Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. BÖLÜM: CANAVARIN GERÇEK YÜZÜ

@esmayzc

Merhaba, sevgili okur

Nasılsın?

Bölüm hakkındaki düşüncelerinizi her zamanki gibi merak ediyorum!

Devil like you, İblis’in favori şarkısıdır. Hoşuna gidiyor, gün içerisinde mırıldanırken duyabiliyorum onu.

Ayrıca bölüme başlamadan önce oy vermeyi unutmayın.

Wattpad'de de yüklüdür.

Keyifli okumalar!

2. BÖLÜM: CANAVARIN GERÇEK YÜZÜ

‘’Toprak, uyan.’’

Zihnimin karanlık koridorlarında gezinirken derinlerden gelen ses, ruhumu ufukta görünen aydınlığa doğru sürükledi. Birbirine geçmiş kirpiklerimin kıpırdandığını hissettim ama gözlerim aralanmadı. ‘’Toprak, uyansana. Ne zaman uyudun, ne bu rahatlık anasını satayım?’’ Kaşlarımın istemsizce çatıldığını hissettim ve bir yandan dudaklarımdan anlamsız mırıltılar döküldü. Zihnim berrak denizin parıltılı yüzeyi gibiydi, aydınlığa çoktan ayak basmıştım ama gözlerimi açmak istemiyordum. Sanki karanlık hala benimleydi.

‘’İnsanların gamsızlığı bazen öldürüyor beni.’’ dedi İblis, silueti gözlerimin önüne gelirken çatılan kaşlarımın gevşediğini hissettim. Bana baygın gözlerle bakarken yüzü memnuniyetsizlikle buruşmuştu. ‘’Şu anki fark da, şimdi öldürecek olması.’’ İblis kendi kendine söylenmeye devam etti. Gözlerimi sonunda araladığımda etrafımdaki karanlığı delip geçen telefonumun kapanmamış feneriydi. Beyaz ışık, etrafa loş karanlık yayıyordu ve cansız duvarları bir nebze aydınlatıyordu.

‘’Ne oluyor ya?’’ dedim, ağzımdaki ekşimsi tatla. Boynuma keskin bir ağrı saplandı ve sanki bıçağın ucunu saplamışlar gibi ağrı omurgamdan aşağı sürüklendi. Yüzüm buruşmuştu ve İblis’in aynı kalan memnuniyetsiz yüzüyle bakıştım. ‘’Olana bak!’’ Elini yana doğru çevirmiş avuçlarını göğe doğru kaldırmıştı, parmaklarını öyle gergin açmıştı ki avcunda tuttuğunu sandım.

‘’Ne ara uyudun?’’

Omzumu silktim pervasızca, ‘’Ne bileyim, uyku bastırdı birden.’’ Sesim uyku mahmurluğu sebebiyle bozuk yükseliyordu. Ucu çatallı dilini dışarı çıkartıp dudaklarını gergince yaladı ve çenesiyle girişe doğru işaret etti. ‘’Kaldık burada.’’ Gözlerim panikle aralandı ve kafamı direkt giriş kapısına doğru çevirdim.

Görüş alanıma giren düz duvarla bir an uykudan mahmurlaşmış beynim düşünmeyi bıraktı ve gördüklerimi algılayamadım. Ardından görüntü giderek netleştiğinde usulca kaburgalarıma sızan korku kalbimi sıkıştırdı. Boynumu saran ve omurgamdan aşağı inen o keskin acıyı bile unuttum.

Duygu giderek göğsüme batarken yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Giriş duvarı tamamen duvarla kaplıydı; etraf bu yüzden karanlıktı. Yağmur seslerinin kesildiğini şu an fark ediyordum, girişin gri zemininde oluşan gölcüğe damlayan damlaların sesi yoktu artık.

Elimi pütürlü, soğuk zemine dayayıp doğrulmaya çalışırken, ‘’Ne oldu?’’ dedim. Soğukkanlı durmaya çalışıyordum, eğer bana doğru yaklaşan paniği kucaklarsam hiç hoş olmayan şeyler olurdu. Mesela, bu sahipsiz duvarların arasına sıkışmışlığım yetmiyormuş gibi nefessizlikten ölebilirdim.

‘’Hiçbir fikrim yok, gürültü koptu; başımı bir çevirdim, çıkış duvar olmuş.’’ dedi şaşkınlıkla anlatırken bir yandan elini gelişigüzel sallıyordu girişe doğru. İblis’in boş bakışlarından ne düşündüğünü anlamam zordu ama zaten, bir şeyleri anlamlandıramadığından da boş bakıyor olabilirdi. Fark etmemiştik ama belki mağaranın tepesinde koca bir kaya vardı ve fırtına o kayayı aşağı düşürmüştü?

‘’Toprak, sen doğal olarak topuklarını kıçına vura vura koştuğun için bakmıyordun ama yukarıda düşebilecek bir taş yoktu,’’ dedi İblis sakin olmaya çalışan sesiyle, dumanları etrafa uçuşuyor panikle gökte sallanan bayrak gibi titriyordu ama o tüm soğukkanlılığını konuşturarak sesini bile titretmeden sert bakışlarıyla bana bakıyordu. ‘’Ayrıca kaya düşmüş gibi görünmüyor. Öyle olsaydı duvar dümdüz olmazdı, paramparça taşlar olurdu ya da içe doğru göçmüş bir taş yığını!’’

Kalbim hızlanmaya başlarken nefesimi dizginlemeye çalışırcasına etrafıma bakındım. Duvarı itemezdim ama yine de oraya doğru ilerledim. Ruhum sıkılıyor, bunalıyordu; her adımımda burada sıkıştığım düşüncesi beynimde yer alıyordu. ‘’Beni panikletiyorsun,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Kalbine söz geçir.’’

Kalbim hala göğsüme darbeler atarken panikle araladığım gözlerim ifadesiz duvarın üstünü taradı. Ellerimi duvara dayadım ve pütürlü yüzeyinin avuçlarıma batmasını sağladım. İtemezdim ama arkasının boş olduğunu anlayabilme umuduyla parmağımı içe doğru büküp sırtıyla duvara vurdum. ‘’Yardım edin!’’

Sesim önümde duran boş duvara çarpıp yok oldu ama sanki geriye doğru uzanıp sahipsiz, soğuk duvarların arasında yankılandı. Elimle duvara çarpıp, ‘’Yardım!’’ diye bağırdım, tekrar; boynumda ince bir çizgi misali görünen damarlarım kabarmış ve sesim sonlara doğru yırtılırcasına kesilmişti. Birkaç kez öksürdüm, hiçbir işe yaramıyordu.

İblis gözlerini kısmış yaptığım hareketi seyrederken birden yüzünü anlamsızca buruşturup, ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedi, fısıldayarak. Kulağımı duvara dayayıp bir ses yakalama umuduyla dışarıya odaklandım. İblis sert bakan gözlerini devirerek elindeki kadehten yumuşacık hareketle yudumlar aldı.

Elimi soğuk ve pütürlü duvardan çekip etrafıma baktım. Ne ses ne de duvarın arkasında bir boşluk vardı. Zaten ikinci ihtimali anlamam zordu ama hiç değilse ses duyabilmeliydim. Panik iyiden iyiye ruhuma doğru keskin, kırmızı gözleriyle bakarak hücum ederken dudaklarımdan ağır bir nefesi dışarı verdim. Sakin olmalıydım.

Arkama doğru dönerek etrafa baktım, telefonumun ışığı etrafı aydınlatıyordu ama bataryasının biteceğini belirten ritmik melodi kısaca mağaranın içine doldu. Uzandığım yere doğru ilerleyip bacaklarımı büküp yere doğru eğildim, telefonumu elime alarak sıkıca kavrarken ışık önümde uzanan karanlık yolu aydınlattı.

Dün mağara sınırlıydı, bir sonu vardı ama şu an, mağaranın nereye gittiğini kestiremediğim bir yolu açılmıştı. Karşımdaydı ve ölümcül kokan davetle beni çağırıyordu. Ben karanlıkla bakışırken, İblis kafasını salladı, ‘’Onu da söyleyecektim ama oraya gitmek istersin diye söylemedim,’’ dedi, gözlerini tavana dikip tekrar benim gözlerimi bulması kısa sürdü. Düşünüyormuş gibiydi, ‘’Çok geç fark etmeni sağlayacaktım, en azından.’’ dedi mırıldanarak.

‘’İblis bir çıkış yolu varsa onu kullanmalıyız?’’ dedim ona doğru, ama dışımdan mırıldandığım için mağara direkt sesimi yuttu ve karanlığa doğru dağıttı. İblis derin derin solurken, ‘’İyi şeyler hissetmiyorum, sanki derine gittikçe hiç kurtulamayacakmışız gibi…’’

Karanlığa bakıyor ve kararsız kokan bakışlarını bir bana, bir de ileriye yöneltiyordu. Koyu gözlerinin içinde sinsi sinsi dolaşan karamsarlığın parıltısını yakaladım. Haklı olabilirdi çünkü altıncı hislerinin kuvvetli olma yeteneği sadece Nilüfer’e ait değildi.

İblis’in de hisleri kuvvetliydi ve bu zamana kadar hiç yanılmamıştı.

Ne yapacaktım? Ölümü pusu etmiş karanlığa doğru mu gitmeli miydim yoksa avazım çıktığı kadar bağırıp ormanı turlayan koşucuların beni duymasını mı beklemeliydim? Sağ elime ağır gelen telefonumla bakıştım, mağaranın içinde çekeceğini sanmıyordum ama şansımı deneyerek telefonun beyaz ekranını aydınlattığımda gözlerim kamaşıp kısıldı. Fenerin ışığı hala açıktı ve beyaz ışığı, gri zemine doğru akıyor; orayı arkadan aydınlatıyordu.

Biraz bekleyip ışığa alışmayı denedikten sonra gözlerim yavaşça aralandı ve ekranın yukarısında kalan şebekeyi kontrol ettim. Çekmiyordu. Şarjımın butonu da kırmızıydı ve yüzdesi onu gösteriyordu, adımımı her atışımda su gibi akıp giderek tamamen kapanacağını biliyordum. Burada kalmamın bir önemi yoktu; belki ileride bir çıkış görürdüm.

Dün İblis’e benzer yaratıktan korktuğum için etrafıma bakınamamış ve o yorgunluktan uyuşmuş beynimi tamamen kapatmıştım. ‘’İblis yürüyorum?’’ dedim sorgularcasına mırıldanırken. Kalbim yukarı doğru tırmanıp boğazımda atmaya başladığında aslında beni boğazlayan şey, hızlanan nabzımdı.

İblis kadehi düşünceli şekilde oval dairelerle sallarken, ‘’İyi, dikkatli ol.’’ dedi kısaca ama hala memnunsuz duruyordu. Hala kararsızdı. Sağlam duran adımımı tam ileriye doğru atmıştım ki, İblis ayağımın hareketini bıçak gibi keserek konuştu. ‘’Mağaranın girişi, yolda gördüğümüz kuzgun ve aracı olarak o gölge…’’ dedi İblis düşünceli tavırla. Gözlerini kadehine doğru indirmiş, kafasını hafifçe yana doğru eğmişti. Hala elindeki kadehi dairesel hareketlerle sallıyordu.

Duruşundan taviz vermiyordu, gergin olsa da sadece kalp atışlarından bunu anlayabiliyordum asla bedenine yansıtmıyordu. Ona imreniyordum. Bense, ellerim depremde sallanan bina gibi titrerken o titremenin bacaklarıma yayılmasını da izin veriyordum. Sağlam duran ayağım bile şu an titremeye başladığında belli etmeden ayağımı kendime doğru çekip durdum.

Sıkıntıyla ciğerlerimi şişirip dışarı çıkan havayı soludum; sakinleşmeye çalışıyordum ama kalbimin hızı, giderek midemi de talan etmeye başladı. Midem kasılıp kendi öz suyunu kullanmaya başlamıştı sanki; duvarlar üstüme giderek yaklaşırken nefesimin darlaştığını hissedip derin derin nefesler almaya başladım. Nefeslerim düzensiz halde dudaklarımdan dökülürken beynimin karıncalandığını ve bir tarafının kötürüm hale gelişini hissettim.

İblis halime bakıp panikledi; gözlerini irice açarken, ‘’Toprak, sakin ol ve düşün.’’ Kalın ve mekanik sesinin beni nasıl bu kadar sakinleştirdiğini anlamıyordum. Sırtımı soğuk ve pürüzlü duvara dayadım ve başımı geriye doğru yaslayıp gözlerimi usulca kapattım. Hala sık nefesler alıp veriyordum ama her tarafı karanlığa bürüyüşüm İblis’imle yalnız kalmama ve sakinleşmeme sebep oluyordu.

Sık nefeslerimin arasından kıvılcım gibi aydınlanan fikirle, ‘’Yağan yağmur ve mağara girişi…’’ dedim, Ertha kitabındaki Naenia’ya ilk giriş aklıma düşerken. Bej rengindeki sayfanın üstünde kara kalemle çizilmiş mağara girişi ve Kanlı Ay’ın parlaklığını hatırladım. İblis’ten ses çıkmadı ama bu sefer, kömür karası gözlerini kadehinden ayırıp üstüme dikti.

Beynime hücum eden gerçekle aniden gözlerimi araladım. Olamazdı! Orası, evimin tam dibindeki ormanın içinde olamazdı!

‘’İblis şaka olduğunu söyle?’’ dedim gerilen ses tellerimin boğazımı kasmasını umursamadan. Korku kalbimi artık kıskacı altına almıştı, panikle harmanlanıp ruhumu ateşe verirken adrenalinin damarlarımı yaktığını hissettim. İblis ağzını araladı ve tekrar kapattı, düşündü düşündü ve tekrar araladı. ‘’Dur bir,’’ dedi mırıldanarak. ‘’Kanlı Ay yoktu ki? Kanlı Ay yükselişine nereden baksan iki yıl var Toprak.’’

Parmaklarımı avcuma doğru gömüp tırnaklarımı etime bastırdım, yumruk haline getirdiğim ellerim titremeyi biraz bastırıyordu. İblis devam etti, ‘’Fakat Nilüfer istediği için buradayız, demiştim. Bu gerçeği de unutmamak lazım.’’ dediğinde mantıklı diğer argümanı düşünmeye başladım. Kanlı Ay, Ertha Kitabı’nda ve Nilüfer’in anlattığı her efsanede parlayan bir figürdü. İblis haklıydı, Kanlı Ay yoktu; o yüzden normal bir mağarada bile olabilirdik.

Naenia’da olmamız saçma olurdu zaten, değil mi?

İblis, ‘’Saçma olurdu,’’ dedi ne düşündüğümü biliyormuş gibi kafasını sallayarak. ‘’Tatarus’a dua et, sadece yırtıcı bir hayvan olsun. Ondan kurtulmak daha kolay olur, Toprak.’’ Kaşlarımı çattım, ‘’Tatarus, senin uydurduğun biri değil mi?’’ dediğimde umursamazca omzunu silkti. ‘’İşe yarayacağını söylemedim ki.’’ Kafamı iki yana sallayarak sırtımı aniden duvardan ayırdım ve titreyen bacaklarımı ileriye doğru hareket ettirdim.

Terlemeye başladığımı hissediyordum, hissettiğim o baskıcı his benimleydi ve üstüme ağır bir balyoz gibi oturmuştu. O yüzden onun altında kalırken ezildiğimi ve sıcaktan bunaldığımı hissediyordum. Duvarların soğukluğu bile, içimde büyüyen yangını söndüremiyordu.

Nefesim düzene girmeye başlarken, zifiri karanlık gibi görünen yolda ilerledim. ‘’Nilüfer’e güvenmemeliydik,’’ dediğimde kalın, siyah kaşları çatıldı. ‘’Ben zaten güvenmiyordum,’’ dediğinde tek kaşımı kaldırarak ona bakarken, aklımı ve aklıma yaklaşan paniği dağıtan kelimelerine, ardından kelimelerinden yayılan mekanik, kalın sesine odaklandım. Yürüdüm, yürüdüm ve karanlık beni içine alırken telefonumu aracı olarak kullandım.

Şarjın son demlerine kadar fener ışığını kullanmalıydım. Elimde tuttuğum telefonu, önümden ayırarak duvarları kontrol etmek için sağa sola çevirdim. Düz duvarlarla bakışırken diğer yandan, ‘’Öyle mi?’’ dedim, boğazımdan yükselen mırıltıyla karışık.

Maksat duvarlara seslerimizi yaymaktı; belki hayvan varsa varlığımızdan dolayı kaçardı… ya da saldırırdı. İblis kafasını ilgisizce sallayıp, ‘’Öyle,’’ derken kaşlarını da havalandırmıştı. ‘’Ben kimseye tamamen güvenmem, sen hariç. O da mecburen.’’ Sondaki cümlesini söylerken ilgisizlikle tek omzunu silkmişti.

Hareketlerini seyrettikten sonra tekdüze ifadeyle, ‘’Sağ ol ya,’’ dedim alayla mırıldanırken. Dumanı uçuşan tek omzunu tekrar silkerek dumanlarını etrafa daha fazla yaydı, ‘’Sana da güvenmemen gerektiğini söylemiştim, birkaç kez ama sen Nilüfer’e tamamen güvenmesen de iyi biri olduğunu söylemiştin.’’ dedi kadehinden yudum almadan önce. Kadehini dudaklarına götürürken de mırıldanmıştı. ‘’Ne tezatlık…’’

Tezat olan bir durum yoktu; birisine güvenme ihtiyacımı karşılamaya çalışmıştım. Nilüfer özünde gerçekten iyi bir kadındı; eğer beni kandırmamış olsaydı veya arkamdan iş çevirerek bana gerçekleri anlatmasaydı her şey daha iyi olurdu ve durumum şu an, berbat bir halde olmazdı.

İnsanlar birilerine güvenme ihtiyacı duyardı. Benim unutulmaya yüz tutmuş, buzdan duvarlarımın arkasında kalan ruhum bile soğukta yanarken diğerlerine güvenme isteği duyuyordu. Yine de, günün sonunda İblis’e güvenirken buluyordum kendimi.

Koyu gölgelerin yeryüzüne damladığı o yerde, soğuk ve kimsesiz duvarların arasında uyandığımda artık duvarlar değil, ben kimsesizdim. Kimsesizliğin ruhta öğütülmesi zordu; önce ruhunuzu kıyma makinesi görevinde olan kimsesizliğinizden geçirirdiniz, oradan geçirmeyi başardığınızda ve parça parça yere düştüğünüzde zeminde tek gerçekle beraber uzanırdınız. Gerçek benliğiniz.

Benim gerçek benliğim, zihnimdeki o kişi gibi olmalıydı.

O yüzden beni anlamalıydı.

Başıma buyruk biri olabiliyordum; onu dinlemek zorunda değildim. O oydu, ben bendim. Ruhlarımız birbirine bağlı olabilirdi ama o bağladığımız damarı yeri geldiğinde koparmasını bilmeliydik. Kimsesizliğe alışmışken beni o çukurda bırakıp gitmeliydi. Benim gibi birine alışmak ya da kendini alıştırmaya çalıştırmak zordu.

Düşüncelerimi kesmek adına dudaklarımdan ağır bir nefes döktüm. Elimde tuttuğum metalden yayılan ışık, karanlığı usulca deliyordu ama bir loşluk verecek kadar parlaklık sağlıyordu. Her tarafı net göremiyordum, sadece önüm aydınlanıyordu. Ayaklarımın altında sürüklenen zemin parçacıkları, taşlar kulaklarımda tıkırtılar bırakıyordu.

Çevreme tuttuğum telefonun ışığıyla hiçbir şey olmadı; fare bile görmemiştim. Duvarlar sadeydi ve üstlerine çizik bile atılmamışlardı. Işığı tekrar önüme doğru uzatıp önümde ev haline gelmiş karanlığı dağıtırken, ‘’Şu ana kadar yırtıcı varsa görmeliydik, buradan sonra rahatla. Bir şey çıkmaz,’’ dedi İblis, siyah gözlerini önümüze dikerek. Derin bir nefesi dışarı verdim, ayaklarımı sürte sürte ilerlerken yavaş olmaya dikkat ediyordum. Önüme bir şey çıkabilirdi yine de, yılan ya da akrep; bilemiyordum.

Ağır ağır ilerlerken sanki zihnimin koridorlarında dolaşıyor gibiydim. O kadar huzur vermiyordu ya da beni gerçeklikten koparmıyordu ama ilerledikçe alışmaya başladığımı hissettim. Duvarlar artık tanıdık geliyordu, soğukluk yayarlarken aynılardı; düzlerdi, ifadesizlerdi ve sahiplenilmemişlerdi.

İlerde gözlerimi alan yoğun aydınlanmayı gördüğümde yüzüme yansıyan ışıkla gözlerimi kıstım. Elimi yüzüme doğru siper edip aydınlığı kısmaya çalışırken ilerledikçe güneşin ışıklarına alıştığımı fark ettim. Telefonumun ışığını kapatıp daha fazla ilerlemeden önce durdum ve İblis’e baktım. O da bana bakıyordu, düşünceliydi.

‘’Kurtulduk mu?’’ dediğimde İblis’ten ses çıkmadı, kaşlarını çatarak ileriye doğru baktığında yine ucu çatallı dilini çıkartıp alt dudağını yaladı. ‘’Bilemem,’’ dedi elini siyah saçlarından geçirerek dağıtırken; belki de dumanlarını dağıttı ama elinin hareketlendiğini görmüştüm.

‘’Nasıl bilemezsin?’’ dedim, dişlerimin arasından. ‘’İlerleyeyim mi, geri mi döneyim?’’ İblis derin bir nefes verip, ‘’Taş duvarla bakışmak için mi geri döneceksin?’’ dedi huysuz huysuz. Derin bir nefes verip ilerlemeye başladığımda kuş cıvıltılarının kulaklarıma dolmasını dinledim.

Gözlerimi birkaç saniyeliğine kapatıp ruhumun kenarında ur misali büyüyen rahatsızlığı görmezden gelerek sakince bekledim. Derin bir nefes verip gözlerimi araladığımda sakin adımlarla ilerlemeye başladım. İblis’ten ses çıkmıyordu, beni germek istemediğinden konuşmuyordu. Uçuruma benzeyen açıklığa geldiğimde aşağı doğru baktım, ormanlık alandı ve herhangi bir ev yoktu. Nereden ineceğimi düşünürken etrafıma bakıyordum.

Sağ tarafta bir yokuş vardı, oradan aşağı tabanlarımı sürte sürte inmeye başladım. Kayıyordum daha çok ama aldırmadan aşağı inmeye devam ettim. ‘’Siktir,’’ dedi gördüğüne inanmıyormuş gibi tavana doğru bakarken, ‘’Bu ne lan?’’ dedi mırıldanırken. Kafamı kaldırıp mavi gökyüzüne baktım ve gördüklerimle gözlerim dehşetle aralandı.

Gökyüzünde bir ay bir de güneş vardı ve ikisi de ayrı yerlerdeydi; yakın duruyorlardı. İkisi de gökyüzünde oldukça büyük görünüyorlardı, sanki uzayın içindeydik ve gezegenlerle bakışıyorduk. Güneş tüm yakıcılığıyla parlarken, Ay onun yanında sönük kalıyordu ama sanki gündüz değilmiş gibi Ay’ın etrafında sönmeyen yıldızlar parlıyordu. Mavi gökyüzünde parlayan yıldızların feri de sönüktü ama ay ışığı altında parlayan karanlık denizin üstündeki yakamoz gibi görünüyorlardı.

Görüntü güzel görünse de aşırı derecede korkunçtu. Kalbim panikten duracak sandım, öyle yavaş atıyordu ki aslında hızlandığını sık nefeslerimle kavrayabilmiştim. ‘’Niye bunlar bu kadar…’’ dedim dehşetle, kirpiklerim sonuna kadar aralanmış vaziyette gökyüzüne bakarken. Kalbim saf korkuyla sıkışıyordu. İblis gergince yutkunurken, ‘’Devasa mı?’’ dedi, sorudan çok cümlemi tamamlarcasına.

Kafamı salladım ve omzumdan arkama doğru gelişigüzel baktım; geri dönsem ne yapabilirdim? Korkudan ağlamama ramak kalmıştı, burnumun dipleri sızım sızım sızlıyordu ve göz pınarlarım yanmaya başlamıştı. Yukarıya bakmamaya çalışsam da o iki devasa uydu ve yıldız bana sırıtıyordu. Ben tüm bunları kaldıracak kadar güçlü biri değildim; korkaktım.

Naenia’da olamazdım! Bunu sonsuza kadar inkar edecektim ama İblis, düşüncelerime sinsi bir yılan misali sızdı ve çenemi kapattı. ‘’Naenia’da düzen bozulmuştu, değil mi?’’ dediğinde aklıma yine kitaptaki okuduğum cümlenin satırları düştü. Gökyüzünden düşen yağmur damlaları, aslında yağmur değil; bej rengindeki kağıdın üstündeki harflerdi. Zihnimin topraklarına düşüyordu ve ben her şeyi, ilk defa bu kadar canlı ve net hissediyor ve de görebiliyordum.

‘’Nuzara gartiya,’’ dedi İblis mırıldanarak. ‘’Düzeni bozan kişi. Her düzeni bozmuş.’’ dedi, son cümlenin üstüne basa basa kaşlarını havaya kaldırırken. Geriye dönemeyeceğim için ve bu çok gereksiz olduğundan gökyüzüne bakmamaya özen göstererek, artık bulanıklaşmaya yüz tutmuş topraktan aşağı doğru inmeye başladım.

Gözyaşım tek yanağımdan aşağı doğru devrildiğinde onu hemen elimin tersiyle sildim, ağlarsam susmazdım ve susmazsam İblis beni öldürürdü. Burnumu çekerek yokuştan tamamen inip ormanın tam göbeğinden içeri doğru süzülmeye başladım. Ağaçların yaprakları hiç rüzgar yokmuş gibi kıpırdamazken tezat şekilde ben, tenimi dağlayan rüzgarı hissedebiliyordum.

Kuş cıvıltıları her taraftaydı ama ağaçların dallarında kuşları göremedim. Belki göremeyeceğim kadar yüksektelerdi. Kafamı göğe doğru kaldırırken tıpkı damarların birbirine geçtiği gibi ağaçların dalları da birbirine geçmiş gökyüzünü karanlığa boğmuşçasına gölgeler yaratmıştı. Kahverengi toprağa ağaç dallarının gölgeleri çarparken hem güzel hem korkunç görüntü sergiliyorlardı.

Kalbim artık o kadar hızlı atmıyordu ama şaşkınlık tufanının içinde sıkışmıştım sanki. Etrafıma bakarken sanki hiç orman görmemiş gibiydim, aklım karman çormandı ve hissettiklerim arasında boğuluyordum. Öyle ki hiçbir şey hissetmiyordum sanki. ‘’İblis, ne olacak şimdi? Naenia’da olamam! Evimin yakınlarında böyle bir yer… imkansız.’’ dedim hem şaşkınlık hem katıksız dehşetle mırıldanırken. Sesim ağlamamın başlangıcını gösterecek şekilde çatallıydı.

İblis hala gökyüzüne bakarken bakışlarını zoraki ayırarak bana döndü. Baygın bakışlarına rağmen, ‘’Nilüfer’i görsek de ona sorsak,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Ne bileyim ne yapacağımızı kızım? Ben de senin kadar şaşkınım. Ayrıca bu saatten sonra, hiçbir güç bana imkansızın varlığına inandıramaz.’’ Arkasına yaslandı ve homurdanmaya devam etti.

İblis’in söylenmelerini önemsemeyerek hızlıca düşünmeye başladım. Koridorlarda gezinirken, anılar odasına adım attığında gözlerimin önüne ahşap kulübemde oturduğum çalışma masam ve onun üstünde kitabın sayfalarını çeviren ben serildim. Habersizce, aslında gerçek satırları okuyan kendime yaklaşıp tam yanımda durdum ve bej sayfaların üstünde yazılan siyah mürekkeplere odaklandım.

Ertha kitabında kasabadan bahsediliyordu, bir pazar yeri ya da insanların konaklayabildiği bir şehir merkezi vardı. Param yoktu, belki konaklayamazdım ama nereye gidecektim ki? ‘’O kasabaya gidelim,’’ dedi İblis onun da aklına gelmiş olmalı ki bana bu fikri sunmuştu. ‘’Birilerine durumu açıklar, kalacak yer de buluruz herhalde. Sonra da çıkarız buradan.’’

Kafamı sallayarak ormanın içine doğru yürümeye başladım. Nereye gittiğimi bilmiyordum ki. Mırıldanarak, ‘’İyi de nerede ki kasaba?’’ dedim düşünceli halde ilerlerken. İblis karşıya dikilen kömür karası gözlerini usulca bana doğru döndürüp birkaç dakika ifadesizce yüzüme bakmaya başladı.

Ardından gerilmeye başlayan dudaklarıyla sonunda öyle bir güldü ki kafası geriye düştü, omuzları titredi. Susmak bilmiyordu, öfkesinden dolayı güldüğünü düşünmeye başlamıştım ama ona hak verirdim çünkü benim de sinirlerim bozulmaya başlamıştı. ‘’Akıl falan kalmadı!’’

Mekanik ve soğuk gülüşlerinin arasına sıkışan lafıyla, benim de dudaklarım kıpırdanmaya başlamıştı ve göğsümü gıdıklayan karıncalanmaları hissediyordum. Elini suratına doğru kapatıp gülmeye devam etti, karanlığın içinde yarım ay gibi parlayan ağzında beyaz dişleri görünüyordu.

Köpek dişleri olduğundan sivriydi ama onu çekici ve tatlı gösteriyorlardı. ‘’Sikeyim seni Nilüfer! O gölgeyi de sikeyim!’’ Göğe bakarak aniden kükrediğinde, ruh değişimine şaşırmadım. Beynimi sarsan bağırtısı kulaklarımı uğuldattı. ‘’Alayınızı Tatarus’un havuzlu bahçesinde, şarap yudumlarken sikeyim!’’

Ettiği küfürle dayanamayıp güldüm, benim gülüşüm kısa sürse de aklıma geldikçe kıkırdıyordum. O artık gülmüyordu ama kalın ve gür sesinden yankılanan melodiler zihnimin derinlerinde hala nüks ediyordu. Her şeye rağmen zihnimde tekrarlayan gülüşlerini dinleyip gülümsedim.

Elimin tersiyle yine kurumuş yanağımın üstünde yol çizmiş gözyaşını silerken hala gözlerimi yoldan ayırmıyordum. Ağaçların dallarının yerde bıraktığı gölgelere odaklanarak ilerlerken kafamı o kadar eğmiştim ki boynum ağrımaya başlamıştı, kaldırıp çevreme baktım ve yağmurun ince bedeni alnımın tam üstüne kondu. Çiselemeye başlayan yağmuru ve etrafa yaydığı serinliği hissettim, birazdan sağanak başlayabilirdi ve saklanacak bir yer bulmak için hızlanmalıydım.

Yağmur kokusu burnuma dolarken, havada soluyan serinlik ağaçların yapraklarını nihayet kıpırdattı ve kulaklarıma derinlerden yükselen uğultular bıraktı. Yumuşak ve güneşten dolayı sıcak olan toprakların üstüne basarak koşmaya başladım. Çevreme bakınıyordum, ormanın damarlarından yükselip göğe doğru uzanan ağaçların gövdeleri incelmeye ve görüş alanım genişlemeye başlamıştı. Kalın ve ince gövdeli zebanilerin arasından koşturmaya devam ettim, yağmur giderek bastırmaya başladı.

Saçlarıma tutunan damlalar, derime doğru siniyor ve uğultulu rüzgar kulaklarıma doluşuyordu. İblis kadehinden yudumlayarak susmaya devam ediyordu. Ciddileşmişti. Ormanlık alandan çıktığımı belli eden yere doğru ilerlemeye devam ettim, etraf demir çitlerle sarmalanmıştı ama diğer tarafta asfaltlı yol görünüyordu.

Şehre oradan ulaşabilme umuduyla bacaklarıma hız verdim. Nefeslerim soluk borumda tıkanarak ciğerlerime baskı kurarken bacaklarımın arka kasları yanmaya başlamıştı. Çitlere ulaştığımda artık sağanak haline gelen ve gürleyen yağmur damlalarının tam altında esir oldum.

‘’Sol tarafta bir kapı var, on beş metre ötede,’’ dedi İblis çenesiyle orayı gösterirken. Sola doğru yürüyüp nefeslerimi dizginlemeye çalışırken yüzümü kaplayan ıslaklığı elimin tersiyle kurulamaya çalıştım ama nafileydi. Yağmur elimi de ıslatmıştı. Görüş alanım buğulanırken gözlerimi kısarak yürüdüm, kapıya doğru gelip gıcırtılı sesle aralayıp asfaltlı yola geçtim.

Asfaltlı yolun üstündeyken kabanımı çıkartıp onun içinden giydiğim siyah ceketimi de çıkarttığımda İblis, ‘’Ne yapıyorsun, hasta olacaksın?’’ dedi kaşlarını çatarak. Ceketi çitin üstüne asarak kabanımı giydikten sonra elimi uzatıp ceketin sıcak kumaşını tuttum. Ceketin iç kısmını kafama doğru örttüğümde İblis susup oturmuştu. Kollarını boğazımın altında kavuşturup bağladım ve ilerlemeye devam ettim.

Yoldan geçen herhangi bir araba yoktu, ileride yine de sahipsiz görünen bir durak vardı. Durağın üstü açıktı; o yüzden orada oturmak gereksizdi. Yağmur dinene kadar orada otursaydım ne güzel olurdu.

Aklıma düşen ve benden haber alamadığı için aklını kaçırabilecek arkadaşım, sarı kaşları çatılı; dudakları öfkeden dolayı gerilmiş suratıyla zihnimde belirdi. Acı kalbime yuva kurmadan önce, mırıldanarak ‘’Akşın beni öldürecek,’’ dediğimde İblis gözlerini erkeksi şekilde devirdi. ‘’Ben de Nilüfer’i öldüreceğim, merak etme.’’

Homurdanışına istemsizce hak verdim. Yolda ilerlerken kafamı aşağı doğru eğiyor ve bakışlarımı yerden kaldırmamaya özen gösteriyordum çünkü artık şiddetini artıran yağmur, kirpiklerime soğuk bir el misali tutunarak görüş alanımı buğulandırıyordu. Renkli gözlerim adımlarımı takip ediyor, adımlarımsa yağmur sularına karışıyordu.

Asfalta çarpan ve suyun üstünde beneklenen yağmurun damlalarını takip ettim. Simsiyah asfalttan yükselen ziftin kokusu, yanımdaki ormandan yayılan toprak kokusuna karışıyor ve burnuma ev sahipliği yapıyordu. Şu anki yaşadıklarıma yetişmem olanaksızdı. Kendimi yabancı bir yerde bulmuştum, bunu bir noktadan sonra kabullenebilirdim ama beni görünmeyen elle sırtımdan iterek, sonu bilinmezliği yuva edinmiş uçuruma fırlatan anneannemdi. Buna alışamazdım.

Oturup ağlamak istiyordum, yolun ortasında dizlerimi bükerek tüm korkularımı gözyaşlarımla akıtmak istiyordum. Dolan gözlerimi gören İblis, kuzguni bakışlarını kısarak bana baktı ve yüzünün bir kısmı hafifçe buruştu. ‘’Sakın…’’ Kafasını iki yana salladı, ‘’Sakın Toprak. Ağlayayım deme.’’

Arka planda yükselen sesi, düşüncelerimin bedenleri arasında sıkışıyor ve etkisini kaybediyordu. Ya buradan çıkamazsam? Naenia’da kalamazdım; dışarıda iyi olmasa da bir hayatım vardı ama her şey, benim kontrolümdeydi. Yetiştirmem gereken belgeler vardı, dışarıda benimle buluşmak isteyen tek tük arkadaşlarım… Başıma ördüğü her belaya rağmen bir anneannem vardı.

İlk defa ailem olduğunu hissettiren bir kadındı ama o da beni yalnız bırakmıştı. Yine, ailem tarafından terk edilmiştim. Yine o soğuk beşikte, mavi battaniyemin arasına gömülmüş o bebektim. Yağmur yine benimleydi ve yine üstüme yağarken kimsesizliğimi yüzüme vuruyordu.

Görüş alanım yavaşça bulanıklaşırken, yürüdüğüm asfaltın hareket ettiğini sandım. Çenem ayazda kalmış biri gibi titremeye başlarken, düşüncelerim zihnime ağır geldi ve her şey gözlerimin önünde film şeridi misali kayıp gitti. İblis bir çeneme bir de gözlerime bakarak değişik bir yüz ifadesine bürünmüşken, ‘’Toprak…’’ demesiyle burnumun direğinin sızlamasına aldırmadan hüngür hüngür ağlamaya başladım.

Ağlayışım şiddetlenince yürümeyi bırakıp olduğum yerde kaldım. Ellerimi yüzümü saklamak adına tamamen suratıma kapattım ve başımı ellerimin üstüne eğerek omuzlarım sarsıla sarsıla ağlamaya başladım. Burnum ağlayışımın sarsılışıyla akmaya başlıyordu ama buna rağmen kafamı kaldırmadım. Bir kıvılcım ruhumun kıyısından yukarı yükselirken ateşe dönüşmüş ve ruhum, bir köşede yangının arasında kalakalmıştı sanki.

Ellerimi aniden suratımdan çekerek serinliğin suratımı yalamasına izin verdim; renkli, soluk bakışlarım gri gökyüzüne kayarken suratıma çarpan yağmur damlaları zihnimdeki karabasanları daha da kabartıyordu. O devasa güneşi ve ayı görmemle yine dudağım acıyla gerildi ve çenem büzüştü; kaşlarım birbirine yaklaştığında İblis artık her şeyden daha çok panikliyordu. ‘’Çıkacağız diyorum, bana güvenmiyor musun?’’

Onu dinlemeyen gözyaşlarım durmak bilmiyordu; yanaklarımdan akan damlaların bıraktığı yolu zihnimde bile takip edemiyordum. Yağmurun altında sırılsıklam olurken gözyaşlarımdan birisi yanaklarıma sindikten sonra peşinden bir yenisi geliyor ve yağmur damlalarının arasına karışıyordu. Akan burnumu çekerek yanmaya başlayan gözlerimi elimin tersiyle sildim. ‘’Nasıl çıkacağız ya?’’ dedim gökyüzüne bağırarak. Semadaki korkunç görüntüyü hafızama kazıyan beynim, daha çok ağlamama neden oluyordu.

Burası tamamen Naenia’ydı ve burada olduğuma hala inanamıyordum! Merak ederken bunu kast etmek istememiştim, yani öylesine merak etmiştim! İblis sinirle, ‘’Fazla merak göte…’’ derken burnumu çekmemle aniden onu bakışım, onu susturmaya yetti. Boğazını temizleyip kaşları hala çatıkken, ‘’Neyse, merak ederken işin sonunu düşünseydin! Al sana ülke, al sana Naenia!’’ dedi, ince bir çizgi haline alan dudaklarını birbirine bastırarak.

Kızdığı için ağlamam şiddetlenirken, İblis yüzünü buruşturarak ellerini kulaklarına kapatıp öylece bekledi. Tam alay olmasa da ona benzer bir tınıyla, bir yandan sabreder gibi, ‘’Susar mısın, canım?’’ dediğinde sesi ılımlı gelse de beni susturacak kadar yeterli değildi.

Göğsümü saran ve ardı arkası kesilmeyen hıçkırıklarım omuzlarımı sarsarken yavaş yavaş asfaltta ilerlemeye başladım. Susmuyordum; geçmişte yersiz şekilde içime attığım tüm acı dolu duygularla baş başa kalmış ve bir daha ağlayamayacakmışım gibi içimde kaynayan kazanının tümünü boşaltmıştım.

Bir süre sonra, hırsım ve öfke boşalmalarım iç çekişlere döndüğü zaman İblis sustuğumu sanıp ellerini kulaklarından usulca çekti. Gözlerinde hala tekrar ağlayıp ağlayamayacağımın tedirginliği kol geziyordu. Göğsüm sarsakça inip kalkıyor ve nefesim seyrek seyrek dışarı fırlıyordu. Yağmurun serinliği, ağlamaktan kızarmış ve yanan yüzümü serinletiyor ve görüş alanımı bir nebze berraklaştırıyordu.

Tamamen sustuğumdan emin olan İblis’im sakin bir şekilde geriye yaslandı. İlerlerken bir süre ses çıkarmamıştım ama bu düşüncelerimle baş başa kalmama olanak sağlıyordu. Sessizlik içerisinde ilerledim, ilerledim. Ne İblis ne ben konuşuyorduk; birbirimize tanıyacağımız zaman kısıtlıydı ama o zamanı iyi değerlendirmeliydik.

Kulaklarımı esen rüzgarla sarsan yağmur, yürüdüğüm asfalta sertçe düşerken artık yolda değil de koridorlarımda yürüdüğümü fark ettim. Koridorlarımı basan o selin içinde yürüyor, yağmur yine üstüme yağarak beni serinletiyordu. Kulaklarımı sağır eden sessizliğin arasında, şapırdayan su sesleri giderek kulaklarımda yankılanırken geçmişte yaşayan bir anı durduk yere zihnime düştü.

Salonumdaki şöminenin tam karşısında otururken elime aldığım kitabın sayfalarında geziniyordum. Ateşin yüzümü avuçladığını hatta geçtiği yerlere kuruluk bıraktığını hala anımsıyordum. Satırların üstünde karakterin yaşantısına imrendiğim anı, onu seven başkarakterin ona zarar gelse dünyayı yakacağı cümleleri dün gibi anımsıyordum. Kalbimde hiçbir zaman o şekilde sevilemeyeceğim hissi yer alıyordu.

İblis zihnimdeki görkemli tahtında oturmuş, nefret ettiğim kemanın akordunu yaparken birkaç tiz ses bırakıyordu. Kirpikleri uzun şekilde aşağı doğru inmiş, boyun girintisine yasladığı ağaç gövdesinden yapılmış kemanını tutuyor ve yayını, tellere yavaşça sürtüyordu. ‘’Olmuyor ya…’’ demişti hayıflanarak, kemanını boynundan çekerken. Kömür karası gözleri, bir şeyi yapamadığında daha da kararırdı. Keskin şekilde bana baktığını hissediyordum ama ben sayfalardan gözlerimi ayıramıyordum.

Başkarakterin yerine kendimi koyarken, biri tarafından sevilmenin mutluluğunu tadıyor ve sevgilim beni öperken o heyecanı hissediyordum. Yüzümde kırıklarımdan topladığım tebessümümden vardı. ‘’Açsana şu videolardan birini,’’ İblis’in sesini duyduğumda tek kaşımı kaldırarak yüzümdeki ifadeyi bozmadan kitabıma odaklanmaya çalıştım.

Koridorlarda yayılan sesi, derinlere indikçe odaklanmam zorlandı. ‘’Hadisene,’’ dedi, söylediğini yapmadığım için çocuk gibi direterek. Sayfanın arasına başparmağımı koyarak kitabın kapağını elimin kenarına yasladım ve ona keskince baktım; aslında ateşin yükselen bedenini seyrediyordum. Çıtırtıların arasına, salonumun penceresine çarparak inen yağmur sesleri karışıyordu.

‘’Bir değil; birkaç video açıyorum, İblis. Yüz videoyu seninle beraber izlemem gerekiyor ve ben keman sevmem.’’

İblis gözlerini kısarak bana bakmıştı, kirpikleri o kadar birbirine yaklaşmıştı ki gölgelerle olan suratındaki bakışlarını rahatlıkla gizlediler. Büyük elini kemanını tutmak ve aşağı doğru sarkıtmak için kullandı, arkasına yaslanırken hala kemanı tahtının kenarından aşağı sarkıyordu. ‘’Keman sevilmez mi lan?’’

Gülümsedim, ‘’Piyano çalmış olsaydın işler daha farklı olurdu.’’

Kemanı sevmiyordum ve bunun nedenini gayet iyi biliyordu. O yüzden üstelemedim ve o da üstelemedi. ‘’Bir gün kemanı da sana sevdireceğim zamanlar gelecek,’’ dedi iddialı şekilde. Hiç elinden bırakmadığı kadehi, tahtının kenarındaki ince belli üstü yuvarlak sehpasının üstündeydi. Kemanları severdi ve kemanı eline aldığında dünya benim için dönmeyi bırakır ve zaman oldukça ağır şekilde işlerdi.

Videoları açmayacağımı anlayıp derin bir nefes verirken sırtını eğmiş ve kamburunu hafifçe ortaya çıkarmıştı. Kemanını tahtının kenarına yaslamıştı ve arşesini kemanın gövdesine yaslamıştı. Aslında estetik ve hoş görünen bir görüntüsü vardı ama kemanlardan hiç haz etmezdim.

İblis de onlara beni alıştırmak için birkaç melodiyi zihnime bırakırdı.

‘’Ne okuyorsun?’’

‘’Kitap.’’

Dudaklarının kenarlarını sarkıtıp düşünürmüş gibi yaparken benimle alay etti. ‘’Türk Dil Kurumu’na yeni bir kelime kazandırdığın için seninle gurur duyuyorum. Bilmiyordum, asla.’’ Tepkisine karşılık dudağımın kenarındaki gülümseme büyüdü, tepkimi ifadesiz gözlerle izledikten sonra gülercesine nefes bırakıp sırıttı. Gözlerini yuvalarında devirmişti.

‘’Ne anlatıyor?’’

‘’Bir gün sevilip sevilmeyeceğimi.’’

Güldü ama gülüşü uğursuzdu ve hiç istemediğim tınıdaydı. Yağmur giderek şiddetlendi ve gök gürültüsünün ışığı salonun beyaz duvarlarına yansıyıp geri çekildi. Karanlık giderek salona çöreklenirken şöminenin ışığıyla aydınlanıyordum ve yüzüm, ateşin sıcaklığıyla kavrulmaya devam ediyordu. Yine de ateşi severdim, beni yakardı ama aynı zamanda rahatlatırdı.

‘’Ben sana söylerdim,’’ dedi İblis, ‘’Her şeyi kitaplardan öğrenecek değilsin.’’

Sırtını arkasına yaslamasını ve bacak bacak üstüne attıktan sonra ifadesizliğe suratımı seyretmesini izledim. Tek kaşımı kendiliğinden yukarı tırmandı ve ona alayla parıldayan gözlerimle baktım. ‘’Söyle öyleyse,’’ Kendimden emin tavrım karşısında ikiletmeden cevap verdi. ‘’Dünyadaki hiç kimse, tam olarak istediği şekilde sevilmez kızım.’’

Gözleriyle kitabı işaretlerken, ‘’O yüzden, her şey hayalden ibarettir ve bunun için insanlar kitapları sever.’’

Dilimi damağıma vurarak sert sesler bıraktım; birkaç alay dolu yükselen ritmik sesime aldırmadan kirpiklerini usulca kırpıştırıp renkli gözlerime bakmayı sürdürdü. ‘’Bari, yüzüme bu kadar sert çarpmasaydın.’’ dedim, derinlerimde bir yerlerde sesim titremişti. Tek omzunu silkti, ‘’Gerçekler hızlı gelirse can yakarmış ama zamanla alışırsın.’’

Kafamı iki yana sallayarak bacaklarımı yukarı doğru çektim ve kitabımı bedenimin yanına koydum. Nerede kaldığımı hatırlamıyordum ama İblis dikkat etmişti, o yüzden ona sorsam direkt söyleyeceği için aldırmıyordum. Bacaklarımın etrafına ince kollarımı sararak parmaklarımı birbirine geçirip önlerinde kilitledim.

Çenemi diz kapağıma yaslarken gözlerim, ateşin kucağındaydı. Kirpiklerim yanıyormuş gibi hissediyordum ama gözlerimi yukarı doğru yükselen ve kulaklarıma çıtırtılar dolduran alevden çekemiyordum. O yoğun sessizliğin arasında, kalp atışlarımızın ve derin nefeslerimizin arasında, bir düşünce zihnimin topraklarına tohum gibi serpildi.

Gökten zembille düştüğünü görmüştüm, bana o kadar yabancı gelmişti ki dilime vurmaya bile cesaret edemedim. Ruh toprağına atılan o tohum, şüpheyle sulandığında artık hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. O yüzden ateşe yürüyüp yanmadan; sert toprakta yürümeyi tercih ettim ve gözlerini tavana dikmiş olan İblis’ime gelişigüzel, sanki hissetmiyormuşum gibi o soruyu sordum.

‘’Sen beni seviyor musun?’’

İblis ağır ağır kırptığı gözlerini üstüme dikerken, zamanın kanatları altında ağır ağır nefes alışverişlerimi dinledim. Gözlerimin derinlerinde ne gördü bilmiyorum ama o duyguyu analiz etmeye çalışıyor gibi uzun uzun baktı. Ardından alt dudağını yalayarak, ‘’Belki,’’ dedi net sesiyle. ‘’Ama sanmıyorum. Seni sevmiyorum.’’

Kelimeler bir kora dönüşüp kalbimin tam üstüne çöreklenerek ortalığı aleve dönüştürdü. Dolan gözlerimi görmemesi için onları, onun ifadesiz suratından çektim ve titrek bir nefesi dudaklarımdan dökerek ateşi seyretmeye devam ettim. Yağmur aramızda sel olup gürlemeye devam ederken camlara sertçe vurmaya başlamıştı ve ayın ışığı altında zemine yansıyan gölgeler, damlaların bedenlerini çiziyor gibiydi.

Bana hep Toprak derdi ama nedenini söylemezdi. Zamanı gelince söyleyeceğini söylese de o zaman, yer ve gök yarılsa dahi ve melekler kıyamet surunu üflese dahi gelmezdi. ‘’Toprak,’’ dedi mekanik sesiyle. Robotun hissiz ve ruhsuz sesine benziyordu bazen sesi; kalın, mekanik ve titrek ama ona has bir sesti. Kalın ve titrek, kalın veya mekanik bunlar onun sesini andıran kelimelerdi.

‘’Sana saygı duyuyorum. Sana bağlıyım ve sana damarlarında akan kan kadar yakınım.’’ Onu dinlemek istemiyordum ama sesi zihnimde çığa dönüşerek koridorlarımı turlarken zor oluyordu. Arkasına yaslanmaya devam ederken, kadehini parmakları arasına alıp döndürdü ve altın işlemeli, parlayan yüzeyine baktı.

‘’Bu gözler, hiç görmemesi gerekenleri; bu kulaklar, hiç duymaması gerekenleri duydu. Sen, benim küçük ve korunmaya muhtaç kızımsın. Seni belki sevemiyorum ama sana bağlıyım,’’ dedi sonlara doğru fısıltılı çıkardığı sesiyle.

‘’Neden sevemiyorsun? Zihnime esir düştüğünden mi?’’ Kırılan kalbim, dilimin altına fısıltıları gömmüştü. Sanki konuşulmaması gerekenleri ya da zamanı geldiğinde konuşulması gerekenlerin bahsini açarak her şeyi mahvetmiştim ve artık, sohbeti dinlemeyi istemiyordum. Çünkü kimse tarafından sevilmiyordum, anne ve babam da beni terk etmişlerdi. Kim tarafından sevilecektim? Bir İblis tarafından mı?

Bakışları kadehten ayrılıp gözlerimin derinlerine düştü, ‘’Anlamıyorsun,’’ dedi fısıldayarak. ‘’Bağlılık ya da güven, bunlar sevgiden daha kuvvetli hislerdir. Yüzüne baktığımda geçmişini görüyorum, dahası seninle o geçmişi yaşamış biriyim Toprak. Seni seven birini bir gün bulacaksın ama o, zihnindeki kişi olmayacak.’’

‘’Ben seni ailem yerine koydum; senin de beni o şekilde gördüğünü düşünüyordum.’’ dedim, boğazım kasılmış ve gözlerim olduğundan daha çok dolmuştu. Görüşüm bulanıklaşırken havaya yükselen kıvılcımları, lazerin ucundan yansıyan ışıklar gibi noktacık halde görüyordum.

İblis derin bir nefes verdi, ‘’Aşk saçmalığına inanan biri değilim ve o soruyu sorduğunda ne demek istediğini gayet iyi anladım. Toprak,’’ dedi tekrar, bir konuşmanın başlangıcına girer gibi. ‘’Sen hiçbir zaman benim ailem olmadın ama benim için her zaman, varlığımı adadığım o küçük kızdın. Duyguların ayak bastığı ilk toprak, zihindir.’’ Biliyordum, duygular ilk başta zihinde meydana gelir sonra alev alev kalbe giden damarlara karışırdı.

Yutkundu ve çenesiyle ateşi gösterdi ama derin bakan simsiyah gözleri üstümdeydi. ‘’Bense insanların sevmeyi bilmediği, değersiz hissettikleri yerde; belki bir ateş başında doğarım. Belki çoktan doğduğum yer sönmüş olur ama ben hala yanmaya devam ederim.’’

Kelimeleri canımı yakmaktan öteye gitmiyordu. Çok fazla acı çektiğimden dolayı uyuşurdum ve böyle de oldu. Alt dudağımı yaladım ve ona bakmayı sürdürdüm; artık ateş yüzümün kıvrımlarını kurutuyordu ve ateş, renkli gözlerimi saran gözyaşlarını geriye göndererek onları da kuruttu.

Bana damarlarında akan kan kadar yakınım der dururdu, o zaman benim hissettiklerimi neden hissetmiyordu?

Düşüncemin ayak seslerini duymuş olmalıydı çünkü cevap verdi. ‘’Sana damarlarında akan kan kadar yakınım derken öylesine konuşmuyordum. Kendimi bile hissetmediğim bu yerde, seni bir İblis olmama rağmen cayır cayır yanarak hissediyorsam Toprak, bu öylesine söylenmiş bir söz değildir.’’ Çenesini dikleştirerek meydan okurcasına bana baktı, ‘’Tekrar altını çiziyorum; güven ve bağlılık bana göre sevgi denilen zayıf histen daha kuvvetlidir.’’

Tek omzumu çocuk gibi silktim ve ona dolan gözlerimle baktım; çenem acıdan ya da acizlikten dolayı titriyordu. İblis’in bakışları yüz ifademi incelerken ilk defa ben ağladığımda öfkelendiğini değil, acı çektiğini gözlemledim. ‘’Ben seni seviyorum.’’ dediğimde mırıltıma karşılık kıkır kıkır güldü.

Bozuk ve uğursuz kıkırtısına karşı burukça gülümsedim. ‘’Sen benden nefret edeli yirmi yıl oluyor, Toprak. Tek suçlu ben değilim ama evet,’’ dedi kafasını sallayarak, yüzünde hiç görmediğim gerçek bir tebessüm vardı ve bakışları, hiç olmadığı kadar buğuluydu. ‘’İçten içe beni sevdiğini biliyorum, benim küçük kızım.’’

Beynimi saran anının varlığını yavaş yavaş hissetmezken gerçekliğe tamamen sakinleşmiş döndüm. Kafamı kaldırdığım anda tam ilerideki ufukta kasabanın binalarının solgun, ışıkları yanmayan bedenlerini gördüğümde yüreğimi sevinç dalgası sardı. ‘’İblis bak!’’ dedim işaret parmağımı havaya kaldırıp ufku göstererek. İblis bakışlarını yavaşça üstümden ayırıp gösterdiğim yere baktı. Kadehini dudaklarına götürerek, ‘’Aferin, kedi fare olayı.’’ dedi yandan yandan gülümserken.

Yine gıcıklığa başlamıştı. Gözlerimi devirerek ilerlemeye hatta hızlıca yürümeye devam ettim. Altın işlemeli kadehini dudaklarından ayırıp yavaşça tahtının kenarından aşağı sarkıtırken bakışları hala ufuktaydı, ‘’Fazla yokmuş, yarım saate varırız.’’ dedi zihninden kısa bir hesaplama yaparken.

Zihnimde hala beni sevmediği gerçeği uzanırken, o gerçeğe basmamak için çevresinden dolanmaya dikkat ettim. O gerçekle yüzleşmek, dinlediğim anda çeyreğini hissetsem de, karşı karşıya kalmak istememiştim. İçten içe sevilmek istediğimi o an fark ettim; bana katlanmak zor olabilirdi ama gerçekten sevildiğimi hissettiğimde kapalı kapılarımı açmayı becerebilirdim.

Kendime güvenemiyordum çünkü bebekliğimde bir darbe yemiştim. Sonra, o darbeli ruhuma çizikler atan gölgeyle karşılaşmıştım; küçüklüğüm ruhuma açtığım kan revan yaralarla ve kendi kendime o yaraları sarmaya çalışmamla geçmişti. Anne ve babamın neden beni terk ettiğini bilmiyordum ve anlam veremiyordum. Nilüfer’in söyledikleri saçma geliyordu.

Hiçbir zaman anlayamayacak ve bilemeyecektim.

Yine de, beni ne derse desin sevdiğini düşündüğüm; aramızda bir bağ olan zihnimdeki kişiyle karşılaşmam mucizeydi. Beni yalnız bırakmayan, sahipsiz ve küf kokan duvarların arasında kendi kendime konuştuğumda beni dinleyen sonra beni öfkelendirecek kadar gerçekleri yüzüme çarpan birinin olması ve bu kadar yakından hissetmem ancak bir mucizeyle gerçekleşebilirdi.

Düşüncelerimin ayak seslerinin arasında yarım saat yürümüştüm, artık bacaklarımda derman kalmamıştı ve yağmur beni sırılsıklam edip dinmişti. Üstüm yarı kuru yarı ıslaktı; yağmurdan sonra güneş çıkmış ve ortalığı biraz olsun ısıtmıştı. Ayaklarımın altının su topladığını hissediyordum, hem yanıyor hem de topuklarımı her bastığımda sızlıyordu. Bacaklarımda derman kalmasa da şehrin girişinden girmeyi başardım. Bir heyecan dalgası bedenimi sardı, damarlarımda gezinip kalbimi kasarken sakince yürümeyi başarıp çevreme bakındım.

Ahşap evler rengarenkti, bazıları kendi rengini korumuştu ve ahşap rengindeydi. Evler belirli bir düzende sıralanmıştı, sokaklar kaldırım taşlarıyla döşeliydi; köşeli ve içe içe geçmiş yapboz parçalarını andırıyorlardı. Kalabalık insan selinin arasına karıştım, sokaklar dar olsa da kimse kimseye çarpmıyordu. Çarpmamaya özen gösteriyorlardı.

İnsanlar mutlu görünüyordu, bazıları birbirini tanıyor ve birbirlerine selam veriyorlardı. Bazılarının yüzü sirke satıyordu. Beni şaşırtan şey de, insanların normal görünmesiydi. Hiçbirinde kanat ya da kuyruk yoktu; boynuzlu insanlar ya da yarım insan yarım farklı bir bedene sahip olan yaratıklar da yoktu.

Rengarenk tenler de yoktu. Her şey normal görünüyordu.

İnsan kalabalığının kuru gürültüsü kulaklarımda uğultular bıraktığında enerjimin giderek çekildiğini hissettim. Kalabalıklardan nefret ederdim, çünkü insanların enerjimi sömüren ruh emiciler olduğunu düşünüyordum. Dahası bu kadar hissetmek, hoşlanmamamı güçlendiriyordu. Ruhuma çöreklenen yorgunluk, ağzımı aralayıp kocaman nefesi ciğerlerime çekmeme neden oldu. Gözlerim yorgunluktan çökerken yavaş yavaş kapatıp araladığım renkli gözlerimle çevreme bakınıyordum.

İblis, ‘’Normalmiş.’’ dedi dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıtırken; diğer yandan çevreye bakınıyordu. ‘’Xiya ya da değişik canlılar görmeyi umuyordum?’’ dediğinde kafamı onu onaylarcasına salladım. İnsanlar çevremdeyken İblis’le dışımdan konuşmamaya çalışıyor ya da onun varlığını belli etmemeye çabalıyordum. O da bunu istiyordu çünkü deli yerine konulmak, bir beni rahatsız etmiyordu.

Kalabalığı yararak yokuş çıktığımı belli eden ayaklarımdan düz alana geldiğimi fark ettim. Kalabalığın kuru gürültüsü azalmıştı, onun yerine seyrek insanlar geniş caddede yürümeye başlamıştı. Dar sokak olduğundan insanların gidebilecekleri alan kısıtlıydı, anlayışla karşıladım ve geniş, ortasında beyaz mermerden yapılmış büyük gösterişli çeşme bulunan caddede gözlerimi taradım.

Tamamen yuvarlak duran caddenin başlangıç yerinden birkaç metre ötedeydim. Sakura ağaçlarına benzer yapraklara sahip olan ağaçlar, binaların arkasında toplanmış ve dallarını binaların dış cephelerinden sarkıtarak ileriye doğru uzatmışlardı. Güçlü dallarda bulunan gür yaprakların bazıları, dallara tutunamayarak gri zemine düşmüştü. Hala rüzgarın gücüyle birkaç yaprak gökten düşermişçesine süzülerek yere doğru iniyordu.

Her taraf yaprakların renkleri sebebiyle rengarenkti. Genellikle mavi, mor ve pembe olan yapraklar gri zeminin yer yer kısımlarında gözlere şölen sunuyordu. Etrafıma birkaç dakikalığına baktım. Yağmur çoktan dinmişti ve güneş yine etkisini göstermişti ama yakmıyordu. İnsanlar burada yokuş yukarı tırmandığım dar sokaktaki kadar yoktu ama yine de etraf kalabalıktı.

Ortada duran ve herkesin nasiplenmesi için bulunduğunu düşündüğüm bir heykel çeşmesi vardı. Heykel, Yunan Mitolojisi’ndeki Hera’yı anımsatıyordu. Hera gümüşi renkte parlayan kollarını sanki görünmeyen bir bebeği tutarmışçasına göğsüne yaslamış ve bakışları kucağına doğru düşmüştü.

Tam kalbinden akan şeffaf mavi su, vücuduna değmeyerek aşağı doğru düşüyor ve alt tabanında bulunan yuvarlak katmanlardan süzülerek en nihayetinde yuvarlak tabanı dolduruyordu. Su içilesi duruyordu ve içenlerin de bir kez daha içeceğini düşündürüyordu. Hoşuma gitmişti, heykel devasaydı ve işini bilen heykeltıraşın elinden çıktığı belliydi. İblis bile etrafı süzerken dudaklarından, ‘’Büyülendim,’’ kelimesini dökmüştü.

Evet, etraf büyüleyici güzellikteydi ama ben buraya ait değildim.

Nereye gideceğimi de bilmiyordum; etrafa boş boş bakıyor ve dükkanların oluşturduğu caddeyi seyrediyordum. Sol taraftaki köşede, elbise dükkanı, hemen yanında terzi ve bir butik bulunuyordu. Onların yanında tezat şekilde kütüphane eski ahşaptan yapılma bina olarak görünüyordu ve iki katlıydı. Perdeleri bile yarım görünüyor ve eski dönemleri zihnimde çağrıştırıyordu.

Heykelin tam arkasında, antika dükkanı duruyordu ve antika dükkanının görkemli tabelası dikkat çekiyordu. Tabelalar anlayabildiğim dildeydi ve buna şaşırmıştım, burada M’rice konuşulur sanıyordum. İnsanlarla Türkçe bile konuşamayan diğer yanım, M’rice konusunda biraz tereddütlüydü ama şimdi içten içe rahatladığımı seziyordum.

İblis çevresine bakındı, ‘’Şurada bar var,’’ dediğinde çenesiyle gösterdiği sağ tarafıma baktım. Bar’ın tabelasında, ‘’Krasa’’ yazıyordu ama anlamını bilmiyordum. Demek ki M’rice ve Türkçe kullanılabiliyordu aynı anda. Barın kapısı, sanki kovboy filmlerindeymişim gibi yarım ve yerden yüksekti. Sallanan kapının arkasından gürültüler yükseliyordu ama çevredeki insanları rahatsız ettiğini düşünmüyordum. Herkes halinden memnundu.

‘’Nerede konaklayacağız ya?’’ dedim sorgularcasına, kafam karışmıştı ve yine ağlama isteği baş göstermişti. Gözlerim dolu dolu etrafıma bakarken İblis aniden, ‘’Arkadan biri geliyor, sana çarpacak,’’ dedi ama kendimi kurtaramadım. Aniden ileriye doğru savruluşum ve kolumu karıncalandırarak yerinden kopmuş gibi baş gösteren ağrıyla dişlerimi sıktım ve önümdeki kişiye keskin bir bakış attım. Dolu olan gözlerimle ne kadar keskin bakabilirsem o kadar bakmıştım.

Kumral saçlara sahip genç bir adam, arkasına telaşla döndü ve bana endişeyle bakan mor irisleriyle yaklaştı. ‘’Lan, iyi misiniz hanımefendi?’’ dedi ama cümlesindeki tezatlığa mı yoksa üslubuna mı tepki göstersem bilemedim. İblis aniden adamı tepeden tırnağı bakışlarıyla süzdü; ben de aynısından yaptım. Diğer yandan elimle kolumu tutuyordum ve sızlayan yeri görmezden gelmeye çalışıyordum.

Gri gömleği, güneşin altında daha da solgun görünüyordu. Yakaları hafifçe aralıktı ve altında kalan beyaz, pürüzsüz tenini gösteriyordu. Altında giydiği kenardan zincirli, siyah kot pantolonu vardı. Sol bileğinde güneşin ışığıyla yansıyan kahverengi kayışlı bir saat ve onun hemen altında siyah bir lastik toka bulunuyordu.

Adamın kumral saçları dağınıktı ve dalgalıydı ama o kadar uzun değildi; neden kolunda toka takıyordu? Kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken, telaşı içinde barındıran gözleriyle, ‘’Ağlıyor musunuz?’’ dedi adam. Ne yapacağını şaşırmış durumdaydı ve bana yaklaşmaya çekinir gibi hali vardı.

‘’Ağlamıyorum,’’ dedim ama sesimin titremesine engel olamamıştım. Yanağıma devrilen bir damla gözyaşıyla kirpiklerimi usulca kırpıştırdım; aslında ben de halime şaşırmıştım. Zaten dokunsalar ağlayacak durumda olduğumdan, kastığım boğazımdan aşağı kayan tükürükle çevreme bakındım. Son anda, gül pembesi dudaklarını araladığını ve endişeyle alnını kırıştırdığını görmüştüm.

Yumuşak sese sahip olan adam, sesini daha da ılıklaştırdı. ‘’Çok mahcubum, gerçekten. Böyle öküz gibi dalmak istememiştim ama acelem vardı.’’ dedi kendi kendine yaptığı hitabın üstüne basa basa. Yanağımda kuru bir yol çizen gözyaşının yerini silerken, ‘’Önemli değil,’’ dedim kafamı iki yana sallayarak. İblis hala sessizlik içerisinde karşımdaki kumral saçlı çocuğu dikizliyordu. Gözlerini hafifçe kısmış ve kafasını yana doğru yatırmıştı.

‘’Bundan zarar gelmez,’’ dedi sonra çenesini hafifçe yukarı kaldırarak, kaşlarını da aynı anda hafifçe çatarken. Bir yandan kolundaki kahverengi kayışlı saate bakıyor diğer yandan antika dükkanına bakış atıyordu; endişeyle kasılan yüzü dudaklarını ince bir ip misali germişti. ‘’Siz işinize bakın, ben iyiyim.’’ dedim meşguliyetini anlayarak.

Son kez bana yandan bir bakış attı ve tekrar özür diledi. Sızı karıncalanarak azar azar yerini terk ederken, kendisini iyi hissetmesi için karşımdaki benimle aynı yaşta gibi görünen adama ufak tebessüm yolladım. Yüzümdeki ifadeden rahatlamış olmalıydı ki gözlerini usulca kapatıp araladı ve antika dükkanına doğru hızlıca yürümeye başladı. Kapısına varmadan önce, caddeyi dolduracak kadar bağırarak, ‘’Geldim, usta!’’ dedi.

Yine yalnızlığımla baş başa kalmıştım ve afallayan zihnim çarpmanın da etkisiyle iyice karanlığa gömülmüştü. Güneş tam tepemizde ve devasa olmasına rağmen o kadar yakıcı değildi ve buna alışmam zor olacaktı. Normalde kül etmeyi bırak bu evrenin ayakta durması imkansızdı.

İblis, ‘’Öncelikle bara mı gitsek?’’ dediğinde ona kısa bir bakış attım. Kömür karası gözleri, ne yapacağını şaşırır vaziyetteydi ve onu ilk defa bu kadar savunmasız görüyordum. ‘’Kalabalık yerlerde bulunan cevapları sittin sene arasan bulamazsın, Toprak.’’ Göğsümü saran huzursuzlukla bar tarafına doğru döndüm ama ayaklarım o tarafa çekilmedi.

‘’Az önceki çocuğa mı sorsak? Demek ki antika dükkanında çalışıyormuş, hem eşyalara bakma bahanemiz de olur.’’ dediğimde kararsız gözleriyle bir süre düşündükten sonra kafasını salladı. ‘’İyi fikir,’’ dedi, arkasına yaslandıktan sonra bacak bacak üstüne atarak. ‘’Zaten paramız yok, belki orada bulunman için içki içmen gerekirdi.’’ Kafamı sallayarak antika dükkanına doğru yürümeye başladım.

Tabelası bir antika dükkanına göre ürperticiydi. Karanlık atmosfere sahipti; antika yazısının üstündeki noktalar gizemli bir kuş figüründeydi. Yazı fontu, tamamen fantastik bir romanın satırlarını süsleyen kıvrımlı harflerdendi. Siyah ve ahşap karışımı bir tabelaydı ve dükkanın kapısının tam üstüne monte edilmişti.

Onu görmezden gelerek yarı camekanlı, yarı ahşap kapının üstündeki ‘’açık – itiniz’’ yazısını görünce yuvarlak, soğuk ve gümüş tokmağı kavrayarak ittim. Kapının üstünde çalan melodi, ince çubukların birbirine sürtünme sesinden yükseldi ve tüm dükkanı sardı. Etrafıma kısa şekilde bakarak fazla oyalanmadan, hemen birkaç metre önümüzde duran tezgahın arkasındaki kumral çocukla göz göze geldik.

Şapşal bir surat ifadesi takınmıştı ve bana sorgulayan gözlerle bakıyordu. ‘’İntikam almaya geldim,’’ dedim soğuk bir sesle, etrafıma bir bakış atarak. İblis zihnimde sırıtırken, ‘’Gözlerini çocuktan ayırmasaydın daha etkili olurdu.’’ Tekrar, soluk renkte parlayan donuk mavi, kızıl harelerimi çocuğun kırpıştırdığı kirpiklerinin arasındaki mor harelerine diktim.

Soğuk şakama aldırmayarak, ‘’Hoş geldiniz,’’ dedi adam, boğazını hafifçe temizleyerek. ‘’Ne istemiştiniz? Kartlarımız, büyülü bitkilerimiz var. Sol tarafta kitaplarımız…’’ dedi ama ona dikkatlice baktığımı fark ettiğinde alt dudağını gergince yalayıp ıslak dudağının parlayan etini gözlerimin önüne serdi. Elini kaldırıp ensesine götürürken çevresine bakınıyordu. İblis güldü, ‘’Bakışlarınla öldürdün çocuğu, bu kadar soğuk bakma.’’ dedi ama elimde olan bir şey değildi.

Aniden gülümsediğimde çocuğun hafifçe irkildiğini gözlemledim ve bundan da vazgeçtim. ‘’Usta,’’ dedi çocuk, yan odanın boncuklu perdesinin arkalarına seslenerek. ‘’Ne var lan?’’ dedi asabi bir ses, içeriden. Yaşlı bir adamın sesine benziyordu; en fazla seksen beşlerindeydi yaş sesi.

‘’Müşteri geldi.’’

‘’Seni oraya raflarda süs ol diye mi diktim?’’ dedi tekrar, içeriden ustası. Sesinin her tarafından asabiyet ve huysuzluk akıyordu ve bu tarafa geldiği de yoktu. ‘’Her boku bana haber etme!’’ Adam biçimli, ince parmaklarını saçlarından geçirerek boğazını tekrar yumuşakça temizledi ve hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi.

‘’Evet, ne istemiştiniz?’’

Tezgah raflarına doğru ilerlerken bir yandan çocuğa diğer yandan, tavandaki sarı lambaların ışıklarını yansıttığı cam tezgahın ardına bakıyordum. Kızıl, süet bir kumaşın üstünde düzinelerce birbirinden farklı kartlar bulunuyordu. Kartların üstünde farklı farklı figürler bulunuyordu. İlgimi çeken birkaç tanesi vardı ama onlardan gözlerimi ayırarak alttan alta, karşımda rahat duran adamın mor harelerine baktım. Beni seyrediyorlardı ve hareketlerimi takip ediyorlardı.

‘’Kart mı istemiştiniz?’’ dedi tekrar ama bu sefer, ‘’Hayır,’’ dedim net sesimle. ‘’Birkaç bilgi almam gerekiyor.’’

Kafasını salladı ve beklentiyle bana baktı. Yumuşak yüz hatları bir erkeğe göre çok hoş görünüyordu; çene hattının çizgileri belliydi ama burnu ve ağız yapısı sert ve kemikli değildi. Beyaz ve pürüzsüz bir tene sahipti, sarı ışıklar altında parlayan kumral saçları iyice altın sarısı renge bürünmüştü. Mor harelerinin gözbebeklerine bir sürü ışık yansımıştı ve istemsizce bana parlayan gözleriyle bakıyordu.

Kalbim gerginlikten teklerken, ‘’Ben,’’ dedim ama bir yandan İblis’e baktım. Kaşlarını devam etmemi istercesine çattı ve umursamaz bir tavır takındı. ‘’Rahat ol, Toprak. Fazla detaya inme, buraya nasıl geldiğin hakkında gibi. Sadece kalacak bir yer sor.’’ Kumral çocuk devam etmemi istercesine kafasını salladığında dilime birikmiş kelimeler, nihayet dudaklarımdan döküldü.

Bazı gezginler, gittikleri yerde gündelik çalışarak para kazanır ve o parayı yemeye içmeye, kalacak yere harcarlardı. Ben de kendimi sakinleştirmek adına, böyle bir düşünceye sahip olacaktım ve sadece Naenia’yı geziyormuş gibi düşünecektim.

‘’Buraya uzaklardan geldim; param ve kalacak yerim yok. Kalacak bir yer biliyorsanız ve kendi ihtiyaçlarımı karşılamak için günlük çalışabileceğim bir yer varsa söylerseniz memnun olurum.’’ dedim ama cümlemi bitirir bitirmez gergince yutkunmama engel olamadım. Kaşlarımın uçlarını havaya kaldırmış ve istemsizce adama, alttan alta bakmaya devam ediyordum.

Aciz birer insana dönüşmüştüm ve normal şartlarda İblis buna kızardı ama o bile, artık bir şeyleri boş vermiş durumdaydı. Şaşkınlığından sıyrılsa eski formuna dönerdi ama onun için bile zaman gerekliydi. Sanki o yokmuş gibi davranmak zorundaydım.

İblis tek omzunu rahatlıkla silkti, ‘’Evet, bayağı netti.’’

Çocuk dudaklarını birbirine bastırarak düşündüğünü belirten gözlerini etrafta dolandırdı. Ardından, boncuklu perdenin tarafına baktığında yerinde hopladığını gördüm. Ben de o tarafa bakarken kalbim aniden teklemişti çünkü zebella gibi dikilen yaşlı adam bize sert bakışlardan atıyordu. Boncukların şakırdamasını bile duyamamıştık.

‘’Usta, ödüm bokuma karıştı.’’ dedi çocuk, sert sesiyle. ‘’Niye haber vermiyorsun?’’

Uzun, beyaz saçlara sahipti ve kemikli, uzun suratı vardı. Bal sarısı gözleri donuk ve içi boş bir kavuğu andırırcasına bomboş bakıyorlardı. Bembeyaz suratı hayaletten farksız olsa da yüzüne can veren beyaz kirli sakallarıyla ten rengi o kadar göze batmıyordu.

Üstüne giydiği salaş, hakim yaka ve yandan düğümlenmiş, sütlü kahverengi düğümleri görünen beyaz bir gömlek giymişti. Gömleği rahatça taşıyan omuzları dik ve genişti. Yaşlı olmasına rağmen sırtında kamburu yoktu; ama tecrübe için kambur şart değildi. Donuk gözlerinin altındaki kırışıklık ve torbalar onun ne kadar çok bilgiyi yuttuğunun ve bayatlamış olaylara şahitlik ettiğinin işaretiydi.

Altına koyu gri, şalvar tarzı pantolon giymişti. Bacakları sakat olmamasına rağmen elinde tuttuğu siyah, mat bastonu vardı; bastonunun kafasında kurt başı görünüyordu ve parmaklarını rahatlıkla geçirip kavrayabileceği gömmeli diş yerleri vardı. Kurdun boncuk gözü, kızıl renkteydi.

Güzel ve işlemeli bir bastondu; kaliteli olduğu barizdi. Adam durgun gözlerle çocuğun tarafına bakarken, ‘’Dükkanımda dolanmak için senden izin mi almam gerekir, it?’’ dedi asabi sesiyle. Sert bakışlarıyla resmen karşısındakini eziyor gibiydi. Yine de karşısındaki çocuk bundan zerre etkilenmeden sırıttı.

Beni bir anlığına unutmuş göründüler. ‘’Dün anlaşmamış mıydık, birbirimizden haberimiz olacak diye. Ne yaptığını söyle, haber et dedin.’’ dedi sorarcasına bir tını kullanarak. Yan dönerek, ustasının şekil aldığı tuhaf suratla eğlenmeye başlamıştı. Elimi tezgaha yaslayarak soğuk kısmının avuçlarıma dolmasına izin verdim ve anlam vermeye çalışan gözlerle ikisinin arasındaki sohbete odaklandım.

Huysuz adam derin bir nefes bıraktı, ‘’Tuvalete çıktıktan sonra bokunun hangi şekilde olduğunu bile haber etmeye başladığında vazgeçtim, evladım. Senden adam olmaz.’’ dedi söylene söylene, o sırada tuttuğu kurt kafası işlemeli bastonunu çocuğun sırtına hafifçe geçirdi. Birkaç kez geçirmesi sebebiyle çocuk kolunu kaldırıp ustasının darbelerinden kendini savunmaya başlamıştı.

Aldığı darbeden ötürü suratı kırışan adam, diğer yandan gülüyordu. Şaşkınlık ve yarı gülercesine dinlediğim hikayeden ve tuhaflaşmaya başlayan ortamdan uzaklaşmak adına sol tarafa doğru ilerleyip rafların arasına girdim ve gözlerimi raflarda duran eşyalarda gezdirdim.

Birkaç renkli çiçek, kavanozun içinde parlarken arka taraflarımda kitaplar duruyordu. Hiçbirinin anlamını ya da ne işe yaradığını bilmemem; bilinmez evrende tek başıma kalmışım hissi veriyordu. İblis rahat şekilde, onlara tuhaf tuhaf bakmaya devam edip birden gülmeye başladığında, ‘’Ciddi mi lan bu?’’ deyip tekrar güldü. Ben de dayanamayıp kıkırdadığımda sesim rafların arasına karıştı, sonra beni unuttuklarını son anda fark eden usta ve çırağıyla bakıştım.

Boyum fazla kısa ya da uzun olmadığı için rafların arasından onlarla rahatlıkla bakışmıştım. Çocuk hala kolunu indirmemiş, ustasının darbelerinden kendini savunmaya çalışırken, başını bana doğru çevirip şaşkınlıkla bana bakıyordu; ihtiyarın şaşkınlığından kurtulması zor olmadı, sanki hiç çırağına vurmamış gibi sakinleşti ve bastonunu ifadesiz suratıyla aşağı indirdi.

Son anda çırağına ters ters bakıp homurdandıktan sonra, ‘’Kızla ilgilen.’’ dediğinde çocuk sırıtarak kafasını sertçe indirip kaldırdı ve bana doğru gelmeye başladı. Ustası sabır dilenircesine, ‘’Serseri.’’ dedikten sonra çıktığı kapıdan tekrar girip görünmezken, bana yaklaşan çocuğun mor gözlerine sorgularcasına bakındım.

Saçları darbelerden daha fazla dağılan çocuk, yüzündeki sırıtışla olduğum tarafa doğru yaklaşırken ellerini ceplerine sokmuştu. Beyaz dişleri sıralı ve düzgün görünüyordu. Rafların arasına geçerek, yanımda dururken bedenimi çevirdim ve başımı hafifçe kaldırarak suratını seyrettim.

‘’Eğlenceli miydi?’’ dedi muzip sesle, kıkırdayışıma ithafen.

Kaşlarımı havaya kaldırıp indirdim ama gülümsemeden de edemedim. ‘’Alışık olmadığım bir ortam ve sohbetti,’’ dediğimde kafasını anlayışla salladı. ‘’Hep böyleyizdir, alıştılar artık çevredekiler.’’ Rafların arasında kalan boşluktan ileriyi doğru seyredip Huysuz’un ne yaptığını gözlemledim. Boncuklu perdenin hemen önünde duran, sallanan ahşap sandalyesinde oturmuş, arkasına yaslanmıştı.

Yaşlı adam, gözleri kapalıyken sessizliği dinliyor gibi görünüyordu. İblis, ‘’Hangisine şaşırsam bilemedim? Alışmalarına mı yoksa yargılamamalarına mı?’’ Onun sesine karşımdaki yumuşak ses, karıştı. ‘’Sorunuz dışında, ilginizi çeken bir şey var mı?’’

Kirpiklerimi kırpıştırarak bakışlarımı raflardan ayırdım ve bana beklentiyle bakan mor harelere tutundum. ‘’Aslında çok var ama zamanım yok. Bir yer bulmam gerekiyor ve param yok.’’ Cümlemi tekrar etmiştim ama sorun yapmadı. Başını anlayışla salladı, elleri cebindeyken bana biraz yaklaşıp hiç art niyeti olmadan fısıldadı.

Ilık nefesi nane kokarken konuştuğu sırada, harflerin bedeni yüzüme çarpıyordu. ‘’Aslında size yardım etmek isterdim; bir geceliğine burada kalabilirdiniz ama usta izin verir mi, bilemedim.’’

Şaşırışımı dile getirmekten çekinmedim. ‘’Ani oldu. Neden yardım edesin?’’ dediğimde derin bir nefes vererek ekledim. ‘’Resmi konuşmana gerek yok, akran sayılırız.’’ Adam kafasını memnun olmuş gibi salladı. İblis tek kaşını şüpheyle kaldırdı, ‘’Doğru noktaya parmak bastın,’’ dedi. ‘’Ağlaman dışında güvenilir görünmedin baştan itibaren.’’ dedi diğer yandan bana, ters ters bakarak.

İsmini bilmediğim kumral çocuk, ‘’Dışarıdaki nahoş karşılaşmamızın sonucu olarak düşün. Ayrıca, hava birazdan kararır ve tek başına olan kadını yolda bırakmak bize yakışmaz.’’ dedi, kendinden emin sesiyle. Yumuşak ses tonunda yer yer barınan mahcupluğu da seziyordum. Hala dışarıda bana çarpışını ve benim ağlayışımı düşünüyor olmalıydı.

‘’Sorun değil; aklına takılmasın. Her şey üst üste geldiği için dışarıda üzüldüm aslında, bana çarptığından değil.’’ Rahatlatmak amacı güderek kurduğum cümleyle, elleri cebindeyken göğsü nefesiyle inip kalktı. Rahatlatmaya çalıştığım için, ‘’Teşekkür ederim,’’ dedi normal şekilde. ‘’Yine de ikinci sebep bile yeterli. Akşamları daha tehlikeli oluyor buralar.’’

Yüreğimdeki korkulu ateşi söndüren sanki soğuk su niyetinde olan kelimeleriydi. Ne yapacağımı kara kara düşünürken, başımdaki kara bulutları tek cümlesiyle dağıtmış gibi hissetmiştim ve bu, ona güvenebileceğimi göstermişti. Bir yandan, hala diken üstündeydim ama dostane tavrı her olumsuz duygunun üstüne toprak atıyordu.

‘’Adım, Ezrial. Ezrial F. Ray.’’ Kemikli, biçimli parmaklı elini pantolonun tek cebinden çıkartıp uzatırken elinin üstündeki mavi damarları gördüm. Güzel bir eli vardı. Bedenimin yanında sallanan elimi havaya kaldırarak parmaklarımı eline doğru kaydırıp hafifçe kenarlarından sıktığımda o da karşılık verdi.

El tutuşmak ve sıkışmak, insanların kişiliklerini çözmeme yardımcı olurdu. Gevşek tutan insanlara karşı önyargım oluşurdu ve hatta onlardan hoşlanmazdım; çok sıkı tutanlar, tehditkar ve öfkeli bir kişiliğe sahip olurlardı ve onlarla sohbet edilmezdi. Ezrial, tam güvenilir ve dostane şekilde; kendinden emin bir tavırla tutup elimi sıkmıştı.

Avuçlarındaki sıcaklık, kendi avuç içi çizgilerime yayıldığında dudaklarıma yayılan tebessüme engel olamadım, o da bana kibarca karşılık verdi. ‘’Evin Yağmur Erkuran.’’ İblis ikimizin arasında gel-git yaparken kirpiklerini usulca kısmıştı, ‘’Ee?’’ dedi uzatarak. ‘’Durum ne olacak şimdi?’’

İblis’e karşılık vererek tek omzumu silktim ve karşımdaki adamla ilgilendim. Elimi çekerek bedenimin yanında sallandırırken o sıcaklık hala avuçlarımdaydı. ‘’Sadece bir geceliğine,’’ dedim ama aklımda bu geceden sonra ne yapacağımın hesabı yoktu.

Tedirginliği derinlere hapsetmiş gözlerime uzun bir süre gözlerini değdirdi; ardından kafasını anlayışla salladı. ‘’Sen orasını düşünme,’’ dedi dostane bir tavırla. Sol tarafımızda kalan rafların arasından Huysuz’a bakış attı; boyu benden uzun olduğundan bacaklarını hafifçe kırmıştı, kaldırdığı kaşlarının altından ustasını kontrol etti.

‘’Biraz aksidir,’’ dedi mırıldanarak, hala gözlerini oradan çekmezken. İfadesiz şekilde pürüzsüz cildine baktım; çene hattı dişlerini gerginlikten birbirine bastırdığı için kasılmış sonra rahatlamıştı. Canlanan mor harelerini kısarak bana yandan bir bakış atarken ani bakışmaya karşılık şaşırsam da belli etmedim. ‘’O yüzden ilk başta sert davranırsa duymazdan gel.’’

İblis kafasını iki yana salladı ve gölgeli başından yayılan dumanlarını etrafa yaydı. Kadehini dudaklarına götürmeden önce, ‘’Hiç şansımız yok.’’ dedi mırıldanarak. Kadehi tekrar yanına doğru indirirken parmaklarını altın işlemeli yüzeyinde ritim tutar gibi indirip kaldırdı, kadehin yüzeyine yansıyan uzun parmaklarını görebiliyordum.

‘’Ustası hayatta izin vermez.’’

‘’O güzel dudaklarından bir kez olsun, olumlu bir şey duyamaz mıyım İblis?’’

Tek omzunu silkerken baygın gözlerle bana baktı; tavrı ve ruh sağlığı oldukça yerinde ve rahattı. ‘’Ben şüpheci ve karamsar olmazsam, sen o akılla hayatta kalamazsın Toprak.’’ Sert olmayan ama keskin kelimelerine gözlerimi devirmeden edemedim. Onu zihnimde taşımak ve ben tüm cefayı çekerken, onun rahatlıkla tahtına yayılarak kadehinden içmesi bazen öfkemi harlıyordu. Yine de, başa gelen çekilir derlerdi değil mi? Katlanmak zorundaydım.

Ezrial’ın kısılmış kirpiklerinin arasından bana uzun süre baktığını fark edip gerçekliğe döndüm. ‘’Sorun değil, düşünmen yeter. Teşekkür ederim,’’ dedim çok olmadan. Biçimli elini kaldırıp ensesine götürdü ve boğazını temizleyerek ortamdan sıyrılmak adına gözlerini rafların boşluğuna dikti. ‘’Teşekkür etme, daha bir şey yapmadım.’’

İblis alay dolu gözleriyle çocuğun tepkisini süzerken; ben sadece ılımlı bir tebessüm dokundurdum dudaklarıma. Ezrial ensesindeki saçlarını parmaklarıyla usulca tarayıp tekrar pantolonun cebine indirdi. Kalın olmayan ama ince de görünmeyen zincirli cebine elini koyduğunda zincirlerin ses çıkarmasını işittim.

‘’Ama Evin Yağmur, sen buraya nasıl geldin?’’ dedi sorgularcasına. Yumuşak ses tonu aniden boğuklaşmıştı ve tek kaşını şüpheyle kaldırarak bana bakmıştı. İblis’le aniden bakıştık, ne söylemem gerektiğini bilemezken kalbim ansızın kısa süreliğine sarsılmıştı. Boğazımın kasıldığını hissediyordum, ‘’Ben mi?’’ dedim geçici süreliğine, tuhaf bir soru sorarak.

Ezrial mor harelerini etrafta kısa süreliğine gezdirirken tek kaşı havaya kalkmıştı ve bana doğru alay dolu tavrıyla eğilerek fısıldadı. ‘’Burada senden başka Evin Yağmur mu var?’’ Refleks olarak elimi kaldırıp kulak mememe götürürken orayı dairesel şekilde okşadım, parmağıma yayılan yumuşak et düşünmeme neden oluyordu ama bu, İblis’i kızdıran bir hareketti. ‘’Şu hareketi yapma,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Şüphe çekmek istemiyorsan tabii…’’

Ezrial’ın gözleri bir anlığına yaptığım harekete kaydıktan sonra geri çekilen bedenini seyrettim. Elimi hem İblis’in ikazı hem de Ezrial’ın tavrı karşısında kulağımdan çekerek tekrar bedenimin yanına gevşekçe bıraktım. Çenesini dikleştirmiş ve sessizliğini kuşanmıştı. ‘’Evin,’’ dedim bastırarak, Yağmur ismimin kullanılmasından sebepsizce hoşlanmıyordum. Ezrial sadece başını sallayarak kumral saçlarının pamuk misali dağılıp alnına perçem halinde düşmesine izin verdi.

Perçem uçlarının altından bana bakarken; mor gözleri parlamalarını gizlemek adına kısılmışlardı. Fazla uzatamayacağımı düşünerek, ‘’Anlatmaya nereden başlayacağımı bilmiyorum, Ezrial…’’ dedim derin bir nefes verirken. İblis boğazını temizleyerek kadehinden yudumladı ve devam etmemi bekledi. Kurumuş alt dudağımı dilimle ıslatarak kirpiklerimi kırpıştırdım ve Ezrial’ın kaşları giderek çatıldı.

Kararsızlığım an be an artarken, sanki ruhumun iki yanında mengene kanatları vardı ve giderek ruhumu kıstırıyorlardı. ‘’Bilmek zorunda mısın?’’ Tek omzunu silkerken rahat göründü, mor gözleri yuvalarında dönmüş tekrar odak noktası haline gelmiştim. ‘’Yani anlatmak zorunda değilsin tabii ama ustayı ikna etmenin yolu beni ikna etmekten geçer.’’

O yüzden daha fazla uzatmayıp gerçekleri söylemek zorunda kaldım. Beni orta çağda yaşayan insanlar gibi cadı olarak görerek ateşte yakabilme ihtimalini de göz önünde bulunduruyordum ama yapacak bir şey yoktu. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu ki, buraya neden gönderildiğimi bile bilmiyordum.

‘’Yağmur yağıyordu, bir şey tarafından kovalandım ve bir bakmışım buradayım.’’ dedim fazla detaya inmeyerek. Ellerimi rastgele açarak havada sallamış ve sanki ortaya bir şey dökmüştüm. Dudaklarımı birbirine bastırarak tepkisini kontrol etmek adına alttan alta ona baktım.

‘’Temira’nın yirmi beşinde,’’ dedi bastıra bastıra, sonra üstüme bir adım geldi. Ben de tepkisine karşılık kaşlarımı çatarak geriye doğru gittim. Tehlikeyle parlayan gözleri üstüme çöreklenmişken, yumuşakça yutkundum ve rahatsızlığımı belli etmek amacıyla kaşlarımı istemsizce daha da birbirine yaklaştırdım. ‘’Kanlı Ay’ın üçüncü aşamasında ne taraftan geldin?’’

Kalbimin üstüne fil büyüklüğünde ağırlık çöktü, ardından o fil onun üstünde tepinmiş gibi sarsıldı ve sallandı. İblis’e baktım, sakince gözlerini kapatıp aralayarak bana bakarken beni de sakinleştirmek ister gibiydi. ‘’Doğruyu söyle,’’ dedi tekdüze sesiyle. ‘’Neden?’’ dedim, dişlerimin arasından tıslayarak. ‘’Beni kolay bir sebeple öldürmesi için mi?’’

İblis, Ezrial’den daha tehlikeli biçimde gülümsedi, ‘’Ondan zarar gelmez. Seni ölçüyor, yalan söylersen büyük ihtimalle sana yardım etmeyecek ve bir şeyler biliyor olmalı ki, nereden değil; ne taraftan geldiğini soruyor Toprak.’’

Yine her zamanki gibi İblis’e güvenerek, ‘’Mağarada bir gece uyumak zorunda kaldım, sonra orada mahsur kalınca bu tarafa doğru geldim.’’ dedim ama sesim derinlerime kaçmış gibiydi. Gözlerim korkudan irice açılmış ve gözbebeklerime Ezrial’ın sorgularcasına bakan ve yüksekteki tavana asılı sarı ışığın altında, yer yer koyulaşan surat ifadesi dolmuştu. Geriye çekildiğimden sırtım gerilmişti ve ona alttan alta bakmak zorunda kalıyordum; bu da beni yoruyordu.

İblis çenesini fark edilmeyecek açıyla dikleştirip tepeden Ezrial’e baktı; kadehi parmaklarının arasında duruyordu. Ezrial büyük sessizlik içerisinde bedenini geriye doğru çekerek kaşlarının ikisini de yukarı kaldırıp indirdi ve ardından elleri cebinde, topuklarının üstünde çevik hareketiyle geriye doğru dönerek gerilen sırtını gösterdi.

Ne zaman tuttuğumu bilemediğim nefesimi dışarı üfledim, İblis bıyık altı gülümseyerek kadehini gölgeli dudaklarına götürdü ve kolundan yayılan dumanlar, etrafa sis gibi yayıldı. Tek kaşını kaldırarak tekrar kadehi yan tarafına indirirken bana kısaca bakarak gülümsedi.

Ondan gözlerimi ayırarak Ezrial’ın geniş sırtını seyrettim, sırtı gömleğinin kollarını fazla olmasa da saran kaslarıyla tamamlanıyordu. Kumral saçları parmakları tarafından tarandığı için arkası hala dalgalı ama düzgün duruyor ve üst tarafı dağınık görünüyordu. Sarı ışıkların altında altın seli gibi parlıyorlardı.

Onu sessizlik içerisinde takip ederek tezgahın önüne geçtim ve Huysuz’un gözleri kapalı şekilde sandalyesinde sallanmasını seyrettim. Sandalye ufak gıcırtıları havaya dolduruyordu ama rahatsız edecek türden değildi. Uzun saçları omuzlarına düşüyor ve arkadan toplanmış duruyorlardı; perçemleri kemikli suratının yanlarından sarkıyor ve zayıflıktan içe çökmüş yanaklarını kapatıyorlardı. Saçlarına baktığı her halinden belliydi. Benim bile o kadar kuvvetli ve canlı görünen saçlarım yoktu. Ezrial konuşmadan önce ıslattığı dudaklarını birbirine bastırdı ve kararsız gözlerini ustasına çevirdi.

‘’Usta, bi’ baksana.’’

İhtiyarın buruşuk ve sarkan boynundan mırıltılar çıkmıştı, kaşlarının uçlarını dinlediğini belli edercesine kaldırıp indirdi. Göz kapaklarının üstünde top misali dönen gözlerini gördüm. Ezrial’ın gerildiğini görebiliyordum ve içten içe birilerine dert olmanın yükünün rahatsızlığını duyuyordum. Bana yardım etmek zorunda değildi ama dediği de doğruydu. Hava kararıyordu ve dışarıda kalamazdım. Eğer biri bana yardım edecekse, bir geceliğine de olsa, teklifini reddedecek kadar aptal değildim.

Sahtelik kokan neşeli sesi ortamı yumuşatma ya da gerginliğini söküp alma amacı güdüyordu. ‘’Seni Evin Yağmur’la tanıştırayım,’’ dediğinde yaşlı adam ağzının içinde homurdandı. ‘’Neden bir müşteriyle tanışayım ki?’’ Titreyen ellerimi siyah kabanımın ceplerine koyarak onları sakladım ve içeride titremelerine müsaade ettim. Beklentiyle irileşen gözlerim, ikisinin arasındaki muhabbete odaklanmıştı ve kulaklarımı olası her türlü duruma karşı hazırlamıştım.

İblis de sessizce karşı tarafa bakıyor ve keskin gözlerini ihtiyara dikiyordu. Ezrial kendinden taviz vermedi, ‘’Çünkü izin verirsen bir iki geceliğine misafirimiz olacak,’’ İhtiyar’ın soluk ten rengi göz kapakları usulca aralandı ve bir kalemden daha keskin bakışlarını Ezrial’e yöneltti. ‘’Seninle beraber dışarıda mı kalacak?’’

İblis dudaklarını birbirine bastırıp bıyık altı gülümserken, ‘’Eyvah,’’ dedi. ‘’Tatarus yeryüzüne inse bile bu adamdan onay alamaz.’’ Kafasını iki yana sallayarak kadehini yudumlarken ona ters ters baktım. Bakışlarıma aldırmadı, ‘’Yine her zamanki gibi haklıyım.’’ Hala kendi kendine mırıldanıyordu.

Dışarıdaki konuşmaya odaklanmak için onun sesini zihnimde kıstım ve tüm enerjimi ön sahneye yönelttim. Ezrial derin bir nefes vermişti, ‘’Usta, kadın uzun yoldan gelmiş; gidecek yeri yok. Parası da yok, ne yapalım?’’ dedi ılımlı çıkarmaya çalışan sesiyle. İhtiyarın taşlaşmış kalbinin çözüleceğini ve bir şans tanıyacağını düşünüyordu ama ondan bir kez daha ret alırsam, burada duramazdım.

Titreyen yaşlı sesiyle homurdanarak, ‘’Bana mı güvenmiş gelirken?’’ dediğinde Ezrial’ın öfkeden koyulaşan suratına bakarak araya girme ihtiyacı hissettim. İblis sinirle kıkırdayıp gözlerini devirdi ama sivri köpek dişleri meydana çıkar çıkmaz onları tekrar dudaklarıyla örttü ve tebessüm ederek ihtiyarın solgun tenine baktı.

Bense, ‘’Hiç sorun değil,’’ dedim ama cümlemin devamını kesen Ezrial’ın kelimeleri oldu. Benimle şu anlık ilgilenmiyor gibiydi; söylediklerimi duymazlıktan geldi. ‘’Kimseye güvenmemiş kendine güvenmiş, sen de kendine güvensen de bir kereliğine darda olan birisine yardım etsen usta.’’

Huysuz donuk gözleriyle Ezrial’e bakarken, bastonunu kaldırırcasına oynattı ama sadece bastonunu birkaç kez yere vurmakla yetindi; buna rağmen Ezrial irkilerek geriye çekildi. İblis normal şartlarda Ezrial’in bu haline sinsice gülerdi ama şu an gülecek bir ortam yoktu.

Derin bir nefesi dışarı vererek daha fazla bu muhabbetin dolanmasına izin vermedim, tekrar, ‘’Sorun yok, Ezrial.’’ dedim mırıldanarak, ‘’Teşekkür ederim.’’ Ezrial bana aniden keskin bir bakış attığında yerimde irkildim, o bakışın bana geleceğini tahmin etmiyordum. Ardından o gözlerini Huysuz’a çevirdi ve ona doğru yaklaşarak kulağına birkaç bir şey fısıldadı.

Eğilen sırtından beliren kürek kemiklerini gördüm; elini ön tezgahın arkasında duran farklı, kısa bir tezgahın üstüne dayamıştı ve sakin olmaya çalışarak ustasını ikna etmeye çalışırken kısılan gözlerini adamın soluk yüzüne çevirmişti. Kirpiklerini asla kırpmıyordu ve ne söylediğini duyamıyordum. İblis’e baktığımda umursamazca tek omzunu silkti.

‘’Sen niye bu kadar rahatsın?’’ dedim, kaşlarımı çatıp bedenini süzerken. Elindeki kadehi oynatarak, ‘’Ne yapayım?’’ dedi direkt, afalladım ama ona sessizlik içinde bakmaya devam ettim. İlgisiz, kömürden farksız kara bakışlarını üstüme diktikten sonra önümüzde duran usta-çırak’a çevirdi. ‘’İzin vermezlerse de başımızın çaresine bakarız bir şekilde, dünyanın sonu değil ya.’’

Umutsuz vakaya bakarcasına gözlerimi üstüne dikerek onu baştan aşağı süzdüm ve önüme döndüm. Onun benden daha sert kabukları vardı, bir gölgeli ve dumanları her an hiçliğe karışıp kaybolmaya mahkum bedene göre sert yapıya sahipti. O yüzden kolayca paniklemez, korkmaz ya da üzülmezdi. Olumsuz durumlara karşı yer yer afallasa da onun, benden daha dayanıklı ve soğukkanlı olduğunu görüyordum.

Tıpkı, hayalimde olmak istediğim kişi gibiydi.

Olamadığım ama olmak için her şeyimi verebileceğim biri gibiydi.

Ezrial bir şeyler fısıldamaya devam ederken, Huysuz’un bal sarısı gözleri üstüme dikilmiş ve karanlık bir aurada parlamışlardı. Kıstığı kirpiklerinin ok misali yüzüme doğru uçmasını ve derimi yaraladığını hissettim. Yerimde gergince kıpırdandığımda titreyen ellerim, ceplerimin iç astarında terlemişti.

İblis olayı baygın gözlerle seyrederken, bir yandan dudaklarına adını koyamadığım duyguyla bir tebessüm yaymıştı. ‘’Toprak, insanlara yalvaracağıma Tanrı’ya yalvarır ve duamın saniyeler içerisinde kabul edilmesini beklerim.’’

Ona cevap verme gereği duymamıştım. Hiçbir zaman, benim aksime Tanrı’yla anlaşan biri olmamıştı. Benim yüreğimin bir köşesinde sabır vardı ama o, sabrını cehennem ateşindeki kazanda kaynatmış ve fokurdayan baloncukların yukarı yükselen buharında yok etmişti. Nihayetinde, sabırsız birinin Tanrı’ya karşı yanlışı fazla olurdu.

Gerçekliğe zaman zaman uğruyordum ama boşuna uğruyordum. Karşımdaki boğuk fısıldaşmaları duyuyor ama ne dediklerini anlayamıyordum. Huysuz’un karizmatik görünen suratının boş bir kavuktan olduğunu düşündüm; içinde hapsolan ruhu sertti ve çürümeye mahkum gibi görünüyordu. Yüz hatları yaşlılığına rağmen keskin görünüyordu. Dudakları ne kalın ne de inceydi ve gül pembesi rengindeydi. Burnu, yüzüne yakışacak şekilde uzun ve düzdü.

Sadece tüm bu güzelliğine huysuz tavrı ve ucunu yontmadığı sivri dili gölge düşürüyordu.

Önümdeki hesaplaşma sonunda nihayete kavuşmuştu ve yargıcın ağzından dökülen o kadim cümleleri bekledim. ‘’İyi, kalırsın iki gece.’’ dedi Huysuz, ağzının köşesiyle homurdanarak. Kirpiklerini mahzun biri gibi kırpıştırmış ve etrafına bakmıştı; Ezrial geri çekilirken kendinden emin tavrıyla ona tepeden bakıp gülümsedi ve kenardan bana kısa bir bakış attı.

İblis yine, ‘’Hayret.’’ diyerek şaşkınlığını belli edercesine mırıldanırken, ben Ezrial’e bakarak gülümsedim ve ağzımı kımıldatıp teşekkür ettim. Tek gözünü kırpıp soluklandı ve arkasındaki tezgaha kalçasını yasladı. Yine de huzursuzluğumu üstümden atmak istercesine bir teklif sundum.

‘’Ezrial’e yardım eder, kaldığım yeri pisletmem.’’ Huysuz bal sarısı gözlerini üstüme dikti, sarı ışıkların altında parlayan teni aydınlanmış görünüyordu ve beyaz saçlarının tepesi parlıyordu. ‘’Tabii ki bunları yapacaksın,’’ dedi sert sesiyle, ‘’Kimseye boşuna yardım etmem ben.’’

İblis yine ters ters kıkırdarken zihnimin odasının duvarlarında yankılanan sesine aldırmadan yutkundum ve çevreme gergince bakındım ama baktığım yerlere boş baktığımdan hiçbir şeyi algılayamadım ya da kesik kesik algıladım. ‘’Git bana kahve yap,’’ dedi Huysuz, bakışlarım aniden ona doğru yöneldi ama Ezrial’e doğru baktığını görünce rahatladığımı hissettim.

Yaşlılıktan titreyen sesi yorgun yükselmişti. Ezrial kafasını selam verircesine salladı ve sağ tarafa doğru ilerlemeye başladı. Orada, koridorun sonunda gördüğüm aralık bir kapı vardı ve oranın mutfak olduğunu düşünüyordum. Ezrial’ın gittiği yeri takip eden gözlerimin rotası, İblis’in Huysuz’a bakıyor olmasıyla ihtiyara çevrildi.

Bal sarısı gözleri boşluğa bakarcasına bana bakıyordu ve atmosfere sıcaklık yayan ışıklar altında açık bir tona bürünmüş parlıyorlardı. Işık gerçekten dükkana samimiyet yaymıştı ve etrafa loş bir karanlık vermişti. Dışarısının karardığını arkamdaki yarı camekanlı kapıdan sızan ve etrafı loşlaştıran karanlıkla anlayabiliyordum ama dönüp arkama bakmıyordum.

Huysuz’la baş başa kalmak bana bir okyanusta boğuluyormuşum hissi vermişti. O yüzden çevremdeki eşyalarla dikkatimi dağıtıyor ve gerilen kaslarımı rahatlatmaya çalışıyordum.

Havadaki ağır atmosferi boğazımı saran görünmez ellerle hissederken sağ tarafımda kalan rafların üstündeki tuhaf eşyaların üstlerini taradım. Boş bakınıyordum, rüya kapanları ve değişik otlar; kolyeler, bileklikler ya da kuklalar falan vardı. Bazı kitaplar büyü kitaplarına benziyordu.

Yine ışıkları üstünde hapsetmişçesine parlayan tezgahın cam yüzeyine doğru ilerleyerek; düzinelerce olan kartın suratların baktım. Tezgahın arkasına bakarken gözlerimin odağı netleşti ve camın yüzeyine yansıyan kemikli, uzun suratım görüş alanıma girdi. Donuk mavi, kızıl harelerim parlarken siyah, kuzguni saçlarım önüme düşmüş ve beyaz tenimi renklendirmişlerdi.

Kendimi seyretmeyi bırakıp arka tarafa odaklanmaya çalıştım ve yine kırmızı süet kumaşın üstünde parlayan kart figürlerine baktım. Benden başka müşterinin gelmemesi de dikkatimi çekmişti. ‘’Neden fazla müşteriniz yok?’’ dediğimde Huysuz, boğazındaki hayali pürüzü temizledi. ‘’Burası müze değil, antika dükkânı.’’ demişti kısaca fakat normal çıkan sesiyle. Sesinin desibeli normal yükselse dahi kulağa sert geliyordu.

İblis cevaba uğursuz, mekanik sesiyle gülerken boğazını kasmış ve kafasını geriye doğru yatırmıştı. Kısılan gözlerinin etrafına ve sivri köpek dişlerine kısaca baktıktan sonra benim de içimi gıdıklayan gülüşümü son anda tuttum ve ihtiyarın, karşı tarafa bakan ifadesiz suratını seyrettim. ‘’Anladım,’’ dedim ve tekrar tezgaha yöneldim.

‘’Kartlar çok güzeller,’’

Düzinelerce kartın üstünde resmedilen bir sürü hayvan figürü ya da insan figürü vardı. Dikkatimi çeken kuzgun motifli karta bakarken Huysuz, sessizliğimden işkillenerek, ‘’Hangisi dikkatini çekti?’’ diye sordu. Gür sesiyle çaktırmadan irkildim ama bakışlarım hala kartın üstündeki simsiyah kuşa takılıydı. Benimle konuşacağını düşünmüyordum ama sessizlik canımı sıkmaya başladığından muhabbeti devam ettirdim. ‘’Kuzgun kartı.’’

Sandalyesinde rahat rahat salınmaya devam ederken, o gıcırtıların arasında yayılan sesini işittim. Kadim dolu ses, tezgahın üstünden yansıyıp sanki bir ışık gibi içime dolarken yüreğimi titretmişti. Neden bir an böyle hissetmiştim? ‘’Bilgelik kartı.’’ Kalın tınısı boğazının derinlerinden yükseliyor gibiydi. Bilge, ağır başlı bir sese sahipti.

İblis’in dikkatini çekmiş olmalı ki tek kaşını kaldırarak ihtiyara baktı, ‘’Lanet getiren bir canlı nasıl bilge olur lan?’’ dedi, sorgularcasına kaşlarını çatarken. Ardından kafasını tekrar eğdi ve dumanlarının uçuşmasına neden oldu. Kuzgundan farksız gözlerini, kuzgun kartına dikerken kafasını hafifçe yana eğmişti.

Kuzgunun yanında başka bir figür gördüm; iki kadın ya da biri erkek diğeri kadın figürlü iki insan birbirine sarmalanmıştı. Siyam ikizi gibi görünüyorlardı, birinin yüzü gülerken diğeri gülmüyordu. Bakışları kartın üstünde bile sert, güç kokuyordu. ‘’Şu kart ne?’’ dediğimde cama işaret ettiğim kartın cezbeden tarafını incelemekle meşguldüm.

Huysuz, ‘’Konuş benimle.’’ dedi aksi sesiyle. ‘’Hangi kartı soruyorsun?’’ Uzaktan göremeyeceği bilgisini bir anlığına heyecandan unuttuğum için yanaklarım ısınmıştı ama onları saçlarımla gizleyerek, ‘’İkizler.’’ dedim, yumuşak sesimle. Huysuz rüzgarda salınan yaprak misali titrek bir nefes bıraktı, ‘’Köle kartı.’’ dedi sevimsizce, tükürürcesine. ‘’Kullanmasını bilirsen işe yarar, aksi halde bir çift dırdır eden kölenin sahibi olursun.’’

Gereksiz asabiyetine karşılık sesimi çıkarmadan, ilgiyle parlayan gözlerimi kartların üstünde gezdirmeye devam ettim. İblis etrafına sıkılgan tavırlarıyla baksa da kulağının bizde olduğunu biliyordum. Artık, Nilüfer’den aldığı ders sebebiyle sıkılsa dahi kapıyı bu tarz muhabbetlerde yüzüme çarpmıyordu. Çarpmazdı da. Bir hata yaparsa kendisini fazlasıyla ağır bir yükün altına koyardı ve o yükü, kamburdan yere yapışsa dahi taşırdı.

‘’Nasıl kullanırsın?’’ dedim merakla, ikizler kartına bakarken. ‘’Kart sonuçta.’’

Huysuz’dan bir süre cevap gelmedi, ona alttan alta bakarken tek kaşımın istemsizce yukarı kalkmasına engel olamadım. O sırada Ezrial elinde gümüş bir tepsiyle buraya doğru yürümeye başladı. Gümüş tepsinin üstünde siyah kupa vardı ve Ezrial’ın suratında sinsi bir tebessüm... Kaşlarımı sorgularcasına çatarak onun suratındaki ifadenin sebebini çözmeye çalışıyordum.

Çırak, ustasının karşısına geçerek referans yaparcasına kupayı önüne dikerken bıyık altı gülümsemiştim. ‘’Kahven, usta.’’ Bastıra bastıra, ağır bir muziplikle konuşması anlamsız gülümseyişimi sebepsizce büyüttü. Bal sarısı gözleri ağır ağır kapanıp açılan ustası kafasını eğdiği çocuğa ifadesiz gözlerle bakarak, ‘’Kupada mı getirdin?’’ dediğinde sesinin tonlamasını kavrayamamıştım.

Ezrial omuzlarını dikleştirip bir kupaya bir ustasına bakarken, ‘’Fincan gibi düşünürsen fincan olur,’’ Hazır cevabına dudaklarımı büzüp uzatarak, diğer yandan kaşlarımı çatıp düz bir hale sokarak tepki gösterdim. İblis’se keyifli şekilde sırıtarak sohbetlerini dinliyor diğer yandan kadehinden yudumluyordu.

Huysuz göğsünü balon misali şişirip indiren titrek bir nefes bıraktı ve kupayı, çocuğun elinden aldı. ‘’Sana ne zaman doğru düzgün iş öğretebileceğim acaba?’’ Hayıflanmasına karşılık Ezrial’ın tam olarak burada sinsi gülümseyişi parlamıştı; bana doğru adımlayıp karşıma geçerken adımlarının sessiz oluşuna dikkat ediyordu.

Huysuz dudaklarını büzerek, yüzüne çarpan sıcak buhardan etkilenmeyerek büyük bir yudum aldı. Ardından aniden aldığı büyük yudumu içmeden dışarıya püskürttüğünde, kocaman irileşmiş gözleriyle büyük elinin tersini ağzına kapattı.

Ani çıkışına irkilerek şaşırsam da İblis kafamda büyük bir kahkaha atmıştı. Ezrial dudaklarını birbirine bastırarak, mor harelerinin gülüşünü barındırdığından parlayışına engel olamadan bana bakıyor diğer yandan tek kaşını kaldırmış, anlam veremeyen sahte oyunculuğuyla ustasının tepkisini seyrediyordu. ‘’Ne oldu?’’ dedi, büyük bir oyunculukla.

‘’Lan ot beyinli, sen beni öldürmek mi istiyorsun?’’ Bağırışı, resmen kulaklarımı uğuldatırken Ezrial’ın kafasının arkasına hızlıca çarpan ve tok bir sesle geri çekilen bastonun hızını kavrayamadım. Ezrial’ın kafası öne düştü ve tekrar geriye savruldu; eli bastonun geçirdiği yere giderken yüzü acıdan kasılmış ama dudaklarında hala hınzır gülüşü eksik olmamıştı.

İblis’den koca bir kahkaha duyduğumda ben de kıkırdamama engel olamadım. ‘’Onun içi boş mu lan, o nasıl sesti?’’ dedi ve tekrar keyifle, başını arkaya doğru yatırarak güldü. Elinin işaret parmağını Huysuz’a dikerek hem gülüyor hem de bana bakarak konuşuyordu. ‘’Ot beyinli dedi ya, haklıymış… Ulan…’’

Gülüşüne, tekrar dudaklarımdan sıyrılan ufak kıkırtımı bıraktım. Ezrial ona güldüğümü sanarak şaşkın şaşkın, ‘’Niye gülüyorsun kızım?’’ dedi fısıldayarak. Gerçi ona da gülüyordum. Elimi ağzıma götürüp perde misali dudaklarımı örttüm ama kıkırtım hala dışarıdan duyuluyordu.

Yarı gülerek yarı ciddi ifadeyle kafasını yana doğru çevirdi ve, ‘’Hayda…’’ diye mırıldandı. Eli hala ensesindeki saçları kavrarken diğer yandan Huysuz’un kızarmış tenine bakarken, ‘’Ne oldu ki? Kahveni getirdim?’’ Huysuz boynunu geriye doğru atıp buruşuk ve tek tük çizgileri olan tenini meydana çıkartırken sanki kavgaya girmeden önce ısınan birine benziyordu. Bal sarısı gözleri tehlikeli şekilde Ezrial’e dönerken, ‘’Oğlum,’’ dedi sakin olmaya çalışır sesiyle.

‘’Benim kalbim var, biliyorsun. Senin içtiğin sert kahveyi ben içebilir miyim?’’

‘’Usta, ona bakarsan senin kahve içmen yasak.’’

Huysuz birkaç saniye öylece, dudağının kenarını memnuniyetsiz bir ifadeyle büzerek Ezrial’e baktı. ‘’Yersin bastonu kafana,’’ dedi ardından, hiçbir şey olmamış gibi. ‘’Sana söylediğimi yap, yumuşat öyle getir.’’ Yaşlılığına rağmen asla titremeyen eliyle tuttuğu kupayı ona doğru uzattı. Kupanın yüzeyi ışık altında parladı.

Ezrial kafasını iki yana sallarken kolunu uzatarak kupayı elinden aldı, ‘’Ah usta, ah…’’ dedi bir yandan. ‘’Ne zaman sözümü dinleyeceksin? Kalpten gittiğinde de geç olacak.’’ Tekrar mutfağa doğru adımlarken tıpkı yaşlı adamlar gibi ağzının içinde bir şeyler geveliyor ve kelimeleri boğuk çıkartıyordu.

‘’Söylenme, söylenme!’’ dedi arkasından, Huysuz.

İblis sakinleşerek arkasına yaslandı ve derin nefesler bıraktı; gülmekten gözü sulanmıştı ve akları kızarmıştı ama o gülüşünün yarısının, öfke selinden olduğunu biliyordum. Yarı ne yapacağını bilemez haldeki öfkesinden dolayı; yarı onların arasında dönen muhabbete gülerken sanki üstüne ağırlık çökmüş gibi yorulmuştu.

O yüzden sessiz kaldı. Ben de başımı eğerek sessizlik içinde tezgahın arkasındaki kartlara tekrar odaklandım. Kartların nasıl çalıştığını düşünüyordum, burası sımsıcak görünen sıradan bir antika dükkanı olsa da aslında farklı, karanlık atmosferi vardı. Her eşyanın en az birinde büyü olduğunu düşünüyordum. Hiçbiri boşuna konulmamıştı ama okuduğum fantastik kitaplardan bile bir şeyler tahmin etsem bile, tahminden öteye geçemezdim çünkü burası gerçek hayattı.

‘’Erkuran mısın?’’

Tezgahtan çekilerek sol tarafa dönen bakışlarım, sorgular nitelikteydi. Başımı sallayarak, ‘’Evin Yağmur Erkuran.’’ dedim kendimi saygı çerçevesi içinde, sakince tanıtırken. Huysuz çenesini hafif bir açıyla dikleştirdi ve benden tarafa doğru baktı; önünde dik şekilde tuttuğu bastonunun başında durduğu eli, diğer elinin altında saklanmıştı. Bastonu kaldırıp birkaç kez yere tok sesler bırakırken ağzında bir şeyler geveledi ve zayıf yanakları sanki sakin denizin yüzeyi gibi dalgalandı.

Donuk ve bomboş bakıyordu. Bana sır verirmiş gibi sırtını eğerek fısıldadı. ‘’Nilüfer’i tanır mısın?’’

İblis’in yüzünden şaşkınlık dalgası geçip kayboldu. Bense, kalbimi saran ateşin sıcaklığını uzaktan hissedermiş gibi oldum. Sanki yanan bir şöminenin tam karşısına oturmuş ve o ateş, tıpkı bir zamanlar yüzümü ısıttığı gibi kalbimin de yüzünü ısıtıyordu. Kirpiklerimi kırpıştırarak ona baktım, ‘’Evet. Anneannem.’’ dedim kuru bir sesle.

Bal rengi gözleri, sanki mümkünmüş gibi kararak balçığa dönüştü. Ardından, geriye doğru yaslanarak kafasını kaldırdı ve sanki yılların ağırlığı göğsüne çöreklenmiş gibi uzunca iç çekti. ‘’Ne kadındı…’’ dedi, karşısındaki boşluğa bakarken. ‘’Erkuran soyunun en asil üyesiydi.’’

Anneannemin yanımda çocuklaşan tavırları, hiçbir şey olmamış gibi dans edişi ve benden daha kıpır kıpır oluşu gözlerimin önüne gelirken yarım ağız gülümsedim, ‘’Nilüfer mi?’’ dediğimde sesime gömülen alayı duyup kaşlarını istemsizce çattı. ‘’Evet,’’ dedi, kafasını yavaşça sallarken. ‘’Oldukça da zekiydi.’’

İblis bıyık altı gülümsedi ama buraya geliş sebebimiz o olduğundan, bu gülümseme, gölgeli yüzünde pasif agresif şekilde parlayan bir tebessümdü.

‘’Beni nereden tanıdınız?’’ dediğimde Huysuz’un bakışları, boynumda varlığını unuttuğum taşa kaydı. ‘’Calkarnel taşı, Erkuran soyuna ait bir taştır.’’ Elim istemsizce siyah kazağımın altındaki kolyeye gittiğinde, onu nasıl fark ettiğini sorguladım. Kaşlarım çatıldı ama sessizliğimi kullandım.

Sonra hayalime onun efsunlu, her şeyi büyüye çeviren o kadifemsi sesi düştü. Buğulu yaprak yeşili, kızıl hareleriyle bana bakarken dudaklarında ince bir çizgiyle tebessümü oluşturur ve narin elini, soğuk elimin üstüne koyarak bana efsaneler anlatırdı. Gecenin görkemli karanlığında, şömine başında otururken o yağmurun damlaları, odunların çıtırtıları arasına karışırken efsunlu sesiyle mayışırdım.

İblis gözlerini kıstı, ‘’Nereden tanıyor?’’

‘’Arkadaş mıydınız?’’ dedim bir tahminle sohbeti aralamak ister gibi. Nilüfer’in bu adamdan hiç bahsetmediği aklıma geldi, sanki hiç hayatına almamış ya da her şeyi unutmuş biri gibi geldiğinde sadece efsaneler anlatıp dururdu. Huysuz beyaz, kalın kaşını kaldırıp indirirken bal sarısı gözlerinin buğusuyla bana doğru döndü. Titrekçe, ‘’Sayılır.’’ diye söylendi.

O sırada filmin en heyecanlı yerinde araya giren reklam gibi Ezrial, yine elinde beyaz bir fincanla çıkageldi. Önümüzden yürüyüp geçerken sert sert Huysuz’a bakıyor ve bir yandan, sanki vicdanının bedeniymiş gibi fincana bakıyordu. ‘’Al,’’ dedi ters ters, fincanı uzatırken. Huysuz’un aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama o kadar dalmıştı ki normal şartlarda kızacağı ses tonuna aldırmadan çocuğun elindeki fincanı aldı ve yanındaki tezgahın üstüne içmeden koydu.

‘’Güzel.’’ dedi, ağacın yaprakları kadar titrek ama kalın sesiyle. Ezrial kaşlarını sorgularcasına çatıp bir ona bir fincana baktıktan sonra bana doğru dönüp tezgaha yaklaştı. Diğer yandan tek gözünü kırpmış ve kafasını aynı anda anlam vermek isteyen biri gibi iki yana kısaca sallamıştı. Tek omzumu silktim.

‘’Kartlar hakkında mı konuşuyordunuz?’’ Ezrial’ın sorusu, tekrar sarı ışıkları yansıtan tezgahın cam yüzeyine bakmamı sağladı. Aklımdaki düşünceleri kovalamak ister gibi kartlara odaklanmaya çalıştım ama oldukça boş bakıyordum ve amaçlarını anlayamadığım için sıkıldığımı hissettim.

Yine de kafamı sallayarak, ‘’Evet.’’ diyerek havaya asılmış o boğucu sohbetten kurtulmak istedim. Ezrial biçimli ellerini tezgahın kenarlarına yaslarken, camın yüzeyinde bir bana bir tezgahın üstüne bakan mor harelerini gördüm. Kumral saçları eğildiğinden dolayı perçemlerini saklayamamış ve alnına doğru sarkmıştı.

‘’Hangi kart?’’

Gecenin karanlığını bölen ışıklar gibi cama yansıyan lambalardan tezgahın arkasını zoraki görsem de odaklandığımda kartları ayırt edebiliyordum. Buz mavisi, kızıl harelerim aynada lanet bir ucube gibi parlarken aslında zihnimde yer edinmiş canavardan farksız olduğumu düşündüm.

Uzun, dalgalı saçlarımın ucu tezgahın üstüne dökülmüşlerdi. Onları arkaya gelişigüzel savurarak görüş alanımı açtığımda kartları daha net gördüm. Elimi tezgahın üstüne koydum ve parmaklarımı avuçlarıma doğru bükerek sadece işaret parmağımı tezgaha yasladım. Gözlerimle kartları tarıyordum ve birinde karar kıldım.

Gerçekten büyüleyici ve güçlü hissettiren aurasını yakalamıştım.

Maske motifli kartla bakıştığımda diğer hepsinden farklı olması ilgimi çekmişti. Diğer hepsinden ayrı bir yerde duruyordu; tam ortadaydı ama öteki kartlar ona ne fazla yakın ne de fazla uzak duruyordu. Maske gümüşi parlak renkteydi, yanar-dönerli bir havası vardı. Düzgünce oyulmuştu ve kartın rengi siyahtı. Hoş görünüyordu.

Kart karanlığın izini taşıyordu.

Kart, bilinmezliğin saf rengini taşıyordu.

‘’Maske?’’

Ezrial gülercesine, ‘’Yakaladın,’’ dedi. ‘’Tehlikeli sular…’’

Cama yansıyan gri gömleği ve çene hattının aşağısındaki boyun kısmını görebiliyordum. Mor hareleri bir bana bir de karta bakıyordu; diğer yandan kahverengi kayışlı saatinin aynası, gözümü alarak parlayınca renkli gözlerimi yukarı tırmandırarak ona baktım. Bana baktığını yakalamıştım fakat anlık göz göze gelişimizle ilk o bakışlarını kaçırdı.

‘’Belirsizlik.’’

İşte şimdi, İblis’in dikkatini çekmeyi başarmıştı. Sırtını tahtından ayırarak kömür karası gözlerini kartın üstüne yerleştirmiş ve kafasını kaldırırken tek kaşını da aynı anda kaldırarak Ezrial’ın sempatik yüzüne bakmıştı. Düşüncelerimin kıyısında, karta yapıştırdığım etiketi düşünerek aynısını dilime getirmiştim ama Ezrial benden önce davranmıştı. ‘’Öyle bir aurası var sanki,’’ dedim yine de, kartın bir hançerin sırtı gibi parlayan gümüşi yüzüne bakarak.

‘’Öyle,’’ dedi kısaca. ‘’Ustadan başka kimse onu bilmez, nereden geldiğini ve ne işe yaradığını.’’

Huysuz arkadan homurdanınca göz ucuyla onu kontrol ettim ama yüz ifadesi sakindi. Yaşlılıktan olduğunu düşünüp tekrar önüme döndüm. İblis sinsice bıyık altı gülümsedi, gözlerinde vahşi bir parıltı kol gezdi. ‘’Bayıldım!’’ Sanki ölü çiçeğin bir anda canlanması gibi yapraklarını açtı ve simsiyah dumanlarını etrafa yayarak arkasına yaslandı.

Elinde tuttuğu altın kadehini oval bir şekilde sallayarak, ‘’Belirsizliğin aslında var oluşu tamamlayan en önemli faktör olduğunu biliyor musun?’’ dedi bana tehlikeli bir şekilde gülümseyerek. Belirsizlikten nefret ederdim. İblis sanki düşüncelerimi duymuş gibi, ‘’Sen sevmezsin ama bu, sanki varlığı yok saymak gibi. Beyhude bir çaba.’’ dedi, mekanik ama kemikleşmiş sesiyle.

Onu duymazdan geldim. Belirsizlikten nefret ederdim; belirsizlik, gecelerimi süsleyen rüyalarımı aniden kabuslarıma çeviren o yerdeydi. Belirsizlik, sahipsiz ve soğuk bedenlerde, kimsesiz ruhlardaydı. Karanlıktaydı, gölgeli bir bedendeydi veya kabuslarımı beter eden kızıl, lazer gözlere sahip canavarın suratına gömülmüştü.

Belirsizlik, zihnimdeydi ve kalbimdeydi. Küçüklüğümdeydi, yetimhane köşelerinin is ve rutubet kokan duvarlarındaydı. Buz gibi odaların köşelerinde saklıydı; zihnimin koridorlarında saklıydı ve o koridorların bazı odalarında vücut bulmuştu. Belirsizlik her şeydi ama bir o kadar da hiçbir şeydi.

Dikkatimi başka bir soru yöneltmek için Ezrial’e verdim. Huysuz’a sorduğum fakat havada kalan soruyu onda deneyecektim, cevabını vermesini umuyordum.

‘’Kartlar nasıl kullanılıyor? Huysuz’a sordum ama cevap vermedi.’’

Huysuz’un duymasından korkarak ve buna engel olacağını düşünerek fısıldamıştım. Ezrial omzunun üstünden Huysuz’a baktıktan sonra mor harelerini alayla parlatarak, ‘’Huysuz mu?’’ dedi, bana yandan bir bakış atarken. Tek kaşını kaldırmış ve dudaklarını gülümsemeye korkarcasına titrek bir şekilde kıpırdatmıştı.

Elimi ağzıma götürüp yavaşça kapatırken, soğuk parmaklarımın sıcak dudaklarıma temasını hissettim. Gözlerim irice açılmış ve bir yandan telaş içinde Huysuz’a dönmüştü, ‘’Ay, öyle söylemek istemedim…’’ dedim ama Ezrial’den kısık bir kahkaha işittim. Gülünce kaz ayakları hafifçe kırışmış ve sıralı, beyaz dişleri inci misali ortaya dökülmüşlerdi. ‘’Haklısın,’’ dedi gülmekten boğuklaşan sesiyle.

‘’Tam onu ifade ediyor.’’

Huysuz duymamıştı söylediğimi ama Ezrial gülünce kaşları usulca çatıldı; yine de bir şey söylemedi. Ezrial soruma döndü ve kaşlarını havaya kaldırırken kartlara gelişigüzel bakar gibi onların üstünde gezindi. ‘’Her kartın kendine ait büyü sözü var, onu söylersen o kartın figürü ortaya çıkar ve emrine amade olur.’’ İblis dudaklarını büzerek ileriye doğru oynattı ve yanaklarında mezar kadar karanlık çukurlar oluştu, ‘’Ooo,’’ dedi küçük çocuğun heyecanıyla.

Kaşlarımı havaya kaldırarak Ezrial’e baktım, şaşkınlık eriyen buzun altındaki su gibi yavaşça damarlarıma karıştı. ‘’Deneyebilir misin?’’ İblis de sorum karşısında hem heyecanlanmış hem beklentiye bürünmüştü, dumanları etrafa uçuşurken sırtını yasladığı tahttan ayırdı.

‘’Sonuçları ağır olabilir,’’ dedi Ezrial, gözlerini kocaman açarak. ‘’Eğer kartın seni benimsemezse veya o figürü emrin altına alamazsan ruhlarınız birbiriyle değişir, kartın üstünde yer alan sen olursun.’’ İblis sanki ringi coşturan spiker gibiydi; ağzını kocaman açtı ama benim gibi dehşete kapılmaktansa mümkünmüş gibi daha da çok heyecanlandı.

Kartın üstüne yapışsam bile, birisi geldiğinde beni aktifleştirir ve tekrar uyanırdım? O zaman kartın cezasının anlamı kalmazdı. ‘’Birisi gelip yer değiştiren kartı tekrar aktifleştiremez mi?’’ dediğimde merakım fazla uzun sürmedi. Ezrial bana durgun şekilde bakarken, kirpikleri sanki göz altını süpürür gibi ağır çekimde hareket etti. ‘’Maalesef,’’ dedi, ‘’Ruhun sonsuza dek o kartta sıkışır ve bir daha aktifleştiremezler. O yüzden o kart, kullanılmaz.’’

Bedelinin bu kadar ağır olacağını düşünmüyordum, alt dudağımı ıslatarak tekrar kartlara bakarken kararsızlık yüreğime serpilmişti. Ardından bakışlarımı zararsız gibi görünen kartların üstünde gezdirdim. ‘’O zaman herkes kullanamıyor, güçlü kesimler kullanıyordur.’’ dedi, heyecanına rağmen düzgün çıkan kalın sesiyle.

Tahmin etmesi güç değildi, güçsüz biri alırsa kartın içine girmesi zor olmazdı. Yine de sordum. ‘’Kartları kullanmak için güçlü olmak zorunda mısın?’’ Alnına düşen kumral saçlarını geriye doğru tarayarak dalgalarını daha da karıştırdı ve onları kabaran kek misali yumuşacık dağıttı.

‘’Yok,’’ dedi çenesini kaldırıp indirirken. ‘’Zeki olmak şart tabii, eğer kendi sınırlarını bilirsen ve düzgün kullanabileceğin bir kart seçersen zaten güçlü konumda olursun.’’ Derin bir nefes verdi, sıkıldığını düşündüm ama hemen o düşüncemi dağıtarak durgun bakışlarını üstüme çevirdi. ‘’Güç, senin içindedir.’’

‘’Yine de, cesaretli olmayan kişiler tezgaha yaklaşamıyor bile.’’ Sır verirmiş gibi bana doğru eğildi ve burnunu muziplikle kırıştırdı. ‘’Biraz sıkıcılar,’’ Geriye çekilirken dudaklarımdan dökülen kıkırtıya engel olamadım. İblis parmaklarını şaklattı ve çocuğun suratına işaret parmağını dayadı. Tek gözünü muziplikle kısarak, ‘’Çok doğru dedin, delikanlı.’’

‘’Maske kartı nasıl bir kart?’’

Merakıma karşılık arkasında oturan ve fincanından yudumlayan Huysuz’a kaçamak bir bakış attı. Kafasını eğmiş dudaklarını büzmüşken fincanı ağzı ve midesi teneke misali durmadan içen Huysuz’a şaşırmıştım; benim dilim haşlanır ve üstü birkaç gün etkisini kaybederdi.

‘’Usta,’’ dedi Ezrial, imalı şekilde. ‘’Bir şey söylemek ister misin?’’

Beyaz saçları önüne düşen ve bal sarısı gözlerini etraftan kapatan adamın, bakışları sertçe kalkıp Ezrial’ın suratını buldu. ‘’Evet,’’ dediğinde hem içten içe heyecanlanmış hem de meraklanmıştım. ‘’Kahven berbat olmuş.’’ İblis göğsünü şişirip indiren bir gülüş bırakırken, ucu tıpkı yılanın dili gibi çatallı olan dilini üst dudağına dayamıştı.

Ezrial gözlerini devirerek memnuniyetsizlikten mümkünmüş gibi bunalmış suratıyla Huysuz’a baktı. Sarıya çalan kirpikleri arasından baygın baygın ustasına bakarken sahte bir şekilde gülümsedi. ‘’O yüzden mi beklemeden indiriyordun?’’ Huysuz istifini bozmadı, ‘’Alışkanlık.’’ Ardından dilini sertçe damağına dayayıp ıslak sesler bıraktı ve dudaklarını şapırdattı.

Ezrial dudaklarını sıkılgan bir tavırla aralayacak ve ustasına bir şeyler söyleyecekken ondan önce davranıp kedi-köpek sataşmasına engel oldum. ‘’Merak ettim, burada yeniyim. Naenia’yla alakalı bir şeyler bilmek zorundayım.’’ Huysuz yanına dayadığı bastonunu tekrar kavrayıp fincanı kısa tezgahın üstüne koydu.

Bastonu tekrar önünde dik şekilde durarak yere uzanırken, durgun bakışlarla bana doğru baktı. ‘’Nilüfer hatırına bunu cevaplayabilirim,’’ dediğinde rahatlamıştım. ‘’Öncelikle şunu bilmen lazım. Belirsizlik, asla önemsenmeyecek bir konu değildir. Durgun ve isteksiz bakışların, kartı ve onun gücünü anlamana yetmeyecek. Boşuna nefes tüketeceğimden anlatmak istemedim.’’

İblis’in bakışlarıyla beraber Ezrial’ın de yandan bakışlarını suratımda hissederken, yanaklarıma tırmanan sıcak sinyalin tenimi kızartmasına engel olamadım. Utandığımı düşündükçe daha da utanan biri olarak çenemi dikleştirdim ve o utancı, derinlerimde un ufak hale getirmeye çalıştım. ‘’O konu beni ilgilendirir,’’ dedim net sesimle. ‘’Sen anlat, inanıp inanmayacağımı ben belirlerim.’’

Ezrial yumruk haline getirdiği elini dudaklarına götürürken gözlerini kocaman açmış ve cesaretime bakmıştı. İblis’se halime alışık olduğundan alayla gülümseyerek başını iki yana sallarken aynı anda gözlerini devirmişti. Üç mimiği de ustalıkla aynı anda yerine getirmişti. ‘’Her zamanki gibi şarabımı içip susacağım.’’ dedi kendi kendine mırıldandıktan hemen sonra, kadehi gölgeli dudaklarına götürerek.

Huysuz ağzının içinde homurdandı ama diğer yandan da uğursuz, kesik bir kıkırtıyı dudaklarından döktü. ‘’Bak sen,’’ dedi titrek ve kalın sesiyle. Alayını görmezden gelerek kaba tavrına karşılık vermedim ama onu tıpkı, onun yaptığı gibi güçlü bakışlarımla ezebilirdim.

Kendimden taviz vermemeliydim, karşımdaki huysuz biri olsa da onunla konuşurken omuzlarım her zaman dik durmalıydı.

Sırtıma basan insanlar acımasızlardı çünkü soğuk zeminde yatarken hepsinin art niyetle bezeli kalplerini görmüştüm; sırtıma basıp geçerken gram acımamışlar, yüzüme pis pis sırıtıp gitmişlerdi. Ayak izlerini hala sırtımda görebilirdim, dahası onların bastığı yerleri hala hissedebiliyordum.

Ben ne zaman kafamı kaldırıp göğe baksam, sırtıma bir darbe daha yemiştim. Gökyüzünün bana altın tepside sunduğu gerçekleri, yeryüzünde asla bulamadım. İşte o zaman, kanadı sakat kalmış özgürlüğün sırtımdan avuçlarıma indiğini fark etmiştim.

Huysuz ve onun gibilere boyun eğersem, kişiliğimden olabilirdim ve bir gün, asla karışmamaları gereken konulara karışmaları için onlara fırsat ve yüz vermiş olurdum. ‘’Neyse,’’ dedi tekrar, homurdanırken. ‘’Belirsizlik kartını bir kere kullandım ve o an, benim hayatımın dönüm noktası oldu.’’

Şaşkınlıkla ona baktım, İblis de kaşlarını havaya kaldırmış ve donuk diyebileceğim şekilde Huysuz’a bakakalmıştı. Her şeyi geçtim, sadece şaşıran biz değildik Ezrial’de şaşırmıştı. ‘’Usta?’’ dedi ağlamaklı, boğazını kasan ihanet sebebiyle. ‘’Bunu bana nasıl anlatmazsın? Sana güvenmiştim,’’ dediğinde sahte dramatizesine ihtiyar, yüzünün bir kısmını buruşturarak Ezrial’e tepki gösterdi. ‘’Ötede ağla, burada bir şey konuşuyoruz.’’

Dudaklarımı birbirine bastırınca dişlerimin baskısını dudağımın iç kısmında hissettim, Ezrial yandan yandan bana baktı ve ‘’Kalsın, dinleyeceğim.’’ dedi tatlı şekilde somurtarak. İhtiyar da somurttu ve Ezrial’e baktı, ‘’Konuyu kapattık,’’ dediğinde Ezrial kaşlarını çocuk gibi çatarak Huysuz’a baktı. Çaktırmadan sırıttım. Ezrial, ‘’Usta!’’ dedi söylenerek ama ihtiyarın artık ciddi kalamayan suratıyla karşılaştık.

Yavaş yavaş somurttuğu ifadesi solan çiçeğin tekrar açması gibi usulca gülümsemeye dönüşürken, ‘’Tamam tamam,’’ dedi gözlerini kapatıp aralarken. Bir yandan Ezrial’e kıyamadığını düşünüyor diğer yandan onu azarlamaya yer arıyormuş gibime geliyordu. Anlam veremediğim duygu ikilemleri, Huysuz’u ve karakterini tanımlayan şeylerdi.

İblis suratını kağıt misali buruştururken gölgeli yüzü, karanlığı daha da içine çekmiş gibiydi. ‘’Reklam yapma, devam et.’’

Bu sefer herkesten önce Ezrial atladı, sanki İblis’i duymuş gibi heyecanlıydı. ‘’Kartı kullanmak nasıl bir histi?’’ Merak benim de baloncuk misali içimde patlarken damarlarıma yayıldı. Ona beklentiyle bakarken, Huysuz’un bal sarısı gözlerinin tavana doğru dikildiğini ve bayatlamış anılarını zihnine getirişini seyrettim.

Aniden tekrar Ezrial’ın tarafına bakarken kanı çekilmiş gibi duraksadı. ‘’Astral seyahat gibiydi; kartı kullanırken bilincim kapalıydı sanki ama her şeyin farkındaydım da. Güçlü bir kart, o yüzden kimsenin eline geçmemeli. Onu kullanamazlarsa o belirsizliğin arasında sıkışırlar.’’

‘’O zaman neden tezgahta?’’ Bu soruyu yönelten bendim. Ezrial beni eliyle heyecanla gösterdikten sonra beklentiyle parlayan mor harelerini ustasına dikmişti; yüzü kasılmış ve kaşları fark edilmeyecek kadar az halde havalanmıştı. Huysuz’un dudaklarına tehlikeli bir sırıtış yayıldı, gül pembesi dudakları kirli sakallarının arasında kaybolmuş gibiydi.

‘’Benim olduğunu söylemek için.’’

Kirpiklerimi usulca kırpıştırdım ve gümüşi renkle parlayan kartın suratına doğru kaydım. Dudaklarım birbirine bastırılmış ve gülmekle gülmemek arasındaki ince çizgide sıkışmıştım. Bu kadar ego, vahşi yaşamın öncüsü, ormanların kralı aslanda bile yoktu. İblis gözlerini devirip yarım yamalak sırıtırken, aynı anda kadehini dudaklarına götürmüştü.

Ezrial şok olmuş suratıyla, dudaklarından dökülen, ‘’Vah…’’ sesine benzer nefesi döktü. Ardından gözlerini bayarak dudaklarının kenarlarını sarkıtıp, ‘’Ne desem boş bu saatten sonra,’’ dedi kendi kendine; büyük bir beğeniyle. ‘’Ustaların ustasısın.’’ Huysuz bir anda, ‘’Kes yalakalığı.’’ deyince eski formuna dönmesi zaman almamıştı.

Kısılan kirpikleri arasından ona bakarken dudaklarını duruma alışmış bir insan gibi bastırmış ve suratı tuhaf bir şekil almıştı. Tüm bu süreç boyunca sessiz ve tepkisiz kalan İblis’e yöneldim; kadehinden yudumluyor ve sanki anlattıklarından hiç etkilenmemiş gibi davranıyordu. Kömür karası gözlerinin rotası, bana doğru çevrildiğinde tek kaşımı kaldırarak ona imayla baktım. Tek omzunu silkti, ‘’Gafil avladı.’’ dedi durağan sesiyle, sadece.

Huysuz etrafına kısa bir bakış atıp derin bir nefes verdikten sonra bastonu yardımıyla ayağa kalktı. Kamburu yoktu, sırtı tamamen düzdü ve kendinden emin duruşu tüm ağırlığıyla zemine yayılıyordu. Bacağında herhangi bir sakatlık yoktu, yürüyebiliyordu.

Bastonunu neden kullandığını hala anlayamamıştım; sevdiği bir aksesuar mıydı yoksa fantastik kitaplarda olduğu gibi özel bir eşya mıydı? Yoksa güç gösterisi miydi? Huysuz’un bunu sevdiğini düşünüyordum, belki de gücünü ve otoritesini göstermek için kullandığı bir semboldü?

‘’Hadi, daha müşteri gelmez. Ezrial, tabelayı çevir de uyuyalım artık.’’ Arkasından onu onaylayan çocuğa aldırmadan sırtını bize doğru döndü ve bastonunu zeminde tok sesler bıraktıracak şekilde vurdu; ardından elinin tersiyle boncukları dağıtıp havaya birbirine çarpan şakırtıların gürültüsünü bıraktı.

O içeriye geçerken, kapının açıldığını ve üstündeki zilin kıpırdayıp tüm dükkanı sarmasını dinledim. Dışarıdan esen rüzgar, yarım yamalak eserek bedenime hücum etti ama bu kısa sürdü. Tekrar kapı kapanırken Ezrial’ın bana doğru yaklaşan adım seslerini dinledim; sonra tezgahın arkasına geçti ve aniden duraksadı. ‘’Gelsene.’’

Huysuz’un arkasındaki boşluğa daldığımı o an fark ettim. Duraksayan gözlerle ona bakarken, ‘’Ezrial,’’ dedim, normal şekilde. ‘’Huysuz neden baston kullanıyor?’’ Kararsızca bana baktıktan sonra boncuklu perdenin arkasından sanki Huysuz’u görebilecekmiş de çekiniyormuş gibiydi. Ardından bana biraz yaklaşıp mırıldandı. ‘’Kör.’’

Kelimeyi algılamam dakikalar sürdü, öyle ki zihnimde çığın arkasında bıraktığı büyük gürültü misali yankılandı. Hafızama düşen Huysuz’un donuk bal sarısı hareleri ve elinden düşürmediği bastonunu tutuşunu anımsadım. Gözleri donuk ve boş baksa da rotalarını asla şaşırmıyordu. Yüzüme bakabiliyor, Ezrial’ın kafasına bastonuyla on ikiden geçirebiliyordu. Hatta kazağımın altındaki kolyeyi bile fark etmişti.

Hayatım boyunca hiç bu kadar şaşırdığımı hatırlamıyordum. Beynim balçık kıvamına gelerek çalışmayı durdururken alnında üçüncü bir göz varmış da onu sadece ben görebiliyormuşum gibi şaşkınlıkla ona bakmaya başladığımda elini ensesine atıp her zamanki gibi kumral, yumuşak saçlarını dağıttı.

Yüzünün bir kısmı buruşmuş ve tek gözü hareketiyle kısılmıştı; sonra elini ensesinden çekip cebine koyarken bile tepkimi seyretmek için gözlerini benden ayırmadı. ‘’Ben…’’ dedim ama zihnimde aniden bağıran şeytanımla gözlerimi sımsıkı kapattım. ‘’Siktirsin oradan!’’

Şakağımın kenarına sızan ve orada belirginleşen ince sızıyı parmaklarımı götürüp ovalarken; İblis dudaklarını birbirine bastırıp, ‘’Pardon,’’ dedi ve arkasına yaslandı. Ezrial, ‘’İyi misin?’’ dediğinde sesinde herhangi bir endişe ya da farklı bir duygu hissetmedim. Kuru merakından soruyordu. Kafamı sallayıp gözlerimi araladığımda, ‘’Nasıl kör? Görebildiğini sanıyordum,’’ diye fısıldadım; konuştuğumda yine İblis’in derinlerde yayılan mekanik sesini duyar gibiydim.

Koridorlarımın derinlerine kadar inmiş ve oralarda yankılanıyordu. O yüzden sızı giderek yok olmak yerine artmaya başlamıştı, kirpiklerimi usulca kırpıştırdım ve bulanıklaşan görüntüyle Ezrial’ın durgun suratına baktım. Tek omzunu silkerken başka bir yöne baktı; dudaklarını hafifçe büzmüş ve kenarlarını kıvırmıştı. ‘’Öyle işte,’’ dedi rastgele bir şeyden konuşurmuş gibi. ‘’Nasıl olduğunu sorma. Bildiğim tek şey, kör olduğu ama aynı zamanda çevresindeki her şeyin farkında.’’

‘’Anladım.’’ dedim, kuru bir sesle. Ona karşı içimde garip bir sızı oluştuğunda zihnimin bir köşesinde benimle alay eden küçük benliğimle göz göze geldim. Kıstığı gözleriyle bana bakıyor, ellerini cebine koymuş ve dudaklarının kenarını yukarı hiç görmek istemeyeceğim bir tavırla kıvırıyordu. Sen kendine bak, der gibi.

Belki Huysuz’un aksi bir adam olması ondan alınanlar yüzündendi. Tanrı’nın adalet anlayışı farklı işleyebilirdi; bir gün sana verdiği şeyi geri alırken kendisine gerektiği gibi itaat edip etmeyeceğini öğrenirdi. Bugün var ama yarın yok olduğumuz belirsizliğe yaşam derlerdi ve o savaşı verirken her türlü eksik ölürdük.

Ezrial, ‘’Hadi gel,’’ dedi mırıldanarak ve elleri cebinde sırtını bana dönerek boncuklu perdeyi bedeniyle dağıtıp içeri girdi. Öğrendiğim gerçekle, ayaklarım yavaş yavaş odaya doğru giderken aslında içten içe burada nasıl kalacağımın da hesabını yapıyordum. İnsanların yerini işgal etmiştim ve onun bedelini de vicdan rahatsızlığı olarak ödüyordum.

‘’Yarın akşam gideriz,’’ dedi İblis kadehinden yudumlamadan önce. Başımı anlayışla sallayıp ellerimle sıralı dizilmiş renkli boncukları dağıttım ve elime değerek birbirine çarpan sert yuvarlakları hissettim. Arkamda tıkırtılar bıraktılar, etrafı merak ve ilgiyle tararken aslında odanın görünenden daha geniş olduğunu fark edip yine şaşırdım. Oda beyaz ışıkla aydınlanmıştı.

Odada hoş bir koku vardı; güzel bir ot kokuyordu ama otun ismini bilmiyordum. İblis de gözlerini etrafta gezdirirken bakışlarındaki ifadesizliği yakaladım; ilgisini çekmemişti.

Boylu boyuna uzayan bir odaydı; hareket edebileceğin alan vardı ama dardı. Yine de karşı tarafa bir ranza, onun hemen gerisinde; kapı eşiğine yakın yerde sütlü kahverengi renginde uzun ve geniş bir koltuk sığmıştı. Çalışma odasına benzeyen odanın, kapıdan girer girmez karşılaştığınız ahşap bir kitaplığı vardı. Onun yanında kurulmuş yine tıpkı benim evrenimde olduğu gibi ahşap ama sade bir çalışma masası vardı. Masanın üstünde ayaklı küçük bir abajur ve birkaç kitap bulunuyordu.

Atmosfer zihnimin köşesindeki bayatlamış anıları canlandırırken sanki derinlerimde bilmediğim bir anının özlemini çektim.

Duvarlar eski görünüyordu, gri soluk renkteydi ama zemin ahşaptan olmasına rağmen ayaklar altında gıcırdamıyordu. Sıcak bir ortam vardı, zeminde hiçbir kilim ya da ona benzer bir halı yoktu. Çırılçıplak zeminde yavaş adımlar atarken; ranzanın altına uzanmış Huysuz’un yatağın kenarından sarkmış uzun, beyaz saçlarını gördüm.

Soğuk tabutun içine konulmuş bir beden gibi boylu boyunca yatmış; ellerini karnının tam ortasında birleştirmişti. Bastonu ranzanın başına dayalıydı. Hayatla irtibatını kesmiş ve inzivaya çekilmiş biri gibi gözleri kapalı, tüm seslerden uzak görünürken huzur içerisinde olduğunu düşündüm. Solgun teniyle gerçek bir ölüye benziyordu ve onun yaşadığını sadece, karnının üstünde nefesinden dolayı usulca kıpırdayan birleşmiş ellerinden fark edebiliyordum.

Onun üst kısmına Ezrial bağdaş oturmuş haldeydi ve mor harelerini üstüme sessizlik içerisinde dikmişti. ‘’Beğendin mi?’’ dediğinde aslında beğenebileceğim bir oda olmamasına rağmen kafamı salladım. Koltuğun üstüne serilmiş temiz beyaz çarşaf ve yastığın hangi zaman diliminde oraya serildiğini düşünürken, Ezrial’ın yumuşak sesini tekrar duydum.

‘’Uyuyabilecek misin? Orada rahat edemezsen benim yerime gel.’’ dedi ama paniğin sardığı ellerimi havaya hışımla kaldırıp iki yana salladım. ‘’Yok yok,’’ dedim alelacele, ‘’İyiyim böyle.’’ Tek omzunu silkip gülümsedi, ‘’İyi o halde.’’ dediğinde sırtını çevik hareketle yana doğru atıp sırt üstü uzandı. Tıpkı Huysuz gibi tavana bakarken aniden kafasını benden tarafa çevirmesiyle, ‘’Heykel misin sen? Geçsene yerine.’’ demesi bir oldu.

Huzursuzlukla güldüm ve yerime doğru adımladım. Koltuğun yumuşak geniş kısmına otururken aslında çarşaftan dolayı böyle olduğunu düşünüyordum; sert bir koltuktu yine de beni gece yatarken rahatsız edeceğini düşünmüyordum. Çünkü uyuyamayacaktım büyük ihtimalle. İblis etrafını hala süzerken dalgın görünüyordu.

Ellerimi bedenimin iki yanına yaslayarak avuçlarımın yumuşak çarşafı hissetmesine izin verdim. Karşımdaki kitaplığın raflarındaki tozlu olmayan sıra sıra dizilmiş ciltli eserlere bakarken; yarısını anlayıp yarısını anlamadığımı fark ettim. Dilleri karışıktı ama araya Türkçe kelimeler de serpilmişti. Dilimin nimet olduğunu şu an kavrıyordum.

Kendimi o kadar da yabancı hissetmememe neden oluyordu.

Küçük kitaplıkta gözlerimi gezdirmeye devam ettim, birkaç tuhaf kitap ve parlak kavanozların içinde duran bitki ya da otlar vardı. O otlardan yayılan koku odanın her tarafını sarmış olmalıydı. Oda sıradandı ve ilgi çekici değildi ama her nedense, bayatlamış anılarımı çekip sürükleyen bir atmosfere sahipti.

İblis bana baktı, ‘’Hadi yat artık,’’ dediğinde onun da gözlerinin usulca kapanıp aralandığını gördüm. Arkasına yaslanmış kafasını tahtının başlığına dayamıştı; bana tepeden bakarken gözleri hafif aralık duruyordu. İçimde büyüyen rahatsızlığın kökü tüm ruhuma usulca yayılırken ranzanın üstünde duran Ezrial’e baktım.

Yan yatmış şekilde, kolunu başının altına çapraz şekilde dayayarak beni seyrediyordu. Mor harelerinin sessizce beni izlemesiyle karşılaştığım için hafifçe irkildim ama o, bana samimiyet dolu gülümsemesinden bahşetti.

Sessizce, ‘’Uyusana,’’ dedi dudaklarını kıpırdatarak. Huysuz’u uyandırmaktan çekiniyor gibiydi. Uyuyabileceğimi sanmıyordum; hem yerimi yadırgardım hem de insanların yerini işgal ettiğimden dolayı o uğursuz his yapışıp kalmıştı. Ayrıca gecelerimi berbat eden zihnim, bana oyunlar oynayarak kabuslarıma ev sahipliği yapıyordu. Ilımlı sesle, ‘’Seninle ilgilenirdim ama… Sabah erken uyanacağım, bir sürü iş kakalar usta bana.’’ dedi Ezrial kaşlarını havaya kaldırarak mırıldanırken.

Gülümseyerek onu rahatlatma amacı güttüm. ‘’Sen uyumana bak, zaten yeterince yardım ettin. İyi geceler,’’ dediğimde tek omzunu silkerek kaşlarını çattı. ‘’Hiç önemli değil, kim olursa aynı şeyi yapardı.’’ dedi boşta kalan elinin işaret parmağını havada sallayarak ben ve yastığım arasında mekik dokurken. Parmağının verdiği ikazı kavrayan beynimle hafifçe kıkırdadım; yatmamı söylüyordu. İblis tepki olarak burun kıvırdı ve homurdandı. ‘’Yapmazdı.’’

Huysuz’un aniden araya girmesiyle elimi ağzıma götürüp kapattım; kalbim ritmini istemsizce hızlandırdı. ‘’Zıbarın lan artık, sizi mi dinleyeceğim?’’ İblis kıkırdarken, ‘’Ben dedim,’’ dedi, bana tepeden bakmaya devam ederken. ‘’Tamam be usta, sanki hemen uyuyacaksın. Kız alışamadı herhalde yerine,’’ dedi hem muzip hem alay dolu sesiyle. İki tavrı da bana değil, ustasınaydı.

Huysuz’un bal sarısı gözleri birden aralanıp ranzanın tavanına sertçe baktığında; İblis de gözlerini sahte bir panikle araladı, ‘’Kutsal su falan dökün şuna, o nasıl uyanmak?’’ dediğinde neredeyse tepkisine gülecektim. Huysuz hiçbir şey olmamış gibi gözlerini sonuna kadar aniden aralayınca ben bile korkmuştum. Dudaklarımı birbirine bastırdım ve yukarı tırmanan gülme isteğini yok etmek için İblis’in söylediğini düşünmemeye çalıştım.

‘’Yerini ver o zaman, Ezrial. Yaşlıyım lan ben, uyuyacağım tabii. Aylak herif,’’ dedikten hemen sonra ağzının içinde anlamını bilmediğim bir dilden homurdanarak saydırmayı sürdürdü. Gözleri yuvalarında dönerek kirpikleri kıpırdayan çocuk da bir şeyler söylenirken aralarındaki ilişkiye ne olursa olsun gıptayla baktım. Dalaşsalar da aslında Huysuz’un içten içe Ezrial’ı önemsediğini ve aynı şekilde Ezrial’ın da onu dedesi olarak gördüğünü hissediyordum.

Aralarındaki bağ, yadsınamaz şekilde gerçekti ve samimiyet içeriyordu.

Yaşlı adam, arkasını dönerek kollarını göğsünde bağladı ve birkaç homurtu daha bıraktı. Saçlarının arkadan yayılarak yatağından aşağı zaman misali sarkmasına odaklandım. Güzel saçları vardı ve aklıma Nilüfer’i getiriyorlardı, o saçlarını renklendirmeyi sevse de Huysuz gibi bıraksaydı tıpkı böyle saçları olurdu.

Ne olursa olsun, yüreğimi kor misali kaplayan sıcaklığın adı özlemdi ve geceleri, yastığıma kafamı koyar koymaz aklıma düşen anılardan çıkagelirdi. Aklımı dağıtmak ve yüreğimdeki o çirkin duyguyu söküp atmak istercesine, ‘’İyi geceler,’’ diye mırıldandım. Ezrial de aynı şekilde karşılık verdiğinde beyaz ışığı kapatmak için yatağımın üstündeki anahtara uzandım ve elimle karanlığı üstümüze devirdim.

Yastıkta yatarak üstüme örttüğüm battaniyeyle koltuğun yayları gıcırdadı. Ranzadan da kıpırtılar duyarken bir süre sonra o kadim karanlığın içinde sadece ağır ağır verdiğimiz soluklarımızın sesini işittik. Gözbebeklerim karanlığa alıştığında boylu boyunca uzanan, pürüzlü soluk renkli gri tavana baktım. Loşluk, onu hayalet gibi gösterirken İblis’in de kapıyı üstüme kapatmasıyla tuttuğum gözyaşlarım şakaklarımdan aşağı yuvarlandı.

Ağladığımı görseydi, sabahlara kadar başımda bekler hatta kızmayı bırakıp bana yaşıma bakmaksızın masallar anlatırdı ama beni görmemişti. Yorgundu, şaşkındı ve buradan içten içe çekip gitmek istiyordu. Onu kendine bıraktım ve kendi dramımla baş başa kaldım.

Giderek göğsüme yayılan özlem ve o özlemin etrafını yoğun şekilde saran öfke ve şaşkınlık da olunca, başıma gelenlerin tek suçlusunun içten içe ben olduğum düşüncesi kök saldı. Nilüfer’i dinlemiş olsaydım, belki de beni buraya yönlendirmesindeki amacı biliyor olacaktım ama onu dinlememiştim. Söylediklerini saçmalıktan ibaret sanmıştım ve hatta bana komplo kurduğunu bile düşünmüştüm.

Şüphe zehri damarlara yayıldığında etkisini hızlı gösterirdi ve bir süre sonra, kalbi kıskacı altına alırdı. İşte o sırada, hiçbir şey eskisi gibi olmazdı. Güveni kazanmak zordu ama onu kaybetmek yapbozu bozmak kadar kolaydı. Gözlerime batan sıcak iğnenin uçları, aklarımı kızıla çevirdiğinde sulanan bakış açımla kirpiklerimi kırptım ve kurumuş yolu tekrar ıslatan gözyaşım, kulaklarıma doğru inerek geçtiği yerleri kaşındırdı.

Kimseye belli etmeden içten şekilde ağlayışım, daha da beterdi. Dramatik şekilde ağlayanlardandım ve dramatik şekilde geceleri ağladığımda burnum tıkanırdı, sanki burnuma taş sokmuşlar gibi aldığım zor nefeslerle işler daha da beter olurdu.

Göğsümü titreten, şişip indiren sıcak nefeslerimi kontrol etmek amacıyla yana doğru bedenimi çevirdim ve düz duvara bakmaya başladım. Burnumu hafifçe çekişimi fark etseler de önemli değildi, zaten kısa sürede uykuya dalan insanları bu kadar sesle uyandıracağımı düşünmüyordum.

Akşın’ı, Burak’ı ve Alçin’i özlüyordum; Nilüfer’i bile özlüyordum. Onlarla aramıza koyduğum buzdan duvarlar hala benimleydi ve soğuk tavrıma alışmış sevdiklerimi zihnimde sanki ölmüşler gibi hatırlamak nefesimi tıkıyordu. Dehşetle, sitemle ve küçük bir çocuğun annesinden koparıldığı an kadar çaresizlikle özlüyordum onları.

Buradan nasıl kurtulacaktım? Tekrar onları görebilecek miydim? Düşünceler yuvalarından süzülerek toprakta sürünen yılanlar misali zihnimin koridorlarında süründü, soğuk zeminleri çatlatarak oyuklarına karamsarlık doldurdu. Ayrılamama korkum baş gösterirken o çatlaklardan sızan dumanlar, yukarı tırmanıp duvarlara is misali yapıştı ve bir ur gibi öylece kalakaldı. Ne zaman koridorlarımda dolansam, artık o isleri görecek ve karamsarlık dumanlarından nasibimi alacaktım.

Burun tıkanıklığımla ve iç çekişlerimle beraber yanan gözlerimi kapatıp karanlığı kucakladım. Zihnim giderek karanlığa gömülürken en son hatırladığım, anılarımda yaşayan soluk tenli insanlardı ve geriye kalan, benim içimi ateşten daha fazla yakan özlem duygusuydu.

Satırlar gökyüzünden akan mürekkeplere dönüştüğünde zifiri karanlıkta parlayan kızıl ay, gözlerime tutunmuştu. Serin rüzgarın nefesi, kalın gövdelerin arasından geçerek tenimi yaladı ama üşümedim. Karanlık gökyüzünde sönmüş cesedin karanlık yüzünün yanında duran Kanlı Ay’ın parlaklığı ormanı kızıl renge bürümüştü. Şafak ormanın içinde sökmüştü sanki.

Boş bakışlarımı etrafta gezdirdim, yüzümde hiçbir mimik ya da ifade oynamıyordu. Ormanın tam göbeğinde, gecenin ayazında beyaz ince elbisemle niye durduğumu bilmiyordum; içten içe sorgulasam da umursamadan ilerlemeye başladım. O zaman, çıplak ayaklarımı fark ettim. Kuru toprağın üstüne basarlarken tabanları acımıyordu, soğuğu hissetmiyordum.

Ormanın hakimiyetini sağlayan asil kurtlar, derinlerden ulumaya başladığında korku kalbimi sıkıştırdı. Yüzümdeki ifadesizlikle yürümeye devam ettim. Kimsesiz kalmış ruhların ulumalara dönüşen bedenlerin içine sıkıştığını bilsem, yürümeye devam eder miydim? Kimsesizler, kuyruğunu kaybeden hayvanlara benzerdi. Ruhlarını çoktan kaybetmiş olurlar ama bunun farkında olmazlardı; sonra, akıllarını kurcalayan esrarengiz bir acının koynuna düşerlerdi.

Bir zamanlar kuyruğunu kaybedenlerdendim. Acı her zaman benimleydi, beni canlı tutuyor ve etrafa diktiğim kuvvetli surların yüksekliğini kontrol ediyordu. İblis’in söylediği cümle zihnimde yankılanmış gibi oldu ama aslında tüm ormanda lanetli söz misali çınladı: ‘’Acıyı hissedenler insanlığını kaybetmemiş olanlardır, Toprak.’’

İnsanlığını kaybetmemiş olanlardandım. Keşke insanlığımı kaybetmiş olsaydım, o zaman işler istediğim gibi gider miydi?

Yoksa boşu boşuna, içi boş kavuktan farksız kalbi olan canavara mı dönüşmüş olurdum?

Kurt ulumalarının arasına derinden yükselen bir ses karıştı. ‘’Le’a morta.’’ Yürümeye başlayan adımlarımın istemsizce hızlandığını fark ettim ama ben hızlanmak istemiyordum. Arkalarımda esen rüzgarın kuvveti sırtıma doğru esti, o zaman soğuğu tam anlamıyla hissederek ürperdim. ‘’Le’a morta.’’

Onun sesiydi; biliyordum ama yüzünü göremiyordum. Bedeni, yüzü ya da kim olduğu belirsizdi. Belirsiz olan hiçbir şeyden hoşlanmazdım. Rüzgarın sertçe eserek ormandaki zebanilerin yapraklarını sarstığını duydum, hışırtılar kulaklarıma taşındığında aralarında ince bir ses daha yayıldı. ‘’Leva… Azer… Mavera…’’ dedi ağlamaklı, zayıf bir ses. Sanki ağaçların yapraklarından taşınıp ormanda yankılanıyordu.

Arkamdaki karanlıktan dağılan kalın ses, o ince sesi bastırarak önüme doğru taşındı. Artık koşuyordum. ‘’Le’a morta.’’ ‘’Istus xuaren, xytes kırata monas teryarte leasate. (Hatırla, çoktan yazılmış kaderi kimse silemez.)’’ Kalın sesi fısıltılara, yılanın tıslamalarını andırarak yükseliyordu.

Cümlenin devamı varmış gibi içimde yayılan eksiği anlamlandıramıyordum. Tüm sesler bastırılmış, soluk ölü tenlere dönüşüp kuru toprağın üstüne düşerken canlı olan sadece onun sesiydi. Sesi içimde yuvarlanıyordu, yuvarlanıyordu ve sonra dağ kadar büyüyor ve derinlerimde sisler gibi buğulanıyordu.

Canavarın yüzünde parlayan kızıl hareler karşımda belirdi ve koşmayı kestim. Nefes nefese değildim, kalbimin nasıl paniklediğini ya da korktuğunu bile hissetmiyordum; sadece, karşımdaki karanlıkta parlayan bir çift parlak göze doğru çekildiğimi hissediyordum.

Sık nefeslerle doğrulduğumda sırtımdan akan ter, gerçeklerin imzası gibiydi. Gerçekleri hatırlatmak için önüme koyulmuş olan belgenin tam altına bakıyor gibiydim. Alnımda yer yer oluşmuş ter boncuklarını elimin tersiyle sildim ve gözlerimi etrafta gezdirdim. Huysuz ve Ezrial çoktan uyanmışlardı. Beni neden uyandırmamışlardı?

İblis’in kapısı ilk defa kapalıydı. Normalde benden önce uyanır, başımda konuşur dururdu. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes verip sakinleşmeye çalıştım; boynumda atan nabzım varlığını kanıtlamak istercesine hızlıydı. Elimi kaldırıp enseme yapışan saçlarımı havaya kaldırdım ve onları bileğimde unuttuğum ama şu an varlığını hatırladığım lastik tokayla bağladım.

Saçımı bağladığımdan saç derim gerilmişti ama umursamadım. Acı beni gerçekliğe sürüklerdi. Hala hayal aleminde yaşıyor gibiydim, zihnim kabusun etkisinden sıyrılmamıştı ve yattığım yer şimdi olduğundan daha yüksek görünüyordu. İblis çok geçmeden kapıyı araladı ve kocaman esneyerek beni karşıladı.

Gözlerini sımsıkı kapatmış ağzını kocaman aralarken çatallı dilinin ucunu gördüm. Çok geçmeden seslice kapattığında baygın bakışları beni buldu. ‘’Yine kabus mu gördün?’’ dedi yüzünün bir kısmını buruşturarak, ardından kadehini ağzındaki ekşimsi tadı süpürmesi için dudaklarına götürdü.

Kafamı sallayarak ona baktım, kalbim yavaşça eski hızına dönüyordu. ‘’İblis, kabuslarımın bu kadar gerçek olması ve neredeyse hemen hemen aynı olması normal mi?’’ Burnundan derin bir nefes verdiğinde göğsü inip kalktı, dumanlı elbisesi her zamanki gibi sislerini etrafa yaydı. ‘’Benim rüya görmem kadar gerçek dışı, Toprak.’’

Kurumuş dudaklarımı yalayıp nemli kalmalarına izin verdim. Ezrial’ın kafası odanın kapısının kenarından sarktı, mor harelerin neşeli tavrı beni bulduğunda, ‘’Uyandın mı? Gel, kahvaltı yapalım.’’ dedi ve tekrar kafasıyla beraber yok oldu. O zaman, günlerdir yemediğim aklıma düştü. Yemekle aram zaten yoktu, bir gün yemesem bile aklıma gelmezdi.

Yine de yaşadıklarımın ağırlığını ispatlarcasına guruldayan karnım odada yankılandığında tek olmama rağmen yanaklarımın kızarmasına engel olamadım. Üstüme örtülen pikeyi kaldırıp tek bacağımı sarkıttım ve biraz uyku sersemliğiyle öylece bekledim.

‘’Matmazel,’’ dedi Huysuz güzel aksanıyla ama sesindeki alayın emaresiyle yaptığı aksan bile lanete dönüştü. ‘’Seni bekliyoruz? Niye bekliyorsak…’’ diye sonlara doğru homurdanıp daha konuşmadığında ayaklarımın ikisini de aşağı sarkıtıp yürümeye başladım.

Renkli boncukları şakırdatarak odadan ayrıldığımda tezgahın sol tarafında kalan boşlukta, aşağıda kalan küçük, yuvarlak bir masanın kurulduğunu fark ettim. Güneşin ışıkları, pencereden sızmış ve dükkanın belirli köşesine yayarak atmosfere enerji katıyordu. Işık dağılarak masanın üstüne yayıldığında masanın üstündekileri kontrol ettim.

Patates kızartması, sahanda yumurta, kahvaltılık malzemeleri ve nihayetinde çay gördüğümde karnımdan dışarı büyük bir gurultu koptu. İblis gözlerini usulca kapatıp kafasını arkaya düşürdü ama sesini çıkarmadı. Sanki hala yorgunluğunu üstünden atamamış gibiydi.

Ezrial’le bakıştık, tek kaşını kaldırmış bana alttan alttan bakarken neredeyse ifadesizdi. Huysuz’un arkası dönüktü ama sesini çıkarmadan bekledi. Ezrial’e sahte bir sırıtışla baktığımda aslında yanaklarıma kırmızı sinyaller yayan sıcaklığı bastırmaya çalışıyordum.

İfadesizliği bulut misali dağıldı ve aniden ondan erkeksi bir kıkırtı aldığımda iyice utandım. Sırıtışım giderek yüzümde solmaya başlarken dudaklarımı birbirine bastırdım ve elimi karnıma koyup bastırdım. ‘’Gel artık, açlıktan öleceksin Evin Yağmur.’’

Sert olmayacak şekilde, ‘’Evin.’’ dedim tekrar onu düzelterek, yanlarına yürürken. Ezrial kafasını sallayıp önüne döndü ve masanın alt kenarında duran çaydanlığı alarak Huysuz’un boş duran ince belli çay bardağını doldurmaya başladı. Akan tavşankanı rengindeki çayı izleyip bana ayrılan sandalyeye oturdum.

Huysuz biraz daha yüksekte oturuyordu ama sırtını hafifçe eğerek masaya yetişebiliyordu. ‘’Usta, senin için tabak hazırlayayım mı?’’ dedi Ezrial, beklentiyle ihtiyarın aydınlık yüzüne alçaktan bakarken. Huysuz kafasını hafifçe kaldırıp çenesini büzdü; kaşları öfkeden yoksun şekilde çatıldı. ‘’Yok, istemez.’’

Ekmekten büyük bir parça kopartarak, yalnız yemenin alışkanlığıyla çevremdekileri unutup yumurtaya bandırdım ve hiç utanmadan ağzıma tıktım. Kimse bir şey demedi. Rahatsız da olmadıkları için yemeye devam ettim. ‘’Lan yavaş yavaş,’’ dedi İblis ağzımdakini yutmadan patates kızartmasını da eklediğim için. ‘’Boğulup tahtalıköye gideceksin, sonra mezar taşına ‘’Yutamadığı patates kızartmasından öldü’’ yazacaklar.’’ Bir rüyadan uyanırcasına hızlıca kafasını iki yana sallarken, ‘’Rezalet.’’ dedi.

Tek omzumu silkip içten içe ona güldüm ama hızlıca yemeye devam ettim. Ezrial de aynı şekilde yediğinden ya da bana ayak uydurmaya çalıştığından masadaki yoğun sessizlik içerisinde yemeye devam ettik. ‘’Şş,’’ dedi, dikkat çekmek isteyen Ezrial ağzındakini yutmadan. Refleksle çenesini öne doğru uzatmış baygın bakışlarla bana bakmıştı. Gözlerimi ona çevirip beklentiyle bakarken ağzıma peynir atıyordum. Boğuk sesiyle, ‘’Yarış mı yapıyoruz, ne bu acele?’’

Dayanamadan güldüm ama cevap vermedim, genzime kaçmaya ramak kala olan lokmayı yutmaya çalışırken unuttuğum ve benim için doldurulan ılık çaydan yudumlar aldım. Gülüşümü sessizlik içerisinde izlerken dudaklarına yarım yamalak tebessümü sardı. Sıcaklık dilimi ısırdı ve lokmaları yumuşatarak boğazımdan daha kolay inmelerini sağladı. ‘’Ne yarışı ya? Kaç gündür yemiyorum, biliyor musun sen?’’ dedim sahte kızgınlıkla.

Ağzındakini yutamadan göz kırptı ama bu hareketi bile bana sempatik geldi. Lokmayı yutmasını bekledim çünkü bir şey söylemek istiyor gibiydi. ‘’Kaç gündür?’’ dedi kaşlarını havaya kaldırarak, ağzındakini yuttuğu için artık normal çıkan sesiyle. Parmaklarımla saymaya başlarken kocaman aralanmış gözleriyle suratımı ve parmaklarımı izleyişini göz ucumla seyrettim.

Ciddiyet dolu sesimle beraber, ‘’İki buçuk gün.’’ dediğimde Huysuz bile önündeki salam parçasından bir tane, kediye mama verircesine önüme koydu. İblis halimize bakarak sırıtırken, ‘’Doğru yoldasın, böyle böyle bu ihtiyarı kıskacımız altına alırız.’’ Elini pençe şeklinde aralayarak birden kapattı.

Huysuz’a bakarak görmese de tebessüm ettim ve önüme koyduğu salamı ağzıma attım. Ezrial’le on beş dakikada masada ne var ne yoksa süpürmüştük. Ağzımdaki son lokmayı da yutarken zorlandığımda dibinde kalan son çay yudumunu da içtim. Ezrial, ‘’Çay bitti,’’ dedi mırıldanarak. Kafamı sallayarak sorun olmadığını gösterircesine anlayışımı belirttim. Huysuz’sa yine aksiliğini konuşturdu ve zehirli dilini hareketlendirdi. ‘’Ne var ne yoksa yediniz, akşama ne yiyeceğiz?’’

Huysuz’a kirpiklerimi kırpıştırıp dilime çarpan kelimelerle cevap verecekken dış kapıda büyük bir gürültü koptu. Kalbim yerinden koparcasına hızlanmaya başladığında polisler tarafından basılmış gibi aniden ayağa kalkmıştım; benimle beraber ayağa kalan Ezrial sakindi. Sanki bu duruma alışkın olan Huysuz da oturmaya devam ediyordu. Dış kapının sertçe açılmasına rağmen üstündeki ince metal sakince şangırdadı ve sesi tüm dükkanı doldurdu.

Gün ışığını arkasına alan ve kapının eşiğinde gölgeden ibaret görünen uzun boylu adama baktık. Ardından bir adım atarak içeri girdiğinde yüzü meydana çıktı. Orada duran adamla bakıştık; benim gözlerim şaşkınlıkla aralanırken kalbim hala aniden çıkan sesten dolayı gümbürdüyordu. Keskin, kahverengi gözlü adam içeriye doğru adım attı ve etrafı süzdü. Ayağındaki siyah, parlak kundura ayakkabının tabanı ahşap zeminde tok, boğuk sesler bırakıyordu.

Yüzünde hiç tatmin olmamış, uğursuzluk kokan ifadeden vardı. Ezrial’in yanımda öfkelendiğini hissederek ona baktım, çene hattı kasılmış mor harelerini önündeki adamın üstüne dikerken kirpiklerini bile kırpmıyordu.

‘’Ne oluyoruz lan?’’ dedi tıpkı Huysuz gibi homurdanarak. İçeriye giren adam, girdiği zamankinden daha sakin bir şekilde yüzündeki hala uğursuzluk kokan maskesini düşürmeden tezgaha doğru ilerlerken sadece yürüyen adımlarının çıkardığı tok sesleri dinledik. Kahverengi bakışları tezgahın içindeki kartlara mühürlüydü, sonunda tezgahın önünde durdu.

Huysuz’un kaşları çatıldı, bastonu yardımıyla ayağa kalkarken ‘’Ahıra girer gibi ne istiyorsun?’’ dedi sert ifadesiyle. Adamı baştan aşağı süzdüm, siyah bir takım elbise giymişti; üst kesimlerden olduğunu belli eden tavırları karizmatikle süslenmişti. Bakışları sertti ama aşırı değildi, etrafa bakarken yüzünde bok yemiş bir ifadede olmasına rağmen o ifadeyi fazla belli etmiyordu.

‘’Kart.’’

Kelimeyi öyle bir sesle söylemişti ki uğursuzluğun kademe halinde tüm dükkana yayılışını hissettim. Alnına düşen, saçından sarkan perçemi kahverengi gözünün üst kısmına değdiğinde kemikli, beyaz parmaklarıyla onu tekrar geriye doğru taşırken bir an olsun göz göze geldik ama üstümde fazla oyalanmadı. Sol çenesinde, büyük, derin bir yara izi vardı; çapraz şekilde çizilmişti. Takım elbisesinin içinde adeta parlarken yüzündeki iz, onu çekici gösteriyordu.

Huysuz sakince burnundan soludu ve tezgahın önüne geldi; yanımda duran Ezrial’ın yumruklarını bedeninin aşağısında sıktığını göz ucumla fark ettim. Hala öfkesini kinli biriymiş gibi içinde taşıyordu ve adama hiç hoş olmayan gözlerle bakıyordu. İblis’se sakindi, arkasına yaslanmış kadehinden yudumlarken diğer yandan kenardan süzdüğü bakışlarıyla adamı baştan aşağı tarıyordu.

‘’Kullanabileceğin bir şey seç,’’ dedi Huysuz, bir kitaptan daha ağır sesiyle. ‘’Yer değiştiren kartlara özel muamele yapmıyorum.’’ Son cümlesinin sonlarına gelirken dudaklarında yayılan sinsi öfkeli tebessümüyle, adamın suratına korkusuzca bakıyordu.

Göğsümün arasındaki kalbimin jöle kıvamında olduğunu hissettim; koşuyor gibiydi ama ağır olduğundan yavaş atıyordu. Huysuz’un adama karşı olan cesareti karşısında dilim lal oldu. Haline bakmadan nasıl böyle konuşabiliyordu? Belki görmediğindendi, çünkü karşısındaki adamı görse eminim böyle konuşamazdı.

Yabancının dudaklarında alay dolu gülümseme peyda olurken, ‘’Sen orasını düşünme,’’ dedi boğuk sesiyle. Karizmasına renk veren kalın ses tonu, derinlerden yükselir gibiydi. Elini tek cebine koyarken, gömleğinin tek yanını yukarı kıvırmış ve bileğindeki siyah kayışlı saati de saklamıştı. Pantolonun cebindeki şişlikten gözlerimi alarak yukarı tırmandım ve kapalı kabuğu andıran kahverengi gözlere baktım.

‘’Yeniden doğuş kartı. Birisi için alacağım,’’

Ezrial sıkıldığını belli eden derin bir nefes bırakırken, yan duran çehresine baktım. Kirpiklerini kırpmış ve yataktan çıkmış dağınık saçlarının tepesinden parmaklarını geçirmişti; çene kaslarını sıktığını görebiliyordum. Hem muhabbetin varacağı noktayı biliyor gibiydi hem de hala adamın tavırlarından dolayı öfkeliydi. ‘’Vermiyoruz,’’ dedi aniden sertçe ama Huysuz onu tek elini kaldırarak, arkasına bile dönmeden susturmayı başardı.

‘’O kart asırlar önce başkası için ayrılmıştı. Başkasının kartını da isterse karşıma annesi gelmiş olsun, vermem.’’

Yabancının kirpikleri birbirine yaklaşırken, alnında hafifçe çizgiler oluşmuştu. İhtiyara küçümser gözleriyle baştan aşağı süzerken Ezrial’ın yanımda gerim gerim kasıldığını görebiliyordum. İblis’in kemanının yayından daha gergin olan atmosferi okudum.

Kasılan bedenim, ufaktan bacaklarıma sinyal gönderirken içten içe titremelerine engel olamıyordum. İblis adama kuşkuyla baktı ve nihayet, gölgeli dudaklarını araladı. ‘’Adamın tehlikeli bir aurası var. Şayet istediğini vermezse, o kartın gerçek sahibi gelince dükkanı talan eder.’’ Gözlerini üstüme devirdi, tehlikeye bulanmış mekanik sesiyle, ‘’Onunla beraber.’’ dedi.

Yutkundum ve kasılan boğazımdan kayan tükürüğü hissederek istemsizce aralanan gözlerimle adamla Huysuz arasında mekik dokudum. ‘’Sen bilirsin, ihtiyar. Gelmesi yakındır zaten.’’ Umursamaz tavrı ve hiç bela çıkarmaması beni içten içe kuşkulandırmıştı. Huysuz derinlerden titrek bir nefes verdi; titremesinin sebebi yaşlılığındandı çünkü nefesi bile bozuk çıkmıştı. ‘’Bol şans. Neredeyse herkese varlığını unutturacak kadar uzun süre ortadan kaybolmuş biridir.’’

İblis’le aniden bakıştık, aklıma kızıl harelerin tehlikeli parıldayışı düşerken omurgamdan yukarı yükselen keskin ürpertiyi yok saymaya çalıştım ama geri dönüşü, titreyen bir beden oldu. Görünmeyen tüylerim şaha kalkarken Huysuz’un umursamazlıkla kurduğu cümleyi analiz ediyor diğer yandan yabancının yüzündeki tehlike çanlarını duyuyordum. Kirpikleri kısılmışlar ve açık tona bürünen kahverengi irisleriyle ihtiyara bakarken alay doluydular.

Huysuz’un da sırtının kasıldığını göz ucumla fark ettim; kör birisinin ne hissettiğini bilmiyordum ama o da yabancıdan yükselen auranın tehlikelisini kavramış olmalıydı. Tek elini cebinden çekmeden, ‘’O şans size gerekecek. Büyülü günler,’’ dedi, ılımlı sesiyle.

Sonra gözünün kenarıyla bir benim suratıma, ki nasıl bir ifadede olduğunu bir İblis bir Tanrı bilirdi, bir de Ezrial’ın öfkeden yanmış suratına bakıp ufakça sırıttı ve kundura ayakkabısının topuklarıyla çevik şekilde geriye dönerek sakin sakin dükkanın kapısına doğru yürüdü.

Topuklarının bıraktığı tok seslerin giderek silikleştiğini duyduk ve kapı arkasından sakince kapandığında yine zil, bu sefer uğursuzca şıngırdadı. Ezrial ağzının içinde duymadığım küfürler homurdanırken İblis’in hala şaşkınca çatılan kaşlarına bakıyor, diğer yandan o kişinin kim olduğunu çözmeye çalışıyordum.

Nilüfer’in bana anlattığı efsanelerde Asir’in, uzun yıllar önce kafese tıkıldığını ve insanların onun suratını unuttuğundan bahsetmişti. Eğer Asir’den bahsediyorlarsa beni ne ilgilendiriyordu ki ölecek kadar huzursuz hissediyordum? İblis hiçbir şey olmamış gibi o kara bulutlu havasından kurtulup kadehinden yudumladı ve bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslandı.

Sessizdi ve sessizliğini hiç bu kadar yoğun kullanmamıştı.

Renkli gözlerim tezgaha doğru kayarken, tezgahın arkasındaki kartları yakından görmek nabzımı hızlandırdı. Heyecanlanmıştım ve gözbebeklerim karadelik gibi büyüyerek irislerime yayıldı. Yutkunarak tezgaha yaklaşırken görkemli silahları gelişigüzel taradım; düzinelerce kartın arasından yeniden doğuş kartını bulmak zor olacaktı.

Huysuz’un yanımda sakin olmaya çalışırcasına nefes verişini duydum, ‘’Ezrial topla şu masayı ve bana kahve yap,’’ dedi ve sallanan sandalyesine doğru bastonunu yere sertçe vura vura ilerledi. Oraya oturduğunu göz ucumla gördüm ama odağım hala kartların üstündeki figürleri tarıyordu.

Ezrial’ın, ‘’Emrin olur, usta.’’ deyişini ve ikiletmeden masadan gelen tıkırtıları duydum. Arkamdaki gürültüleri yok sayarak şüpheyle ve dikkatle kıstığım kirpiklerimin arasından tezgahın arkasındaki kartlara bakmayı sürdürdüm. Güneşin ışıkları, tezgaha doğru çarpıyor ve gizemli kartların üstündeki figürlerin bazılarını parlatıyor, bazılarını olabildiğince karanlığa gömüyordu.

Sanki bazı kartlar, saklanmak isteyecek ve kendilerini göstermek istemeyecek kadar akıllıydı.

Kuzgun, bilgelikti. İkizler, köle kartıydı. Maske, belirsizlikti. Baykuş, ejderha, ismini bilmediğim melez ve değişik hayvanların figürüne veya insana benzer farklı kişilerin kıvrımlı bedenlerine değerek bulamamanın verdiği sıkıntıyla bunaldım. Pes ettim ama sanki buralarda bir yerlerde olduğunu da hissediyordum. ‘’Yeniden doğuş kartı ayrılmışsa onu tezgaha koymaz, değil mi?’’

İblis düşünürmüş gibi yaptı ama kısa sürdü, ‘’Sence kendisine ait olan bir kartı bile tezgaha koyan adam, başkası için ayrılmış kartı tezgaha koymamazlık eder mi, Toprak?’’ Mantıklı gelen teorisini masaya yatırarak büyük dikkatle kartların üstüne bakmaya devam ettim; şevkimin üstüne kıvılcım serpmişti kelimeleri.

‘’Sol tarafta, en son köşede. Ouroboros.’’

Mekanik sesiyle beraber çenesiyle gösterdiği rotayı takip edip kartı sonunda buldum.

Bir yılan kartın üstünde çember şeklinde duruyordu, gümüş renkli yılandı. Kartın rengi griydi, kartın rengiyle yılanın rengi bir olmuş gibi görünürken muazzam duran kamuflajını seyrettim. Ouroboros, adının kökenini Latince’den almış bir semboldü. Anlamı, kuyruğunu öldürendi. Yılanın zehirli ağzı, kendi kuyruğunu yakalamış ve dairesel formda duruyordu.

İblis, ‘’Ölüm ancak onu isteyene yakışır.’’ dedi kartın üstüne bakarak.

Yılanın kendi ağzıyla kendi kuyruğunu ısırması, yeniden doğuş anlamına geliyordu. Geçmiş, geleceğin arkasında dururken gelecek yılanın ağzındaydı. Geleceğin içinde geçmişin izleri barınırdı, geçmiş ölürse insanın ruhu kaybolurdu. Ruh inşa edilirken geçmişi baştan yaratmak zorundaydık; çünkü yaşama tutunurken her zaman geleceğe adımlar ve sıfırı tüketirdik.

‘’Kart çok güzelmiş,’’ dedim, fısıldayarak. Dışımdan söylediğimi son anda fark etmiştim. Huysuz arka taraflarda, Ezrial’ın hızlılığıyla eline aldığı fincandan derince yudum alıp ses çıkartırken, ‘’Sonunda buldun, ha?’’ demişti. Bakışlarımı zoraki kartın büyüleyici güzelliğinden alarak omzumun üstünden geriye baktım.

Fincandan yayılan buharlar, yanaklarına ve sonra suratının bazı köşelerine yükselerek kayboluyordu. Yine de ihtiyarın suratında hiçbir şeyden etkilenmemiş ifade vardı. Normal insanlar refleks olarak gözlerini kısar veya yüzünü kasardı ama Huysuz hiçbir şekilde tepki göstermiyordu.

Ezrial’ın masayı toplamış olup arkamdaki tezgaha kalçasını yaslayarak beni izlediğini gördüm. İblis durgun ifadeyle ikisine de baktıktan sonra kafasını yana doğru çevirip eğdi ve son kez karta baktı. Ardından kadehini dudaklarına götürerek tıpkı Huysuz gibi derin bir yudum aldı.

‘’Evet, çok güzel.’’ dedim tekrar, ılımlı sesimle. Huysuz kafasını salladı ama o durgun ifadesiyle zehirli kelimeleri dilinden üstüme fırlattı. ‘’Baş belası bir kart.’’ Poker suratıyla olur olmadık yerlere ve kişilere sivri diliyle sokan Huysuz’a alışmam uzun sürmemişti ama bazen, durgun ifadesiyle söylediği kelimeler zıt düşerek o kadar komik oluyordu ki gülüşümü bastırmam zor oluyordu. O yüzden dayanamayıp omuzlarımı titretecek şekilde kıkırdadım.

‘’Neden?’’

‘’Kurtulmak istiyorum ama o haklıysa, sahibi geldiğinde işler kötüye gidecek.’’

‘’Neden?’’ dedim bu sefer, boğuklaşan sesimle. Nabzımı yırtarak yukarı tırmanan gürültü, kulaklarımı uğuldattı. Sanki korktuklarım zihnime yayılmıştı ve gömdüğüm yerlerden yukarı çıkarak çıplak ayaklarıyla zeminlerimde koşuyorlardı. Cevap vermedi.

İblis normal şartlarda üstelerdi ama bu sefer üstelemeyerek başka soru yöneltti. ‘’Toprak, bu kartlar silahsa onları etkisizleştirecek bir yol var mıdır?’’ Tek kaşımı kaldırarak karanlık suratına baktığımda elini kaldırıp dumanlarını etrafa yaydı ve bileğini döndürerek sallamaya başlarken diğer yandan açıkladı. ‘’En kuvvetli zehrin bile panzehri vardır.’’

‘’Kartları etkisizleştirmenin yolunu merak ediyorum,’’ dediğimde iki şaşkın göz beni buldu. Huysuz’un dudakları aralanıp kapanırken kirpikleri kırpıştı ve tekrar kaşlarını çatıp çatmamakta kararsız halde bana doğru döndü. ‘’Bu soru nereden çıktı şimdi?’’ dediğinde, suratına aval aval bakarak, ‘’Yüzünün nesi var?’’ diye söylendim. ‘’Normal bir soru değil mi?’’

Ezrial tepkime, domuzun çıkardığı seslere benzer şekilde burnundan hırıltılar yükseltti ve elini dudaklarına götürüp kapattı. Göz ucumla ona bakarken gülen suratını ifadesizleştirip elini tekrar tezgahın kenarına dayarken dudaklarını birbirine bastırdı. Huysuz’dan mırıltılar duydum, ‘’Beni şaşırttın. Senin aklında mantıklı sorular türemez sanıyordum.’’

Ezrial, ustasına yandan yandan bakarak dilini damağına sertçe vurup kınayıcı sesler çıkartırken, ‘’Ona aldırma,’’ dedi. ‘’Dünyanın en zeki insanı karşısına geçmiş olsun, misal dahi Sherlock, yine de ona ‘’senden salağı yok’’ der.’’ Sherlock’a bile senden salağı yok diyebilecek potansiyeli olan ihtiyarın poker suratına baktım, dudaklarında ufacık meltemde kıpırdayan yaprak misali bir kıpırtı oynadı ama çok geçmeden yok oldu.

Yine de ona alınmıştım, dudaklarımı sahte üzüntüyle büzerek ve muşmula surata bürünerek Huysuz’a kenardan kenardan bakarken; İblis böbürlenerek göğsünü kabarttı. Kirpiklerini melül melül kırpıştırarak bana baktı. ‘’Ben olmasam…’’ dedi ama sözünü keserek onu bastırdım ve dış dünyaya odaklandım.

‘’Burada Sherlock Holmes biliniyor mu?’’ Merakla Ezrial’e dönüşüm, kaşlarını çatıp bana aval aval bakmasıyla son buldu. Ağzını birkaç kez sessizce açıp kapattı. Pot kırdığımı son anda fark ediyordum, konuyu değiştirmek adına Huysuz’a döndüm.

‘’Cevap?’’

‘’Tabii ki var,’’ dedi Huysuz. ‘’Ezrial anlat.’’ Kahvesini yudumlamadan önce, üşendiğini belli edercesine mırıldanmıştı. Ezrial az önceki şaşkınlığından sıyrılıp ikiletmeden sakince anlatmaya başladı, ‘’Etkisizleştirmenin iki yolu var. Kartlar akıllı eşyalardır çünkü. Aslında onları aktifleştirirken gerçek bir canlıyla arkadaş olursun. Bu sebeple ona nasıl davrandığın önemlidir,’’ dedi ve başlangıç cümlesine girmiş bulundu.

Diğer yandan mor hareleriyle tepkimi ölçüyordu. ‘’Eğer kartı aktifleştirmeyi başardıktan sonraki süreçlerde ona istediğini vermezsen, seni sevmezse ya da efendisi olarak görmezse yuvasına geri döner. Bir daha da onu kullanmaman için ne gerekirse yapar.’’ Dudaklarımdan bir uğultu çıktı, ‘’Kökten…’’ dedim. Kafasını salladı, ‘’Öyle.’’ dediğinde kaşlarımı çatarak, ‘’Peki, bu kartın üstüne yapışma durumu nereye bağlanıyor bu durumda?’’

‘’Kartı aktifleştirme sürecin ve ondan sonraki ilk an önemlidir. Doğru büyü sözünü düzgünce söyleyemezsen bile kart affetmez, tek bir şansın vardır ve onu harcarsan yer değiştirirsiniz.’’ İblis kaşlarını tavana kaldıracak kadar havalandırdı, etrafa yayılan sislerinden heyecanlandığını görebiliyordum çünkü çok hızlı kayboluyorlardı. ‘’Vay anasını,’’ dedi mırıldanarak.

‘’İkinci yol?’’

Mor irislerini tepkisizce kırpıştırarak suratıma baktı ve, ‘’O en tehlikeli yoldur, yapması zordur.’’ Sessiz kalarak devam etmesini bekledim. ‘’Kart canlandığında dışarıdayken onu ürkütmeye çalışırsın. Eğer ürkerse yine efendisine karşı güveni kaybolur ve yuvasına geri döner ya da efendisine çok bağlıysa, ürküttüğün için seni öldürür.’’

Kanım donmuştu, ona sakince yayılan dehşetle bakarken aslında dışarıdan sakin görünüyordum. Kartlar, hem büyüleyici hem de tehlikeli silahlardı. Güneşin sıcaklığı yandan yandan yüzümün kenarına çarparken ilk defa bu kadar ısındığımı hissediyordum. Tezgahtan yansıyarak gözlerimizi kamaştıran ışıkla gözlerimi kıstım ve Huysuz’a baktım.

Fincanındaki kahvesini bitirmiş ve kenara koymuştu. İlk defa sakin görünüyordu. Karşısına donuk şekilde bakıyor ve yüzüne çarpan ışıktan gram etkilenmiyordu. ‘’Hadi, dükkanı temizleyin.’’ dedi boğazındaki hayali pürüzü temizleyerek. Ani çıkışına şaşırdım. Aniden bal sarısı irislerini bana doğru döndürdü, gözlerinin rengi güneşten dolayı iyice açılmışlardı.

Suratının bir kısmını aydınlatan diğer kısmını karanlığa bırakan güneşin izlerine, ardından derin bir tehlikeyle üstüme dikilen gözlerine bakarak kirpiklerimi kırpıştırdım. ‘’Seni boşuna almadım,’’ dedi, ‘’Ezrial’e yardım et.’’ İblis alt dudağını dişleyerek bir ona bir bana bakarken, ‘’Kolay gelsin,’’ dedi alayla mırıldanarak.

Burun kıvırdım ve Ezrial’e döndüm, ‘’Ne yapayım?’’

Tezgahtan kalçasını ayırıp ellerini cebine soktu, ‘’Ben mutfağı temizleyeyim, sen de burayı hallet. Tozları falan al.’’ Çenesiyle rafları gösterdi ve sonra bakışlarıyla ahşap zemini yokladıktan sonra bana döndü. İtiraz etme şansım yoktu, zaten onlara borçlu hissettiğimden kabul ettim.

‘’Ben malzemeleri getireyim,’’ deyip ortadan kaybolan Ezrial’den sonra Huysuz’a ters ters baktım. ‘’Ben aptal değilim.’’

İblis söylediğim lafa başını geriye yatırıp kahkaha atarken, ona da dudaklarımı sarkıtıp alttan alttan baktım. Gülüşünü durduramıyordu ya da durdurmuyordu. Huysuz’dan bile kıkırtı işittiğimde, gerçekten aptal olduğumu düşünmeye başlamıştım. ‘’Güldürdün,’’ dedi homurdanarak, sonra dudaklarına yayılan tebessümle, ‘’Aptal olanlar, kendilerine aptal diyen insanlara inanırlar.’’

Daha da bozulmuştum ve tahtımda oturan şeytanın kahkahası daha da derinleşince ısınan yanaklarımla üstüne laf söyleyemeyerek rafların arasına doğru yöneldim. Ezrial kırmızı, içi su dolu bir kova ve toz beziyle geldi. Sırtını eğerek yere kovayı bırakırken su içinde dalgalandı ve zeminden tok ses yükseldi.

Tekrar sırtını dikleştirirken bana gülümsemeden edemedi. ‘’Teşekkürler, Evin.’’ Gülümsedim, ‘’Ben teşekkür ederim.’’

‘’Kitapların bazılarına benim bile dokunmam yasak,’’ dedi baştan sakin dille uyararak. Eliyle rafların üstündeki bazı ciltli kitapları gösterdi, dokunmamaya özen göstermesi gerçekten onlardan ürkmeme neden olmuştu. ‘’Mesela bunlara. O yüzden onları silmene gerek yok. Eşyaların üstüne, mesela kavanozlara, öylesine bez gezdirsen kafi. Ben onları siliyorum zaten ama altları çok tozlanıyor, onların üstünden geçersin.’’

Böylece yapacağım işleri sakinlikle ve büyük bir sabırla anlatarak konuşmasını bitirdi. Kafamı anladığımı belirtircesine salladığımda işini halletmek için mutfağa yönelmişti. Ben de rafların arasında İblis’imle baş başa kaldım. Gözlerini irice açarak dudağının kenarını yukarı kaldırdı, ‘’Ulan, ben bile dinlerken yoruldum anasını satayım.’’ dedi homurdanarak. ‘’Kolay gelsin.’’

Gözlerimi kısarak ona baktım, zihinde olmak ne kadar güzel şeydi. Bir şey yapmak zorunda kalmıyordunuz, sadece tahtınızda oturup elinizde kadehiniz, bir kitaplığınız ve radyonuzla keyif çatıyordunuz.

‘’Toprak,’’ dedi ayıplarcasına İblis, yüzümden ne düşündüğümü bildiğini biliyordum. Kafasını hafifçe yana yatırmış bana gözlerindeki saf alayla bakarken, ‘’Öyle düşünme, benim de yaptığım çok şey var. Mesela, bir zihinde sıkışmanın zorluğu varsa, aptal olan bir zihinde sıkışmanın zorluğu iki kat fazla.’’ dedi ve konuşmasının sonunda uğursuz kıkırtılarından bıraktı. Kadehinin içine dökülen kıkırtılarını, büyük bir yudum alarak boğazından aşağı kaydırdı.

‘’Ha ha,’’ dedim içimden ona doğru, samimiyetsiz kokan gülüşümle. ‘’Zihnimde oturan sensin, o zaman beni aptallaştıran da sensin, İblis.’’ İblis susmuyordu ve büyük eğleniyordu. ‘’Bazı şeyler genetiktir, yavrum. Benimle alakası yok.’’ Gözlerimi devirdim ve tekrar keyifle kıkırdadı.

Omuzları sarsıldı ve kadehinden birkaç kez yudum aldı. Burun kıvırıp eğilerek bezi suyun içine daldırdım. Su dalgalanarak kulaklarıma ıslak sesler bıraktı, ardından bezi kaldırıp iki elimle sıktım ve rafları temizlemeye başladım. Dikkat ediyordum ve hiçbir şeyin yerini değiştirmemeye ya da hiçbir şeyi kırmamaya çalışıyordum.

İblis sinsice gülümsedi, ‘’Sana şarkı açayım. Sıkıldım.’’ deyip ayağa kalktığında gözlerim dehşetle aralandı. Bıçaktan daha keskin şekilde, ‘’Hayır!’’ dedim istemsizce dışımdan da bağırarak. İblis yerinde siyah dumanlarıyla dalgalanarak dururken, sadece şaşıran o değildi.

Huysuz’un da rafların arasındaki boşluktan irkildiğini görmüştüm. ‘’Ne oldu?’’ dedi kaşlarını çatarak, bana doğru bakarken. ‘’Bir şey mi kırdın? Ne yaptın?’’ dediğinde peş peşe gelen sorularıyla panikleyerek, ‘’Yok bir şey! Hiçbir şey olmadı.’’ dedim aceleyle.

‘’İblis o dumanlı kıçını tahtına geri koy!’’ dedim bu sefer içimden, oldukça kibar yükselen sesimle. İblis laflarıma güldü, ‘’Toprak, korkma, işini yaparken müzik dinlemek o işi daha zevkli hale getirir.’’ Susuzluktan çatlamış alt dudağımı yaladığımda etim sızladı, ‘’Sana mı bana mı zevk verir?’’ dedim, tek kaşımı kaldırarak.

İblis kafasını iki yana sallarken diğer yandan radyoya doğru ilerliyordu. ‘’İkimize de?’’ Kaşlarını kaldırarak söylediği söz, alay ve beni sinirlendirecek kadar keyifli yükseliyordu. El mecbur yutkunarak açacağı şarkının bana azap vermesini bekledim.

Bazen öfkesi dolayısıyla canımı yakmak için oradan yapabileceği bir şey olmuyordu. O da pasif öfkesini labirentimin binlerce koridorlarındaki kapıların ardından yükselttiği karışık şarkılarla gösteriyordu. Tüm kapıların ardından yükselen şarkılar, koridorlarımda dolanırken zihnimi bulandırıyor, bir noktadan sonra beni rahatsız eden sinek vızıltılarına dönüşüyordu.

Uyku ve uyanmak arasındaki ince çizgide dolanıyordum. Ona yalvara yakara şarkıyı sonlandırmasını istediğim zamanlarda bazen bana kıyamıyor ve hepsini kesiyordu, bazense o kadar öfkeleniyordu ki kendi sesimi bastırmak adına şarkıların sesini yükseltiyordu. Burnumdan kan gelene kadar onları dinlemek zorunda kalıyordum.

O yüzden durduk yere zihinde çalan şarkılara karşı fobi edinmiştim. Benim de böyle değişik fobilerim vardı.

İnce bir melodi sadece kendi odasının radyosundan yükselirken topuklarının üstünden bana doğru döndü ve yüzündeki tebessümle beraber gülümsedi. İlk defa sinsi bir gülümseyiş yerine samimi bir gülümseme gösteriyordu. Radyodan yükselen ses hoşuma gitmişti. Devil like you çalarken adamın o soft ve kalın sesi, melodiyle beraber beni büyülendiriyordu.

İblis’te radyodan yükselen adama eşlik etti; elini kaldırıp bileğini savurur gibi hareket ettirirken aynı anda parmaklarını şaklatıyordu. Dudaklarından ölümcül tonlamayla yükselen kalın ve mekanik sesi o kadar güzeldi ki sesini kıskandım. Açık olan odasının kapısından dışarı yükselerek çıkan notalar, koridorlarımda beni rahatlatmak istercesine dolanıyordu. İblis usulca dans etmeye başlarken bir yandan yüzümdeki sırıtkan ifadeyle onu izliyor diğer yandan işime odaklanmaya çalışıyordum.

Altın kadehini elinde sallarken gözlerini kapatıp bedenini yavaş yavaş iki yana sallandırdı. Gözlerini kapatmış ve dünyadan bir süre bağlantısını kopartmış gibi göründü. ‘’Burası senin için söyleniyor,’’ dediğinde gözlerini usulca aralayıp simsiyah gözlerle bana bakmıştı. Şarkıda geçen yerde, adamın zayıflığı olduğunu ve o zayıflığının da bir İblis için olduğu söyleniyordu.

Kahkaha atışıma engel olamadım. Huysuz kahkahamla irkilmiş gibi, ‘’Bir manyağı aldık dükkana, hayırlısı.’’ diyerek söylendi. İblis aldırmadan yüzündeki tatlı sırıtışla kalçasını hafifçe sallandırarak tahtına doğru ilerlerken ben de istemsizce onun hareketlerini yapıyordum; aynada kendimi seyrediyor misali keyifliydim. Kalçamı sallayıp şarkıyı mırıldanırken rafların tozunu ne ara aldığımı fark etmedim.

Arka rafların tozunu alırken, rafların üstüne asılmış rüya kapanlarına dikkat etmek zorunda kaldım. Kavanozların içindeki otlar hoşuma gitmişti ve kavanozun içinden bile kokularını alabiliyordum. Hoş kokuyorlardı. Baş ağrısına iyi gelebilecek kadar keskin ama sonrasında içini ferahlatacak kadar kuvvetli otlardı.

Kavanozları parlatarak yerlerine koyarken, altlarını da siliyordum. Tozlar fazla yoktu, o yüzden yorulmuyordum. Ezrial iyi iş çıkarıyordu belli ki. Radyodan yükselen melodiler giderek sessizliğe bürünürken, İblis tekrar oynattığı için aynı şarkı tekrar çaldı.

Keyiflice dans ederken bir ona bakıp yüzüme dağılan sırıtışa engel olamıyordum, bir de işimi zevkle yapıyordum. Rafların üstünde hafifçe tozlanmış kitapların arasına giriştim. Kitapların sırtlarını temizlerken okuyamadığım dilde oldukları gözümden kaçmadı. Yine de harflerin M’rice olduğunu anlayabiliyordum.

Eski M’rice olduğunu çıkarmam zamanımı almazken kitapların sırtlarında kazılı harflere bakındım. Tıpkı Ertha kitabında olduğu gibi renkleri karman çorman görünse de kitaplar güzel görünüyordu ve insanın içinde merak kabarcıklarını patlatıyordu.

Melodi tamamen sessizliğe büründüğünde İblis, tahtına doğru yaklaşıp oturdu. Hiç nefes nefese kalmamıştı, o kadar hareketine rağmen. Kadehinden yudumlarken sakindi, patlamaya hazır bombanın klipsini tekrar araya sokmuşlar gibiydi. Hala içinde patlamaya hazır biri yatıyordu ama bu sefer, dizginleri eline alması kolay görünüyordu.

‘’Hoşuma gidiyorsun, bir işe yarayarak.’’ dedim İblis’e tahtına oturur oturmaz. Bana keskin bir bakış atmaktan geri durmadı, yüzündeki yumuşak tebessüm o sert bakışlarını gölgeleyemiyordu. ‘’Kaşınma Toprak.’’ dedi söylenerek, tahtının kenarında bıraktığı kadehini yine eline alırken. İnadına göğsümün tam ortasından yükselen hırıltılı kıkırtıya engel olamadım.

Ezrial rafların arasına karışıp yanıma geldi. ‘’Geldim, ne yaptın?’’ dedi merakla, raflara bakarken. Koyu sarı saçlarının tepesi dağılmıştı, birkaç perçem alnına düşerken onun altındaki mor hareleri yaptığım işi pür dikkat takip ediyordu. Hala kitapların arasındaydım, ‘’Kavanozların ve tuhaf cisimlerin üstünü alarak altlarını da ihmal etmedim.’’ dedim rapor verirken yanlış anlamaması için yumuşak çıkardığım sesimle. Kafasını sallayıp gözlerini üstüme dikti.

‘’Şimdi kitapların tozlarını alıyordum.’’

Başını anlayışla tekrar salladı; bir bana bir rafa baktıktan sonra, ‘’Ben burada yerleri süpüreyim, sen de yatakları toplar mısın?’’ dedi samimiyetle gülümseyip. Bazı kitaplara dokunulmasının yasak olduğunu hatırlayınca ikiletmeden başımı salladım. Elimdeki ıslak bezi, tekrar kovanın içine yüksekten attığımda su dalgalandı ve bez, ağırlığıyla büyük bir ses çıkarttı.

Ona arkama dönerek rafların arasından çıkarken tezgahın arkasına geçerek kaldığımız odaya yürüdüm. Huysuz’un sallanan sandalyesinde uyukladığını fark edip çaktırmadan sırıttım. Uzun beyaz saçları geriye doğru dökülmüş sallanıyordu, ağzı hafifçe aralıktı ve bal sarısı gözlerini beyaz göz kapakları kapatıyordu. Yanakları, ağzını araladığından dolayı içeri çökmüş görünüyorlardı.

İblis suratını buruşturarak, ‘’Ölmüş mü?’’ dediğinde Huysuz’un haline bakıp sırıtışımı daha da genişlettim. Elinde gevşekçe duran bitmiş fincanı parmaklarının arasından yavaşça çekerken birkaç kez ağzını şapırdattı ama uyanmadı. Yüzüne kayan pür dikkat aralanmış gözlerimi yine usulca aşağı kaydırırken, dudaklarımı birbirine bastırarak dikkatlice fincanı parmaklarının arasından çekip yanında duran küçük sehpanın üstüne koydum.

Ardından sırtımı dikleştirerek yüzüne son kez bakarak renkli ve sık boncuklu perdeyi şangırdatıp içeriye girdiğimde Huysuz arkamdan uykulu şekilde mırıldandı ama tamamen uyanmadı. İçeriye tamamen girerek yatakların üstüne bakındım. Ranzaya doğru ilerleyip üst kısma tırmanmaya başladığımda Ezrial’ın kendi yatağını yapmış olduğunu fark edip Huysuz’un bozuk yatağına indim.

Çarşafların kenarlarını sıkıştırıp durgun bir denizin yüzeyi kadar gergince düzleştirdikten sonra geriye doğru döndüm. Kendi yatağımın çarşafını katlayıp yine başta katladığım battaniyenin üstüne koyduktan sonra, genişletilmiş koltuğu katlayıp eski, oturma formuna getirdim. Katladıklarımı nereye koyacağımı bilemeden etrafa boş boş bakındım, sonra pes edip boncuklu yerden çıkmak için davrandığımda İblis sıkılganlığından kurtularak pür dikkat kesildi.

‘’Dur.’’

Ölümcül tınıda fısıldadığı tek kelime, ayaklarımı yere mıhlamaya yetti. Ona anlamsız gözlerle bakarken, sertçe yutkunup, ‘’Tekrar geldi,’’ diye hırladı. ‘’Bu sefer, yalnız değil.’’ dedi kelimenin üstüne basa basa. Ben buradan göremiyordum ama onun bakışları keskindi. O yüzden beni her türlü tehlikeden koruyabilirdi, gözleri bilinmezlikten yaratılmıştı; o dumanlı gözlerde benim göremediklerimi bile görebilirdi.

O yüzden ona kanlı bıçaklı savaş meydanında bile güvenebilirdim.

‘’Kim?’’ dedim içimden, korku kalbimi sıkıştırmadan hemen önce. Onun gerginliği, beni de geriyordu. Kömür karası gözleri yuvalarında dönerken, sanki uzaklardaki sesleri duyuyormuş gibi odaklanıyordu. Elini trafik polisi gibi yukarı kaldırmış, avcuyla bakışmamı sağlamıştı. Çıtırtı bile çıkartmadan ona bakarken içerideki kapının üstündeki zil şangırdadı.

Kalbim tekleyerek sıkıştı. Nedendir bilinmez, nefesimi aniden tutmuştum. ‘’Hay…’’ dedi İblis, ağzının içinde homurdanırken. ‘’Sabah gelen herif ama dışarıda biri daha var. Kim olduğunu bilemiyorum,’’ Dükkandan yayılan uğultular artmaya başlamıştı, ardından aniden Ezrial’ın, ‘’Lan, orospu çocuğu!’’ dediğini işitince adımlarımı hızlandırıp hışımla boncukları savurdum ve dükkana girdim.

Huysuz, karakterine ters düşecek bir eylem yapıyordu: ortamı sakinleştirmeye çalışıyordu. Yine de başarılı olduğu söylenemezdi. Ezrial, takım elbiseli adamın beyaz gömleğinin yakalarından tutmuş ve kendine çekmişken, yabancının elleri cebinde ve ölümü davet eden kahverengi irisleri, Ezrial’ın suratındaydı. Sakindi.

‘’Elini çek koçum, yoksa onu başka yerinden çıkarmak zorunda kalırsın.’’ Uyarı veren sesine kaşlarımı çattım. ‘’Ne oluyor burada?’’ dediğimde Huysuz daha beni yeni fark etmiş gibi irkildi. ‘’Kızım sen de geç içeri, tek tek gelin ulan!’’ Ona aldırmadan tezgahın arkasından yürüyecekken, Huysuz’un bastonunu ayağımın tam önünde hissedip duraksadım. İblis dişleri arasından adeta tısladı. ‘’Dikkat çekme, Toprak.’’

Ezrial adama öfkeyle gülümsedi ve dişlerini yarım yamalak gösterip farklı yöne başını çevirip baktıktan sonra, aniden kafasını adamın burnuna geçirdi. Kemik sesi etrafımızda yayılırken kanımın buz kestiğini hissettim. İblis hırsla ayağa kalkarken aslında şaşkındı. Bense, dehşetle önümdeki sahneyi seyrederken Ezrial’ı ilk defa bu kadar öfkeli görmenin şokunu yaşıyordum.

Huysuz aniden gürledi. ‘’Ezrial!’’

Korkuyla irkildim ve önümde oynayan sahneyi izlemeye devam ettim. Şokla herkesin suratına tek tek bakarken, İblis aceleyle, ‘’Tekrar vuracak!’’ dedi ama ben yetişemeden kapının eşiğinde, elleri pantolonun cebinde biri belirdi. O zaman her şeyin başladığı noktaya sürüklendiğimi hissettim; geçmiş üstüme devrilip geleceğin yansımalarını zihnime taşıdı.

Sonra zaman durdu.

Etrafıma şaşkınlıkla bakarken, Ezrial’ın havaya kalkmış yumruğunu yabancının suratına geçirmeden asılı kalmasını; yabancının yüzünü buruşturarak başını geriye çevirmesini ve Huysuz’un bağırdığı için aralanan kocaman ağzına bakakaldım. İblis de etrafı süzerken şaşkınlığı iliklerine kadar hissediyordu.

Bakıştık ve sustuk.

Kapının eşiğinde bekleyip güneşi arkasına aldığından dolayı gölgeli duran adam, uzun boyuyla ve bastığı yeri inim inim inletecek kadar özgüvenle içeri adım attı. Arkasındaki güneş sırtına küsmüş gibi ışığını geri çekerken, adamın suratı tehlikeyle belirdi ve karşıma, bana tanıdık gelen keskin bir surat çıktı.

Zamanın aslında o an durduğunu fark ettim.

Beynim gördüğü sahneleri algılamakta zorlandı, o yüzden bana kanıtlamak için defalarca tekrarladı: Zaman durdu. Saatten ayrılan akrebin zehri hızlıca zamana yayıldı ve etrafımdaki her şey felç kalan zamanın kanatlarının ağırlığı altında ezildi. Çünkü gecenin bel kemiğinden damlayan yoğun gölgelerin altında, kabuslarımı süsleyen canavarın kızıl gözleri tam karşımdaydı.

Siyah gömleğinin bilekleri hafifçe kıvrılmıştı, ellerini siyah kot pantolonunun ceplerine sokmuştu. Gömleğinin iki yakası hafifçe aralıktı ve pürüzsüz, beyaza yakın hafif kavruk teni gözler önüne seriliydi. Güçlü birine benziyordu; büyük bedeni güçlü ve kuvvetli duran geniş göğsü; dik ve geniş omuzları vardı. Kalbimin anlam veremediğim nedenle hızlandığını hissettim. O kadar hızlıydı ki bir an yorulup duracağını sandım.

Keskin yüzü şekillendiğinde derinlerimden kalın sesin yukarı çıkarak zihnimin koridorlarında gezindiğini duydum; ses gezinirken duvarları sarstı, yerleri titretti. ‘’Le’a morta,’’ Kalbim göğsümün tam ortasında sıkıştı ve sebebi anladım.

Karşımda koyu kestane rengindeki saçlara sahip olan adamın hafif kavruk tenli, kemikli çehresine dehşetle baktım. Saçından düşen tek perçem kıvrılmış halde alnına doğru iniyor, gerisi düzenli bir şekilde duruyordu. Kemikli suratına düşen o perçem onu çekici göstermişti.

Yine de ben, ruhumdaki yaraları gördüğünü hissettiğim kızıl gözlere tutulmuştum.

Tek kaşındaki kapalı duran yaraya odaklandım. Bu yara, bayatlamaya yüz tutmuş bilgilerimin arasından doğruyu bulabilmem için gün yüzüne çıkmaya çalışıyordu. ‘’Hatırla,’’ Zihnimde yankılanan kapkalın ses içimde çağlayan gibi gürleyerek koridorları dolaştı. Dehşetle adama bakarken onun kabuslarımı süsleyen kızıl irisleri, tehlikeyle parlayarak arkadaşının üstünde durmuştu.

Duvardaki saatin aynası kırıldı ve içinde hareket eden akrep zamanı zehirledi. Nabzımın hızlandığını hissettim. ‘’Çoktan,’’

Ses zihnimde kartopundan çığ büyüklüğüne ulaşıp etrafı karlar altında bırakırken İblis’in tahtında hareketlendiğini gördüm. Dumanları etrafa saçılırken sırtını doğrultup şaşkınlıkla bana bakmakla yetindi. O sırada etrafımdaki sessizliğin aslında gerçek sessizlik olduğunu çok geç anladım.

Etrafımı hem korku hem şaşkınlık içinde seyrederken, koyu kestane saçlara sahip adamın sert bakışlarının aniden hedefi haline geldim. Perçemi arasından keskince bana baktığında bile, içimden akan sıcak suyun damarlarıma karıştığını, kalbimi sıkan huzursuzluğun tüm haliyle korkuya dönüştüğünü hissettim.

‘’Yazılmış kaderi,’’

Adamın gözleri yüzümün her zerresini incelerken kaşları usulca çatıldı ve tek kaşındaki kapanmış yara her şeyden, hatta gerçek kimliğinden bile daha tehlikeli göründü. Ölümün rengi olan ve bir kartaldan daha keskin bakan kızıl gözlerle bakışmaya devam ederken, ses labirentlerimin her köşesinde yankılanarak çatlakları doldurdu ve kapandı.

‘’Kimse silemez.’’

Canavarın gerçek yüzü, ölüm kadar güzeldi,

Ve saklanılanları ortaya çıkartmak isteyen ölmek zorundaydı.

 

O kadar heyecanlıyım ki, size anlatamam!

Bölümü nasıl buldunuz?

Sizce Ezrial nasıl biri?

Kartın özelliği ve kartlar hakkında ne düşünüyorsunuz? O kartlardan herhangi birine sahip olmak ister miydiniz?

Şimdiye kadar iyi gidiyor mu? İki bölüm okusanız da… bunu her bölüm yayımladığımda soracağım hehehe.

Teşekkürler. Oy vermeyi unutmayın! Sizleri seviyorum!

 

Loading...
0%