Yeni Üyelik
22.
Bölüm

21. BÖLÜM: ŞEYTAN’IN GÖZÜ, İTİRAFLAR

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Nasıl gidiyor? Ben gayet iyiyim ve üniversiteden mezun olmamın sevincini yaşıyorum!

Bölüme başlamadan önce lütfen oy vermeyi unutma ve paragraf arası yorumlarını eksik etme!

Teşekkür ederim.

21. BÖLÜM: ŞEYTAN’IN GÖZÜ, İTİRAFLAR

İçimde bir ateş parladı.

O kuzgunun çaresiz bakışları, kirli ruhuma bile ayna misali yansımıştı. Alberto’yu asla affetmeyecektim, Alberto’yu tüm kuzgunların önünde paramparça edecektim. Kendisini delirtmemem için bana yalvarırken, yüzüne aynı küstahlıkla bakıp sırıtacaktım. Göğsümden alıp verdiğim nefesler çığ misali büyüyüp boğazımı yaktı, bu nefesin adının ne olduğunu biliyordum.

Uzaklardan biri, ‘’Toprak?’’ dedi. Zihnimde otursa bile onun sesini çok geç duyduğumu fark ettim, duvara öyle kitlenip bakıyordum ki bakışlarımın bile farkına çok geç varmıştım. Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalışırken birkaç derin nefes alıp verdim ama elimin titremesi bile geçmek bilmiyordu. Sakinleşmeyi bırak sakinliğin kıyısında bile yürümedim.

Sinirden bornozumun eteğini avuçlamıştım, kumaşın kalın ve pütürlü hissiyatı avuçlarımdaydı.

Gözlerimi tekrar araladığımda İblis, ne gördüyse hafifçe irkildi ve kafasını iki yana hızlıca sallayıp tekrar bana odaklandı. Öyle bir odaklandı ki kafası öne doğru eğildi ve bana tip tip bakarcasına bir ifade takındı. ‘’Erkuran?’’ dedi, ilk defa beni soyadımla çağırarak. Sesinde bir şeye inanamadığına dair bir tını vardı.

Buna şaşırarak tek kaşımı kaldırdım ve ona göz ucumla baktım, suskunluğumdan ilk defa korktuğunu gözlemliyordum. ‘’Anlaşıldı,’’ dedi kafasını sallayıp kendi kendine, ne anladığını bile kendim anlamadan. ‘’Boşluk’a gidiyorum.’’ dedim aniden yerimden kalkarak, dümdüz bir ifadeyle.

‘’Önce bir üstünü giy…’’ dedi İblis, sakince.

Hiçbir şey demeden üstüme gelişigüzel bir tişört ve şort geçirdikten sonra odadan ayrıldım. Merdivenlerden inerken Asir de yukarı doğru çıkıyordu. Kafasını yukarı kaldırıp bana baktı ve bir şeyleri anlamlandırmak istercesine kaşlarını hafifçe çatarak alnında kırışıklar oluşturdu. ‘’Hiçbir şey sorma ve beni rahatsız etme.’’ dedim, keskin bir sesle yanından geçerken.

Yanından geçecekken bileğimi aniden tuttu ve kafasını çevirerek bana baktı. Ben de ona aynı şekilde bakıyordum. Gözlerimdeki öfkeyi görmüş olmalı ki onun da gözlerinde aynı ifadenin oluştuğunu fark ettim. Benim sinirlenme sebebimi bilmeden, sadece ben sinirleniyorum diye sinirleniyordu. ‘’Öyle olsun.’’ dedi, zihnimdekini okumuş gibi bir sakinlikle. Bileğimi bıraktı ve gitmeme izin verdi fakat ben merdivenlerden inene kadar beni gözleriyle takip ettiğini sırtımdaki baskıdan hissediyordum.

Merdiven altındaki o duvara yaklaştım ve gizli kapının üstüne bastırarak açılmasını sağladım. Uzun zaman sonra ilk defa buraya giriyordum. Merdivenlerden aşağı indikçe duvarlardaki lambalar yandı ve önümü aydınlattı. Kapı arkamdan çoktan tok sesle kapanmıştı. Burnuma giderek rutubet ve kitap kokusu misafir olduğunda aşağı tamamen inmeden önce sakinleşmeyi deneyerek bir süre duraksadım. Kitap kokusunu severdim, istemsizce ciğerlerime bir nefes çektim.

Buraya bir önceki geldiğim kişi olarak inmiyordum, artık Boşluk’un eski efendisi olarak iniyordum. Asir’in söylediğine göre, onu ben yaratmış olabilirdim. Düşününce mantıklıydı da, Kraliçe o zaman bilginin anahtarı olan Boşluk’u yarattığında ondan başka kimsenin onun söylediklerini anlamlandırmasına izin vermeyecekti tabii ki.

Kraliçe zeki bir kadındı.

Alçaktan tavana kadar yan yana dizilmiş kitapları ve ortada duran kürsüyü gördüm. Duvarlardaki yazılar, bazı kitapların ardında kalıyordu. Kürsünün olduğu sarı ışıkla aydınlanmıştı. Merdivenleri ses çıkartarak inmeyi bitirdiğimde o tarafa doğru yürüdüm. Boşluk kürsünün olduğu tarafta aniden belirdi, resmen puf diye belirdi. Beni gördüğünde tek dizini yere bastırarak kafasını eğdi ve ben karşısında durana kadar kafasını kaldırmadı. ‘’Sizi tüm yüreğimle selamlıyorum, Kraliçe’m.’’

Selamını alırcasına, ‘’Bo’ura (Boşluk.)’’ dedim güçlü bir sesle. Kafasını kaldırıp bana bakmadı. ‘’Kaldır başını.’’

Kafasını kaldırıp buz mavisi, iri gözleriyle bana baktı. Hafif kelleşmiş kafası ışık altında parladı. ‘’Öğrenmek istedikleriniz raflarda, bilmediğiniz ne varsa aklımda.’’ dedi bilindik cümlesini kurarken. ‘’Bana bu dünyadaki ırklar hakkında bilgi ver. Hepsini istiyorum.’’ Boşluk, ‘’Emriniz olur.’’ dedi ve işe hemen koyuldu.

Tepemdeki rafların gürültüyle yer değiştirdiğini ve birkaç raftan kitapların havada süzülerek önüme, kürsüye doğru indiğini gördüm. Heyecan damarlarımda kol gezerken bir yandan da sükut içindeydim. Birkaç kitap daha beraberinde uçarak aşağı süzüldü ve sonra bitti. Önümde taş çatlasın yirmiden fazla kitap ve belge duruyordu.

‘’Şimdi düşündüm de,’’ dedim İblis’le kitap yığınına çaresiz gözlerle bakarak. ‘’Sen anlatıp özetlesen iyi olur. Anlayacağım şekilde. Şiir olmadan.’’

‘’Emriniz olur, Kraliçe’m.’’ dedi, Boşluk. ‘’Önce kan emenlerden başlamamı ister misiniz?’’

Kafamı salladım. Sanki bir yerden okuyor gibi gözlerimin içine boş boş bakarak, ‘’Kan emenler, vampirler ve Draus’lar olarak ikiye ayrılır. Draus’lar vampirlerin atasıdır ve tek soydur. Vampirlerle tek ortak yönü, ikisinin de tek soy olmasıdır yani her iki tür de safkandır.’’ dediğinde kaşlarımı çattım, ‘’Melezler?’’ Kafasını keskin bir şekilde iki yana salladı, ‘’Kan emenler asla melez olmazlar, başka ırktan birleşmeleri yasaktır. Eğer birleşen olursa ve ondan doğan çocuk Melez olursa, Safkan’lar bebeği ve aileyi öldürür.’’

Kanım donmuştu. Bu kadar abartmaya gerek var mıydı?

‘’Nasıl ölüyorlar?’’

‘’Kafalarını bedenlerinden ayırmanız yeterli.’’

‘’Kolaymış,’’ dedi İblis, küçümsercesine.

Yüzümdeki mimik nasılsa, ‘’Kolay olduğunu düşünebilirsiniz,’’ dedi Boşluk sanki İblis’i duymuş gibi, ‘’Ama kan emenler o kadar hızlı hareket eder ki, en yırtıcı hayvanın hızı bile onlara yetişemez. Siz onları öldürdüğünüzü düşünürsünüz ama bir bakmışsınız, ısırılan siz olmuşsunuz. Bir ısırık, zehirli ölüme eş değerdir. Kurtulma şansınız, milyonda bir.’’

Bilgileri zihnimin labirentinde bir odaya doğru sürüklerken, ‘’Nerede yaşarlar?’’ dedim.

‘’Kabuhan başta olmak üzere, Limasta, Saura, Merisas gibi yerlerde konaklarlar. Buzlu Diyarın Kabuhan’ı son günlerde bertaraf olmuş durumda, o yüzden Kabuhan’da bertaraf olmayan tarafların çoğu korkudan bu bölgelere kaçtı.’’ dediğinde gözlerimi kaçırdım ve bunu yorumsuz bırakmayı tercih ettim. İblis alayla gülümsediğinde dumanları etrafta uçuştu. ‘’Kimin yüzünden acaba?’’

‘’Draus’lardan bahset.’’

‘’Geçmiş dönemde, sizin sayenizde o türün çoğu tarihe gömüldü. Günümüzde hala var olsalar da tek tükler. Kanunsuzdular, acımasızdılar ve kimseyi tanımıyorlardı. Size bile karşı çıktıkları oluyor, halkı kışkırtıyorlardı.’’ İblis gözlerini kısarak, ‘’Vay şerefsizler.’’ dedi.

‘’Bittiyse, bir başka ırka geç.’’

‘’Dönüşenler’e ne dersiniz?’’

Kafamı salladım. Aynı tonda, sanki bir yerden okuyormuş gibi konuşarak, ‘’Bu ırkın daha çok olduğu gözlemleniyor. Dönüşenler adı altında; kuyruğunu kaybedenler başta olmak üzere bazı şekil değiştirenlere kadar her tür bu ırk adı altında toplanıyor. Salmon sürüsü en bilindik sürüdür, kuyruğunu kaybedenler olarak anılmalarının sebebi kurtlarının bir ruh olarak bedenlerinden ayrı, onların emri altında çalışıyor olmasıdır. Onlara zarar geldiğinde kendilerine de zarar gelmiş olur, kurtları ölürse onlar da ölür. O yüzden tek zayıf yönleri budur.’’ dediğinde ilk başta Berka’yı zehirlediğimde herkesin tutuşmasını anımsadım. Özellikle Berka için endişelenen o kızın çaresizliğini şimdi daha iyi anlıyordum. Berka ölebilirdi. ‘’Tatarus…’’ dedim fısıldayarak, biraz pişmanlık içinde.

Cin söylediğime anlam veremezcesine bana tip tip baktı, fakat bakışlarını fark ettiğinde gözlerini indirip devam etti. ‘’Kritas Sürüsü, belirsiz bir sürüdür. Tuhaf bir sistemleri vardır, liderleri yoktur ama hepsi bir bedenin organları gibi hareket etmeyi iyi bilir. Onları kendi tarafınıza çekmek istiyorsanız, saygılarını kazanmanız gerekir ve bu oldukça zordur. Tek bir kişi onların saygısını kazandı.’’ dediğinde kim olduğunu sormama bile gerek yoktu, çünkü sesindeki o büyük saygı ve hayranlıktan dolayı bunun Asir olduğunu tahmin edebiliyordum.

Yine de, ‘’Asir.’’ dediğimde ilk defa dudağının kenarı yukarı kıvrıldı ve gözlerini üstüme dikerek kafasını net bir şekilde bir kez salladı. ‘’Yine de onlardan asla yardım istemedi çünkü gerek duymadı. İnanabiliyor musunuz?’’ dedi Boşluk, ‘’Bu ona olan saygımı daha da arttırıyor.’’

Gülümsedim, ondan bahsedilince kalbimde olan heyelan yine baş göstermişti. Yine de konu dağılmasın diye boğazımdaki hayali pürüzü temizleyip, ‘’Neye benziyorlar?’’ dediğimde, ‘’Dışarıdan göründüğünde insana ama dönüştüklerinde gerçek bir kurda.’’ diye karşılık verdi ciddiyetle. ‘’O kadar büyük ve korkunçlar ki onlarla karşı karşıya kalmak istemezdim.’’

İblis cüceyi baştan aşağı süzdü, alayla sırıttı. ‘’Nedenini sormama bile gerek yok.’’

‘’Nasıl davranırlar? Dışarıdan gelene mesela?’’

‘’Onlar vahşidir, bir kuralları yoktur ve o bölgeye girdiğiniz an siz gerçek bir av olursunuz. O yüzden onların bölgesine girmenizi hiç tavsiye etmem ama olur da girerseniz, yolunuz düşerse, onların saygısını kazanmaktan başka çareniz yok. Sadece saygı kazanmanın yolunu bulmanız gerekir. Onlardan kaçamazsınız, sizi öyle bir tuzağa çekerler ki aklınız şaşar; tuzağa çektikten sonra da sizi parçalayarak öldürürler. Dinlemezler bile. Tek bir pençeyle. Kurtulma şansınız, milyarda bir.’’

Boğazım kurumuştu, art arda yutkundum ve dilimle dudaklarımı ıslatıp, ‘’Nerelerde yaşarlar?’’ dedim.

‘’Kurtpençesi Sisi onların bölgesidir fakat orada bir sürü yaratık yaşıyor; onların bölgesi net olarak belli olmasa da çoğunlukla Kurtpençesi Sisi’ndeki Krysta bölgesinde konaklarlar; bölgenin adını da kendileri koydu.’’ dedikten hemen sonra ekledi. ‘’Kurtpençesi Sisi’ne girdiğinizde asla gardınızı düşürmemeniz gerekir, her zaman tetikte olmalısınız. Kritas Sürüsü olmasa bile diğer yaratıklar sizi öldürebilir.’’

‘’Başka hangi yaratıklar yaşıyor?’’

‘’En basitinden ama Kritas sürüsünden sonra en korkuncu olan, Ejderha xiya’ları. Ondan sonra gelen Zar’ra xiya’ları. Bir gergedanı andırırlar, toprağı parçalayarak yürümelerini sağlayan keskin pençeleri vardır, oldukça iridirler. Kendi içlerinde bir zehir havası taşırlar, göründüklerinin aksine korkaktırlar o yüzden onlara yaklaştığınız veya sizi sezdikleri anda ağızlarından bir duman püskürtürler. Dumana yakalanırsanız veya onu solursanız, acı çekerek sürünür sonra da ölürsünüz.’’

‘’Kurtulma şansı?’’ dedim yüzümü buruşturarak.

Düşünmeden cevapladı. ‘’Binde bir.’’

‘’Gelelim Mavi Orman’a.’’ dedi kendi kendine. ‘’Aslında klasiktir, her yeri kaplayan özel bir bitki sayesinde mavi olarak görünür.’’

Ezrial’dan hatırladığım bilgiyle, ‘’Samora Otu.’’ dediğimde gözleri ışıl ışıl parlayarak kafa salladı. ‘’Tarihi çok eskiye dayanıyor. Mavi orman genelde ıssızdır ve tahmin edersiniz ki zehirli bir bölgedir. Hiçbir canlı oraya girmek istemez, girse de sağ çıkamaz. Çıktılar diyelim, Samora Otu’nun panzehiri olan Mora Otu’nu bulup kaynatıp içmeleri gerekir ki o zehirden kurtulsunlar. Genelde hayvanlar girdiği için orası gizli cesetler ve kemiklerle dolu.’’

‘’Başka?’’

‘’Şafak Vadi’si en bilge kişilerden biri olan Mephisto’ya aittir. Güzel bir uçuruma ve türlü çiçeklere sahiptir. En zararsız bölge diyebiliriz.’’

Ben sormadan devam etti, ‘’Tilkiler ve şekil değiştirenler olan Mar’is.’’ dediğinde, ‘’Tilkileri anlatmaya bile gerek yok; gerçekten zeki, karşında ne duruyorsa onu kukla gibi oynatacak kadar cambaz, karakterlerini kendi çıkarları uğruna satabilecek kadar soytarıdırlar. En bilindik ve en soylu türü Kami türüdür. Tarihi bayağı geniş ve oldukça eskidir. Çoğu inlerinde durur, inlerinden kaçan da tehlikeli olurlar ama kimse onları durdurmak istemez. İnlerinden kaçmaları için bir desteğe ihtiyaçları vardır, kişisel yetenekleri olur. Kurtlarla anlaşamazlar. Sizin döneminizde birçoğu katledildi, o yüzden tür nadirdir.’’

Kaşlarımı çattım, merak içimi kemiriyordu; belki de Mehir’in eğer hissettiği buysa, bana olan kini buraya dayanıyordu. ‘’Neden?’’ dedim hafif duyacaklarımdan korkarak. Gözlerini kaçırdı, ‘’Ölmeden önceki son zamanlarda eski Kraliçe onlarla ters düştü, nedenini bilmiyorum ve birçoğunu meydanda infaz ettirdi. Meydanda hepsi ayaklarından sallandı.’’ dedi, sesi hem içine kaçmış gibiydi hem de tepkimden biraz çekiniyor gibi bir tavrı vardı. Gözlerini kaçırıp duruyor ve bu konuyu bir an önce kapatmak istiyordu.

Ne yaşanmıştı da hepsini infaz etmişti? İblis’e göz ucuyla baktım, o da bana çoktan bakıyordu. İkimiz de aynı sorunun cevabını düşünüyorduk. Ne yaşanmıştı? Mehir’in beni satması da bu yüzden miydi? Onun ailesiyle bir bağlantım var mıydı? ‘’Nerede yaşarlar?’’ dediğimde sesim bir garipti, boşluğa dalmış gibi. Kendi sesimi bulamıyormuşum gibi.

‘’Sönmüş Volkan Ormanı.’’

‘’Katledildiği için adını buradan alır, birçoğu yangında bertaraf oldu. Mar’isler daha sonra buraya geldi ve burada konakladı. Bazı halktan olan insanlar da burada yaşarlar ama kimse kimseye karışmaz, sessiz ve sakince yaşayıp giderler. Mar’islerin türü bilinmiyor. Cadılar, element büyücüleri, lanetçiler, şifacılar… Bir sürü tür bu ırk adı altında toplanıyor.’’

‘’Naentias Sürüsü.’’ dedi kendi kendine, ‘’Naenia bekçileri, sokaklardaki periler dahil olmak üzere birbirinden farklı ırktaki türden yaratığı içinde barındırır; bekçiler onlardır. Bir sorun olduğunda onlara gidip yardım istemeniz yeterlidir, hafızaları kuvvetli ve oldukça güçlüdürler. Bekçi olmak için türlü zorlu eğitimden geçerler, kendilerini doğuştan bu işe adarlar. Hepsinin kendine özel yeteneği vardır, farklıdırlar ve eski Kraliçe’nin en güvendiği sürüdürler, isimlerini Kraliçe vermiştir. Belirli bir bölgeye görevlendirildiklerinde o bölgede kuş bile uçurtmazlar.’’

‘’İnsanlar bu türlerin arasında nasıl yaşıyorlar?’’

‘’İnanır mısınız bilmiyorum ama ben de buna oldukça şaşırıyorum. Eski kraliçe ölmüş olsa bile onun hükmü hala geçerli oluyor. Bazısı insanlardan bir şey kazanamayacakları için onlara sataşmıyor, değmeyeceklerini düşünüyor; bazısı Kraliçe’ye olan saygıdan dolayı onlara dokunmuyor. Kraliçe, insanları korumak için özel bir hüküm getirmişti. Melezlerden doğunca parlamayan çocuklar, insandır ve onlara dokunulması yasaktır, dokunulduğu an en ağır cezaya çarptırılırlar.’’

Asir’in bilgisinden sonra ilk defa saygıyla gülümsediğini gördüm, ‘’Kraliçemiz onlardan olmadığı halde oldukça duyarlı ve hassastı. Sözünün eriydi. Herkes o yüzden lafının ikilemeyeceğini bildiği için insanlardan uzak duruyordu. İnsanlar Kraliçe’ye çok şey borçlular.’’ Dikkatlice gözlerimin içine baktığında o mavi irislerde kendi ifademi görür gibi oldum, sanki ruhumun içine bakıyor ve orada duran eski Kraliçe’sini arıyordu. ‘’Hayatlarını.’’

İçimde patlayan gurur tüylerimi şaha kaldırmıştı, çenemi dikleştirdim sanki hükmü ben vermişim gibi. İblis’le bakıştığımızda gülümsüyordu. ‘’Bana… efendinden bahseder misin?’’ dedim, merak içinde. Cevaplayacağını düşünmüyordum, bir süre düşündü; düşünmesi de gözlerime boş boş birkaç saniye bakmasından oluşmuştu. Hiç cevap vermeyecekmiş, hatta bir robotun bozulması gibi bozulduğunu düşünmüştüm. ‘’Tabii,’’ dedi aniden transtan uyanmış gibi kafasını başka yöne çevirip eğerek. Sanki bir kitaba bakıyordu ama onu okumuyordu.

‘’Ne bilmek istersiniz?’’

‘’Kendi türü. Gücü?’’

‘’Efendim, Melez’dir.’’ dedi kısaca, bir süre sessiz kalıp yüzüme dik dik bakınca sadece bunu söyleyeceğini düşünüp ağzımı ısrar için açmıştım ama kendisi devam etti. ‘’Yarı cadı, yarı kurttur. Kurdu en soylu, dönüşenlerin atasının atası olan ırktan gelir. Draven. Efendim bu ırkın başlangıcı ve sonudur, ondan başka Draven tanımadım ve görmedim.’’

Kaşlarımı merak ve heyecan içinde havaya kaldırdığımda, ‘’Ne demek o?’’ dedim.

‘’Draven, kehanet; Draven Kurdu, kehanet kurdu demektir.’’ dedi, ‘’Ne yeryüzünde ne yeraltında bulunan biri, düzeni ve nizamı sağlayan kişi. Yırtık oluştuğunda onu sağlamlaştıran kişidir.’’ Kafasını iki yana sallayarak, ‘’Tabii delirmeden önce.’’ dediğinde içimde bir şeyler çalkalandı. ‘’Ne demek…’’ Gözlerini aniden aşağıdan yukarı, yüzüme sapladı.

‘’Kraliçe öldükten sonra...’’ dedi ve duraksayıp iç çekti. ‘’Kendisini kaybetti. Halk, Kraliçe yaşadığı zamanlar Efendimden tam anlamıyla korkmuyordu çünkü Kraliçemiz onu dengeliyordu fakat o öldükten sonra, Efendim tamamen aklını kaçırdı. Leva onu huzuruna çağırıp cezalandırdı ve onu sayamayacağım kadar yüzyıl boyunca bir kafese kapattı. Kurt formunda ki bu, onun için oldukça tehlikeli. Bu zamana kadar nasıl yaşadığı hakkında benim bile hiçbir fikrim yok. Daha fazlasını anlatamam.’’ dedi aniden kendi sözünü keserek.

Ona tek kaşımı kaldırarak birkaç dakika baktım, iç çekti ve devam etti. ‘’Önceleri yer altında yaşayan bir kurttu.’’ dediğinde kaşlarım iyice yukarı kalktı, sanki havalanacak gibilerdi. Onun hakkında nihayet bir şeyler öğreneceğimin heyecanı, kalbimi coşturuyor ve zihnimi sadece bu ana odaklıyordu.

Hiçbir şey düşünmüyordum, sadece onun hakkındaki bilgileri zihnimin dehlizlerine doğru süpürecek, oraya mıhlayacak ve kazıyacaktım. ‘’Irkı efsane olarak bilinir, bir sürü gecenin ateş başında anlatılan hikayesidir. Türlü şarkılara, ağıtlara konuk olmuştur. Irkı o kadar kadimdir ki, canlıların ondan bahsetmesi bile etrafa korku ve aynı zamanda saygı yayar.’’

İblis dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıtarak ve kaşlarını havalandırarak garip bir ifade takındı, ‘’Korku ve saygının bir arada olmasını sağlayan tek kişi olabilir.’’

‘’Cadı yönü?’’

‘’Cadı yönü, belirsiz.’’ dedi, ‘’Her şeyi yapabilir ama bazı şeyleri yapamaz. Zamanı durdurabilir ama onu yönetemez. Biri yaralandığında onu iyileştirebilir ama aynı zamanda onu o an öldüredebilir. Tamamen belirsiz bir taraf.’’

‘’Kaç yaşında?’’

İblis gözlerini devirerek bu soruyu sorduğuma inanamadığına dair bana küçümser bir bakış attı. Tek omzumu silktim. Boşluk aklı karışmış, beyni anlık da olsa kısa devre yapıp patlamış gibi duraksadı ve etrafına boş boş bakındıktan sonra gözlerini tekrar yukarı tırmandırıp bana baktı. ‘’O bile bilmiyordur. O kadar… yaşlı. Göründüğü yaşı, otuzlarında veya otuzuna merdiven dayadığı yaştır.’’

‘’Ona neden efendim diyorsun? Ben seni yaratmadım mı? Geri geldiğime göre senin efendin ben olmuyor muyum?’’

Gülümsedi, ‘’Siz bunu hesap etmiştiniz.’’ dediğinde soru işareti dolu gözlerimle ona baktım. ‘’Kendi ölümünüzü bir yerde biliyor gibi, ‘’Bana bir şey olduğu an senin efendin Erkan’dır,’’ dediniz. Ondan sonra hiçbir kişi benim Efendim olamaz ve olmayacaktı, siz geri gelseniz bile. O yüzden, size saygım sonsuz ve beni isteseniz yerle bir de edebilirsiniz ama ona olan bağlılığım değişmeyecek.’’

Bundan sonra birkaç saat içinde başka ırk ve türleri de öğrenmiştim, türlü bilmediğim bölge hakkında bilgi sahibi olmuştum. Naenia göründüğünden daha geniş ve daha tehlikeliydi. Hiçbir dengesi, nizamı yoktu ve bu düzeni sağlayacak olan kişiler Erkan’la ben olmama rağmen nasıl yapacağımıza dair ikimizin de fikri yoktu.

‘’Bana Alberto hakkında bilgi ver.’’ dedim aslında en önemli bilgiyi ele alarak.

‘’Alberto bir Kritas’tır efendim.’’ Tek kaşımı kaldırarak, ‘’Kritas…’’ dediğimde sanki ona söylemişim gibi kafasını salladı. ‘’Fakat onun durumu biraz karışık; herhangi bir sürüsü yok. Onun yanında duran kendi ırkından fazla kişi de bulamazsınız. Ailesi sizin dönemlerinizden çok sonra Leva tarafından katledildi veya bir yere kapatıldı. Alberto ise geriye kalan tek kişi diyebiliriz.’’

‘’Leva neden katletti?’’

‘’Ailesi kraliçemizden sonra tahta oturmaya çalışırken haddinden fazla kişiyi öldürdü. Tam anlamıyla diktatörlük hakim olunca Leva bunu görmezden gelemedi. Nadiren ortaya çıkıp olaylara müdahale ederler, gerçekten nizamın bozulduğuna inandıkları vakit bunlardan biridir.’’

‘’Kapatıldı dedin, nereye kapatılmış olabilirler?’’ dediğimde gözlerini kaçırıp hemen bana baktı ve ‘’Bilmiyorum, Kraliçe’m.’’ dedi dürüstçe. Bir süre gözlerinin içine bakıp psikolojik baskı uyguladım fakat gerçekten rahat görünüyordu, o yüzden es geçtim.

‘’Te’raelyn nasıl öldü?’’ dedikten hemen sonra yutkundum. İblis kafasını öyle hızlı şekilde bana çevirdi ki dumanları dağılarak etrafa uçuştu, bir anlık da olsa kafasının şeklini görür gibi oldum. Boşluk bu soruyu sormamı beklemiyor gibi kalakaldı, ‘’Bunu size anlatamam.’’ dediğinde, ‘’Neden?’’ dedim, hızlıca. ‘’Çünkü bazı şeyler anlatılmaz.’’

‘’Anlatılsın istiyorum. Bilmeye hakkım var?’’

Derin bir iç çekti, ‘’Sadece şunu söyleyebilirim, güvenmemeniz gereken kişilere güvendiniz. Sevmemeniz gereken kişileri sevdiniz. Saymamanız gereken kişileri saydınız. Tüm bunlar, sizi ölüme götüren adımlardı. Savaş alanında yanınızdaki savaşçıyla beraber öldürüldünüz. Tar size ne gösterdiyse çoğu gerçek ama bazısı yalan. Tar sizin aklınızı karıştırmış ve aynı zamanda gözünüzü açmış.’’

‘’Kim bu bahsettiklerin?’’

Bu konu hakkında konuşmak istemiyor gibi görünüyordu ama ben sorduğum için de cevaplamaktan başka çaresi yok gibiydi, derin bir iç daha çekti. Mavi, soluk gözlerini üstüme dikerken ruhum çekilmiş gibiydi, çünkü öyle dikkatlice bakıyordu. ‘’Aynı kaderi yaşamak istemiyorsanız bu hayatınızda adımlarınızı dikkatli atın Kraliçe’m. Kimseye güvenmeyin ama aynı zamanda kimseye güvenmemezlik de yapmayın. Herkesi sevmeyin ama kimseyi sevmemezlik de yapmayın. Sizin kraliçeliğiniz halkın size yardımıyla oldu ve aynı zamanda yanınızda yürüyenler sizi omuzlarında taşıdı ve zirveye çıkardı. Onlar olmadan ne siz kraliçe olabilirdiniz ne de öldükten sonra hükmü geçebilecek kadar güvenilir.’’

‘’Çok açık oldu…’’ dedim kinayeli bir sesle. İblis’e yandan bir bakış attığımda düşünceli görünüyordu, sessiz sedasız altın işlemeli tahtında oturmuş öylece kalakalmıştı.

Gitmeden önce, ‘’Boşluk,’’ dedim, ‘’Bana Moumar’dan bahset.’’

Afalladı. ‘’Bağışlayın Kraliçe’m, Moumar nedir?’’

Gözlerimi kısıp buz mavisi gözlerinin derinlerine baktım; her şeyi bilip bunu bilmemesi işten değildi. Leva herkese unutturmuş olabilirdi gerçi ama Boşluk’un bir hafızasının olduğunu da düşünmüyordum. Eğer Te’raelyn onu yarattıysa bunu planlamış olmalıydı. Ciddiyetimi tartması için, ‘’Bou’ra (Boşluk.)’’ dedim, Eski M’rice’la.

Boşluk irkildi. Önce gözlerini birer fal taşı gibi araladı, daha sonra bakışları yere indi. ‘’Beni kandırabileceğini mi sanıyorsun?’’ dedim, çenemi kaldırıp ona tepeden bakarak. Cüce tir tir titredi, sesimin onda bıraktığı etkiye ben bile şaşırmıştım. Yine de yüzümde hiçbir mimik oynamadı, ‘’Seni yarattığım gibi yok da edebilirim. Bunun çoktan farkındasın, değil mi?’’

‘’Bağışlayın Kraliçe’m,’’ dedi dizlerinin üstüne çökerek; tepeden bir topa dönmüştü adeta. Korku dolu sesi gerçekti, onun üstündeki etkim efendisi Asir olsa bile gerçekti. ‘’Benimle dalga geçme ve bana yalan söylemeye dahi kalkma. O bir kere olur. Karşında kim olduğunu unutma.’’

Tir tir titredi, topa benzeyen cüssesine göz ucuyla baktım. İblis çenesini dikleştirip ona tepeden baktı. ‘’Efendim…’’ dedi zoraki duyduğum kısık sesiyle, hatta hafifçe sırtımı eğmek zorunda kalmıştım. ‘’Ne?’’ dedim kaba bir sesle. ‘’Efendim, ondan size bahsetmememi tembihledi.’’ dedi daha net sesiyle.

Sırtımı dikleştirip sanki yukarı katta tekli koltuğunda oturan Asir’i görmüşüm gibi ona ters ters baktım. Cücenin haline bakıp bıkkınlıkla gözlerimi devirdim, ‘’Tüm sorumluluğu ben alacağım. Söyle. Yerini biliyor musun?’’

Hiçbir şey söylemeden sadece o konumda kaldı. ‘’Kaldır başını.’’ dedim bağırmadan ama sert sesimle. Kaldırdı ve gözlerime hiç korkmuş gibi durmayan bir ifadeyle baktı. ‘’Ayağa kalk.’’ İkiletmeden ayağa kalktı ve dimdik durdu, fakat gözlerini kaçırıp duruyordu. ‘’Anlat.’’

Pes edip derin bir nefes bıraktığında onun da elinden bir şey gelmeyeceğini biliyordum. Karşısında bir nevi eski Kraliçe’si duruyordu. ‘’Ay ışığı düşer ortasına, her yer kızıla boyanınca,’’ dediğinde ‘’Ya!’’ diye bağırdım ama beni görmezden gelerek şiirine devam etti. ‘’Ölüler dua okur Leva’nın tahtında, ‘’Moumar ma’e marera’’,’’ dediğinde burnumdan solumaya çoktan başlamıştım. Öfkeden kulaklarım dahi kızardı ve yanaklarıma sıcak bastı, olduğum yerde afakanlar basmıştı beni!

Çok zekiydi, kahretsin!

İblis elini kaldırıp beni susturdu, ciddi bir ifadeyle ona dikkatlice bakmış dinliyordu. ‘’Bir bilet gerekir, ölülerin mezarında,’’ dedi sıra sıra devam ederek, ‘’Biletin ismi yalandır, tekne ise gerçektir. Karşıya geçmeniz için, akıllı olmanız gerekir.’’ Öfkeden deliye dönmüş gözlerime korkusuzca bakarak devam etti, ‘’Gizli olanlar açığa çıkar, açığa çıkanlar tekrar saklanır; duyduklarınız çoğu zaman yalandır, yalanların ardında ise çoğunlukla gerçekler saklıdır. Her gördüğünüze inanırsanız sahtekar Bae’ris gelir sizi avlar, her gördüğünüze inanmazsanız elinizde sadece aptallık kalır.’’

İblis gözlerini usulca kapatıp aralarken, yüzündeki o mayhoş ifadeyle Boşluk’a bakmaya devam etti. Ben de dediklerini düşünüp durdum. ‘’Dediğin kadar varmış.’’ dedi İblis iç çekerek. ‘’Uyanığı gördün mü, hemen nasıl da şiire geçti? Kim yarattıysa?’’ dedi sorudan uzak ironi dolu bir sesle, beni göz ucuyla baştan aşağı süzerek.

‘’Kızıl Diyar’da olduğunu zaten biliyoruz.’’ dedim İblis’e. ‘’Kızıl Diyar’ın neresinde olduğu önemli.’’

Kafasını salladı, ‘’Ay ışığı düşer ortasına…’’ dedi mırıldanarak, ‘’Kızıl Diyar’ın her yeri ay ışığı. Kanlı Ay her yere kendi ışığını saçmaya çalışıyor. Normalde ay ışığı beyazdır.’’ dedi bana tip tip bakarak. Ardından kafasını iki yana salladı, ‘’Bu bizi kekliyor.’’ dedi işaret parmağıyla cüceyi işaret edip onu bana şikayet ederken. ‘’Bundan bir şey çıkmayacak. Zeki cüce, bizi türlü safsatalarla kandırmaya çalışıyor. Biz de ona kanıp, ‘’Aaa, tamam ya, çok güzel şiir var elimizde, kesin ipuçlarıyla dolu,’’ deyip elimizi sallayarak çıkacağız, o da arkamızdan bize şeytani, kötücül gülümsemesinden atacak. Biz de tüm gün bu boş şiiri düşüneceğiz…’’ dedi ve türlü senaryolarını dile getirerek kafamı ağrıtmaya devam etti.

Boşluk’a bakmaya devam edip bir şeyler daha söylemesi için bekledim ama herhangi bir şey çıkmayacağını anladığımda, ‘’Gidiyorum.’’ dedim gözlerimi devirerek. O da kafasını huşu içinde eğip beni selamladı ve kafasını kaldırmadan, ‘’Tüm saygımla, Kraliçe’m.’’ dedi. İblis kafasını eğip yüzünü görmeye çalıştı, gülüp gülmediğini kontrol ediyordu galiba. Yüzümde meymenetsiz bir tavırla ona ters ters bakıp trip attım ve arkamı dönüp merdivenlere yürüdüm. Yukarı çıkarken bir yandan söylediklerini düşünüyordum.

‘’Ay ışığı düşer ortasına, her yer kızıla boyanınca…’’ dedim mırıldanarak, merdivenlerden yukarı çıkarken. ‘’Ölüler dua okur Leva’nın tahtında, ‘’Moumar ma’e marera’’,’’ Gizli kapıya gelmeden önce duraksadım ve İblis’e baktım, ‘’Leva’nın tahtı dediği bir mezar olabilir mi? Ölüler dua okur…’’ diye mırıldanıp gözlerim faldır faldır etrafı tararken birden, ‘’Ya da sunak?’’ diye fikrimi belirttim.

İblis dudağını kıvırıp çenesini büzerken düşünür gibi tepeye baktı, ‘’Normalde sunak ölüler için değil yaşayanlar içindir. Ayrıca bazı inanışlarda sunak dediğimiz yerde, insanlar Tanrı’ya hediyeler verir ve ona yalvarır.’’ Kadehini oval şekilde dans ettirdi, ‘’Kızıl Diyar’a gidip bir gezmemiz lazım. Ay ışığı düşer ortasına, diyorsa bir yere yoğun ve dik şekilde belli olacak şekilde düşüyordur bence. Bunda bir mecaz göremedim.’’

‘’Gidelim bakalım.’’

Gizli kapıya gelip dışarı doğru ittiğimde aralandı ve ben o rutubet kokusundan kurtulmanın verdiği hisle ciğerlerime temiz hava doldurdum. Kapı tekrar arkamdan kapandığında salona doğru yürürken gerilmekten dolayı kasılan kaslarımı esneyerek gevşetmeye çalıştım. Asir etrafta görünmüyordu.

Salondaki uzun koltuğa uzanıp üstüme koltuğun başındaki yumuşak kare pikeyi örttüm. Asir şömineyi yakmış olsa da ev hala biraz soğuk geliyordu. Zihnim boşalmış hissediyordum, öylece pikenin üstündeki kareleri sonra şöminede patlayıp çıtlayan ateşi seyrettim. Ateş dans ederek göğe yükselip ucundan arada sırada kıvılcım çıkartıyordu.

Zihnim iyice kendini bıraktığında geriye sadece o kuzgunu düşünür oldum.

Ölümün yanına hiçbir kelime yakışmıyordu, ölüm her şeyi umutsuzluğa, yıkıma ve çaresizliğe sürüklüyordu. Ölümün yanına yaşam kelimesi de yakışmazdı mesela; yaşam, ölümle mücadele etmek için var olan bir kelimeydi.

Onu oraya yollamak benim suçumdu.

Ölümünü ben getirmiştim.

Canım sıkılmıştı, göğsüme oturan ağırlık ne kadar nefes alsam da hafiflemiyordu. İçimde giderek kabaran karabulutları düşünmemeye çalışarak bulunduğum gerçekliğe dönmeye çalıştım. Sırtımı verdiğim yastık ağırlığımdan dolayı katlanmış ve bükülmüştü, o yüzden sırtım sert olan koltuğun dayanağına baskı kuruyordu. Rahatsız oluyordum ama yastığı düzeltmeyecek kadar üşengeçtim.

Ne yaparsam yapayım, ne düşünürsem düşüneyim zihnimde tekrarlanan o sahneyi atamıyordum. ‘’O kuşu nasıl öldürebildi öyle?’’

İblis kaşlarını havaya kaldırıp indirdi ve bu sorunun geleceğini tahmin edercesine bana baktı. ‘’Peki sen şeyi biliyor musun…’’ dediğinde Asir merdivenlerden inmeye başlayınca sustu ve önüne döndü.

Asir merdiven basamaklarını inmeyi bırakmış, ellerini kaliteli duran alt geceliğinin ceplerine sokmuş bana bakıyordu. Kafasındaki saçlar yataktan yeni kalkmış birininki kadar dağınık duruyordu ama bu görüntü itiraf etmeliydim ki çok çekiciydi.

Kalbim kendini belli edercesine karıncalandı ve sanki yüksekten atlamış gibi tekledi. Onu her gördüğümde göğsümün ortasındaki o yaşama, söz geçiremiyordum. Asir, geniş gövdesinde güzel duran kırık beyaz renginde bir gömlek giymişti, o da alt geceliğinin bir takımıydı. Pahalı bir gömleğe benziyordu, kumaşı ipek-saten karışımı bir şeydi ve rahat görünüyordu.

Yakalarını açmıştı, pürüzsüz boynundaki çıkan köprücük kemiklerine odaklandım; ardından yumuşak bir şekilde yutkundum. Gözlerim yoğun bir şekilde yukarı tırmanırken Asir’in yüzünde belli belirsiz bir gülümseyiş ve tek kaşını kaldırmış cüretkar bir ifade yakaladım. Ona bakıp süzmemden hoşlanmışa benziyordu. İtiraf etmeliydim ki bir canavara göre fazlasıyla çekiciydi.

Ateş seslerinin arasında, ‘’Ne yapıyorsun burada tek başına?’’ dedi, kadifemsi bir sesle. Uykudan yeni kalkmış gibi derinden ama tüylerimi diken diken edecek kadar yumuşak bir tınıda. Sorusuyla, ellerimde bir sürü gizemli kart peydahlandı. Kartların her bir yüzüne teker teker baktım ama sonra vazgeçerek, ‘’İblis’le konuşuyorum.’’ dedim, seçemediğim tüm kartları önüne açık açık koyarken.

Asir salonun girişinde duraksadı, surat ifadesinden ne düşündüğünü tam olarak idrak edemedim. Ellerini tıpkı üst geceliğinin gömleğine benzer renkte duran krem rengi alt pantolonun ceplerine sokmaya devam ederken kafasını yana eğmişti. ‘’Ne konuşuyordunuz?’’ dedi, soru gibi görünen ama soru olmayan bir ses tınısıyla.

‘’Havadan sudan.’’ dedim, ‘’Yine bir şeyler saçmalıyor. Bana kızıyor. Daha da güçlenmeliymişim falan.’’

Boğazından yükselen hoş bir mırıltı çıkarttı, anladığını belli edercesine de kafasını bir kez salladı. Boğazındaki adem elmasının kalkıp indiğini gördüm. İblis’in vahşi bakışları Asir’in üstüne saplanmıştı ve bir an olsun ondan gözlerini ayırmıyordu. Asir bana doğru yürürken, ‘’Haklı.’’ dediğinde İblis bakışlarını değiştirdi ve geriye yaslanarak tepkisiz kaldı.

Ondan bakışlarımı ayırmadım, kafam onunla senkronize şekilde hareket ettiğinden Asir bana yaklaşınca hafifçe yukarı kalkmıştı. Suratını çevreleyen kirli sakallarına baktım, kızıl gözlerini tıpkı aramızda süregelen sessizliğin arasında çatırdayan alevlerin yakıcılığına benzeyen bir duygu sarmıştı. Tek kaşını kaldırıp çenesiyle yanımı işaret ederek, ‘’Kay kenara,’’ dedi yumuşak bir sesle.

Birden ne söylediğini kavrayamadan yüzüne baktım. Asir tepemde yıkılmayan sağlam bir bina misali dikilirken bedenin üst kısmı tavandaki lambanın loş ışığını bile örtüyordu. Üstüme koca bir gölgeyi devirmişti. ‘’Af buyur?’’ dedim, aniden. İblis’in hoş ama kısa şekilde kıkırdadığına şahit oldum, boşluğuna geldi. ‘’Daha ne kadar bekleyeceğim?’’ dedi Asir, gözlerini sahte bir tehditle kısarak.

‘’Saçmalama, buraya nasıl sığacağız?’’ dedim gülerek.

Saçlarının kestane rengi loş ışığın altında bile parlak bir tona bürünürken aralarına gölgeler kaçmış gibi bazı kısımları siyah görünüyordu. Derin bir nefes bıraktı. ‘’Kay. Yanına uzanmak istiyorum.’’ Çaktırmadan nefes verdim ve hafifçe kayabildiğim kadar kenara kaydım, sağ kolum koltuğun sert gövdesine sülük misali yapışırken Asir’in bedeni üstüme doğru eğildi.

Damarlarımda akan kanın sıcaklığını soğuk ellerimin parmaklarının uçlarını bile ısıttığında fark ettim. Boynundan yükselen hoş, misk kokusu burnuma misafir olduğunda nefesimi çaktırmadan tuttum. Bu adam… Kareli pikenin kenarını kaldırdığında altına kıvrılarak giren sıcak hava, bacaklarıma dadandı. Asir yanıma sığmaya çalışırken oldukça komik görünüyordu, kaşlarını çatmış birkaç kez yerinde kıpırdanmıştı. Pantolonun yumuşak dokusunu kendi pijamamın sert tabanında bile hissediyordum.

İblis ikimize ve aramızda olmayan boşluğa bakarak, ‘’Hayvan kadar cüsse var, tabii sığamazsınız. Şuraya bak! Yer kalmadı!’’ dedi eliyle birbirine yapışan kollarımızın arasındaki boş olmayan yeri göstererek. Asir’in sağ omzu, sol göğsümün üstüne kadar gelerek oraya doğrudan baskı kurarken bacağının yan kısmını da tam bacağımın üstüne atmış, beni iyice köşeye sıkıştırmıştı.

Dayanamadım ve kahkaha attım. Başım geriye düşüp tekrar öne gelirken, ‘’Asir!’’ dedim gülüşümün arasında. ‘’Ne bu inat!’’

‘’Yahu!’’ dedi o da, kendine sinirlenmişti. ‘’Niye bu kadar dar bir koltuk almak zorundaydım?’’

Boğazıma kadar gelen gülme isteğimle tekrar dolu dolu kahkaha attım, atmosferi geldiği andan beri değiştirmişti. İblis bile dudaklarını birbirine bastırıp gülmemek için dudak etini kemiriyordu. ‘’Ne salaksınız ya!’’ dedi dayanamayıp, sırıtarak. ‘’Oraya sığmayacağın belliydi be adam! Kalk lan kızımın yanından!’’

Sığamamanın verdiği rahatsızlıkla Asir’in rahatsız olmuş suratına yandan yandan baktım, ‘’Sığamadık,’’ dedim keyifle mırıldanarak. Asir’in iki eli pikenin üstünde duruyordu, dümdüz bir şekilde uzanmıştı ve sırtı yastığa bile değmiyordu o yüzden benden bile rahatsız olduğunu tahmin etmek güç değildi.

Keyifli çıkan ses tonumu direkt kavrayan zihni bana gözünün ucuyla yandan bir bakış atarak tepki verdi. Birden sol omzunu kaldırıp arkama doğru attığında yüzümdeki zafer sırıtışı giderek kayboldu. Gözlerimi kocaman açarak onun yumuşamış ifadesine bakarken, sol göğsüme kurulan baskı etkisini yitirdi ve Asir diğer bacağını kendi bacağının üstüne attığından dolayı bacaklarımın üstüne kurulan baskı da kayboldu. Rahattım.

Asir de artık rahat görünüyordu. Yine de birbirimize oldukça yakındık, hatta ben onun üstüne çıkmış sayılırdım. Çünkü kenara sabitlendiğim için bedenim ona doğru yönelmiş ve hafif yan duruyor, o yüzden sağ göğsüne yaslanmış ona sarılıyormuşum gibi görünüyordum.

Elini ben rahat edeyim diye bel boşluğuma indirmişti. Huylandım ve kalbim, onun sağ göğsünün üstünde maratona koştu.

‘’Şimdi sığdık.’’ Bana keyifli bir şekilde sırıtma sırası ona geçti. Yüzüne sardığı sempatik gülümsemesi, kaz ayaklarını kırıştırırken kızıl gözlerini de keyifle parlatmıştı. Gülümsemesi, şöminedeki ateşten bile daha sıcaktı. Ta derinlerimde beni rahatsız edecek bir duygu arayışına girdim ama tüm çabalarım nafileydi. Ondan ve bu durumdan asla rahatsız olmuyordum.

Belki bu son birkaç ayda ikimiz arasında da bayağı şey değişmişti.

İkimiz de birbirimize gerekenden daha fazla yakındık ve ondan hoşlanma evresini bırakmış, artık onu sevme eşiğine gelmiştim. Bunu kendime itiraf edecek kadar cesaretliydim en azından ama ona edecek kadar değildim. Kalede beni öptüğünde… Her şeyden neredeyse emin olduğum o dönüm noktası da canlanmıştı.

Ona itiraf edemiyordum çünkü kendisinin ne hissettiğini tam olarak bilmiyordum, benimle oynuyor da olabilirdi. Asir’e bu konularda nedense güvenemiyordum, onca şeye rağmen sanki benim duygularımı anladığı an sırtımdan bıçaklayacak gibi geliyordu.

Yapmazdı bana göre, fakat İblis’den gelen bir alışkanlıkla kesinlikle yapmaz diyemiyordum.

‘’Bana yakın durmayı bu kadar çok mu istiyordun?’’ dedim cüretkar bir havayla, onunla resmen alay ederek. Kafamı yana yatırmış ve yüzüme oldukça çapkın diyebileceğim bir tebessüm koymuştum. Bacağım onun bacağının üstünde sayılırdı, gerçekten ona sarılma eşiğindeydim ama bu duruma kendisi bizi sokmasına rağmen, yine de rahatsız olacağını düşünerek kendimi ona bırakmıyordum.

O da sinsice gülümsemeye devam ederken, ‘’Bu ne ki?’’ dedi ve kafasını bana doğru hafifçe yaklaştırınca tebessümümü silmeden yutkundum. Dudaklarımın üstünde ferah nefesini hissederken, ‘’İstesem sana daha da yakın durabilirim.’’ dedi, derinden fısıldayarak. Sesindeki tehlike vaat eden iması ensemdeki tüyleri bile şaha kaldırırken kalbimin kenarında yanıp sönen o ışık titreyerek sallandı.

İblis’in kara gözleri kocaman aralandı ve ondan ayrılan gözleri bana şaşkınlıkla baktı; sonra tekrar ona döndü ve ona da aynı şekilde baktı. Bu durumlarımıza o da alışamıyordu tam olarak. Asir far görmüş tavşan misali kalakalan benim simamda gözleriyle ağır ağır dolaşırken, bakışları ahlaksız düşüncelerimden dolayı yanan yanaklarıma mühürlendiğinde gülüşünü saklamak için özel bir çabaya bile girmedi. ‘’Ne düşünüyordun öyle?’’ Sesindeki o muzipliği yemin ederim, ellerimle kavrayacak hale geldim.

‘’Hiçbir şey!’’ dedim, aniden. ‘’Ne düşüneceğim? Lafı söyleyen sensin, sen de yıkılacak yer arıyormuşsun.’’ Sanki sağır birinin dudak okuma çabasında olduğu gibi pür dikkat kesilen bakışları aralanan dudaklarıma saplandığında birbirine yaklaştırdığı kaşlarının hafifçe yumuşayarak ayrıldığını ve düz bir çizgi haline bürünen dudaklarının tek kenarının yukarı sinsi bir şekilde kıvrıldığını gördüm. Dayanamadı, gülercesine bir nefes sesi salarak, ‘’Şimdi ne düşünüyorsun?’’ dedi keyifle.

Tüm hareketlerini hafızama kazımak istercesine gözlerimi ondan alamayarak, ‘’Neyi kast ediyorsun?’’ dedim kaşlarımı çatarken. İblis halime bakarak kafasını iki yana sallarken bana acıdığını görebiliyordum. Düştüğüm duruma daha çok acıyordu.

Asir karizmatik bir şekilde dudağının kenarını kıvırırken tepeden bir bakış attı bana, ‘’İlk sorum, yanına oturmadan önceki düşüncelerin içindi. Şimdiki sorum, yanakların kızardıktan sonra suçluluk duygusuyla parlama sebebini merak ettiğim için. Sen seç.’’ dedi, uzun konuşmayı ve kendini ifade etmeyi o kadar sevdiğini belli eden uzun bir cümle kurarak.

Leva, Tatarus… O kadar keyifliydi ki hiçbir şey onu şu an öfkelendiremezdi.

Aramıza kocaman serilen sessizlik arasında çatırdayan odunların sesleri karıştığında seçeceğim tabii ki ilk sorunun cevabıydı. ‘’Asir,’’ dedim yutkunarak. Kafamı onun göğsüne yaslamamak için özel çaba sarf ederken, sol kolumu kaldırıp dirseğimi onun omzunun yanından geçirip koltuğun dayanağına yasladım ve yanağımı yumruk yaptığım elime dayadım. Ona verdiğim ağırlıktan hiç etkilenmiyormuş, hatta tüymüşüm gibi bir tepkisizlikle bana bakıyordu. ‘’Sana söylemediğim bir şey var. Emin olunca söyleyecektim.’’

Arkamda sallandırdığı kolunun hareketlendiğini hissettim, büyük eli saçlarımın arkasına gömüldüğünde yerimde hafifçe irkilmem elinin hareketini duraksattı ve Asir ifadesiz gözlerini gözlerime dikti. Benden tepki almadığında yumuşak hareketine devam ederek elini saçımın üstünde kaydırdı.

Hareketiyle olduğum yerde mayışırken, ‘’Kuzgunların zihnine girebiliyorum. Onların anılarını ve oldukları yeri görebiliyorum.’’ dediğimde şaşırmasını bekledim ama şaşırmadı. Bir gram bile. Bu tuhafıma hem gidip hem gitmezken boğazımdaki o hayali pürüzü temizleyip durdum.

Eli hala saçımın arkasında dünyanın en değerli şeyini okşuyormuşçasına hareket ederken bakışları hiç değişmedi, şöminenin sıcaklığı ve onun bedeninden yayılan sıcaklık bir olup beni terletirken oralı olmadım ve ateşin sesini kendi sesimle kestim. ‘’Ve bir kuşu görevlendirdim. Alberto’nun yerini bulması için.’’

İşte şimdi şaşırmıştı. Eli saçlarımın arasında duraksadı; kaşlarını havaya kaldırıp indirdiğinde alnında belli belirsiz kırışıklık oldu fakat sessizliğine devam etti. ‘’Dün sen beni odama dinlenmem için yolladığında, kuzgunu camda gördüm. Başka kuzgun olduğunu zihnine girince anladım fakat benim görevlendirdiğim o kuzgunu, tesadüfen mi neyse artık, görmüş. O yüzden ben de görmüş oldum.’’

‘’Ee?’’ dedi sonuca gelmemi sabırsızlıkla belli edercesine.

‘’İşte ben de, Alberto’nun o kuşu yakaladığını ve öldürdüğünü gördüm.’’ dedim, ‘’Tam zihninde olduğum kuzgunun gözlerinin içine baktı. Çok kötü bir andı.’’ dedim giderek kendimi berbat hissederken. ‘’O kuşu öyle…’’ dedim ve devam edemeden tepkisiz duran gözlerinin içine baktım.

Kafamın arkasına sabitlediği elini hafifçe bastırdığında şaşkınlıkla ona doğru eğilmek zorunda kaldım, yumuşak dudakları alnımla buluşunca nefesim kesildi ve gözlerim boynunda oyalandı. İblis kal gelmişçesine öylece durup sadece gözlerini hareket ettirerek şaşkınca bir ona bir bana bakarken, bu duruma asla alışamayacağını görebiliyordum.

Sıcak dudaklarının baskısı alnımda kaybolduğunda öpücüğünün sesi aramızda can bulup yitti, ‘’Rea,’’ dedi ondan hafif ayrıldığımda. ‘’Buna alışacaksın. En çok da ölümlere; seni bağlayan ve bağlamayan tüm ölümlere.’’ Gözlerine taş kadar bir sertlik yayılırken ondan gelen duyguyu, ben de iliklerimde hissettim. Sanki bana güç vermişti. Eli enseme hafifçe kaydı, avcu boynumdaki nabzımın tam üstünde durdu. ‘’Kuşlarını bu şekilde kullanmak akıllıca. Alberto’nun yerini bulabildiysen tam olarak nerede olduğunu söyleyebilir misin?’’

‘’Ormandaydı. Bir kulübede.’’ dedim mırıldanarak. ‘’Hangi orman bilmiyorum. Tam olarak söylemesi güç.’’

‘’Sen söyle?’’ dediğinde İblis’le konuştuğunu anlamam zor olmadı. Fakat İblis’in alışması zor oldu. Birden kendisiyle konuştuğunu idrak edemediğinden ona bön bön bakıp geç cevap verdi. ‘’Nerede olduğunu bilmiyorum ama yalnız olmadığını biliyorum.’’ dediğinde Asir’le kaşlarımız çatıldı.

‘’Toprak kuşun zihninde olduğu için onun baktığı yerleri görebildi; o yüzden ben devreye girdim. Alberto o an kuşa değil, kuşun olduğu tarafta başka birine bakıyordu.’’

‘’Ağacın tepesinde olan birine?’’

‘’Hayır, kızım.’’ dedi, ‘’Tepedeki eve.’’

Haklıydı, oralarda birkaç ev görmüştüm. Kuş bir ağaca konarken de etrafta onun kaldığı kulübeden başka bir ev daha vardı. Ağaçların arasında, yükseklikte duran bir ev. ‘’Kim?’’ dedi Asir, derinden gelen sesi ikimizi de irkiltirken. ‘’Bilmiyorum.’’ dedi İblis, tek omzunu silkerek. ‘’Gördüğüm şeyde bir karaltıydı zaten.’’

‘’Bunlar güzel ipuçları.’’ dedi Asir, önüne dönerek. Bakışları bir süre pikenin altındaki bacaklarımızdan dolayı kabaran pikede oyalandı. ‘’Demek güçlerini kullanabiliyorsun.’’ dedi bana yandan bir bakış atıp. Bıyık altı sırıttım, ‘’Kısmen. Gölgeleri çağırmada artık hız kazandım. Kuzgunlar biraz zor.’’ dediğimde kafasını onaylarcasına salladı, ‘’Canlı bir şeyi yönetmek her zaman daha zordur.’’

‘’Gölgeler de yeteri kadar canlılar.’’

Gülümsedi, benimle alay etmiyordu ama nedense öyleymiş gibi hissetmiştim. ‘’Hiçbir fikrin yok değil mi?’’

Soru işaretleriyle dolu ifademle tip tip ona bakarken, ‘’Rea,’’ dedi derin ama manidar bir nefesin ardından. ‘’Hatırlıyor musun? Bir zaman buralarda hayaletler görmüştün. Yokuş aşağı inerken.’’ dediğinde kafamı salladım. ‘’Evet, bir daha görmedim.’’ dediğimde kafasını salladı.

‘’Evet, icaplarına baktım çünkü. Neyse, konu o değil.’’ Boğazını temizledi, ‘’Buralarda çok fazla gölge olur. Yaşayan Ölüler Tapınağı’na bu adı veren onların varlığı. Hatırlarsan Tar’la buralarda tanışmış ve onunla savaşmıştık.’’ dediğinde kafamı tekrar salladım. Suratıma bir süre daha baktı, bana bakmaktan hoşlandığını hissedeceğim kadar uzun bir süre baktı.

Güzel bakıyordu. ‘’Sana şöyle söyleyeyim hayatım,’’ dedi, o kelimeyi gelişigüzel söylüyor olması o kadar hoşuma gidiyordu ki… Toparlan. Onu dinle. Düşüncelerimden bihaber açıklamaya devam ederken sesi hoş ve alçak bir tona bürünmüştü. ‘’Gölgeler dediğin şey, aslında ölülerin yeryüzündeki bir yansıması. Kukladan farksızlar; sen onlara biçim verirsin, sen onlara hükmedersin. Düşüncenle.’’

‘’Nasıl? Yani ben şimdi, ölüleri mi görüyorum?’’

‘’Bir nevi.’’ dedi, dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıtıp tekrar düz bir konuma getirerek. ‘’Örnek vereyim, benim taştan oluşturduğum hayvanlardan kurtulmak için kullandın değil mi? Onlar da gölgeyi insan sandı.’’ dediğinde sessiz kalarak onu onaylamış oldum. Bunu nereden bildiğini bile sormayacaktım, adamda radar vardı resmen ve fazlasıyla zeka... ‘’İşte tam burada düşüncelerin her şeyi yaptı. Gölgeyi çağırdın ve ona istemsizce bir fikir verdin; kaç.’’

Aniden aklıma düşen düşünceyle beraber, ‘’Sen!’’ dedim Asir’e dönerek. ‘’Başından beri biliyordun değil mi?’’ Ya gerçekten ne söylediğimi anlamadı ya da aptala yattı; ki ikincisi olduğuna adım kadar emindim. Kızıl harelerini önce kaçırdı, sonra tekrar bana baktığında gözleri kısıldı. ‘’Anlamadım? Neyi?’’

‘’Benim güçlerimi. Hatta Kraliçe olduğumu bile. Baştan beri.’’

Kaşlarını yukarı kaldırarak, ‘’Uçtun bayağı…’’ dedi ama gözlerime doğru düzgün bakamıyordu. Kafasını eğdi ve bir süre pikeyi seyretti, bense gözlerimi ona sertçe dikerek tepkisizliğimi sürdürdüm. Boğazındaki hayali pürüzü sert bir sesle temizleyerek, hafifçe yerinde kıpırdansa da bana bakmadı.

Sert bir sesle, ‘’Asir?’’ dedim, dişlerimin arasında adeta tıslayarak.

‘’Tamam. Risk aldım diyebiliriz.’’ Kafasını aşağı yukarı sallarken göz ucuyla da bana baktı, sonra tekrar gözlerini indirdi. İblis haline bakıp sırıttı, ‘’Uzun bir gece olacak…’’ dedi keyifle arkasına yaslanıp altın işlemeli kadehinden yudum alarak.

Asir onu duysa da kaşlarını çatmaktan başka bir şey yapamadı, hala gözlerime bakmayışı beni sinir ederken, ‘’Beni kandırdın yani?’’ dedim nefesimi dışarı vererek. Sakin olmaya çalışıyordum, sakin ve mantıklı olmaya çalışıyordum ama öfke, çoktan sinsice kapımı tıklatmıştı. ‘’Kandırmadım, çünkü ben de emin değildim.’’ dedi bastıra bastıra, gözlerimin içine bakarak. ‘’Gerçekten, sadece risk aldım.’’

‘’Neyin riskini aldın? Ha? Ne zaman aydınlandın tam olarak?’’ İfadem nasılsa göğsünü şişirip indiren bir nefes bıraktı, yutkundu, ‘’Bunu cevaplamam şart mı?’’ dedi fısıldayarak.

‘’Gayet.’’ Sert ve keskin sesim, dişlerimi birbirine bastırmama neden oldu. Başından beri Kurtarıcı olduğumu bilip bana maval okuyordu, beni yanında tutma sebebini de düşündükçe iyice deliriyordum. Alberto’nun bir yandan haklı olduğu gerçeği yüzüme tokat misali iniyordu, düşündükçe onu ilgilendiren ben değil; Te’raelyn’a benzeyişimdi.

Kalbimi kıran bu düşünceyi hissetti mi yoksa yüzümde mi gördü bilmiyordum ama yanakları kızardı ve bu duygu her ne ise yüzüne kademeli şekilde yansıdı. Önce yanakları kızardı, ardından sıkıntıyla nefes verdi ve tıpkı benim gibi kızarmış gözlerini üstüme dikti. Gözleri daha da kanlandığında tıpkı ateşe benziyordu. ‘’Beni dinle.’’ dedi, ‘’Ne düşünüyorsun bilmiyorum ama hislerin, yanlış şeyler düşündüğünü düşündürüyor.’’ dediğinde İblis kafasını iki yana sallayarak doğru gitmediğini haber ediyordu fakat onu görmüyordu.

Ben mi yanlış düşünüyordum?

Boşluk da haklıydı.

‘’O zaman anlat,’’ dedim kısık bir sesle.

‘’Risk aldım, peşine takılan birkaç gölge gördüm. Gücün açığa çıkmasa da o gölgeleri peşine takıp zarar görmemen beni düşündürdü; güçlerin bir gün çıkacaktı bunu tahmin edebiliyordum. Gölgeleri görünce de güçlerinin onunkine benzediğini düşündüm. Bir yerlerde,’’ dediğinde lafını kesip beni parçalayan o cümleyi onun ağzından duymaktansa kendim söylemeyi tercih ettim. ‘’Te’raelyn olduğumu düşündün.’’

Bana dik dik baktı, ‘’Bir kısmın öyle zaten.’’ dedi, gerçekleri dağıtarak söylerken.

Yumuşakça yutkundum. ‘’Ben Te’raelyn değilim.’’ dedim, ‘’Reenkarne oluşum, ruhumun bir yerlerinde onun izleri kalması, güçlerimizin benzerliği falan aklınızı karıştırıyor olabilir fakat tamamen farklı düşünüp hissettiğimizden adım kadar eminim, Asir. Bu da iki farklı insan olduğumuzu kanıtlar. O yüzden beni onunla karıştırma.’’

İblis kafasını sertçe sallayıp beni onaylarken; Asir’i sertçe söylediğim sözler bir kez daha afallatsa da hızlıca toparlanıp kafasını salladı ama bu duraksama bile canımı yaktı. ‘’Seni kandırmak niyetinde değildim, bir nevi Te’ra olacağından şüphelendiğim için buraya getirdiğim doğru ve güçlerin açığa çıkarsa benim yanımda ve burada çıkmasının daha iyi olacağını düşündüm. Neler olduğunu gördüğünü ve anladığını düşünüyorum.’’ dedi, ‘’İnsanlar Kraliçe’ye muhtaç. Burayı yöneten biri yok, herkes kendi derdine düşmüş. Kale yıkıldıktan sonra herkesin bir Kurtarıcı olmasını istediğini görmedin mi? Kurtarıcı çıktığında ki çıktın, insanların sana olan davranışlarını?’’

Oturduğum yerde hislerim ve düşüncelerim beni görünmez bir el tarafından adeta boğarken öyle bunalmıştım ki kalkmak istedim fakat yerimden de biraz olsun kıpırdayamıyordum.

O el, beni mıh gibi yerime bastırıyordu. ‘’Bu beni salak yerine koyduğunu değiştirmiyor.’’ dedim, sertçe. ‘’Seninle beraber ne olduğumu araştırdım, güçlerim açığa çıksın diye defalarca ölümü teğet geçtim,’’ dediğimde nefesi kesilmiş gibi nefesini tuttu ama bir şey söylemedi. ‘’Seninle beraber güçlenmenin yolunu buldum ve bulmaya devam ediyorum. Tüm bunları kenara bırakıp bana ne olduğumu baştan itibaren söyleyeceğine ve buna göre önlemler alacağımıza, sen acı çekmemi izledin.’’

‘’Sen acı çekerken ben yerimde mi saydım?’’ dedi o da kızarak ama sesi sert çıksa da bağırmıyordu. ‘’Sana elimden gelen yardımı yaptım, Yağmur. Hala da yapıyorum, bundan da bir an olsun gocunmadım. Gocunmam da.’’

Bakışlarını asla kaçırmadı, kızıl hareleri ruhumu yakarken, ‘’Ama hiç bilmediğin evrene, aniden gelip ‘’insan’’ olduğunu düşünürken sana ‘’Yok, kraliçesin ama zamanın var, öldün dirildin.’’ demem seni rahatlatır mıydı yoksa daha fazla mı gererdi? Ben, kendi kendine ‘’ne olduğunu’’ bulmanın daha iyi olacağını düşündüm, senin bazı şeyleri hatırlamanı istedim. Hala da düşüncemin arkasındayım, hala bazı şeyleri hatırlamıyorsun kendinle alakalı ama tutup da sana bunları baştan aşağı anlatmayacağım.’’

Gözlerine öfkeyle karışık kırgınlıkla bakarken susuverdim, o da sustu ve bakışlarımda ne hissediyorsa ifadesine iki katı yansıdı; yine de ikimize de zaman tanıyarak konuşmadı, bense susmayı düşünmüyordum. ‘’Bir yerlerde, sen beni buraya getirdin çünkü beni test etmek daha kolay olacaktı. Düşman mıyım, dost muyum? Eski sevgilin miyim değil miyim? Yetersiz miyim, güçlü müyüm?’’ dedim gözlerinin içine bakarak, buruk bir tebessümle. ‘’Öyle değil mi?’’

‘’Bak, yetersiz misin, güçlü müsün, dost musun düşman mısın, bunlar…’’ dedi ve yanlış bir şeyler söylemek üzereyken kendini son anda durdurmuş gibi gözlerini yumuşakça kapatıp aralarken de bir yandan alayla parlayan gülümsemesini yüzüne yerleştirdi. Göz ucuyla bana alttan alta bakarken, ‘’Kusura bakma ama bunlar düşündüğüm şeyler değildi. Güçlü olsan da olmasan da, düşman olsan da olmasan da seninle baş edebilecek kadar varım.’’

Kafamı alayla sallarken, ‘’Baş edemedin, çünkü benim o olduğumu düşündün. Başkası olsaydı bu kadar uğraşır mıydın?’’

‘’Uğraşmazdım.’’ dedi net olarak. ‘’Neden uğraşayım ki?’’

Cevabını duymazlıktan gelerek, ‘’Yani ben Te’raelyn olmasaydım, bir yerlerde tanıdık gelmeseydi; normal Evin Yağmur olsaydım, benimle uğraşmazdın öyle mi?’’ dedim, yutkunmadan hemen önce. ‘’Buraya düşmüşüm, acı çekiyorum, ne yapacağımı bilemiyorum, aklım karışık. Bunlar senin için anlam ifade etmezdi?’’

Dudaklarını birbirine bastırdı, ‘’Tuzak soruymuş gibi geldi.’’ dediğinde, ‘’Yo,’’ dedim direkt. ‘’Dürüstçe cevapla. Zaten az çok biliyorum cevabını.’’

Çok da kırılmamı umursamıyormuş gibi, ‘’Uğraşmazdım.’’ dedi kafasını iki yana sallayarak. Dişimle ağzımın içini kemirdim ve acımı bastırmaya çalıştım ama bunun yerine İblis’in, ‘’Ağzına sıçayım senin…’’ dediğini duydum zihnimden. Kadehini kenara koyup sırtını dikleştirdi ve Asir’e baktı. ‘’Senin ben…’’

‘’Yardım isteseydin yine yardım ederdim evet ama o kadar. Mephisto’ya yine götürürdüm ama geri gelmezdim büyük ihtimalle.’’

Gözlerim yanıyordu, bakışlarımı indirdim ve pikeyi üstümden atarken, ‘’Olay da bu. Dürüstlüğün için sağ ol.’’ dedim yanından kalkmaya hazırlanırken. Yanından tam kalkacakken bileğimi tuttu, gitmemi istemezcesine parmaklarını mengene gibi sarmıştı. ‘’Bırak.’’ dedim kısık sesle, ona bakmazken.

‘’Yağmur,’’ dedi, ben elimi ondan kurtarmaya çalışsam da bırakmadı. ‘’Bir dinle.’’

Sert çıkartmaya çalıştığım bir sesle, ‘’Yeteri kadar duydum,’’ dedim, hala bileğimi tutan kemikli eline bakarken. Damarları gün yüzüne çıkmıştı. Gözlerim dolmaya yüz tutmuştu, gözyaşlarım eline düşecek diye korkuyordum. İç çekip ‘’Bırakır mısın?’’ dedim kırık bir sesle.

‘’Bırakmayacağım. Bir dinle.’’ dedi tekrar, kısık sesle.

‘’Hayır.’’ dedim elimi sertçe çekerek. Aniden bileğimi bıraktı, şaşkınlıkla yüzüne baktığımda kafasını aşağı eğmiş gözlerini sımsıkı kapatmıştı. İblis de şaşırmış bir ona bir bana bakarken, Asir’in inlemeyle karışık hırıltısını duyduğumuzda ikimiz de ona odaklandık. Derin nefesler alıp verirken aniden pikeyi ateş yuvasıymış gibi üstünden bir çırpıda atıp ayağa kalktı ve merdivenlere yürümeye başladı.

Arkasından şaşkınlıkla bakarken, gözyaşlarım pınarlarımda donmuş kalmıştı; hızlıca toplanıp merdivenlerden yukarı çıktım. Ne oluyordu ya?

Kendi odasına girmiş ve kapıyı açık bırakmıştı, ben de peşinden giderken sesin banyodan geldiğini görüp kapıyı tıklattım. Musluğu açmış olduğundan içeride ne olup bittiğini duyamıyordum. ‘’Asir?’’ dedim sorgularcasına. İblis’e baktığımda tek omzunu silkti, o da anlam verememişti. Kapıyı tekrar tıklatıp endişeyle, ‘’Asir?’’ dedim.

Musluğun kapatıldığını duydum. Kapıyı aniden açtı, saçı başı dağınık görünüyordu ve gözlerine sanki buğu inmişti. Kısık ve kızarık gözlerle bana bakarken, ‘’Hım?’’ dedi boğazından çıkarttığı sesle. Hızlıca, ‘’Ne oluyor?’’ dedim onu baştan aşağı gelişigüzel süzerken. ‘’Hiç. Ne diyordum?’’ dedi gözlerini kapatıp aralarken, aklı başında değil gibi görünüyordu.

İblis, ‘’Pişt.’’ dedi zihnimde, ardından gözleriyle Asir’in yumruk yaptığı elini gösterdi. Parmaklarının arasından kan sızıyor, birkaçı yere damlıyordu. Bakışlarım oraya indiğinde ona doğru yaklaştım, ‘’İyi misin?’’ dedim fısıldayarak.

Boğazından onaylarcasına mırıltı çıkarttı. ‘’Çok iyiyim.’’

Elini tutmamla elektrik yemiş gibi çekmesi bir oldu. Yumruk yaptığı elini arkaya doğru götürmüş, benden korumuştu. ‘’Yaklaşma. Şu an iyi bir an değil.’’ dedi, ‘’Senin gönlünü daha sonra alacağım, tamam mı? Söz veriyorum. Şimdilik kırdıysam üzgünüm.’’ Bakışlarını benden kaçırarak kelimeleri zar zor toparladı. Alnında biriken boncuk boncuk terleri gördüğümde, üstüne gitmemeyi düşünerek ‘’Tamam.’’ dedim. ‘’Sonra görüşürüz.’’

‘’Yağmur,’’ dedi zoraki nefes alarak. ‘’Bu gece odanın kapısını kilitle ve odamdan herhangi bir ses duyarsan yanıma gelme.’’ Nefesi giderek sesini örtmüş ve sesi sonlara doğru içine doğru kaçmıştı. Kaşlarımı çattım, ‘’Neden?’’ Sadece dik dik bakıp bir şey söylemedi, ben de daha fazla üsteleyip bir şey demeden odadan çıktım ama aklım hala geride kalmıştı. Kapıyı kapatsam da arkama doğru, kapalı kapıya baktım.

‘’Acaba Erkan, kalbin kırıldı diye…’’ dedi ve kapalı kapının ardına bakar gibi kafasını o yöne çevirdi. ‘’Kafayı yemiş olmasın?’’

Ona şaşkınlıkla baktım, ardından ikimiz de kapıya doğru bakıp bir şey söylemeden bir süre orada durduk. ‘’Git.’’ dedi Asir, kapının ardından boğuk sesle. ‘’Durma orada.’’ Dudaklarımı birbirine bastırıp odama doğru yürüdüm ve kapıyı arkamdan kapattım. Kilitlemeyecektim. Erkan’dan korkmuyordum ki, kilitlememe sebep olacak bir şey yoktu.

Bir süre yatağa aklı karışmış halde oturup dakikaları kovaladım. Acaba şu an iyi miydi? İblis’e baktım, yorulmuş görünüyordu. Kocaman esneyerek ağzını tatlı tatlı şapırdattı, ‘’Ne zıkkımsa,’’ dedi daha sonra tatlılığını süpürerek, ‘’Yatsak mı? Ölmeyecektir.’’ dediğinde, ‘’Sen yat.’’ dedim.

‘’Gidiyorum. Ciddiyim.’’

‘’Tamam.’’ Ardından tek el hareketiyle kapısını kapattı, son anda esneyen suratını tekrar görmüştüm.

Bana uyku gelmiyordu, uykuyu gram hissetmiyordum. Sadece aklım Asir’deydi. Bir süre daha boş boş bekledikten sonra derin bir nefes bırakıp ayağa kalktım ve yorganımı kaldırmak için hareketlendim. Sırtım kapıya dönükken, kapının gıcırtıyla aralandığını duyduğumda gözlerim penceredeki yansımaya dikildi.

Kapı yavaşça aralandı, bir hırıltı sesi duyduğumda gözlerimi kocaman araladım. Nefesimi tutup hareketsiz kaldım, camdaki yansıyan gözleri Erkan’a aitti. Simsiyah akları, kızıl gözbebekleriyle oradaydı. Kapı tamamen aralanıp arkamda ne olduğunu anlayamadan aniden belirince çığlık bile atamadan beni kolumdan tutup kendine döndürdü ve zaten aralık olan ağzıma kapandı. Nefesim iyice kesilirken bedenimdeki tüm kaslar gerildi, öylece kalakaldım. Saçlarımın üstünden enseme bastırılan elinin kalın bileğini tuttum. Dudaklarının hırçın hareketine ayak uydurmaya çalışsam da başaramıyordum.

Bedenlerimiz birbirine değdiği için onun da kaslarının hareketini, kasıldığını hissediyordum. Nefes almam için dudaklarımızı ayırsa da alnını alnıma dayadı ve tüm sıcaklığını bedenime aşılamaya devam etti. Dudaklarına bakarken, ‘’Asir…’’ dedim fısıldayıp, nefes nefese. Boğazından insani yönünden eser kalmadığını gösteren bir hırlama kaçtı, belimi tutup hafif arkaya doğru beni ittiğinde yatağa düşsek de o tüm ağırlığını vermeden üstümde durdu.

Mideme giren tatlı kramplarla beraber yakası aralık gömleğini, artık normale dönmüş ve akları ince bir ip gibi kızarmış gözlerini, dudaklarının şişkinliğini, yanaklarının al al oluşunu ve sallanan perçemlerinin altında artık gizli olmaktan çıkan yarasını dünyadaki en güzel şahesermiş gibi seyrettim. Dudaklarıma bu sefer hırçın değil, dünyadaki en nadide parçaymışım da kırılacakmışım gibi hassaslıkla dokundu ve beni öptü.

Dünya biz yataktayken üstümüze devrilmiş ve zamanın tüm kanatları kırılmış da Asir’in sırtına saplanmış gibiydi.

Yanağımdaki eli boynuma doğru indi ve parmakları yarım şekilde boynumu sardı, benim elimse göğsünün üstünde, hızlıca atan kalbindeydi. Bu andan ayrılmak dahi istemedim. Dudaklarımdan tekrar ayrılırken, nefesi tenimi yaktı ve dudaklarıma doğru fısıldadı. ‘’Sana kapını kilitlemeni söylemiştim.’’

Parlayan gözlerle ona bakarken, ‘’Kilitlese miydim?’’ dedim, nefesimin arasında.

Hafif şekilde gülümsedi ve kafasını geçiştirircesine sallarken, ‘’Büyük ihtimalle kırardım.’’ dediğinde kısık sesle kahkaha attım. Gülüşümü gözlerini kısarak, dudaklarında en güzel tebessümle izledikten sonra dayanamayıp dudağımın kenarına bir öpücük daha kondurdu. ‘’Özür dilerim.’’ dedi, aniden. Gülüşüm dudaklarımda asılı kaldı, gözlerindeki ciddiyeti parlayan gözlerle seyrettim. Gözlerine yansıyan ifademde gerçekten renkli gözlerimin içinin parladığını fark etmiştim.

‘’Bu anı mahvetmek istemiyorum ama büyük ihtimalle de mahvedeceğim.’’ dedi, ‘’Özür dilemede de, teşekkür etmede de pek iyi değilim.’’ Kafamı sallayıp, ‘’Evet, geliştirmen gerekiyor.’’ dediğimde ifademi kontrol etti, hem ciddi hem şaka yaptığımı fark edince dudaklarına hızlı bir gülümseme koyup tekrar ciddileşti. ‘’Burada deniyorum.’’ dediğinde tatlı tatlı kıkırdayıp, ‘’Kusura bakma tamam…’’ dedim.

‘’Bak, Te’raelyn’ı uzun zamandır bekliyorum. Gerçekten büyük bir zaman, sayamayacağım kadar asırlar boyu bekliyorum. Senin o olmadığının da farkındayım ama o kadar benziyorsunuz ki, aklım karışıyor ve de…’’ dedi ve zorlanıyormuş gibi duraksadı. ‘’Dur böyle olmadı…’’ dedi kendi kendine.

‘’Devam et.’’ dedim, dudaklarına kısa süre bakıp gözlerine tekrar odaklanırken.

Bana kaşlarının altından baktı, kızarmış yanaklarından gözlerimi alabilip bakışlarına odaklandım. ‘’Şunu söyleyeyim, kurtlar tüm zaman boyunca tıpkı tilkiler gibi tek bir kişiyi sever. O kişiye bağlandığımız zaman ölse de yaşasa da sadece onun için yaşar ve onun için ölürüz. Ona mühürleniriz.’’ dedi, bir süre bana zaman vermek için susarak. Kalbimin atış hızının Nirvana’ya tırmandığını hissederken, tüm ifadesizliğimle, ‘’Evet?’’ dedim.

‘’Ve Te’raelyn benim eşimdi.’’ dedi, gözlerini benden ayırmadan.

‘’Evet?’’

Konuşmadan önce duraksadı, ifademi ölçüp biçiyor gibiydi. ‘’Te’raelyn öldüğünde aklımı kaçırdım. Ya da öyle hissettim. Mantıklı düşünemiyordum, bir sürü hata yaptım, neredeyse tüm ülkeyi yakıp yıkacaktım. Leva’nın beni bir yerde kapattığı fikri iyi oldu, çünkü gerçekten kendimi kaybetmiştim. Naenia’da kimseyi bırakmayacaktım, çünkü Naenia’nın Kraliçe’si ve en önemlisi benim eşim ölmüştü; o yüzden Naenia da olmasındı.’’ dedi, tekrar susmadan önce.

Kafamı salladım. Bir şey söyleyip bu anı mahvetmek istemiyordum, ilk defa bana kendi geçmişini anlatırken bu kadar samimi ve içtendi. İlk defa acılarına ortak olduğumu hissetmiştim. Bir şey söyleyip onu kırmak ya da sinirlendirmek istemiyordum. Şimdilik sadece dinleyecektim.

‘’Leva’nın beni kapatmadan önce şunu söylediğini hatırlıyorum, beni bu zamana kadar ayakta tutan tek cümle: ‘O kadın tekrar geldiğinde, kafesin mührü kırılacak ve dışarı çıkacaksın.’ Uzun zamandır gelmedin, uzun zamandır içerideydim haliyle. Sen geldiğinde kafesten dışarı çıkabildim. O yüzden Te’raelyn’ın döndüğünü bildiğim için seni aramaya koyuldum. Krasa’ya o yüzden sinirlendim, kimsenin senden haberdar olmasını istemiyordum, çünkü nasıl geri döndüğünü bilmiyordum; kimle karşılaşacağımı da.’’

Kafamı salladım. Devam etti, ‘’Seni ilk ihtiyarın dükkanında gördüğümde, o olduğunu anladım. Öyle güzel bir auran vardı ki, nefesimi kestin. Gözlerin, sadece benim tanıyacağım gözlerdi. Te’raelyn olmadığını savunabilirsin ama içimdeki kurt, ondan bir parça sende seziyorsa ve onun senin olduğunu söylüyorsa ona güveneceğim. Bu da ona yapacağım tek kıyak.’’

O yüzden bu kadar deliriyordu. Eski eşini unutamıyordu çünkü ona aşıktı. Mühürlenmişti. O yüzden başta, ben normal Evin Yağmur çıksam bana yardım etse de geri dönmeyecekti. Eşi olmayacaktım çünkü. Bu kadar sadık birinin olması ve onu Te’raelyn’ın sahip olmasını kıskanıyordum. Geçmişte neler yaşandığını hatırlamıyor ve bilmiyordum. Bir yerlerde, onunla bir şeyler yaşayan bensem çoğunu hatırlamıyordum. Te’raelyn hatırlıyordu. Bu yüzden içimde bir yerlerde uyuyan o kadını, istemsizce kıskanıyor olmam delirdiğime mi işaretti?

‘’Yanıldığını söylemiyorum, Asir.’’ dedim, yutkunarak. ‘’Te’raelyn benim içimde bir yerlerde, ben de onu seziyorum yeri gelince. Fakat ben tamamen o değilim. Sadece ona benzediğim için beni seviyor olman veya böyle düşünmen, bana haksızlık değil mi?’’ dediğimde kaşlarını havaya kaldırıp, ‘’Sen bu yüzden mi kırıldın?’’ dedi.

Hemen parladım, ‘’Başka neye kırılacağım? Resmen değersiz hissettim.’’

‘’Hayatım, anlamak istemediğin nokta da bu; sırf sen ona benzediğin için seni seviyor değilim.’’ dedi, alaydan yoksun bir şekilde gülümseyerek. ‘’Benim eşim olduğun için seni seviyorum. Sana mühürlüyüm.’’ dediğinde elim ayağıma karıştı, kaşlarımı havaya kaldırıp indirdim ve dumura uğradığımı kademeli şekilde izlemesine müsaade ettim.

‘’Şaşkınlığa bak ya,’’ dedi alayla, ‘’Alo, sabah beri ne konuşuyorum?’’

‘’Tamam da, iyi de…’’ dediğimde kısık sesle kahkaha attı. ‘’Biz şimdi… ne?’’ Yana doğru düşse de hala yarı şekilde üstümdeydi, dirseğini yatağa sabitleyip avcunu yanağına yasladı ve şaşkınlığımı büyük bir keyifle seyretti. İlk defa görmüş gibi. ‘’Kafayı yedirteceksin bana. Te’ra yapamadı da sen yapacaksın.’’

‘’Bir dakika… ne?’’

Tekrar güldü, ‘’Tamam, böyle öğrenmemeliydin belki de…’’

‘’Şimdi sen, eşin olduğumu ve beni sevdiğini…’’ dedim kaşlarımı yukarı kaldırarak ona alttan alta bakarken. O da sakince onaylayıp her kelimemde kafasını sallıyordu. ‘’Ve bana mühürlü olduğunu… Te’raelyn’a değil de bana?’’ dediğimde kafasını iyice abartarak sallamaya devam etti. ‘’Aynen. Dolaylı yoldan öyle.’’ dedi hemen ardından. ‘’Ve bu demektir ki, maalesef benden kurtulamayacaksın.’’

Suratı bana doğru yaklaştığında nefesimi tuttum, ‘’O yüzden,’’ dedi fısıldayarak, ‘’Ya savaşırız ya sevişiriz.’’ dediğinde gözlerim irice açıldı, ‘’Oha!’’ dedim onu hafifçe iterek. Beyaz dişlerini göstererek sırıtırken kaz ayakları da kırışmıştı, içten gülümsemesine bakarken arsızlığından dolayı yanan yanaklarımı hissettim. ‘’Eninde sonunda olacak.’’ dedi alayla karışık ciddi bir sesle, ‘’Benden kaçışın yok.’’

‘’Git ya.’’ dedim utanarak. ‘’Deli mi ne?’’

‘’Nereden bildin?’’ dedi alayla.

‘’Manyak.’’

‘’Öyleyim.’’

‘’Sus.’’

‘’Tamam…’’ dedi mırıldanıp. Göz ucuyla hem bana bakıyor, hem de sırıtmasına engel olamıyordu. Yüzüne baktıkça dudaklarım gülümsemek için beni ikna etmeye çalışsa da ciddiyetimi koruyup, ‘’Git artık. Madem iyisin, yatacağım.’’ dedim anı bozarak. Söylediğim söz üzerine aniden boşta duran elini kalbine götürüp, acı çeker bir ifade yaptı ve ‘’Ah…’’ dedi.

Ona tip tip bakarken bir yandan da gülmemek için dudaklarımı oynatıyordum. Acı çeker ifadesini bozmamaya özen göstererek kapattığı gözlerinin tekini açtı ve bana yandan yandan baktı. ‘’Olmadı mı?’’ dedi fısıldayarak. Kafamı iki yana sallasam da sırıtmama bu sefer mani olamadım. ‘’Tüh ya…’’ dedi mırıldanıp ayağa kalkarken. ‘’İyi gidiyorum.’’

Ayağa kalkarken bilerek üstüme doğru çıktı ve yanağıma eğilip bir buse bıraktı. Yanağım öpücüğünden dolayı alev alev olup midemde kramplar belirince, ‘’Ben de öyle hissediyorum.’’ dedi göz kırpıp. Ardından hiçbir şey olmamış gibi beni öylece bırakıp ayağa kalktı ve arkasına dönüp keyfe keder ıslık çalarak odadan çıktı.

Kalbimdeki zelzeleyle yatağın üstünde öylece uzanıp boş tavanı seyrettim. Az önce neler oldu ya?

Elimle yüzümü kapayıp sağa sola dönerek, yatakta debelenirken bir yandan da ayaklarımı sallıyordum. Yüzüm kızarmış halde ve yüzümdeki büyük gülümsemeyle beraber yatağın içine solucan gibi kıvrılarak girip yan döndüm ve sırıtarak uyumaya çalıştım. En son zihnimde beliren tek şey, bir zamanlar rüyalarımı kabuslara çeviren o kızıl gözlerin ta kendisiydi. Şimdi ise görüp hissettiğim, sadece rüyadan ibaretti.

Uyandığımda şafak yeni söküyordu. Aylar süren talimler dolayısıyla erken kalkmaya alışmıştım ama hala yatakta uzanıyor ve gökyüzünde asılı kalan devasa güneşin, aydan enerji alışını ve tatlı tatlı kızarışını seyrediyordum. Hala tuhaf geliyordu bu ama devasalıklarına alışmıştım.

Hava biraz kapalıydı, yağmur yağacak gibi duruyordu. Bu havalara da alışmıştım. Yatağımda oyalanarak bir süre durdum, İblis’in kapısı çok geçmeden aralandığında siyah dumanlarının etrafa yayıldığını ve köpek dişlerini göstere göstere esnediğini gördüm. Bana mahmur gözlerle bakarken, ben ona sırıtarak bakıyordum. Önce yüz ifademi algılayamadı, daha sonra kafasını aşağı doğru eğerek kaşlarının altından bana tip tip baktı. ‘’Ne?’’

‘’Hiç.’’ dedim hem mırıldanıp hem gülümseyerek.

Kafayı sallarken, ‘’Umarım,’’ dedi kinayeli sesle. Bakışlarını kaçırıp altın işlemeli kadehine bakış attıktan sonra ondan yudumladı. Daha sonra bacak bacak üstüne atarak sırtını geriye yasladı ve bana tek kaşını kaldırarak alayla baktı, ‘’Dün gece ne oldu? Seni yememiş anlaşılan.’’

Dudaklarımı büzdüm ve yüzümdeki salak sırıtışı yok etmeye çalıştım, boğazımdan sadece onaylarcasına mırıltılar döküldü. Kaşlarını kaldırdı, ‘’İyi.’’ dedi, ‘’Neymiş derdi? Geldi mi yanına? Ki gelmiştir,’’ dediğinde, omzumu silkerek, ‘’Bir şey yok ya,’’ dedim. Başını sallayıp yine şarabını ağzına götürürken bakışlarını kadehin içine dikti, ‘’Bana mühürlü olduğunu söyleyip beni öptü sadece.’’

Şarabı yudumlarken öyle bir püskürttü ki, zift kadar siyah damlaların hem burnundan hem de ağzının kenarlarından çıktığını ve havada baloncuk oluşturarak yere doğru süzüldüğünü gördüm. Öksürük krizine girerken dumanları etrafa uçuşarak dağıldı hızlıca, ‘’Ne…’’ dedi çatallı, bozuk bir sesle. ‘’Ölmek mi istiyor?’’ Tekrar öksürük krizine girdi, neredeyse boğulacak sandım.

Sakinleşip bana ters ters bakarken, ‘’Kafası bedenine ağır geldi herhalde?’’ dedi sertleşen sesiyle. ‘’Benim burada oluşuma mı güveniyor?’’ Ona yandan bakarak parlayan gözlerle sırıttım, ‘’Sanki dışarı çıksan farklı olacaktı.’’ dediğimde bana dik dik bakıp dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıttı ve tekrar düz bir çizgi haline getirdi. ‘’Evet,’’ dedi, ‘’Kafası yerinde olmayacaktı.’’

Güldüm. ‘’Keyfe bak ya,’’ dedi bana ters ters bakarak, ardından gözlerini devirdi. ‘’Kızı boş bırakmaya gelmiyor anasını satayım, sürekli bir darlama kıstırma peşinde.’’ Kendi kendine homurdanmaya devam edip bir süre sonra sustu.

Asir kapımı tıklamadan içeri daldığında, beni talim için çağıracağını anlamıştım. Yatakta kafamı çevirip ona baktım, üstüne siyah bol bir tişört ve altına da aynı renkte bol eşofman geçirmişti. Kapının eşiğinde durdu ve uyanık olan bana tip tip bakıp, ‘’İyi, bahçeye.’’ dedi ve hemen gözden kayboldu.

Gözlerimi devirdim, ‘’Öküzlüğüne çare yok.’’ dedim İblis’e içimden.

Ayağa kalkıp yatağımı düzenlerken, ‘’Sen kaşındın. Ben daha naziğim.’’ dedi.

Buna daha da güldüm, kafamı geriye yatırarak kahkaha patlatışıma bıyık altı gülümseyerek baktı. Yüz ifadesi kendine bile inanmadığını gösteriyordu zaten. Dudağının kenarı hafif, manalı bir tebessümle kıvrılmış ifadesi yumuşamıştı; bana da yavaş yavaş kırptığı gözlerle bakıyordu.

Aklıma geldikçe söylediğine gülerken hem yüzümü yıkamış; hem rahat siyah bir atlet bir de kısa bir şort geçirmiştim altıma. Saçımı topuz yapıp Asir’in hediye ettiği tokayı aldım ve saçıma tutuşturdum. Avcumdaki hissi bile çok güzeldi. Çok değerli bir parçaydı, siyah Vaxor’a ait beden tokada gizli şekilde duruyordu.

Vaxor gerçekten muhteşem bir kart ve hediyeydi.

Odadan çıkıp merdivenlerden aşağı inip açık olan kapıdan dışarı çıktım. Rüzgar sertçe bedenime üfledi, uzaklardan gelen dağın keskin kokusu ve havadaki misk koku burnuma dolup ciğerlerime sindi. Verandada yürüyüp Asir’in karşımda duruşunu seyrederek karşısına geçtim. Beni baştan aşağı ciddiyetle süzdü ve aniden yüzüme yumruk savurdu.

Hemen kendimi savunarak yumruktan kaçtım. Artık hareketlerini daha net görüyordum. Bahçedeki son eğitimimizdi; her şey hemen hemen tıkırında gidiyordu. Yağmur hafifçe çiseliyor, her zamanki Naenia havası atmosferi iyice kasvetli bir hale dönüştürüyordu. Asir’in saçları hafif ıslanmıştı, sabah giydiği gri tişörte yer yer damlayan yağmur damlaları yağmurun birazdan hızlanacağını da belli ediyordu.

‘’Odaklan,’’ dedi sert bir sesle.

Kafamı toparlayıp gözlerine dik dik baktım. Gözlerinde asla bir yumuşama belirtisi yoktu ama dikkatli baktığımda, gözlerine dik dik bakmamı seviyor gibi görünüyordu. Elimdeki tokayı sımsıkı tutarak ona aniden saldırdığımda geri çekilip bu saldırımdan kolaylıkla kurtuldu. Daha yeni başlamıştık.

Ona defalarca atak yaptım, o da defalarca ataklarımı geri püskürttü ve kendini savundu. ‘’Yavaşlamışsın bakıyorum. Uyuyunca tüm kaslarına format mı atılıyor?’’ Dişlerimi birbirine bastırdım, ‘’Yavaşlamadım.’’ Öfkelendiğimi seziyordum, haklı olduğunu bildiğimdendi kısmen. Kafasını hafifçe sola çevirip tekrar düzleştirirken benimle tüm mimikleriyle alay ediyordu. ‘’Konuşma da göster.’’

Birkaç kez daha saldırdım ama hepsi nafile bir sonuç gösterdi. Yağmur çiselemekten vazgeçip hızlanmaya başladığı için toprak ayaklarımın altından kayıyordu ve görüşüm artık net bir halden bulanık bir hale evriliyordu. Asir atmosferdeki tüm bu etkenlerden gram etkilenmemiş gibi görünüyordu.

Sinirlenip saçımdaki tokayı çıkarttığımda gözleri dağılıp savrulan saçlarıma takıldı, ardından hemen büyülenmiş gibi duran ifadesini toparlayıp gözlerime alayla baktı. ‘’Ben de ne zaman…’’ dedi ama aniden tokayı ona doğru savuruşumla sözünü keserek beni bileğimden tutup engelledi. Ona yaklaşmış, bedenim çapraz duruyordu; hafif yere yakındım fakat o dik bir şekilde karşımdaydı. Bileğimi hafifçe bükmüştü. Tokayı elimden bırakmamıştım.

Nefes nefese kalmıştık.

Beni rahat bıraktığında hemen geri çekildim. Havanın soğuduğuna emindim ama bedenim cayır cayır yanıyordu; terlemiştim ve sırtımdan akan sıcak teri bile hissedemez haldeydim. Onun üstüne tekrar saldırdığımda bu sefer toprağa basan ayağım kaydı ve neredeyse yere düşecektim fakat Asir, havadaki kolumu tutup beni kendine çekti. Düşmeme izin vermedi, nefeslerimiz birbirine karışırken alnına düşen perçemlerinin uçlarından intihar eden damlaları seyrettim.

Benim bedenim sıcaksa, onunki ateşti resmen. Belimi saran parmaklarının hissiyatını düşünmemeye çalışsam da zor oluyordu. Tek elim koluna sımsıkı tutunmuş, kaslarını resmen eziyordu. Yakınlığımız bir tek bana yoğun gelmemiş olmalı ki bileğimi bırakıp birkaç adım geri gitti ve eski sertliğine geri döndü.

Yüzündeki afallamayı hemen toparlamasına bayılıyordum, nasıl bunu başarıyordu? Asir’in uzaktan gelen otoriter sesiyle kafamın karıştığını fark ettiğimde ben ne olduğunu anlamadan şimdiye döndüm. ‘’Korkma düşmene izin vermem, sen de ayağını yere sağlam bas…’’ demişti uyarır bir tonla.

Kafamı salladım. Ona tekrar tokayla saldırdığımda yakın mesafede olduğundan dolayı neredeyse çarpıyordu fakat bileğime sertçe vurarak tokanın elimden düşmesine neden oldu. Bileğimin üstünü saran sızı derimin altına gömülüp kaybolduğunda kulağımda çınlanan gerideki tek şey, etin ete çarpma sesi oldu. ‘’Tokayı da sabit tut.’’ dedi ama sesindeki küçümserliği direkt kavrayan beynim kaşlarımı çatmama neden oldu.

Asir’in karşımda hareketlendiğini hissettim, benimle arasında bir iki mesafe bırakacak şekilde önüme gelmişti. Tokayı eğilmeden elini avcu yere bakacak şekilde tutarak tokanın ona uçmasına neden oldu. Tokayı tutmadığı eliyle, elimi tekrar tuttuğunda sıcak parmaklarının ısısı derimin altına karışmış ve damarlarımı yakmıştı.

Ardından diğer elindeki tokayı avcumu ters çevirerek arasına koymuştu. Parmaklarımın arasında tutmaktan sıcaklaşmış metal cismi kavradım ve onu sımsıkı tuttum; avuçlarım çalışmaktan terlemişti. Asir bileğimi sıkıca kavrayıp tutarken kendine olan özgüvenini sezdiğimde benim de kanıma aynı duygu katıldı.

Elimi bir an olsun bırakmadı. ‘’Buraya,’’ dedi Asir otoriter bir tavırla, tuttuğu bileğimi havada hızlıca sol tarafa doğru götürürken. Nefesim kesildi çünkü sol göğsüne bastırmadan birkaç metre ötede havada sabit bırakmıştı ama yine de bileğimi tutan eli arasında nabzımın hızlandığını hissettim. Elimi tutmaya devam ederken bileğimi hafifçe büküp yan şekilde çevirdiğini hissettim ve keskin metal cismi, şahdamarına yakın bir şekilde tutarak boynuna götürdü. Ardından, ‘’Buraya,’’ dedi karizmatik bir şekilde, otoriter sesiyle.

‘’Kritik noktalar buralardır, tekrar dene.’’ Bileğimden çekilen parmaklarını hissettim.

Kafamı anladığımı belirtircesine sallayıp tokanın sivri ucunu gösterdiği tarafa doğru savurdum ama hızlı davranan eli bileğimi kolaylıkla savuşturdu. Etin ete çarpma sesi havada kırbaç gibi yankılanırken tok sesin hemen ardından bileğimi saran yine bir sızı baş gösterdi. Saçlarım terlemekten dolayı enseme yapışmıştı ama yağmur sayesinde bunalmıyordum.

Nefes nefese kalmıştım çünkü yarım saattir durmadan aynı hareketleri yapıyorduk ve yol kat edebilmiş değildim. Sırtımdan akan teri hissettiğimde iliklerime kadar ürperdim ve ensemdeki tüyler şaha kalktı. İblis, ‘’Pes etme.’’ dedi ama söylemesi kolaydı, özellikle tahtında oturarak film izlercesine bizi seyrederken söylemek daha kolaydı.

Tokayı yan bir şekilde tutarak boynuna götürdüğümde hızlıca davrandığımı düşündüm ama hareketim sadece havayı yarıp kesti. Son meydan okumam da ayaklarımın altına serilirken yorgunluktan ayrılan dudaklarımı konuşmak için kullandım. ‘’Baksana,’’ dedim nefes nefese kafamı yana eğerek, tokayı parmaklarımla dik bir şekilde üstüne doğru tutup. ‘’Irklarımızın aynı olmamasından faydalanıyor olabilir misin?’’

‘’Hayır,’’ dedi normal çıkan sesiyle, sorumu bekletmemişti. ‘’Ben yapabiliyorsam sen de yaparsın.’’ dediğinde aniden gelişen fikirle; duraksamasından ve boşluğundan faydalanarak metal tokayı göğsüne doğru savurdum ama geri çekildiğini elimin altındaki boşluktan kavradım.

Yan tarafımda duyduğum ses alay dolu ve küçümseyiciydi. ‘’Çok adiceydi ama çabanı beğendim.’’ İblis’in parmakları senkronize şekilde şakağına baskı uyguluyor ve gözlerinin önünü perdeliyordu; yine de karanlık bacaklarına baktığını biliyordum. Kafasını iki yana pes edercesine sallıyordu. ‘’Yok yok,’’ dedi. ‘’Böyle giderse buradan çıkmayı beklemem gerekecek.’’

‘’Of,’’ dedim bıkkınlıkla ama Asir buna müsaade etmeden alayla konuşmaya devam etti. ‘’Sana geçen gün öğrettiğim teknikleri kullanarak beni yaralayabilirdin,’’ demişti. Ardından kafasını sallayıp sırıtarak arkasına döndüğünde eve gitmek için hazırlanıyordu ama benimle alay etmesini o kadar istemiyordum ki bağımsız bir hareketle elimde tuttuğum tokayı sıkarak arkasına koştum ve nasıl yaptığımı bile bilmeden sırtına çıkıp bacaklarımı boynuna sardım; ardından toka tam sol göğsüne saplanmadan önce durdu.

Asir’in olanların hızına yetişemediğini afallayan suratına bakarak anlayabiliyordum. ‘’Böyle mi?’’ dedim mırıldanarak, kafamı aşağı sarkıtıp şaşkınlıktan açılan lav kırmızısı gözlerine bakarak. Yağmur onun bedeninden önce benimkine isabet ediyordu; enseme inip saçlarımda dağılan yağmuru hissediyordum. Yüzlerimiz o kadar yakındı ki onu neredeyse öpeceğimi sandım. İçimdeki o kuvvetli isteği görmezden gelmeye çalışarak sırıttım.

Şaşkınlığı bakışlarından silindi ve yerine garip bir his bıraktı. ‘’Benimle alay etme Karakurt.’’ dediğimde dudağının kenarı gülercesine yukarı kıvrılır gibi oldu ama hızlıca kayboldu. Gözlerindeki o derin, anlamlı bakış kızıllarını bir lazer gibi parlattı.

‘’Karakurt…’’ dedi mırıldanarak, nefesi yüzüme çarparken. ‘’Seni nefesin kesilinceye kadar öpmemi istiyorsan tekrar söyle.’’

İblis’in ağzı sonuna kadar aralanırken ve ona şaşkınlıkla bakarken yanaklarım anında kızararak tepki verdi, yanaklarımla aynı rengi taşıyan kızıl hareleri direkt oraya takılınca muzip bir tavırla gülümseyerek tek kaşını kaldırdı ve bana baktı. Bakışlarımı kaçırdım ve sessizce sırtından adeta kayarak ve son anda omuzlarına tutunarak aşağı indim.

Kısık sesle gülse de arkasını dönmeden ilerledi. Beni ansızın şoka sokmayı seviyor görünüyordu.

İblis o giderken ardından elini ağzına şap diye kapatarak tepki verdi. ‘’Aniden kelimelerim tükendi. Bu ilk defa oluyor.’’ dedi elini ağzından çekerek. ‘’Aç köpek.’’ dedi arkasından homurdanarak. Bana şaşkınlıkla bakıp elini çevirip kendini işaret parmağıyla gösterirken, ‘’Görüyor musun? Düzgünce sövemedim bile.’’

Saçlarımı tekrar topuz yaparak tokayı taktığımda ona yandan bakıp sırıtıyordum. Arkama dönüp patikadan aşağı inmeye başladım. Saat daha erkendi ve yürüyüş yapmak istiyordum. Terim soğusun da istemiyordum.

Yürüdükçe yürüdüm ve ormanın derinlerine gidip kendi başıma çalışmaya başladım; hızlansam da gücüm yerine yavaş yavaş geliyordu ve ben bunun bana gayet ayak bağı olacağının bilincindeydim. Gölge çağırmakta ustalaşmıştım, onları düşünmem bile yanımda belirmelerine yetiyordu. Hızlanmam gerekiyordu.

Asir’in bana hediye ettiği tokayı yanımdan bir an olsun ayırmıyordum. Bana hediye ettiğinden beri iki ay geçmişti ve ben o zamandan beri tokayı çıkartmamıştım. Özel bir toka olduğunu biliyordum ve o toka üstünde çalışmam gerektiğini de. O yüzden saçlarımdan çekip çıkarttığım tokayı avcumda tutarken Vaxor’un nesneleşmiş bedenine soğuk bir şekilde baktım. Orada uyuyordu. Biliyordum.

Gerçekten çok akıllıca bir fikirdi.

Onu uyandırmam gerekiyordu.

O yüzden köklerini toprağa saplamış devasa gölgesi olan bir ağacın altına oturarak toprağın soğukluğunu kalçamda hissederken sırtımı o ağacın kabuğuna yasladım. Bağdaş kurarak elimde tuttuğum tokaya bakıp durdum. Uyanmasını emredersem uyanır mıydı? Onun canlandığını hayal etsem canlanır mıydı? Auram yeteri kadar parlamıştı ve bu birkaç ayda epey toparladığımı hissediyordum.

Gözlerimi kapattım ve tokayı hafifçe tutarak onu hayal ettim. Vaxor’un siyah bedeni, parlayan pullarıyla hareket ediyor; Asir’in bedeninden çıktığı halde yerde sürünüyor; Mehir’in bacağını zehirliyor; Krasa’yı felç bırakıyor… Gözlerimi araladığımda hala toka halinde olduğunu gördüm.

Hayal kırıklığı ruhuma sızmadan önce tekrar düşündüm. Hayır, Vaxor’un bıraktığı etkiyi değil; onu düşünmeliydim. Tekrar odaklandım. Vaxor’un siyah pullu bedeni, oldukça kıvrak ama bir o kadar sert ve bir o kadar yumuşak; soğuk… Dili dışarı çıkıp içeri girerken kendine göre ses çıkartıyor…

Elimde hareket hissetmeye başladığımda heyecan dikkatimi dağıttı, yine de toparlanmam uzun sürmedi. Gözlerimi açmadım. İblis gözlerini kocaman aralayarak Vaxor’un canlandığını tahmin ettiğim bedenine bakıyordu. O da dikkatim dağılsın istemediği için sessizdi. Vaxor elimi sarmaya, oradan bileğime tırmanıp kolumda yürümeye başladığında gözlerimi araladım.

Ona bakıyordum.

Bedenini kolumun iç kısmına sarmış, boynunu yukarı kaldırmış görkemli bir şekilde tıslayarak bana bakıyordu. Kafası bir geri bir ileri hareket ediyor, dili arada dışarı çıkıp içeri giriyordu. ‘’Selam,’’ dedim durgun bir sesle. ‘’Küçük dostum.’’ Karşılık verircesine tısladı ve hareket ederek önce kafasını toprağa, ardından tüm bedenini kolumdan yavaşça çekerek yere inmeye başladı. Bacaklarıma değmeden toprakta sürünürken benim olduğum yerden uzaklaşmıyor, sadece ağaç ve benim etrafımda daireler çiziyordu.

Gülümsedim.

İblis de gülümsedi. ‘’Bu o köleden daha çok işe yarar.’’

‘’İşe yarayıp yaramaması önemli değil. O benim.’’

Bana dik dik bakarak, ‘’Önemli,’’ dedi tek kaşını kaldırarak. ‘’Kendini kandırma.’’

Gözlerimi devirdim. ‘’Bir sorunumuz var,’’ dedim toprakta sürünmeye devam eden yılana bakarken. İblis de ondan gözlerini ayırmadan boğazından mırıltı çıkartsa da daha çok hırıltıya benzedi. ‘’Onu geri tokaya nasıl dönüştüreceğimi bilmiyorum.’’

İblis kafasını aniden bana çevirdi, ‘’Şaka yapıyorum de.’’

‘’Yok.’’

Kafasını tekrar yerdeki sürüngene çevirip bu sefer bomboş gözlerle, melül melül baktı. ‘’Eyvah.’’

Yılan ağaca tırmanmaya başladığında onu kaybedeceğimden korktum ama bir yerlerde, onun geri inip bana geleceğini biliyordum. O yüzden gözlerimle sadece onun hareketlerini seyrettim, kafam geriye yaslandı ve ağacın kabuğunun çıkıntılarına saçlarım takıldı. Yılan bir daldaki kuşun yuvasına gittiğinde kaşlarım çatıldı. Açtı ve kuş yuvasında büyük ihtimal yumurtalar vardı.

Vaxor beni şaşırtmayarak yuvadaki yumurtayı ağzını aralayarak yediğinde kendimi kötü hissetsem de bir yandan doğanın dengesi diye düşündüm. Kafamı eğip önümdeki ağaçların arasındaki boşluğa bakarken keşke bunu görmeseydim diye düşünüyordum. Kuşun annesini düşününce iyice bunalıma girdim. İblis benden farklıydı, ağaçtaki sürüngene bakıp sırıtarak, ‘’Afiyet, paşam.’’ dedi alayla. ‘’Ye ye, şifa!’’

Gözlerimi devirdim. ‘’Acımasız.’’

‘’Doğanın kanunu.’’ dedi karşılık vererek. ‘’Sadece kazandıklarını değil, kaybettiklerini de düşünmelisin. Sadece sahiplendiklerinin değil, terk ettiklerinin de sorumluluğunu almalısın.’’ Yutkunup ona yandan bir bakış attığımda istifini bile bozmadı. ‘’Duygusal bakmazsan doğa bunu size göstermek için çok iyi bir fırsat.’’

‘’Siz mi? İşine gelince ‘’biz’’ diyorsun; işine gelince ‘’siz’’ diyorsun. Sen sadece beni ezmek için bunu kullanıyorsun.’’ dedim, ters ters. Bana dünyanın en aptal insanıymışım gibi baktı ve gerçekten bakışları o kadar üstün oluyordu ki öyleymişim gibi hissettim. Kendimi ona bu kadar endekslememin ne kadar üzücü olduğunu da fark ettim fakat buna çarem yoktu.

‘’Buna verecek iyi bir cevabım yok.’’ dedi dürüst olarak. ‘’Sen aptal aptal konuşmadığın ve davranmadığın takdirde ben, ‘’biz’’ oluyorum.’’

‘’Sen narsist birisin.’’

‘’Öyle miyim?’’ dedi bilmezlikten gelerek, bir yandan dudağının kenarı kıvrılırken. ‘’O zaman sen de yeryüzündeki böceklerden birisin.’’

‘’İblis! Beni delirtiyorsun!’’ dedim zihnimde bağırarak; labirentlerimin duvarları bağırışımla yerinden oynarcasına titredi. Gücümü yeri gelince kontrol edemiyordum ama İblis tek parmak şıklatmasıyla o duvarları yerine sabitliyor ve düşüncelerimin sesini kısıyordu. Tıpkı şu anda yaptığı gibi.

Elini havadan indirerek bana sırıttı, ‘’Ben de seni.’’

Beni sinirlendirmeye bayılıyordu. Gerçekten bayılıyordu! Onunla laf dalaşına girmekten yorulup pes ettim ve Vaxor ağaçtan aşağı indiğinde onun bacaklarıma dolanıp tekrar kafasını kolumun iç kısmına değdirmesine izin verdim. Ardından tüm vücudu koluma sarıldı, bileğime indi ve avcuma kafasını bastırdı. Bir şey yapmıyordum, sadece kendi hareket ediyordu.

Ve tuhaf bir şekilde, kendi kendine tokaya dönüştü. Sanki dışarıdaki süresi bitmiş de yuvasına çekilmiş gibiydi. Asir’in bunu planladığından emindim. Olur ki gücümle onu uyandırmayı başarırsam tekrar dönüştüreceğimle ilgili bocalayacağımı biliyor olmalıydı. Gülümsedim ve tokayı saçlarımı topuz yaparak oraya taktım.

Eve gitmek için hareketlendiğim sırada, İblis’in bile anlamlandıramadığı bir hızla, havada uçtuğumu hissedip oturduğum ağaçlıktan birkaç metre ötedeki bir ağaca sırtımı çarptım ve etten çuval gibi yere düştüm. Kafamı vurduğum için beynim zonkladı ve dişlerim çarpmanın etkisiyle birbirine çarpıp ağrıdı. İblis etrafa şaşkınlıkla bakarken kimseyi görememiş olmalı ki ayağa kalktı ve kafasını resmen üç yüz altmış beş derece döndürerek çevreyi kolaçan etti. ‘’O neydi… iyi misin Toprak?’’ dedi bir yandan beni kontrol ederek.

Boğazımdan kaçan mırıltıyı duydu, resmen böğürdüğümü sandım. Gözlerimi yarım yamalak açarak bir yandan ayağa kalkmaya çalıştığımda, onun sesini duydum. ‘’Sürüden ayrılanı kim kapar?’’ dedi, psikopat bir şekilde gülerek. Alberto. İblis’le resmen dişlerimizi sinirden bastırarak ona baktık, hırladığımı bile düşündüm. Boğazımdan yükselen ses öyle kindar, öyle sert çıkmıştı ki Alberto’yu bile şaşırttım.

‘’Onunla kala kala ona benzemişsin,’’ dedi bembeyaz dişlerini göstererek sırıtarak. Ardından kademeli şekilde azar azar ciddileşerek, ‘’Akılsız bir hayvana.’’ dedi, dişlerinin arasından tıslayıp. İblis bu dediğine neredeyse gülecekti, ‘’Diyene bak lan, kendinden böyle bihaber olacaksın işte.’’

Alberto ellerini siyah pantolonun ceplerine sokarak, ayağını toprağa bir iki kez vurup sürttü. Çoktan ayağa kalkmış, dik duruyor ve gözümü ondan ayırmıyordum. ‘’Beni mi arıyordun?’’

‘’Hangi akla hizmet karşıma geçip bu kadar rahat davranıyorsun?’’ Benden çıkan sesi kendim bile tanıyamıyordum, gerçekten o kadar öfkeli ve kinliydim ki onu görmem her şeyi hatırlamama bir kez daha sebep olmuştu. Beni neredeyse öldürüyordu, dövdürdü ve kuzgunumu öldürdü. Her şeyin başlangıcıydı ama sonunu ben getirecektim.

Boğazından köpek iniltisine benzer bir hırıltıyla, alay ve kibir dolu bir kıkırdama çıkarttı; ardından sırıtarak kahkahasını genişletti. ‘’Benimle bu şekilde konuşacak kadar gücün yerinde mi ki?’’ dedi, parlayan gözleriyle. Sivri dişlerini sırıtışının arasında görebiliyordum; bembeyaz teni bu kaos dolu havada bile parlıyordu.

Ona doğru hareketlenip, benden beklemediği için daha kolay olmuştu, döner tekmeyi kafasının kenarına şak diye geçirdim. Ayağımın ucundaki baskıyı ve hafif de olsa tatminkarlığı damağımda hissettiğimde şaşkınlıkla yalpalamasından elime fırsat geçirerek karnına geçirdiğim tekmeyle önümdeki ağaca doğru uçtu.

Ağaca benim gibi yapışmadı ama şaşkınlığını net şekilde yüzünde görüyordum. Bir yandan sırıtıyor, bir yandan da dudaklarını ve gözlerini aralamış bana bakıyordu. ‘’Vay,’’ dedi gülerek, ‘’Demek kendini geliştiriyorsun.’’ Kafasını salladı, ‘’İyi iş. Bir daha olmayacak ama.’’

‘’Ne istiyorsun?’’ dedim dişlerimin arasından. ‘’Canına mı susadın?’’

Aniden gözümün önünden kaybolduğunda etrafımı kontrol ettim. İblis, ‘’Arkanda,’’ dedi ama çoktan önümde durmuştu bile. Aramızda çok mesafe yoktu. Gözleri dudaklarıma kaydığında sanki benimle alay dolu şekilde flörtleşiyormuş gibi sırıttı, sonra bakışlarını tekrar ona öfkeyle baktığım gözlerime çevirdiğinde ve ona doğru yumruk savurduğumu gördüğünde tekrar hareketlendi.

İblis bile hızına yetişemiyordu, sanki onun avıydık ve o da çember çizerek başka avcıların bana ulaşmasını engelliyordu.

Yumruğum havaya indi, etrafıma bakıp gözlerimle onu seyrettim. Bana dokunup duruyor, sinirlerimle oynuyordu. Psikolojik üstünlükse onu başarıyordu. Gözlerimi kapattım, Asir’le olan göz bağı eğitimimizi hatırlayıp sakinleşmeye çalıştım. Rüzgarın yönünü, adım seslerini ve bana dokunuşlarını hissetmeye çalıştım. Kapkaranlık gözlerimin ardında sanki bir siluet belirdiğinde elimi kaldırıp bana dokunacak bileğini tuttum ve gözlerimi açtığımda bana bakıyordu.

Bileğini tutup öfkeyle sıkarak büktüğümde inledi ve kolunu çevirerek resmen onu havada döndürüp yere düşmesine neden oldum. Boynuna bastırdığım ayağımla ona tepeden bakışıma, ne olursa olsun yüzündeki sırıtışı silmeden bakıyordu. Hafifçe boynuna bastırarak yüzünün kıpkırmızı oluşunu seyrettim. Giderek sulanan gözlerine bakarak, ‘’Ne istiyorsun?’’

‘’Seni.’’

‘’Siktir git.’’ dedim ağız dolu şekilde. Ayak bileğimden tutup beni geriye doğru savurduğunda herhangi bir yere çarpmadan ayaklarımın üstüne düşmeyi başardım. Asir’le bunun çok eğitimini yapmıştık. Ayağa kalktığında paltosunun yakalarını düzeltip üstündeki toprağı silkelerken bir yandan benimle konuşuyordu, bana bakmadığı için hızlıca saçımdaki Vaxor’u çıkartıp avcumda, arkamda tuttum.

Rahattı. ‘’Düşünüp taşındım, benim aslında bilgine ihtiyacım yok, Tacı Düşmüş.’’ dedi. Gözlerini üstüme ciddiyetle diktiğinde artık eski Alberto’ya döndüğünü biliyordum. Elimdeki tokayı hafif salıp Vaxor’un kafasının canlandığını hissettim. ‘’Benim bir giriş biletine ihtiyacım var.’’

Kafamı salladım öfkeyle, ‘’Neyin girişi?’’

‘’Kafanı kopartıp meydanda sallaya sallaya gezmem gerekiyor. Bekledikleri kişinin sen olduğunu biliyorum, o kafanı tutup o yere gireceğim ve bir daha da geri dönmeyeceğim. Böylece bir taşla iki kuş, hem herkesin umudu kırılacak, Naenia eskisi gibi asla olamayacak. Hem de Asir’in canını yakmış olacağım.’’ dedi bana doğru yürürken.

Kalbim ağzımda atarak geri çekildim ve gözlerimi bir an olsun ondan ayırmadım; Vaxor bileğimden içeriye girip enseme doğru hareketlendi. İblis’se kafasını öfkeyle salladı, ‘’Güzel hikayeymiş, puştun oğlu. Ne kadar da inanarak boş konuşuyor!’’

Alberto onu duymuyordu ve gerçekten yapabilecek gibi görünüyordu. ‘’Seni bir daha Vampir’lerin önüne atmam. Bir şeyi beceremiyorlar.’’ dedi. İblis’le gözlerimizi aynı anda irice açıp söylediğinin ne olduğunu anlayabildiğimizde yüz ifademde ne gördüyse kafasını alayla salladı. ‘’Evet, aynen öyle yapacaktım.’’

‘’Seni orospu çocuğu!’’ dedi İblis, zihnimde duvarları titretecek kadar bağırarak.

Beni vampirlerin önüne atmıştı çünkü beni ısırtacak ve kanıma başka bir kan karıştıracaktı. Böylece dolaylı yoldan kimse tarafından saygı duyulmayacak ve işin sonunda da ölmüş olacaktım. Planı tutmuş olsaydı dolaylı yoldan hem bilgi alacak hem de beni elini kirletmeden öldürmüş olacaktı.

Alberto devam etti, ‘’Düşündüm ve taşındım, iyi ki o planım tutmadı çünkü Leva’yı da üstüme çekmek istemem.’’ diye devam etti; her adımında bana yaklaşırken sesli düşünüyormuş gibi yapıyordu. ‘’Ama merak etme, seni kendim sessiz sedasız öldürürsem bir sorun yok. Sevgilini de düşünme; kafanı hediye paketi içinde yollarım. İşim bitince tabii.’’

Vaxor artık ensemde hali hazırda bekliyordu, sessiz sedasız pusuya yatmıştı. Saçlarımın arkasında gizleniyordu. ‘’Neden yapmıyorsun?’’ dedim inatla, ona dik bakarak. ‘’Seni ne durduruyor? Şu an benden hızlısın.’’

Kafasını salladı, ‘’Evet, hızlıyım.’’ dedi. ‘’Ve yapabilirim.’’ Bunu söyleyip gözden kayboldu ve anında nefesini arkamda hissettim. Kafamı geriye yatırıp burnuna geçirdim ama kafamı iki yandan tutmasına engel değildi. Boynumu tek eliyle sarıyordu, parmakları çeneme ve uçları dudağıma dokunuyordu. Arkamda bedenini tamamen hissediyordum, kulağıma fısıldadı. ‘’Seninle aynı şeyi düşünüyoruz. Bir gram değişmediysen, ki değişmediğini biliyorum, sen de benimle aynı şeyi istiyorsun.’’

İblis yumruğunu sıkarak elinden bir şey gelmediğinin çaresizliğini hissederken; öfkeden aldığım sık nefeslerimle, ‘’Evet,’’ dedim bir adım olsun geri basmayarak. ‘’Seninle aynı şeyi istiyorum. Şu an kafamı kopartmazsan ileride hayatının en büyük pişmanlığını yaşayacaksın.’’

Sinirlendiğini hissettim, benim kafamı kendine doğru sertçe eğdiğinde Vaxor’un da hareketlendiğini ve artık ensemde olmadığını hissettiğim an, Alberto’nun bağırtısı tüm ormanı inletmişti. Aniden ileri atılıp geriye döndüğümde Vaxor’un Alberto’nun elini ısırıp hızlıca boynuna dolandığını fark ettim. Onunla cebelleşirken çok komik görünse de Vaxor için endişelenen yönüm, ağır basıyordu.

Vaxor’u acıyan eliyle hırlayarak tuttu ve boynundan söküp bana doğru fırlattı. Vaxor yerde hızlıca sürünüp yine saldıracakken, ‘’İçeri.’’ dedim ve bana doğru itaatkârca sürünerek elime geçti, ardından sırtıma doğru tırmandı ve ensemin içine yine sızdı. ‘’Seni lanet cadı!’’ dedi Alberto, acıyla kükrercesine bağırarak.

Öfkeden lazer ışığı misali parlayan kehribar gözlerine ve değişen suratına baktım. Dönüşecek gibi duruyordu ama bunun yerine elini acıyla tutmaya devam ederken kafasını bir yöne çevirip bir şey duymuş gibi hızlıca, ‘’Bu iş burada bitmedi.’’ dedi.

Yüzünü buruşturup ‘’Siktir, puşt seni.’’ dedi İblis, kafasını tek yöne sertçe eğip eski haline çevirerek. Alberto hiçbir şey söylemeden hızlıca gözden kaybolduğunda baktığı yöne doğru baktım. Kimse görünmüyordu. Alberto’nun peşinden bıraktığı boşluğa bakıp yere ayağımla bir iki kez sertçe vurdum. ‘’Tar’a! (Gölge!)’’ dediğimde bir gölge anında siluet şeklinde karşımda dikildi. Gölgenin uçuşan siyah elbisesi, İblis’e benziyordu; boş olan göz çukurlarına sertçe bakıp emir verdim. ‘’Alberido quas’ra! (Alberto’nun peşinden git.)’’ dedim, keskince.

Beni dinler dinlemez hızlıca onun gittiği yöne doğru kayboldu. Vaxor ensemden omzuma doğru, ardından koluma sürünerek inerken onu avcumda yakalayıp toka haline geçmesine izin verdim ve saçıma tekrar taktım.

Eve doğru ilerlerken kan ter içindeydim, bunalmıştım ve etrafa bakıp duruyordum. Beynim acele etse de gördüklerim çoğunlukla boşluktan ibaretti; aslında bomboş bakıyordum. Alberto’nun tekrar geri geleceğini düşünmesem de temkinliydim, bir yandan da garip şekilde boş vermişlik üstümdeydi. İblis de aynı şekilde, benden daha temkinli ve dikkatlice etrafa bakıyordu. Patikaya ulaştığımda nefes nefeseydim; hiçbir şey söylemeden sessiz bahçeye girdiğimde Asir’i çevrede göremedim.

Beni böyle görmesini de istemiyordum. Hızlıca odama girer girmez soyunup duşa girdim. Sıcak su, kemiklerime kadar beni rahatlatıp gevşetti. Bir süre suda oyalandıktan sonra havluma sarınıp çıktığımda odadaki ısı, tenime nüfuz edince ürperdim. Acele ederek üstüme rahat bir tişört ve şort geçirdikten sonra yatağa girdim. Öyle yorulmuş ve kafam doluydu ki gözlerimi kapatır kapatmaz uykuya dalmıştım.

Uyandığımda etraf sessiz ve hava kararıyordu. İblis gözünü bile kırpmadığını belli eder şekilde bıraktığım gibi tahtında oturuyordu. Düşündüğünü görebiliyordum. Gözleri bir yere dalmış, yüzü ifadesiz duruyor; her zamanki o kadeh dansını yapıyordu. Uyandığımı görünce, ‘’Asir dışarıda.’’ dedi, ‘’Barlas’la birlikte.’’

‘’Tamam?’’ dedim gözümü ovuşturarak.

‘’Alberto’yu yakalayamamışlar ama yaklaşmışlar.’’

‘’Nasıl?’’

Kaşlarını kaldırıp indirdi ve cevap vermedi. Yutkunup ayağa kalktıktan sonra odadan ayrılıp merdivenlerden inmeye başladım. Barlas ve Asir’in sesi, aralık olan dış kapıdan yükseliyordu. Hiçbir şey söylemeden mutfağa girip önce kendime bir sandviç hazırladım ve midemi oyalasın diye yemeye başladım.

Sakin görünüyordum. Saatler önce ben tehdit edilmemiş gibiydim.

İblis rahatlığıma bakıp anlam veremezken bir yandan da sesini çıkartmıyor ve beni izliyordu. Sandviçi yedikten sonra ayağa kalkıp dış kapıya doğru ilerleyecekken Asir’in, ‘’Benden korkmasını istemiyorum.’’ demesi üzerine duraksadım. Çok fazla ses çıkartmamaya çalışarak kapının arkasına geçtiğimde artık sesleri daha net geliyordu.

‘’Senden korkuyorsa eşin değildir zaten. Sal.’’ diyen Barlas’ın sesi umursamaz geliyordu. Asir’den cevap gelmesi gecikmedi, ‘’Onun eşim olmasını istiyorum.’’ dediğinde kalbim bir uçurumun kenarından atlamak üzere gibi tekledi. İblis’le bakıştık, burun kıvırsa da sesini çıkarmadı.

Barlas çekici bir şekilde kıkırdadı. ‘’Aniden Bella’yla yaşadıklarım aklıma geldi; beni çok süründürdü biliyor musun? Kendisi acı çekiyorken bile kendi gözünün yaşına bile bakmadı. En sonunda çıktım karşısına, dedim böyle böyle, bunu kaç defa söylesem de yetmeyecek sana biliyorum ama seni seviyorum dedim. Bu benden sana son adım, bundan sonra ne yapıyorsan yaparsın, nereye gidiyorsan gidersin.’’ Sırıttım.

‘’Kovdun mu lan kızı?’’

‘’Kovmadım, blöf yaptım. Anladı da zaten. Ama ne oldu?’’

Asir sessizliğini sürdürdü. Barlas sonuca şaşırmamış gibi, ‘’Beni seçti. Yanımda kalmayı seçti. İlk defa Bella, benim için kendinden ödün verdi ve eşim olmayı kabul etti.’’ dedi. Ses çıkartmadan kapının o tarafa doğru yaklaştığımda onları sadece benim görebileceğim noktadalardı. Aslında içten içe belki de beni seziyorlar ama umursamıyorlardı.

‘’Bundan çıkarılacak kıssadan hisse ne şimdi?’’ dedi Asir, umursamaz bir tonla.

‘’Diyorum ki, sen Asir’sin. Salak bir adam değilsin. Çık karşısına, söyle.’’

‘’Söyledim zaten. Dün gece.’’ Barlas şaşırarak ‘’Hadi ya!’’ dedi, yerinde dikleşirken. ‘’Vay vay!’’ Sesi coşkulu geliyordu. ‘’Ne cevap verdi?’’

‘’Şaşırdı.’’ dedi Asir. ‘’Öyle.’’

Barlas kafasını sallayıp, ‘’Peki, eş olayını anlattın mı?’’

‘’Evet.’’

‘’Vay be!’’ dedi Barlas, ardından geç olmadan kendi sözüne devam etti. ‘’Gerçi belliydi, Kabuhan’da tutup öptüğünde her şey netleşmişti.’’

‘’Ne yaptım?’’ dedi Asir, kaşlarını kaldırarak. ‘’Ne zaman?’’

‘’He, sen değil tabii… Diğerin öptü. Hatırlamıyorsundur.’’ Barlas’ın sırıttığını yanak kaslarının gerilmesinden anlıyordum, ‘’Çok ateşliydi. Hatırlamaman yazık olmuş.’’ dediğinde Asir’in onun kafasını büyük avcuyla tutup sıkışını seyrettim, öyle ifadesiz tutmuştu ki Barlas, ‘’Armut muyum lan ben?’’ dedi kafasını geriye çekerek. Tek eliyle saç diplerine masaj yaparcasına karıştırarak diğer yandan yüzünü buruşturup ona baktığında Asir’in, ‘’Yamultmadığım için Leva’ya dua et.’’ dediğini işittim.

‘’Ne yapacaksın?’’ dedi Barlas.

‘’İlk defa bir şey bilmiyorum.’’ Bakışlarım aşağı doğru düştüğünde, Barlas’ın, ‘’Onu bırakmayı düşündün mü?’’ dediğini işittim. ‘’Gerçi onun için iş biraz fazla ilerlemiş de. Sen boku yemişsin.’’ dedi daha sonra, acır gibi.

‘’Yedim.’’

‘’Afiyet…’’ dedi Barlas mırıldanıp, keyif ve alayla karışık ciddiyetle.

Kısa süre sonra, ‘’Ondan uzak duramıyorsan onu bir şekilde koruman gerekiyor, canın pahasına. Alberto’nun sürüsüne yeni kişiler eklediğini söyledim sana.’’ Barlas’tan gelen tehlikeli uyarı, kalın sesiyle örtüştüğünde gergince yutkundum.

‘’Biliyorum. Ulan herkes mi bu anı bekliyordu?’’ dedi Asir, asabi bir tonla. ‘’Hepsini parçalarım, bunu da biliyorlar ama ne vaat veriyorsa puşt korkmuyorlar ulan. Ne yapayım?’’

‘’Herkes tabii ki bu anı bekler. Kraliçe’nin geldiği an, senin miladın; herkes bu anı tabii ki bekler.’’ Barlas’ın uyarı dolu sesiyle yutkundum. Asir, ‘’Sikeyim…’’ dedi alçak bir sesle.

Barlas burnundan nefes bıraktı, parmaklarının sandalyede başlattığı ritmi durdu. ‘’Bak Asir, söyleyeceğim şeyi belki yanlış anlayacaksın ama onu bir yerde terk edebileceksen, öyle bir noktadaysan, kızın başını yakmadan terk etmen için seni uyarıyorum.’’ Asir öfkeli değildi ama o konuştuktan sonra atmosferi ölüm sessizliği almıştı.

İblis kafasını hızlıca sallayıp onaylarken, Asir onu dinlediğinde anlık olarak gözlerinin lazer gibi parlayıp söndüğüne şahit oldum, gerçekten Barlas’ı boğmak istercesine bakıyordu fakat Barlas oralı olmadan, ciddiyetle konuşmaya devam etti. ‘’Bakma bana öyle. Gitsin kendine rahat bir yaşam kursun oğlum. Tahta oturmadan kimse kral ya da kraliçe değildir.’’

İblis sessizce alkış tuttu. Fakat ben, göğsümün tam ortasında sanki biri elindeki bıçağı oraya saplamış döndürüyor gibi hissetmiştim. Birbirimizi bırakamazdık. Bunu düşünmemiz bile beni delirtiyordu şu noktada.

Gerçekten, ona bu kadar kapılmam belki doğru değildi ve büyük ihtimalle ona kapıldığım için sonumu o getirecekti ancak onu seviyordum. Bu değiştirilemez bir gerçekti. Onun bana olan hislerinden tam olarak emindim de artık; beni bırakmak istemeyişi ve dün gece olan anlar sebebiyle onun da bana karşı gerçekten hisleri olduğunu düşünüyordum.

Duyguları iyi kavrayacak kadar zeki biriydim. İnkar etsem veya bu girişimde bulunsam bile zaten zihnimin duvarlarına, odalarına hüküm sürmüş İblis’im bile buna karşı çıkardı ve ben aptallık denizine dalmak istesem bile buna müsaade etmezdi. O da bunun farkındaydı. Asir yanıma her yaklaştığında nabzım hızlıca atıyor, beni bir sıcak basıyordu.

Beni bırakmazdı değil mi?

‘’Barlas.’’ dedi Asir, küfür eder gibi. Bu konuyu uzatışından hoşlanmamışa benziyordu. Bir süre dik dik ona baktı, Barlas’ın gerilmesine neden olsa da Barlas’ta değişik bir özgüven vardı; korksa da çenesi dik şekilde yoluna devam eden bir tipti. ‘’Onu bırakmayacağım. Hiçbir zaman diliminde, hiçbir evrende, önüme kim çıkarsa çıksın; onu bırakmayacağım. Onu geçmişte Te’ra olduğunda da bırakmadım, şimdi de bırakmayacağım. Benden ölümüne nefret etse de, benden bıksa da onu bırakmayacağım Barlas.’’

Kendimi gülümserken bulmuştum, içimi sımsıcak bir his; damarlarıma yoğun bir sarılma isteği dolmuştu. Alt dudağımı ısırarak yoğun heyecanımı görmezden gelmeye çalışırken İblis burun kıvırarak kafasını sola doğru çevirdi. ‘’Korumayı da unutma o zaman, it…’’ dedi homurdanarak kısık sesle.

‘’O zaman ona her şeyi anlat. Aklında soru işareti kalmasın. Seninle ilgili olan, onunla ilgili olan; sizinle ilgili olan her şeyi. Bizdeki eş kavramını, mührün detayını…’’ dediğinde, ‘’Oralar için henüz erken.’’ dedi Asir. Gözlerim onu buldu, sıkıntıyla kestane rengi saçlarını dağıttı. Barlas, ‘’Asir, geç bile kalmışsın. Eninde sonunda seni ve yaşadıklarınızı hatırlayacak zaten.’’

Asir göğsünü şişirip indiren bir nefes bıraktı, ‘’Ona kendimi anlatacak zamanım yok, zaten anlatamam da. Koskoca yüzyıllar, nereden başlayacağımı bile bilemem kısaca. Beni hatırlıyor ama nasıl hatırladığını bilmiyorum. Bazen beni tanıyor gibi bakıyor, bazen hiç tanımıyor gibi bakıyor. Düşüncelerinin bile çeyreğini duyuyorum, o zamanlarda da beni düşünmüyor oluyor.’’

Barlas’ın suratını tam olarak göremiyordum ona baktığı için ama havadaki sessizlik, onunla empati kurduğunu gösteriyordu. Aklım Asir’in söyledikleriyle dolu, labirentimin ona ait köşesinde zamanını beklercesine asılı dururken ne hissedeceğimi tam olarak bilemiyordum. Yere hüzünlü bir boşluğa bakıyormuşum gibi baktığımı da son anda fark ettim. Beni bu ikilemden Barlas’ın sesi kurtardı, tekrar gözlerimi onlara doğru kaldırdım.

‘’İyi tamam lan, anladık.’’ dedi Barlas, havayı değiştirmek istercesine neşeli bir sesle. ‘’Yengemizse yapacak bir şey yok, sonuna kadar koruyup destekleyeceğiz.’’ Asir ona ilk defa gerçek anlamda gülümsedi, dizine birkaç kez vurup omzunu dostane şekilde sıktı. ‘’Borcum olur.’’

‘’Ne borcu lan?’’ dedi alayla gülümseyerek karşılık verirken. ‘’Senin yaptıklarının yanında bir hiç.’’

Bir süre daha havadan sudan konuştuklarında biraz oyalanıp verandaya çıktım, sanki hiçbir konuşmayı duymamış gibi yaptım ve onlar da belki anlasalar da üstüme gelip de çaktırmadı. Hala nasıl bir haldeysem Asir endişeyle beni süzüp kaşlarını çattı, ‘’İyi misin sen?’’ dediğinde, ‘’Evet.’’ dedim sımsıcak bir sesle. ‘’Uyudum, kendime geldim.’’

Barlas, ‘’Selam,’’ dediğinde hemen karşılık verdim. ‘’Selam.’’

Kahverengi gözleri hem imalı hem de sevecen baksa da suskunluğunu koruyordu. Tam tipik en yakın arkadaş profiliydi. Asir’i kandırmak mümkün değildi; bir şeyler seziyordu ve bunu söylediğiyle doğruladı. ‘’Neler olduğunu anlatacak mısın?’’

‘’Gezintiye çıkınca Alberto’yla karşılaştım.’’

Asir yerinden hışımla kalkıp önümde sağa sola giderken, Barlas sırtını dikleştirip kaşlarını çatarak bana baktı. Boğazımı temizleyip Asir’in volta atışını kesmesini bekledim ama kesecek gibi değildi, ‘’Soyunu sopunu siktiğimin orospu evladı…’’ dedi, ‘’Nerede? Neden benim haberim olmadı lan?!’’ dedi kafayı yemiş gibi, Barlas’a dönüp.

‘’Neden olduğunu gayet iyi biliyorsun.’’ dedi Barlas, ifadesizce. Asir cevabı duyar duymaz gözlerini sinirle kapatıp saçının arkasını ince uzun parmaklarıyla karıştırıp dağıtınca Barlas, ‘’Hem sakin ol lan, kız anlatsın bir.’’ diye devam etti. Asir bana dönüp, ‘’Evet, anlat.’’ dedi hızlıca. Asir’in keskin bakışlarını suratımda hissettiğimde harelerinin neredeyse beni yakıp kül edecek kadar ısındığını düşündüm. Öyle öfkeyle bakıyordu ki, öfkesi bana değil hem kendine hem de Alberto’yaydı.

Barlas’a bir bakış attığımda onun da kaşlarını çattığını fark edince derin bir nefes alıp verdim, ‘’Tamam, yürüyüş yapıyordum. Bir yerde durdum, biraz antrenman yaptım. Dinlendim, kalktım. Alberto’yla karşılaştım. Biraz birbirimizi hırpaladık,’’ dediğimde Asir’in yumruklarını sıktığını fark etmemle oraları hızlıca geçtim. ‘’Sonra işte, Vaxor’u üstüne saldım, ısırdı.’’ dediğimde dudakları kıpırdar gibi oldu ama gülümsemedi. ‘’Sonra birine bakar gibi yaptı, bu iş burada bitmedi dedi, gitti hızlıca. Gittikten sonra da gölge taktım peşine. Gelecek umarım.’’ dediğimde Asir şaşırmasa da Barlas’ın ağzı aralanmış, şokla dinliyordu.

‘’Sen bu kadar geliştin mi ya?’’ dedi afallayarak.

‘’Ne sandın?’’ dedim burun kıvırıp ona tepeden bakarak. İblis sırıttı ve onu baştan aşağı süzerek gururlu bir ifadeye büründü. Barlas dudaklarının kenarlarını beğenircesine sallayıp, ‘’Vay be…’’ dedi. Gururlanmıştım, yüzümdeki gülümseme büyüse de Asir’e baktığımda durgunlaştım. Kendini suçlamaya devam ettiğini görebiliyordum, durgundu.

‘’Gölge geldiğinde haberim olsun. Başka bir şey söyledi mi sana?’’

Kafamı meydanda sallamak istediğini söyleyemezdim. Delirirdi. ‘’Bir yere gireceğinden bahsetti, girip bir daha geri dönmeyecekmiş. Moumar’dan bahsediyor galiba ve Moumar’ı bilmediğimi sanıyor.’’

‘’Moumar’da ne halt var da bu kadar istiyor bunu lan?’’ dedi Barlas, Asir’e.

Asir ona cevap vermedi. Sandalyesine biraz daha sakin oturarak, ‘’Alberto’nun farklı ırklardan sürü topladığını öğrendik. Ben de birkaç kişiyi topluyorum, savaş kapıda. İttifaklarıma güveniyorum, ondan güçlü olduğumu da biliyorum. Onu öldüreceğimi de. Fakat aklıma takılan şu,’’ dedi, kaşlarını çatarak.

Barlas’a döndü, ‘’Senin sorundan ziyade sürü toplasa da Alberto görünen imajının aksine çok fazla güvenilir ve sevilen bir tip değil. Milleti ne vaat ederek kandırıyor veya ne veriyor da onun peşinden gidiyorlar? Moumar’a herkesi sokacak değil.’’

Barlas’ın aklında cevaplanmayan bir soru daha belirmiş oldu. İblis, ‘’Güç mü?’’ dediğinde, Asir onu duyup kafasını iki yana sallayarak belli etti. ‘’Çok saçma. Onun peşindekiler zaten güçlüdür.’’ Barlas kiminle konuştuğuna anlam veremeyerek etrafına bakıp tekrar Asir’e odaklansa da üstünde çok durmadı.

İblis tekrar düşündü, ‘’Kraliçe’den nefret eden ve Kraliçe’nin ölümünü isteyenler olabilir.’’ dediğinde Asir dişlerini sıkarak sakinleşmeye çalışırken, ‘’O cümleyi rahatça kurmasan mı?’’ dediğinde Barlas Asir’in kafasında üçüncü göz çıkmış gibi ona bakıyordu.

‘’Delirdin mi birader en sonunda?’’ dedi kaba şekilde, şaşkın bir sesle. ‘’Kiminle konuşuyorsun lan?’’

‘’Sen anlamazsın.’’ dedi Asir, geçiştirerek. ‘’Zamanı gelince öğrenirsin.’’

Barlas, ‘’Çattık ya…’’ dedi mırıldanıp. Barlas bana doğru döndü. ‘’Senin zamanında yaptığın işler yüzünden sana kinlenen bir sürü ırk da olabilir. Kusura bakma ama duyduğum kadarıyla, son zamanlarda yeteri kadar iyi iş çıkaramamışsın.’’ Böylece İblis’in söylediğine birkaç laf eklemiş oldu.

Kendimi kötü hissetmiştim fakat hırs o kötü hissin ortasında cayır cayır yanarak kendini belli etti. Te’raelyn değildim, onun yaptığı hataların peşinden gitmeyecektim. ‘’Eski hataları tekrarlamayacağım.’’ dediğimde Barlas’ın ‘’Umarım.’’ demesi üzerine Asir hırlayınca boğazını temizleyip yerinde kıpırdandı ve gözlerini kaçırdı, ‘’Yani…’’ dedi ağzının içinde geveleyerek.

‘’Hepimizin hatası olur.’’ dedi Asir, uyarırcasına.

‘’Evet ama baştayken kimsenin hata yapma lüksü yoktur.’’ dedi Barlas, sertçe.

‘’Senin de hatalarını sayardım, Barlas.’’ dedi Asir, ciddiyetle. Barlas’a kal geldi ve bir şey söyleyemedi fakat bakışlarından huzursuz olduğunu yakalayabiliyordum. ‘’Beni konuşturma, Barlas.’’ dedi Asir, sakince ama ciddiyetle. ‘’Onu bu yüzden eğitiyorum.’’

Barlas başını iki yana sallayarak fısıldadı. ‘’Hayır. Onu bu yüzden koruyorsun.’’ Asir’den ses çıkmayınca devam etti. ‘’Onu eğitmen onu korumak istediğin için değil mi? Çünkü her şeye yetişeceğini düşünmüyorsun; zaman seni güçlendirse de hızını aldı Asir.’’

‘’Hızını mı aldı?’’ dediğimde Barlas bana döndü. ‘’Evet.’’ dedi tekdüze, Asir’den herhangi bir ses gelmezken. Onun sessizliği Barlas’ın haklı olduğunu düşündürtüyordu. ‘’Kabuhan Kalesi’ni tek başına yıkabilecek güçte ama eski hızı yok, Evin. O yüzden kaleyi basarken bize ihtiyacı vardı.’’

‘’Benim kimseye ihtiyacım yok. Sizi de ben çağırmadım, siz geldiniz.’’ dedi Asir, hızlıca. Barlas inanmışa benzemiyordu, ‘’O zaman neden ittifak kuruyorsun oğlum?’’ dedi üsteleyerek. ‘’Bize ihtiyacın olmadığı için mi?’’ Asir’in derin bir nefes vererek gözlerini kapatıp araladığını ama sesini çıkartmadığını fark edince zafer bulmuş gibi kafasını sallayarak arkasına yaslandı.

İblis Asir’in gözlerinin derinlerine ifadesizlikle baktıktan sonra gülümsedi, ‘’Evet. Sonuçta zamanı durdurabilen birinden bahsediyoruz. Ona zaman işlemiyorsa hız da işlemez.’’ dediğinde Asir, İblis’e dönercesine bana doğru döndü ve gözlerimin içine baktı.

İblis’in onun kendisine baktığını ve duyduğunu bildiğini biliyordum. İblis sırıtışını büyüttü, ‘’Puşt…’’ dedi mırıldanarak. ‘’Ama bunu bizden başka kimse bilmiyor, değil mi?’’ Asir’in dudaklarının sinsice kıpırdandığını ama tekrar ciddiyete büründüğünü fark ettim. İblis kıkırdayarak kadehinden yudum aldı. Barlas’la Asir tekrar konuşmaya daldığında ‘’Peki neden ittifak kuruyor? Kendi bile hızını bahane edip geciktiğini söylememiş miydi?’ dedim içimden İblis’e.

‘’Yavrum,’’ dedi İblis kaşlarının uçlarını küçümsercesine kaldırarak. ‘’Tabii ki hızı yavaşlamıştır, mesela bir yerden bir yere koşması eskisi kadar hızlı değildir. Ancak savaş alanında, Asir’le yaptığımız talimlere de bakacak olursam kesinlikle hız kaybetmediğini söyleyebilirim. Adam Ares gibi anasını satayım. Savaşmak için doğmuş diyebiliriz ve tek derdi, geçmişteki bozulan imajını tekrar sağlamlaştırmak. İnsanların güvenini kazanmak istiyor, o yüzden ittifak kuruyor; çünkü sen geri geldin.’’

‘’Benim için mi?’’

‘’Öyle düşünüyorum.’’ dedi tek omzunu silkerek. ‘’Tahta belki oturacak değildir ama sen geri geldiğin için, insanlar da kime güvenecek ilk? Ya Te’ra’ya ya da Te’ra’nın eşine. Sen şu an tahta otursan, Asir’in imajından dolayı bir sürü ittifak kurmuş olacaksın hatta şu an fark etmeden kurmuşsundur bile.’’

Hepsinin zekasına ceketimi ilikleyebilirdim. Benim geleceğim yok diye düşünüyordum ama herkes, benim geleceğimin oluşması için önüme taştan yollar diziyordu. Boşluk’un söylediği cümleler zihnimin labirentinin derinlerinde bana doğru fısıltıyla yaklaştı. İçim minnetle dolarken sessiz sedasız köşede Asir’le Barlas’ın söylediklerine odaklandım. ‘’Kami’nin derdini öğrenmen lazım. Gerçekten o mu ihanet etti bilmen şart.’’ dedi Barlas. ‘’İhanet etmediyse boşuna kızı infaz etme, ona da ihtiyacımız olabilir.’’

‘’Ona asla ihtiyacım yok!’’ dedi Asir, sinirle. ‘’Gözüm görmesin onu.’’

‘’Saçmalama lan, Kami’den bahsediyoruz. Düşmanı sulu getirir susuz götürür o.’’

‘’Biz de yaparız onu.’’

‘’İnatlaşma.’’ dedi Barlas, ‘’Sen yine de öğren.’’

Asir bir süre susup asırlardır yaşamamış misali çocuk gibi dudak büzdü, ardından hemen, ‘’Ben konuşmam.’’ dedi. ‘’Konuşursam boğarım onu.’’ İfadesinin tatlılığına dalıp giderken Barlas’ın sabır çekercesine kafasını yana yatırıp dikleştiğini gördüm. ‘’Yenge,’’ dediğinde afallayıp ona baktım, ‘’Sen konuş bari.’’ dedi.

‘’Ben mi?’’ dedim, kendimi gösterip.

‘’Burada başka yenge var mı?’’ dedi Barlas, sabır dilercesine. ‘’İkiniz de tencere kapak sabrımla mı oynama kararı verdiniz?’’

‘’Alberto’yu zehirlemen iyi olmuş.’’ Asir’in odaklandığı konuyla bakışlarımız ona döndü.

Bakışlarını indirip bir süre sustu, bir şey düşündükten sonra ‘’Vaxor’un zehriyle halüsinasyon görmüş en son. Toparlanması biraz uzun sürebilir. Bir de, gölge taktıysan peşine yerini bulmamız da an meselesi. Yerini bulduktan sonra hala zehrin etkisi geçmemiş olursa tepesine bineriz. Eğer geçmişse de onu Kızıl Diyar’a çağıracağım. Moumar’a hem yakın, hem de uzak olacağız.’’

‘’Neden?’’ dedi Barlas.

‘’Çünkü onu tam orada öldürmek istiyorum.’’ dedi Asir. Gözündeki apaçık parlayan kin ve öfkenin aksine aklından geçenin ne olduğunu hiçbirimiz anlayamamıştık ve o da anlatmadı. Onu ilk defa bu kadar kindar ve nefret dolu görmüştüm; kızgın olduğu zamanlar vardı ama hiçbir zaman bu denli geçtiği yerleri yakacak kadar öfkelenmemişti. Mehir’e bile.

‘’Mehir’le ben konuşmaya gideceğim.’’ dedim, ‘’Yarın.’’

‘’Söylediklerinin hepsine güvenmeni tavsiye etmiyorum,’’ dedi Asir, ciddiyetle. ‘’Gerekirse onu dinle.’’

İblis kendisinden bahsettiğini anladığında durgun olan hali canlandı ve kadehinden ayırdığı bakışlarını, keskince kaşlarının altından ona doğrulttu. ‘’Gerekirse mi?’’ dedi, sorudan uzak şekilde. ‘’Beni her zaman dinlemeli. Dinlemediği için bu halde.’’ Konuşurken gözlerini şaşırmışçasına irice aralamıştı ama şaşkınlıktan uzak, tatlı bir görüntüsü vardı.

‘’Merak etme.’’

Barlas toparlandı, ‘’Gidiyorum. Tekrar gelirim.’’ dediğinde Asir kafa sallayıp sırtına bir iki kez geçirdi, böylece vedalaşmış oldular. Barlas’ı gözlerimle takip ederek patika boyu yok oluşunu seyrettim, havadaki kaos dağılmaya başlamıştı. Asir’in elini tırabzanda gördüğümde kalbim yerinden fırladı ve önüme döndüm, böylelikle ona doğru dönmüş oldum.

Kıstığı gözlerle yüzümü incelerken yumuşakça yutkundum. Gözlerinin gerçekten içimi ısıtan bir özelliği vardı, renklerinden bağımsız sımsıcak bakıyordu. Gözlerinin aynasında kendi ifademi gördüğümde ve bu kadar dikkatli baktığımı fark ettiğimde bakışlarımı kaçırdım ve hafifçe geriye doğru yaslandım. Kalçam tırabzana değdi.

‘’Neden?’’ dedim sesimi zoraki bularak. Boğazımı temizleyip, ‘’Neden bu kadar yakınsın?’’

Kafasını yana doğru yatırarak ifademi süzdüğünde dudakları düz bir çizgi halindeydi, ne düşündüğünü bilmiyordum. ‘’Yok,’’ dedi, ‘’Bunun için erken.’’ Kendi kendine mırıldandığında gözlerimi tekrar ona doğrulttum. ‘’Hım?’’ dedim boğazımdan kedi gibi mırıltı çıkartıp. Dudağının kenarı ilk defa gülümsercesine oynasa da yine ciddileşti, fakat kızıl gözlerinin içi gülüyordu. ‘’Hım?’’ dedi o da taklidimi yaparak.

‘’Ne?’’

‘’Ha?’’ dedi, tekrar.

Adını uzatarak, ‘’Asir…’’ dedim omzuna hafifçe geçirerek. Benimle uğraşmaktan zevk alırcasına gülümsedi, göz kenarları kırışırken içim bir kedinin uykusundaki bedeninden daha sıcak oldu. ‘’Benimle uğraşmaya bayılıyorsun değil mi?’’

‘’Yok,’’ dedi, gözlerimin içine ciddiyetle bakıp. ‘’Direkt sana bayılıyorum.’’

‘’Ya…’’ Karşısında kıvranır gibi hareketler yaparken halime kaşlarını muzip şekilde çatarak, yüzündeki hafif tebessümle bakıp seyretti. Yanaklarım giderek kızarırken ‘’Deli…’’ dedim gözlerimi devirip bir yandan sırıtıp. ‘’Utandım.’’

Kadifemsi sesle, ‘’Hadi canım?’’ dedi Asir, hala benimle alay ederek. ‘’Hiç belli olmuyor.’’

İblis aramızda dönen diyalog ve hareketlerime bakıp beyni mıncık mıncık olmuş gibi kendine gelmek istercesine kaşlarını kaldırıp indirirken; Asir benden hafif uzaklaştığında boşluğa düşmüş gibi hissettim ve aramıza rüzgar girdi. Bedeninin bana dokunmasa bile ayrı bir sıcaklığı vardı. Gerçekten teni fırın gibiydi ve bana biraz yaklaşması yanmama neden oluyordu. ‘’Sana başka bir şey söyledi veya…’’ dedi sözünü tamamlamak istemeyerek.

‘’Asir, senin bir suçun yok. Bilemezdin.’’ Ciddiyetimi fark ederek kafasını salladı, ‘’Ama bilebilirdim.’’ dedi ağzının içinde. Kendi içinde bir savaş başlatmış gibi kaşlarını kaldırıp indirdi ve ‘’Cevap?’’

‘’Hayır.’’ dedim yalan söyleyerek. Alberto’yla konuşmalarımızın detayını bilmesine gerek yoktu. ‘’Beni görmen lazımdı ama iyi idare ettim. Şaşırırdın.’’ Gururla çenemi dikleştirip baktığımda o da aynı şekilde bana bakıp gülümsedi. ‘’Emin ol, şaşırmazdım.’’ Ardından ellerini cebine atarak kapıya ilerledi, geniş sırtı kapıdan girince kayboldu.

‘’Kör olmak istedim anlık.’’ dedi İblis, ‘’Tatarus… İyi ki kısa sürdü.’’

Gözlerimi devirdim, ‘’Abart.’’

Karşılık olarak burun kıvırdı. Evde durmak istemediğim için verandadan inerek ormana doğru yol aldım. İblis, ‘’Biraz dinlense miydin?’’ dediğinde tek omzumu silktim. Canım sıkılıyordu ve biraz dolaşmak iyi gelebilirdi. Reha’yı uzun zamandır görmüyordum, eve de gelmiyordu. Belki büyüdükçe benden bağımsızlaşıyordu, sonuçta tilkiydi ama diğer yandan onu özlediğimi de fark ediyordum.

Ne kadar ilerlediğimi bilmiyordum ama hava giderek kararmıştı, saat epey geç olmuştu fakat etrafta uçuşan ateş böcekleri ormanın dilek feneri misali parladığından yönüm biraz da olsun aydınlanıyordu. Kızıl ay tam tepede parlıyordu. Etraf sessiz, ateş böcekleri dışında hayvanlar evindeydi. Ağaçların şıkırtıları arasında ilerlerken buranın mevsimine alışamayacağımı fark ettim.

Sabah yağmur yağıyordu, şimdi ateş böcekleri vardı ve etraf sıcaktı.

Uzun uzun yürüdüm, zihnimi boşaltmak istercesine hiçbir derdim kalmayacak kadar yürüdüm. Etraf hem karanlık hem kızıl bir renkteydi fakat tam Kızıl Diyar’a da girmemiştim. İblis etrafa bakarak, ‘’Kızıl Diyar’a az kaldı.’’ dedi, ‘’Bu kadar yürüdün mü lan?’’

‘’Demek ki…’’

Dinlenip bir yere oturdum, tepemde diğer ağaçları kıskandıracak kadar büyük ve yaşlı bir ağaç vardı. Oturur oturmaz bacaklarımı uzattığımda kaslarımın sızladığını fark ettim, yüzüm buruşsa da kendime gelmem uzun sürmedi. Kafamı geriye atarak Kanlı Ay’a baktığımda görkemli bir şekilde havada asılı kalmasını ve güneşin hemen yanında sönmüş bir hayalete benzemesini seyrettim.

‘’O kadar güzel ki…’’ dedim aya bakıp. ‘’Düzensizliğin içinde kendine göre bir düzen kurmuşlar.’’

İblis de göğe bakarak onaylarcasına mırıldandı; sonra göz ucuyla bana bakıp tekrar göğe baktı. ‘’Yıldızlar, bu gece parlaklar.’’ Gülümsedim, ‘’Bana bir söz söylemiştin, hatırlıyor musun?’’

‘’Sana birçok şey söylüyorum,’’ dedi dudağının kenarı yukarı kıvrılırken.

‘’Yıldızlarla alakalı.’’ Yüzümde minnet dolu bir gülümsemeyle gecenin karanlık çarşafının üstüne serpilen küçük noktalara bakıp, ‘’Küçükken yetimhanede en çok geceyi severdim. Yıldızlara bakıp onlara dert anlatmak, sessiz sedasız beni dinlemeleri hoşuma giderdi. Annem ve babamın öldüğünü düşünüp onların arasında olduğunu düşünürdüm.’’ dedikten sonra içimdeki yangını deşerek yumuşakça yutkundum. ‘’Çünkü başka açıklaması olamazdı, ölümden başka. Anladın mı?’’

Kafasını salladı sessizce.

‘’Onların arasında olduklarını düşündüren de senin sözündü, teselli etmek için söylememiştin belki ama…’’ dedim göz ucumla ona bakarken. Çoktan bana baktığını gördüğümde tekrar bakışlarımı kaçırarak göğe doğru kayan bir yıldıza baktım. ‘’Yıldızlar, gökyüzünde kalan asılı ruhlardır, demiştin. O yüzden bir yıldız kaydı diye üzülme,’’ dediğimde devam etti. ‘’Kayan yıldızların da gökyüzünde asılı kalacak zamanı vardır.’’ dedi fısıldayarak.

Kafamı salladım. ‘’Bu söz sayesinde içim ferahladı ve o günden sonra, yıldızlara konuşurken sanki anne ve babamla konuşuyormuş gibi hissettim. Beni duyduklarını.’’

Ortam bozulmasın diye konuşmuyor gibiydi ya da aklında bir sürü şey canlanmış, onların arasında sıkışmıştı. Benim gibi. ‘’Toprak, belki bana inanmayacaksın ama şunu bil,’’ dediğinde bakışlarım tekrar onun kömür karası harelerine döndü. Bana değil, göğe bakıyordu. ‘’Seni asla bırakmayacağım ve seni, düştüğünde yerden kaldırmaya devam edeceğim. Beni dinlesen de dinlemesen de. Senin yanından ayrılmayacağım.’’

‘’Hani yerden kaldırmayacak, kalkmam için yanımda duracaktın?’’

‘’Yanında duracak biri var artık.’’ dedi, ‘’Fakat kalkmana yardım edecek kişi benim.’’

Gülümsedim, gerçekten gülümsedim. ‘’Biz asla,’’

‘’Ayrılmayız.’’ dedi tamamlayarak. ‘’Biz asla,’’ dedi, tekrar. ‘’Ayrılmayız.’’ dedim, içten şekilde mırıldanıp.

Üşümeye başladığımda ayağa kalkıp üstümü başımı silkeledim. Tam hareketleneceğim sırada yerdeki bir motif dikkatimi çekti. Kaşlarımı çatıp yere dikkatlice baktığımda ve o sırada ayın kırmızı ışığı üstüne düşüp taşı parlattığında İblis’le şaşkınca birbirimize döndük. Alelacele, kalbim maratona koşarcasına depar atarken geriye doğru çekilip büyük resmi görmeye çalıştım.

Motifin arasına giren toprak ve taşlar yüzünden taş yeteri kadar görünmüyordu ama ayın ışığı onu parlatarak kendine getiriyordu. Taş büyük bir spirale benziyor, Vaxor’un gerçek yüzünü, Ouroboros’u andırıyordu. Tam ortasında, onun gözünü görüyordum. Şeytan’ı andıran bir göz ay ışığı altında parlıyordu. ‘’İblis…’’ dedim kalbim ağzımda atarken. ‘’Bulduk galiba.’’

Boşluk’un da dediği gibi,

Ay ışığı düşer ortasına, her yer kızıla boyanınca,

Sonunda Moumar’a bakıyorduk.

 

Tekrar selam,

Bölüm nasıldı? Artık Asir’in Evin hakkında düşüncelerini duyduk ve bir ilişki için önemli bir adım attılar. Umarım bölümden keyif almışsındır ve güzel yazmaya devam ediyorumdur. Fikirlerini belirtirsen sevinirim!

Gelecek bölüme kadar, kendine iyi bak ve seni seviyorum. Sabrın için de sonsuz teşekkür ediyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%