@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Nasılsın? Ben iyiyim, işte ilham geldikçe yazıp çizip yüklüyorum. Neyse, seni fazla tutmayayım. Bölüme başlamadan önce yıldıza basmayı unutma ve lütfen, paragraf arası yorumlarını eksik etme. Motivasyona ihtiyacım var. Teşekkür ederim. Bölüm şarkısı: Lana Del Rey – Cinnamon Girl How Can I Be Late - Ost 20. BÖLÜM: TERAZİ DENGESİNİ KAYBETTİĞİNDE PARÇALANIR Güneş gökyüzünde parlamaya başladığında ve gökyüzü ufuktan tatlı tatlı kızarmaya başladığında eve gelmiştik. Dinlenebildiğimiz için fazla yorulmamıştım ya da gücüm eskisinden daha iyi olduğundan dolayı çabuk toparlanıyordum. Aramızda hiç bitmek bilmeyen o sessizlik hüküm sürerken, göz ucumla Asir’e bakıyordum. Yorgun görünüyordu, bir şey söylemeden merdivenlerden yukarı çıkarak odasına kapandı. Ben de onun peşinden giderek odama girdim ve kapıyı arkamdan kapattım. Odamın tanıdık kokusunu o kadar özlemiştim ki, yatağım orada kollarını iki yana açmış adeta beni sarmalamak için yanıp tutuşuyordu. Ondan önce bir duş almak isteyip soyunarak banyoya girdim. Sıcak suyu açıp çıplak şekilde küvetin dolmasını beklerken öylece berrak suya bakıyordum. Su kulaklarımı uğuldatıyordu. ‘’Toprak taşıyor…’’ dediğinde kendime gelip suyu kapattım ve aniden içine girdim. Sadece suda olmak istiyordum. Buharlaşan ortam kemiklerimi ve kaslarımı mayıştırırken gözlerim yavaşça kapandı. Gözlerimin önüne gelen anılar kaşlarımın çatılmasına neden oldu. Orada çok çekmemiştim ama mental açıdan o kadar yorgundum ki elimi kaldıracak halim bile yoktu. Alberto’nun söyledikleri aklımdan bir an olsun çıkmıyordu; dün gece gecenin ortasındaki sessizlikte, Asir’in söylediklerini de düşünüyordum bir yandan. Beni koruyup kollamaktan bir an olsun vazgeçmeyecek, benim için dünyaları yakacakmış gibi konuşmuştu. Gerçi gibisi fazlaydı, benim için kale yıkmıştı. Düşmanlarım kapıma dayanmak üzereydi, artık insanlar Kraliçe’nin varlığından şüphelenmeye başlamıştı. Bir umut ışığı olacaksam, benim umudumun tükenmemesi lazımdı ama tüm bunlar için o kadar yorgundum ki… Gözlerimi araladığımda İblis’in beni sessizce izlediğini hatta dinlediğini fark ettim. Bakışları yoğun, keskin bir bıçak gibi üstüme saplanmıştı. Bir zamanlar Krasa’nın söylediği o söz zihnimi ele geçirdi; ‘’Kaosun ardında her zaman bir sessizlik vardır.’’ Bu söz o kadar gerçek ve somut bir şekilde ellerimin arasındaydı ki, Asir’in döndüğü yerde bir kaos çıkmıştı ve orası sonsuz bir sessizliğe bürünmüştü. Zihnimin de sessizliğe bürünmesini istiyordum ama düşünmeden edemiyordum. Bu dünyada sessizliğin karşı tarafa yapılan en büyük silah olduğunu söylerler, kısmen yanlıştı; bazı zamanlar sessizlik insanın kendisine doğrulttuğu bir silah oluyordu. Suda çok durmayıp yıkandım ve ayağa kalktım, su damlaları vücudumdan aşağı akmaya devam ederken havlu bile almadan odama girdim ve rahat pijamalarımı üstüme geçirdim. Hasretinden yanıp tutuştuğum kuş tüyü yatağıma geçip oturduğumda karşımda duran gardırobun aynasındaki aksimle göz göze geldim. Gerçek bir savaştan çıktığımı düşünüyordum, içimde mücadele ettiğim ruhun dışarıya yansıttığı şey buydu. Artık buradaydım, benim gerçeğim burasıydı. Bunun bilincine varmalı, artık bazı gerçekleri kavramalıydım. Hiçbir zaman Dünya’ya geri dönemeyecektim, belki de Dünya benim için buraya gelmem adına oluşmuş bir köprüydü. Ben buraya aittim. Aynada baktığım kişi Evin Yağmur’du; bir zamanlar yetimhaneye terk edilmiş, yetimhanede dışlanmış o çocuğun sadece büyümüş haliydi. Gözlerime dikkatli baktığımdaysa, orada yeniden canlanmış bir kıvılcım görüyordum. O kıvılcım içimde bir yerleri yakma isteği doğuran ruhun kendisiydi. Ateşe vermek istiyordum her yeri, ateşe verip yeniden sayfa açmak istiyordum. Kanatlarım çoktan yanmıştı, o yangın artık ruhumun omurgasına değiyordu. İçimde sinsice büyüyen o gücü hissediyordum, damarlarımda kol gezerken rengarenk gözlerimin içini parlatıyordu. Artık buradaydım, benim gerçeğim burasıydı. İblis’e göz ucumla baktığımda, benimle değiştiğini apaçık görebiliyordum. Onun da gücümü hissettiğini, benim gücümü paylaştığını ve o gücün kendisini değiştirdiğini biliyordum. Bakışlarımız birbirine değdiğinde kadehini bir şeyi kutlarcasına yukarı kaldırıp dudaklarına götürdü. Dudağımın kenarı yukarı kıvrıldı ve tekrar aynadaki benliğimle göz göze geldim. Onunla konuşmaya gerek bile duymadığımız anlar vardı, anlaşabilmek için bakışlarımızın birbirine değmesi yeterli olduğu zamanlar… O anlarda ondan değil; çoğunlukla kendimden korkardım. Burada güvenebileceğim birilerini bulmak zorundaydım. Gözümün önünden şimdiye kadar tanıdığım insanlar geldi geçti. Salmon Sürüsü’yle karşılaştığımda orada bana ılımlı davranan insanları gözden geçirdim. Çoğunlukla insanların yüzlerini hatırlayıp isimlerini hatırlamazdım ama zihnimde sadece birinin ismi parladı; Çiçek. Çiçek tatlı bir kız gibi görünüyordu. Sorun şuydu ki, Korkut ve Barlas dışında oradaki insanlarla çoğunlukla yüz yüze gelmemiştim, gelmeyedebilirdim. Salmon Sürüsü’nü şimdilik askıya almalıydım. Ezrial iyi bir insandı, bana çok yardımı dokunmuştu. Ona güvenebileceğimi düşünüyordum ama benimle ne kadar yol kat ederdi, hiçbir fikrim yoktu. Huysuz, anneannemin arkadaşı olduğu için bana değişik bir sempati besliyor gibiydi; belki onun güvenini kazanmaya devam edersem Ezrial’i de yanıma alabilirdim. Mehir, başlı başına sorun bir karakterdi. Onun ne yapacağını kestiremiyordum, Alberto’yla belki de konuşan oydu. Asir. Asir’e tam olarak güvenebilir miydim, hala bilmiyordum çünkü içindeki canavarın ne yapacağını hala kestiremiyordum. Sorun şuydu ki, bazen kendisi de Erkan’ı ve ne yapacağını kestiremiyordu. Düşmanımı gözden geçirdim. Alberto, belki Alberto’ya söylediğini varsayarsam bir de Mehir. Alberto kurnaz bir adamdı ama bana aptallığı çok fazla olmuştu. Beni öyle ulu orta yerde kaçırıp götürmesi akıl sağlığının yerinde olduğunu düşündürmedi, kaçırdıktan sonra da hataları olmuştu. Benden bir şekilde çekiniyordu ama neyden çekindiğini tam olarak anlayamamıştım. Belki bana Tacı Düşmüş diyordu ama hala uyanmak üzere olan gücümden korkuyordu. Alberto’nun neyi istediğini düşünüp bulmalıydım. Dünya’da onun için ne vardı da bilgilerimi istiyordu? Oraya mı gitmek istiyordu, gitse eline ne geçecekti? Moumar, zihnimin derinlerinde kükrer gibi oldu. Onun varlığını tamamen unutmuştum, aslında güçlenmek istememin sebebi Moumar’dı. Moumar konusu bir daha hiç açılmamak üzere rafa kaldırılmış gibi olsa da hala orada zamanını bekliyordu. Asir’in Moumar konusunda arkamdan iş çevirdiğini düşünmeye başladım birdenbire. Benden habersiz arkada planlar çevirip Moumar’la ilgileniyor olabilir miydi? Alberto Moumar’ın yerini bilse de tam olarak nerede olduğunu bilmiyor olmalıydı; çünkü beni kaçırıp benden bilgi almak istemezdi. İkincisi, bilmiş olsaydı etraf bu kadar sessiz olmazdı. Peki biliyor olsa ve zamanını beklemiş olsa, diye düşündüm. Moumar’ın içine girip Dünya’ya gitmek istiyorsa, benden bilgi almak istemesi de kaçınılmazdı. Çünkü orayı sadece ben biliyordum, orada ne olduğunu da sadece ben biliyordum. Alberto tam olarak ne düşünüyordu? Beynim patlamak üzereydi, şakağıma aniden saplanan sızıyla kaşlarımı çatıp parmaklarımı oraya götürüp hafifçe ovaladım. Sonra birdenbire burnumdan akan sıvıyı hissettim. Elim şakağımdan ayrılıp burnumun altına indi, parmağımı sürtüp karanlık odamda koyuya bürünmüş kanın rengine baktım. Siyah değildi. İblis, burnuma ve sonra gözlerime uyarı niteliğinde baktı. ‘’Çok düşünüp streslenme,’’ dedi rahatlıkla arkasına yaslanırken. ‘’Yat artık.’’ ‘’Peki…’’ dedim ve güneş ışıkları penceremden sızarken yatağıma kuruldum. Yorganı tepeme kadar çekip ışığın önünü kestim ve gözlerimi kapattım. Zihnim hala düşüncelerimle dolu olsa da bir yerden sonra beynim uyuşmaya başladı ve gözlerimin önünde uçuşan rengarenk beneklere yoğunlaşıp karanlığa teslim oldum. Hiçbir şey görmeden, ağzımdaki iğrenç tatla uyandığımda akşam olmak üzereydi. Ağzımda tatlı, mayhoş bir tat vardı ve bu yüzümü buruşturmama neden oluyordu. Gözlerim ve yüzüm şiş bir şekilde kalkarken, saçım ıslak yattığım için başıma sinsice giren ağrıyı çok düşünmemeye çalışarak artık kurumaya yüz tutmuş nemli saçlarımı gardırobun çekmecesinden çıkarttığım tarakla tarayıp açık bırakarak odadan çıktım. Bir şey yemek istemesem de yemek zorundaydım, o yüzden sessiz olmaya çalışarak merdivenlerden inip mutfağa girdim. Asir ortalıkta görünmüyordu. Ya yatıyordu ya da dışarıdaydı. Rahat rahat mutfakta kendime ekmek arası yapmak için buzdolabının vakumlu kapağını aralayıp ışığın yüzüme çarpmasına izin verirken yutkundum. Salam ve kaşar çıkartıp kapağı kapattım ve yanda duran ekmek teknesindeki poşetten bir tane yarım ekmek çıkarttım. Kendime ekmek arası yapıp onu yemeye çalışırken gerçekten bir şey düşünmüyordum. Reha mutfağa girdi ve beni görünce selam verir gibi kuyruklarını birbirine tokuşturmaya başladı, zevkten mutfağın içinde dört dönerken ona bakıp kıkırdadım. Salamımdan bir parça kopartıp ona verirken ödülü havada kaptı ve yuttu. Büyümüştü. Büyürken de bembeyaz tüyleri daha da kabarmış ve iki kuyruğu daha kıvrak bir hale gelmişti. Rengarenk tüylü kuyruğunu ve kulaklarını her gördüğümde büyüleniyordum. Onunla yeteri kadar ilgilenmediğim için bir yanım vicdan azabı çekse de o buna aldırış etmiyor gibi görünüyordu. ‘’Nasılsın dostum?’’ deyip son ekmek parçasını ağzıma atıp ona doğru eğildim. Kafasını kaldırıp kedi gibi avcuma dayadı ve sevmem için birkaç kez dayandı. Güldüm. Tilki değildi sanki. Onu biraz severken iyice şımardı ve sırt üstü yatıp adeta güler gibi ses çıkararak karnını bana doğru açtı. Gülerek iki elimle sevip onu sıkıştırırken zevkten dört köşe olmuştu. Kapı açılır açılmaz Reha’yı serbest bıraktım ve onun mutfaktan koşarcasına çıkmasına aldırış etmedim. Asir gelmiş olmalıydı, nefes sesini duyup bundan emin oldum. Birkaç poşetle içeri girdi ve marketten döndüğünü haber eden poşetleri tezgaha bıraktı. Kişisel şeyler de almıştı, ped gibi, onları görüp kızarmamak için ona bakmadım bile. Sadece kuru bir teşekkür ettim. ‘’Rica ederim.’’ dedi o da düz bir sesle. Kalın sesiyle, biraz da çekinerek, ‘’Nasıl hissediyorsun?’’ dediğinde bakışlarım ona döndü. İnce, boğazlı siyah kazağı kavruk teninde adeta parlıyordu; koyu kestane saçlarını dağıtmış birkaç parça perçemi alnına düşürmüştü. Sakal tıraşı da olmuştu, teni kaymak gibi pürüzsüzdü ve yüzünün hafif kemikli hatları ortaya çıkmıştı. Kanlı Aydan bir parça alan gözleri üstüme dikilip tek kaşını kaldırdığında, ‘’İyiyim,’’ diyebildim. ‘’Güzel.’’ dedi gereksiz bir neşeyle. Aramızda garip bir sessizlik vardı ve mutfakta öylece durup birbirimize bakıyorduk. Bu işkenceye son vermek için gözlerimi birkaç kez kırpıp tezgahtaki poşetlere döndüğümde ise o bana bir süre daha baktı ve o da hareketlendi. Poşetten çıkardığım kahvaltılıkları ve meyve, sebzeleri ona verirken o da buzdolabını açmış yerleştirmeye koyulmuştu. Sakin bir aile portresi çiziyorduk. Poşette birkaç ped poşetini bırakıp poşeti elime aldım ve mutfaktan çıktım. Odama çıkıp onları alelacele gardırobun bir köşesine attığımda yanaklarım çoktan kızarmıştı. Sebepsizce utanıyordum. Ondan istememiştim ki? Kapıya ters ters bakıp yatağıma geçtim ve oturdum. İblis bile sessiz sedasız kadehinden yudumluyordu, onları görünce ayağa kalkıp kendinden geçmesi lazımdı ama bizi salmıştı demek ki artık. Pencereden dışarı bakarken aniden açık pencerenin pervazına konan kuzguna baktım. Bir kez irkilsem de bu korkudan uzak bir irkilmeydi. Artık alıştığımı hissediyordum. Belki alışmıştım, belki de bana verdikleri bir zarar olmadığını bilincim kavramıştı. Donuk bakışlarım kuzgunun ritmik şekilde sağa sola oynattığı kafasına, sonra parlak bir boncuğu anımsatan gözlerine kaydı. Elimi kaldırıp parmaklarımı ona doğru uzattığımda şaşırdığım bir şey oldu, kuzgun sanki beni selamlamak ister gibi veya başını okşamam için kafasını bana uzatmıştı. Delirdiğimi düşünüyordum artık. Kuzgunlar bunu yapabilir miydi? Gözlerimi kıstım, havada onun başına yakın duran parmaklarıma, ardından onun eğilmiş kafası arasında gidip geldim. Kıpırdamıyordu. Sessizce ona dokunmamı bekler gibiydi. İçimde dolan ani cesaretle parmağımı kafasına dokundurup geri çektim, bu öyle ani bir hareketti ki kanatlarını bir iki kez açıp çırptı ama yerinde kaldı. Parmağımın ucu ateş gibi yanıyordu. İblis sessizce hareketlerimi takip ederken, ben tekrar kuzguna doğru hareketlendim. Bu sefer daha cesaret doluydum. Düşünmeden elimi kaldırıp onun küçük kafasına dokunduğumda parmaklarımın ucundan ateş gibi bir elektrik elimin üstündeki damarlara, oradan bileğime ve bileğimin altındaki damarlara ait kana doğru bir akım kıvrandı. Başımı yukarı kaldırıp tavana şok olmuş gözlerle baktığımı hissettim. Sonra bir anı gördüm. Gökyüzünde uçuyordum. Maviliğin arasında süzülen beyaz bulutlar, rüzgarın bedeninin üstümden geçişini ama üşümeyişim, karınca gibi görünen yeryüzü… Bir o kadar net gördüğüm yeryüzündeki varlıklar… Sanki denizin dibinde ciğerlerim havasızlıktan kurumuş gibi aniden kafamı öne düşürüp sık nefesler alırken elim ayağım titreyerek kuzgundan uzaklaştım. Korkuyla karışık şaşkın bakışlarım bir kuzguna, bir parmaklarıma bir de İblis’e çevrildi. ‘’Az önce…’’ dedi mekanik ses, ‘’Ne yaşadın?’’ ‘’Bilmiyorum,’’ dedim içime kaçan sesimle. Hala şoktan kocaman aralanmış gözlerim ve çarpılmış yüzümle öylece duruyordum. ‘’Az önce… Kuzgunun zihninde miydim?’’ ‘’Az önce…’’ dedi İblis beni yumuşak ama bir o kadar da ağır bir şekilde taklit ederek. ‘’Kuzgunun zihnindeydin. Ve az önce, artık olduğundan emin olduğumuz süper güçlerinden birini kullandın!’’ dedi aniden heyecanla bağırarak. Kadehi bir o yana bir bu yana sallarken damlalar yere taştı, ‘’Tatarus aşkına! Tüm İblisler aşkına!’’ dedi ayağa hışımla kalkarak. Şaşkınlık denizin dibine gömülmeye başlarken artık onun heyecanı da zihnimi doldurmuş, göğsümü gıdıklamaya başlamıştı. Heyecanla gülerek parmaklarıma, bir de kuzguna bakıp kahkaha atmaya başladım. İblis de benimle beraber kutlama yaparken çok nadir gördüğüm o kalça dansını yapıyordu. Kafasını hafifçe iki yana sallayıp kalçasını da aynı anda oynatarak bana kadehini kaldırarak adımlarken ona bakıp kahkaha atıyordum. Bir süre sonra İblis sakinleşmişti ama ben hala gülüyordum. Sonra delirdiğimi düşünüp tahtına otururken bana gözlerini kısarak baktı. ‘’Abarttın biraz…’’ dedi fısıldayarak, ‘’Korkuyorum.’’ dedi alayla. Yeni yeni sakinleşirken burnumdan derin bir nefes bırakıp titreyen ellerime baktım. ‘’Bu daha başlangıç.’’ dedim İblis’e fısıldayarak. ‘’Asir’e hemen bahsetme.’’ dedi İblis ciddileşip. Kafamı sallayıp onu onayladım. Artık hiçbir şeyden tam olarak emin olmadan kimseye bir şey anlatmayacaktım. Asir beni hissetmiş gibi kapımın önünde belirip yüzüme birkaç saniye baktı, tek kaşımı kaldırarak, ‘’Efendim?’’ dedim. Üstünü değiştirmişti. Basit bir tişört ve siyah eşofman giymişti ama bu da oldukça yakışmıştı. Kollarını göğsünde birleştirerek kapının kenarına tek omzunu yasladı ve bir süre sessizce kızıl gözlerini üstüme dikerek bana baktıktan sonra, ‘’Aşağıya gelir misin?’’ dedi ve benden önce ayrıldı. ‘’Çakmamıştır değil mi?’’ dedim zihnimde. İblis kaşlarını çatıp, ‘’Yok ya,’’ dedi, ‘’Nereden çakacak?’’ ‘’Deli gibi güldüm az önce, sorgulamadı bile.’’ ‘’Senin her zamanki halin,’’ dedi İblis, ‘’Deli olman yani.’’ Ona ters ters bakıp burun kıvırınca sırıttı ama bir şey demedi. Odadan çıkıp merdivenlere yöneldiğimde, Asir’in dışarı çıktığını kapının açık olmasından tahmin ettim. Ben de dışarı çıktığımda, bahçenin tam ortasında elinde bir bıçakla duruyordu. ‘’Talim mi yapacağız?’’ Ellerimi iki yana açıp, ‘’Ben bu haldeyken ve bu şartlar altında mı?’’ dedim ama aynı zamanda verandanın basamaklarından iniyordum. Asir ‘’Aynen öyle.’’ dedi ve bıçağı kaşla göz arası yanındaki, birkaç metre ötedeki ağacın gövdesine fırlattı. Havadaki kısa ıslık sesini duymuştum. Oraya yönelecekken, ‘’Bana gel,’’ dedi emreder bir tonla. Ona tip tip bakarak, ‘’Bıçağı almayacak mıyım?’’ dediğimde, ‘’Yaklaş.’’ dedi sadece. Ona doğru adımlayıp aramızda belirli bir mesafe bırakarak önünde durdum, bakışları neden bu kadar sertti? Karşımda sanki Asir değil de Erkan duruyordu. ‘’Bu saatten sonra benim söylediklerimi yapacaksın,’’ dedi ikiletmememi ima eden bir ses tonu vardı. Bıçaktan daha keskin gözlerini üstüme dikerek kaşlarının altından bana baktığında kalbim teklese de ona dümdüz bir ifadeyle baktım. ‘’Beni ikiletirsen, seni yaralarım. Nasıl iyileşeceğin umrumda olmaz.’’ ‘’Nasıl yaralarsın?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. O da tek kaşını kaldırdı ve kafasını ağaca doğru yatırıp tekrar dikleştirdi; bu esnada gözlerini üstümden ayırmamıştı. Şaşkınca, ‘’Beni bıçaklayacak mısın?’’ dedim, ‘’Bir bu eksikti.’’ Tüm dünya yansın umrumda olmaz gibi bir kayıtsızlıkla, ‘’Yara almadan savaşın ne olduğunu nasıl bileceksin?’’ dedi Asir, ‘’Biraz canının yanmasında bir sakınca görmüyorum.’’ Ağzımı aralayıp güler gibi bir ses çıkarttım, birkaç bir şey söyleyecektim ama kelimeler dilime gelmedi ve tekrar aptal gibi gülercesine bir ses çıkarttım. ‘’Beni sevdiğini sanıyordum.’’ dedim kaşlarımı kaldırarak. ‘’Seven insan sevdiğine bunu yapar mı?’’ Bir insanı tanımak için onu korkutmalıydınız; ben korkuyordum ve yeryüzünde olabilecek en aptal biri olduğum ortaya çıkmıştı. Bahaneye bak! Alayla gülümsedi, ‘’Artık seni sevdiğime inanıp bunu kabul etmen ne hoş…’’ dedi ve ardından ciddileşip, ‘’Seni öldürecekmişim gibi davranmasan mı?’’ dedi tek kaşını kaldırarak. ‘’Bir sıyrık.’’ Alayını görmezden gelerek, ‘’Bir yığın kanın…’’ dedim ve vücudumu ellerimle baştan aşağı süzerek işaret edip, ‘’Vücudumdan aktığını düşün… Ölmez miyim?’’ Asir işaretlediğim vücudumu süzdü, sonra kafasını yana doğru yatırıp yarım ağız sırıttıktan sonra bana göz ucuyla bakıp aniden tişörtüne davrandı ve onu üstünden çıkarttı. Hızına yetişemedim. ‘’Ben ölmüş müyüm?’’ dedi ciddi bir suratla, alev gibi parlayan gözlerini üstüme dikerek. Onu söyledikten sonra bakmamak için üstün çaba gösterdiğim her şeye yenildim ve bakışlarımı aşağı indirdim. Kavruk tenini sarmalayan kasları çok sert görünüyordu. Dikkatle bakınca kaslarının arasında iyileşmek üzere olan yaralar vardı, Kabuhan’dan çıktığında yara almadığını düşünmüştüm ama orada yaralar almış olmalıydı. Şaşkın şaşkın vücudundaki ince kesiklere bakarken, ‘’İyi süzdün.’’ dedi alayla. Kirpiklerimi kırpıştırarak başka yöne baktığımda güler gibi ses çıkarttı ve tekrar tişörtü giydi. Onu nasıl fark etmemiştim? Hiçbir şey belli etmemişti. Belki içten içe kanamaya devam ediyordu ama hala onu görmüyordum. Çünkü hiçbir şey belli etmiyordu. Saçlarını parmaklarıyla dağıtıp perçemlerini alnına düşürürken, güneşin batmak üzere olan soluk ışıkları yüz hatlarına vurup altın gibi parladı. Kızıl gözleri tekrar cehennem ateşi gibi parlayıp sönerken, ‘’Şimdi söylediklerimi yapacaksın.’’ dedi tekrar başa dönerek. Ellerini arkada birleştirip bacaklarını hafifçe iki yana açmıştı. Tam bir komutan edasıyla önümde duruyordu. ‘’Eğitimi başarıyla tamamlarsan sana bir sürprizim olacak.’’ İblis, ‘’Kabul!’’ dedi ve keyiflenerek arkasına yaslandı. ‘’Sürprizlere bayılırım.’’ Sırıttım ve ona yandan yandan baktım, ‘’Ne sürprizi?’’ Bakışlarıma düz düz tepki verse de gülümsememek için çenesini büzüp gözlerini kıstı, ‘’Başarırsan görürsün.’’ dedi. ‘’Saldır.’’ ‘’Ha?’’ dedim ama beni beklemeden ayağıma çelme takıp beni yere düşürdü. Kalça üstü düştüğümde acıya dayanarak ayağa kalkacaktım ama bu sefer kalkmama engel olan şey, bıçağın boynuma dayanmasıydı. Şaşkınlıkla yere uzandığımda bıçak da benimle beraber inmişti. Beni kesmedi ama hala boynumda ölümün dokusu gibi duruyordu. İblis’in arada, ‘’Bıçak!’’ diye bağırışı hala zihnimde yankılanıyordu. Asir bıçağa dokunmuyordu, bıçak havada süzülüyordu! Sanki biri onu tutmuş gibi bıçağın boynuma sertçe dayanmasını hissediyordum. Betim benzim atmış vaziyette, güneşin hiçbir şey olmamış gibi parlayan suratına bakarak öylece kaldım. Bıçak görevini yapmış gibi aniden geriye savrularak tekrar ağaca saplandığında sadece o gürültüsünü duydum. Yutkundum, tekrar yutkundum. Kalbim göğsümden fırlayacakmış gibi atarken doğrulup oturdum ve aşağıdan, Asir’in bana tepeden bakışına karşılık verdim. Gözleri hiç olmadığı kadar acımasız bakıyordu. Bana. Ve bir asker yetiştiriyormuş gibi duruyordu. ‘’Lan! Gerçekten öldürecek bu bizi!’’ dedi İblis ona doğru bağırarak. ‘’Asi-‘’ dedim ama sözümü keserek, ‘’Mızmızlanma.’’ dedi sertçe. ‘’Akşam oldu sen ayağa kalkana kadar.’’ Alt dudağımı sinirle öyle bir ısırmıştım ki metalik tat dilime yayıldı. O görürdü! Ayağa kalkar kalkmaz yumruğumu sıkarak ona saldırdım ama elleri arkasında durmaya devam ederken, tek hareketle yana çekilerek yumruğumdan kurtuldu. Öfke damarlarımda kol gezerken art arda onu yumruklamaya çalıştım ama hiç vuramadım. Asir sinir bozucu bir tavırla, ellerini arkada kavuşturarak benden kurtuluyordu. Yetmiyor, her vuramayışımda bıçağın keskin sesini arkamda duyuyordum. Kesmiyordu. Belki de beni korkutmak için oradaydı. Gözlerini devirdi ve canı sıkılmış bir şekilde ayak bileğime tekme atıp beni dizlerimin üstüne düşürdü. İşte o an, bıçak tam da sırtıma dayanıp omzumu kesti. Dişlerimin arasından ıslığa benzer bir ses çıkarttım, elimi arkama götürüp kestiği yere dokundum. Elime bulaşan sıcaklığı gözümün önüne getirdiğimde, parmaklarıma bulanan rengi görüşüm öfkelenmeme neden oldu. Ona vurmak istiyordum! Ama yorulmuştum. Sık nefeslerle, kan ve ter içinde oturarak biraz dinlenecektim ki her oturuşumda bıçak sırtımda darbeler açmaya başladı. Her kesikle nefesim de kesiliyordu. Acıdan dolayı çığlık çığlığa ayağa kalkıp Asir’e öfkeyle dalmaya başlamıştım. Yüzündeki o küçümseyici bakışıyla benden her seferinde kurtuluyordu! İblis daha da öfkeleniyordu çünkü elinden bir şey gelmiyordu. Her darbe alışımda yüzünü acıyla buruşturup duruyordu. ‘’Seni öldüreceğim!’’ dedim çığlığımın arasında, nefes nefese. ‘’Sen bittin!’’ ‘’Nasıl bitmişim?’’ dedi alayla, ‘’Çok konuşma da göster. Vur artık. Çok yavaşım.’’ Asla yavaş değildi! Bu yavaş hali miydi? Boşa yumruk atmaktan vazgeçip öylece durdum. O da durdu ve ne yapacağımı merak eden bir tavırla bana baktı. Hala temkinliydi. Ben de. Ona vurmadan buradan ayrılmayacaktım. Kan ter içinde, sık nefeslerle yerimde dururken yorulduğumu daha da iyi anlıyordum. Tüm vücudumu sıcak basmıştı. O ise hiç terlememişti bile! Onun bu rahat halleri daha da öfkelenmeme ve mantıklı düşünmeme engel oluyordu. Ona böyle vuramazdım, o yüzden vurmayacak gibi davranacak sonra boşluğunu yakalayıp tekme atacaktım. Yumruğumdan daha kolay kurtuluyordu çünkü ona yaklaşmam gerekiyordu, tekmeyle şansımı deneyebilirdim. ‘’Ben gidiyorum.’’ dedim öfkeyle ona ters ters bakarak. ‘’Gidemezsin.’’ dedi ama yanından geçerek azıcık yürüdüm. Bakışlarıyla beni takip etti, ‘’Gidemezsin dedim.’’ dedi sert bir sesle. Bağırmıyordu ama keşke bağırsaydı diyebileceğim bir ses tonu vardı. Durdum, sırtım ona doğru dönüktü; evin verandasıyla bakışıyordum. Gözlerimi kısıp ona doğru döndüğümde bir iki adım bana doğru yaklaştığını görmüştüm, çok düşünmedim ve bacağımı kaldırıp sertçe göğsüne tekme savurdum. İblis ellerini yukarı kaldırıp sevinecekti ama sevinişi yarıda kesildi. Asir’in manevramdan şaşırdığını tek kaşını kaldırarak irkilmesinden anlamıştım, son anda tekmemi tek eliyle tutup ona vurmama engel oldu. İblis hala elleri havada yarı güler ağız yarı şaşkınlıkla, ‘’Eyvah.’’ dedi. Bacağım hala havada duruyordu, bunu düşünmemiştim. Şaşırma sırası bendeydi, gözlerini kısıp bana bakarken ayak bileğimi daha da sıkı kavradı. ‘’Seni küçük cadı seni…’’ dedi fısıldayarak, ‘’Bana komplo mu kurdun?’’ ‘’Bacağım…’’ dedim kekeleyerek. Tek kaşını kaldırarak alayla bana bakmaya devam ederken, ‘’Efendim?’’ dedi. ‘’Bacağım hala havada…’’ dedim, yutkunarak. Gözlerine dik dik bakmaktan da kendimi alamıyordum. Biraz utanmıştım. Ciddiyetini kaybedip gözlerini kapattı ve sırıtıp başını eğdi. Gülümseyişini saklamaya çalışsa da başarılı olamıyor, hatta gülüşü gittikçe derinleşiyordu. Yanaklarım giderek pembeleşiyordu. Bacağımı kendine doğru çektiğinde zoraki ayakta durabildim. Ayağımı göğsüne değdirip çekti ve bıraktı, ayağım yere basınca da sarsıldım; bacağımın arasındaki tatlı sızıyla şaşkınlıkla gülümseyen yüzüne bakarken, ‘’Bir dahakine bu kadar şanslı olmazsın.’’ dedi ve yanımdan geçerken, ‘’Aferin sana.’’ dedi fısıldayarak. ‘’Ders bitti.’’ Onu takip ederken hala ayak tabanımda onun sert göğsünü hissediyor gibiydim. Güçlü adımlarla verandaya çıkıp eve girdi, ben de onu takip edip eve girerek kapıyı kapattım. Acıktığımı hissedip mutfağa girdim, bir şeyler atıştıracaktım. Kendime ekmek arası hazırlarken Asir de mutfağa girdi. ‘’Bunu her gün, bu saatlerde yapacağız. Geç kalırsan veya bahane üretirsen,’’ dedi masaya oturarak, masanın üstündeki tabaktaki elmayı tutup ısırdı. Ona doğru dönüp baygın bakışlarla elimdeki ekmekle baktım. Bana göz ucuyla baktı, ardından elimdeki ekmeğe bakış atıp tekrar gözlerime tırmandı. ‘’Ee?’’ dedim asabice. ‘’Gerisini hayal gücüne bırakıyorum.’’ dedi, elma ağzında gülümsediği için yanakları şiş şiş göründü. ‘’Sen bu kadar acımasız mıydın?’’ ‘’Erkan benden de acımasız. Normal şartlarda. Ondan eğitim aldın değil mi?’’ Tekrar elmadan bir ısırık alıp çiğnedi, ben de ekmek aramdan ısırık alıp çiğnemeye başladım. Bir yandan da laf yetiştiriyordum. ‘’O senin kadar acımasız değildi.’’ ‘’Çünkü onun benden, sana daha çok zaafı var.’’ dedi kaşlarını havaya kaldırıp indirerek. ‘’Senin yok yani?’’ İstifini bozmadan, çok açık sözlülükle ‘’Var.’’ dedi kafasını sallayarak. ‘’Ama ben sevgimi daha farklı yolla gösteriyorum.’’ ‘’Beni bıçaklayarak.’’ Tekrar ekmekten ağzıma lokma aldım. ‘’Erkan senden ayrı olup bunu görseydi, sence sana ne yapardı?’’ Sırıttı ama bu sırıtışı ağızda kötü bir tat bırakıyordu, ‘’Bir yandan Erkan’a bu kadar güvenmen sinirlerimi bozuyor, diğer yandan bir parçama bu kadar güvenmen beni mutlu ediyor.’’ dedi ve alayla kafasını iki yana sallayarak, ‘’Naenia çok karmaşık.’’ dedi. ‘’Asir.’’ dedim gözlerimi kısarak, ‘’Bunu saymıyorum.’’ Ciddiyetle, ‘’Duymak istediğim buydu.’’ dedi gözlerimin içine bakarak, ‘’Sürprizimi elde etmek için daha çok çabalaman gerek.’’ Elma çöpünü yaklaşıp yerdeki çöp kutusuna attı ve bakışlarını benden çekmeyerek önümden geçerken, ‘’Nasıl hissediyorsun?’’ dedi. Alay ettiğini düşünüp mutfaktan çıkan sırtına dik dik baktım ama sonra ne söylemek istediği kafama dank etti. Hiç acı hissetmiyordum. Hiç. Elimdeki ekmeğin son lokmasını da ağzıma atıp hızlıca merdivenleri tırmanarak odama, sonra banyoma girdim. Tişörtümü çıkartıp arkama bakmaya çalıştığımda İblis bana çoktan haber vermişti. ‘’Yaraların yok.’’ Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırarak birkaç defa kontrol etti. ‘’Toprak! Bu kadar hızlı?’’ Tişörtümü hızlıca geri giyip banyodan çıktım ve merdivenleri inip salona geçtim. Salonda tekli koltuğuna oturmuş başını arkaya doğru atıp gözlerini kapatmıştı. Bacaklarını iki yana açmıştı. ‘’Bunu biliyor muydun? Bu nasıl?’’ ‘’Tahmin ediyordum, yeni öğrendim.’’ dedi gözlerini açmayarak, boğuk sesiyle. Ona sessizlik içinde bakmaya devam ederken, başında dikilişim onu rahatsız etmiş gibi kaşlarını çatıp tek gözünü araladı. ‘’Ne oldu?’’ dedi tekrar kapatarak. ‘’Zaten iyileşiyordun.’’ ‘’Ama bu kadar hızlı değil.’’ ‘’Gücün Kabuhan’da patladı, Rea.’’ dedi gözlerini tamamen açarak, kızarık gözlerle bana bakarken. ‘’Patladı demek, tamamen açığa çıktı demek. Korkacak bir şey yok artık. Sadece onu güçlendirmen ve gücünü yeniden hatırlaman gerekiyor.’’ ‘’Gücüm…’’ ‘’Evet.’’ dedi sözümü keserek. Kararlı bakışları, zihnimdeki kişiyi de baz alıyordu sanki. ‘’Bunun için elimden geleni yapacağım, bu en nefret ettiğim şeyi yapacağım demek olsa bile.’’ Dik dik bana bakarken derin bir iç çekmenin arasında, ‘’Bana güvenmiyor olsan bile.’’ dedi ve tekrar başını geriye yatırıp gözlerini kapattı. Yutkunuşu adem elmasını oynattı. Bir süre öyle bekleyip yutkundum ve hiçbir şey demeden onu öylece bırakıp merdivenlere yöneldim. Duş alacaktım. Odama girip kapıyı kapattım ve banyoya girdim. Tüm kıyafetlerimden kurtulup sıcak suyu açtım, bir süre aktı ve sonra küveti tamamen doldurup içine girdim. Saçımı şampuanlayıp topuz yaptıktan sonra sıcak suyun içinde gevşeyerek arkama yaslandım. Gözlerim kapalı, Asir’in son söylediği cümle beynimde yankılandı. Bana güvenmiyor olsan bile. Gözlerimi açıp gerçekliğe dönmek istedim ama bu sefer İblis’in kara gözleriyle karşılaştım. Artık çıplak çıplak önünde durmama alışmış görünüyordu, eski İblis yoktu. Hiçbir anlamda. Eski Evin Yağmur’da yoktu. Hiçbir anlamda. ‘’Ona güvenmek istiyorsun değil mi?’’ Cevap vermedim. ‘’İstiyorsun.’’ dedi onaylayarak. ‘’Bir şey itiraf edeyim mi?’’ Bakışlarımı suyun durgun yüzeyinden kaldırıp ona baktım, ‘’Ben de ona güvenmek ve senin ona güvenmeni isterim.’’ dediğinde tek kaşımı hayretle havaya kaldırdım. ‘’Ama…’’ dediğinde gülümseyip, ‘’Ama?’’ dedim, bu soru cümlesi değildi. Kafasını iki yana salladı, ‘’Sözümü kesme.’’ Cevap vermedim. ‘’Bir Tilki ve bir Kurt’un arasındaki ortak fark ve benzerlik ne, biliyor musun?’’ Cevap vermeme kalmadan kendi cevapladı, ‘’Zekâları.’’ İç çekip kadehinden yudum aldıktan sonra, ‘’Ona güvenmek isterim ama o güvenin ardı boş çıkarsa…’’ dedi ve kafasını iki yana sallayıp, ‘’Bana bir şey olmaz da… Sen güvenirsen ve o güvenin ardı boş çıkarsa o zaman öfkelenirim.’’ ‘’Sen her şeye öfkeleniyorsun.’’ ‘’Toprak,’’ dedi hiç olmadığı kadar ciddiyetle. ‘’Kendimi tanıyamayacak şekilde öfkelenirim. Beni aptal yerine koyuşuna değil, seni aptal yerine koyuşuna da değil; ikinci kez geldiğin bu dünyada güvenini boşa çıkarışı çok zaman kaybı olur. En çok buna öfkelenirim. Öyle öfkelenirim ki, onu orada öldürecek kadar…’’ Yutkundum. Ondan bunu duymak çok ürperticiydi, çünkü zihnimden çıkacağı gün elbet olacaktı ve o hiç boş konuşmazdı. Ölümü sürekli konuşurduk, kendi aramızda tiye bile alırdık ama ondan, hiç kendi veya benim için ‘’birini öldüreceğim’’ lafını duymazdım. Duymamıştım. İç çekip kadehinden yudum aldı, ‘’Güvenirsen güvenirim. Seversen severim, kızım. Saygı duyarsan, ben de duyarım. Ama biliyorsun,’’ dedi ve yandan bana bir bakış atıp gülümsedi. ‘’Benim her zaman, herkese ve her şeye karşı bir duvarım ve sınırım olur.’’ Suyun içinde söylediklerine o kadar ürperdim ki titredim ve sanki sıcak su, aniden soğuk suya dönüşmüş gibi hissettim. Her yerim uyuşmuştu. Bir şey söylemeye cesaret edemeden sustum. Aniden ‘’Sence Moumar’a tek başımıza gidebilir miyiz?’’ dedim rahat rahat, parmağımı kaldırıp suyu dalgalandırırken. Gözleri boşluğa bakarken, ne söylediğim aniden dank etmiş gibi kafasını yavaş yavaş bana çevirdi. ‘’Ne?’’ dedi soğuk bir sesle. ‘’Moumar diyorum. Güçlenmek istememizin sebebi. Dünya’nın bileti. Gidebilir miyiz?’’ ‘’Toprak,’’ dedi alay etmese de dudaklarında tuhaf bir tebessüm vardı, kafasını eğip kaldırırken sabır dilediğini düşündüm. ‘’Genelde hislerime güvenen biriyim, hiçbir zaman yanıldığım da olmadı; olduysa da sonradan bile haklı çıktım.’’ dedi gözlerimin içine bakarken. Narsist. Kafamı sallarken, aynı ifadeyle devam etti. ‘’Ama bilmediğim, hiçbir zaman da gitmediğim bir yeri bulacak kadar ermedim, kızım. Bana güvenmen güzel…’’ dedi ve bu sefer alaylı, köpek dişlerini gösteren tatlı sırıtışıyla devam etti. ‘’Gururum okşandı. Ama gerçek bu.’’ ‘’Peki peki… Nasıl gidebiliriz sence?’’ dedim pes etmeyerek. ‘’Hadi Mephisto’ya gidelim.’’ dedi düşünmeden. Mephisto bilen kişiler arasındaydı, acaba bana yardımı olur muydu? ‘’O söyler mi ki?’’ Tek omzunu silkip, ‘’Bilmem. Deneyelim şansımızı. Hiçbir şey yapmamaktan iyidir.’’ dediğinde kafamı salladım. Suda bacaklarımı hafif kaldırıp iki yana açarken rahatlayıp kafamı geriye, duvara yasladım. Diz kapaklarım açığa çıkmıştı ve sabunlu su tenimden suya doğru akıyordu. Gözlerimi kapatmadan önce, ‘’Bir de sorun şu,’’ dedi işaret parmağını kaldırıp öne-arkaya sallarken, ‘’Güvenini kırmak istemem ama tam olarak güçlenmiş sayılmazsın…’’ dedi gözlerini daldırdığı yerden çekerek, bana göz ucuyla bakarken. ‘’Hani hatırlatayım dedim. Bil diye. Mephisto söylemese, bu yüzden söylemeyebilir; söylerse de oraya gittiğimizde şu anki gücün yeterli gelmeyebilir.’’ ‘’Nasıl güçleneceğim?’’ ‘’Şu an ona çabalamıyor musun? Sınırlarını zorlayarak.’’ ‘’Nasıl sınırlarımı zorlayacağım?’’ Çünkü bu talimler yetersiz gelecekti. Biliyorduk. Biraz düşündü, ‘’Yapamam dediğin ne varsa, buraya düştüm de kurtulamam dediğin ne varsa, onu yapacak ve bir şekilde kurtulacaksın. Tek başına. Yani en nefret ettiğim şeyi yapacaksın.’’ ‘’Başımı belaya sokacağım?’’ ‘’Evet,’’ dedi kafasını sallayıp. ‘’Başını belaya sokacaksın. Yerinde durmayacaksın, hep ileri koşacaksın. Özün çoktan parladı, güç senin içinde. Sadece dışarı çıkma anını bekliyor, Toprak. Kuzgunu içinde çağırdın, aurana şekil verdin. Her şey yerli yerinde ama bir değişiklik istediğinde bazen yeri sarsman gerekir.’’ ‘’Öldüm sayılır.’’ dedim hatırlatır gibi, ‘’Daha ne kadar sarsılacağım?’’ ‘’Sayılması yeterli değil demek ki.’’ dedi tek omzunu silkerek. Kararlılıkla doldurduğu gözlerini üstüme bir karabulut gibi dikerken, ‘’Neredeyse ölecektim değil, öldüm diyeceksin.’’ dedi mekanik sesiyle bastırarak. Sözleriyle içimde bir ateş parladı, hatta neredeyse yerimden fırlayıp başımı belaya sokacaktım. Fakat her şeyi sakince düşündüğümde biraz duruldum. Başımı belaya nasıl sokacaktım ki? Mephisto’ya gidersem başımı belaya sokabilir miydim? Bu düşüncelerle banyodan artık çıkıp tekrar üstüme hafif bir şeyler geçirdikten sonra odadan çıkıp merdivenleri indim. Asir uyuyakalmış gibi hareketsiz şekilde orada oturmaya devam ediyordu. Başı geriye düşmüş, gözleri kapalı bir halde dururken bir Yunan heykelini andırıyordu. Tek eli dizinin üstünde, diğer eli koltuğun yanında gevşekçe duruyordu. Çok asil bir adamdı. Bakmaya doyamıyordum. Kendime gelmem lazım! Gözlerini yarım yamalak aralayarak bana baktığında kalbim tekledi ve panikle başka yere baktım. Bir kez sertçe yutkunup göz ucumla ona baktığımda, kaşlarının uçlarını alayla yukarı kaldırıp dudağının kenarını da hafifçe büzdüğünü gördüm. Gözleri kısık bir halde yüzündeki o manidar ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerimi kıstım, ‘’Ne?’’ ‘’Beni süzüyordun.’’ ‘’Hayır.’’ ‘’Evet.’’ dedi memnun bir sesle. ‘’Nasıl? Yakışıklı mıyım? Karizmatik?’’ dedi, yavaşça sırıtarak. Benimle alay etmeye bayılıyordu. Böyle zamanlarda kalın sesine tuhaf, hoşuma giden bir yumuşaklık katıyor ve atmosferi efsunlaştırıyordu. ‘’Hiçbiri değilsin.’’ dedim gözlerimi kısık tutmaya devam ederek. Dilini damağına yerleştirip ıslak, ritmik bir ses çıkartırken kafasını da iki yana sallıyordu. ‘’Senden başka herkes en azından sempatik olduğumu söylüyor, Rea.’’ ‘’İyi. Onlar söylemeye devam etsin o zaman.’’ dedim ben de, tek kaşımı kaldırırken. Öfke damarlarımı sessizce kolaçan etti, göz ucuyla bana bakıp sırıtmaya devam ederken, ‘’Hemen de kızıyorsun.’’ dedi tatlı tatlı, ‘’Kim buna cesaret eder, senden başka?’’ ‘’Bilmem. Belki Firea?’’ Birden ne söylediğimi algılayamadı, ya daldığı için mahmurlaşmıştı ya da bir an ne söyleyeceğini bilememişti. Ardından şaşkınca gözlerini açarak, ‘’Firea?’’ dedi soru sorar gibi. Kafasını geriye yatırarak büyük bir kahkaha attı, sonra tekrar şaşırarak bana baktı. ‘’Kıskanıyor musun?’’ Yüzümü buruşturdum, ‘’Ne kıskanacağım?’’ dedim, aynı zamanda omzumu silkerek. ‘’Çay var istersen, ben var seversen…’’ dedim dayanamayıp, Firea’nın taklidini abartarak yaparken. Sesimi inceltip olmayan bir cümle kurmuş olabilirdim ama bu tekrar kahkaha patlatmasını gerektirmezdi. Asir, ‘’Oha Rea.’’ dedi kabalaşıp, ona ters ters bakınca dudaklarını birbirine bastırıp gülüşünü durdurmaya çalıştı. Sonra alt dudağını ısırıp öylece kaldı, ‘’Hayatım, abartıyorsun…’’ dedi tatlı tatlı, tek gözünü kısıp bana tuhaf bir ifadeyle bakarak. İblis şaşırdı, ‘’Kızın sesi böyle değildi.’’ dediğinde ona dönüp, ‘’Sen de mi Brutus?’’ dedim, ters ters. Ellerini teslim olurcasına kaldırıp omuzlarını silkti, ‘’Ben hâkimim. Karışmam.’’ ‘’Sus be.’’ dedim ters ters. Asir kaşlarını havaya kaldırıp dediğimi yaptı ama hala pis pis bıyık altı sırıtıyordu. ‘’Sırıtma.’’ ‘’Peki…’’ dedi mırıldanıp, düz tutmaya çalıştığı ifadesiyle. İblis gözlerini bir yandan kısarken bir yandan da ona yan yan bakıyordu, ‘’Şuna bak şuna, nasıl dört köşe oldu sevinçten. Ulan onu sevdiğini söylesen herhalde aklını kaçırıp pençesini beynine saplayacak.’’ Ardından kocaman sırıtıp bana şeytanice döndü, ‘’Söylesen mi?’’ İçimdeki bu zehirli sıcaklık dilime kadar yansımaktan geri durmuyordu, dayanamıyordum. ‘’Firea’yla çok mu iyi anlaşıyorsunuz?’’ dedim tekrar. Düz tutmaya çalıştığı ifadesi parçalandı ve yarım ağız sırıtarak bana baktı, ‘’Rea, arkadaşız sadece.’’ ‘’O arkadaş olarak görmüyor seni.’’ İçimde büyüyen sinsi sıcaklık, kalbime bir yılanın dişi gibi battığında bunun adının kıskançlık olduğundan iyice emin olmuştum. Öfke ve kıskançlık damarlarımda kol gezerken bir zehir gibi kalbimi ısıtıyordu. ‘’Olabilir. Ama ben görüyorum. Önemli olan da bu değil mi?’’ ‘’Değil.’’ dedim aniden, ‘’Neden görüyorsun?’’ Gülümsedi, gülümsediğinde gözlerinin kenarı hafifçe kırıştı. ‘’Fe’ras de mau (Hayatımın baharı),’’ dedi onu anlamadığımı sanarken. Kalbim bir Roller Coaster’ın en yükseğindeymişim de beni aşağı bırakmışlar gibi hoplarken ifademi düz tutmakta zorlansam da başardım. Tek kaşımı kaldırarak ona baktığımda, yüzünde bir yumuşaklık, bana karşı bir merhamet vardı. ‘’Ben benden korkan kadınlardan hoşlanmam. Cesur kadınları severim.’’ ‘’Ne alaka şimdi?’’ ‘’Firea benden hoşlanıyor olabilir ama içten içe benden korkuyor ve o yüzden bunu asla itiraf etmedi. Etseydi de değişmezdi, çünkü gözüm Te’radan başkasını görmüyordu. Şimdi dolaylı yoldan senden başkasını da görmüyor. O yüzden sen geldiğinde rahatsız olmuş olabilir. Fakat canını sıkarsa, canım sıkılır ve canım sıkılırsa…’’ dedi ve kendi kendine sözünü kesip gülümsedi. ‘’Anladın mı Rea? Buna izin verme.’’ ‘’Anladım.’’ dedim yutkunarak. Gülümsediğimi de son anda fark etmiştim. İyi konuşuyordu. İblis kahretsin. ‘’Ama bu hala neden onu arkadaş olarak gördüğünü açıklamıyor.’’ Dudakları arasından bir nefes verdi, yüzünde ışıltılı bir mimik vardı ama tam güldüğü de söylenemezdi. Bana yandan bir bakış atıp, ‘’Bana faydası oluyor.’’ dedi, ‘’Çıkar ilişkisi.’’ Tek kaşımı kaldırdım, ‘’Bu çok kötü.’’ ‘’Benim için değil.’’ dedi, tekdüze bir sesle. ‘’Genelde çevremde işime yarayanları tutarım.’’ Bir süre suratına baktım, ben de mi onun için öyleydim? Veya gerçekten arkadaşım dediği kişiler içinde içten içe öyle düşünüyor olabilir miydi? Mesela Salmon Sürüsü? Benden ses çıkmayınca anlaştığımıza emin olup önüne rahatlamış gibi döndü. Bir süre sessizlik içinde öylece oturduk. ‘’Neden öyle bakıyorsun?’’ dedi Asir, artık ciddileşmişti. Ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama aniden durgunlaşmış hissediyordum. ‘’Nasıl bakıyorum?’’ dediğimde sesim kayıtsızdı. Derin bir nefes alıp onu yavaşça bırakırken göğsü inip kalktı, adem elması boynunda kayık gibi hareket etti. ‘’Kendinde değil gibisin. Gerçi kendinde olman beklenemez.’’ Düşüncelerimin aksine beni içten içe huzursuz eden o şeyi dile getirdim. ‘’Her şeyin çok tekdüze gittiğini düşünüyorum.’’ Şaşırma sırası ondaydı. ‘’Nasıl?’’ dedi tek kaşını kaldırarak. ‘’Her şey çok kolay olmadı mı? Beni oradan kurtarman, buraya getirmen, buraya getirdikten sonra da hiçbir şey olmadı. Alberto bir yerlerde pusu kuruyor ve bizim tuzağa düşmemizi bekliyor gibi.’’ dedim bana dün geceden beri, hatta eve geldiğimden beri zihnimde bir kurtçuğa dönüşen düşünceleri söylerken. ‘’Paranoyaklaşmanın lüzumu yok, Rea.’’ dedi güven veren bir sesle. ‘’Her şey yolunda. Güven bana.’’ Kafamı iki yana salladım, ‘’Alberto Dünya’dan haberdar, Asir. Beni sorgulamaya kalktı.’’ dediğimde bakışlarına karabulutlar düşmüş gibi o yumuşaklık gitti ve yerine sertlik aldı. Kaşlarının altından bana bakarken oralı olmamaya çalışsam da yerimde huzursuzca kıpırdandım. Ondan korktuğumdan değildi ama yine de öfkelendiğinde korkunç göründüğünü de yadsıyamazdım. ‘’Alberto’ya bunu söyleyen kişi…’’ dediğinde, ‘’Sen mi?’’ dedim sözünü bıçak gibi keserek. Bu söylediğim şey, bomba gibi ortamıza düştü ve etrafı çınlatan bir sessizliğin yolunu açtı. Kızıl harelerinde hayal kırıklığı görsem de bunu çabucak toparlamayı başardı ama ben o bakışı, ömrüm hayatım boyunca unutmayacağımı biliyordum. İçten içe. Kalbini kırmaktan hoşlanmıyordum, çünkü sanki ona söylediğim bu yaralayıcı sözler ona değil de bana dönüyormuş gibi hissediyordum. Sanki onları söyleyen ben değilmişim de, duyan benmişim gibi. ‘’Kami, diyecektim.’’ dedi derinden fısıldayarak. Boğazını temizledi ve sesini geri kazanmak için bir süre kendine zaman tanırken bakışlarını ortada duran cam sehpanın üstüne dikti. Onu ben de düşünmüştüm ama Asir’in nabzını yoklamak istiyordum. ‘’Neden söylesin?’’ dedim omzumu silkerek, kayıtsızlıkla. Sorumla bana öyle hızlı döndü ki yüzünde beliren öfke ve hayal kırıklığı ucu sivriltilmiş bir cam parçasına dönüşüp kalbime saplandı. ‘’Ben neden söyleyeyim lan?’’ dedi sertçe. Dişlerini birbirine bastırdığında yanaklarında çukur oluştu. ‘’Hadi söyledim diyelim, seni niye kurtarayım?’’ dedi ekleyerek, sesi öfkesinden dolayı boğuklaşmıştı. Yutkunup kaşlarımı çatsam da devam etmesine izin verdim. Kırılacak durumda değildim, önce ben başlatmıştım. ‘’Seni onun eline versem neden kıçımı kaldırıp seni kurtarmaya geleyim Yağmur? Orada çürümeni bekler, onun haberini alırdım.’’ Yumuşakça yutkundum, kaşlarımızı çatarak birbirimize bakıyorduk. O da yutkundu ve sabır dilercesine kafasını diğer tarafa çevirip homurdandı. Ne söylediğini algılayamadım. Tekrar gözlerini kapatırken derin bir nefes çekti içine, ‘’Ne zaman bana güveneceksin?’’ dedi boğuk, çatallı sesiyle. Tekrar gevşediği için sesi de rahat çıkıyordu. ‘’Tam anlamıyla.’’ dedi hafiften bastırarak. ‘’Hak ettiğinde ve zamanı geldiğinde.’’ dedim dürüstçe, hiç beklemeden. Dudakları soğuk, samimiyetsiz bir tebessümle kıvrıldı ve suratı tavana doğru bakarken ağzı kapalı şekilde, boğazından birkaç kıkırtı bıraktı. Boğuk sesi yutkunmama neden oldu, nedense gülüşü yanaklarımı kızarttı. Kaşlarını kaldırıp indirirken, ‘’Yağmur…’’ dedi kafasını iki yana sallayarak, ‘’Öyle olsun. Ben söylemedim.’’ ‘’O zaman Mehir’in söylediği konusunda hemfikiriz.’’ dedi İblis, kaşlarını çatarak. ‘’Yine de neden söylesin ki lan? Kraliçe’den mi memnun değildi. Bir geçmişleri mi var?’’ ‘’Te’raelyn’ın Mehir’le iyi kötü bir geçmişi var mıydı?’’ dedim Asir’e. ‘’Söylersem inanacak mısın?’’ dedi ilgisizce. Gerçekten öfkelenmişti. Yutkundum. ‘’Şansını dene.’’ Gözlerini baygın bir şekilde tutarak ağzının içinde bir şeyler geveledi tekrar, ‘’Olabilir. Te’ra genelde politik konularla ilgileniyordu. Kami’yle yüz göz olma ihtimali var veya Kami’nin soyuyla.’’ Kami son zamanlarda yuvasından ayrılmış ve şehre inmişti. Bu benim geldiğim tarihle örtüşüyordu, belki de geçmiş bir hesaplaşmamız vardı ve tanışma anımıza kadar her şeyi hesaplamış, karşılaşmamıza sebep olmuştu. Benim nabzımı ölçmüştü. Kandırılmaktan hoşlanmıyordum, kafamdaki kişi de hoşlanmıyordu. Hatta bundan nefret ediyorduk. Mehir’le yüz göz olmayı tekrar istemiyordum ama bu şüphe içimi kemiriyordu. ‘’Belki ailesinin intikamını almak istediği için mi ininden ayrıldı?’’ dedi İblis kadehini, her zaman düşündüğünde yaptığı gibi oval şekilde dans ettirirken. Bir yandan boşluğa bakıyordu. ‘’Her şeyi hesapladıysa… Toprak, baştan beri senin Kraliçe olduğunu biliyor olmalı.’’ dedi bakışlarını boşluktan çekip bana dönerek. ‘’Senin bilmediğin zamanlarda bile.’’ ‘’Bu oyuna nasıl düştüm?’’ dedim öfkeyle dişlerimin arasından, arkama yaslandığımda bunu sesli düşünmüş olmalıydım ki Asir’in, ‘’Tilkiden arkadaş olmaz, dediğimi hatırlıyorum.’’ dediğini duydum. Kafamı geriye yasladığım için ona yukarıdan bir bakış attım, rahat görünüyordu. Öfkesi hala taze olsa da çabuk toparlanmış, bana soğuk bir şekilde bakıyordu. ‘’Artık bu işin tadı kaçtı, Asir. Sana güvenmemi istiyorsan ben ne sorduysam ona cevap vermen gerekiyor.’’ dedim gözlerime inen öfke ve kararlılıkla. ‘’Zamanı geldiğinde, cevabını kabul etmiyorum. Beni anladın mı?’’ Sırtını eğerek dizlerine, dirseklerini dayadı ve ellerinin parmaklarını tam ortada birleştirerek bana alttan bir bakış attı. Beni baştan aşağı süzerken, ben de sırtımı dikleştirerek ona meydan okudum. Bacak bacak üstüne atıp ona gözdağı vererek bakmaya başladım. Beni öfkelendirdiğinde neler olacağını bilmesi gerekiyordu. Gerçi ona bir şey yapabileceğimi sanmıyordum ama bunu bilmesine gerek yoktu. Beni baştan aşağı ağır ağır süzdü ve bir şeyleri tarttı. ‘’Tamam.’’ dedi daha sonrasında rahatça. ‘’Bana emir vermen hoşuma gitti.’’ dedi bir de pis pis sırıtıp, efsunlu bir sesle. Dudağım gelmek üzere olan sırıtışla titrese de, ‘’Manyak…’’ dedim kafamı yana doğru çevirerek sırıtışımı saklamaya çalışırken. ‘’Boşluk’la da konuşabilirsin.’’ dedi söylediğimi es geçerek. ‘’Onu unuttun ama bir sürü bilgi biliyor; bu evren hakkında, senin hakkında, başkaları hakkında…’’ dedi tek tek sayarak. ‘’Şimdi mi söylüyorsun?’’ Tek omzunu silkti ve dudaklarının kenarlarını aşağı indirerek tekrar hızlıca düz hale getirdi. ‘’Bildiğini sanıyordum. Sadece o gün indin ve bir daha inmedin. Öyle değerli birini bulmuşken köküne kadar kullanırsın sanıyordum.’’ dedi alaya bürünmüş harelerini bana çevirerek. ‘’Cidden Rea, bana sorup benden bir şeyler almak için bekleyeceğine neden inmedin?’’ ‘’Boşluk aklımı karıştırıyor.’’ dedim gözlerimi devirerek. ‘’Ona bu evren hakkında bilgi ver dedim, tuttu şiir söyledi bana.’’ Güldü, ‘’Biraz değişik bir dile sahip ama onunla konuşarak zamanla alışırsın.’’ Önemsemiyormuş gibi tek omzunu silkti. ‘’Geçmişte iyi anlaşıyordunuz en azından.’’ Kaşlarımı garip bir şey duymuşum gibi çattım. ‘’Boşluk kaç yaşında?’’ ‘’Bilmem.’’ dedi, dudaklarının kenarlarını aşağı doğru hızlıca kıvırarak. ‘’Çok da ilgilenmedim yaşıyla. Başka dertlerim vardı.’’ ‘’Boşluk nasıl oluştu?’’ Onu da biraz düşündü, bu kadar ilgisiz miydi cidden? Hafif bir yavaşlıkla gözlerini kırpıştırarak tavana bir yerlere bakarken karizmatik suratına ters düşen bir tatlılık yayıyordu. ‘’Kraliçe döneminde de vardı, belki de sen onu oluşturdun.’’ dedi, ‘’Ben seninle tanıştığımda da çoktan vardı çünkü.’’ ‘’Onu ben mi…’’ dediğimde İblis kafasını sallayıp, ‘’Mantıklı.’’ dedi ama neye mantıklı dediğini çözemeden Asir konuştu, ‘’Evet. Senin gücün biraz karanlık bir güçtü Yağmur.’’ dedi kelimeleri düzgün seçmeye çalışırken. Sanki yanlış bir şey söylemekten korkuyor veya bende olan bir şeyi uyandırırken doğru düğmeye basmaya çalışıyordu. ‘’Nasıl karanlık?’’ dedim temkinle, tek kaşımı kaldırarak. ‘’Gölgeler, kuzgunlar… Hiç kimsenin aklına gelmeyecek bir şekilde gücünü kullanıp kontrol ediyordun. Gücünü evcilleştiriyordun, evrimleştiriyordun, bir şeyi başka bir şeye dönüştürüyordun.’’ dedi garip bir şey anlatıyormuş da zorlanıyormuş gibi arada sırada kelimelerinin arasına boşluk giriyordu. İçimde bir şeyler kıpırdarken, ‘’Kötüye mi işaretti?’’ ‘’Hayır, tamamen sayılmaz.’’ ‘’Tamamen?’’ ‘’Yavrum,’’ dedi sakince, ‘’Nasıl anlatayım sendeki gücü sana? Eşin olmam içinde olup biten her şeyi bilecek olmam demek değil bir noktada. Gücünü kendin kullanıyor, kendin koruyordun. Yeri geldi mi herkesten ve her şeyden kendin saklıyordun.’’ ‘’Saklıyor muydun?’’ dedi İblis kaşlarını çatarak. ‘’Neden?’’ ‘’Çünkü,’’ dedi Asir, onu duymuş gibi. İblis’in sert bakışları ona döndü, Asir konuşmadan önce yumuşakça yutkundu ve kırmızı gözlerini benim renkli gözlerime sabitledi. ‘’Öyle olması gerekiyordu.’’ dedi daha sonra geçiştirir gibi. İblis’in yüzü buruştu ve Asir’e böcekmiş gibi bakarak, ‘’O beni duydu mu şimdi? Erkan’sız?’’ dedi. ‘’Bir şeyin zihnine girmek de gücüm müydü?’’ dedim yüzümü sabit tutmaya çalışarak. Bir süre bana baktı, dümdüz öylece. ‘’Evet.’’ dedi daha sonra, ‘’Birini delirtebiliyordun bile.’’ Bunu daha önceki halüsinasyonlarımda görmüştüm, savaş alanında birini delirtmiştim. Kuzgunların bendeki rolü neydi? Ya artık onlardan korkmadığım gölgeler? Bir süredir beni takip etmiyorlardı. Şimdilik kafamı karıştırmama gerek yoktu. Belki de Alberto’nun gücümün uyanıp uyanmamasından emin olmadan yanıma kadar gelmemesinin sebebi buydu. Tahminim doğru çıkmıştı, Alberto gücümden korkuyordu. ‘’Senin güçlerin neler…’’ dedim ağzını arayarak, ona göz ucumla bakarken. Bundan daha fazlası olduğunu biliyordum. Kuşkulu bir tavırla, sahte mi gerçek mi anlayamadığım şekilde, gözlerini kıstı ve daha sonra samimiyetten uzak bir şekilde yarım ağız sırıttı. ‘’Ara vermenin zamanı gelmiş.’’ dedi tatlı tatlı, bu konu hakkında konuşmak istemediğini belirterek. ‘’Seninle daha sonra akşam haberleri için görüşürüz Rea. Konuşmak güzeldi.’’ İblis tek gözünü kısarak, manidar bir sırıtışla yüzüne yan yan bakarken ‘’Ne saklıyor bu puşt?’’ dedi, gizli bir keyifle. ‘’Bana güvenmiyor musun?’’ ‘’Güveniyorum.’’ dedi Asir, düşünmeden. Tatlı ve gerçekliğinden emin olduğum bir panikle, ‘’Neden öyle düşündün?’’ dedi. ‘’Neden kendinden bahsetmiyorsun? Eşin değil miyim? Belki seni tanımak istiyorum?’’ Tatlı bir sesle onun huyuna giderek hafifçe gülümserken bir süre büyülenmiş gibi yüzüme baktı, daha sonra kafasını iki yana sallayarak sanki transtan çıkmış gibi davrandı. Şakacı bir tavır olduğunu hepimiz biliyorduk. ‘’Manipülasyon yeteneği doğuştan olmalı, doğuştan.’’ dedi mırıldanarak. ‘’Beni bile düşürecektin az daha.’’ Keyifle gülümseyerek ayağa kalkarken, ‘’Seni çoktan düşürdüm,’’ dedim. O, ona kur yapışıma şaşkınlıkla suratıma bakarak karşılık verirken, onu orada öylece bırakıp merdivenlere ilerledim. Sırtımda onun delici bakışlarını hissediyordum. ‘’Şimdi arkamdan bakmaya devam ediyorsun.’’ dedim biraz ona doğru seslenerek, merdivenlerden yukarı çıkarken. ‘’Kahretsin!’’ dedi arkamdan yükselip. Kısık bir sesle kıkırdadım. İblis ‘’Öyle yamulturlar adamı işte.’’ dedi arkasına bakış atarak. Odama girdiğim anda penceremin dibine tünemiş kuzgunu tekrar gördüm. Bu sefer irkilme yaşamadım ama aklıma sabah yaşadığım anlar geldi. Birinin zihnine girdiğimi düşünüyordum, onun gözünden bakmıştım. Belki tekrar yapabilirdim fakat bunu başka bir şekilde deneyecektim. Bu sefer Alberto’nun yerini bana göstermesini emredecektim. Geçmişte, Asir’in bana ‘’Onlar senin askerin,’’ demesi aklıma düştü; sonra evimi bastıklarında onlara emir verişimle hemen gitmeleri peşinden geldi. Belki emirle çalışıyorlardı? Benim hayvanım değil miydi? Belki ruhumuz bir şekilde yine bağlantılıydı? Bunları düşünürken ona dikkatlice yaklaştım, gözlerimi ondan ayırmıyordum; birkaç kez kanatlarını gererek çırpınca yerimde duraksadım fakat gitmedi. Gidesi de yoktu sanırım. Bu sefer adımlarımı kendimden emin şekilde tutup ilerledim ve camın yanındaki yatağıma oturdum. Onunla dip dibeydik. Bana kara gözlerini dikmiş, gözbebeklerinde kendimi göreceğim şekilde dikkatli bakmaya başladı. Ona kitlenmiştim. Elimi uzattım, gagasını bana doğru uzattı ve ısıracak gibi yaptı fakat ısırmadan kafasını geri çekti. Korkmadım, nedense içimde bir uyuşukluk vardı. Duygularımı narkoza yatırmış gibiydim. Zihnimde bir çığlık duyuldu, onun sesi, auramın sesi. Kuzgun dikkatlice bana bakarken, tüylerine dokundum ve başım geriye düştü. Gökyüzünde rüzgarın nefesini tüylerin arasında hissederken, karınca kadar gözüken yeryüzüne bakıyordum. Bir av bulmuş, aşağı doğru hızlıca uçarken kalbim buna dayanmadı ve elimi aniden çektim. Kuzgunla tekrar bakıştık. Nefes nefese kalmış halde, gözlerim irice açılmış ona bakarken İblis bu sefer bilinçli yaptığımı anlayarak benden iki kat daha fazla şaşkınlığa girdi. ‘’Az önce…’’ dedi ama onu anında tek elimle susturdum. Kuzgunla olan bağım her neyse, onun sesiyle bozulsun istemedim. ‘’Kuzgun,’’ dedim ona doğru tok sesle. Bir iki kez yana doğru kaydı ama uçmadı, beni dinliyordu. ‘’Bana Alberto’nun yerini bul ve göster.’’ Ardından ona doğru dokundum ama bu sefer herhangi bir sanrı görmedim, yine de avcuma bir elektrik akını yayıldı gibi hissettim. Çok kısa sürmüştü, hayal meyal hatırladığım bir sızıydı. Bana tip tip bakan kuşa, ‘’Duydun mu? Bana onun yerini bul.’’ dedim. İblis kuşa kaşlarını yukarı kaldırıp kafasını iki yana sallayarak bakarken, ‘’İşe yaramayacak.’’ dedi. Fakat kuş uçtu. Onun peşinden gökyüzünde ufak bir leke olacak şekilde uzunca bakarken işe yaramasını umdum. ‘’Belki de yarar.’’ dedi İblis, peşinden bakarken. Pencereden Barlas’ın buraya geldiğini görünce kaşlarım çatıldı. Merakla hareketlenip aşağı inmek için odadan ayrıldım. Merdivenlerden inerken Barlas çoktan kapıyı tıklamıştı. Asir ayağa kalkarak kapıya gitti, merdivenlerin ortasında durdum. Bana bir bakış attıktan sonra kapıyı araladı ve gün ışığı yüzüne çarptı. Barlas’ın kaba sesi kapıdan geldi, ‘’Bir gelsene.’’ Asir bir şey söylemeden kapıyı arkasından kapatarak verandaya çıktığında merak damarlarımda gezinmeye çoktan başlamıştı bile. Ne hakkında konuşacaklar? Benim neden duymamı istemiyorlar? İblis’e bir bakış attım, çoktan kapıya odaklanmış öylece duruyordu. Seslerini duyamıyordum, verandadan uzaklaşmış gibilerdi. Kapıyı aralayarak tahmin ettiğim gibi bahçede, uzaklardaki dağa bakarak konuştuklarını gördüm. Asir’in sırtı rahat görünse de Barlas gergin duruyordu. Kaşlarını hafif çatarak ona döndü ve bir şeyler söyledi. İblis’e baktım. ‘’Alberto’nun peşine düşmüşler ama ondan haber alamıyorlarmış. Fakat kızıl saçlı kadını bulmuşlar, Asir’e ne yapayım diye soruyor.’’ Adrenalin kalbime aniden enjekte edildi, olduğum yerde hafifçe titreyerek onları izlemeye devam ettim. Asir bir şeyler söyleyince İblis konuştu. ‘’Kızıl saçlı kızın Alberto’nun yanına gideceğinden bahsediyor, onu yanlarına almamışlar henüz sadece yerini biliyorlarmış. Kızıl sayesinde Alberto’nun yerini bulup ikisini de halledecek gibi. Şu anki plan bu gibi duruyor.’’ dedi İblis rahat rahat konuşarak. Bir süre daha konuştular, İblis’in yüz ifadesi değişti ve gözleri kocaman aralandı. Bana bir şey söylemedi, sorsam da reddetti. ‘’Niye söylemiyorsun?’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Hoşlanmayacaksın çünkü Toprak.’’ dedi keskince, ‘’Şu an başımız zaten dertte, bir de bunu kafana takıp labirentlerinde bu düşüncenin gezmesine izin verme. Benim de işim başımdan aşkın.’’ ‘’Söyle!’’ Derin bir nefes bıraktı, ‘’İyi sen istedin,’’ dedi rahatça. ‘’Asir, Erkan’ı çağırdığında ve kontrolünü kaybettiğinde gerçekten ama gerçekten kontrolünü kaybedecekmiş.’’ Kirpiklerimi kırpıştırıp beynimde bir şeylerin canlanmasını bekledim ama hiçbir şey olmadı. Ona tip tip baktığımı görünce devam etti, ‘’Yani, Erkan neredeyse Asir’in ruhunu yok edip onun bedenini ele geçirecekmiş. Kurt formunda.’’ Kalbim korkudan tekleyip ona dehşetle baktığımda, bu ifadenin bir göl kadar berrak şekilde yüzüme yansıdığını Asir’in oradan bana bakmasından fark etmiştim. Gözleri anında beni buldu, bir şeylerin ters gittiğini sezmiş olmalıydı. Kaşlarını çatıp kafasını yana yatırırken İblis bir ona bir bana baktı, ‘’Keşke söylemeseydim,’’ dedi hızlıca. ‘’Dışarıda olsaydım bunun için vurulurdum. O vururdu.’’ ‘’Yani bunun olması imkansız ama… Değil mi?’’ dediğimde İblis tek omzunu silkti. ‘’Belki şu an Asir, Erkan’ı nasıl bastırıyorsa Erkan da onu bastırır, belki yok etmekten kastı budur. Belki de gerçekten yok eder. Bilemiyorum.’’ Barlas Asir’e bir şey söylediğinde Asir bir süre daha gözlerini benden çekmese de söyledikleriyle Barlas’a dikkatini verdi. ‘’Ne diyorlar?’’ dediğimde İblis gözlerini devirerek, ‘’Barlas senin hakkında ona takılıyor.’’ dedi, ‘’Mıçmıç olaylar. Gereksiz.’’ Asir’in bu kadar kör noktada durduğunu bilmiyordum, Erkan bu kez geldiğinde belki de Asir tarafını tamamen kaybedecektim. Böyle bir şey mümkün müydü? Delireceğim. İblis’le aniden aynı şeyi düşündük, ikimiz de gözlerimizi kocaman aralayarak, ‘’Az önce zihnimizi okudu!’’ dedik. ‘’Belki de çoktan…’’ dedim gözlerim yanmaya başlamıştı. İblis bana acıyan gözlerle bakarken; Asir’le tekrar bakıştığımızda o kadar ciddi ve gergin görünüyordu ki onunla göz göze gelmeyi reddedip evin içine alelacele girdim. ‘’İblis!’’ dedim salonda volta atarken. ‘’Asir’in kurt güçleriyle, Cadı güçleri birbirine karışıyor olabilir mi?’’ ‘’Erkan beni duyabiliyor ama Asir duyamıyordu. Birkaç dakika öncesinde duydu. Eminiz.’’ dedi İblis yutkunarak. ‘’Bilmiyorum Toprak.’’ dedi fısıldayarak. İçimdeki karanlıktan eli ayağı olan ve bana doğru sürünen bir karaltı yaklaştı, ‘’O kadar mı delirmişti?’’ dedim kaleyi yıktığı anları düşünürken. Daha sonra benimle konuştuğunda da kendisinde olmadığını düşünüyordum, söyledikleri nefret dolu sözler, öldürdüklerinin çetelesini tutması Asir’le değil de Erkan’la konuşuyormuş gibi hissettirmişti. O karanlık artık zihnimi doldururken elleri boynuma sarılmıştı. Korku ve endişeden dolayı burnumun direği sızladı. Gözlerim çoktandır yanıyordu. Oturup neredeyse ağlayacaktım. Bu durum çok tehlikeliydi. Asir’in durumu öte yana, şu an neredeyse savaş kapımıza dayanmış keza neredeyse kapıyı çalacakken Asir’in karman çorman kimlik karmaşasını kaldıramazdık. Erkan ve Asir, Ay ve Güneş gibiydi. Bir dengede ilerler dururlardı; Melezliğin en önemli kuralıydı bu. Yarım gibi görünürlerdi ama birbirlerini tamamlarlardı. Biri, birini bastırıp uzun zamandır gücünü kullanmazsa tam bir felaket olurdu. Terazi dengesini kaybettiğinde parçalanırdı. Asir’in eve girdiğini ikimiz de duymadık ya da İblis duydu ama önemsemedi, şu an ikimiz de onun için endişeliydik. İblis bile. ‘’İyi misin sen?’’ diyen sesle kendimize gelmiştik, irkildim ve kızaran gözlerimle Asir’e döndüm. Tam arkamdaydı. Ne ara dibime bu kadar gelmişti hiçbir fikrim yoktu ama tanıdık orman kokusu burnuma çarpınca o tanıdık rahatlık yüreğime çöreklendi. En azından karabasanın elleri boynumdan ayrılmıştı. ‘’İyiyim,’’ dedim yutkunarak. Onu sert göğsüne kadar gelişigüzel süzüp tekrar gözlerine tırmandım. ‘’Sen?’’ Bu sefer gözlerinin içine dikkatlice bakıyordum. Kaşlarını hafifçe çatmıştı, alnına düşen perçemleri kıpraştı. Gözlerini kaçırdı kısa süreliğine, ardından bana dönüp onları şüpheyle kısarak ‘’Evet.’’ dedi, ‘’Ne oldu? Niye ağlayacak gibisin?’’ ‘’Değilim.’’ Derin bir nefes verince gözlerim dudaklarına kaydı. Öfkeyle gözlerini kıstı, ‘’Yağmur,’’ dedi, ‘’Yalandan hoşlanmıyorum. Sen söylesen bile. Seni hissediyorum. Kötü bir şeyler var gibi. Bir şey mi duydun? Bir şey mi anladın?’’ ‘’Sen… Yani… Sanki biraz kimlik çatışması yaşıyor olabilir misin?’’ dedim çekinerek, alttan alta onun gözlerine bakarken. Kaşlarını çatıp tek gözünü kıstı, ‘’Ne yaşıyorum?’’ dedi anlamsızca. Bir süre konuşmadan gözlerine baktım, ellerini beline yerleştirerek bana asabice bakmaya başladığında yutkunarak, ‘’Yani, Erkan’la arada güçleriniz birbirine karışıyor mu?’’ dedim fısıltıyla. ‘’Bu nereden çıktı lan?’’ dedi, hafif sesini yükselterek. İblis yutkundu ve bana baktı. ‘’Niye kızıyorsun ya?’’ dedim çekinerek, ‘’Soru sadece.’’ ‘’Yok öyle bir şey! Kim dedi sana bunu?’’ Bakışlarımı kaçırınca, ‘’Barlas’la konuşmalarıma kulak misafiri olduğunu söyleme bana.’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Neden beni dinliyorsun?’’ Dudaklarımın arasından bir nefes bırakıp sahteden şaşırdım, ‘’Ne alaka ya? Niye seni dinleyecekmişim? Oradan nasıl duyacağım seni?’’ dedim kulaklarıma kızarıklık yayılırken. Kızıl gözleriyle yüzümü dikkatlice inceledi, gerçekten kızgın görünüyordu. ‘’O kafandaki değil mi?’’ dedi kafasını sallayarak. ‘’Ulan Setar!’’ dedi İblis’e doğru. İblis yerinde irkildi. ‘’Sen çıkacaksın bir gün! Kızın aklını karıştırıp durma.’’ ‘’Ne dedim ulan? Ne bağırıyorsun bana!’’ dedi İblis de diklenerek. ‘’Çok şey dedin!’’ dedi Asir de ama öfkeden dolayı pot kırdığını kendi de anladı. Göğsümün tam ortasında bir boşluk hissettim, Asir’e tuhaf tuhaf bakmaya başladık. Asir de kendi durumuna yavaşça gözlerini kapatıp sıkıntılı bir yüz ifadesiyle kafasını aşağı indirdi. Bir süre öyle durunca, ‘’Asir…’’ dedim fısıldayarak. ‘’Onu duyuyorsun.’’ ‘’Bak,’’ dedi elleri belinde. Kafasını aniden kaldırıp beyazları kızarmış gözlerini, benim renkli gözlerime dikti. ‘’Düşündüğün gibi bir durum değil. Setar yanlış anlamış, tamam mı?’’ dedi, sakin olmaya çalışırken. Diliyle dudağını hızlıca yaladı. ‘’Korkma.’’ ‘’Yanlış anlamışım öyle mi?’’ dedi İblis dudaklarını sarkıtarak. ‘’Ne yapacağız? Hiç bana olmaz o dediğin.’’ diyerek sinirle karışık alayla devam etti. Asir’in hırladığını duyunca irkilerek geri çekildim, bana değil İblis’e hırlamıştı. İblis kaşlarını çatarak, ‘’Kuçu kuçuluk yapma bana.’’ dedi dişlerinin arasından, ‘’Senin durumun iyi değil, bizim durumumuz hiç iyi değil! Kafası karışan biz değiliz, sensin. Kendine çekidüzen vermezsen ve bu kız tehlikeye girerse, buradan çıkarım,’’ dedi kafasını sallayarak ciddiyetle. ‘’Ama seni mahvetmeye çıkarım.’’ Bir süre alnımda delik açacak şekilde yüzüme bakan Asir, sinirle karışık bir şekilde beyaz dişlerini göstererek güldü ve kafasını yana doğru çevirdi. ‘’Beni mahvetmeye?’’ dedi mırıldanarak. ‘’Oradan konuşmak kolay tabii…’’ dedi alayla. İblis ağzını açacakken ‘’Kesin ikiniz de!’’ dedim sesimi yükseltip. İkisi de sinirle yerinde durup dik dik birbirlerine baksa da beni dinlediler. ‘’Neymiş asıl durum? Anlat!’’ Gözlerini alnımdan benim gözlerime indirdi, ‘’Yavrum,’’ dedi sakin olmaya çalışırken. Derin bir nefes bıraktı ve kaşlarını yukarı kaldırarak alnında çizgiler oluşturdu. ‘’Erkan’la kafam her zaman karışıktır. Erkan’ı çağırmam ve biraz kale yıkacak kadar onun gücünü kullanmam bir şeyi değiştirmez, tamam mı? Geçer bir süre sonra. Aklına takılmasın.’’ ‘’Umarım öyledir, Asir.’’ dedim ciddiyetle. ‘’Sana ihtiyacım olduğu vakitte seni kaybedemem çünkü.’’ Bakışları dudaklarıma indi, ardından gözlerime bakarak ‘’Kaybetmeyeceksin.’’ dedi fısıldayarak. Yutkundum, kafamı sallayarak ona daha fazla bakmadan yanından geçtim ve, ‘’Nereye gidiyorsun?’’ dedi. Ona tamamen dönmeden, bedenimi yan dönüp ona bakarak, ‘’Dışarı?’’ dediğimde kaşlarını çattı. Bir huzursuzluğu olduğunu seziyordum, belki yakın zamanda kaçırıldığım için de olabilirdi tabii; fakat bana söylemediği bir şeyler varmış gibiydi. Bazen zihninin içine ben girebilmeyi ve onu duymayı çok istiyordum. Aniden dudağının kenarı hafifçe yukarı kıvrıldı. ‘’Dikkatli ol. Ormanın belirli bölgelerinde sana sürprizlerim var.’’ Tek kaşımı kaldırıp, ‘’Sürpriz?’’ dediğimde kafasını yavaşça sallayıp bu sefer tamamen gülümseyerek, ‘’Sürpriz.’’ dedi fısıldayarak. ‘’Hoşuna gitmeyebilir. Büyük ihtimalle de gitmeyecek.’’ Gözlerimi kırpıştırıp yüzüne aval aval baksam da, ‘’Tamam…’’ dedim harfleri kısaca uzatarak, ‘’Gideyim yine de…’’ Kafasını salladı ve salona gidip tekli koltuğuna oturdu. Aklımdaki soru işaretleriyle kapıya ulaşıp dışarı çıktım. Biraz yürüyecektim. İblis asabiyetle, ‘’Ağaçtaki bıçağı al. Yürürken bir yerde durup antrenman yaparız.’’ dediğinde bacaklarım otomatikman oraya yöneldi. Haklıydı. Bulduğum her fırsatta antrenman yapmalıydım. Bıçakta en azından ustalaşmış olmalıydım. Ağacın gövdesine saplanmış ve Asir’in gücüyle neredeyse yarılmış olan bıçağın girdiği yere bakıp bıçağın kabzasını kavrayıp kendime sertçe çektim. Kolayca elime geldi, bıçağı elimde tutup geriye döndüğümde Reha’yı bahçede gördüm, bana doğru yaklaştı. Ben hızlıca yürüyünce benim peşimden geldi, onunla yan yana patika aşağı yürümeye başladık. Eğitmemiştim ama eğitilmiş gibi yanımdan ayrılmıyordu. Onunla kısa bir yürüyüş mantaliteme iyi gelecekti. Toprak yolda ilerlerken ayaklarımın altında ezilen taşların sesi ve ölü diyardan ayrılmışım gibi hissettiren kuşların cıvıltısı duyulmaya başladı. Ağaçların hışırtıları arasında ciğerlerime ferah bir hava dolarak ilerlerken kendime yavaş yavaş geliyor ve öfkemi unutuyordum. İblis hala öfkeliydi gerçi. Asir’in söyledikleri kibrine iyi gelmemişti. ‘’Ulan herife bak!’’ dedi dayanamayarak. ‘’Duyuyorsun değil mi ne söylüyor? Yok yanılmışım da yok efendim onu mahvedemezmişim de! O kim lan? Daha dünkü köpek!’’ O kadar öfkeliydi ki söylenirken ağzından tükürükler saçıyordu, alt dudağını gerginlikle dişleyip kadehinden art arda sert yudumlar aldı. ‘’Yeryüzüne dağılmış tüm İblislere yemin ederim, onu dışarı çıkınca bir kaşık suda boğacağım!’’ Gerginlikle sırıtıp, ‘’Çok iyi ikili oldunuz…’’ dedim mırıldanarak. Boğazımı sahteden temizledim. ‘’Gözlerim yaşarıyor.’’ Bana ters ters bakınca bakışlarının altında ezilecekken, cümle sonlarına doğru asabice sesini yükseltti. ‘’Kes Toprak. Onunla olsa olsa bir buçuk oluruz. Buçuk o! Yarım! Ne olduğu belirsiz!’’ ‘’Tamam.’’ dedim kedi mırıltısı gibi. ‘’Bir şey söylemedim.’’ ‘’İkiliymiş…’’ dedi öfkeyle homurdanarak. Ardından bacak bacak üstüne atarak yana doğru döndü ve benimle hiç konuşmadan bir yere kitlenip kadehini elinde döndürmeye başladı. Aslında durumları o kadar komikti ki gülmeden edemeyecektim ama şu an gülersem burnumdan kan gelene kadar bağırırdı. Emindim. Her insanın kalbinde iyiliğin yattığını düşünecek kadar aptal değildim. Kötülerin bile kötü olma sebebi vardı ama buna inanırdım; yine de kötü, kötüydü benim için. Erkan hiçbir kategoriye girmiyordu, ne kötü ne de iyi biriydi. Onu anlamakta zorluk çekiyordum ve ben hayatım boyunca ilk kez bir insanı anlamakta zorluk çekiyordum. Normal zamanlarda, kafam sağlıklı bir şekilde yerindeyken ve ben henüz mantığımı yitirmemişken insanların yüz ifadelerinden bile ne düşündüklerini anlayabilecek potansiyele sahip biriydim. Benim çevremde fazla insan olmamasından kaynaklı bir savunma mekanizmasıydı bu benim için. Ruhuma ördüğüm duvarların sardığı savunma mekanizmamla mutlu olmaya alışmıştım. Ben insanlardan kendimi bu şekilde koruyordum, bir avcı kadar temkinli ve dikkatli olarak. İnsanlar benim için avdan ibaretti, bense onları avlayan avcıydım. Ben duyguları, mimikleri hatta düşünceleri avlardım. Asir’in Erkan’dan hoşlanmama sebebi vardı, o sebebi bilmesem de en azından neden hoşlanmadığını tahmin edebilirdim. Fakat edemiyordum. Asir bile karman çorman bir karakterdi benim gözümde. Onu tamamen tanımıyordum ama birbirimizi hissetmeye başlamıştık, en ufak gerginliğini hissedip sinirlendiğini veya öfkeden deli olacağını kavrayabiliyordum. Dümdüz surat ifadesi olduğu vakitlerde bile bir şekilde onu hissedebiliyordum. İblis’i nasıl hissediyorsam aynı onun gibi. Birkaç ağacın arasında gürleyen şelalenin maviliğinin ışıltısını gördüm. Yeşilliklerin arasında suyun maviliği güneşin altında sim gibi parlıyordu. Dere oldukça büyük ve genişti, su büyük bir şelaleden dere yatağına doğru akıyordu. Beni kaçırdıkları derenin başındaki ağaç gibi bir ağaç yoktu, çevresinde ağaçlar olsa da dereye birkaç metre uzak mesafedelerdi. Derenin üstünde karşıdan karşıya geçmemizi sağlayacak güzel işlemeli ahşaptan köprü vardı; köprünün arkasındaki büyük şelaleyi görebiliyordum. Taşların arasından fışkıran sular köprüye değmiyordu. Reha hızlı davranıp dereye doğru koştu ve kenarda durup sudan içmeye başladı. Onu beklerken çevreme temkinli şekilde bakıyordum, İblis de en az benim kadar dikkatliydi. Tekrar kaçırılmak istemiyordum. Reha suyunu içtikten sonra başka sol tarafımda duran ağacın kenarından geçip dere boyunca yürüdüm. Reha da yanımda pıtı pıtı yürüyordu. Derenin akan gürültüsü zihnimi durgunlaştırırken içimde ur gibi büyüyen karaltıyı da sakinleştiriyordu. İblis bile sakinleşmiş görünüyordu. Elimde tuttuğum bıçağı kaldırdım, güneşin ışığı altında keskince parladı. Durdum, eğitimi hatırlayıp gözüme kestirdiğim yandaki ağacı hedefi alarak bıçağı ona doğru fırlattım. Bıçak havayı yaran bir ıslıkla ağaca doğru fırlayıp saplandı; bıçağı saplamakta iyiydim ama hedefe yamuk gidiyor ve haliyle yamuk saplanıyordu. En azından saplanıyordu. Bıçağa gidip bir kez daha çektim kendime ve geriye doğru yürüyüp durdum, yeniden fırlattım. Bu sefer de yamuk saplandı. İblis gözlerini devirse de bir şey söylemedi; o da eksik olduğum durumu gayet iyi biliyordu. Tekrar ağaca gidip antrenmana devam ettim. Reha sıkılıp benden ayrılmış, evin yolunu tuttuğunu umut etmemle gitmişti. Güneşin ışığı Kanlı Ay’a aktarılmaya başlandığında bile hala ağaçla antrenman yapıyordum. Ter şakağımdan akıp çeneme doğru kayarak yol çizerken bıçak fırlatmaktan elim yorulmuş, nefes nefese kalmış vaziyetteydim. İblis rahat rahat oturup kadehinden yudumluyor, arada esniyordu. Kaşlarını çattı, ‘’Asir ormanda sürprizim var dememiş miydi? Nerede bu sürpriz?’’ Keskin bakışlarını çevrede dolaştırıp ‘’Herifin her şeyi yalan.’’ dedi meymenetsiz bir suratla. Ağacın üstüne bir kuzgun tünedi ve uğursuz bir sesle çığlık attı. Kafamı kaldırıp ona doğru baktım ve sırıtarak gevşekçe asker selamı verdim, ardından bıçağın olduğu tarafa baktım. Hala ağaçta saplıydı. İblis yaptığım harekete kıkırdadı. Onu oraya gitmeden nasıl alabilirdim? Asir bunu yapabileceğimi söylemişti. Ama nasıl? Onu gücümle almamı istemişti, bu barizdi. Benim gücüm neydi? Karanlık. Gölge. Kuzgun… Yapamazdım. Benimle dalga geçiyor olmalıydı. Bacaklarım yorulunca oturacaktım ama İblis, ‘’Çok geç oldu. Gidelim artık.’’ dedi. ‘’İblis ağaçtaki bıçağı nasıl alabilirim? Gücümle yani.’’ Gözlerini kıstı, o da bıçağa bakıyordu. Bir süre düşündükten sonra ‘’Gücünle alamazsın.’’ dedi. Ona ters ters bakınca gözleri yuvalarında dönerek beni buldu, aşağılık bir şeye bakıyormuş gibi küstah bakışlarını yan ama keskin tuttu. ‘’Seni aşağılamak için demiyorum,’’ dedi tekdüze bir sesle. ‘’Alamazsın ama nedenini söylemeyeceğim. Bu senin bulman gereken bir şey.’’ Derin bir nefes bıraktım. ‘’Sağ ol ya.’’ ‘’Her zaman.’’ dedi alay ettiğimi bilerek. ‘’Hadi gidelim.’’ Orman kararmamıştı ama loşluğa bürünmüştü, hala önümü görebilecek kadar hava aydınlıktı. Ortama bir sessizlik bürünmüştü. Oyalanmamalıydım. İlerleyip ağacın ortasını saplamaktan mahvettiğim yerden bıçağı çekip aldım. Ağaç benden nefret ediyor olmalıydı. Bıçak elimde döndüre döndüre, sakin ve aynı zamanda temkinli şekilde yürümeye başladım. Bir süre ilerledim ama yolumu kaybettiğimi düşünüp birkaç kez etrafa bakındım, doğru gidiyordum ama bir şeyler yanlış gibiydi. Yanlış gitseydim İblis uyarırdı ama uyarmadığına göre doğru gidiyordum. Ağaçların arasından ilerlerken karanlığın yuttuğu uzun gövdeleri uzaktan seçe seçe ilerledim, yaprak hışırtıları kulaklarımı dolduruyordu. Dereden epey uzaklaşmıştım. İblis gözlerini kısıp yana doğru dikkatlice bakıyordu, bense önüme bakıyordum. ‘’Toprak koş!’’ Onu dinleyip neden koştuğumu bile anlamadan koşarken buldum kendimi. Bu kadar ani ve hızlı bir karar vererek harekete geçmeme ben bile şaşırmıştım. Ağaçların arasından hızlıca geçerken bıçağı elimde korkudan sımsıkı tutuyordum. ‘’Ne oldu, ne!’’ dedim zihnimden çığırarak. ‘’O ne, anasını satayım? Asir! Tatarus!’’ Kalbim hızlanarak göğsüme baskılar kurarken, bacaklarımdaki dermansızlıkla hızlıca koşmaya devam ederken birden önümde bir şey belirdi. Belirdi diyorum, çünkü topraktan yükseliyordu. Ona gözlerim kocaman aralanarak bakıp bir süre şoktan duraksadım. ‘’O ne lan!’’ dedim bağırarak. Topraktan yükselip etrafındaki taşları kendine doğru mıknatıs gibi çekerek büyük bir gürültüyle şekil almaya başladı. O şeyin önce pençeleri, sonra büyük bir gövdesi, ardından yırtıcı bir hayvanı andıran kafası oluştu. ‘’O ne lan!’’ dedim tekrar bağırarak, İblis’le aynı anda bağırıyor, tutuşuyorduk. Onu görür görmez yolumu değiştirip farklı bir yöne saptım. Taştan yaratık beni kovalıyordu, iki yanımdan da ona benzer yırtıcılar koşturmaya başlamıştı. İkinci bir Salmon Sürüsü vakasının kucağına düşmüştüm. Kuyruğu yakalamak hiç bu kadar korkunç olmamıştı! Toprağa ayakları her vurduğunda büyük bir patırtı kopuyor ve ayaklarımın altındaki yer titriyordu. İblis etrafa baktı, bense koşturmaya devam ettim. Önüme aniden çıkan yaratıkla çığlığı basıp elimdeki bıçağı ona doğru fırlattım, bıçak bedenindeki toprak yarıklarının arasına saplandı ama hiçbir şey olmadı. Ölmüyordu! ‘’Ne yaptın!’’ dedi İblis kızmaktan uzak bir sesle. Daha çok tutuşmuş bir sesle. ‘’Bıçağım onda kaldı!’’ dedim ben de, korkuyla bağırarak. Ağlayacağım şimdi. Ellerini öne doğru uzatıp avuçlarını açarak onu gösterip hararetle, ‘’Fırlatırsan kalır tabi!’’ dedi İblis de kocaman gözlerle bağırarak. Hayvanımsı yaratık ölmüyordu ve her bir tarafımdan kuşatılmıştım. Ağaçların arasındalardı, önümde ve arkamdalardı. Bunlardan kaç tane vardı? ‘’Beş taneler. Şimdilik.’’ Yaratığın taştan oyulmuş, içi boşluktan oluşan gözlerine bakarak ‘’Asir’in sürprizi buysa, onu eve geçtiğimde öyle bir-‘’ dememle yan tarafımdan yediğim darbeyle nefesim kesilerek sağa doğru uçtum. Havadaki bedenim gözlerimi yummama ve kısa sürede toprakla bütünleşmeme neden oldu. Nefesim boğazımda takılı kaldı ve dişlerim birbirine takırdatarak sızladı. Gözlerim acıdan dolarken yerde kalçamı sürterek geri geri gittim. Çevremde başıma yavaş yavaş toplanan sürüyle ayağa kalkıp acımı umursamadan diğer tarafa koşmaya başladım. Başta tökezlesem de sonradan hızlandım. Peşimde taştan sürüyle! Onlar da gürültüyle beni takip ediyordu. Taştan oldukları için ağır hareket ediyorlardı, ben onlardan hızlıydım ama bir daha o öldürücü darbeyi yemek istemiyordum. Hayatım boyu hiçbir şekilde öyle ağır bir darbe yememiştim. Ölümden dönerken bile! Kuzgunlardan biri çığlık attığında gökyüzünde bir karaltı uçtuğunu fark ettim, bana yol gösteriyor gibiydi. ‘’Tatarus! Geliyorlar! Nasıl kurtulacağız ulan, ölmüyorlar bile!’’ Kuzgun toprağa tünedi, bir yeri gösteriyormuş gibi kanatlarını açıp kapattı ve yerinde zıpladı. Ona doğru son anda koştum ve arkamdan gelecek olan darbeyi son anda engelleyerek yerde kendi isteğimle kaydım, alt tarafta bir çukur vardı; bedenim o küçücük alandan kaydığında dişlerimi birbirine bastırıp acının gelmesini bekledim. Büyük bir gürültüyle tozu dumana katarak yere düştüm. Yukarıda büyük bir gürültü koptu, hala oradalardı biliyordum ama bana ulaşamıyorlardı. Toprak üstüme örtülmüş gibiydi, küçük bir kafesi andırıyordu bulunduğum çukur. Dar ve aralık olan yerden taşların pençelerini görebiliyordum. Buradan rahatlıkla çıkabilirdim, yerde sürüklenip buraya düştüğüm için yere feci kapaklansam da tırmanacak yer ve alan vardı. İblis gözlerini rahatlamış şekilde kapatıp araladı, ‘’Asir’i bulursam…’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Al benden o kadar!’’ dedim bağırarak. ‘’Bunlar ne ya! Beni öldürmek mi istiyor! Bu ne biçim sürpriz?!’’ ‘’Sürpriz mi? O odun ne anlar lan sürprizden? Onun yapacağı sürpriz al, bu kadar!’’ dedi kızgınlıkla. ‘’Onu bir elime geçirirsem var ya!’’ ‘’Nasıl kurtulacağım ya?’’ dedim ağlamaklı bir sesle. ‘’Delirmiş olmalı! Beş tane bir de!’’ dedim aralık olan yerden hala gitmemiş, bana pusu kurmuş taşlara bakarak. Benim çıkmamı bekliyorlardı. Onları alt edene kadar gitmeyecekler gibi görünüyordu. Bir süre karanlık iyice çökene kadar orada durdum, ortam sessizleşse de arada hareket eden taşların gürültüsünü duyabiliyordum. Hala oradalardı. Şaka gibi. Asir’in neden benim peşimden gelmediğini veya beni aramadığını şimdi anlıyordum. Adam eğitim alanını canlandırmıştı! Bir de beni hedef yapmıştı! ‘’İnsan bir süre falan koyar!’’ dedim dişlerimin arasından fısıldayarak. ‘’Hayır eğitim alanının bir süresi olmaz mı? Belirli süre sonra kaybolmalılar, değil mi?’’ dedim İblis’e dönüp. ‘’Evet!’’ dedi o da beni destekleyip, yangına körükle gitmeye bayılırdı. ‘’Diyorum sana, hayvan o!’’ Kısa bir süre bakıştık, ‘’Bu ona küfür bile değil!’’ dedi etik olmayan bir şakayla yükselerek. Bir süre yüzüne daha bakıp gülmeye başladım, kafamı eğip kıkır kıkır gülerken onun da sinirleri bozulmuş olacak ki o da gülmeye başladı. ‘’Delireceğim…’’ dedi fısıldayarak, kıkırtılarının arasından. Gülmemiz geçince ikimiz de ciddileşmiştik. ‘’Mızmızlanmayı bırakmamız lazım.’’ dedi. Kafamı onaylarcasına salladım. ‘’Burada duramayız değil mi? Seninle ne konuştuk Toprak?’’ dedi, ciddiyetle monoton bir sesle. ‘’Al sana bela.’’ Kafamı tekrar salladım. ‘’Neredeyse öldüm değil, öldüm diyeceğim.’’ ‘’Aynen öyle.’’ İblis’in en sevdiğim sözü geldi aklıma, ‘’Ölüm ancak onu isteyene yakışır.’’ Derin bir nefes verdim ve her tarafımı kuşatan toprak yüzünden terden bunaldığım yerde düşünmeye başladım. Sırtımdan soğuk terler akıyordu, ellerim titriyordu ama en azından dışarıdaki şeylere karşı olan korkum geçmişti. Asir’e olan öfkem artıyordu. Onu buradan çıkar çıkmaz ayağımın altına alacaktım. Onun için bile buradan çıkmalıydım. ‘’Toprak, senin bulman gerekiyor demiştim ama söyleyeceğim.’’ dedi, ‘’Asir’in söylediği şeyi çoktan anlamıştım. Bıçakla olanla ilgili.’’ Onu pür dikkat dinlemeye başladım, kara gözlerine bakarken, ‘’Amacı, bıçağı oradan kaldırman değil. Bıçağı kaldırmana sebep olacak şeyi ortaya koyman. Bıçak sadece bir hedef, senin amacın farklı olmalı.’’ ‘’Ne demek istiyorsun?’’ ‘’Bir gölge yaratmanı istiyor.’’ dedi, ‘’Senin gücünün temeli, bir gölge.’’ Kaşlarımı çattım, ‘’Nasıl yaratacağım ki?’’ ‘’Düşün.’’ dedi omuz silkerek, omzunu hareketlendirince dumandan olan elbisesinin kenarları uçuşup havaya karıştı. ‘’Kalede neredeyse olacaktı değil mi? Araya giren kişiler olmasaydı, başaracaktın. Şimdi bol bol zaman var ve araya girecek olan kişi yok.’’ ‘’Hadi gölge yarattım diyeyim, gölgenin şimdi ne gibi bir faydası olabilir ki?’’ ‘’Onu yaratınca düşünürüz.’’ Kafesteki hareketlerimi tek tek düşündükten sonra elimi kaldırıp avcumu göğe bakacak şekilde çevirerek ‘’El’feria.’’ diye emrettim. Hortum avcumun tam göbeğinden yukarı doğru yükseldi ve dönmeye başladı; ardından kuzgunun mat kanatları belirdi ve kısa bir çığlık duydum. İblis’le bakıştığımızda gözlerini usulca kapatıp aralayarak beni destekledi. ‘’Bunu yapabiliyordum…’’ desem de hala auramı avcumda görüyor olmam beni heyecanlandırıyordu. Gözlerimi kapattım, seslerin kulaklarımdan silinmesini ve zihnimin berraklaşmasını sağlamaya çalıştım. Dışarıdaki gürültüyü bir yerden sonra duymamaya başladım, sırtımdan akan terin çizdiği yolu hissetmemeye; ortamdaki sıcaklığı, soğukluğu, havadaki gergin ortamı düşünmemeye başladım. Her şey tıkırında giderken içimde bir yerlerde, ruhumun bir kenarına yapışıp kalmış o kadının sinsice sırıttığını hissettim. O kadın, Kraliçe’nin ta kendisiydi. Onunla bakıştığımı, onun kalbini tam kalbimin üstünde hissettiğimi ve kalp atışlarımızın bile bir arada senkronize olduğunu sezdim. Kafesteki kız ben değildim, Kraliçe’ydi. Alberto’nun kaçırdığı kişi ben değildim, Tacı Düşmüş’tü. Evin Yağmur Erkuran’ın içinde bir zamanlar bir canavarın dizginlerini eline alan acımasız bir kadın vardı ve şimdi, açığa çıkmak için ruhunun bir köşesine yapışmış olan o kadın, içten içe diğer yanını parçalıyordu. Gözlerim kapalı halde, İblis’imin keskin, kömür karası harelerine tutunarak ‘’Kuzmus fa’r, (Gölgeler ortaya)’’, dedim kendimde olmayarak. İblis baştan aşağı titreyerek bana şaşkınlıkla baktı. ‘’Kuzmus far’, ti matmaze. (Gölgeler ortaya, emrediyorum.)’’ Ağzıma gelen kelimeler, benden bağımsız şekilde yükseliyordu. İçimi tırmalayan şey artık korkum değil, o korkumun dizginlerini eline alan adrenalindi. Dışarıda havanın serinliği iki kat artmış gibi hissettim, yapraklar gürültüyle hışırdadı. Sanki bir fırtınanın kucağında dallara tutunmak için mücadele ederken savaş çığlıkları atıyorlardı. Soğuk kanımı dondurdu, gözlerimi araladım ve İblis’in kocaman aralanmış gözlerine baktım. Bana değil, çukurun dışarıyı görmemi sağlayan aralığına bakıyordu. Gözlerimi aralar aralamaz bana bakıp sırıtan gölgenin yüzünü gördüm. Kalbim durdu. Korkudan değil, heyecandan. Ağzı olan yer boşluktan ibaretti, sırıttığını biliyordum çünkü onu hissedebiliyordum. Beni orada bırakıp gittiğini sandığım şekilde kayboldu, sonra taşların gürültüsünü duydum. Aralığa yaklaşıp dışarıya baktığımda İblis olanlara yetişemiyor, öylece durmuş hem bana bakıyor hem dışarıyı seyrediyordu. Taşlar, gölgeyi insan sandı ve onu takip etti. Kısa bir süre taşların gittiğinden emin oluncaya kadar çukurda bekledim, ardından tırnaklarımı aralığa saplayarak toprağa tutundum ve ayaklarımı kaldırıp duvardaki bir taşa bastım. Kendimi yukarı kolaylıkla çekip aralıktan sürünerek çıkarken göğsüme batan taşların acısını görmezden geldim. Nefes nefese kalmış halde aralıktan çıkınca soğuk damarlarıma, sırtımda anında kuruyan terlere karıştı. Beni iliklerime kadar titretti. Adrenalinden mi yoksa soğuktan mı emin olamadığım halde tir tir titrerken İblis’in sessizliğine kulak kabarttım. Dilini yutmuş gibiydi. Konuşamıyordu. Ben de öyle. Bunu yapabileceğimi gerçekten bilmiyordum ama işe yaramıştı ve çok da zorlanmış sayılmazdım. Büyük ihtimal gücüm gerçekten parlamıştı ve korku duygusu, bazı zamanlar işe yarıyordu. İblis ağzını aralayıp bana döndü ama burnumdan akan sıvıyı görünce sustu. Bakışları hem gurur dolu hem de tuhaftı. Elimi burnuma sürttüğümde beyaz tenimi renklendiren uğursuz sıvıyı gördüm. Kanımın rengi koyu bir kırmızıydı. Burada beklememin gereksiz olduğunu düşünüp artık şoktan kurtularak eve doğru ilerlerken yorgun hissediyordum. Auramı kullanmak beni yormuştu sanırım. Gerçi sabahtan beri koşuyordum, o da vardı. ‘’Nasıl bu kadar sakinsin lan!’’ dedi İblis zihnimde, labirentimin duvarlarını sarsacak şekilde bağırarak. Coşkulu sesi bile zihnime ağır gelmiş olacak ki yüzüm buruştu ve akmakta olan burnumu elimin tersiyle silip süpürmeye devam ettim. ‘’Az önce gölge yarattın! Gölge! Senin askerlik arkadaşın, maziden! Hani şu Kraliçe’nin yaptığı!’’ dedi art arda heyecanla durumu anlatırken. ‘’Hani şu…’’ ‘’Tamam, anladım.’’ dedim yarım ağız, yorgunlukla gülerek. ‘’Yapabildim, başardım. Vov!’’ dedim sahteden sevinçle. Ardından gelen durgunlukla, ‘’Ölecek gibiyim.’’ dedim mırıldanarak. ‘’Demek ki henüz başaramamışız, bunu söylediğine göre.’’ dedi gülümseyip. Gülümsedim. ‘’Seninle gurur duyuyorum şu an, Toprak. Tamam mı? Gururdan ağzımı burnumu kıracağım şimdi, gözüme kalem saplayacağım. Ne bileyim, göğe yükseleceğim!’’ dedi sıralayarak. Ona yan yan bakıp kahkaha attım, ‘’Senin gururun anca böyle olurdu.’’ dedim kafamı iki yana sallayarak, bir yandan gülümsemeye devam ediyordum. ‘’Ne dedin…’’ dedi düşünüp gibi yapıp, bir yandan beyaz sivri köpek dişlerini gösterip sırıtıyordu. ‘’Kuzmus fa’r ti matmaze.’’ dedi ve göğsünde coşmakta olan sevinci eliyle ağzını kapatıp bastırsa da etrafa maratona koşmuş gibi uçuşup kaybolan dumanları kendini ele veriyordu. Derin, tiz bir nefes alıp göğsünü şişirdi, ‘’Vay anasını dedim, işte tam orada sana yükselecektim...’’ Kahkaha attım. ‘’Kes sesini, şapşal mısın?’’ Yorgunken bile beni güldürüyordu. Halime bakıp güldü, ‘’Neyse ki boklu hallerini biliyorum, onlar kısa sürede aklıma gelince vazgeçtim sana yükselmekten.’’ Bir kahkaha daha patlattığımda ormanın derinlerinde sesim yankılandı. Sırıttı, ‘’Ayrıca Asir’i karşıma almaya niyetim yok böyle bir konuda.’’ dedi ve ikimiz de sustuk. ‘’Asir… Onu öldüreceğim.’’ dedim gizli saklı bir öfkeyle. ‘’Bunu görmek isterim.’’ dedi sakin sakin kafasını sallayıp. ‘’Ama önce dinlen, sonra öldür.’’ Evin patikasına ulaştığımda Asir’i uzaktan, verandanın oradaki sandalyeye oturmuş beni beklerken gördüm. Gözlerim kısıldı, içimdeki titreyen alevi hissediyordum. Yüzüme hiçbir tepki koymazken, yüzümdeki kurumaktan gerilmiş kanı idrak ederek öylece yürüdüm. Beni görünce sırtını dikleştirdi ama yerinden kalkmadı. Hareketlerimi pür dikkat seyrediyordu. Önce elime, sonra üstüme başıma, ardından yüzüme baktı. Kanı görünce biraz orada oyalandı. Verandanın basamaklarına gelene kadar ona baktım, verandada ona bakmayı kesip kapıdan içeri girdim. Onunla konuşmayacaktım. Ciddiydim. Konuşmayacaktım. Merdivenlerden yukarı çıkıp kendi odama girdim ve odamın banyosuna girdim. Aynada kendimi görünce bir irkildim; saçım başım birbirine dolanmıştı, burnumdan akan kan yanağıma kadar sürülmüş öylece kurumuştu. Betim benzim atmış vaziyetteydim. Olanları düşünmeye fırsat bile olmadan kapı aralandı ama içeriye bakan olmadı. Kalbimde biriken öfkeyle musluğu açtığımda kapının arasından görünen kafanın varlığını, sonra kızıl gözlerin yakıcı hissini sırtımda hissettim. Hiçbir şey söylemeden kafamı eğip suyu yüzüme çarpıp dağılmış yüzümü temizledikten sonra kafamı kaldırıp kendime baktım. Arkamda kapıyı kapatmış, sırtını kapıya dayayan ve beni yüzündeki yumuşak ifadeyle izleyen Asir’e bakmamak için kendimle savaş verdim. Yanımda duran havluya davranıp yüzümü kuruladıktan sonra arkamı dönerek onunla göz göze geldim. Hiçbir şey söylemedim. İblis halinden memnun gibi yüzünde gülmemek için çabaladığı dudaklarını büzüp birbirine bastırıp şekilden şekile girerken, dayanamayıp kafasını indirdi ve kadehinin içine baktı. Durum cidden komikti ama Asir’e vuracak değildim. Aslında vurabilirdim. Ama beni öldürebilirdi? Öldürmezdi be! Süründürürdü. Ona doğru ilerleyince sırtını dikleştirip kapıdan kendini ayırdı ve bana temkinle baktı. O da ben de konuşmuyorduk ama o benden gelecek ani bir atağı bekliyor gibiydi. Onunla konuşmayacaktım. Fakat o konuştu. ‘’Burnuna ne oldu?’’ Bunu soruyor muydu gerçekten? Ah, gerçekten öfkeden içim yanıyordu, yüzümü ifadesiz tutmaya çalışsam da gözlerime yapabileceğim bir şey yoktu. Saçını parmaklarının arasından geçirdiğinde perçemleri dağılıp alnına düştü. ‘’Beni öldürecekmiş gibi bakıyorsun…’’ dedi Asir, ‘’Öfkeli misin?’’ Kafamı iki yana sallayıp gülümsedim. Yutkunduğunda adem elması inip yukarı çıktı. ‘’Neden konuşmuyorsun? Gerildim.’’ dedi, ciddi mi şaka mı yaptığını anlayamadığım şekilde. Boğazını kısaca temizleyip, ‘’İyi görünüyorsun…’’ dedi kafasını sallayıp, ‘’Sevindim.’’ dedi ve ‘’Madem öyle dinlen.’’ dedi ekleyerek. Ben konuşmadıkça o konuşmaya devam ediyordu ve benden bir şey bekliyor gibi duruyordu. Kızıl gözleri üstümde gezindi, her şeyi görüyor, fark ediyor ama konuşmuyordu. Beni delirtiyordu! Başını tekrar boş boş sallayıp arkasını döndü ve kapıdan tam çıkmak üzereydi ki elimi kaldırıp ensesine öyle bir vurdum ki, avcumdaki yanma hissiyle etinin çıkarttığı ses aynı anda oluştu ve ses banyonun duvarlarında yankılandı. İblis domuz sesine benzer bir ses çıkartıp oturduğu yerde haykırmamak için zor dururken, ben öfkeden kudurmuş vaziyette Asir’in arkasını dönmesini bekliyordum. Kafasını eğmiş, kızarmaya yüz tutmuş ensesiyle öylece bekliyordu. Yutkundum. Dönmemeye devam ettikçe kalbim gümleyerek atıyordu. Azıcık tırsmaya başlamıştım. Vurmayacaktım güya. Hadi oradan. Ay, vurmasaydım keşke. Dönsene be! Yavaş dön… Yavaşça başını çevirip omzunun üstünden bana bir bakış attı, ona kaşlarımın altından bakmaya başladım. Hareketlerini takip ediyordum, yüzünden hiçbir şey okuyamıyordum. Öfkeli görünmüyordu ama bu kadar tepkisiz olması da hayra alamet değildi. ‘’Rea…’’ dedi, sadece derinden gelen bir sesle. Sesi beni baştan aşağı titretti, öylece kedi yavrusu gibi, ‘’Hım?’’ demekle yetindim. ‘’Acıdı, hayatım.’’ Bir süre boş boş söylediğini, ses tonunu falan düşündükten sonra kafamı indirip kaldırırken, ‘’Acır!’’ dedim bundan gaz alarak. Sakin görünüyordu ama her an patlayacak gibiydi, şu an sadece sakin olmasına sırtımı yaslayabilirdim. Ben ondan daha öfkeliydim! ‘’O taştan yaratılmış garip varlıkları üstüme sal, beş tane!’’ dedim kaşlarımı kaldırarak, ‘’Bir de beş! Sonra gel, ölüm kalım savaşı vereyim…’’ dedim, gözlerine baktıkça sesim kendi kendine alçalıyordu. ‘’Sonra… Zar zor kurtul!’’ dedim, artık bahane sıralıyormuşum gibi bir ses tonuyla. Yüzünü incelerken istemsizce parmaklarımla kazağımın eteğiyle oynayıp çekiştirirken, ‘’Ne bakıyorsun be?’’ dedim mahcuplaşmakla öfkeli arasında gidip gelen sesimle. ‘’Sonucunda ne oldu?’’ dedi, bana tamamen dönerek. ‘’Hedefine ulaştın mı?’’ Bir süre öylece sessizce durdum. Bana doğru yürüdü, ben de geri adım atmaya başladım. ‘’Soruyorum.’’ dedi sakin sakin, ‘’Hedefine ulaştın mı?’’ Yutkundum, belim lavabonun soğuk mermerine değerken ellerimi de arkaya koymuş, lavaboya tutunmuştum. ‘’Ne olmuş…’’ dedim yutkunarak. ‘’Ulaştıysam ne olmuş? Ölümden döndüm! Bir kez daha!’’ Bana doğru kocaman bir ağaç gibi eğildi ve lavabonun kenarlarına tutunduğum ellerimi, büyük elleriyle kapatacak şekilde kavradı. Kalbim yerinden çıkacaktı, bu yakınlık aklımı alabora ederken nefes alacak bir yer bulmaya çalıştım. O çukurda bile rahatlıkla nefes alabilirken onun yakınlığının nefesimi bu kadar daraltması… Kendine gel! Suratımı tepkisiz tutmaya çalıştıysam da, yüzünü bana doğru yaklaştırdığı an bendeki devreler çoktan kızarıp yanmaya başlamıştı. Vücudu, bedenime o kadar yakın ve bir o kadar uzaktaydı ki bu işkenceydi! Sıcaklığını hissediyordum ama onu tamamen hissedemiyordum. ‘’Seni güçlendirmek için kendi yöntemlerimi kullanacağım. İstediğin kadar mızmızlan, istediğin kadar bana vur, benimle tartış veya bana küs; hedefimden şaşmayacağım. Kendini sana hatırlatacağım.’’ ‘’Bunu bana bunları yapmadan da-‘’ ‘’Bunu sana bunları yaparak göstereceğim.’’ dedi keskin bir sesle sözümü bölerek. ‘’Acı olmadan güçlenmek olmaz. Hele bu dünyada, asla olmaz. Geldiğin yeri, sıcak yatağını unutacaksın. Yeri gelince onları sana ben vereceğim.’’ dedi, gözlerimin içine bakarak. ‘’Unutma ki sadece bana mızmızlanabilirsin, sadece bana güvenebilirsin, sadece benimle tartışabilirsin. Tehlike varsa ve seni o tehlikenin içine koyacaksam o tehlikenin içine ben çoktan girip çıkmışımdır.’’ Sesim içime kaçarak küçülürken, ‘’Bu ne biçim avutma şekli? Ne demek istiyorsun yani?’’ Dudağını yanağıma yaklaştırdı, fısıldadı. Yanıyordum, yakınlıktan ve nefesinin sıcaklığından. Kalbimi bile duymuyordum, çünkü onun kalbini duyuyor gibiydim. O kadar gürültülü atıyordu ki bu yakınlıktan duyabildiğime yemin edebilirdim. ‘’Biz biriz. O tehlikenin içinden ben çıktıysam, sen hayli çıkarsın demek oluyor.’’ dedi. ‘’Ödülün.’’ diye ekleyip yanağıma buse kondurdu. Öptüğü yer cayır cayır yanarken, dudaklarının yumuşak baskısını o benden ayrılınca bile hissetmiştim. Benden uzaklaştı, elimi kavrayan elleri benden kopup gidince boşluğa düşmüş gibi hissettim; parmaklarım onun baskısı kalkınca tatlı bir sızıyla uyuştu. Keskince sanki beni hiç öpmemiş gibi bana bakarak, ‘’Bundan daha sert olacağım anlar gelecek, istediğin kadar gelip bana ağlayabilirsin. Sadece bana ağlayabilirsin zaten.’’ dedi ve arkasını dönüp banyodan çıktı. İblis’e çekinerek baktığımda dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıtmıştı. Ardından bana baktı, ‘’Ben de varım.’’ Dudaklarım kıpırdadı ama son anda gülmeden banyodan çıkabildim. Kendimi öylece yatağa attım, karanlık odalarımda durup onun söylediklerini düşünürken beynim giderek akışa kapılıyordu. Tamamen kapandı. (2 ay sonra) ‘’Bahçeye.’’ Beni beklemeden yine önden giderken yorulsam da artık dayanabildiğimi fark ederek peşinden gittim. Yine ciddi, kayıtsız tutumuna geri dönmüştü. Bu kadar hızlı değişmesini çok çekici aynı zamanda enteresan buluyordum. Bahçeye geldiğimde karşımda durdu, üstüne giydiği siyah tişörtü bol ve kaslarını gizliyorken altındaki siyah eşofman da aynı şekildeydi. Geniş sırtı bana doğru dönüktü; ardından önce omzunun üstünden bana doğru keskin bir bakış atıp tamamen vücudunu bana doğru dönünce yüzünü apaçık gördüm. Bıçak hala ecelim gibi orada saplı duruyordu. Bu kadar kısa bir zamanda hızlı gelişme gösterdiğimi düşünüyordum. Çalışmaya başlayalı sadece iki ayı devirmiştik ama günlerle beraber kaslarım ve kaslarımın hafızasının çalıştığını görebiliyordum. Sanki içimdeki o kadının ruhu, bazen gömüldüğü yerden çıkıyor ve uzuvlarımı kontrol ediyordu. Asir mesafeyi kapatıp yakamdan tuttuğu gibi beni birkaç metre ötedeki yere fırlattı; havada takla atarak ayaklarımın üstüne düşsem de ayaklarım toprağı kazıyarak geriye doğru sürtündü. Yere kapaklanmamıştım, Asir’in suratına baktığımda tek kaşını kaldırıp indirdi ve kayıtsız durmaya devam etti. Şaşırmış olduğunu biliyordum. Artık kelimelere önem vermiyorduk, talim olduğunda her an saldırabilirdik birbirimize ve bunu öğrenmem biraz sürmüştü. Yine de halletmiştim. Hızlıca ona doğru koşup saldırmaya başladım. Kolaylıkla beni savuştursa da hız kazandığımı biliyordum, o da biliyordu ki giderek kaşlarını çatıyor ve saldırılarımı savunmada güçlük çekiyordu. Aniden boş bulunup işaret parmağını kaldırdı ve ben, ağaçtaki o bıçağın keskin sesini duydum. Onu ani bir manevrayla yere düşürdüm, kendim de onun üstünde durur durmaz bıçağın bana doğru geldiğini sezdim ve yemin ederim, o bıçağı havada tutup parmaklarımda ustaca çevirerek boynuna dayadım. Sırtı yere kapaklanmış vaziyette kızıl gözlerini şaşkınca aralayarak bana baktı. Bunu beklemiyordu, ben de beklemiyordum; çünkü bu hareketi yapmak aklımın ucundan bile geçmemişti. İblis bile deliye dönerek yerinden aniden kalktı, ‘’Toprak!’’ dedi sevinçle. Dudaklarını uzatarak sevinç naraları atarken gözleri kocamandı. Terden sırılsıklam olmuş vaziyette kararlı duran bakışlarım; Asir’in şaşkınlıktan sıyrılmış sert bakışlarına karşılık verirken boynuna tuttuğum o bıçakla ikimiz de öylece kaldık. Bacaklarım onun karnının iki yanına sarkmıştı, üstüne ağırlığımı vermiyordum ama kötü bir pozisyonda olduğumuzu yeni yeni kavrıyordum. Bıçak hala boynuna dayalı halde, bakışlarımızı birbirimizin üstünden çekmezken arsızca sırıttı. Boşta kalan elleri bacaklarımın iki yanına, baldırlarıma doğru dokununca bıçağın kabzasını daha sıkı tuttum. ‘’Yerin rahat mı?’’ dedi sırıtarak. Gülümsedim ama benimki onun gülümsemesinden farklıydı; onunki arsızdı, benimki alay doluydu. ‘’Senin?’’ dedim boynuna dayadığım bıçakla. Baldırlarımdaki elleri aşağı yukarı kayınca yutkunsam da duruşumu bozmadım. Kaşlarını yukarı kaldırıp gülümserken, ‘’Hiç bu kadar rahat olmamıştım.’’ dedi. ‘’Gerzek.’’ dedim üstünden kalkarken. Benimkinden daha büyük derdi olan biri vardı. ‘’Kusacağım şimdi.’’ dedi İblis, ‘’Sevincim kursağımda kaldı, kızımın fingirdeşmesini izliyorum. Bir baba figürü olarak çok üstüme geldiğinizi düşünüyorum, gerçekten.’’ Yanaklarım utançtan yansa da düz tuttuğum ifademle sanki antrenman yüzünden sıcaklamışım imajı verdim. Asir ben üstünden kalkınca hızlıca toparlandı, ‘’Bravo.’’ dedi kaşlarını kaldırıp indirirken. Ayağa kalkarken ‘’Dövüşte ustalaştığını görüyorum, ne de olsa ben öğrettim.’’ dedi gururlu bir ufak tebessümle. Kendi egosunu sadece görmezden geldiğim bir tebessümle geçiştirdim. ‘’Benimle gel.’’ Yanımdan geçerek eve yürümeye başladı. Asir’in peşinden eve yürüdüm. Büyülü ve bana doğru hızlıca gelen bıçağı sezip onu havada tutup kullanmam hepimiz için önemli bir gelişmeydi çünkü bu, hem hareketlerimin hem sezgimin hızlanıp geliştiğine işaretti. Asir’in eğitimleri başta zor gelse de zamanla alışmış, hatta hoşuma gitmeye başlamıştı. Aylarca eve kapanıp sürekli eğitim görmüştüm. Gözlerimi bağlamış ve evdeki eşyaları sadece duyarak sezmeme yardımcı olmuştu, sadece eşyaların sesini çıkartarak nerede olduğunu bulabilmiştim. Bıçağı havada bana yaklaşmadan tutmamın asıl sebebi buydu. İki ay öncesinde olduğu gibi evimizin bahçesinde topraktan büyülü taş varlıklar yaratmış, onları köpek sürüsü gibi üstüme saldırtmıştı. Bu sefer kaçmak yerine toprakla kavga etmiş, onlarla onlar toz toprağa karışana kadar dövüşmek zorunda kalmıştım. Salmon Sürüsü yardıma gelmiş, gece gündüz demeden uykumdan uyandırılıp ciğerim solana kadar onlarla ormanda koşmuştum. Gölgeler… Onları çağırmada da usta olmuştum. Fakat kuzgunlarla henüz işbirliğim olmamıştı. Aylar öncesinde Alberto’nun izini sürmesi için gönderdiğim kuzgundan ses seda yoktu. Belki de işe yaramamıştı. Asir, güçlerimi geri kazandıktan sonra bana karşı eğitimlerde daha fazla acımasızlaşmıştı ama her şeyin artık iyiliğim için olduğunu biliyordum. Beni güçlendirmek ve güçlerimi artık kullanacak duruma gelmemi istiyordu. Düşmanlarım kapımı tırmalıyordu, onları görmemiş olmam orada olmadıkları anlamına gelmiyordu. Alberto’dan hala ses seda yoktu ve bu ürperticiydi. Ne planladığını bilmiyorduk. Asir’inse arka planda bunun hakkında çalıştığını biliyordum, onu öldürme planları yaptığını da. Asir’in odasına girdim, hemen aşina olduğum orman kokusu burnuma doldu. Çalışma masasına gidip masanın altındaki çekmecesini açtı ve oradan işlemeli, dikdörtgen kahverengi bir kutu çıkarttı. İşlemeleri çok güzeldi. Ona doğru yaklaşıp bir yandan Asir’e şaşkınlıkla bakıyordum. Bana kaşlarının altından bakıp gülümsedi, ‘’Sürprizim.’’ Kutuyu bana doğru hafifçe itelediğinde, onu parmaklarımla çekerken şaşkınca teşekkür ettim. Kalbim ağzımda atıyordu ve midemde yine heyecandan kaynaklı taklalar meydana geliyordu. Isınan parmaklarımla kutunun üstündeki işlemeye elimi sürtüp çıkıntıları önce bir hissettim, ağacın dallarından yapılmışlardı ve bir kökü andırıyorlardı. Ortasında değerli bir taş vardı. Rengi kurşuniydi. Asir’e göz ucumla baktığımda beklentiyle bana ve kutuya baktığını gördüm. O benden daha heyecanlıydı, çok tatlı görünüyordu. Kutunun kapağını araladığımda, kırmızı bir kadife ve kadifenin tam ortasında ince, yılan işlemeli bir toka olduğunu gördüm. Toka çubuk şeklindeydi, ucu sivriydi ve yontulmuş, sadece ucunu kullanabileceğim bir bıçağı andırıyordu. O kadar güzeldi ki nefesim kesildi. ‘’Vay canına,’’ dedim yabancı dizilerden fırlamış karakter gibi. ‘’Bu çok hoş.’’ Asir’e tebessümle baktığımda, onun da tebessümle ve parlayan gözlerle bana baktığını gördüm. ‘’Savaşçı bir kraliçeye, ölümcül bir silahın uygun olacağını düşündüm.’’ dedi, ‘’Denesene.’’ Siyah renginde olan tokayı elime alıp salık olan saçlarımı gelişigüzel topuz yaparak onu aradan geçirdim. Bıçak gibi görünse de hiç kesmiyordu. ‘’Bu tokanın iki önemli özelliği var,’’ dedi, saçlarıma ve boynuma doğru bakarken. ‘’Çok yakıştı,’’ dedi arada fısıldayarak. Yüzüne gülümseyerek bakmaya devam ederken, boğazındaki hayali pürüzü temizleyip, ‘’İlki senin de fark ettiğin üzere hem toka hem de ucunu kullanabileceğin bir bıçak olması.’’ Kafamı salladım. ‘’İkincisi,’’ dedi ve ayağa kalkıp dibime geldi, nefesim bu yakınlıktan dolayı ani teklerken saçımdaki tokayı aniden kavrayıp hızlıca çektiğinde ve saçlarım yine belime kadar döküldüğünde nefesim kesildi. Parlak, kırmızı gözlerle avcundaki tokaya işaret ettiğinde, bakışlarım gözlerinden ayrılıp tokaya düştü. Yılan formunda olan tokaya! İrkilip geri çekilecektim ama yapamadım, sadece irkildim. Şaşkınlıkla Asir’e bakarken, ‘’Asir? Bu?’’ ‘’Vaxor.’’ dedi gülümseyip, ‘’Artık senin.’’ Vaxor’un bedeni bileğine dolanırken kirpiklerimi şaşkınca kırpıştırdım. ‘’Vay anasını satayım.’’ dedi İblis. ‘’Bu… Neden?’’ dedim kelimeler aklımdaki koridorda trafiğe takılırken. ‘’Vaxor’a ihtiyacım yok,’’ dedi Asir, tek omzunu silkerken. ‘’Baştan beri senin için almıştım. O senindi zaten, adını da sen koydun. Ben geçici süreliğine hapsedildiğim için onu ihtiyara emanet etmiştim. Kart olarak saklamış.’’ dedi, gözlerimin içine bakarak anlatırken. Nutkum tutulmuştu, tüm bunları planlamış mıydı cidden? Şakağıma düşen perçemi parmağıyla kulağımın arkasına atarken içim bir hoş oldu, ‘’Geçmişte de onu silah olarak kullanıyordun, en görkemli şekilde.’’ dedi devam ederek. ‘’Ne diyeceğimi bilemiyorum, teşekkür ederim.’’ dedim gözyaşlarım pınarlarımda dolmaya başlarken. Sadece renkli gözlerime parlak bir görüntü veriyorlardı, ağlamıyordum. Boğazımdaki beni yakan yumruğu saymazsam… ‘’Emanetimi bu kadar iyi taşıdığın ve onu koruduğun için. Hediyen için de.’’ dediğimde dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi ve başını bir kez salladı. ‘’Tamam,’’ dedi fısıldayarak. Tekrar Vaxor toka halini aldığında, onu tekrar bana doğru uzattı. Elime alıp saçıma tekrar geçirdim. ‘’Onu kullanman için onu kontrol etmen gerektiğini biliyorsun, değil mi?’’ dedi, bir adım bana yaklaşırken. Kafamı salladım, ‘’Evet.’’ ‘’Güzel. Bu demek oluyor ki gücünü kullanman lazım.’’ ‘’Biliyorum.’’ ‘’Şimdilik bıçak olarak kullan bakalım.’’ ‘’Tamam.’’ Dibime kadar girmişti, o yüzden fısıldayarak konuşuyorduk. Beni öpecek sandım, gözleri uzun uzun dudaklarıma doğru inerek orada oyalandı, ardından dudaklarıma bakıp bir iç çekti ve benden uzaklaşıp masaya geri oturdu. ‘’Yarın son görevin.’’ dedi eski haline dönerek. Bana kayıtsızca bakarken; ben, beni öyle dumura uğratıp kalbimin durmasını sağlayıp onun nasıl bu kadar hızlı toparlandığını düşünürken ‘’O tokayla saldırmayı öğreteceğim.’’ dedi. ‘’Yılan büyüsünü mü öğreteceksin?’’ ‘’Hayır,’’ dedi, ‘’Onu zaten biliyorsun, hatırlaman gerek. Sadece hiç elinde bir silahla bana saldırmadığını fark ettim, bugün.’’ ‘’Bir sürü kez saldırdım,’’ dedim, ‘’Bugün de.’’ ‘’Ama sana özel olan bir silahla değil.’’ dedi inatlaşarak. ‘’Her neyse, yarın son görevin bu. Sonra dövüşe ara vereceğiz, sen kendi başına çalışmaya devam edeceksin.’’ Kafamı sallarken birden sormayı planladığım soruyu düşünmeden sordum, ‘’Asir, Alberto’ya ne oldu sence?’’ Ondan bahsettiğimde yüzü öyle bir katılaştı ki, sorduğuma pişman olup dilimi ısırdım ama bu çok geç bir reaksiyondu. Sesi ölümcül bir tonlamaya büründü, karşımda Erkan konuşuyor sandım. ‘’Niye soruyorsun aniden?’’ ‘’Hiç sesi çıkmıyor.’’ dedim tereddütle. ‘’Korkuyor musun?’’ Bunu sorarken daha da öfkelendiğini sezdim. ‘’Hayır. Merak ediyorum. Bir şeyler planladığını biliyorum ama bana bir şey anlatmıyorsun.’’ Öfkesi yatışmıştı ama ‘’Rea, düşünceler de öldürür ama onlara katil diyen olmaz. Çok fazla düşünüyorsun.’’ dedi, normal bir sesle. Bunu da düşünmeme izin vermeyerek ekledi, ‘’Gerek yok şimdilik. Git biraz dinlen.’’ ‘’İyi, emredersiniz efendim.’’ dedim manidar bir sesle. Bana kaşlarının altından yumuşak bir bakış attı, ona gözlerimi kısıp kınarcasına bakarken kafamı iki yana salladım. Bana tip tip bakmaya devam etti, ‘’Git artık.’’ dediğinde, ‘’Bir daha istesen de gelmeyeceğim.’’ dedim tribimi atarak. Güldü sadece. ‘’Getirmesini bilirim.’’ dedi ben kapıdan çıkmadan önce. Gıcık. Odama gidip kısa bir duş aldıktan sonra tekrar odama girince, pencereye konan kuzgunu fark ettim. Bornozumla beraber ona yaklaştım, heyecandan elim ayağıma dolanmış, bacaklarımdaki güç akışı uyuşmuştu. Yutkunarak kuzguna bakarken, yatağın kenarına oturup ona doğru uzandım. Kanadına dokunduğum an başım geriye düştü ve görüşüm bulanıklaştı. Havada değildim, bu sefer ağacın bir dalına tüneyen kuştum. Etrafa bakarken çok da uzak olmayan, benim görebileceğim bir yerde ışıkları akşam karanlığının hafif çöktüğü yerde yanan bir kulübe gördüm. Kulübenin önündeki bir sandalyede Alberto oturuyordu. Salaş giyinmişti, hatta üstündekiler pijama diyebileceğim kadar salaş. Elinde bir kuzgun tutuyordu, ona böcekmiş gibi bakıp tek eliyle boynunu kırınca ağaçtaki kuş, gakladı. Alberto sesi duyar duymaz ağaçtaki kuşa döndü ve gözlerinin içine bakarak sırıttı. Görüşten nefes nefese ayrıldım tekrar, bu sefer içimde biriken öfke kinin hamurundandı. O nasıl… Gözlerimi öfkeden delirmiş halde açarak yerimde tir tir titrerken kuzgunla bakışıyordum. Öfkem şeytanın soğuk ateşindendi. Alberto, onu izlediğimi çoktan anlamıştı. Bu bir savaş ilanıydı. Ve bir gün, o kuzgunun kanı üstüne yemin olsun, onu savaş meydanında kendi kendinin boynunu kırarken izleyecektim. Tekrardan merhaba, Nasıl gidiyor? Bölümler sıkıcı mı, yavaş mı, yoksa ne bileyim gidişat nasıl? Bunları söylerseniz sevinirim. Bölüm yüklüyorum, araya bayağı zaman giriyor ama yine de yüklüyorum ve yükleyince bir etkileşim almak ve görmek istiyorum. O yüzden lütfen yıldıza dokunun, yorumlarınızı atın. Birlikte tartışalım. Teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.
|
0% |