlerimi neredeyse devirecektim ama onun yerine, ‘’Yok geldim,’’ dedi dümdüz. ‘’Şu ötede.’’ dedi başparmağıyla hızlıca omzunun üstünden geriye gösterip. Yüzü kanlarla kaplı olmasına rağmen bu kadar soğuk ve düz şekilde benimle dalga geçerken, ‘’Geri zekalı,’’ dedim ters ters suratına bakarak. ‘’Salak.’’ dedi o da, çocukla çocuk olmuş gibi. Gözlerimi öfkeyle kıstığımda, o da aynı şekilde karşılık verdi. Ayağımın altındaki sızıyı bile unutmuştum bir anlığına. ‘’Bana salak deme.’’ dediğimde, kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi ve ‘’Ben demedim. Az önce kendine sen dedin. Birkaç defa hem de. Ben tasdikliyorum sadece.’’ ‘’Aptal.’’ dedim tekrar, ters bakışlarımı bir an olsun suratından çekmezken. Kafasını iki yana salladı ve ciddiyet ve sakinlikle, ‘’Bu bitmeyecek…’’ dedi ve ekledi, ‘’Salaklığın dışında.’’ ‘’Tokadı yersin.’’ ‘’Yemem mi?’’ dedi, soğuk bir alayla dönerek. ‘’Yanağım neden sızlıyor diyordum ben de.’’ dedi fısıldadıktan hemen sonra ilerlemeye başlarken. İblis’in bıyık altı gülümsediğini fark ettiğimde ona olan bakışlarımı sonradan fark etti, o yüzden dudaklarını büzüp gülümseyişini saklamak istercesine kadehinin içine kaşlarını çatarak baktı ve ‘’Tadı değişmiş bunun sanki…’’ deyip mırıldanarak yudumladı. Garipleşen surat ifadesine bön bön bakıp pes ederek önüme döndüm. ‘’Arabayla gelmediğin için geç kaldın demek ki.’’ dedim manidar bir sesle. Geçiştirircesine, ‘’He…’’ dedi uzatarak Asir, önümden ilerlerken. ‘’Neden aklıma gelmedi acaba lan araba almak? Dur bir dakika,’’ dedi duraksayıp. O durunca ben de tekrar durdum. Bana kaşlarını kaldırarak dönerken yüz ifadesi aniden komiğime gitse de dümdüz bir suratla yüzüne bakabilmeyi başarmıştım. ‘’Erkan’ı çağıracak kadar kontrolümü kaybettiğimden olmasın sakın?’’ dedi, öfkeden yoksun düşünceli bir ifadeyle kaşlarını çatarak. ‘’Ya da dur, sen buna da inanmazsın şimdi. Bir şey demedim.’’ Gözlerimi kıstım. ‘’Trip mi atıyorsun?’’ İlerlemeye başlayınca ben de onu yarım yamalak takip etmeye devam ettim. Geniş sırtının üstünde duran kaval kemikleri, yürüdükçe önümde kıpırdanırken ‘’Hayır, ben trip atmam.’’ dedi keskince. ‘’Sadece kırgınlığımı ve kızgınlığımı, sana zarar vermeden nasıl dışa yansıtırım ona çabalıyorum. Kendimle mücadele seansım gibi düşün.’’ Bana bakmadan söylediği cümlelerle ilerlerken, dudağımın kenarı yukarı kıvrılır gibi oldu. ‘’Çocuk gibisiniz ha.’’ dedi İblis, tuhaf bir ifadeyle ikimizi de süzerek. ‘’Gerçekten.’’ Bir süre ilerledik, her bir adımımda acı çekiyordum ve acı beynimi rahatlatıyordu. Tezat şekilde. O yüzden geride kalan olayı daha sağlıklı ve iyi bir ruh halinde düşünüyor, düşündükçe de sinirimi atlatıyordum. ‘’Özür dilerim,’’ dedim mırıldanarak. Asir yine duraksadı, sayamadığım kadar çok duraksamıştı. Bir süre benden tarafa dönmedi, kendiyle gerçekten mücadele ettiğini düşündüm. Sonra göz ucuyla omzunun üstünden bana baktı, ‘’Duyamadım?’’ dedi tek kaşını kaldırarak, ciddiyetle. Duyduğunu biliyordum. Bayık şekilde ona bakarken birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım, ‘’Özür dilerim.’’ dedim tekrar gocunmayarak. ‘’Az önce söylediklerim için.’’ ‘’Ve?’’ ‘’Ve ne?’’ dedim asabice. Özür dilemiştim yetmemiş miydi? ‘’Kendini gözümde bu kadar değersiz gördüğün için de özür dilemelisin. Hem kendinden hem de benden.’’ Sonra beklercesine bana dik dik bakınca, yüzüne gözlerimi kısarak bakıp süzdüm. İblis bayık gözlerle ona bakarak, ‘’Bu da bulmuş bunuyor.’’ dedi kendi kendine. ‘’Önce yüzünü temizle.’’ dedim söylediklerini es geçerek. ‘’Kan içinde her tarafın. Çok korkunçsun.’’ Gram korkmuyordum. Elinin tersiyle silip eline baktı ama kurumuş kan yine geçmemişti. ‘’Caddeye ineceğiz,’’ dedim iç çekerek. ‘’Düzgünce temizleyeceğin bir yere gidelim. İnsanlar ihbar edecek sonra.’’ Dudağının köşesi kibirle karışık bir küçümsemeyle kıvrıldı, bana kıstığı gözlerle bakarken kendimi içten içe aptal bile hissetsem nasıl bu kadar çekici olduğunu düşünüyordum? Gerçekten aptaldım. ‘’İnsanlar hiçbir şey yapamaz.’’ dedi, ‘’Özellikle bana.’’ Kollarımı göğsümde kavuşturdum, ‘’Egonu bir kenara çeker misin?’’ Alayla kurduğum cümleye hiç aldırış etmeden devam ederek cevapladı, ‘’Çünkü bana bakmazlar. Bakmaktan korkarlar.’’ Derin bir nefes verdim, ‘’Olsun, yine de…’’ Lafımı kesip ‘’İyi.’’ dedi soğukluğa devam ederek. ‘’İyi.’’ dedim ben de bastırarak ve önden ilerlemeye başladım. Ayaklarım nasıl bir büyünün etkisinde kaldıysa hala sızlıyordu ve acısı artık dayanılmaz olmaya başlamıştı. Su topladıklarından emindim, yürüdüğüm yerler karın soğukluğunu taşıyordu ve ben ateşin kucağında dans etmiştim. Asir tüm bu zaman boyunca acımı hissetmiş olmalıydı fakat söylediklerim o kadar canını yakmıştı ki durmaya takati bile kalmamıştı; şimdi ise durmuş, gözünün ucuyla hareketlerimi takip ederken sürekli ayaklarıma bakıyordu. Yanından geçecekken bileğimi parmaklarıyla tuttu, ardından hafifçe eğilerek bir elini bacağımın altından diğerini belime koyarak beni havaya kaldırdı. Ani yükseklik parmaklarımı omzuna geçirmeme neden oldu, o bundan etkilenmeyerek yürürken sesimi çıkartmıyordum. Artık kanın yanağında kuruduğu tarafa bakarak, elimi kaldırıp düşünmeden parmağımın ucuyla yanağına sürttüm. Ben baş parmağımı yumuşak tenine sürterken çaktırmadan afallamıştı, zaten afalladığında da gerçek yüzüme çarpmıştı. Ben ne yapıyordum ya? İblis bön bön yüzüme bakarken, ‘’Tamam,’’ dedi harfleri uzatarak sanki uzun bir kabullenişi kendi içinde hallederken. Kaşlarını düşünceli şekilde çattı, ‘’Seni öpmüş olabilir, bir şeyler hızlı gidiyor olabilir falan… Anlarım.’’ dedi ve bana göz ucuyla memnuniyetsiz bir ifadeyle, ‘’Ama anne rolü için fazla erken değil mi sence de?’’ Daha sonra ona göz ucuyla bakıp, ‘’Ya da geç?’’ dedi kinayeyle. İblis konuşurken duraksadığımızı çok geç fark etmiştim, baş parmağım hala Asir’in yanağındaydı ve hareketsiz duruyordu. Göz ucuyla yüzümü incelerken, kızıl gözlerinin içinin parladığını ama suratının bu kadar parlamaya nasıl ifadesiz kaldığını şaşırarak takip ettim. Kaşlarını çatıp hızlıca düzeltti, sanki doğru kelimeleri arıyormuş gibi düşünerek dudaklarını aralamışken, ‘’İblis her şeyi söyledi zaten. Sana gerek kalmadı.’’ dedim dudaklarımı birbirine bastırmadan önce. Kafasını memnuniyetle sallarken, bir yandan da gizli bir tebessümü saklıyordu dudaklarında. Ardından ifadesizce, ‘’Teşekkür edecektim,’’ dedi mırıldanarak; gerçek bu olmasa bile. Başparmağımı hafifçe çektiğimde ise yürümeye devam ederken, ‘’Geçti mi?’’ dedi fısıldayarak. Yanağındaki geçmek üzere olan lekeye baktım. ‘’Bir kısmı, geçmek üzereydi.’’ ‘’Devam et. Sana az önce söylemedim ama burada su bulamam Rea.’’ İblis acıyan gözlerle ikimize bakarak kafasını iki yana salladıktan sonra kadehinden yudumladı. Umursamadan başparmağımla silmeye devam ederken utandığımdan değil de, onun sıcaklığından dolayı yanaklarıma utancın basıncı bindi. Kulaklarımın uçlarına kadar kızardım. Yine de yaptığım harekete devam ettim. Büyük bir kısmı yüzünden silindiğinde elimi çekip diğer omzuna indirdim tekrar. Beni hiç zorlanmadan taşıyor olması içten içe hoşuma gidiyordu. Tüy taşıyor gibi normal yürüyor, tökezlemiyordu bile. Başka bir yöne saptığımızda, ‘’Gerçekten yürüyecek miyiz ya?’’ dediğimde sesimdeki yakarışa göz ucuyla ters ters baktı ama cevap vermedi. ‘’Seni de iyileştirmenin yolunu buluruz o sırada.’’ dedi, ses tonu daha sakin ve ciddi çıkıyordu. ‘’Şifa cadıları var burada. Kabuhan o kadar güçlü bir yer değil. Havası sebebiyle hasta olup neredeyse ölecek olan, savaşta yaralanan çok sayıda kişiler buraya geliyor.’’ dedi bana bedava bilgiler vererek. ‘’Her şeye gücünüz yetiyor ama ölüm size de uğruyor.’’ İblis ilk defa yol boyunca söylediğim bir söze tepki gösterip gülümsedi. Asir’in de ilk defa yol boyunca dudağının kenarı kıvrılsa da bu sevimsiz, soğuk bir gülüştü. ‘’Herkese olduğu gibi.’’ dedi. Birden Eski M’rice konuşunca onun geldiğini sanıp kalbim tekledi. Bu değişime pek de oralı olmuşa benzemiyordu ya da fark etmedi. ‘’Dratres os freyea zedur; taryes igonas ustyra im dratres. (Ölüm her canlıya yaklaşır; yaşam, ölümü öldüren tek şeydir.)’’ Kalın sesinin çıkardığı harflerin senfonisi o kadar muhteşemdi ki, bu dilde saatlerce hatta günlerce konuşsa onu dinleyebilirdim. ‘’Bu neydi?’’ dedim gülümsemeyle. Kollarının arasında o kadar sımsıcak duruyordum ki, onun bedeninden yayılan ateşin ısısı vücuduma enjekte oluyor ve beni fırının içine atmışlar gibi buhar ediyordu. Çok rahat tutuyordu, asla tökezlemiyor veya beni kucağından kaydırmıyordu. Boynunu saran kolum, geniş omzu yüzünden uyuşsa da sesimi çıkartmadım ve kolumu daha sıkı boynuna sardım. ‘’Eski bir yazılı kuraldan birkaç cümle.’’ Göz ucuyla baktı, ‘’Anladın mı?’’ Kafamı salladım, ‘’Ölüm her canlıya yaklaşır; yaşam, ölümü öldüren tek şeydir.’’ dediğimde hem kaşlarını takdirle kaldırdı, hem de dudaklarının kenarlarını beğeniyle aşağı indirip düzeltti. ‘’Güzel.’’ dedi, ‘’Bu kuralı sen koymuştun, yeniden doğmuş olsan bile bunu unutsaydın çok büyük dalga geçerdim.’’ Karşı tarafa bakarken bir de bıyık altı gülümsedi. ‘’Gerçekten ben mi koydum?’’ dedim şaşkınlıkla. Birden ‘’Hayır.’’ dedi ciddiyetle. Aklım birkaç saniyeliğine karıştı, afalladım. Benimle bu kadar kolay alay ediyor oluşuna gözlerimi kısarak tepki verdikten sonra, beni fark etmeyince omzuna bir kez hafiften geçirdim. Bıyık altı gülümseyişi sırıtışa döndü ve yanak kasları gerildiğinde ortaya sempatik denilecek bir ifade çıktı. Gülümseyip göz devirdim, kısa süre sonra bir yerden kalabalığın uğultusu geldiğinde aklıma da bir fikir düşmüştü. ‘’Neden taksi gibi bir şey tutmuyoruz?’’ ‘’Çünkü bizim o tarafa orman dışında hiçbir yerden gidilmiyor, ayrıca hadi ormandan geçebildiler diyelim; yollar hem karlı hem gizli buz var. O kadar uzun ve tehlikeli bir yola kimse çıkmak istemez.’’ Sakin sakin bir şeyi analiz ediyormuş gibi ‘’Olay bu değil,’’ dedi İblis, ‘’Az önce neredeyse ölen birine göre, neden bu kadar sakin olduğunu artık konuşabilir miyiz Toprak?’’ ‘’Sonra.’’ dedim her şeyi sonraya erteleyerek. İlla ki yolda bu konu tekrar gündeme gelecekti ve ben bu konuyu şu an konuşmak istemiyordum. Buna ne gücüm ne de söyleyecek bir şeyim vardı. İblis sonraya ertelendiği için kibirli bir ifadeyle kaşlarını çatıp dudaklarını büzdü, sonra ifadesini bozup gözlerini devirerek boş verdi ve kadehinden yudumlayıp yolu izlemeye başladı. Burası havası kadar soğuk bir yerdi. Renksiz binalar ve çoğunlukla gri betonlar caddeye farklı bir hava getirmişti. Sadece kışın dayanacak ağaçlar yolların kenarlarına dikilmiş, beyazların çevrili olduğu ortamda renk katan tek şey olmuşlardı. İnsanları da soğuk görünüyordu, asık asık suratlar veya düşünceli ifadeler yanımızdan geçip gidiyor; kuru kalabalıktan dağılan sesler bile neşeli bir şekilde yükselmiyordu. Burası Huysuz’ların olduğu kasabadan daha farklıydı. Bazı insanların bakışları Asir’in kucağında olduğum için bize kayıyordu fakat pek ilgileniyor gibi görünmeden geçiyorlardı. Bazısı Asir’i tanıyor, korkuyla başka yere dağılıyor; bazısı tanısa da ona apaçık bir nefret veya kinle bakıyordu. O bakışların kısmi hedefi de ben oluyordum. ‘’Vay, çok cana yakınlar.’’ dedi İblis iğnelemeyle. ‘’Gözlerim yaşarıyor bu sevgiden.’’ ‘’Aldırma.’’ dedi Asir, mırıldanarak. ‘’Kimse bir şey yapamaz.’’ ‘’Aldırmıyorum zaten.’’ Cevabımdan memnun olmuşçasına iç çekti, ‘’Önce tanıdığım bir şifa cadısı var, ona gidelim.’’ dedi. ‘’Aslında iyi sayılırım, toparlandım gibi.’’ dediğimde ‘’Olsun.’’ dedi. ‘’İçim rahat eder.’’ Bir süre söylediğini algılayamadığım için kafamı boş beleş salladım, ardından aniden şaşkınlıkla ona döndüm. O da ne söylediğini fark etmiş olmalı ki çaktırmadı ama boğazındaki hayali pürüzü temizleyip, ‘’İçimiz…’’ dedi kıvırarak. ‘’İblis’in de rahat eder.’’ İblis ikimize tuhaf tuhaf bakarak, omuzlarını kaldırıp indirdi ve ‘’Aslına bakarsan umursamıyorum.’’ dedi, apaçık bir dürüstlükle. Sonra aklına bir şey gelmiş gibi aniden dikleşti, ‘’Lan bu tutumunu, kızımın dudağına yapışmadan önce de gösterseydin ya! Puşt!’’ Elindeki kadehi sağa sola salladığında birkaç kırmızı damla zemine düştü, ‘’Bunu unutmayacağım!’’ dedi çıldırmış gibi yüzüne sertçe bakarak. Ben de unutmayacaktım. İlk öpücüğümdü. Hiç bilmediğim bir evrendeki eski eşime, korkusuzca ve teslim olarak vermiştim. Kelimelerin uçları yandığında bir kitap yarım kalırdı. Kelimeler dudaklardan döküldüğünde bir kalbi deşer, bir yarayı kapatırdı. Kelimelerin böyle bir gücü vardı. Ben ise Erkan’ı gördüğümde en kötüsü oluyordu; tüm kelimeleri unutuyordum. Hissizleşiyordum ve bir yandan da uçları yanan kelimelerin nefesiymişim gibi hissediyordum. Beni öptüğünde dudaklarımda hissettiğim o baskı beni yaşama iten diğer bir neden olmuştu. Öylesine bir dokunuş kalbimin altındaki kurak toprakları canlandırmaya yetmişti. Ben sevilmenin nasıl bir şey olduğunu bilmezdim, kalbim bunun ıstırabıyla atar dururdu. İblis’imin beni sevdiğini biliyordum ama hissedemiyordum. O her zaman benimleydi, gidecek bir yeri yoktu. Kapıyı üstüme kapatır sonra tekrar gelirdi çünkü buna mecburdu. İnsanlarsa her zaman gitmeye meyillilerdi, ben Erkan’ı itmek istedikçe ona çekiliyordum. Sanki Erkan da benden gitmiyordu. Sanki diyordum çünkü uzun zaman önce, beni öpmeden zamandan önce, lav gözlerinde yatan cesetlerin soğuk bedenlerini gördüm; onun gözleri bundan dolayı donuk bakıyor olmalıydı. O nasıl bir adamsa ruhunda o göstermedikçe hiçbir şey göremiyordum. Ruhların bedenleri bir insanın gözlerinin aynasında görünürdü ve Erkan’ın gerçek bir ruhu olduğunu şimdi anlamıştım. Benim için cehennemden bir parça düşmüş gözlerinin tam ortasında büyüyen çukur kadar net bir ifadeydi. Erkan, Asir’in en gerçek ve en tehlikeli tarafıydı; çünkü mantık denen şey Erkan’da yoktu. Erkan tamamen duygusal, duygularıyla hareket eden bir içgüdüden ibaretti. Beni görür görmez Asir’in tutumu belki beni teselli etmek olurdu ancak öpmek olmazdı; onu durduran bir şeyler vardı. Fakat Erkan onun yapamadıklarını cesaretle yapıyor, onun adım atmaya korktuğu şeyin üstüne basıp çekinmeden adım atıyordu. Belki de Erkan’a Asir’den daha çok güvenirdim, çünkü o bana ihanet etmeyecek tek tarafı, tek benliğiydi. Ben düşüncelerimle boğuşurken bir dükkanın önünden geçip ara sokağa saptık. İzbe bir yerde, küçük bir dükkanın önüne geldiğimizde Asir duraksayıp kapıyı ayağıyla itti. Kapının üstündeki zil sallanarak uğursuz bir ses çıkarttığında bir kadının, ‘’Asir?’’ dediğini duydum. Şaşırmış görünüyordu. Aniden konuya atlayarak, ‘’İyileştirmen gereken biri var.’’ dedi Asir, mesafeli bir sesle. Kadına gelişigüzel bakmış gibi görünmüştüm ama zihnimde tüm portresi, duruşu ve kişiliği kazınmıştı. Çok güzel bir kadındı. Su gibi berrak bir cildi, mavi ve ışıl ışıl bakan gözleri; altın sarısı parlayan bukle saçlarıyla çok güzel bir kadındı. Soluk tenini renklendirmek için hafif makyaj yapmıştı, benimle aynı boylarda sayılırdı. ‘’İçeri gel lütfen.’’ dedi samimi bir gülümsemeyle. Benimle değil, onunla ilgileniyordu. ‘’Seni görmeyeli uzun zaman oldu.’’ ‘’Merhaba,’’ dedim kuru bir sesle. Kadının bakışları beni bulduğunda, ‘’Merhaba,’’ dedi sadece ve kısa sürede gözlerini benden ayırıp tekrar Asir’e baktı. Asir içeri girince tok seslerle beraber beni bir sedir gibi yere eğilerek oturttu. O sırada onun kolunun kenarından, kadına baktığımda gözlerini kısmış bize baktığını fark ettim. Asir ona dönünce ifadesini düzeltmiş, dudağının kenarıyla gülümsemişti. Birden ona doğru yaklaşıp kollarını boynuna sardığında mideme giren krampların haddi hesabı yoktu. Kalbimse, onun üstünde binlerce karınca yürüyor gibi kımıldanıyordu. Asir tek eliyle kadına belinden sarılınca ikisine afallayarak baktım, istemsizce kaşlarım çatıldı. Fazla uzun tutmamıştı Asir, eliyle beraber kendini de çekti mesafeli şekilde. Kadın da kirpiklerini kırpıştırarak ayrıldığında sımsıcak şekilde gülümsedi. ‘’Özlemişim seni.’’ Gözlerimi bayarak kadına bakmaya başladım. Asir geçiştirircesine kafasını sallarken, ‘’Acele et, yola çıkacağız.’’ dedi, olabildiğince soğuk bir sesle. Asir’in bu tutumlarına alışkın olmalıydı ki aldırmadan bana doğru döndü kadın, ‘’İyi görünüyor,’’ dedi beni mavi gözleriyle süzerek. ‘’Nesi var tam olarak?’’ ‘’Ayaklarının altı yandı. Ayrıca sen ismine ne diyorsan… Genel bir iyileştirme büyüsü yap, neredeyse ölecekti.’’ Çocuğuyla hastaneye giden baba gibi doktora bir şeyler anlatıyor, ben de çocuk gibi sesimi çıkarmadan oturuyordum sanki. Bana laf vermeye zamanları olmuyordu ki konuşayım. ‘’Uzanın.’’ dedi kadın bana doğru gelerek. Söylediğini yaparak uzandım, sırtım sedirin yumuşak ve soğuk tarafına baskı uyguladığında kadına aşağıdan tip tip baktım. O da bana pek sıcak bakmıyordu ama umursadığım söylenemezdi. Ellerini avuçları bana doğru dönük şekilde uzatarak anlamını bilmediğim bir şeyler mırıldandı, sanki beni elleriyle tarıyormuş gibi yukarıdan başlayıp ayaklarıma kadar havada hareket ettirirken fısıltılarına devam ediyordu. Avuçlarından yeşil bir ışığın vücuduma akmasını seyrettim, sanki o ışık vücuduma akarken yeni bir güçle geliyordu ve tüm damarlarıma, kanıma karışıyordu. Sımsıcak bir akımın etkisiyle aynı zamanda ferahladım ve taptaze bir şekilde iyileştiğimi hissettim. Kadın, ‘’Fazla bir şeyi yokmuş.’’ dedi ne yaptıysa onu bitirerek. Asir’e doğru sevecenlikle döndüğünde içimde birkaç kımıldanmalar hissettim, kalbimin altında bir şey elleriyle kasıp bırakıyordu sanki. ‘’Bir şeyler içer misin? Yeni bir çay getirdim, tadı çok yumuşak. Hem için ısınır.’’ Dıştan o kadar soğuk ve ifadesiz duruyordum ki kimsenin bu hislerimi anlayacağını sanmıyordum. Beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Ben oturmuş Asir’e tip tip bakarken, o kadına bakıyor ve olabildiğince mesafeli duruyordu. Yüzü hafiften buruştu, düşünürmüş gibi ‘’Çay…’’ dedi burun kıvırarak. ‘’Uzun bir yolumuz var, başka zamana.’’ dedi geçiştirerek fakat geçiştirme cümlesini beğenmeyen bir başka benliğimle göz göze geldik. İblis bendeki değişimi çoktan fark etmiş, bakışlarını üstüme dikmişti; sessizce kömür karası gözleriyle bana bakıyor, neredeyse bıyık altı gülümseyecek gibi görünüyordu. Kafasını yana eğen kadın, ‘’Olsun ya, uzun zamandır göremiyorum. Ne zaman çıktın oradan? Neler oldu, anlat…’’ dedi yumuşak sesle, ısrar ederek. Hala kadının ismini bilmiyordum, ‘’İsminiz neydi?’’ dedim kadına doğru, dönüp. Sesim istemsizce sert çıkmıştı ve ses tonumu ayarlayamamaktan dolayı hem toy hissetmiş hem de kendime kızmıştım. Ortamda bir sessizlik olmuştu, anlamını bilmediğim sessizlikten dolayı gerilmiştim ve gerildiğim zaman bu dışarıya çok net yansırdı. Kadın bana doğru döndü, Asir’e olan sıcak tavrını bana karşı göremedim. ‘’Firea.’’ Boğazımdan bir mırıltı çıkartıp Asir’e döndüğümde kadının kaşlarını çattığını göz ucumla görüyordum. ‘’Uzun yolumuz var demiyor muydun? Gidelim.’’ deyip ayaklandığımda gerçekten yenilenmiş hissettiğimi o an fark ettim. Tamamen iyileşmiştim ve sanki bu tazelenmiş güçle, büyük bir kayayı bile kaldırabilirdim. ‘’Tedavi için teşekkürler.’’ dedim ağzımın içinde; Asir’e yaklaşırken, kadına kısaca bakıp. Asir’in sert koluna hafifçe dokunduğumda parmaklarımın uçlarına aniden ısı yayıldı; midem kasıldı. Ateş parçası gözleri yüzüme tutundu ve bir süre suratımı inceledi. Kadının rahatsız olduğunu fark ediyordum ama elinden bir şey gelmiyor olması, onu daha çaresiz bırakıyordu. Dayanamayıp ‘’Siz kimdiniz?’’ dedi kadın, bana doğru. İlk defa bu ortamda kaile alındığımı hissetmiştim, bu his çok iğrençti. Asir’e bir süre bakarak, ateşten yaratılmış ve dimdik duran harelerine karşılık verdim; sonra derin bir nefes bırakıp kadına aynı üslupla, onun bana verdiği karşılığın aynısıyla, ‘’Evin.’’ dedim kısaca. Kafasını iki yana sallarken, ‘’Yani? Nesi oluyorsunuz?’’ dedi, bıyık altı gülümseyerek. Buzdan farksız sesiyle, ‘’Eşim.’’ dedi Asir, ben konuşmadan önce. Ağzım açık, dudaklarımın arasından çıkamayan harflerin boş nefesi döküldüğünde duyduğumla beraber ona doğru şaşkınlıkla döndüm. Tek şaşırıp dönen ben değildim; İblis ve Firea’da dönmüştü. ‘’Eşin mi?’’ dediler aynı anda. İblis yine çıldırmıştı, ‘’Tamam eşin de, bu bilgi yeni değil de… Eski eşin. Hem her tarafta söylemesen mi ulan acaba?’’ Ben ise ne diyeceğimi şaşırmıştım. Kızıl gözlerinin içine bakarken, onlar yine bana dönük değildi. ‘’Te’raelyn nihayet doğdu.’’ dedi Firea’ya. ‘’Evin ismiyle. Ayrıca kafesten nasıl çıktığımı merak ediyorsan, o bana geldiği için çıktım. Kapımın kilidini açan oydu.’’ Bu bilgi bana bile yeniydi. Nabzım hızlanırken ve beni sıcaklar basmışken bunun Asir’in bedeninden kaynaklanmadığını veya beni iyileştiren güçle bir alakası olmadığını gayet de biliyordum. Kadını kırmamaya özen göstererek, dikkatlice benim kim olduğumu söylemiş ve olabilecek yanlış anlamaların önüne geçmişti; ve yine, kadına aslında içten içe haddini bildirdiğini hissediyordum. ‘’Evin… Te’raelyn mı?’’ dedi Firea fısıltıyla, göz ucuyla da bana bakarak. Şaşkınlığını çok net hissediyordum. Ona soğuk bir şekilde döndüğümde, ifadem nasılsa, kirpiklerini kırpıştırdı ve beni sanki yeniden ve baştan beri ilk defa görüyormuş gibi süzdü. Asir bozuntuya vermeden kafasını salladı, ‘’Başka zamana,’’ dedi. ‘’Gerçekten uzun bir yolumuz var, Firea. Bu arada, Evin’in eşim olduğunu sadece sen biliyorsun. Bunu da sana eski dostluğumuzun hatırına söyledim.’’ dedi son uyarısını yaparak. Kadın bozulsa da oralı olmamışçasına ona gülümsedi, ‘’Peki peki… Anladım.’’ dedi mırıldanarak. Gözlerinde solmuş hayal kırıklarının parçalarını görüyordum, zeminde üstüne basıp yürümeye çalışırken onları saklamaya çalışıyor ama bu onun yarasını daha çok ön plana çıkartıyordu. Üzüldüğümü söyleyemezdim ama Asir’den hoşlanıyor olması da, sadece bu sebeple, onu kötü biri yapmazdı. Sadece bana olan tavırları çok yanlıştı ve bana olan tavırları, Asir’in de bir yerde gözüne batmış olmalıydı. Neşeli olmaya çalışarak, ‘’Öyle diyorsan. Bir dahakine geldiğinde çocukları da getir, onları da özledim.’’ dediğinde Asir, ‘’Haber veririm.’’ derken; ben kaşlarımı çatıp ‘’Çocuklar?’’ dedim mırıldanarak. Asir bileğimi kavradığında tüm düşüncelerim susmuş, bakışlarım oraya kaymıştı. İnce, kemikli parmakları soluk renkli bileğimin üstünde güzel görünüyordu. Beni peşinden sürüklerken onun adımlarına kolayca ayak uydurdum. Kapıdan çıkarken Firea arkamızdan fısıltıyla, ‘’Görüşürüz.’’ demişti. Soğuk yeniden bedenimi ısırdı, baştan aşağı titredim. Elimi ısıtan sadece Asir’in parmaklarıydı ve o da tüm bedenime işlemiyordu. Asir’le birkaç parça kıyafet ve yol için yiyecek içecek aldıktan sonra, büyük bir çantaya koyup yürümeye başladık. Bildiğin kamp çantası gibi bir şey olmuştu. Asir çantayı sırtına almıştı, bu sefer onu taşıyordu. ‘’Kaleye ne olmuş duydun mu?’’ dedi yanından geçtiğimiz biri. Şaşkın bakışlar eşliğinde, Asir’in üstünde hala biraz kan vardı ama herkes bunu hiç fark etmemiş gibi davranıyordu, konuşmalar çığ gibi büyüdü. ‘’Duydum, duydum! O adama da yazık olmuş. Ne hale getirmiş o canavar!’’ Asir’e göz ucumla baktım, ifadesiz bir şekilde yürümeye devam ediyor arada sırada kaşlarını çatıyordu. Sert bakışlarını çevrede dolaştırmıyor, sadece önüne bakıyordu. Herkes sanki birbirinin devamını getiriyor gibi her bir adımımızda fısıltılar bir sohbete dönüşüyordu. ‘’Kim için yapmışlar biliyor musun? Asıl bomba haber bu.’’ ‘’Kraliçe yeniden uyanmış diyorlar.’’ ‘’Hadi oradan!’’ ‘’Belki o yapmıştır?’’ Bir Kraliçe olarak kaçırıldım, tutsak edildim ve biraz hırpalandım. Yani tezat şekilde benim kellem gidecekti. İçler acısıydım. Tam bir felakettim. ‘’Yok be! Basbayağı o canavar…’’ dediklerinde çoktan kasabayı geride bırakmıştık ama konuşmalar hala kulaklarımıza taşınıyor gibiydi. Asir’in adını söylemekten bile çekiniyorlardı, lanetliymiş gibi. ‘’Gördün değil mi?’’ dedim fısıldayarak. ‘’Bir kaleye saldırman, bizi ne hale düşürdü.’’ İçinde büyük bir sıkıntı varmış da bunu tüm nefesiyle bırakmak istermiş gibi derince bir nefes verdi, ‘’Leva bana sabırlar versin,’’ dedi tezat bir alayla. Kuru bir sesle söylediği şeye kaşlarımı çattım ama ona dönmedim bile; onunsa göz ucuyla bana baktığını hissediyordum. Yüzümden düşen bin parçaydı. ‘’Rea, sen az önce neden gelmedin de beni kurtarmadın diye beynimin etini yemedin mi? Geldim, ortalığı dağıttım, sorumluluğu aldım. Ne istiyorsun?’’ Kar havada süzülmeyi bırakmıştı, ağaçların arasında en büyük ağacın tam önünde durmuştuk. Sırtım ağaca dönüktü. ‘’Ben böyle olacağını bilmiyordum, tamam mı? Alas denilen o adamı…’’ dedim ve zihnime düşen görüntüler bir kez daha kanımı dondurdu; belki o an bir şey hissetmemiştim ve söylememiştim; belki toparlanmam şaşırtıcı şekilde kolay olmuştu ama ben ne kadar üstüne toprak atarsam atayım, duygularım geçmişin örtüsünü yırtarak ayaklarıma dolanıyordu. Benim yakamı bırakmıyordu. Zihnimin karanlık derinlerine gömülecek bir anı olmuştu. Asir kızıl gözlerini vahşice parlattığında sertçe yutkundum, bir adım bana yaklaştığında geri adım atmam bardağı taşıran son damla olmuştu. Şaşkınlıkla gözlerimin içine baktı, sonra beni baştan aşağı süzüp tekrar gözlerime tırmandığında gerçeğin ona bir kez daha acımasızca vurduğunu anladım. Ben eski düşündüğü eşi değildim. Ben Te’raelyn değildim. Ondan bazen korkuyordum. Ağzımı aralayacaktım ama bu sefer hayal kırıklığı dilimi kontrol etmeyecekti, kalp kırıklarım kontrol edecekti. Ne zaman ona bu kadar bağlandığımı, beni boğarcasına üzebileceğini çözememiştim ama o bakışların altında ezildiğimi sanmıştım. Bana izin vermeden kendisi konuştu. ‘’Yağmur,’’ dedi yabancı biriymişim gibi, ismimi söylediğinde bazen bunu bana hissettirebiliyordu. Gözlerimin içine baktı, omzuna aldığı çantanın kayışını parmaklarıyla sıkarcasına ezdi. Sanki ondan güç alıyormuş gibiydi. Konuştuğunda sesi boğuktu, ‘’Sana bir akşam, beraber oturduğumuzda gerçek Asir’i öğrendiğinde yanımda durabilecek misin diye sormuştum. Hatırladın mı?’’ dediğinde aklım o ilk akşama gitti. Bana savaşı anlatmıştı, kendisinin Melez olduğunu söylemişti. Kafamı salladım. O da ciddiyetle salladı. ‘’Gerçek Asir, saatler önce gördüğün Asir’den daha korkunç biri. O gördüğün an var ya,’’ dedi kaşlarını çatarak, ‘’Ondan daha fazlasını, daha vahşisini geçmişte yaptım. Alas’ın kafasını koparan ben değilim ama geçmişte yaptıklarım Alas’ın kafasından daha korkunç olan şeylerdi. Onların hepsini ben yaptım, biz yaptık.’’ dedi biz derken Erkan’ı kast ettiğini düşündüm. ‘’İnsanlar boşuna ismimi anmaktan çekinmiyorlar. İnsanlar boşuna bana canavar demiyorlar. Bir Şeytan gibi, beni anmaktan korkuyorlar.’’ Yutkundum. Bir adım attığında bu sefer tereddütlüydü, o tereddüdü gözlerinde gördüğümde bu sefer geri adım atmamıştım. Kaşlarımın altından ona bakmaya başladım. ‘’Bunları sana son kez söyleyeceğim ve bu konuyu burada kapatacağız; istesen de istemesen de.’’ dedi, bastırarak. Kaşlarımı çatsam da oralı olmadı, gözlerimin içine o kadar mimiksiz ve duygusuz baktı ki ciddiyetini iliklerime kadar hissediyordum. ‘’Yağmur, bu saatten sonra senden vazgeçmem.’’ dediğinde bakışlarımı anlık olarak kaçırıp tekrar yüzüne baktım, şaşırmıştım. Aniden söylemişti. ‘’Yanımda duracak mısın, durmayacak mısın bu saatten sonra bunların hiçbirinin önemi yok. Çünkü içimdeki canavar seni çoktan gördü,’’ dedi ve bir adım attığında artık sırtım arkamdaki ağacın sert gövdesine yapışmıştı. Geri adım atmıştım. Bundan o kadar etkilenmedi, yüzünü yüzüme yaklaştırarak ‘’Çoktan tanıdı,’’ dedi fısıldayarak ve suratını daha çok eğdiğinde gözlerimi heyecandan kapatmıştım. Sıcak nefesi suratımı yaktı geçti, hareket ettiğini hissettiğimde bile gözlerimi aralayamadım. Burnunun ucu boynuma dokunduğunda nefesimi tuttum ve elimi göğsüne koydum. Kalbim maratona koşmuş bir atlet gibi hızlıydı, ‘’Çoktan kokunu aldı.’’ dedi hafiften hırıldayarak. Elimin altında hırçınca atan kalbi, sanki bileğimdeki nabza karışmıştı. O kadar hızlı atıyordu ki, benim kalbimle yarışırdı. Yanaklarımın utançtan yandığını, kulaklarımın kızardığını hissederek gözlerimi araladım. Yüzümün önünden hafifçe uzaklaşsa da hala aramızda mesafe yoktu, elim hala göğsünün üstündeydi. Yumuşakça yutkundum. Yüzüme bir daha beni görmeyecekmiş de son ana kadar hafızasına kazımak istercesine bakıyordu; kıstığı gözleri dudaklarıma, oradan utançtan yanan yanaklarıma ve son anda rengarenk gözlerime tırmandığında anlık olarak dudaklarından bir tebessüm geçer gibi oldu. ‘’Korkuyor musun? Alışırsın. İstemiyor musun? Zamanla istersin.’’ ‘’Bunlar çok…’’ dediğimde sesimin titremesiyle kendimi ele vermiştim, kaşlarını çatsa da dudaklarında alay kol gezmişti. Derin bir nefes verip sakinleşmeye çalıştım ama kalbim bu sefer susmuyordu, bakışları arada sırada kalbimin olduğu noktaya iniyor ve sessiz alayı gözlerinden geçiyordu. ‘’Sen nasıl konuşuyorsun ya? Benim duygularımın, ne düşündüğümün hiç mi önemi yok?’’ dedim kaşlarımı çatarak, sesimi bu sefer daha net tutmayı başarmıştım. ‘’Var,’’ dedi tereddütsüz, kafasını sallarken. ‘’Var, tabii ki.’’ dedi tekrar net sesle. ‘’Fakat bunu söylediğim için kusura bakma Yağmur ama duyguların ve düşüncelerin, beni istemediğin ana kadar umurumda. Beni istemediğinde ve ondan sonrasında umurumda olmaz. Çünkü sen bana değil ama ben sana muhtacım. Senden vazgeçemem, seni terk edemem; sen beni kovsan da itsen de gerçek bu.’’ dedi, gözlerimin içine dürüstçe bakarak. Şaşkınlığımın portresi kızıl gözlerinde cam misali parlıyordu. ‘’Neden?’’ dediğimde bana dünyanın en aptal insanıymışım gibi baktı, küstahça. ‘’İlla söylemem mi gerekiyor apaçık? Söylemekten çekinmem de… Gerek yok şimdilik.’’ dedi, alayla başını sallayarak. ‘’Söylediklerimden bir şeyler çıkarabilecek kadar zekisin. Bunlarla yetin.’’ ‘’Aşık işte.’’ dedi İblis kafamın içinde gözlerini devirerek. ‘’Ulan, bir bu eksikti.’’ dedi yüzünü buruşturarak. ‘’Öptüğünü gördüm, bir de itirafını da duymak zorunda mıydım? Ah kalbim…’’ dedi elini göğsüne dramatik şekilde koyarak. ‘’Dur lütfen. Bu azap bana yeter de artar, fazlasında gözüm yok.’’ Sırıttı ve kadehini tutan elinin işaret parmağını ucundan kaldırarak ikimizi işaret etti, ‘’Bu arada iğrençsiniz ha. Ne gereği vardı tüm bunlara? Kusacaktım neredeyse.’’ Onu umursamadan, ‘’Bana nedenini açıklayacak mısın?’’ dediğimde benden birkaç adım uzaklaştı ve yüzünü buruşturdu. Elimi yanıma indirdiğimde bile avcumun içi cayır cayır yanıyordu, sanki ateş avuçlamıştım. ‘’Yağmur,’’ dedi sabrettiğini gösteren kısık sesiyle. Lav gözlerini üstüme dikti ve sertçe baktı, ‘’Oraya saldırmak kolay mı sence? Koskoca kale, kaldıramayacağım yüklerin altına girmem; üstlenemeyeceğim sorumlulukları almam tamam ama koskoca kale…’’ dedi kaşlarını kaldırıp sonlara doğru bastırarak. Kollarımı göğsümde kavuşturdum, soğuk yüzüme üfledikçe yanaklarımdaki utancın basıncı hafifliyordu. Onun benden uzaklaşması da büyük bir etkendi tabii. Kızıl gözlerini çevrede dolandırdı ve sanki takip ediliyor muyuz diye kontrol etti; sonra tekrar bana döndüğünde daha sakin konuşmaya çalıştı ama sesindeki gizli hırçınlık bunu önlüyordu. ‘’Anlıyor musun? Yapabileceğimin en iyisini yaptım, hızım eskisi kadar iyi değil; yine de olabildiğince hızlı gelmeye çalıştım. Gücüm eskisinden daha güçlü ama orayı sırf sen altta kalma diye başlarına yıkmadım; yani gücümün sınırlarını olabildiğince iyi bir noktada tutmaya çalıştım. Geride kalanlar, Erkan’ın hışmına uğrayanlar, o da beni ilgilendirmiyor ve sen dahil kimseden tebrik istemiyorum, takdir istemiyorum, hiçbir şey istemiyorum. Çünkü bunu seni…’’ Aniden durup alt dudağını sertçe ısırdı ve gözlerimin içine baktı. Ne geleceğini bildiğimden, tahmin ettiğimden bu kuru soğukta ılık bir rüzgar göğsümün tam ortasında fırtına estirdi ve sanki kalbimin altında bir trambolin varmış gibi kalbim hopladı. Gözlerimi kocaman aralamış kızıl gözlerine bakmaya devam ederken, sakince nefes verip devam etti. Net bir sesle, ‘’Her neyse.’’ dedi kestirip atarak. ‘’Yağmur, anlayacağın, yine olsa yine aynı şeyi yaparım. Belki yine geç gelirim ama plan yine aynı plan olur, tavır yine aynı tavır olur.’’ Yutkundu ve dudaklarıma doğru baktıktan hemen sonra gözlerime tutundu, ‘’Duygularım, yine aynı olur.’’ Sonra önüne dönüp yürüdü, hiçbir şey diyemememin verdiği kal bir halle öylece duraksadım. Sonra söyledikleri zihnimi talan edip tırmalamaya başladığında peşinden sessizce takip etmeye başladım. Kalbim hala göğsümü yumrukluyordu; sakin olmaya çalışıyordum arkasında ilerlerken. O hala söyleniyordu. ‘’Erkan’ı zapt etmek zaten zor anasını satayım. İçimde durmuyor, seni gördüğü her an çıldırıyor. Aklımı koruyan benim, bu dengeyi sağlayan benim. Rica ediyorum beni çıldırtmayın iki taraftan.’’ Bir şey söyleyecek halim kalmamıştı. ‘’Tamam ya…’’ dedim mırıldanarak. ‘’Tamam tamam…’’ dedi hışımla ama bir yandan mırıldanarak. Üstelemedim ama arkasından gözlerimi devirdim. Sonra yanına yaklaşıp yanında yürümeye başladım; o kadar hızlı olmasına rağmen adımlarımızı dengede ve aynı hizada tutmayı başarıyordum. ‘’Sen bu sinirini nereden aldın ya?’’ dediğimde, önüne sertçe bakarak ‘’Senden.’’ dedi hazır cevaplılıkla. Ardından bana göz ucuyla baktı, ‘’Senin yanında dura dura böyle oldum.’’ Yüzümü buruşturarak ona ters ters bakışıma aldırmadı, çünkü onun da ifadesi aynıydı. Sessizlik içerisinde bir süre yürüdük, kar durmuştu ama kuru ayaz hala vardı ve her yürüdüğümde yüzüme çarpıp derimi gerginleştiriyordu. Kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda kocaman evren gözbebeklerime dolmuş gibi hissettim. Karlar üstümüze, toprağa, zamana yağmaya devam ediyordu. Kulaklarım fırtınadan dolayı uğuldamasaydı, ayakkabılarımızın altında sürtünen karın sesini duyabilirdim. Asir’in kestane rengi saçlarına baktığımda kar tanelerinin kısa bir zaman içerisinde saç tellerinin arasında kaybolduğunu gördüm. Bazılarıysa hayatta kalmak için çırpınsa da dayanamadan eriyordu. Üşüyordum aslında ve bunu ona söylemekten nedense çekinmiştim ama bedenimin verdiği tepkiye arada sırada göz ucuyla bakıyordu. ‘’Çok üşüyorum.’’ dedim bir kez daha, dayanamayarak. Asir biçimli dudaklarının arasından bir nefes bıraktı, sıcaklık soğuk havanın içerisinde toz bulutu gibi görünüp kayboldu. Önünde bir engel varmış gibi duraksarken ben de durdum, çenem soğuktan dolayı uyuşmuştu. Rüzgar beni geriye savurmasın diye ince, kemikli elimi kaldırıp Asir’in kolunu kıvırdığı ceketinin açıkta bıraktığı koluna tutundum. Fırın kadar sıcaklık direkt kanıma nüfuz ederken afallamıştım. Sıcaklığı ona sokulma ihtiyacımı kamçıladı. Çölde susuz bir halde yürüyen birinin suyu arzulaması gibi bir ihtiyaçtı; istek kesinlikle değildi. Erkan hafifçe kafasını eğip koluna tuttuğum elime baktı, ardından kafasını tamamen kaldırmadan sadece yanan gözlerini kaldırıp gözlerimin derinine indi. Kaşları havaya kalkmış gözleri bir ikazı içinde barındırıyordu. ‘’Donmuşsun.’’ dedi, apaçık bir gerçeği yüzüme söyleyerek. Çenem bu söylediğini kanıtlamak istercesine titremeye başladığında karşıma geçip esen rüzgarın önünü kesti. İblis’in bile üşüdüğünü hissedebiliyordum, zihnimde oturuyor ve dışarıdan gelen hiçbir şeyi hissetmese de bu fırtınayı izlemek bile onu üşütüyordu. Asir benden herhangi bir ses çıkmayınca, biraz da konuşamıyordum çünkü soğuk tamamen çenemi sarmıştı ve konuşmak bile güç gelmeye başlamıştı, tek omzuna astığı sırt çantasının kopçasını tutarak çantayı sırtından ayırdı ve tek eliyle çantayı tutarken diğer eliyle çantanın içinden iki kazak çıkarttı. Elim hala Asir’in damarlı, sıcak koluna yapışmış vaziyetteydi. ‘’Birazdan dinleniriz ama yolda soğuktan ölüp başıma kalma diye sana bunları vereceğim.’’ dedi yarı alayla. İblis gözlerini devirip ellerini birbirine bağlarken sahte bir minneti gözlerine taşımıştı, ardından yüzü mahkeme suratına çevrildi. Bazen, eğer İblis’le Asir ileride tanışsaydı neler olurdu diye düşünmeden edemiyordum. Asir bana kazak uzatmıştı fakat İblis’e yetişmekten bazen dış dünyayla bağlantıyı tamamen kopardığım zamanlar oluyordu ve Asir’in sabırsız kişiliği meydana çıkıyordu. Şu an, Asir tek çantayı yere atmış ve kazağın eteklerini sıyırarak kazağı aniden başımdan geçirmişti. Kazaktan gelen soğuk çıtırtılar kulaklarımda yankılanırken, ‘’Hayret bir şey…’’ dedi, kazak kafamdan tamamen geçerken. Elektriklenmiş saçlarımın arasında onun sahte şaşkınlığını gördüm, ‘’Bunu da ben yapıyorum…’’ Kazağı kollarımdan geçirmeden önce üstümdeki kabanı çıkarttım; ardından kollarımı geçirdikten sonra kabanı tekrar giydim. Kazağın önümü sımsıkı sarması sonucu soğuğa biraz daha katlanmaya başlamıştım. Asir görevi bitmişçesine yanıma geçip yürümeye başlarken ben de onu takip ettim. İçimde huzursuz bir his doğdu, omzumdan geriye baktığımda kısık gözlerimle geldiğimiz yönü kontrol ettim. Görüşüm bulanık bir halde beynime net sinyaller göndermezken karların arasında ayırt etmeyi amaçladığım birilerini arıyordum. Yine de koca kar fırtınasından başka bir şey göremedim. Toprağın üstüne yağan karların üstüne bıraktığımız ayaklarımızın izlerinin yeri kısa sürede kapanıyordu. Ayak izlerimizin üstüne devrilen kar taneleri zamanın acımasızlığını damgalıyordu. Esen rüzgar yine sertti ama bedenime o kadar baskı yapmıyordu. Yüzüm kurumuş ve çenem tamamen uyuşmuştu; yüz felci geçirmeme ramak kalmıştı. Soğuk, kırılmış bir cam parçası gibi açık olan tenime kesikler atarken o acı bedenimde dövülüyor; geçtiği yerleri yakıyordu. Bir şey göremeyince önüme dönecektim fakat anlık olarak gözümün kenarında bir karaltı görür gibi oldum. Odağım aniden genişledi ve tekrar omzumun arkasından baktım. ‘’Peşimizde biri var.’’ dedi Asir, rahat bir şekilde. ‘’Önüne dön, çaktırma.’’ Kafamı önüme çevirerek göz ucumla Asir’in rahat ifadesine baktım, ‘’Neden rahatsın?’’ Tek omzunu silkti, ‘’Neden gergin olayım?’’ ‘’Ya saldırırsa?’’ ‘’Öldürürüm.’’ dedi tekrar aynı rahatlıkla. Şaşkınlıkla kirpiklerimi kırpıştırarak yüzüne baktığımda hiçbir şüphe veya tereddüt görememem bir kez daha beni dumura uğrattı. Karizmatik suratına baktığımda, insanları rahatça öldürebileceği gerçeğini bir anlığına unutabiliyordum. ‘’Aşırı güven verdin.’’ dedim imayla mırıldanarak. Hızlıca, sahteden tebessüm edip tekrar ifadesizliğe büründü. İblis kaşlarını çatarak geriye bakıyordu, ben önüme dönsem bile bir çift gözün hala arkamı kontrol etmesi bana güven veriyordu. ‘’Yalnız bir sorun var,’’ dedi yarım ağız, gergince gülerek. ‘’Arkamızdaki bir insan değil, Toprak.’’ ‘’Ne?’’ Gözlerini bana doğru çevirse de hala bedeni arkaya doğru dönüktü, ‘’İnsan değil. Gölge.’’ dedi bastırarak, algılamam için. Gözlerimi dehşetle açmış olmam Asir’in gözünden kaçmadı, ‘’Sorun ne?’’ dedi fısıldayarak. Gergince yutkundum ve kabanımın cebinde olan titreyen ellerimi yumruk yaptım. ‘’Gölge.’’ dedim fısıldayarak. Yavaşça yürümeye başladı, durmadı. Ben de onun adımlarına ayak uydurdum. ‘’Nerede?’’ dedi kaşlarını çatıp etrafı süzerek. ‘’Arkamızdaki.’’ dedim fısıldayıp. Asir’in aniden bana doğru dönmesiyle çevremizi saran karanlığın, havadan kaynaklanmadığını anlamamız uzun sürmedi. Durmak zorunda kaldık, Asir’in koruma iç güdüsü elini koluma koymasına neden oldu. Beni arkasına hafifçe çekse de hala onun yanında duruyor ve etrafımı süzebiliyordum. Çevremizdeki karanlıktan mekanik, hırıltılı sesler gelmeye başladı. İblis’in konuştuğu zamanki sese benzese de çevremizdeki seslerin gürültüsü daha yoğundu. Kaşlarını çatan İblis’in gerginlikten titrediğini dağınık dumanlarından anlıyordum. O sırada anlamıştım, gölgeler benimle değil; onunla konuşuyordu. Kalbimi saran huzursuzluğun iğnesi cam gibi etime battı. Daha yoğun bir şekilde titremeye başladım; onları kontrol edebilir miydim? Beni henüz kabullendiklerini sanmıyordum, saatler önce beni kurtarmış olsalar bile ben onlar için henüz bir Kraliçe değildim. Bir yönetici konumunda asla değildim. Hırıltılı, mekanik sesler giderek yaklaşırcasına çevremizi sararken İblis’in gözleri sımsıkı kapandı. Dudaklarından çıkan siyah bulutlar, etrafına düzensiz yayılan dumanlarının arasına karıştı. Hiç iyi görünmüyordu. Hem de hiç. ‘’İblis’e bir şey oluyor…’’ dedim korkuyla fısıldayarak. Asir bunu duyar duymaz karanlığın içine hareket etti, onun kolunu son anda yakalayacaktım ki elim boşluğa düştü. Korkudan gözlerimi açmış bir halde arkasından bakarken, dudaklarımdan hırçınca ‘’Asir!’’ döküldü. Gölgeler, o kendisine hareket ettiğinde tek bir vücuttan sanki tümüyle birleşmiş gibi oldu. Etrafımı saran karanlığın arasında artık boşluk göremiyordum. Tamamen zifiri bir boşluğun içinde gibiydim. Asir’i bulamadım. ‘’Neredesin?’’ dedim seslenerek karanlığa doğru. Onun cevabı gelmedi fakat ‘’Questa… (Kraliçe…)’’ fısıltıyla söylenen kelime, İblis’in hırıldamasına neden oldu. Ellerini artık kulaklarına kapatmış, gözlerini sımsıkı yummuştu ve dış dünyayla bağlantısını çoktan kesmişti. ‘’Kes şunu!’’ dedim karanlığa doğru. ‘’Questa, ti ceas mi’afs. (Kraliçe, uyanman çok uzun sürdü.)’’ dedi bir ses, hala fısıltıyla. ‘’Tat’ fies hurr ques, tat’ vaas zest questa. Ze’ ques dratres, questa zi ma’az vest. (Tahta geçici oturan kral, kraliçeye tahtı vermek zorundadır. Yalnızca kral ölürse, kraliçenin bir anlamı kalır.)’’ Birkaç şiir dizesi söylercesine fısıldadığı cümleler, yalnızca gerçekleri anlatıyordu. Tahta geçici oturan kral, Tar’dı. Onu öldüren bendim ve kraliçeliğim o andan itibaren anlam kazanmıştı. Karanlığın içinden bozuk kıkırtılar duyduğumda kulaklarımın içinin çizildiğini hissedip ellerimle kulaklarımı kapattım. Avuçlarım kulaklarıma çok sert baskı uyguluyordu, fakat hala kıkırtıyı zihnimden duyuyor gibiydim. O an anladım, gülen İblis’ti. Karanlığın giderek beni boğarak yaklaştığını hissediyordum. Kafasını aşağı eğmiş ve omuzlarını titreterek gülüyordu. Aniden kafasını geriye yatırdı ve kahkahasını genişletti. Delirdiğini düşündüm, acıdan veya onu rahatsız eden şeyden dolayı delirdi sandım. Gülmeyi azar azar bırakırken bakışları değişti ve giderek sert bir kayaya dönüştü. ‘’Bu benim uyanışım değil mi?’’ dedi, çevresine odaklanırken. Kaşlarım çatıldı ama hem şaşkınlıktan hem ona bir şey olacak korkusundan dolayı konuşamadım. ‘’Sıra bana geçti.’’ dedi, komik bir şey söylemiş gibi gülerek. Gözlerini bana doğru çevirdi, boncuk boncuk terlediğini görebiliyordum. ‘’Asir iyi.’’ dedi, ‘’Karanlıkta onu görebiliyorum.’’ Kaşlarını değişik bir şekle sokup tek kaşını kaldırırken, ‘’Tuhaf hareketler yapıyor…’’ dedi anlamsız bir alayla. ‘’Bırak şimdi… İyi misin sen?’’ dedim mırıldanarak. ‘’İyiyim.’’ dedi ve çevremizdeki hırıltılar onun asabını bozmuş gibi yüzünü buruşturdu. Kafasını yana doğru savururcasına çevirirken, ‘’Qua! (Sus!)’’ dedi çevresine bağırarak. Ani bağırışı yerimde irkilmeme neden oldu. İblis’ten öyle bir ses çıkacağını asla düşünmüyordum; o kadar derin, o kadar dipten gelmişti ki o sesi Erkan’da bile bu kadar gür bir ses duymamıştım. ‘’Kızımla konuşuyorum şurada. Ne cüretle…’’ dedi çevresine homurdanarak bir şeyler söylemeye devam ederken. Hırıltılı, mekanik sesiyle verdiği emir tüm sesleri bastırıp yok etti. Susturdu demiyordum çünkü karanlıktan zerre bir ses gelmiyordu. Elini sertçe rüzgarı kovarcasına yana doğru savurarak, ‘’Ra, ulan!’’ (Defol, ulan!)’’ dedi sertçe. Karanlık giderek etrafımızdan dağılarak yok olurken şaşkınlıkla çevreme bakındım. Olanlara bir anlam veremiyordum; giderek kaybolan huzursuzluğun yerini de içimde doğan bir güneşin umudu almıştı. İblis’e ne oluyordu be? Karanlığın içinde yerinde kımıldamayan Asir’i gördüm, abuk sabuk hareketler yaptığını gerçekten son anda görmüştüm. Çıkamayınca karanlığı kovmak istercesine kollarını birkaç kez iki yana savuruyordu. Karanlık gider gitmez yerinde heykel gibi kalmıştı. Neredeyse gülecektim ama şu an şaşkınlığım ağır basıyordu. İblis ona yandan yandan bakıp sırıttı, ‘’Salak herif.’’ ‘’Ne oluyor be?’’ dedim İblis’e odaklanıp. ‘’Kızım açık değil mi?’’ dedi, memnuniyetsiz bir ifade takınarak bana dönerken. ‘’O bodrumda kapıdan dışarı sürüklendim ya…’’ dedi ve kendiliğinden susup derin bir nefes verdi. ‘’Ee?’’ dedim sabırsızca. O konuyu ertelemiştim. ‘’Aslında dışarı çıkar gibi oldum.’’ dedi ve parmağıyla benim olduğu alanı gösterdiğinde kalbimde bir şeyler kıpırdandı. ‘’Gerçek dışarı.’’ dedi bastırarak. ‘’Nasıl?’’ dedim kekeleyerek. ‘’Ne bileyim, nereden bileyim? Şimdi o kapı beni itiyor. İstesem çıkamayacağımı biliyorum. Sen uyandıktan sonra benim de uyanmam lazımdı zaten.’’ dedi ve bir şeyleri algılayabilmem için bana zaman tanır gibi sustu. Yan yan ifademe baktıktan sonra gözlerini devirdi ve ‘’Sen çoktan uyandın.’’ dedi. ‘’O ara gölgeler geldi sana yardım etti falan… Hepsini dışarıdan izledim.’’ ‘’O merdivenin dibindeki…’’ Kafasını bir kez eğerek kaldırıp ‘’Bendim.’’ dedi sözümü tamamlayarak. Zihnime dolan gerçekler kocaman bir kaya ruhumun üstüne çullanmış ve ben avuçlarımı o kayaya dayamışım gibi hissettirdiğinde derin bir nefes aldım ve bir ileri bir geri yürümeye başladım. ‘’Ne oluyor?’’ dedi Asir. Duraksayıp yüzüne boş boş bakınca, onun da bana tuhaf tuhaf baktığını fark ettim. ‘’Dur bir…’’ dedim ona cevaben. İblis rahat rahat kadehinden yudumlarken, ‘’Neden senden emir aldılar?’’ dediğimde aklım hala karışık, ne hissedeceğimi ve düşüneceğimi bilemediğim bir halde tekrar, ‘’Dur bir…’’ dememle ağzını kapattı. ‘’Nasıl ve neden dışarı çıktın?’’ Tekrar ağzını araladı ama tekrar bir soru sordum, ‘’O zaman her istediğinde dışarı çıkabilirsin anlamına gelir. O zaman neden şimdi denemiyorsun?’’ dediğimde dudaklarını büzmüş, bana baygın ve memnuniyetsiz bir şekilde bakıyordu. Eski haline dönüp ağzını aralayacaktı ki tekrar yeni bir soru için ağzımı aralamamla, ‘’Dur lan bir!’’ dedi dayanamayıp. ‘’Hangisine cevap vereyim?’’ ‘’Birincisi,’’ dedi sertçe söze başlarken. Bir daha konuşmamam için bir uyarıydı. ‘’Benden emir almalarının sebebi, geçmişte onların komutanları olmam. Aaron onların komutanıydı; e doğal olarak ben de onların komutanı sayılıyorum. Bir de sana bağlıyım, bu da etkiler diye düşündüm.’’ dedi ve ‘’Bunlar sadece teori.’’ diye ekledi. ‘’İkincisi, neden çıktığımı bilmiyorum ani gelişti ama nasıla gelecek olursam, kapının beni çektiğini hissettim. Artık dışarı çıkma saatim gelmiş gibiydi. Şimdi deneyemem çünkü o hissi hissetmiyorum, kapı suskun.’’ ‘’Her zaman bir şey mi hissetmen gerekiyor?’’ dediğimde tek omzunu silkerek. ‘’Bilmem.’’ dedi kısaca. Göz ucuyla Asir’e bakıp, ‘’Kenarda meraktan kuduran şu herife sormak gerek.’’ dediğinde sırtım Asir’e dönük olduğu için omzumun üstünden ona baktım. Sabırla beni beklese de yüzünde hiç memnun olmayan bir ifade vardı. Kaşlarını çatmış, kaşlarının altından bana sert bir bakış atıyordu. ‘’Sen iyi misin?’’ dedim yarım ağız, gergince sırıtarak ona yaklaşırken. Dudaklarını büzerek uzattı ve kafasını sallarken, ‘’İyiyim…’’ dedi sertçe. ‘’Sen?’’ ‘’İyiyim.’’ dedim yutkunarak. ‘’Şimdi bazı şeyler oluyor…’’ dediğimde sabırla beni beklerken kafasını sola doğru eğdi. Hala ifadesini bozmamıştı, hatta kaşları daha çok çatılmıştı. Yağmaya başlayan kar dudaklarımı geri kapatmama neden olurken açıkta kaldığımızı fark eden Asir, içinden küfür ettiğini bildiğim bir bakış atarak ‘’Devam edelim. Kapalı bir yerde dururuz.’’ dediğinde yürümeye başladık. Yolda ilerlerken İblis’e ve bana olanları anlattım. Beni sabırla ve sözümü kesmeyerek dinledi. Tüm soğukkanlılığını bazı noktalarda bırakmış, apaçık bir şekilde şaşırmıştı ama sonra geri ifadesine dönmesi kısa sürmüştü. Şimdi ne söyleyeceğini bilemez halde olmasa da sessiz duruyordu. Soğuk bir veba gibi etrafa yayılırken kabarık bulutların altında yürümeye devam ediyorduk. Gökyüzünden düşen pamuklar bir vedayı anlatmak istercesine usulca yere süzülüyorlardı. Kışı nihayet görmüştük, etrafımızı saran beyazlık dev bir kefeni andırıyordu. Gökyüzü gri ve kabarık bulutlarla çevrilmişken havanın yavaştan karardığını görebiliyordum. Aniden bir şey görmüş gibi hızlandı ama ben yorulduğum için duraksadım. Çok sık ağaçları geride bırakmıştık ve daha ferah bir alana çıkmıştık. Ağaçlar hala etrafımızda vardı ama ileride kocaman bir alan vardı ve karlar oraya yoğunlukla düşüyordu. Soğuk o yüzden çırılçıplak bir şekilde üstümüze geliyor ve beni olduğum yerde titretiyordu. Asir fazla uzaklaşmadı, karların altında o kadar esrarengiz duruyordu ki ona bakmaktan kendimi alamıyordum. ‘’Burada bir mağara ağzı var…’’ dedi benden tarafa bakıp hafif seslenerek. Sesi zaten boş alanda bana kolayca ulaşmıştı. Adımlarımı hızlandırıp ona doğru yaklaştım, gözlerini ben yanına gelene kadar benden ayırmadı. Gösterdiği yere baktığımda kocaman bir mağara ağzı olduğunu gördüm, karlar tek tük içeri doğru yağıyordu ama içerisi kuru görünüyordu. ‘’Birkaç uyku tulumu almıştım,’’ dedi, sırt çantasını göstererek. ‘’Onlara gireriz, ateşte yakarım.’’ dedi ve ilerledi; kafamı salladım ve peşinden yürüdüm. O kadar yorulmuştum ki, hem mental hem fiziksel açıdan hemen uyumak istiyordum. Gözlerim artık yarı baygın bakıyordu, göz kapaklarım düşmüştü. Kocaman esnediğimde Asir bana dönmüştü, halime bakıp bıyık altı gülümserken önüne döndü. ‘’Birkaç çalı çırpı falan getireyim, sen gel. Burada kimse yok, ayı da yok.’’ Onun söylediklerini yarım yamalak dinlerken mağara içine girmiştim. Asir gidip dediği gibi çalı çırpı toplarken ben de uyku tulumlarını yere özenle sermiştim. Yeşil, battaniye tarzındaydı. Şişme olanlardan, hem arasına girebiliyor hem de üstümüzü örtebiliyorduk. Ucundan gökyüzünü görebileceğimiz noktada, yarı açık yarı kapalı alana denk düşecek şekilde sermiştim. Güzel bir nokta olmuştu. Asir döndü ve dudaklarından bir nefes bıraktığında sahipsiz duman gözlerimin önünde sessizce dağıldı. Çalı çırpıyı özenle dizerek çantanın kenarından bir ateş çıkarttı, sonra onları tutuşturdu ve ateş karanlık mağaranın içini parlayarak aydınlattı. Yüzüne düşen sıcak gölgeler, ona hayranlıkla seyretmeme neden olurken onun kızıl gözleri ateşin üstündeydi. ‘’Oldu.’’ dedi ellerini birbirine sürttükten sonra ateşe avuçlarını yaklaştırarak. ‘’Yanaş.’’ Ona odaklanmayı bırakıp söylediğini yaptım ve aynı hareketi ben de uyguladım. Ateş derime nüfuz ederken kendimden geçerek gözlerimi kapattım, başım yana doğru düşüp tekrar dikleşmişti. Gözlerimi araladığımda bana hayranlık dolu, parıltılı gözlerle baktığını fark ettiğimde bir süre bakıştık. Ateş yüzünün bir kısmına gölgeler düşürmüş, kestane saçları karlar yüzünden ıslanmış olduğundan koyulaşmıştı. Kalbim bakışlarının altında ısınıp teklemeye başlarken gözlerini ateşe indirdi ve bir şey söylemedi. Dudaklarında hafif bir tebessüm vardı. Benim de dudaklarımda gizli saklı bir tebessüm oluştu. Yanaklarıma sıcaklık yayılmıştı, hem ateşten hem bakışları zihnimde tekrar ettiğinden. Hiçbir adamın bana böyle bakacağını düşünmemiştim. Hiçbir adam zaten bu yaşıma kadar bana böyle bakmamıştı. Bırak adamı hiçbir insan bakmamıştı. Asir, bakışlarının yoğunluğundan ve sıcaklığından dolayı beni neredeyse ağlatacak bir adamdı. İblis tüm erkeklerin yolunu bir şekilde bana kapatmıştı ama Asir’i engelleyecek gücü artık kendisinde de bulamıyor gibiydi. O yüzden sessizce bir kenara çekilmiş, kadehinden yudumlar alırken göz ucuyla bize bakıyor ve susuyordu. Bir süre ateşi seyrederek sessizlik içinde bekledik, beynim uyuşmaya yakın bir yerde, ‘’Hadi uzanalım.’’ dedi mırıldanarak. Kafamı sallayıp yeşil, uyku tulumunun arasına girdim, hareketlerimiz sonucunda sürtünme sesleri kulaklarımıza doldu. Kenardan tulumu kapattığımızda fermuarın sesi mağaranın içini doldurdu. Gökyüzüne baktığımda huzur doldu içim. Gülümsedim. Güzel bir noktaydı gerçekten. Karanlık gökyüzüne sadece İblis’imle beraber bakmak zorunda kalmadım. Gökten düşen beyaz pamuklar gözbebeklerimin tam içine düşüyormuş gibiydi, kirpiklerimi kırpıştırarak her birine ayrı ayrı baktım. Gökyüzü karanlığa gömülmüşken ve gri bulutların yerini sisler almışken yıldızları görmek zor oluyordu. Yine de yıldızlara bakmak istesem Asir’in yanan gözlerine bakmam yeterli olabilirdi. Ben de kafamı çevirip Erkan’ın keskin çene hattına ve kirli sakallarına baktım, ardından bakışlarım pembeleşmiş dudaklarına ve soğuğun beyaz tenini dövdüğü pembeleşmiş yanaklarına tırmandım. Son olarak karanlık gökyüzüne bakarken parıldayan kızıl gözlere baktım. Tulumun içinde rahat görünmüyordu, o yüzden fermuarı hafifçe araladı. ‘’Sıcak.’’ dedi fısıldayarak. Gülümsedim. ‘’Sana sıcak.’’ dedim alayla. Güldü. Asir düşüncelerimi duymuş gibi, ‘’Üşüyor musun?’’ dedi kalın sesiyle, konuşurken biraz kaşlarını çatıyor ve bu yaralı kaşının büzüşmesine sebep oluyordu. Kusurları bile kusursuz yapabiliyordu, Asir Erkan Karakurt. Mırıldanarak, ‘’Birazcık.’’ dedim havadan yağan karların tulumun üstüne yarı konmasını düşünmemeye çalışırken. Bu şekilde ayarlayan bendim ama hafif üşümüştüm. ‘’İstersen benim tulumu paylaşabiliriz?’’ dedi yandan yandan, çapkın şekilde bana bakıp gülümserken. Gözlerim kısılmış halde, ‘’Fırsatçı,’’ desem de kalbim teklemişti. ‘’Neden aniden böyle konuşuyorsun?’’ dediğimde kafasını önüne çevirerek kahkaha attı. Gülüşü duvarlarda yankılanarak kulaklarıma melodi gibi dolarken görüntüsünün güzelliğini seyrediyordum. Kaz ayakları samimi gülüşünün sonucunda kırışmış, beyaz dişleri ortaya çıkmıştı. ‘’Çünkü kalbini tekletmek hoşuma gidiyor.’’ dedi tekrar kaşlarını kaldırarak, bana dönerken. Şaşırmış gibi yaptım, ‘’Ya, demek öyle?’’ Gözlerini kapatıp gülümserken, kafasını da aşağı yukarı salladı. Kalın sesiyle, ‘’Öyle…’’ dedi fısıldayarak. Ardından kafasını tekrar önüne çevirdi ve gülümsemeye devam etti. Yanakları sıcaktan dolayı kızarmıştı, benimkilerde soğuktan kızarmıştı. ‘’Çok cüretkarsın.’’ ‘’Öyleyimdir hayatım,’’ dedi alayla, ‘’Bir zamanlar bu yanıma düşüyordun.’’ Gözlerimi devirerek ona yandan baktığımda, bakışlarımı hissetmiş gibi sırıttı. Gözleri gülüşünden dolayı kısık halde hala gökyüzüne bakıyor, yağan karları seyrediyordu. Sesimi çıkartmayarak önüme döndüm. Aniden aklıma gelen düşünceyle, ‘’Bana, Te’raelyn hakkında değil de Aaron’la olan ilişkinden bahset.’’ ‘’Nereden çıktı şimdi?’’ dedi şaşkınlıkla. ‘’Merak ettim. Hep Te’raelyn’dan bahsediyorsun. Aaron’dan hiç bahsetmedin.’’ dedim karanlık göğe doğru. Dev gibi duran Güneş ve Ay mağaranın ağzından yarım yamalak görünüyordu. Göğe bakarken biraz düşündü, bir süre ses gelmeyince fazla anılarının olmadığını düşünecektim. Fakat, ‘’Onunla kardeş gibiydik. O hiç olmayan, aslında olmasını da istemediğim, küçük kardeşim gibiydi.’’ dediğinde İblis kaşlarını çatıp yüzünü buruşturdu. Asir’inse yüzünde küçük çaplı bir tebessüm. ‘’Daha çok düşman kardeşlerdik. ‘’ dedi kendini düzeltirken. İblis’in bakışları değişip yumuşadı. Asir’in bakışları geçmişe daldı, ‘’Benden pek hoşlanmazdı çünkü aslında onu kızdıran her zaman ben olurdum. Ben büyük gibi dururdum ama kişiliklerimiz o kadar farklıydı ki, bazen yanında küçük hissederdim. Kızdırma sebebim de genelde sen olurdun.’’ dedi, göz ucuyla bana bakıp hafiften sırıtarak. ‘’Yaşıt mıydınız?’’ dediğimde güldü, ‘’Sayılır.’’ ‘’Ben neden sebep oluyordum?’’ dedim yarı uykulu bir sesle. ‘’Te’raelyn’i o kadar sevdiğimden emindi ki bu sevginin zarara dönüşeceğinden korkuyordu. Sonuçta azılı bir suçlu, herkes tarafından korkulan biriydim. Sana zarar vereceğimden o kadar emindi ki, genellikle seni benden korumaya çalışırdı. ‘Ona güvenme, ondan uzak dur, kalbini kıracak’ vesaire…’’ dedi söylediklerini sıralarken bir yandan da kafasını sağa sola doğru hareket ettiriyordu. Söylediklerini dinlerken yüzümde büyük bir tebessüm oluşmuştu. İblis küstah şekilde hah’layarak gülerken, ‘’Bak, hiç değişmemişim ve haklı-‘’ dediğinde sözünü bıçak gibi kesen Asir’le donduk kaldık. ‘’Ve haklı çıktı. Sonunda öldün.’’ İblis kirpiklerini kırpıştırarak Asir’e dönüp baktı. Dudaklarımdaki gülümseme azar azar silinirken, Asir’in çoktan sessizliğe bürünen ifadesine baktım. Gözlerinin koyu bir lava dönüştüğü şekle profilinden bakarken, ‘’Ama sen öldürmedin ki…’’ dedim fısıldayarak. Dudaklarının kenarları titredi, belki de konuşmakta zorlandığından veya belki de düşündükleri ona ağır geldiğinden dolayı kelimeleri ağzında öğütmek istediğinden. Sertçe yutkundu. ‘’Öyle işte.’’ dedi daha sonradan, hafif boğuk sesiyle konuyu kapatmak ister gibi. Tekrar Aaron’a dönüş yaptı. ‘’Setar çoğunlukla benden hoşlanmasa da, ben olayım veya o olsun, tehlikeye her zaman beraber girerdik. Hiçbir zaman beni yalnız bırakmadı, hiçbir zaman onu yalnız bırakmadım. Çok cesur, adalet terazisi çok ölçülü bir savaşçıydı.’’ ‘’Öyleyimdir…’’ dedi İblis ama hala şaşkınlığı sürüyordu. Bazen kafasında, arka planda neler düşündüğünü veya neleri fark ettiğini öğrenmek istiyordum. O anlar on parmağımın onunu da geçerdi; şimdi de o anlardan birindeydim. ‘’Aaron’un kafamda bir yerlerde olduğunu biliyorsun, değil mi?’’ ‘’Evet.’’ dedi saatler önce ona bahsetmemi yüzüme vurmayarak. ‘’Gram değişmemiş olduğunu da biliyorum.’’ dedi hafifçe, buruk şekilde sırıtarak. Kafasını bana çevirdi ve değerli bir taşı andıran kızıl gözlerini alnıma dikti. ‘’Hala gururlu, kibirli ve beni sevmeyen o herif; bundan eminim.’’ ‘’Nasıl eminsin?’’ dedim gerçekleri yüzüne çarpmasını teyit etmezken. ‘’O herif ölse de değişmez.’’ dedi boğukça gülerek. İblis burun kıvırsa da söylediklerine bir şey söylemedi. ‘’Bir gün tekrar oradan çıkacak.’’ dedi Asir, ikimizi de şaşırtan bir gerçeği söyleyerek. Bakışları gökyüzüne doğru dönerken, ‘’Geçmişte olduğu gibi. O zihnine bağlı olsa da, oraya ait değil.’’ dedi. ‘’Ne zaman olur sence?’’ dedim bir umutla. İblis köşeye bir yere bakıp durdu, yüzünde anlam veremediğim bir şeyler vardı. ‘’Bilmem. Belki sen güçlendiğinde.’’ dedi Asir, ilgisizce. ‘’Ama umarım, o gün elinden geldiğince geç gelir.’’ dediğinde İblis’in kaşları çatılı ona döndü. ‘’Benden nefret ettiğini bu kadar belli etmesen mi?’’ dedi, sorgular bir ses tonuyla. ‘’Çünkü ben de ediyorum. Aramızdaki şu bağ,’’ dedi, gözlerini ona dikerken elinin işaret parmağını ortada döndürerek, ‘’Daha da güçlenmesin.’’ ‘’Sebep?’’ dedim, Asir konuşmayınca. Bu söylediği omuzlarına, sadece omuzlarına da değil sanki yüreğine taş gibi oturmuş gibi ağır bir nefes verdi. Göğe kaldırdığı gözlerinde buğu görür gibi oldum; gözyaşı değildi ama orada hüzne ait bir şeyler dönüyordu. ‘’Belki hatırlamaz ama ona borcum var. Sözümde duramadım, yüzleşmemiz pek de iyi sonuçlanmaz.’’ Ne sözleşmesi olacağını sormak istesem de soramadım ama sanki İblis, bu sözleşmeyi biliyor gibi kaşlarını kaldırıp indirdi. Aynı anda sanki bir aydınlanma yaşamış gibi çenesini de kaldırıp indirdi. Ardından kadehinden yudumlarken buz gibi bakan keskin gözlerini ondan ayırmadı. Konuşma aniden kesildi. Gözlerim yavaşça kapanıp açılırken kendimi uykunun kollarına bıraktım. Bir gün, Asir’in haklı çıkacağını biliyordum.
Merhaba tekrardan, Çok sakin bir bölüm oldu. Biraz bilgilendiğiniz, biraz geçmiş hakkında, biraz tatlı bir bölüm… Umarım okurken keyif almışsındır, buraya kadar okuyup oy verdiğin ve yorum yaptığın için teşekkür ederim. Düşüncelerini son kez belirtmekten çekinme… Bir dahaki bölümde görüşmek üzere. Sevgilerimle.
|
0% |