@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Lütfen başlamadan önce ve okurken emeğimin karşılığını vermeyi unutma! Keyifli okumalar! Bölüm şarkısı: Eivør - Í Tokuni 3. BÖLÜM: OUROBOROS'UN LANETİ
Birinin kaybı, yaşarken soluyanların nefeslerinde tükenirdi. Kayıplar verdiğim zamanlarda daha toy bir çocuktum, neyin kaybını verdiğimi bile algılayamayacak yaştayken, yaşamın içinde bulunan o keskin ve amansız duyguyu düşünüp durmuştum. Acı. Bu duygu, madalyonun iki yüzü gibiydi; insanı insan yapan tek duyguydu, diğer yandan insanı canavarlaştıran tek duygu da acıydı. Ben, kanı bedeninden değil, ruhundan akarak zeminde yayılan ve o kanın tam ortasında yerde uzanıp yaşamaya çalışarak kesik kesik nefesler alan o kız çocuğuydum. Acı her zaman benimleydi. Acı annemin rahminde de benimleydi, kanlı rahimden koparak düşerken terk edildiğim o beşiğimde de benimleydi ve artık, kabuslarıma konuk olan o kızıl gözlerin tam ortasındaki o karanlık çukurda da benimleydi. Acı her yerde, her zaman benimleydi. Onu ilk gördüğümde… Hayır, böyle söylemek doğru olmazdı çünkü onu ilk gördüğüm anı tam olarak anımsayamıyordum, çünkü onu ilk gördüğüm yer zihnimdi. Tıpkı İblis’i ilk gördüğüm yer olduğu gibi. Şimdi tam karşımdaydı ve bunu gelip de bana söylemesi gerekmiyordu; hissediyordum. Huzursuzluk, acının tam yanında soluklanıyordu ve ruhumun etrafına ördüğüm duvarları titretiyordu. Lavdan daha koyu olan yakıcı gözleri keskin bir hat gibi etrafı süzerken, yapılı bedeni tamamen içeri girdi ve dükkanı, ormanın derinlerindeki o ahşap kulübemde oturuyormuş tadı veren güzel bir koku sardı. Koku yoğundu, burun direklerime kadar sızıp oraları titretirken zihnimde öğütülen anılarımı yine güncelliyordu. Zaman donmuş bir tabaka misali üstümüze örtülmüştü ve biz o zamanın kanatları altında kalmıştık. Sakat kalmış zamanın kanatları arasındaydık ama aslında sakat kalan zaman değildi, bizdik. Arkadaşının ve Ezrial’e öfkeden kasılmış suratına hiç memnun olmamış bir ifadeyle baktıktan sonra, nasıl olduğunu bilmiyordum ama onları elini bile sürmeden ayırmış ve Ezrial’ın birkaç adım geri gitmesine neden olmuştu. Elleri cebinde duruyordu. Ona bir şey söylüyor gibi yandan, sert bir bakış atarak hiçbir şey demeden aralarından geçti. Umursamaz görünüyordu. Zeminde yayılan ayakkabıların tok sesi kulaklarıma dolarken önüne döner dönmez, tam o sırada tezgahın arkasında kalan beni fark etti. Kırmızı-mavi renkli gözlerim kızıl gözlerle buluştuğu an tekrar yaşamın yavaşça soluyan nefesinde devam ettiğimizi sandım. İblis lal olmuş dilini hareketlendirme umuduyla ağzını sessizce kapatıp araladı ve ilk defa gördüğüm, titrek bakışlarını hem bana hem kızıl gözlü canavara dikti. Olanlara yetişemez haldeydi, zamanı durduran kişiyi gördüğünde de ne düşündüğünü gayet iyi anlamıştım. Beni ve geceleri üstüme karabasan misali çöken azabı biliyordu, gecelerimi mahveden kabuslarıma konuk olan canavarı biliyordu; o canavarın, artık karşımızda olduğunu da biliyordu. Bilmesine rağmen tüm ağırlığıyla, zihnime fısıldadı. ‘’Toprak, sakın hareket etme.’’ Ormanın derinlerinde, çalıların arasında pusu kurmuş avcının, avını gördüğü ilk an kadar temkinliydi ve bakışları yabancının üstündeydi. Ona tuhaf tuhaf baktım, ‘’Sakın.’’ dedi tekrar ikaz ederek. Kıpırtısız bir şekilde kalmaya çalıştım ama zaman durmuş olsa da hızlanan nabzım beni ele veren tek hareketti. Sadece salonda ahşap zeminde bıraktığı ayakkabının tok sesleri eşliğinde, Ezrial ve arkadaşının arasından geçerek tezgaha doğru yaklaşırken kızıl hareler hala benimkilere tutulmuş duruyordu. Zaman bu sefer akmaya başladı. Ezrial tam arkada öne doğru savrulurken yumruğu havayı dövmüştü; adamsa ondan son anda yana sıyrılarak kurtulmuştu. Kızıl gözlü canavarsa tezgahın tam önünde benden bakışlarını çekerek, Huysuz’un son kez yere çarpan bastonuna bakarak durmuştu. Tok ses ortama gülle gibi düştü ve etrafa büyük bir sessizliğin çınlamasını bıraktı. Huysuz’un yanımda gerilen bedenine odaklandım, yüz hatları kasılmış ve yanakları dişlerini birbirine bastırdığından dolayı içe göçmüştü. Sanki görüyormuş gibi gözlerinde bir aralanma oldu. Kirpiklerine oradan gözbebeklerine yayılan bir korku seli vardı, ‘’Asir…’’ diye mırıldandığında İblis’in oturduğu yerde altından bıçak dayamışlar gibi fırlamasını gördüm. Kalbim, zamanı durduran o yabancının ismini duyar duymaz varlığını kanıtlamak istercesine daha da hızlanırken; duyduğu kelimeyi ya da ismi bir süre algılayamayan beynim, etrafa bir süre boş boş bakındı. Ezrial’ın karşısında yarım yamalak sırıtan adamı bile unuttuğunu ve şaşkınlıkla harmanlamış dehşetle tezgahın önünde duran Asir’in arkasına baktığını görmüştüm. ‘’Asir mi?’’ dehşetle fısıldayışı beynime ulaştığında artık boşluğa doğru düşen bakışlarımın odak noktası dolmuştu. ‘’O kafeste değil miydi anasını satayım?’’ Bağırışı geriye birkaç kez adım atmamı sağladığında arkamda kalan boncuklar sırtıma hafifçe dokundu ve ses çıkarttı. Kalbim korkudan duracak haldeyken Asir’in dikkatini çabuk çekmiştim. Bana yandan, keskin bir şekilde bakması bir olmuştu. Keskin yüz hatları, keskin ama badem şeklinde hafif çekik gözleri vardı; sertçe baktığında sanki daha da kısılıyor gibi görüntü veriyorlardı. Kestane rengi saçlarından ayrılan tutam, tek kaşına hafifçe dokunuyordu ve onların altından bakışı onu olduğundan daha fazla çekici gösteriyordu. Bir ürperti kolumu sararak tüm bedenime yayılırken ona bakmaya devam ediyordum. Kitapta Asir’in neye benzediği bile yazmıyordu. Kabuslarıma o yüzden canavar yüzüyle konuk olmuş olmalıydı, bilinçaltım bana oyunlar oynarken aslında onun bu kadar çekici olduğunu asla düşünmezdim. Keskin çehresi inanılmaz derecede sert duruyordu ve ondan ürkmeme neden oluyordu. Badem şekli gözlere sahipti, kirpikleri uzun sayılırdı ve bakışları, o kızıla çalan bakır renkli bakışları, bir okyanusun dibinden daha derin bakıyordu. Her şeyin farkındaymış ama diğer yandan da her şeyin zamanının var olduğunu bilen biri gibi bakıyordu. İblis olaylara yetişemeyecek kadar şaşkınlık içerisinde adama bakarken, beyaz bir aydınlanma yaşıyordu ve bu aydınlanmalar üst üste geliyordu. ‘’Siktir, kabuslarındaki adam…’’ dedi mırıldanarak. Kömür karası gözleri Asir’in suratına saplanmıştı. Ellerini giydiği kabanından rahatlıkla çekmeyen adam, kızıl harelerini üstümden çektikten sonra kaşlarını çatarak Huysuz’a odaklandı ama neden öyle tepki verdiğini anlayamadım. ‘’Uzun zaman oldu, ihtiyar.’’ Bir şiiri okurcasına harfleri yumuşatıyor, kadifemsi sesiyle onu büyülüyordu ama diğer yandan, kırık bir hikaye anlatıyormuş gibi efsunlu ve buruk bir sese sahipti. Güzel bir ses tonu vardı, derinlerden gelen gür sesi içime akmaya başladığında kalbimin seyri hala sertçe hızlıydı. ‘’Sen nasıl çıktın?’’ Dehşete bürünmüş sesi ortamdaki havaya karışıyor ve nabzımı derimin altından bile gösterecek şekilde hızlandırıyordu. O boğucu ortamın arasında sıkıştığımı ve giderek dibe battığımı hissediyordum. Benim ve İblis’in aksine Huysuz’un şaşkınlığından sıyrılması daha çabuk olmuştu. Bastonunu kavrayan parmak boğumlarının beyazladığını gördüm, sıkı sıkı kavrayıp ondan destek alıyordu. Bakışlarındaki korkusuz gölgeler koyulaşıyor ve bal sarısı harelerini balçık kıvamına getiriyordu. ‘’Boş laflamaları sevmiyorum, hâlâ.’’ dedi Asir, huzursuz bir gülümsemeyle. O huzursuz gülümsemesi bile gül pembesi dudaklarının kıvrımlarına o kadar aheste, o kadar güzel yakışmıştı ki gerçek bir gülümsemenin yüzünü nasıl aydınlatacağını düşünürken buldum kendimi. Ellerini siyah kabanının ceplerinden çekmezken tek omzunu silkip ona aldırmayan bakışlarla bakmayı sürdürdü. ‘’Şu an nasıl çıktığım önemli değil, neden burada olduğum önemli, ihtiyar.’’ Huysuz’un çenesini meydan okurcasına dikleştirdiğini fark ettim; o küçük başkaldırıda kimin bedel ödeyeceğini merak ederken sessizdim. Her zamanki gibi. İblis’imin neden sessiz olduğunu bilmiyordum ama bu tuhaftı. Arkasına yaslanmış, göğsünü ayazda kalmış duman misali titreterek şişiren duygunun esiri olmuştu. Korku ya da dehşet değildi, belki hala şaşkındı ya da benim için endişeleniyordu. İlk defa bilmiyordum. Aklım darmaduman olmuştu. ‘’O anlaşma uzun zaman önceydi, Asir.’’ dedi, şansını deneyerek Huysuz. Kaşlarının altından ona bakarken cümleleri yavaşça telaffuz etmişti. Asir tepki olarak sadece kirpiklerini usulca kırpıştırdı ve dudağının tek kenarını asilce yukarı kıvırarak önündeki yaşlı adama baktı. ‘’Zamanın yanında eskimeyen tek şey, benimle yapılan anlaşmadır Akdes.’’ Huysuz’un ismi Akdes miydi? İblis’e doğru baktım ama onunkiler, Asir’deydi. İş görüşmesi yapıyor gibi rahat ve sesini dizginlemeye çalışıyordu. O dizginleyişe rağmen sesi o kadar kalın ve derinden yükseliyordu ki içindeki canavarın her zaman onunla olduğunu fark edebiliyordum. İnsanların ruhlarını kitap sayfalarını karıştırırcasına okumak kolaydı, özellikle kafasında bir gölge taşıyan benim için… Fakat, bir canavarın zihnine kolay giremez ve ruhunu apaçık bir kitap gibi kolayca okuyamazdınız. Her sayfasında, ruhumdan kopan feryatları ve ödeyeceğim bedelleri şimdiden görebiliyordum. Fakat şu anlık, Tanrı biliyor ya, umursadığım konu bu değildi. Ezrial az önce esip gürlüyorken arkalarda sadece dikiliyor, olacakları takip ediyordu. Akıllıca bir karardı. İçinde bir canavarı uyutan bedeni rahattı ve omuzları onları bastırmaya kimsenin gücü yetmeyecek kadar dimdik duruyordu. Arkadaşına doğru omzunun üstünden bakarak, ‘’Sen git.’’ dedi kısaca, çene hattı keskin bir çizgi halinde belirirken, pürüzsüz görünen hafifçe kavruk ten rengine baktım. Anlık konu değişimine yetişemesem de onu ikiletmeden dışarı çıkan siyah saçlı adam, ona itaat edecek kadar saygı duyuyor olmalıydı. Asir tekrar önüne dönerken kirpiklerinin arasından bana kısa şekilde dokundu, kalbim anlık olarak afalladı ama onu dizginlemeyi başardım ve boncukların tam önünde duran bedenimi, geri adım atmaması için zorladım. ‘’Yeni eleman ha?’’ Hala bana bakıyor gibi başı benden tarafa doğru görünse de göz ucuyla ihtiyara bakıyordu. Keskin yüz hatlarının nasıl çekici olduğunu düşündüm ama İblis kaşlarını çatarak bana bakarken bu zor oluyordu. ‘’Ulan,’’ dedi kafasını yukarı kaldırarak. Derin bir nefesi dudaklarından dökerken aynı anda konuştu. ‘’Toprak, sen nesin biliyor musun? Cenabet kelimesinin vücut bulmuş halisin.’’ dedi hala tavana bakarak. Alay edip etmediğini kavrayamadım, ona kaşlarımı çatarak bakarken o dümdüz bir surat ifadesine bürünmüştü. Kendi kendine konuşuyor gibiydi. ‘’Hayır, varlığını bile bilmediğin herifi nasıl kabuslarında görüp durdun?!’’ Ona söyleyebilecek tek bir sözüm yoktu. Kalbim hala hızlıca atıyordu, neden bu kadar hızlıydı, bilmiyordum. Belki de kabuslarımın gerçekleşmesi ilk defa olduğundan böyle afallamıştı. Yüz ifadem nasıl bir halde bilmiyordum ama korkusuz durmaya çalışıyordum, korkusuz ve tepkisiz… Huysuz, adamın anlaşmayla ilgili söylediği şeye aldırmadan, ‘’O benim elemanım değil.’’ dedi kısaca. Asir’in açık bir kızıla bürünmüş gözleri son kez bana dokunup geri çekildi ve Huysuz’a tamamen odaklanarak anlaşmaya devam etmeye çalıştı. Sesi, keskin hatlara ev sahipliği yapan çehresine göre çok sakin çıkıyordu, hiç öfkelenmemiş biri gibi duruyordu. Kaşları düz bir çizgi halindeydi, yüz hatları kasıntı durmuyor aksine özgüvenli birinin ifadesini yansıtıyordu. ‘’Beni ayağına kadar çağırmanın mantıklı bir gerekçesi olmalı.’’ Huysuz tek omzunu silkti, ‘’Vardı,’’ dedi sesi bile titremezken. Ezrial arkada pusmuş onların sohbetini dinlerken sessiz ve az öncekinden daha sakindi. Siyah saçlı adam mekanı terk eder etmez o öfke titremeleri de son bulmuştu. Asir’in ortamı germekten ziyade yumuşatmaya çalıştığını görebiliyordum. Tekdüze şekilde, ‘’Kartı sahibi geldiğinde ona teslim ederim,’’ dediğinde Asir anlarcasına başını salladı. Huysuz aynı ses tonuyla devam etti, ‘’Ama sana teslim etmek istemiyorum, Asir.’’ Asir aldırmışa benzemiyordu, ‘’Hayatta istediklerinden daha çok istemediklerin gerçekleşir,’’ Kirpiklerini bile kırpmadan aksi adama bakarken sesi tehdit ediyor gibi yükselmiyordu. ‘’Hatırlatayım; benimle anlaşma yaptığında ihtiyar, aramızda yemin kadar güçlü bir bağ olur. Sense bir yeminden daha fazlasını bana borçlusun.’’ İblis’le şaşkınlıkla birbirimize baktıktan sonra aynı bakışlarımızın rotası, ihtiyara dönmüştü. Ezrial, arkada ileriye doğru adım atarken ‘’Ne demek…’’ dedi ama Huysuz onu elini kaldırarak susturdu. Ezrial hırlayarak geri çekilse de Asir, Ezrial’ın tavırlarından sıkılmışa benziyordu, ağzının içinde dilini oynatırken sabretmeye çalıştığını görebiliyordum. Huysuz’dan gözlerini ayırmıyordu. Dili, yanağının üstünü gerdi ve top şekline bürünerek usulca geri çekildi. ‘’Kartımı almaya geldim, anlaştığımız gibi.’’ İmalı ses tonu ansızın ciddiye bürünmüş gibi dudaklarındaki gülümsemeyi soldurdu ve tehditkardan uzak bir tavırla, sert bir şekilde Huysuz’un çenesini kaldırdığı suratına baktı. ‘’Vermeyeceğim,’’ diyen Huysuz’la dehşete kapılmıştım, huzursuzluksa ondan hiç ayrılmayan yegane duyguydu. En sevdiğim iki kişinin çatışmasını seyrederken arada sıkışmış gibiydim. O huzursuz his üstüme yapışmış kalmıştı ve ruhumu, kaos sonlanana kadar bırakmayacaktı. İblis başını sahtece onaylar gibi sallarken, ‘’Delirmiş olmalı, delirmiş…’’ dedi kaşlarını havaya kaldırarak Huysuz’a bakarken. Kirpiklerimi kırpıştırarak afallayan suratımla yaşlı adama bön bön bakarken, bu kadar sakin duruşuna ve korkusuz sesine anlam vermeye çalışıyordum. Belki de karşısındaki adamı görmediğinden dolayı bu kadar cesurdu; görseydi işler onun için bu kadar tıkırında gitmeyebilirdi. Koyu kestane rengi saçlara sahip olan karşımdaki adam, birkaç dakika tepkisiz kalıp Huysuz’un tavrını ölçtükten hemen sonra kafasını yavaşça aşağı eğdi ve iki eli cebindeyken omuzları sarsılacak şekilde kısık sesle güldü. Alnından düşen ve keskin yüz hatlarını daha karizmatik gösteren o perçem, kafasını aşağı eğdiğinden dolayı önünde bir kez sallandı ve öylece durdu. Ezrial o gülüşü duyarken yanımda gerildi. Bense, mantığımı kaybedecektim az kalsın. Gülüşü, keyiften yoksundu ve uğursuzdu. Kemikleşmiş, derinden gelen net sesiyle, ‘’Başka bir anlaşmaya yokum,’’ dedikten hemen sonra kaşlarını havaya kaldırarak, kızıl harelerini ihtiyarın bal sarısı harelerinden ayırmadan bastıra bastıra konuştu. ‘’Ki sen, bana borçlu olduğun bedeli kıytırık bir kartla ödemiş oluyorsun. Bu senin için yapabileceğim en makul ve sınırlarımın son raddesinde olan bir anlaşma.’’ ‘’Anlıyorum,’’ derken Huysuz’un sesi gerçekten ılımlıydı. Ardından boş bakışlarla kafasını iki yana salladı ve sırtındaki at kuyruğunu hareket ettirdi. ‘’Yine de sen onu düzgün kullanmazsın, beni önemli zatlarla sınama.’’ ‘’Düzgünlük ve doğruluk görecelidir. Orasıyla ilgilenme.’’ Huysuz, ‘’İlgileniyorum,’’ dedi net sesle. ‘’Ne zamandan beri?’’ dedi Asir, giderek sertleşen sesiyle. Sabrının kalmadığını belli eden ses tonu, beni gerim gerim gererken ellerimin titreyişine aldırmadan çenemi dikleştirdim. Araya karışamazdım ama Huysuz’a, yani bana yardım eden birine saldırırsa, tepkisiz kalacağımı sanmıyordum. ‘’Yılların hatrına yine ne canını ne kartını alırım ama onların yerine bir bedel ödemek zorunda kalırsın. O bedeli de en değerlini alıp gittiğimde ödersin, Akdes.’’ İsmini her söyleyişinde gergince yutkunuyordum çünkü tuhaf bir aksanla söylüyordu. Ayrıca cümlenin altında yatan derin anlam da hoşuma gitmemişti; alt dudağımı ısırıp aynı zamanda ıslatırken istemsizce odağı kayan bakışlarım, Ezrial’ın dehşete kapılan suratını bulmuştu. ‘’Apaçık tehdit ediyor, apaçık…’’ dedi İblis mırıldanarak, zihnimde. Huysuz kaşlarını havaya kaldırıp indirdi, ‘’Benim en değerlim yok.’’ dedi bastıra bastıra. Bastonu birkaç kez yere tıklayıp durdu. Ezrial’ın arkada yutkunduğunu fark ettim, sessiz bir üzüntüydü; kalbim onun için sancıdı. Sevdiğin birini kaybetme eşiğinde durmak, insana türlü şeyler yaptırırdı. O an, mantıklı olan hareketi yapsanız bile başkası için yaptığınız hareket saçmalıktan başka bir şeye dönüşmezdi. Dostları, düşmana dönüştüren hareketlerden o anlarda kaçınmanız gerekirdi. Ezrial ve Huysuz’un akrabadan daha koyu bir kan bağıyla birbirlerine bağlı olduğunu düşünüyordum. Yine de bu taştan tavrı, aralarındaki bağı çatlatabilirdi. Asir de bunu beklemiyor olmalıydı; kaşlarını havaya kaldırırken dudaklarını birbirine bastırmıştı. O kızıl gözleriyse o ateşin içinde alay ediyorlardı. Dudaklarını yine düz bir çizgi haline soksa da kenarı hafifçe kıvrılmıştı. Tek elini kaldırıp işaret parmağını kulağına doğru yaklaştırırken, ‘’Duydun mu? Birinin kalbi kırıldı.’’ dedi, yüzünden okunan alayı sesine de yansıtarak. Huysuz bastonunu yukarı kaldırarak, ‘’Çek git, Asir. Vermeyeceğim,’’ dedi son kez. Adam havaya kaldırdığı elini yine kabanın cebine sokarken güçlü bir nefes verdi, etrafını gözleriyle ilgisiz bir tavırla süzdü. Sıkıldığını apaçık şekilde gösteren tek gözünün kenarı kısılmıştı ve kızıl hareleriyle etrafını gelişigüzel süzerken asla bana bakmayışını seyrettim, özellikle bana bakmıyor gibi görünüyordu. Kalbim ağzımda atmaya başladı, Huysuz’a bir şey olsun istemezdim onca aksiliğine rağmen ama karışasım da yoktu. O cesareti ilk baştaki gibi hissedemiyordum, içimdeki benliğim o cesareti karşısına alarak sakat bırakmış, kanlı bıçağını hala boynuna dayıyordu. Ayağa kalkmasın diye… O benliğimin adı korkuydu. Tekrar odağı Huysuz’a yönelirken buzdan farksız sesiyle konuştu. ‘’Ne yazık…’’ dedi, ‘’O inadın asırlar geçse de kurumamış.’’ Huysuz tek kaşını kaldırıp indirdi, ‘’Her gün suluyorum.’’ İblis’in suratını iğrenç bir şey görmüş gibi buruşturduğunu gördüm; benim de az kalsın korkudan donan mimiklerim eriyecek ve ona tuhaf şekilde bakmama neden olacaktı. Asir gözlerini erkeksi şekilde devirirken devam etti. ‘’Ama biliyorsun ki ben blöf adamı değilim. Madem takası kabul ettin, gidelim,’’ dedi arkasına doğru dönerken. ‘’Ezrial.’’ Huysuz’un yanımda gerildiğini görebiliyordum ama yaşlı bunak, inadından taviz vermiyordu. Ezrial çok kırılmıştı, dolan gözleriyle dilini dudaklarının üstünde gezdirirken etrafına bakıyordu; huysuza bakmak istemiyor gibiydi. Asir’in peşinden de bir süre gitmedi. Salonda yankılanan ayakkabı sesleri, kalbimin üstünde atıyor gibiydi. Ezrial pes edip adamın peşinden giderken her şeyin sonlandığını düşünüyordum. Oturup Ezrial için ağlamama ramak kalmıştı. Bastonun birkaç kez önümde tıkırdadığını ve ritminin giderek hızlandığını duydum. Sonunda işlerin ciddiye bindiğini gören ihtiyar, ‘’İyi tamam, kahretsin.’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Gel, vereyim.’’ Asir’in adımları zamk gibi yere yapışıp durdu, benimse içimde umut tohumları yeşerdi. Kafasını sol tarafa doğru eğmesini seyrettim, duruşuyla bile alay ediyor gibiydi ya da bu anın geleceğinden adı gibi emindi. Arkasına dönerken, kaşlarının altından öyle alay dolu bir ifadeyle baktı ki kalbim teklemişti. Gözlerini kısmış ve harelerini usulca Ezrial’ın suratına çevirip tezgaha doğru adımlamaya başlamıştı. Ezrial’e bakmadan ama ona yönelik olarak, ‘’Hadi yine iyisin, kurtuldun.’’ dedi yüzündeki gülümsemeyle; kartın çıkarılış anını seyrederken. ‘’Yıllar geçse de zaafların hala etkisini kaybetmemesi, enteresan.’’ Huysuz ona ters ters bakış atsa da aldırmadı ve tezgahın üstünde beyaz parmaklar altında sürüklenerek Asir’in önüne itilen kartın, gümüş parıldayışını seyrettim. ‘’Anahtar cümle…’’ dedi Huysuz ama onu kartı eline alıp cebine atarken durdurdu. Tek kaşını kaldırarak ona alttan bir bakış atarken dudaklarına alaycı bir tebessüm yaymıştı. ‘’O kadar da değil, ihtiyar.’’ Huysuz ters ters bakarken, ‘’Baş belası.’’ diye tısladı ama bu sefer, Asir’den yumuşak bir tebessüm aldı. Bu tepkiyi vereceğini düşünmüyordum. Tek kaşım istemsizce kalkıp inerken, bakışları son kez bana tutunduğunda, ‘’Ne diyordunuz?’’ dedi alayla. Bana bakarak soru sormasına afallamıştım, İblis bile gergince yutkunurken beynim çalışmaya başladı ama gözleri benden çekildiğinde derin bir nefes vererek o histen kurtulmaya çalıştım. Huysuz’a doğru bakarak gülümsemesini eksik etmeden, o buğulu sesiyle, ‘’Leva sizi korusun.’’ dedi ve istediğini alan birinin özgüveniyle geriye doğru yürüyüp ağır, tok sesler eşliğinde dükkandan ayrıldı. Kapı arkasından kimse dokunmazken usulca kapandı ve zil sesi, henüz başlamayan tehlikenin uyarı veren uğursuz melodisini dükkana doldurdu. Huysuz, ‘’O dileğe her şeyden daha çok ihtiyacımız oldu.’’ dedi, mırıldanarak. İblis bana sorgularcasına baktı, ‘’Toprak, Asir neden böyle davrandı?’’ Anlamsızca ona bakarken yüzüm tepkisizdi. ‘’Ne demek istiyorsun?’’ ‘’Kartı zorla alabilirdi, Huysuz’un kalbine indirebilirdi. Sözünden caymayabilir, Ezrial’ı götürebilirdi.’’ derken parmaklarıyla tek tek sayıyordu. Ardından parmaklarında olan bakışlarını üstüme dikerek ellerini aniden iki yana açtı ve hışımla konuştu. ‘’Bir sürü seçenek var! Neden, sakin sakin konuşup Huysuz’un o korkusuz laflarına boyun eğerek ortamı yumuşattı? Bir canavara yakışmayan, hayır,’’ dedi düşünürmüş gibi gözlerini boşluğa daldırdıktan sonra. ‘’Bu tamamen, canavarlık bir davranış değil.’’ Ona cevap verecekken, yaşlı adam tam önümde sarsılıp birkaç adım geriye gidince tüm odağım önüme kaydı. Bastonu onu bir an taşıyamadığından acele ederek koluna doğru uzandım ve onu tuttum. Parmaklarımı gömleğine o kadar sert bastırmıştım ki buruşmuş ve yumuşak derisini ince salaş gömleğinin altından tam olarak hissedebiliyordum. Sanki gözleri bir anlığına kararmış gibi onları kıstı ve bal sarısı hareleri, Ezrial’ı görüyormuşçasına o tarafa kaydı. Bense hala rengi atmış suratını endişeyle seyrediyordum, ‘’İyi misin, amca?’’ İblis bacak bacak üstüne atarak arkasına yaslanırken, bir kolunun dirseğini tahtının kenarına dayamış ve elinde döndürdüğü kadehini döndürmeyi aniden kesmişti. ‘’Bu kadar da olur,’’ dedi kendi kendine, tek kaşını kaldırarak indirirken. ‘’Hiç değilse, seçeneklerden birini gerçekleştirdiği için gönül rahatlığıyla Asir’e canavar diyebiliriz.’’ İblis’in bu umursamaz tavırlarına çoktan alışmıştım, kendisinden başkasını kolayca düşünen biri değildi. Hiçbir zaman olmamıştı. Bense şu an etraf sakinleştiğinde ne yapacağımı düşünüyor, diğer yandan kolunu tutan zayıf elimle zar zor ayakta durmaya çalışan yaşlı adam için endişeleniyordum. Ezrial tezgahın önüne yavaş yavaş sokuldu, ‘’İyi misin, usta?’’ Sesi buzdan farksızdı, ürpererek ona baktığımda gözlerim kocaman aralanmıştı. Çenesini dikleştirmiş, ellerini ceplerine sokmuş öylece ustasını seyrediyordu. Huysuz boğazını titrekçe temizledi, hayali pürüzü temizlerken gözlerini kaçırmıştı. ‘’Evet,’’ dedi boğuk sesiyle. ‘’Kızım, beni sandalyeye götür az.’’ Su kadar ılık sesini algılamam zor oldu, gerçekten iyi olmadığını düşünürken onu usulca arkamda duran ahşap sandalyesine götürdüm. Yavaş hareket ediyordu, parmaklarım altında kasılan kolunu iyice kavradım. Arada sırada da göğsünü titreten hayalet kadar soğuk ve yavaş nefeslerden veriyordu. Bastonunu yere birkaç kez vurup sandalyesine oturacakken kolunu serbest bıraktım ve otururken boğazının derinlerinden gür bir ses bıraktı. Acı çeker gibi inleyerek büyük elini kalbine doğru götürdü ve yüzünün bir kısmı kağıt misali buruştu. Panikle suratını seyrederken hareketlerim hiç fevri değildi; sanki film izliyordum. Aslında bu yaşlı adam için endişeleniyordum. Fakat Ezrial’ın benden daha çok endişeli olması gerekmiyor muydu? İblis bile arkasına bakarak onu kontrol ediyorsa gerçekten kırılmış olmalıydı. ‘’Hapını getireyim.’’ dedi sonunda, dümdüz bir sesle. Ardından arkamdan yükselen ayak seslerini duydum; gözümün kenarına giren silueti mutfağa doğru yürüyordu. ‘’Eşek herif,’’ dedi ters ters, gözlerini mutfak tarafına doğru çevirirken. Homurdanışı bile azap çektiğini belli ederken kaşlarım istemsizce çatıldı. İblis tek kaşını kaldırarak ona alayla bakarken dudaklarına ilk defa gülümseme yerleştirmedi. Gözleriyle alay ediyordu. ‘’Ezrial kırılmış olmalı,’’ dedim amcanın nabzını ölçmeye çalışırken. Huysuz kaşlarının altından bana ters ters baktığında aslında öfkesinin yaşananlara olduğunu bilerek sesimi çıkarmadım. Asir’in kartı almış olması, hayra alamet değildi ve az kalsın Ezrial’ı da götürüyordu. Kısmi olarak Ezrial konusu onun suçuydu, öfkesi de kendineydi. ‘’Sanki isteyerek yaptık!’’ Ezrial’ın mutfaktan geldiğini görebiliyordum ama dönüp ona bakmadım. Gümüş tepsi de getirdiği hapla bir bardak suyu Huysuz’un önüne tutarken, ‘’Hapla suyun.’’ dedi kısaca, donuk bir sesle. Titreyen elinin üstünde yer yer kahverengi benekler vardı, parmağının ucuyla hapı alıp dudaklarına götürmeden önce, sanki Tanrı’ya dua eder gibi bir şeyler mırıldandı. Ardından hapı ağzına alıp suyu sert seslerle yudumlayıp hapı gönderdi. Bardağı tekrar gümüş tepsiye tok sesle koyarken, o ses sanki zihnime gebe olan soruları doğurdu ve sorular, etrafa saçılmaya başladı. Yine de dilimi kullanmak için uygun ortamı beklemek zorundaydım. Ezrial geriye doğru çekilirken, Huysuz hala ağzının içinde aksi şekilde mırıldanıyordu. ‘’Ezrial,’’ dedi hatrı sayılır şekilde çıkan yumuşak sesiyle. ‘’Efendim?’’ Birkaç kez ağzını sessizce kapatıp araladı; söyleyeceği ona zor geliyormuş gibiydi ya da ona tamamen yabancı gelen bir şeyi yapmaya çalışır gibi bir hali vardı. ‘’Sensiz ne yapardım bilmiyorum,’’ Bu itiraf karşısında lal olan dilim, heyecanı kalbime hücum ettirirken ilk defa Ezrial’ın ifadesiz suratına doğru net şekilde baktım. İblis kaşlarını havaya kaldırıp dudaklarının kenarlarını sarkıtırken, ‘’Vay anasını…’’ diye mırıldanırken; dudağımın kenarında asılı şaşkınlığımı belli eden hafif bir tebessüm gizliydi. Ezrial birkaç dakika öylece tepkisizce durdu ama mor irislerinin derinlerinde parlayan umutları görmüştüm. Tek kaşını kaldırarak kendisinden taviz vermezken ağzını açtı ama Huysuz, yüzünü buruşturarak onu durdurdu. ‘’Kestireceğim biraz, neyse ne.’’ Ardından beklemeyerek bastonunu kavradı ve boncukları dağıtarak içeriye girecekken bana omzunun üstünden kısaca baktı, gözlerindeki yorgunluğu zihnim yakalarken onun için kalbim burkuldu. ‘’Ona yardım et biraz. Belki seni ödüllendiririm.’’ Ezrial’e bakmadan içeride kaybolurken başımı salladığımı bile görmeyen Huysuz’a bakmaktan vazgeçip, göz ucuyla Ezrial’e baktım. Ezrial ağzı aralı öylece arkasından bakmıştı, ardından dudaklarını memnuniyetsizce birbirine kapattı ve bana göz kapaklarını yarım yamalak indirirken baktı. ‘’Şimdi, özür mü dilemiş oldu?’’ Tek omzumu silkerken gülümsedim. ‘’Ben öyle duydum.’’ Temennim bu olayı uzatmaması yönündeydi, çünkü amcanın isteyerek o cümleyi kurduğunu düşünmüyordum. Alt dudağını yalayarak ısırırken yüzünde tatmin olmuş ve aydan daha parlak bir heyecan dalgası sarmıştı. İblis kaşlarının altından ona bakarken, dudaklarında belli belirsiz tebessümünden vardı. Arkasına dönerken yarım yamalak sırıttığını son anda görebilmiştim. İblis’le sırıtışımız daha da genişledi ve gümüş tepsiyi mutfağa taşıyan Ezrial’ın geniş sırtını sessizlik içinde seyrettim. Kızıl harelerin etkisinden sıyrılmam o an kolay oldu, fakat zifiri karanlık derinlerimde benimle beraber olan ve gündüzleri uyuyup geceleri canlanan o canavarın gözlerinden o kadar kolay kurtulamıyordum. Huysuz’a uyandığında cevabını bildiğim soruları sorabilirdim, böylece etrafımdaki her şeye yeni adapte olduğumu düşünürler ve akıllarında kendimle ilgili soru işareti bırakmazdım. Şu an planladığım taktik, bu yöndeydi. İblis kaşlarını düşünceli ifadeyle çattı, ‘’Toprak…’’ dediğinde o seslenişin arasında başını çıkaran gazabı gördüm. ‘’Asir’in Naenia’da dolanması, bizim işimize gelmez. Nizamı bozan kişi o ve biz, onun çıktığı zamana denk geldik.’’ Kafamı sallayarak ikimizin de düşündüğü şeyi dile getirmekten çekinmedim. ‘’Buradan hemen ayrılmalıyız.’’ Sadece başını sallayıp beni onayladı ve kadehinden hiçbir şey olmamış gibi tüm umursamazlığıyla yudum aldı. Dudaklarını birbirine bastırırken keskin bakan kömür karası gözlerini tam tepemde hissediyordum. Nereye gideceğimi veya buradan nasıl çıkacağımı bilmiyordum, tekrar geri dönsem taş duvarla karşılaşma ihtimalim yüksekti. İblis düşüncelerimi duymuş olacak ki, ‘’Şu sakinleşince,’’ dedi kadehinin yüzeyini tuttuğu işaret parmağının ucunu Huysuz’un gittiği yöne doğru çevirirken. ‘’Soralım bakalım, belki o bilir nasıl çıkacağımızı.’’ Ürperdi, dumanları etrafı uçuştu. ‘’Buradan hemen ayrılmak istiyorum, hemen.’’ dedi üstüne basa basa; diğer yandan çevresini baygın bakışlarla seyrediyordu. ‘’Emin ol, ben de en az senin kadar istiyorum İblis.’’ ‘’Güzel.’’ ‘’O nasıl çıkmış olabilir?’’ dedim, İblis’e zihnime, Huysuz’un kalktığı sandalyeye çökmeden önce. Oturduğu yer ılıktı ve kalçamdan yayılan sıcaklıkla orada saatlerce oturmak istediğimi düşündüm. İblis yüzümdeki tatmin olmuş ifadeyi yakalayınca erkeksi şekilde göz devirdikten sonra, ‘’Ne bileyim? Belki verdikleri süre bitmiştir.’’ Umursamazdı. ‘’Biz öyle düşünüyoruz,’’ dedim lafını keserken. Kömür karası hareleri üstüme çöreklenirken tek kaşı otomatikman kalktı. İstifimi bile bozmadan arkama yaslanırken aslında onu taklit ettiğimi hayal ettim; bedenimi gelişigüzel süzdükten sonra o da arkasına yaslandı ve bacak bacak üstüne attı. Tek elindeki kadehi oval şekilde dans ettirirken umursamazdı. ‘’Asir’in kitapta işlediği suçlar gırlaydı, İblis. Öyle bir canavarı kafesten kolay çıkartmazlar. Hatta sen öldüğünü bile düşünüyordun.’’ İblis kaşlarını sorgularcasına çattı, başka bir yere bakarken odağı yok gibiydi. ‘’Haklısın,’’ dedi çok geçmeden. ‘’O zaman kaçtı mı, Toprak?’’ Sorusu karşısında tek omzumu silkmekle yetindim, olası bir tahmindi. ‘’Hayır,’’ dedi İblis tekrar, kendini düzeltiyor gibi başını iki yana sallayarak. Mekanik sesini takip ederek temkinli ama ifadesiz duran suratına baktım, ‘’Bunu söylemek için kafesin nerede ve nasıl yapıldığını da bilmemiz lazım. Kafes diyoruz ama hafızamızdaki o kafes demek olmayabilir; ona normal ve demir parmaklı kafesler etki etmez.’’ ‘’İblis, Huysuz bir şeyler biliyor ama saklıyor. O kafesin nerede ve nasıl olduğunu biliyor olmalı ki bu kadar şaşırdı.’’ Sorular peşinden bir başka, cevapsız soruları sürüklüyordu ve koridorumun tam göbeğinde bir küme halini oluşturuyordu. Asir’in şimdilik neden ve nasıl çıktığını düşünmemeli, buradan nasıl kurtulacağımızın arayışında olmalıydık. Bunun içinse, bu evren hakkında daha fazlasını bilmeliydik. İblis de benimle aynı şeyi düşünüyor olmalıydı ama tam konuşacakken, Ezrial sanki orada uzun süre donmuş bir heykelmiş de çözülmüş gibi araya sıkıştı. ‘’Evin, yardım edebileceğin bir iş yok. Onun yerine dükkandaki eşyalara bakmak ister misin?’’ Sol tarafımda, uzun tezgahın tam yanındaki bir başka sandalyede oturan Ezrial’e aniden dönerek parıltılı gözlerimle baktım. Renkli gözlerime bakıp gevşekçe sırıttı, dişlerini göstermekten çekinmiyordu. Düzgün ve beyaz dişlere sahipti. ‘’Tamam tamam,’’ dedi kafasını sallayarak. ‘’Anlaşıldı, istiyorsun.’’ Kumral tonlara çalan sarı saçlarını elini daldırıp dağıttıktan sonra ayağa kalktı. Saçının tepesi karman çorman olurken ona bakarak gülümsedim. Elimi daldırıp dağıtma arzusuyla taşıyordum her seferinde, utanmasam yapardım da. İblis gözlerini devirdi ve ağzının içinde bir şeyler geveledi. ‘’Neyse, belki bir şeyler öğreniriz.’’ Ezrial tezgahın önüne doğru gelerek dış kapıya doğru yaklaştı ve açık olan kapıyı kapattı. İçerisi tekrar tavanlardan sarkan lambalarla sarı bir loşluk kazanırken atmosferin sıcaklığına gülümsedim. Salaş giydiği gri gömleği hala üstündeydi ama onu yargılamıyordum çünkü burayı istila ederek hareketlerini kısıtlayan bendim. Benim de üstümde birkaç günlük kıyafetlerimden vardı. Tek kolunu elinin parmaklarını kullanarak kıvırırken kafası aşağı doğru eğilmişti. Ardından gözleri yukarı kalkarak tekrar beni bulduğunda sempatik yüzüne karşılık gülümsedim. Bana karşılık vermesi uzun sürmedi, ‘’Hadi gel.’’ dedi rafların arasına karışarak. Onu takip edip ben de girdiği rafın arasına geçtim. Benden uzun boyu, tüm raflara yetişebiliyordu. Kolunu kaldırması yeterliydi, bense ona göre kısaydım ve üst raflara yetişebilmem için zıplamam gerekiyordu. Ezrial yukarıdan bir cam kavanozu tutarak aşağı indirdi, boynum onunla beraber hareket edip aşağı inerken renkli gözlerimi içi parlayan pembe ottan ayırmıyordum. Sim gibi parlıyordu ve içeride uçuşan auraları hoş görünüyordu. Çiçeğin yaprakları genişti ve tek çiçek olarak kavanozun içinde varlığını sürdürüyordu. ‘’Çok güzel,’’ dedim büyülenerek, ses tonum hayranlıkla bezeliydi. Ezrial çiçeğe baktı, kirpiklerini kırpıştırmasını seyrettim. ‘’Bu,’’ dedi bir süre düşünerek. ‘’Taris’a otu.’’ dediğinde kullandığı aksan çok hoşuma gitti. Yumuşak sesine yakışmıştı. İçime kaçan cılızlaşmış sesimle, ‘’Ne otu?’’ dedim gülerek, çiçeğe bakarken. ‘’Taris’a.’’ dedi tekrarlayarak, o da gülümseyerek. İblis sırtını doğrultup çiçeğe bakarken elindeki kadehten arada sırada yudumlar alıyordu. ‘’Yani?’’ dedi homurdanarak. Ezrial, İblis’in sesini duymuş gibi devam etti. ‘’Bunun yaprağından bir parça kullanman yeterli, yaralı bedenlerde kullanılır daha çok.’’ Kaşlarımı havaya kaldırdım ve tekrar, gözlerimi onun sempatik yüz hatlarından ayırıp çiçeğin pembe rengine baktım. ‘’Çok tatlı bir rengi var,’’ dedim, ‘’Pastel tonda.’’ Ezrial kafasını sallayıp dikkatlice onu yukarı taşıdı ve rafın arasına koydu. Ardından diğer tarafa döndüğünde ben de onu takip ettim. Kollarını göğsünün altında kavuşturmuş rafları seyrederken, bana ne göstereceğinden emin olmaya çalışır gibiydi. Alt dudağını diliyle yalayarak tekrar üst rafa uzandı. Dilini içeri sokarken eline aldığı kavanozu bana ilgiyle gösterdi. ‘’Bu da, Satara.’’ Kaşlarımı çatarak, ‘’Çok garip isimleri var. Bizim oralarda yasemin, karanfil falan…’’ dediğimde İblis dahil, Ezrial de gülmüştü. ‘’Burada da o bitkilerden bulabilirsin ama büyü niyetine değil. Sevgili işlerinde.’’ dedi son anda tek gözünü kırparak, fısıldarken. Güldüm. ‘’Amaçları değişmemiş demek ki.’’ Ezrial sırıtmakla yetindi. Çiçek sümbüle benziyordu, yaprakları mordu ve o da tıpkı Taris’a otu gibi aurasını etrafa yayıyordu. Özleri sim gibi parlıyordu. ‘’Hoşuma gitti,’’ dedim kavanoza parmağımın ucuyla dokunarak. Bitki beni hissetmiş gibi parıltısını arttırdı ve tekrar eski haline döndü. Ezrial’le bakıştık, mor harelerinde ne döndüğünü göremeden ifadesiz suratına tebessüm yerleştirdi ve o kaos haberini veren bakışlarındaki havayı dağıttı. O garip bakışmayı bölmek adına bir soru sordum. ‘’Büyüyü herkes yapabiliyormuş gibi konuşuyorsun. Gerçekten öyle mi?’’ Sorum karşısında dudaklarını hafifçe birbirine bastırıp gözlerini düşünürmüş gibi yukarı doğru kaydırdı. ‘’Nasıl anlatayım?’’ dedi, anlamsız bir mırıltıyla. Sonra mor irisleri tekrar beklentiyle parlayan yüzüme doğru indi ve kafasını salladı. ‘’Temel büyüleri herkes yapabilir. Mesela, iyileşme büyüsünü temel bir büyü olarak görebilirsin ama herkes şifa cadısı olamaz; o yüzden sadece o büyüyü kendileri için kullanabilirler. Bir başkası için iyileştirme büyüsü kullanırsan onu öldürme ihtimalin yüksek olur.’’ İblis’le kaşlarımızı çatarak ona baktık, ‘’Çelişkili değil mi? Ha ben, ha başkası?’’ Güldü, ‘’Öyle değil. Tüm iş, yaptığın büyüyü yönetebilmekte. Başka bir örnek vereyim,’’ Elinde tuttuğu Satara’yı sağa sola hafifçe salladığında çiçeğin özleri kavanozun camına yapışıp kayboldu. İblis geriye doğru çekilerek tahtına yaslanırken arada sırada kadehinden yudumladı. Pür dikkat Ezrial’e bakıyor ve duyduklarımı hazneme yaymaya çalışıyordum. ‘’Bunu birini lanetlerken kullanırsın. Mesela, kendisini aldatan eşlerini lanetlemek için insanlar gelir alır bunu.’’ dedi boğuk boğuk gülerken. ‘’Salaklar,’’ diye fısıldadı sonradan, rafa bitkiyi koyarken. İblis yüzündeki belli belirsiz gülümsemeyle Ezrial’e bakarken, gözlerini de aynı zamanda kısmıştı. ‘’Niye öyle dedin?’’ dedim merak ederek, biçimli elinin rafların üstündeki kavanozlarda dolaşmasını seyrederken. ‘’Çünkü iş yönetmekte, Evin.’’ dedi gizemli tavırla, bastıra bastıra. Gözlerim kısıldı ama sesimi çıkarmadım. Buğulu sesini netliğe çıkartırken devam etti, ‘’Satara’nın laneti geri de dönebilir. Karşı tarafta gerçekten kötü niyet yoksa veya durum yanlış anlaşılsa dahi; bunu kullandıkları için kendileri lanetlenirler. Tabii usta, Satara’yı verirken önemli olan bu bilgiyi kendine saklar.’’ İblis uğursuz sesiyle keyiflice güldü. ‘’Şu ihtiyar…’’ dedi mırıldanarak, kadehinden içerken. Kaşlarımı istemsizce çattım ve Ezrial’ın yan profiline odaklandım, mor gözünün tekiyle bana baktı. Elleri hala raflardayken yüzü de onlara doğru dönüktü, bana tepeden bakıyor gibi hali vardı. Ardından kafasını tamamen bana doğru çevirip tek kaşını muziplikle kaldırdı. ‘’Ne?’’ dedi imalı sesiyle. ‘’Önemli olan bu bilgi, Ezrial. İnsanların hayatlarını mahvediyor. Neden saklıyorsunuz?’’ dediğimde söylediklerim Ezrial’ın ilgisini çekmemiş olmalı ki önüne döndü. Tek omzunu silkerken gri gömleğinin alt kısmı kıpırdadı. ‘’Siktir et,’’ dedi homurdanarak. ‘’Herkes her şeyin farkında aslında ama öte yandan, herkese detaylıca açıklama yaparsak ticaret yapamayız.’’ İblis işaret parmağını havada sallayarak dudaklarını birbirine bastırdı. ‘’Çok mantıklı,’’ dediğinde inanamayarak ona baktım. Tek omzunu silkti, ‘’İnsanların verdiği kararlara saygı duyuyorum, Toprak.’’ dedi alayla. Asla duymazdı. ‘’Her şey her zaman herkese söylenilmez.’’ Babacan tavrıyla uyardığı ses tonu mekanik ve hırıltılı yükselmişti. Susarak önüme döndüm ve renkli bakışlarımı raflarda dolandırdım. Mavi bir bitki görebildiğim noktada parlayarak gözlerimin önüne gelirken; camın aynasında yansıyan yüzüme baktım. Kızıl, buz mavisi gözlerim kavanozdan yansıyan mavi ışıkla aydınlanmışlardı. ‘’Bu ne?’’ dedim işaret parmağımla kavanozu işaret ederken. ‘’Samora Otu.’’ dedi Ezrial, ona dokunmaktan çekindiğini hissettim. Kavanozu elime alıp hafifçe bileğimi büktüm ve gözlerimin önünde dans eden mavi otun özlerini daha net seyredebildim. ‘’Hoş,’’ dedim, ‘’Ne işe yarıyor?’’ İblis, Ezrial’e göz ucuyla baktı, kadehi dudaklarına götürdükten sonra arkasına tekrar yaslandı. Hareketiyle dumanları etrafına uçuşarak kayboldu. ‘’Kurtları zehirleyen bir ot,’’ dedi. ‘’Kurt gibi hayvanları.’’ dedi kendi kendine düzeltirken. Değişen ses tonunun giderek boğuklaştığını idrak ederken, merakla aralanan gözlerimi Ezrial’ın suratına doğrulttum. Yüzünü rahatsızlığını belli ederek buruşturmuş, bedenini benden ve özellikle elimdeki ottan uzaklaşmak adına azıcık geriye doğru çekmişti. Onu rahatsız etmemek için kavanozu aldığım rafa yerleştirdim. Kolumu tekrar usulca yanıma indirirken, ‘’İyi misin?’’ dedim merakın harmanlandığı ilgili sesimle. Nefesini dışarı vererek, ‘’Evet,’’ dedi mırıldanıp kafasını sallarken. Yüzü giderek eski haline, düz ifadesine bürünmüştü. ‘’O ottan herkes gibi hoşlanmıyorum. Mavi Orman’a bile o ot yüzünden gidilmiyor. Orayı bir zamanlar severdim.’’ Sonlara doğru sesi kedere boğulmuştu sanki. Anlayışla başımı sallayarak raflara bakmaya devam ettim. Mor harelerini suratımın bir kısmında hissediyordum. ‘’Kolyeler var, bir sürü. Siz kadınlar hoşlanırsınız.’’ dedi samimi ses tonuyla. ‘’Bakmak ister misin?’’ İblis aklına bir şey gelmiş gibi kaşlarını havaya kaldırarak bana baktı. ‘’Toprak, kolye zımbırtısını bırak şimdi. Ertha Kitabı’nı sorsana. Belki ona benzer bir kitap buluruz burada.’’ Doğal görünmeye çalışarak alt dudağımı yaladım ve beklentiyle bana bakan Ezrial’in suratına bakarak gülümsedim. Ezrial gözlerini usulca bayarak bana bakmaya başladı, ‘’Ne oldu yine?’’ dedi şüphelenen sesiyle. ‘’Kitaplara mı baksak?’’ dedim gelişigüzel, elimi kitapların olduğu raflara sallarken. İblis elini yan şekilde kaldırıp alın tarafına götürürken; derin bir nefes vermiş ve gözlerini usulca kapatmıştı. ‘’Doğallık senin alanın değilmiş Toprak.’’ Mırıldanarak söylediği cümleyi sonlandırıp elini alnından çekti ve tek kıstığı gözüyle bana bakarken kadehinden yudumladı. ‘’Bir daha doğal davranma.’’ Ezrial bir kitapların olduğu tarafa bir bana baktı, nedense kararsız kalmıştı. Bazı kitaplara dokunmasının yasak olduğunu hatırladım. ‘’Seni zorlamak istemem, bana kitaplar kolyelerden daha ilgi çekici gelmiştir her zaman.’’ Fısıldayışım paniği içinde saklıyordu, o mor gözleriyle kararsızlık içerisinde bana bakarken işlerimi zorlaştırıyordu. Birden güldü, ‘’Sorun değil. Yasak olanlara dokunmayız biz de.’’ dedi ve bana doğru bakarak raftan bir kitap aldı. Bakışları eline aldığı kitabın yüzüne indiğinde suratındaki gülümseme yavaşça dağıldı ve kirpikleri sonuna kadar aralandı, ardından ağzı şaşkınlık ve korku içerisinde yavaş yavaş ayrıldı ve boşta kalan elini ağzına götürüp kapattı. Hala mor gözlerini kitabın üstüne dikmiş öylece duruyordu. İblis usulca sırıtırken, korktuğum şeyin başıma gelmesiyle gülmekle gülmemek arasındaki çizgide sıkıştım. ‘’Siktir,’’ dedi Ezrial, alelacele kitabı rafa götürürken. ‘’Buna dokunmam yasaktı.’’ Dayanamayarak güldüğümde göğsümü saran karıncalanmanın esiri oldum. Ezrial’ın mahcupluğu yanaklarına kırmızı sinyaller yollarken tatlı haline kıkırdamadan edemedim. ‘’Ezrial,’’ dedim gülümseyerek. ‘’Niye aldığın şeye bakmıyorsun?’’ Fısıldadığımda dudaklarını büzerek bana baktı ve kaçamak bakışlarını rafların arasından ustasını görmeme umuduyla gezdirdi. İblis keyifle hallerini seyrederken dayanamadı ve kahkaha attı. ‘’Hiç gülesim yoktu.’’ Sırıtarak, ‘’Ot beyinli.’’ dedi. ‘’Boşluğuma geldi, çaktırma.’’ dedi Ezrial ve onun yanındaki kitapları gözleriyle tarayarak eline bir değişik bir kitap aldı. Kitabın üstünde ‘’Tarye’s sarae’’ yazıyordu. İblis’e baktım, baygın bakışlarının esiri olurken fısıldadı. ‘’Yaşamın sırları.’’ İlgimi çekmemişti. Ezrial’ın kitap sayfalarını karıştırışına bakarak, ‘’İçinde buranın haritası olan bir kitap yok mu?’’ diye sordum. ‘’Burada dolanırken lazım olabilir bana.’’ Başını kitaba eğdiğinden kumral saçlarının bir kısmı aşağı düşmüş ve gözlerinin olduğu kısmı saklıyorlardı. Mor gözlerini kaldırarak bana şaşkınlıkla baktı, ‘’Haklısın,’’ dedi. ‘’Dur bakayım.’’ Kitabı kapatıp eski yerine koyarken elini rafların üstünde gezdirip işaret parmağını kitapların sırtlarında dolandırdı. Ardından bir kitapta karar vermiş gibi parmağıyla kitabın kenarından tutup çekti ve onu diğerlerinden ayırdı. ‘’Burada.’’ ‘’Gel bakmadan önce oturalım,’’ dediğinde bacaklarımın arkasına saplanmış sızıyı fark ettim. Cevabımı beklemeden benden önce davranarak arkasını döndü ve gri gömleğinin sardığı geniş sırtıyla karşılaştım. Rafların arasından çıkarken onu adımlarımla takip ettim. Tezgahın arkasına geçerek yüksek bir sandalye çekmiş ve oturmuştu. Arkasına yaslanırken kucağında kitabı tutuyordu. Ben de yanına gelmeden önce duvar dibindeki yüksek sandalyeyi çekerek yanına yaklaştırdım ve oturdum. İlgiyle kitabın suratına bakarken ellerimi dizlerime yaslamıştım. Saçlarımı omzumun diğer tarafına atarak, kafamı ilgiyle yana doğru eğdim ve kitabın suratında değişik fontla yazılmış efsunlu görünen yazıya baktım. ‘’Hartas’’ Harita yazdığını anlamak zor değildi. Kitabın üstü eski püskü görünüyordu, yıpranmış gibiydi. Koyu bir bej rengine sahipti, kitap aralandığında rengarenk çizimlerle Naenia’nın bölgelerini ve adlarını gördüm. Sayfaları karıştırdıkça haritalardan yükselen bölgeler hologram misali havaya yansıyordu. Dağları, toprakların durumunu ve hangi renkte olduklarını bile ayrıntılı şekilde görebiliyordum. Yüzümüze yansıyan ışık, kızıla büründüğünde Ezrial, ‘’Tehlikeli topraklara geldik.’’ dedi fısıldayarak. ‘’Kızıl Diyar.’’ Havaya yansıyan görüntüler, sanki görünmeyen bir kameranın gözüyle etrafı süzerek geziniyordu. Sonra bitmiş bir videonun sonlanması misali baştan başlıyordu. Kızıl Diyar denmesinin sebebi sadece Kanlı Ay tarafından aydınlanmış olmasıydı. İblis kaşlarını düşünceyle çatarak sırtını tahtından ayırdı ve dizlerinin üstüne dirseklerini dayayarak öne doğru eğildi. ‘’Normalde karanlık olmalı,’’ diye mırıldandı zihnimin içinde. ‘’Baksana zoraki aydınlanıyor gibi.’’ ‘’Kızıl Diyar’da genelde Salmon Sürüsü dolanır. Göçebe hayat tarzını benimseseler de buraya geldiklerinde Kızıl Diyar’da iki hafta kalmadan geçmezler.’’ dediğinde İblis’le beraber kaşlarımızı çatarak Ezrial’ın haritaya odaklanmış suratına baktık. Kızıl ışık, kumral tenine yansımış ve mor harelerini farklı bir renge bürümüştü. Bakışlarımı fark edip göz ucuyla bana baktı, ‘’Salmon Sürüsü?’’ dedim sorgularcasına. ‘’Kuyruğunu kaybedenler. Adlarını göçebe hayat yaşadıklarından alıyorlar, bir yere bağlı kalamazlar. Normalde bir yerde mesken edindikleri süre, bir haftayı geçmez.’’ Anlayarak haritaya baktım, ‘’Neden Kızıl Diyar tehlikeli?’’ dediğimde ormanın içinde dolanan bir tavşan gördüm. Televizyonda canlı yayın belgeseli seyrediyormuşum gibi hissediyordum. Tavşana bakarken, onun arkasından sinsice yaklaşan yılanın başını gördüğümde endişe kalbimi sardı. İstemsizce ‘’Eyvah,’’ dedim ama tavşanın kahverengi bakışları kızıla bürünerek sivri dişleri ortaya çıktı ve masum suratı bir canavarın yüz şekline büründü. Yılana ani atakla saldırıp onu öldürürken arda kalan eti yemeye başladığında dehşetle ekrana bakakaldım. Ezrial, ‘’En masumları bile aslında canavar olduğundan,’’ dedi baştaki sorumu fısıldayarak cevaplarken. Onun da dehşete kapıldığını gerilen kaslarından hissedebiliyordum. İblis hiçbir duygu belirtisi göstermeden ekrana bakarken kadehinden yudumluyordu. Bakışları ilgisiz, mimikleri alınmış misali yüz ifadesi tepkisizdi. İrkilmemişti bile. Sayfayı çevirdikten sonra her tarafı maviliklerle çevrili ağaçlarla dolu ormana gelmiştik. ‘’Mavi Orman.’’ dedi Ezrial, ‘’Samora Otu’yla kaplıdır, tarihi çok eskiye dayanır. Asir savaşından sonra bu hale geldi.’’ Kaşlarımı ilgiyle havaya kaldırarak mavi ekrana baktım. Işığı yüzümüze yansırken, ‘’Buranın ne gibi özelliği var?’’ dedim, merakla. ‘’Sana her şeyin fazlası zarar demiştim, Evin. Orası da sessiz bir yer çünkü otu hemen hemen her hayvanı zehirleyecek kadar kuvvetli.’’ dedi, ilgisizlikle. ‘’O yüzden oralarda dolaşılmaz, tercih edilmiyor.’’ Kafamı sallayarak ekrana baktıktan sonra bir uçurum kenarına geldik. Uçurumun yüzeyinde binlerce değişik renkli otlar bulunuyordu, papatyalar bile saklanırken çiçeklerin üstünde uçuşan özlerin güzelliği gözlerimi kamaştırdı. Gülümserken buldum kendimi. Çiçeklerin üstünde kelebekler, değişik insana benzer canlılar uçarken şafak ufukta sökmeye başladı. ‘’Şafak Vadisi.’’ dedi Ezrial ekrana bakmaya devam ederek. ‘’Bilge buralarda.’’ İblis keyifle güldü, ‘’Şerefsiz, seçtiği bölgeye bak.’’ dedi adamı tanımadan, küfrederek. ‘’Herkes burada sürünsün, bu Şafak Vadisi’nde kelebeklerle sefasını sürsün.’’ Ekrana bakarken Ezrial diğer sayfaya geçti. ‘’Şafak Vadisi’ne geçen yolları gösteren harita.’’ dedi kısaca açıklayarak. Haritanın kuzey tarafında Şafak Vadisi bulunuyordu; sol köşede Kanlı Ay diğer sağ köşede Güneş vardı. Kaşlarımı çatarak detayları inceledim. Çizgiler suratımıza yansıyordu. Alt taraflarda Mavi Orman ve Kızıl Diyar bulunuyordu. Batı tarafında Sönmüş Volkan Ormanı diye bir yer vardı. Doğu tarafındaysa Buzlu Diyar ve tam ortadaysa Kurtpençesi Sisi bulunuyordu. ‘’İkinci kitabı almışız,’’ dedi Ezrial açıklama yaparak. ‘’Diğer yerleri ilk kitapta görebilirdik.’’ Dikkatle haritaya baktım, uçuruma benzer yer Şafak Vadisindeydi. Mavi Orman sık ağaçlarla çevrilmiş gibi sıra sıra dizilmişti ve küçük bir bölge gibi görünüyordu. Kanlı Ay’ın altında Kızıl Diyar bulunuyordu, onunsa karanlık bölgeleri olduğunu düşündüğümüz sıralı taşları vardı. Sönmüş Volkan Orman’ında bir volkan figürü vardı, sıradan görünüyordu. Buzlu Diyar’a baktığımdaysa oranın beyaz karlarla çevrili olduğunu gördüm. Ezrial, ‘’Sen sadece adlarını görüyorsun,’’ dediğinde tüm ilgim ona kaydı. İblis gözlerini kısarak ona bakarken sessiz kaldı. Yüzüne yansıyan çizgilerin arasında mor harelerinin bana ilgiyle baktığını fark ettim. Sıcak nefesi yüzüme çarparken yüzlerimizin yakınlığına aldırmamaya çalıştım. ‘’Aslında bölge olarak düşüneceksin bu yerleri. Buzlu Diyar’da Kabuhan başkenttir ve orada sadece o şehir bulunmaz. Limasta, Saura, Merisas gibi bir sürü yer bulunur.’’ dediğinde yakınlığımızdan rahatsız olup kafamı geriye doğru çaktırmadan çektim. Onun ilgisini çekmemiş olmalıydı ki önüne dönerek anlatmaya devam etti. ‘’Kızıl Diyar ve Mavi Orman hariç. Oralar sadece ormandır işte.’’ dediğinde Sönmüş Volkan Orman’ını da göstererek, ‘’Burası da orman?’’ dedim sorgularcasına. ‘’Hayır, orası ölü şehir. Bir sürü şehir yandı, kasabalarda tek tük insanlar yaşıyor. Yani orası da aslında bir zamanlar Buzlu Diyar gibi yerdi.’’ İblis yüzünü buruşturarak, ‘’Asıl Kurtpençesi zımbırtısını sormak gerek.’’ dedi kuzguni bakışlarını haritanın üstündeki ayrılmış bölgeye dikerken. İşaret parmağımla bölgeyi göstererek, ‘’Ya burası?’’ dediğimde sabırla anlatmaya devam etti. ‘’Öncelikle, küçük bir kız çocuğuna masal anlatıyormuş gibi hissettiğimi bil.’’ dedi gülüşüne engel olamayarak. Sesini inceltip ‘’Burası,’’ dedi tekrar beni taklit ederek. Güldüğü için sempatikçe kırışan yüzüne baktım, mor hareleri gülüşünü içinde saklarcasına parlıyordu. Muzipçe kaşlarımı çatarak omzuna hafifçe vurduğumda acı çekermiş gibi yüzünü aniden buruşturarak elini omzuna götürdü ve dişlerinin arasından keskin bir nefes çekti. ‘’Dalga geçme,’’ dedim gözlerimi tehditkar havayla kısarak. Gülüşlerine engel olamadan aralarda, ‘’Tamam tamam,’’ dedi mırıldanarak. İblis sahte bir sırıtışla ikimizin arasında kuzguni gözleriyle mekik dokurken, ‘’Bitti mi fingirdeşmeniz?’’ dediğinde ona ters ters baktım. Suratını aniden ciddileştirip kadehi dudaklarına götürürken benim aksime bana, gerçek bir tehditle bakıyordu. Bakışlarımı kaçırarak önüme döndüm ve Ezrial’ın yumuşak ses tonunu yakaladım. ‘’Kurtpençesi Sisi görünenin aksine oldukça tehlikeli bir yerdir.’’ dedi önce, ardından derin bir nefes verdi. Sanki bilgileri hafızasının kenarındaki ansiklopediden okuyormuş gibiydi. Ezbere biliyor ve konuşuyordu. ‘’Ormanın toprağı o kadar sıcaktır ki oradan yükselen buharlar her tarafa sis gibi yayılır. Yırtıcı hayvanlarla karşılaşman olasıdır; ejderhalar oradaki derin mağaraların diplerinde uyurlar. Havada süzüldüklerini bazen görürsün ama görmemeni umuyorum.’’ dedi sonlara doğru çıkan imalı sesiyle. Ona tek kaşımı kaldırarak beklentiyle baktım, devam etti. ‘’Onları fark ettiğinde bir şey anlayamadan kül olursun.’’ dedi, bakışlarıma karşılık vererek. Başımı hafifçe kaldırıp indirdim ve anladığımı belirttim. Tepkime kısıkça güldü. ‘’Kurtpençesi Sisi’nde vahşi kurtlar dolaşır, Salmon Sürüsü ya da Kritas Sürüsü gibi.’’ Ona yandan yandan baktığımda bakışlarımı hissetmiş gibi, ‘’Belirsizler.’’ dedi kısaca açıklama yaparak. ‘’Hoşuma gitmiyorlar, oldukça vahşi yaratıklardır. Evcilleştirilemezler.’’ Sonlara doğru hem alayla hem küfredercesine dişleri arasından tısladı. İblis’in kalın, siyah kaşlarını manidar bir şekilde havalandırıp indirdiğini gördüm. Ardından sakince kadehinden yudumladı. ‘’Ejderhaların Xiya olduklarını düşünüyordum? Onlar da efendilerine sadık olmazlar mı?’’ ‘’Bu kadar bilgiyi bilmen, beni biraz işkillendirmedi değil.’’ dedi imalı sesiyle, ifadesizce suratına bakarken aslında nutkum tutulmuştu. Bir şey söylememe fırsat tanımadan, ‘’Nereden geldiğini söylemiştin?’’ dediğinde gergince yutkundum ve zihnimdeki tahtında diken üstünde oturan İblis’in dağılan dumanlarıyla bakıştım. ‘’Bunun da zeki olası tuttu,’’ dedi homurdanarak, İblis. ‘’Nereden geldiğini şu anlık söyleme; başka evrenden geldiğin zaten aşikar ve bunu mağaradan geldiğini söyleyerek belli ettik ama yine de detaya inme.’’ dedi uyararak. Bunun üstüne fazla durmamaya özen göstererek, aradaki boşluğu kapattım. ‘’Anneannem bana bir kitap vermişti, orada okumuştum.’’ dediğimde ilk sorusunu cevapladığımdan dolayı sadece başını sallayıp geçiştirmekle yetindi. ‘’Eksik biliyorsun, tamamlamama izin ver.’’ Başlamadan önce nefes verdi, ‘’Xiya’nın kelime kökeni köleden gelir. Ejderhalar Xiya grubunda olsa da diğerlerinden farklılardır. Mesela, onların efendisi olmaz. Onlarla çalışmak istiyorsan önce onlara yaklaşmayı başarman, daha sonra saygılarını kazanman gerekir. Eğer saygı kadar güçlü bir bağı kazanamazsan afları olmaz.’’ Başını yana yatırdı ve bana mor harelerini dikerek baktı, ‘’Tabii ki Xiya’ların da saygısını kazansan daha iyi olur ama onlar, saygı olmasa da efendilerine itaat etmek zorundadır.’’ ‘’Açıkladığın için teşekkür ederim. Bence saygı herkes için önemli.’’ Fikrimi öylesine belirtmiştim, Ezrial başını sallayarak bana katıldı. ‘’Olmazsa olmaz,’’ İblis’se bize katılmıyordu, kadehinden büyük bir yudum alıp onu tahtının kenarına yaslarken tek kaşımı kaldırarak ona baktım. Bakışlarımı yakalamış olacak ki sakin bir göz devirmeyle devam etti, ‘’Saygının yerine geçebilecek en kolay ve en güçlü duygu, korkudur. Korkuyla da herkesi ve her şeyi yönetebilirsin, Toprak.’’ ‘’Korku güçlü bir duygu olsa da ters de tepebilir,’’ Başını sol omzuna doğru yatırarak, ‘’Nasıl yani?’’ dedi kaşlarını çatarken. Dudaklarında muzip bir gülümseme vardı. ‘’Sonucu her an kötüleşebilir; korku fazla olduğunda yerini hissizlik, ardından cesaret alabilir.’’ İblis keyifle gülümserken bacak bacak üstüne attı ve bana sahte fakat güçlü etkisi olan küçümser bakışlarından birini fırlattı. Ağzını tam aralayacaktı ki Ezrial’ın sayfalarını karıştıran sesleri arasında duyulan yumuşak sesi, araya karışınca susmak zorunda kalsa da bana kömür karası gözleriyle manidar bir bakış atmaktan geri durmadı. ‘’Ayrıca bu yerle bağlantılı ama oradan biraz uzak bir bölge var. O bölgede yaşayanların gücünü tahmin edemezsin, birbirlerinden başka kimseden hoşlanmazlar. Eğer yolun düşerse oraya kimseyle muhatap olma ve koşarak uzaklaş.’’ dedi. Kaşlarımı havaya kaldırıp indirdim ve Ezrial, anlattıklarının sonuna geldiğini kitabın kapağını kapatarak gösterdi. Bakışlarım boşluğa düşerken İblis’le bir an bakıştık. Ne düşündüğünü biliyordum, dumanlı elbisesi etrafına yayılırken gizemli görünse de o da şu an benden farksızdı. Her şeyiyle rahat ve gamsız görünebilecek potansiyele sahipti ama benim için endişelendiğini biliyordum. Ben de onun için endişeleniyordum. Buradan nasıl ayrılacaktık? Ayrılmaya çalışırken sağ kalabilecek miydik? Huysuz sohbetimizin sonlandığını anlarcasına boncukları dağıtarak içeri girdi. Saçları dağılmıştı, uzun saçlarının tutamları birbirine kuş yuvası gibi geçmişken önüne düşen perçemleri yüzünün diğer tarafına dağılmıştı. Üstündeki beyaz salaş gömleği dağılmış, yakaları açılmıştı. Altındaki bol gri şalvara benzer pantolonu kırışmıştı. Ağzında iğrenç bir tat varmış gibi dudaklarını şapırdatıp yüzünü buruşturdu. ‘’Keşke uyumasaydım.’’ Bastonu yere vura vura gözlerindeki donuklukla etrafı yoklarken ahşap, sallanan sandalyesinin olduğu tarafa oturdu. ‘’Ezrial,’’ dedi dudaklarını irice açarak seslice esnerken. Yanaklarında çukur oluşurken tekrar dudakları kapandı ve baygın bakışlarını bize doğru çevirdi. Ezrial, ‘’Buyur usta.’’ dedi saygıyla; kırgınlığı hala gözlerinde olsa da eskisi kadar güçlü değildi anlaşılan. ‘’Ağzımdaki bok tadı gitsin diye kahve yap bana.’’ Ezrial kafasını sallayarak ayağa kalkarken kitabı da kendiyle beraber götürdü. Önce rafların arasına girip kitabı eski yerine koyduktan sonra tekrar rafların arasından çıkarak ileride duran mutfak kapısı olduğunu tahmin ettiğim yere girdi. ‘’Ee ne yaptınız?’’ dedi Huysuz, aksi tonuyla. ‘’Yardım ettin mi Ezrial’ıme?’’ İblis, Huysuz’a ters ters bakarak homurdandı. ‘’Daha önceden etmiştim,’’ dedim yaptığım eski temizliği hatırlayarak. Huysuz, hazır verdiğim cevaba karşılık ağzının içinde homurdandı, ‘’Merak etmedin mi sana vereceğim ödülü?’’ dediğinde İblis sıkılgan tavrıyla arkasına yaslandı. ‘’Yahu ne verebilirsin?’’ dedi söylenerek, ‘’Para verir en fazla.’’ ‘’Ezrial yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi, işleri bitirmiş.’’ dedim İblis’in saygısızlığını dilime yansıtmayarak. Huysuz kafasını sallarken boşta kalan diğer elini saçlarını düzeltmek için kullandı. Parmakları saçlarını kenarlara iterken arkasında toplanan ve ensesine yapışmış saçları bunalmışçasına geriye doğru attı. Acı çekercesine, boğazından büyük bir inlemeyle nefes verdi. ‘’Her yerim ağrıyor,’’ Yaşlıların eklem ağrıları ve bilmediğim türlü hastalıkları olurdu ama burası büyülü evren değil miydi? O da büyücü değil miydi? Nasıl hastalıkları olabiliyordu? İblis başını iki yana sallayarak arkasına yaslanırken, ‘’Zavallı.’’ dedi acırcasına, sanki kuzguni hareleriyle ihtiyarı süzerken onu eziyordu. ‘’Ben ondan yaşlıyımdır ama bu kadar vahlanmıyorum. Çoktan ölmüş bu, Toprak.’’ ‘’Neden büyü yapmıyorsun?’’ dedim Huysuz’a, aklımdaki soruyu sorarken. Bal sarısı hareleri yuvalarında zorlanmadan bana kayarken tam on ikiden bakmayı başarmıştı. ‘’Ne büyüsü?’’ dedi titreyen sesiyle, yaşlılıktan dolayıydı. ‘’Hastalığın için? Hem ben sizin hastalanmadığınızı falan sanıyordum.’’ Huysuz gülerken kısılan gözlerini benden ayırıp etrafı süzmüştü ardından tekrar kıkırdadı. Söylediğim şey komik miydi? ‘’Erkuran, bu dünya okuduğun kitaplardan ve filmlerden ibaret değil. Onlardan daha fazlası. Biz de hastalanıyor ve hastalıklardan dolayı ölebiliyoruz. Sadece ölümü geciktirmek için büyüyle yapılmış ilaçlar kullanıyoruz, bazılarımız tabii ki iyileşebiliyor ama öyle hastalıklar var ki ilaçlarla sadece zamanla oynayabiliyoruz.’’ Onun hapını kullanmadan önce dudaklarının arasında bir şeyler mırıldandığını anımsadım. Zihnimde bir başka olasılığın sorusu peydahlandığında onu sormaktan çekinmedim. ‘’Vampirlerin ve kurt adamların hastalanmadığını düşünüyordum?’’ Güldü, ‘’Vampirler konusunda haklısın, ölüler hastalanamaz ama bir ölü bile yeryüzünde sonsuza kadar özgürce dolaşamaz.’’ Demek ki bu evrende vampirler vardı. ‘’Ayrıca ‘’kurt adamlar’’ da ağır yaralardan dolayı ölebiliyor.’’ Ellerini kaldırıp alayla hayali tırnak işaretleriyle türü belirginleştirmişti. Bakışları durağanlaşmıştı, ‘’Ölümden kimse kurtulamaz, kızım. O her yerde vardır.’’ Tek kaşını kaldırarak bana imayla baktı, ‘’Fantastik bir evrende bile.’’ Başımı anlayışla salladım. Hiç değilse bu evreni normal karşılayabileceğim bir olay vardı. Ölüm. Ölümden daha gerçek ve acı verici hiçbir şey olamazdı. Ezrial elinde fincanla gelerek Huysuz’a doğru yürüdüğünde kendimi geriye doğru attım. Geçmesi için verdiğim alandan ilerleyerek Huysuz’un yanındaki komodine fincanını koydu. ‘’Buyur usta.’’ dedi daha sonra, geri çekilirken. Huysuz ters ters ona baktı ve bastonunu kavrayıp Ezrial’in tek eline bir tane geçirdi. Bastonun havayı yararak çıkardığı sesi ve tok sesle ete çarpmasını duyduğumda yüzüm acıyla buruştu. İblis’le şaşırarak olanlara baktık. Ezrial acı çekse de gıkını bile çıkarmadan tüm mahcupluğuyla boynunu aşağı eğmiş, ellerini önünde bağlamıştı. Elini çaktırmadan diğer elinin parmaklarıyla ovuşturduğunu fark ettim, içimden ağlama isteği geldi. Onun yerine kendimi koyduğumda içinde bulunduğu durumun ağır olduğunu hissederek o ağırlığın altında ezildiğimi sandım. ‘’Yıkıl karşımdan,’’ dedi Huysuz, aksi sesiyle. Ezrial kafasını saygıyla eğerek bana doğru yürüdü ve yanıma gelişigüzel oturdu. Üzülmüştüm ama onu da utandırmak istemiyordum, göz ucuyla kızarmaya başlamış elinin derisine bakarak sessizliğimi korudum. Ezrial, ‘’Yasak kitap için.’’ dedi kısaca açıklayarak. Gizli şaşkınlığımla ona bakarak ifadesizliğimle kafamı sallamayı becerdim. Ezrial tebessüm ederek karşılık verdi ama zoraki güldüğü barizdi. Kalbim onun için sancıdı. Onu kısacık sürede tanıdıysam, aslında mahcupluğunun yasak olanı çiğneyip ustasının saygısını kaybetme olasılığını düşünmesinden olduğunu içten içe biliyordum. Dövülmek ya da yasağı çiğnemek değildi tasası. İblis tuhaf tuhaf ona baktıktan sonra kıstığı gözlerini Huysuz’a çevirdi. ‘’Nasıl haberi olduğunu sormayacağım bile.’’ dedi dehşetle fısıldarken. Kafasını yana yatırıp bana bakarken, ‘’Bu ihtiyar kör değil ha.’’ dedi, aynı zamanda elini kaldırıp Huysuz’un suratını gösterirken. Huysuz boğazını temizleyerek dudaklarına fincanı götürdü ve bir yudum aldı. Ardından baygın bakışlarını tekrar bana yönelttiğinde, ‘’Ne yapmaya karar verdin?’’ diye sordu. Ani sorusu karşısında afalladım, bir Ezrial’ın tepkisiz suratıyla bir Huysuz’un suratına bakıp, ‘’Ne?’’ dedim mırıldanarak. Huysuz derin bir nefes verdi. ‘’Burada bir gece daha kalacak mısın yoksa gidecek misin?’’ dediğinde küçük bir çocuğun babasından izin almak istercesine baktığı gibi yandan yandan İblis’e baktım. İblis kafasını iki yana salladı, ‘’Daha fazla yük olamayız.’’ dedi normal sesiyle. ‘’Ne yapacağız?’’ dedim, ona karşılık zihnimden. Tek omzunu silkti ve hareketi tekrar siyah dumanlarını etrafa saçtı. ‘’Kızım, hallederiz bir şekilde.’’ dedi, ‘’Önce bazı şeyleri öğrenmemiz lazım.’’ Kafamı anlayışla sallayarak ikisine baktım, uzun süren sessizliğin arasında düşüncelerimi toparlamaktı amacım. Sessizliğimi de bu şekilde kullandım ama Huysuz, ‘’Sor artık,’’ dedi sıkılgan tavırla, fincanından yudum almadan önce. İblis gözlerini belirterek, ‘’Bence de…’’ dedi fısıldarken bana bakarak. ‘’O kimdi ve neden o kart o kadar önemliydi?’’ dedim Huysuz’a, biraz nabzını yoklamak için yavaşça söylemiştim. Çekinerek sorduğumu kavradı, buna rağmen beyaz kalın kaşları çatıldı ve donuk bal sarısı gözleri kısıldı. İlk sorumu bilerek atladı, ‘’Önemliydi işte,’’ dedi aksi sesiyle. ‘’Listedeki en son gidecek adama gitti üstelik.’’ İblis tek kaşını kaldırdı ve ona bakarken gözlerini kırpıştırdı. ‘’O zaman neden anlaşmışlar?’’ dedi kadehini parmakları arasında dans ettirerek. ‘’Anlaştığınızı söyledin, madem bu kadar tehlikeliydi; o kartı neden vermek için anlaştın?’’ Huysuz sorum karşısında afalladı, duraksayışını gözden kaçırmadım ve zihnimin belirli yerine not ettim. Pes edip sıcak nefesini dışarı üfledi, başının yanında toplanan perçemleri önünde uçuşarak sallandı ve tekrar yüzüne düştü. ‘’O zamanlar başka çarem yoktu. Savaş zamanlarında güçlüydüm ama aynı zamanda tehlikedeydim de, Asir bana yardım etmeseydi o kart beni öldürürdü.’’ dedi, maske kartını söylediğini anlamam uzun sürmedi. Bakışlarım istemsizce tam ortada duran belirsizlik kartına kaydı, cama yansıyan ışık gözlerimi aldı ancak odaklanabildim; daha sonra yutkunarak kirpiklerimi kırpıştırdım ve Huysuz’un suratına baktım. Ezrial toparlanmak için biraz kendine müsaade ederken, konuştuğunda aslında susuşundan daha büyük bir patlama gerçekleşmişti. ‘’Şimdi, sen bana söylüyorsun ki, Asir’e canını borçlusun?’’ Kaşlarını yukarı kaldırmış, genç alnında birkaç kat izi bırakmıştı. Mor hareleri şaşkınlık ve dehşetle aralanırken hala Huysuz’a bakıyordu. ‘’Usta!’’ Huysuz oralı olmadı, arkasına yaslanırken bal rengi gözlerini çocuğun suratına gelişigüzel dikti. ‘’Seni neden önemsiz bir şeymiş gibi gösterdiğimi sanıyorsun? Keyfimden mi?’’ Ezrial sakinleşemiyordu, yanımda oturan bedeninin titrediğini gördüğümde kucağındaki yumruk haline almış eline doğru çekinerek parmaklarımı götürdüm. Buz gibiydi. Yine de bana bakmadan öylece ustasını seyretti. ‘’Beni delirtme!’’ dedi ilk defa, güçlü şekilde ustasına bağırarak. Oturduğum yerde istemsizce hopladım ve şaşkınlıkla arkadaşıma baktım. Kasılan kalbim bağırtısıyla tekledi. Eli bir taştan daha sert hale gelmişti. ‘’Asir dışarıda, her an senin için tekrar gelebilir! Sense, beni mi düşünüyorsun?’’ Huysuz fincanından keyifsiz bir yudum aldıktan sonra, bakışlarını üstüme dikerken Ezrial’e sakinlikle yanıt verdi. ‘’Bir daha bu şekilde gelmeyecektir, ona kartı teslim ederek anlaşmayı sonlandırdım.’’ Ezrial kaşlarını birbirine yaklaştırarak sakin olmaya çalışırken, gözlerini usulca kapattı ve öylece birkaç dakikalığına sessizce durdu. İblis sessizlik yemini içmiş gibi tahtında oturuyor, aramızda dönen muhabbeti dinliyordu. Bir yandan düşündüğünü hiç durmak bilmeyen o zihni sayesinde biliyordum. Ardından ‘’Çocuk haklı,’’ dedi, ‘’Bir canavardan bahsediyoruz. Güvenilmez.’’ Bakışlarımı istemsizce tezgahın üstüne doğru yönlendirdim. Kart orada tüm asilliğiyle parlarken cama yansıyan ışığa baktıktan sonra direkt Huysuz’a çevirdiğim gözlerim yüzünden, Huysuz’un beyaz teninde sarı lekeler belirdi. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakmaya devam ettiğim zaman tüm görüş alanım netleşti. ‘’Ne zaman konuştunuz yani?’’ Merak ederek sorduğum cümleyle Ezrial kasıldı ama şu an, bilgi edinmek benim için daha önemliydi. Huysuz titrek nefesini dudaklarından dökerken alt dudağını gergince yaladı. Islaklık, gül pembesi dudaklarını parlattı. ‘’Kafese girmeden önce onunla bir şekilde karşılaştık, o an benden Ouroboros kartı’nı istedi. Planlamış mıydı daha önceden yoksa o an mı karar verdi, bilmiyorum.’’ dedi, gözleri boşluğa bakarken fısıldadı. O anları hatırlıyor gibi duruyordu; zihni o kadar doluydu ki savaş meydanında hala çatıştığını görebiliyordum. Hayallerimde güçlü bedeni bastonsuz, sarsılmadan ayakta duruyor ve bir elinde belirsizlik kartını tutuyordu. İblis gözlerini boşluğa daldırdıktan hemen sonra kuzguni bakışlarını Huysuz’a dikti, ‘’Neden öyle dedi ki?’’ dedi mırıldanarak. Bense, ‘’Sen o sözleri söylemeden o kartı kullanamaz?’’ dedim, sorgularcasına. ‘’Sen de söylemedin.’’ Hem onu rahatlatmak istiyor hem de bu mantıklı gerekçeyi önüne atıyordum; bir nevi nabzını yoklamaktı amacım. Eğer, sözler olmadan da kullanılıyorsa o zaman işin rengi değişirdi. Huysuz’dan uğursuz kıkırtılar yükseldi, daha sonra gözleri tamamen kısıldı ve dudaklarının arasından büyük gergin kahkahalar duydum. İblis kaşlarını çattı, benimse boşluktan başka hissettiğim herhangi bir duygu yoktu. Boş kahkahalarını umursamazlıkla dinleyip sessizlik içinde bitmesini bekledim. Sonunda, ‘’Ah keşke…’’ dedi hala yüzünde duran gülümsemesiyle, kırışıkları her zamankinden daha belirginleşmişti. Bastonunun başında duran elini istemsizce sıktı, parmak boğumlarının beyazladığını gördüm. ‘’Kartlar en kadim insanların kullanabileceği şekilde de çalışırlar. Herhangi bir büyü sözüne gerek duymadan. Bunu yapabilenler sayılı kişilerdir. Ben, eski dostum Bilge ve Asir gibi.’’ Ezrial mırıldandı. ‘’Harika.’’ Kurumuş dudağımı ıslatarak bir süre dişlerimin arasında beklettim. Kaşlarım istemsizce çatılmıştı; kafamın içinde oturan İblis’ime yandan bir bakış atarak bekledim. Bir süre sonra kömür karası gözlerini üstüme dikti. ‘’Asir sandığımızdan daha tehlikeli olabilir; çoktan zihnine girmiş bulunmakta Toprak, tabii yanılmıyorsan.’’ dedi tek kaşını kaldırarak, bana beklentiyle bakarken. Gözlerinde uyarı parıltıları dolanıyordu, yanıldığımı bilmek ister gibi hali vardı ama yanılmamıştım. Aylardır gördüğüm ve kabuslarımın içinde olmasına rağmen gözlerinin aynasında kendimi bulduğum o kızıl gözleri asla unutmazdım. Benim zihnimi talan eden kişiydi. Nasıl yapabildiğini bilmiyordum, ancak onun da bilmediğini hatta benden haberi bile olmadığını düşünüyordum. Bana bakışları yabancıydı; kabuslarımın başlarındaki rüyada, bana sanki en güzel lakabı takmışçasına fısıldayan kadifemsi sesli adam yoktu karşımda. Bakışları yabancıya bakıyor gibiydi, benimse gecelerimi mahveden adama bakışlarım korku doluydu. O bakışlara alışmış olmalıydı ki ilgisini çekememiştim. Farklı nedenden de olsa, korku korkuydu. Bu sorunun cevabını çok merak ediyordum, o yüzden ikinci defa şansımı kullanacaktım. Bence kartın ne işe yaradığını bilmek zorundaydık. ‘’Ouroboros neden bu kadar önemli? Maske kadar önemli mi mesela?’’ dediğimde İblis de kafasını sallayıp bana katıldı. Huysuz cevaplamadan önce duraksadı, kararsızlığı göz kapaklarına oradan gözbebeklerine düşerken kirpikleri titredi. Bana uzun gelen sessizliğin arasında cevaplamayacağını düşünüp vazgeçmiştim ama hafifçe titreyen kalın sesiyle konuşunca pür dikkat kesildim. ‘’Yeniden doğuş kartı, madalyonun iki yüzü gibidir. Bir kötü, bir iyi yanı vardır. Ouroboros’u kullanan kişiye göre, kartın yönü değişir. Hangi amaçla kullandığın, neden aldığın önemlidir. O yüzden Asir gibi güvenilmez bir herife vermek istemedim.’’ dedi sonlara doğru hayıflanarak. İblis alt dudağını dişleri arasında ezerken kafasını iki yana salladı. ‘’Sıçtık,’’ dedi basık çıkan sesiyle. ‘’Buradan sağ çıkabilir miyiz sence, Toprak?’’ dedi üzülürmüş gibi kaşlarını yukarı kaldırarak bana bakarken. Hem alaylı hem ciddi tavrı yüzünden gerçekten üzülüp üzülmediğini kavrayamadım. Üzülmüyordu ama gözlerinin derinlerinde açık olan kapının altından sızan o duyguların aurasını görebiliyordum: endişe ve korku. Ağzımın içinde mırıldanarak, ‘’Anlıyorum,’’ dedim Huysuz’u bekletmemek adına. Bazen İblis’le konuşurken dışarıda olup bitenlere yetişemiyordum. İblis geriye doğru bakıp tekrar önüne dönüp gözlerini bardağa düşürdüğünde kirpiklerinin ne kadar uzun olduğunu fark ettim, uzuyorlar mıydı yoksa normalde de bu kadar uzun muydular? Kadehini dudaklarından çekerek tek elinde gevşekçe tutup uzaklaştırırken, bir kolu tahtının dayanağına yaslanmıştı; kafasını hafifçe sol tarafa eğmiş kadehinin yüzeyine bakarken, ağzının içinde kalan sıvıyla dudaklarını usulca oynatarak asilce oynuyordu. O beni sevmese de, ben onu seviyordum. Bunu bilmese de olurdu; kafamda dırdır edişini bile bazen seviyordum. Onu saatlerce seyretsem gıkım çıkmazdı, dumandan oluşan bedeninin arkasını sadece bana sunması aramızdaki bağı özel kılıyordu. İblis’in derin bir nefes verdikten sonra, ‘’Sor artık,’’ dediğini duydum. ‘’Yeterince oyalandın.’’ Zihnimde beni sırtımdan öne doğru itiyordu. Yavaş yavaş gerilmeye başlamıştım, kelimeler boğazıma tırmanıyor sonra çıkamadan geri iniyordu. Ezrial yan tarafıma bakarak, kumral tenine ve mor harelerinin ustasına bakarken onların endişeyle parlayışını fark ettim. Hala onun için endişeleniyor olmalıydı. Hastalığı vardı ve durumu iyiye gitmiyordu anlaşılan. Fincandan yayılan son höpürdetme sesiyle o tarafa doğru baktım ama Ezrial, düşüncelerimden beni çekip kurtardı. ‘’Ne soracaksan sor,’’ dedi Ezrial, hala ustasına bakarken. ‘’Hiçbir şey demesen de yüzünden okunuyor.’’ Terleyen avuçlarımı pantolonumun üstüne sürterek ısıttım. ‘’Ben,’’ dedim, gergince. ‘’Buradan nasıl çıkacağımı bilmiyorum, Asir ortalıktayken buraya ait olmayan benim için yaşamak zor olacaktır…’’ Yumuşak ve sakin yükselen sesim, çekingenliği de içinde barındırıyordu. Neden çekindiğimi bilmiyordum; Ezrial’in bana baktığını hissettim. Huysuz’sa hala dış kapının olduğu taraflara bakıyordu. Kemikli çehresi ifadesizlikle bezeliydi. ‘’Naenia’dan nasıl ayrılabilirim?’’ Huysuz bal sarısı gözlerini aniden bana doğru çevirdi, kapının camından yüzünün bir kısmına doğru yansıyan güneş ışıkları, yüzünün diğer kısmını karanlığa bürüdü. ‘’Buradan ayrılamazsın,’’ dedi, aniden keskin bir şekilde. İblis sakin sakin beni izlerken, Huysuz’un söyledikleriyle aniden ona baktı. Ezrial uyarır tonla, ‘’Usta…’’ dedi fısıldayarak. Kalbimin ağrıdığını ve bir el tarafından sıkıldığını hissettim. Aklıma, dışarıda kalan arkadaşlarımın simaları ve Nilüfer’in tatlı bir bahar gibi bana gülümseyen yüzü düştü. Ağır bir özlem duygusuyla yanıp tutuşurken boğazımın düğümlendiğini hissettim. Ağlamayacaktım. Kimsenin önünde ağlamazdım. Huysuz, aksilikle kaşlarını çattı ve sertçe, ‘’Ne?’’ dedi. ‘’Ona, sana anlattığı an söylemeliydin. Bunu soracağını adın gibi biliyordun, Ezrial.’’ Yanımda dudaklarından yumuşakça nefes veren Ezrial’ın gözlerini sımsıkı kapattığını göz ucumla gördüm. İblis elini tahtının kenarına sertçe geçirdi, ‘’Ne demek ayrılamıyoruz?’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Kitapta böyle bir şey yazmıyordu?’’ Sakin kalmaya çalışıyordum; buradan eninde sonunda ayrılacağımı bilmek beni bu zamana kadar korkutmamıştı. Evimin yakınlarında olan mağara, nihayet dış kapılarını bana tekrar açacaktı. Bunu bilerek korkmamıştım ve bunu kendime alıştırarak buralara kadar gelmiştim. ‘’Bakın, bu mağara benim evime yakın. Sadece mağaranın ağzı kapalı. Bana yardım ederseniz o mağaranın kapısını bir şekilde açarız tekrar. Siz yolunuza, ben yoluma.’’ dedim, hem Ezrial’in hem Huysuz’un suratına beklentiyle bakarak. Ezrial yine yanımda derin bir nefes verdi, Huysuz’sa tüm ifadesizliğiyle bana baktıktan sonra kafasını geriye doğru yatırıp gür bir kahkaha attı. İrkildim ve şaşkınlıkla ona baktım. İblis’in boğazından yukarı tırmanan hırıltıları, Huysuz’un gür ve titrek kahkahalarının arasına karıştı. Kaşlarını çatmış o da Huysuz’a bakarken; ben neden güldüğüne anlam vermeye çalışıyordum. Kulaklarım, Huysuz’un kahkahalarıyla dolarken, ‘’Ne oldu?’’ dedim fısıldayarak, Ezrial’e doğru kafamı hafiften yaklaştırıp. Ezrial samimi şekilde kıkırdadı ama onun da gülüşünden sinirleri bozulduğu anlaşılıyordu. ‘’Evin,’’ dedi ağzını nihayet aralayarak. ‘’Burası öyle bir yer değil. Mağara sadece bir araç.’’ Mor harelerine anlam vermeye çalışan gözlerle bakarak kaşlarımı çattım. ‘’Ne?’’ dediğimde yüzümün bir kısmı kasılmış, tek gözüm kısılmıştı. Ezrial tepkime karşılık ağır bir nefesi dudaklarından dökerken mor gözleri kısıldı. Huysuz sonunda kafasını aşağı düşürmüş, göğsünü titreten kahkahalarına son vermişti. Bastonunu önüne getirip siyah kurt kafasını kavradı; parmakları o boğumlu girişe net şekilde oturdu. Birkaç kez düşünürmüş gibi bastonunun ucunu ahşap zemine vurarak tok sesler bıraktı. ‘’Bak kızım,’’ dedi ciddileşmiş sesiyle, hala yüzünde aniden güleceğini haber eden bir ciddiyetsizlik vardı. ‘’Sana karşı açık olacağım,’’ Bal sarısı gözleri, güneş ışıklarını içine hapsediyor ve bal rengini kehribar bir renge dönüştürüyordu. Beyaz kaşlarını havaya kaldırdı ve alnında satır çizgilerine benzer kırışıklar oluştu. ‘’Şafak Vadisi’nde benim eski dostum Bilge oturur. Ona gidersen sana her şeyi anlatır,’’ dedi ve derin bir nefes verdi. ‘’Fakat şunu bil, oraya gitmek çok tehlikelidir.’’ Hartas kitabında tehlikesini yeteri kadar görmüştüm. Korku beni tamamen ele geçirmişti; buradan ayrılamama düşüncesi tırnaklarını beynimin etlerine geçiriyor ve oraları kaşındırıyordu. İçten içe yanan gözlerimi İblis’e çevirdiğimde sakin olmamı ister gibi gözlerini usulca kapatıp araladı. Dumandan oluşan elbisesinin etrafında titrekçe uçuşan duyguların emarelerini görüyordum. ‘’Korkma,’’ dedi İblis, ‘’Ben yanındayım. Bilgileri öğreniriz ve ne yapacağımıza karar veririz.’’ Kafamı salladım istemsizce ve derin bir nefes vererek içimdeki toprağa ekilmiş o korkuyu sökme umudu taşıdım. Huysuz’a cevaben, ‘’Sorun değil. Naenia’ya gireceğim aklımın ucundan geçmezdi. Tehlikeler ve imkânsızlıklar, artık benim için anlam ifade etmiyor.’’ dedim. Huysuz dudaklarını gererek aralarından beyaz dişlerini göstere göstere kıkırdadı, ‘’Etmeli.’’ dedi ardından, ‘’Sende ışık yok, Erkuran. Parlamıyorsun, o yüzden yolda yoluna çıkan yaratıklardan korunman zor.’’ Ezrial hemen ortaya atıldı, ‘’Ben onunla giderim, usta.’’ dediğinde Huysuz’un düz hale bürünen kaşları istemsizce çatıldı. Bal harelerini ters ters yanımda oturan arkadaşımın üstüne diktiğinde, yumuşakça yutkundum. ‘’Sana burada ihtiyacım var,’’ dedi aksi sesiyle. ‘’Hiçbir yere gidemezsin.’’ İblis patlamak üzereydi, damarlarımda hala şaşkınlık kol gezerken; aralarına çaresizliğin tozları da karışmak üzereydi. ‘’Ne bok yiyeceğiz o zaman? Asir’den de mi tehlikeli?’’ Hırlarcasına sorduğu ilk cümle, çoktan benim de aklıma üşüşmüştü. ‘’Az önce bana korkma diyene de bak,’’ dedim homurdanarak, ona doğru. Umursamazca bana bakarken göz kapakları usulca kapanıp aralanmıştı, ‘’Beni zıvanadan çıkartma, sadece bir tepkiydi.’’ Sesi oldukça sakin ve temkinliydi. Gerildikçe geriliyordum, ellerimi birbirine geçerek başparmağımı diğer başparmağımın sırtına sürttüm. Ezrial biçimli, kemikli elini elimin üstüne koyup destek verircesine sıktı; bakışlarım yüzüne doğru tırmandı. Mor gözlerinin derinlerinde güneşten daha sıcak bir hava sinmişti sanki, bana gülümseyerek bakıyordu ama onun da benim için endişelendiği barizdi. ‘’Sorun yapma,’’ dedi fısıldayarak. ‘’Usta seni öyle başıboş yollamaz.’’ Huysuz homurdandı. ‘’Aksi ve yaşlı olabilirim ama merhametsiz değilim.’’ Her şeye rağmen homurdanışına sırıttım, zoraki sırıtışım yüzümde asılı kalmadı. Gerildiğim yüz kaslarımdan bile belli oluyordu, dudaklarımın kenarlarını gülmek için bile zorlayamıyordum. Ezrial’ın büyük elinin sıcaklığı parmaklarıma sinerken onu hissetmeye devam edip yüzüne doğru baktım. ‘’Mağara sadece araç dediğinde ne kast ettin?’’ dedim merakla. Her şeyi bilmeliydim, buradan kurtulmamın tek yolu buydu. Sakin kalmalıydım, dışarıdaki sevdiklerime hemen kavuşabilmek için mantıklı hareket etmeliydim. Sonra bir balyoz tokmağını zihnimin zemine vurdu, sevdiklerim mi? Dalgın bakışlarımı dağıtan Ezrial’ın yumuşak yükselen sesiydi. Elini geri çekti, parmaklarımdaki ısı dağılırken etimi karıncalandırdı. ‘’Mağara değil, Kanlı Ay laneti ayağına getirir.’’ Mor hareleri sessizliğe bürünürken İblis’in kuzguni bakışlarıyla karşılaştım. ‘’Dışarıda Kanlı Ay yoktu ki?’’ dedi İblis, sorarcasına. Haklıydı ama efsaneler her anlatıldığında, Asir’in yaptıkları değişirdi; Naenia bölgeleri değişirdi ve nasıl bir yer olduğu da farklı anlatılırdı. Değişmeyen tek şey, Kanlı Ay’dı. Her efsanede en az bir kere Kanlı Ay figürü bulunurdu. Ertha Kitabı’nda bile her sayfada, sayfa sayılarını saklayan yuvarlak kısmında bile Kanlı Ay figürü bulunurdu. Yine de İblis haklıydı. Burada da, dışarıda da Kanlı Ay görmemiştim ki. Anlatılanlara göre, Kanlı Ay her zaman Naenia’da vardı. O yüzden güneşin olmadığını ve sadece Kanlı Ay’ın altında yaşanıldığını hayal ederdim. Dalgın dalgın mırıldanarak, ‘’Kanlı Ay mı lanet getirir?’’ dedim, kaşlarımı çatarak. Ezrial, beklentiyle parlayan gözleriyle ‘’Evet.’’ dedi. ‘’Soracak olursan, neden bu kadar önemli olduğunu ben de bilmiyorum. Usta, Asir’le bağlantılı olduğunu söylemişti.’’ dediğinde yerdeki ahşap zemine odaklanan gözlerim, Huysuz’un beyaz yüzüne tırmandı. ‘’Ne demek bu?’’ Huysuz yüzünü buruşturdu ve dudaklarından sıkıldığını belli eden bir nefes bıraktı. ‘’Her şeyi soracaksan işimiz var,’’ dedi homurdanarak. ‘’Bilge değilim ben, git ona sor.’’ İblis öfkeyle tısladı. ‘’Tabii soracağız lan. Aklı karışan sen değilsin tabii, bunak!’’ Huysuz İblis’ten bihaber, ‘’Ne yapacağını planladığın an, seni buradan eli boş yollamayacağım. Merak etme.’’ dedi, ılık ama tekdüze sesiyle. Aniden karar verme yetim, bir ışık misali parlarken zihnimdeki o kararı söylemekten çekinmedim. ‘’Şafak Vadisi’ne gitmeyi planlıyorum. Madem Bilge bana yardımcı olabilir, şansımı denemeliyim.’’ dedim dürüst olarak. Huysuz’un mimiklerinden gözlerimi ayırmadım, yine de tepkisiz kalmayı başarmış ve asla alay emaresi bile taşımadan yüzüme bakmayı sürdürmüştü. Geriye attığı saç tutamlarından biri perçem şeklinde yüzüne düşerken gözünün tekini kapattı. ‘’Sende ışık yok, demiştim. Nasıl gideceksin?’’ Tek omzumu silkerek savunma duvarlarımın arkasına attığım çaresizliğimi kimseye belli etmedim. ‘’Bir çaresini bulurum.’’ Huysuz derin bir nefes verdi, nefesi ardından öksürüğünü başlattı. Bastonunu sımsıkı tutarken parmak boğumlarının beyazladığını gördüm. ‘’Ezrial,’’ dedi tekrar, öksürüklerinin arasından. Yüzü kıpkırmızı olmuş ve gözleri öksürüğünden dolayı sulanmıştı. ‘’Efendim?’’ dedi Ezrial tekrar, ustasına endişeyle bakarak. ‘’Su getireyim mi usta?’’ Huysuz kafasını iki yana sallayarak karşılık verdi, zaten öksürüğü de o an kesildi. Çatlamış sesiyle, ‘’Samora otunu bana getir,’’ dediğinde Ezrial’ın gözlerine sinen korkuyu gördüm. Alt dudağımı dişleyerek göz ucumla Ezrial’ın kasılmış suratını seyrederken, ‘’Ben getireyim, göstermiştin.’’ dediğimde kafasını bana çevirmiş ve minnetle bana bakmaya başlamıştı. Huysuz sert sesiyle konuştu. ‘’Ne oldu? Hala o ottan korkuyor musun?’’ Ezrial sakinleşmek istercesine gözlerini sımsıkı kapatıp araladı ve gerçekten sakinleştiğini fark ettim. ‘’Usta, biliyorsun durumu. Atlatmam biraz zor,’’ dediğinde Huysuz’un dudaklarından çaresizce dökülen nefesi duydum. İblis ortamda dönen olayı ilgisizlikle takip ederken, ‘’Sen getir, Toprak.’’ dedi. Kafamı sallayarak, ‘’Sorun değil.’’ deyip ayağa kalktım ve raflara doğru yaklaştım. Huysuz’la Ezrial’ın aralarında dönen fısıldaşmaları buradan duyamıyordum ama birbirleriyle konuşuyorlardı. Arka planda konuşulan uğultularla beraber mavi renkte parlayan otun kavanozunu tutarak parmaklarımı sıktım ve onu dikkatlice taşıyarak rafların arasından çıktım. Ezrial otu görür görmez gerildi ve sırtını duvara sinmek istercesine yapıştırdı. Huysuz onun tavırlarına ters ters bakarak kafasını iki yana sallarken, Ezrial’ın önünden geçip Samora otunu Huysuz’un eline verdim. Huysuz kavanozu açar açmaz Ezrial koşarcasına mutfağa doğru gitti. İblis arkasından şaşkınlıkla ona bakarken, ben sakin kalmaya çalışarak Huysuz’un elinde tuttuğu kavanozun içinde havaya karışan özlere baktım. ‘’Çiçeğin yaprağından bir parça kopar,’’ dedi Huysuz, kavanozu elinde tutarken. Beyaz yüzüne baktığımda sert bakışları, mutfağa kaçan Ezrial’ın arkasında bıraktığı boşluğu seyrediyordu. Bal sarısı gözlerinden aşağı inip mavi çiçeğin yaprağından tutarak kendime çektim ve yaprak parmaklarımın arasında kaldı. Kavanozdan çıkartıp yumuşak his veren yaprağı incitmemek için öylece durdum. Huysuz kavanozun kapağını kapattı ve yanında duran komodinin üstüne bıraktı. Ardından bastonu yardımıyla ayağa kalktığında biraz geri çekilip ona yer açtım. Dik bir şekilde yürürken bakışları tezgahın arkasında kalan başka tezgahın üstündeki rafta geziniyordu. Eline ahşap bir cisim alıp onu aşağı indirdi ve içinde kalan küçük tokmağı çıkartıp elimde tuttuğum yaprağı içine attı. Onu ilgiyle izlerken, dudaklarından fısıltıyla dökülen sözcükleri dinledim. ‘’Mardas syas’an karusa.’’ Büyülü sözler, mavi çiçeğin ışığını parlatarak söndürdü. Ardından küçük tokmağı içine bastıra bastıra tek elinde ezdi. İblis’le pür dikkat yaptığı hareketleri seyrediyorduk. Un ufak olana kadar çiçeği toz haline getirdi ve ahşap cismi tekrar tezgahın üstüne koydu. ‘’Ezrial!’’ dedi seslenerek, ‘’Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp kaçmayı kes de oradan ufak bir şişe getir.’’ Ezrial mutfaktan buraya doğru seslendi, ‘’Tamam!’’ İblis dudaklarını birbirine bastırarak kafasını iki yana salladı. ‘’Tatarus yardım etsin, Ezrial kardeşime.’’ Zihnimde yankılanan sesiyle çaktırmadan ona katıldım ve Ezrial mutfak kapısının girişinde elinde tuttuğu ufak şişeyle bekledi. Yüzü memnuniyetsizlikle buruşmuş öylece beklerken Huysuz, ‘’Umuyorum bugün getireceksin, Ezrial.’’ dedi söylenerek. Ezrial gücünü toplamak istercesine dudaklarının arasından derin bir nefes çekti ve öylece buraya doğru yürüdü. Nefesini verdiğini görmemiştim, gül pembesi dudaklarını birbirine bastırmış bize doğru yaklaşıyordu. Elindeki şişeyi fazla yaklaşmadan aldığımda kimseye bakmadan geri geri gitti ve mutfağa tekrar girdi. İblis bir yandan Ezrial’ın haline bakıp gülüyor diğer yandan güldüğü için üzülüyordu. ‘’İkileme soktu çocuk beni,’’ dedi dilini damağına götürüp şaklatırken. ‘’İlk defa birine güldüğüm için üzüldüm Toprak.’’ Şişenin mantar kapağını tutup çektikten sonra vakumlu sesi kulaklarımıza doldu, Huysuz tozu içine döktü ve mavi bir ışıkla parlayan tozun ağzını mantar kapakla tekrar kapattım. ‘’Belki lazım olur sana,’’ dedi Huysuz normal sesiyle. ‘’Yolda nelerle karşılaşacağını bilemezsin, Evin. Sana temizlik yaptığın için biraz para da vereceğim.’’ dediğinde panikle reddettim. ‘’Hayır, gerek yok. O kadarını da yapmış olayım, sonuçta tanımadan beni misafir ettiniz.’’ Huysuz çenesini kaldırıp indirdi ve sert bakışlarını yüzüme dikti. ‘’Zevzek zevzek konuşup canımı sıkma. Nilüfer arkadaşımdı, seni öyle çulsuz bırakmam.’’ Ona içten içe minnet ediyordum ama yine de tekrar reddedecektim ki İblis sert bakışlarını üstüme dikti. Kadehini parmakları arasında sıkarken, ‘’Paraya tamah ettiğimi sanma Toprak fakat ısrar ediyorlarsa versinler.’’ dedi hissettiği öfkenin aksine benimle sakin sakin konuşurken. ‘’Rüşvet olarak kullanabiliriz, harcama yaparsın.’’ İblis’ime memnuniyetsiz bakışlarımdan attım ama tek omzunu silkerek karşılık verdi. Kadehi dudaklarına götürüp sessiz kalmayı tercih etti. Huysuz çoktan karşımdan ayrılmıştı, kulaklarıma taşınan ses, boncuklu perdeden geliyordu. Oraya baktığımda boncukların sallandığını gördüm. Şişeyi siyah kot ceketimin cebine atarken rahatlamış hissediyordum. Hiç değilse elimde silah vardı. Ezrial etrafı kolaçan eden mor bakışlarıyla mutfak kapısının girişinde göründü, ardından tehlikenin geçtiğini sezerek bana doğru yürümeye başladı. ‘’Gidecek misin?’’ dediğinde sesi üzgün geliyordu kulağıma. ‘’Evet, birazdan.’’ dedim sakince tebessüm ederek. Mor gözlerini benden kaçırarak titrek bir nefes verdi ve tebessüm etmeye çalıştı. ‘’İyi bakalım,’’ dedi neşelenmeye çalışarak. ‘’Tekrar gel,’’ dediğinde neşesini yerine getirmek için güldüm. ‘’Tabii ki.’’ İblis ikimize ters ters bakmakla yetindi. Kafasını aşağı eğerek, ‘’Savaşa gidiyoruz sayılır, tabii…’’ dedi mırıldanarak, kendi kendine. ‘’Bana yer verdiğiniz için teşekkür ederim, Ezrial.’’ dedim dostane bakışlarına karşılık sımsıcak gülümserken. Gömleğinin yakasını süpürürcesine parmaklarının ucuyla tutup çekiştirdi, ‘’Kim olsa aynı şeyi yapardı,’’ dedi. Dudağımın kenarıyla gülümseyerek fısıldadım. ‘’Yapmazdı.’’ Gözlerini kısıp dudaklarına samimiyet kokan tebessümlerinden sardı. ‘’Özleyeceğim seni, iki gün ya oldu ya olmadı. Buralarda arkadaş bulmam zor,’’ dediğinde rahat konuşmasına karşılık dayanamadan güldüm. ‘’Evet, benim için de.’’ dedim, boğazım kavrulurmuş gibi hissederek. Bir gerçek benimleydi, benim için her zaman arkadaş bulmak zordu. İblis son fısıldayışıma bakarak hüzünlü bir gülümseme yolladı. Sustu. Huysuz elinde tuttuğu zarfla boncukları dağıtarak içeri girdi ve bastonunu yere son kez vurarak karşımda durdu. Elindeki zarfı bana doğru uzattı, ‘’Al.’’ dedi sakin sakin. Zarfa kararsızlık içerisinde baktım, zarfı tutan havadaki elini sabırsızca salladığında iç geçirip aldım. ‘’Orada bin ore var.’’ Minnetle parlayan gözlerimle, göremese de suratına bakarken sanki görmüş gibi elini savuşturarak geçiştirdi. Diğer elinde tuttuğu siyah kabanımı son anda fark etmiştim. Onu da bana verirken, ‘’Fazla gecikme, akşam olmak üzere.’’ dediğinde kulaklarımı kabartarak onu dinlemeye koyuldum. Bir yandan kabanımdan kollarımı geçiriyordum. ‘’Akşam olduğunda ormanlar daha tehlikeli olur, sana verdiğim tozu havaya savurursan yürüdüğün yollarda sorun yaşamazsın.’’ İblis, Huysuz’un anlattıklarını susarak dinlerken diğer yandan başını anladığını belirtircesine sallıyordu. Kabanın altına sıkışmış saçlarımı elimin tersiyle savurup dışarı attım. Zarfı da kabanımın cebine koydum. ‘’Fazla savurmana gerek yok, biraz döksen kafi.’’ Huysuz’un ifadesiz suratına bakarak, ‘’Tamam, teşekkür ederim her şey için.’’ dedim son kez. Ezrial kolumdan tutup aniden beni kendine çekti ve kollarını iki yanımdan bana sardı. Güven veren sarılışına karşılık gözlerim usulca dolarken İblis yüzünü buruşturarak bize bakıyordu. ‘’Ne yapıyorsunuz…’’ dediğini işittim. ‘’Gözlerim kanıyor.’’ Ben de beline çekinerek ellerimi koyup sarılışına karşılık verirken, teninden yayılan ferah parfümü soludum. Burnum gömleğinin üstüne değiyordu, o yüzden kokusunu almam kolaylaşmıştı. Sıcak nefesi saçlarımın arasına karışırken, ‘’Dikkat et,’’ dedi boğuk sesiyle fısıldayarak. ‘’Adam akıllı tek arkadaşım sayılırsın, şunun şurası.’’ dediğinde kolları arasında kıkırdamama engel olamadım. Bana güvenin sıcaklığını veren kollarından ayrılarak gözlerimi yüzüne kaldırdım. Geri çekildi ve vedaları süsleyen o hüzünlü tebessümlerinden birini yolladı. Mor harelerine sımsıcak şekilde bakarak gülümsedim, ‘’Sen de dikkat et.’’ dedim. Kafasını yana hafifçe yatırıp göz kırptı ve ellerini kot pantolonun ceplerine soktu. Huysuz’a doğru baktığımda bal sarısı gözlerini tavana kaldırmış etrafı süzercesine çevresine bakınıyordu. ‘’Sen de, Huysuz.’’ Bal sarısı gözlerini üstüme şaşkınlıkla diktiğinde, son anda ağzımdan firar eden kelimeyi zihnim tekrarladı. Havada görünmeyen cırcır böceklerinin sesini duymuştum sanki. Ezrial dayanamadan güldüğünde, ‘’Usta, harbiden öylesin ha.’’ dedi ve tekrar kahkaha attı. Huysuz bal sarısı gözlerini kısarak bana bakarken gergince yutkundum. İblis’in bile zihnimde otururken onun bakışlarından çekindiğini fark ediyordum. Gülmekle gülmemek arasındaki çizgide dolanıyordu. İçimden benim de Huysuz’un tepkisine gülesim geliyordu ama gülemezdim. O kelimeyi suratına ben söylemişken yapamazdım. Yaşlı adam tek gözünü kısarak bana şüpheyle baktıktan hemen sonra yüzünü aydınlatan bir gülümseme bahşetti. ‘’Giderayak yaptın yapacağını,’’ dedi dişlerinin arasından gülerken. Gergince sahte kıkırtılarımı dışarı vurdum, Ezrial hala yan tarafta halimize bakarak gülüyordu. ‘’Git yoksa elimde kalacaksın, kızım.’’ dedi hala gülerek, dişleri arasından. Sahte şekilde gülerken, ‘’Tamam,’’ dedim mırıldanıp. ‘’Kendinize dikkat edin,’’ dedim tezgahın arkasından çıkarak. Harfleri uzata uzata, ortamdaki havayı dağıtmak istercesine dış kapıya kadar yürüdüm. Kapıyı açtığımda tepemdeki zil şıngırdadı. Güneş tüm sıcaklığıyla yüzüme çarptı. Gözlerim kısıldı, kapıyı arkamdan kapatırken son anda Ezrial’ın gülerek, Huysuz’a şunu söylediğini duydum: ‘’Sana Huysuz dedi usta.’’ Kapıyı kapatır kapatmaz arkamdan silinen gürültülere karşılık gülüşümü serbest bırakmıştım. İblis zihnimde ifadesizce dururken birden gülmeye başladı. Sonra ‘’Ne adamlardı ya…’’ dedi mırıldanarak. Kapının önünde beklerken ve yuvarlak caddedeki insanların yürüyüşünü izlerken aklımda binlerce soru havaya karışıyor ve beni kaygılandırmaya başlıyordu. Nereye gidecektim? Nasıl çıkacağımı bile doğru dürüst anlayamamıştım. Şafak Vadisi, Kuzeyde kalıyordu ama oraya nasıl gidecektim ve o Bilge nasıl biriydi? Aklımı kurcalayan sorular bir süre sonra sinek vızıltılarına dönüşüp kulaklarımı uğuldattı. İblis göğsünü şişirip indiren bir nefes verdi, sıkıntılı görünüyordu ve hiç olmadığı kadar sessizdi. ‘’Düşünelim,’’ dedi bacak bacak üstüne atıp arkasına yaslanırken. Kadehi elinde döndürüyor ve kafasını yana doğru yatırmış bana tepeden diyebileceğim şekilde bakıyordu. ‘’Öncelikle Krasa barına gidelim,’’ dedi kemikli çenesinin ucunu kaldırıp sol tarafı işaret ederken. Kömür karası gözleri hala üstümdeydi. ‘’Orası kalabalık olur, cevap bulmamız daha da kolaylaşır.’’ Mantıklı gelmişti, hava kararmaya yakın duruyordu. Caddenin ortasındaki Hera Çeşmesinden akan suyun şırıltısı sakindi. İnsanlar çevrelerde sohbet ederken huşu ve huzur içerisinde görünüyorlardı. Burada hiç dert tasa yokmuş gibiydi. Gökyüzünde dev misali görünen Güneş’in yavaş yavaş enerjisini kaybettiğini ve ışığını söndürdüğünü, onun yanında duran Dolunay’ın sanki sönen güneşin ışığını almışçasına turuncuya büründüğünü gördüm. Güneş gözlerimi yakmış ve sulandırmıştı; kirpiklerimi kısarak aşağı doğru baktığımda gözlerim kamaştı. Görebildiğim kadarıyla sol tarafta ay, sağ tarafta güneş asılıydı; güzel görüntüydü ama bu kadar büyük olmaları içimi ürpertiyordu. İblis fısıldadı, gökyüzüne bakıyordu. ‘’Bu kadar büyük olmalarına ve bu evrenin yok olmamasına bir şekilde alışırım…’’ dedi dalgın dalgın. Ardından gözlerini kıstı, ‘’Ama güneşin başımızı çıkarır çıkartmaz bizi toz haline getirmemesine alışamam Toprak.’’ Normal şartlarda gezegenler, gökyüzüne bu kadar yakın olsaydı yaşadığımız dünya yok olmuş olurdu. Şimdi her ikisinin gökyüzünde dev misali görünmesi sadece bizi korkuturken; yaydığı ısı ve ışık da normal güneş etkisindeydi. İblis haklıydı, o güneşin evreni yok etmesini bırak bizi kavurması gerekiyordu. Hatırladığım kadarıyla, tepemizdeki turuncuya çalan dolunayın Kanlı Ay olacağını tahmin ediyordum. İblis gözlerini aşağı indirdi ve zemini kömür karası gözleriyle tarayarak sustu. Dumanları her zamanki kadar uysalca titriyordu, ‘’Kanlı Ay…’’ dedi mırıldanarak, bir şey düşünüyormuş gibi. Kaşlarımı çatarak ne söylemeye çalıştığını anlamaya çabaladım, ellerimi artık kokuşmuş kabanımın ceplerine sokarak bara doğru ilerlemeye başladım. Binaların arkasında kalan ağaçlardan düşen mavi, mor çiçeklerin üstüne basarak ilerledim. Kurumuşlardı ve ayağımın altında ezilirken hafif çıtırtılar bırakıyorlardı, hoşuma gitmişti. ‘’Kanlı Ay!’’ dedi İblis birden bağırarak, bar kapısının önünde aniden irkildim. Gözlerimi yumarak sesin zihnimde oluşturduğu yankının sonlanmasını bekledim. İblis’in umrunda değilmiş gibi görünüyordu, ‘’Kızım! Anladın mı? Dışarıda aramayacaktık, içeride arayacaktık onu.’’ Ellerimi şakaklarıma götürüp parmaklarımın ucuyla masaj yaparken kafamı sallıyordum. Kalın ve mekanik sesi koridorlarımda yankı yaparak ilerliyordu, duvarları bile sarsmıştı. Bazen zihnim çok hassas olabiliyordu. ‘’Anladım,’’ dedim mırıldanarak. ‘’Şimdi aklına gelmiş olması, daha kötü ama İblis.’’ Homurdanışım onu da susturdu ve yerine sindikçe sindi. Ardından samimiyetsizce sırıtarak beyaz dişlerini ve önlerde çıkan sivri köpek dişlerini gösterdi, ‘’Doğru,’’ dedi mırıldanarak. Ciddileşmeye yakın sırıtışını bozmadan, ‘’Neyse, geç olsun güç olmasın derler.’’ dedi sahte keyifle. Bar kapısı, filmlerde gördüğüm ahşap sallanan kapılardandı. Yerden yüksek yarım kapının tek kanadını üstten kavrayıp ileri doğru ittim ve içeriye girdim. Kapı arkamda sallanarak gıcırtılar bıraktı, içerisi sandığımın aksine fazla kalabalık değildi ama yine de masalar doluydu. Sakin, soft diyebileceğim bir müzik çalıyordu arkada; insanlar dans etmiyor, sohbet ediyorlardı. Havada kuru gürültü seli vardı, kulaklarımı uğuldatıyordu. Kapının önünde bekleyerek ellerim cebimde, donuk mavi-kızıl renkli gözlerimi etrafta dolaştırdım. Kuzguni saçlarım ve soluk tenimle fazla dikkat çekmiyordum, her zaman dışlanma sebebim olan renkli gözlerim de yadırganmıyordu. Bu konuda rahattım. Kapının önünde beklemek kabalık olacağından sol tarafa kaydım ve duvara sırtımı vererek müşterileri seyretmeye başladım. İçeriye atmosferin nabzını yoklayarak girecektim. İblis sesini çıkarmadan etrafı seyretmeye başladı. Öncelikle bar fazla geniş bir mekan değildi, ahşaplardan oluşan sakin ve sıcak ortama sahipti. Ortama loş sarı ışıklar can veriyordu, ışık düzenli görünen ve öne doğru ayrı ayrı sıralanmış masaların üstüne yansıyor ve insanların gülen yüzlerini aydınlatıyordu. Kapıdan girer girmez, birkaç metre ileride ahşap bar tezgahı, onun önünde dikilen bar sandalyeleri ve onların tamamını arkadan aydınlatan beyaz ışıklı, dev bir içki rafı vardı. Barmen olan adam yaşlıydı, yüzündeki kırışıklar buradan bile görünüyordu. Omuzları Huysuz kadar dik değil, aksine yılların yükünü sırtladığını belli edecek kadar düşüktü. Beyaz gömleği işini ne kadar ciddiye aldığını gösteriyordu. Saçlarına karlar düşmüş gibiydi ve sakalları hafif uzundu. Yüzü Huysuz kadar soluk görünmüyordu, canlı ve hafif esmerdi. Gülerek ve heyecanla bir şeyler anlatıyor, bir yandan müşterilerinin ilgisini çekerek içkileri dolduruyordu. İblis, ‘’Dikilmeyi bırak,’’ dedi kadehinden yudumlayarak, çevresini son kez kolaçan ederken. ‘’Şimdilik sorun yok, ilerle de bir yere otur. Adam konuşkan görünüyor,’’ dedi. ‘’Onun ağzından laf almak kolay olacak.’’ Ellerimi siyah kabanımın ceplerinden çıkartarak soğuğun parmaklarımı ısırmasına izin verdim. Omzumun üstünden geriye baktığımda caddeye yavaş yavaş karanlığın çöreklendiğini gördüm ve tekrar önüme döndüm. İlerlerken bir yandan İblis, yanlarımızda oturan masalardaki insanları izliyordu. Kulaklarım masalardan yükselen cümlelere kabarmıştı. ‘’Asir kafesten ayrılmış, buralarda dolanıyormuş.’’ ‘’Kızıl Diyar’a geçmiş, Krasa’dan duydum…’’ ‘’Salmon sürüsüyle geziyormuş.’’ Gündemde Asir ve onun ne yaptıkları dolanıyordu. İblis sohbetlerden keyif almamış olmalı ki önüne döndü ve ben, bar sandalyelerinden birine oturdum. Orta yaşlı adam, benimle ilgilenmek için bana doğru yaklaştı. İblis rahatsızca kaşlarını çattı, ‘’Zorunlu olmadıkça bir şeyler içme,’’ dediğinde tek kaşım kaldırarak ona baktım. ‘’Ne içeceğini bilmiyorsun sonuçta.’’ Doğruydu, burada en hafif içkiden bile etkilenebilirdim. Bar sandalyesinin yarım yamalak görünen sırt kısmına yaslandığımda adam beni baştan aşağı süzdü. Loş ışığın altında parlayan yaprak yeşili gözlerinde iyi niyetli olmayan duygular yakalamam uzun sürmedi; sapık gibi baktığından değil ama nedense, hiç iyi izlenim vermemişti. Beyaz gömleği, arkasında yanan beyaz ışıklarla daha parlak görünen adam, ‘’Adım Krasa. Ne istersiniz?’’ dedi sakin ve buğulu çıkan sesiyle. İnce dudakları, sakallarının arasında saklanırken gülümsediğini zoraki fark ettim. Kafasını hafifçe aşağı eğmiş beklentiyle bana bakıyordu. İblis seslice nefes verdi. ‘’Konuyu uzatmanın anlamı yok Toprak.’’ ‘’Buraya bir şey içmek için gelmedim,’’ dedim adama sakince, renkli gözlerim yeşillerine tutundu. Beklentiyle parlayan gözlerinde sönmüş ışıklar gördüm, cevabımdan hoşlanmamış olmasını hem yadırgadım hem yadırgamadım. Paraya aç köpekler gibi tamah eden insanlardan hoşlanmazdım. ‘’Ne için geldin?’’ İblis hırladı, ‘’Şuna bak şuna,’’ dedi ağzının içinde geveleyerek. ‘’Hemen resmiyeti bıraktı mı?’’ Kaşlarım istemsizce çatıldı, sakin bakan bakışlarımın giderek sertleştiğini hissettiğimde adam boğazını, yaprak yeşili gibi koyu harelerini kaçırarak temizledi. ‘’Birkaç bilgi sadece.’’ dedim net sesimle. ‘’Şafak Vadisi’ne nasıl gidebilirim?’’ Yaşlı adamın kirpikleri şaşkınlıkla aralandı, ‘’Ne?’’ dedi ardından, gülercesine. Yarım yamalak sırıtışı, sarı ve bozulmuş dişlerini ön plana çıkartırken yüzümü buruşturmamak için özel çaba sarf ettim. Ağzımı araladığımda adam karşımda birden kahkaha attı, şaşkınlıkla ona baktım. Yanımda oturanlar sohbeti kesmiş, kulaklarını bize doğru kabartmışlardı. Meraklı bakışlarını üstümde hissetmek oturduğum sandalyeye yabancı olmamı sağladı. ‘’Niye soruyorsun?’’ Beni baştan aşağı süzerek ve gülerken sorduğu soru, alay ve kibir kokuyordu. Bar tezgahının altında, tek bacağımın üstündeki elimi sıkarak yumruğa dönüştürdüm. İblis çatallı dilini dışarı çıkartıp dudağının üst kısmını usulca yalarken, sakin olmaya çalıştı. ‘’Zorluyorlar,’’ dedi ardından mırıldanarak. Adam cevabımı beklerken, derin bir nefes verip, ‘’Bilge için. Onun yardımına ihtiyacım var.’’ dediğimde İblis dişlerinin arasından tısladı ama öfkesi bana değil, karşımdaki adamaydı. Yaşlı adam tekrar güldü, gülüşü öfkelenmeme neden oluyordu. ‘’Bak,’’ dedi ağır ağır, yanımda oturan insanların tekrar sohbetlerine devam ettiklerini fark ettim. Rahatlamıştım. Kafasını iki yana sallarken alay kokan gülüşü hala suratındaydı, ‘’Sen oraya gidemezsin,’’ dedi. Kaşlarını havaya kaldırarak, ‘’Sende ışık yok,’’ dedi, anlamamı istercesine yavaş yavaş. Kaşlarım çatılı, kurumuş dudağımı gergince ıslatırken gözlerime bakmayı sürdürdü. ‘’Kızıl Diyar’dan geçmek kolay mı sanıyorsun? Orada seni kolayca avlarlar.’’ Ondan laf alamayacaktım. İblis arkasına yaslanmış, kadehinden içerken sakin olmayı umuyordu. Beklentiyle bakan gözlere karşılık, kendimden ödün vermeden, ‘’Başkasını bulurum o zaman,’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. Adam güldü, ‘’Nasıl istersen,’’ dedi buğulu ve titrek sesiyle. Hala alay ediyor gibiydi. ‘’Bol şans.’’ ‘’Hele hele…’’ dedi İblis, zihnimden adama ters ters bakarak. ‘’Şuradan bir çıkacaktım var ya…’’ Krasa’nın esmere çalan tenindeki kirli sakallar bakımlı görünüyordu. Yaşlılıktan göz perdeleri hafifçe düşmüş olan gözlerinde, paraya tutkunluğunun yanı sıra yaşanmışlıkları ve tecrübeleri de gizliydi. Elinde tuttuğu kristal bardağı bir bezle silerken rahat ve işinin ehli görünüyordu. Beyaz gömleği, arkadaki raflardan yansıyan beyaz spot ışıklardan daha parlak görünüyordu. ‘’Başka ne yapmış, Krasa?’’ dedi yanımda oturan, sarışın bir kız. Benden küçük görünüyordu, reşit olmadığı halde barda ne işi vardı? Küçük görünmesine rağmen yuvarlak ve alımlı bakan okyanus mavi gözleri, iştahla Krasa’nın anlatacaklarına dikilmişti. ‘’Kızım,’’ dedi Krasa, ağırlığı her halinden belli olan sesiyle. ‘’Ben çok yaşamış, çok görmüş bir adamım. Hangi noktada susup susmayacağımı gayet iyi bilirim.’’ Kız küçük alnına yakıştırdığı kaküllerini kafasını iki yana sallatarak oynattı ve durgun bir denizin yüzeyini andıran gözlerini ihtiyara dikmekten çekinmedi. ‘’Ne güzel anlatıyordun ama? Bundan para kazanmıyor musun? Haber ödevim için önemli bir bilgi.’’ İblis, kızın biçimli ve ince eline baktıktan sonra aşağılara doğru kaydı ve tekrar vücudunu süzüp suratına tırmandı. Ağır bir çekim yapan kömür karası gözleri, kızı analiz etmek için çabalıyordu. ‘’Haber ödevi için, adamın anlattıklarını not edecek bir materyali yok mu?’’ Ben de dikkat etmemiştim. Krasa uğursuz sesiyle, titrekçe güldü ve kısılan yeşil gözleri adeta üstüne su damlaları yapışmış yaprak misali parladı. ‘’Yeteri kadar anlattığımı düşünüyorum, Rosalin.’ İblis sırıttı ve ‘’Hemen pes etmemeli.’’ dedi, kafasını yana yatırarak. Rosalin’in de pes edeceği yoktu zaten; kızın gözleri vahşetle, kana susamış vampir edasıyla önüne konulmuş avı seyrediyordu sanki. O kadar iştahla açtı ki Krasa’nın etli, solgun dudaklarından dökülen kelimelere okulda onu çok yıprattıklarını ya da derslerine fazlasıyla önem veren biri olduğunu düşündüm. ‘’Arkadaşın geliyor,’’ dedi Krasa, kristal bardağın yüzeyinden yeşil gözlerini ayırmadan. Rosalin arka tarafa doğru baktığında, hiçbir şey çaktırmayarak sadece önüme bakmış ve oturmuştum. Krasa’nın yeşil hareleri, kısa bir anlığına beni bulduğunda tek kaşı kalktı. Sarışın kız derin bir nefesi verip önüne dönerken umursamazdı. Krasa, ‘’Bir şey içmeyecek misiniz?’’ diye sordu, durgun sesiyle. Soğuk tavrı karşısında afallayarak ona baktım. ‘’Hayır,’’ dediğimde nabzını ölçüyordum aslında. Beni şaşırtmadı, ‘’O zaman oturamazsınız.’’ dedi, soğuk tavrıyla. Cümleme devam edermiş gibi yaptım, ‘’Düşüneceğim.’’ Yorulmuş göz perdeleri, yeşillerine daha fazla düşerken hırıltılı bir nefesi yorgunca bıraktı. Ardından benimle ilgilenmeyi keserek tekrar önündeki sarışına dönüp sırıttı. ‘’Ne o?’’ dedi, sarışının yanına oturan siyah saçlı, gri bir dumana benzeyen gözlere sahip çocuğa doğru. ‘’Sen de mi hikâye akbabası görevini üstlendin?’’ İblis diğer gelen çocuğu incelerken yüzünü buruşturmuştu. ‘’Yok,’’ dedi çocuk, yaşına göre oldukça kaba sesiyle. ‘’Ben Rosalin için geldim.’’ Ardından sempatik bir tebessümle dudakları iki yana kıvrıldı ve gözlerini usulca kapatıp açarak Rosalin’in yüzünü buruşturmuş suratına baktı. Memnun olmayan kız, homurdanarak çocuğu seyrederken ağzından uğursuz sesler çıkartıyordu ama manalarını tam olarak anlayamıyordum. Çocuğun tebessümü daha çok sırıtışa dönüştüğünde gözlerinin içinin parladığını buradan görebiliyordum. Rosalin somurtarak önüne dönerken yine beklentiyle dolan okyanus mavisi gözleri, Krasa’yı bulmuştu ama tavrı az öncekine nazaran daha soğuk ve aklı başındaydı. Sanki çocuk gelince, tavrını değiştirmek zorunda kalmıştı. ‘’Bu senden son isteğim, Krasa. Neredeyse tüm bilgiler sende. İnsanlar senin hakkında konuşuyor,’’ dedi yalvarır tonlamayla; sonlara doğru o soğuk tavrının üstüne sıcaklık dolmuş ve o soğuğu eritmiş gibiydi. Yanındaki çocuğun dudağının kenarı yukarı kıvrılırken bakışlarını aşağı indirmiş ve tezgaha öylesine bakış atmıştı. İblis’le bakıştık, bana baygın şekilde bakarken sıkılmış görünüyordu. ‘’Krasa zaten çekilmezken, bir de ergenlerin arasına mı düştük?’’ Kaşlarımı havaya kaldırıp indirirken İblis’in durgun suratına, ‘’Belki önemli bilgiler öğreniriz.’’ dedim içimden. Kafasını iki yana sallayarak sessiz kaldı ve arkasına yaslanıp Krasa’nın suratına bakmaya başladı. Onu da anlıyordum ama Krasa’nın hikayelerini merak ettiğimden kalmak istiyordum. ‘’Toprak, adam senin içki istemeni bekliyor. Eğer kalacaksan kırmızı şarap al, otur aşağı.’’ İçkilerle aram iyi değildi ama hemen sarhoş olup tozutan biri de değildim. En fazla yer yerinden oynar, dünyam sarsılırdı ve İblis o sırada olaya müdahale ederek daha fazla içmemi engellerdi. Krasa’nın yeşil harelerinin arada sırada bana kayışını sonra elinde tuttuğu bardağa odaklanışını fark ettim. İblis haklıydı. Sesimi araya katmama rağmen titretmemeye çalışarak; ‘’Kırmızı şaraplarınızdan birini,’’ dedim buradaki içki isimlerini bilmediğimden. ‘’Fazla param yok.’’ diye de ekledim. Huysuz’dan aldığım tüm parayı içkiye yatıracak değildim; zaten iki yudum alıp daha fazla içmeyecektim. Krasa’nın yaprak yeşili gözleri adeta parladı ve tavrı hemen değişti. ‘’Bekle,’’ dedi Rosalin’e doğru. Ardından geriye dönerek beyaz iş gömleğinin ütüsünü gösterdi. Onun altındaki koyu, kalın çizgiler atletin izleriydi ve ışıkların altında transparan gösteren beyaz gömleğinin altında net şekilde belliydi. Arkama yaslanıp rahat bir pozisyona geçtim ve bacağımı tek bacağımın üstüne atarak diğerine yük bindirdim. Kollarımı göğsümde birleştirerek başımı sağ taraftaki kalabalığa doğru çevirdim. Masalardan yükselen uğultular asla kesilmiyordu; arkada çalan sakin müzik hiç bara uygun bir müzik değildi. Sanki kafede, arkadaşlarımla oturup sohbet ediyormuşum havası veriyordu. Donuk mavi ve kızıl harelerim etrafı süzerken; insanların arka plandaki müziğin sesini bastıran gürültülerini dinliyordum ve o gürültülerin yüzlerinde bıraktığı ifadeleri seyrediyordum. İblis, Krasa’nın tavrını burun kıvırarak seyrederken midesi bulanmış surat ifadesine büründü. Şarabımın doldurulma sesini duyduğumda dikkatim önüme kaydı ve kırmızı sıvının, parlak cam kadehini renklendirmesini seyrettim. ‘’Benim bile midemi bulandırıyor, bu insanlar.’’ Adeta hırladı. ‘’Paraya tamah edenler.’’ Tek kaşım istemsizce yukarı kalkıp indi, önüme hafifçe itilen şarap kadehine önce dokunmadım. Krasa Rosalin’le ilgilenmek için yana kayarken hala şarapla bakışıyordum. Sağ tarafımda oturan genç kızın yanındaki delikanlının benden tarafa baktığını hissedince dikkatimi o tarafa verdim. Rosalin’in yanındaki çocuk, yüzündeki ışıltılı gülümsemesiyle ona bakarken bir erkeğe göre biçimli ve güzel duran elini yanağına yaslamıştı; hayran gözlerle kızı süzüyor ve o hayranlıkla kirpikleri hafiften kısılıp aralanıyordu. Özellikle, kızın bal sarısı saçlarına sonra, durgun denizi andıran mavilerine bakıyordu. Kolunu saran kalın, siyah örgülü kazağını hafifçe bileğinden yukarı çekmiş ve esmer tenini gözler önüne sermişti. Kolunun üstünde beliren damarlarını buradan bile fark edebiliyordum. Yaşına rağmen çekici bir çocuktu. Kemikli suratı olgunluğa eriştiğinde daha çekici görünürdü, şimdi yumuşak yüz hatlara sahipti ama yüzüne gölge katan kemikleri onu albenili gösteriyordu. Burnu düz ve sivri, uzun yüzüne yakışacak şekildeydi. Dudakları genel olarak etliydi ama alt dudağı üst dudağına göre daha inceydi. Bileğindeki kayışlı siyah kol saati, raflardan çarpan beyaz ışıkla arada sırada parlıyordu. Derin ve yoğun bakışları altında benim bile kalbim titrerken Rosalin’in soğuk ifadesi afallamama neden olmuştu. Onun yaşlarındayken eğer bana biri böyle baksaydı, hiç düşünmeden teklifini kabul ederdim. Şimdi, o zamankinden daha fazla bekardım ve İblis’ime kalmıştım. Ulaşamadığım birine. İblis düşüncelerimin seyrini duymuşçasına kıkırdadı, ‘’Ne düşündüğünü biliyorum ve ne acı, bana kaldın.’’ Yüzümü asabiyetle buruşturup ters ters bakmama karşı tekrar keyifle kıkırdadı. Geçmişimde ve şimdi, bekar olmamın tek sebebi oydu. Zihnimde hiçbir şey yokmuş gibi oturarak beni kontrol etmeyi nasıl başarmıştı bilmiyorum ama şu zamana kadar tüm erkeklere karşı ilgimi azaltmayı başarmıştı. Ellerini avuç çizgilerini gösterecek şekilde iki yana açarak omuzlarının ikisini de yukarı kaldırırken, sadece kömür karası gözleriyle benimle alay ediyordu. Gözlerimi devirerek yanımdaki çift olmaya yakın ama çift olmayan kişilere baktım. Rosalin, sarı ve seyrek, ince duran kaküllerini parmaklarıyla tararken aslında ısınan yanaklarını saklamaya çalışıyordu. Çocuğun bakışları asla onun suratından ayrılmıyordu zira. O yüzden utanmış olmalıydı, yanaklarına sinen pembelik onu daha tatlı gösterirken çocuğun derince iç çektiğini gördüm, gri irisleri sanki dumanlanmışlardı. Kız, yumuşak ama bir o kadar kemikleşmiş sesiyle, ‘’Bakma şöyle, Mert.’’ dedi dişlerinin arasından. Okyanus mavisi gözlerinin akı bile heyecandan parlarken hala tüm ifadesizliğiyle önüne bakıyordu ama çocuk istifini bile bozmadı. Tek kaşını kaldırdı, ‘’Kendini bu kadar önemseme. Yanındaki kadına bakıyorum.’’ dedi sert sesiyle. Bakışlarının ifadesi oldukları yerden düşmemişti ama sesindeki değişime ben bile şaşırmıştım. Tek kaşımı kaldırarak, yüzümdeki çapraz gülümsemeyle velede bakarken bana bakıp kaşlarını hafiften çatmış ve dudaklarına muzip bir tebessüm kondurmuştu. İblis alayla sırıtıp çocuğa doğru o göremese de gözlerini kırpıştırdı, ‘’Kapıldı kapıldı.’’ dedi, gülüşlerinin arasından. Samimi şekilde dudağımın kenarını kıvırıp önüme döndüm. Rosalin’in kaçamak bakışlarını üstümde hissetsem de rahatsız olmadan ve çocuğu bozmadan oturmaya devam ettim. Önüme konulmuş beli ince çubuklu, ağzı geniş cam kadeh ağzımı sulandıracak şekilde parlıyordu. ‘’Adı ne?’’ dediğimde Krasa ikiletmeden, ‘’Mer’isa.’’ dedi tuhaf bir aksanla. İblis kaşlarını kaldırdı, ‘’Güzel isim. Heyecan verici.’’ İblis’ten gördüğüm kadarıyla çubuğun altındaki geniş ve sarı ışıkların altında parlayan cam tabanın üstüne parmaklarımı koyup hafifçe ileri geri hareket ettirip tüm bardağı sarstım; içkiyi ve içindeki aromayı birbirine karıştırmış bulundum ya da sadece kırmızı şarapların adabına uymaya çalışıyordum. İblis elindeki altın işlemeli kadehi kısaca havaya kaldırıp içmeden önce dudaklarına asil bir tebessüm kondurdu. Ben de kadehin ince belinden tutup çaktırmadan havaya kaldırdım ve yavaşça dudaklarıma götürdüm. Ağzımda tuhaf bir tat oluştu önce, sert tadı giderek damağıma yayılırken yumuşaklığa evriliyor ve güzel bir his bırakıyordu. Boğazımdan aşağı kayarken de yumuşaklığından taviz vermiyor ve geçtiği yerleri hafiften yakıyordu. Tatlı yakışının ardından sanki boğazıma su serpmişler gibi bir serinlik veriyordu. Beğeniyle kaşlarımı kaldırıp kadehi tezgahın üstüne bıraktım. ‘’Krasa, hadi anlat.’’ dedi Rosalin, son kez. Krasa işlerini bitirmiş olmalı ki elinde tuttuğu bezi sırtına attı; ardından derin bir nefes verdi. Yüzünü saran bıkkınlığı her tavrından anlaşılıyordu ve Rosalin’den kurtulmanın ağzını açmaktan geçtiğini bildiğinden dolayı, içi basınçla dolu havadan daha ağır sesi aramızda dolandı. ‘’Söylentilere göre, Kabuhan’da yakılmadık yer bırakmamış.’’ Sesinin ardından gelen yılan tıslamalarını duyduğumu sandım, o kadar efsunlu o kadar büyüleyici konuşuyordu ki anlattıklarına kapılacağımı sandım. İblis kirpiklerini usulca kırparak gözlerini kıstı ve şüpheyle ihtiyarı dinlemeye koyuldu. Arkada çalan soft müzik bile hemen masaya çöken ağırlığı kaldıramadı ve notalar, ölümcül birer ezgiye dönüşüverdi. Rosalin geriye yaslanırken şüpheyle adama bakıyordu; üstüne giydiği buz mavisi gömlek Nilüfer’i aklıma getirirken boğazım düğümlendi. Neden aklıma düştü birden? Aklımı dağıtan yine ılımlı sesi olmuştu, ‘’Kabuhan’ı mı yakmış?’’ Şüpheyi içine bir duman misali çeken ses tonunu kavrayan Krasa’nın beyaz, kalın kaşları birbirine yaklaştığında, kız boğazını temizleyerek kendine çekidüzen verdi. ‘’Söylemek istediğim, neden kafesten ayrılır ayrılmaz tekrar Leva’nın dikkatini çeksin?’’ Krasa tek omzunu rahatlıkla silkti. ‘’Canavarın zihnine girmeyi bırak dokunulmaz bile, Rosa.’’ ‘’Asir’in suratını bile görmedik. Kabuhan gibi buzla kaplanmış yeri yaksa herhalde şanını senden önce duyardık.’’ dedi adını yeni öğrendiğim Mert, temkinli sesiyle. ‘’Efsane anlatıyorsun, ihtiyar.’’ Rosalin ters ters çocuğa baktı, ‘’Sen karışma, efsane değiller.’’ Çocuk üst dudağını yaladıktan sonra bozuntuya vermeden Rosalin’e döndü ve gülümsedi. ‘’Güzelim, emin ol efsaneler. Krasa’ya ve anlattıklarına güvenmediğimden değil ama Asir, kafesten çıkmış olsaydı sence ilk kimi öldürmeye gelirdi?’’ Sonlara doğru, duman rengindeki somut gözleri Krasa’nın suratına dokunmuş ve geri çekilmişlerdi. Rosalin’e baktığında, ona suratını dönmüş kızın ifadesini göremedim. Önüne dönerek kaşlarını uğursuzlukla çattı, yanımda gerilen bedenini hissedebiliyordum. ‘’Krasa’ya dokunmaz.’’ dedi fısıltıyla, dehşete kapıldığını hissettiren tonlamasını sadece ben algılamamıştım. Krasa’ya göz attığımda, esmere çalan teninin hafiften kirece döndüğünü görebiliyordum. Çocuk kendinden emin duruşuyla kaşlarını havaya kaldırıp indirdi. Buz gibi sesle, ‘’Emin olma.’’ İblis, işaret parmağını çocuğun suratına doğrultup, ‘’Tuttum,’’ dedi. Gözlerini ona dikerek, ‘’Mantıklı konuştu. Ezrial’in gösterdiği yeri hatırla; Kabuhan, Buzlu Diyar’daydı. Orayı yaksa sadece Krasa konuşmazdı.’’ Alt dudağına yapışmış siyah sıvıyı diliyle yalayarak, ucu çatallı dilini geri soktu. ‘’Yine de Asir’i gördük. Sadece yaptıkları konusunda ikileme düşebiliriz.’’ Krasa tepkisizce konuşmaya devam etti, ‘’Bu insanların konuşmama sebebi korkularından.’’ Elindeki bezi omzuna doğru attığında sırtına çarpan bez tok bir ses çıkardı. Arkadaki sakin müzik bile damarlarıma yayılan heyecanı dizginleyemiyordu. ‘’Asir’in tarihini okumuş olsaydınız, Kabuhan’da yakılmadık insan bırakmadığını öğrenmiş olurdunuz.’’ Kirpiklerimin hareketini hissettim; İblis şaşkınlıkla Krasa’ya bakıyordu. Kalbim anlatılanlarla kasıldı, ardından hızlıca göğsüme çarpmaya başladı. Rosalin’in beyaz teni söyledikleriyle daha da beyazlarken; çocuğun suratında yine mimik oynamamıştı ama derinlerde afalladığını görebilmiştim. Krasa ikisinin kirece dönmüş suratına tek tek baktıktan sonra, efsunlu sesiyle devam etti. ‘’Kabuhan’a giren çıkan belli. Anlattıklarıma güvenmiyorsanız daha fazla söyleyecek lafım yok.’’ Sertçe çıkışı üzerine Rosalin panikledi. ‘’Krasa, sen ona bakma. Sen bana anlatıyorsun.’’ Yanındaki çocuk, geriye doğru yaslanırken dudaklarından gülercesine nefes bıraktı; göğsü titrerken samimiyetsizce sırıtıp gri harelerini etrafta gezdirdiğinde hem umursamaz hem alaylı görünüyordu. Başını tekrar çevirdi ve kıstığı gözleriyle Rosalin’in uzun, dalgalı saçlarının arkasına bakmaya devam etti. ‘’İyi tamam,’’ dedi Rosalin’in tavrına karşılık, buzdan farksız sesiyle. ‘’Anlat, dinleyeceğim sadece.’’ Krasa’ya yönelik konuştuğunu son anda fark ettim. Dumandan daha somut duran gözleri, kızın sarı saçlarında bir süre oyalandı ve onu baştan aşağı süzdü. Ardından umursamazca Krasa’nın olgun yüzüne kaydı. Mert’in her şeye rağmen Rosalin’e olan bakışları, ona alınıyormuş gibi değildi. Ona kıyamadığını buradan bile hissedebiliyordum ve bu düşünce, hızlanan kalbimi sımsıcak etmişti. Gülümsedim. Şarabımdan yudumladığımda tekrar aynı hissi tattım. Yakan bir ateşi yutarmışçasına sıcaklık, ardından üstüne su serpilmiş misali ferahlık geliyordu. ‘’Salmon Sürüsü’yle dolanıyormuş, artık nerede olduğunu Mavera bilir.’’ Bazı yaralar kapanmazdı. Krasa, Asir hakkında konuşurken meydana gelen bu düşüncem köklü bir hal almıştı. Asir, bir zamanlar Naenia’ya vahşet getirmiş olabilirdi ama kimse neden nedenini sormuyordu? Canavar olduğu için mi yoksa sebebini sormaya gerek duymuyorlar mıydı? Sol tarafımda bir hareketlilik hissettiğimde bile Krasa’nın aydınlanan suratını ve her konuşmasında giderek yeşil harelerini parlatacak kadar heyecanlanan tavrını seyrediyordum. ‘’Krasa,’’ O tanıdık sesi duyar duymaz, koridorlarımdaki sönen lambaların tek tek yanarak ileriye doğru uzandığını ve görünmeyen yerlerin bile kızıl aurayla sarmalandığını gördüm. Refleks olarak soluma döndüğümde Asir’in geriye yaslanmış olduğunu ve tek bacağını katlayıp ayağını bar taburesinin altındaki o çıkıntı yere yasladığını gördüm. Kalbim kemikli çehresini gördüğümde tekledi, ardından Krasa bize doğru geldiğinde yavaşça hızlanmaya başladı. Kirpiklerimi kırpıştırarak birkaç saniye öylece Asir’in suratına baktım. ‘’Adım Krasa. Ne istersiniz?’’ Rutin selamlayışı olduğunu şimdi kavramıştım. İblis kafasını durumun vahimliğini göstererek iki yana salladı. Kadehinden içerken benim aksime oldukça sakindi. Krasa gelen tehlikeyi görememişti ve yokuş aşağı yuvarlanmak üzereydi. Asir’in bir bıçaktan daha sert, bir kelimeden daha keskin duran bakışları Krasa’nın suratından ayrılmıyordu. ‘’M’orlo Caven.’’ Güzel ama farklı bir aksanla söylemişti, harfler ağzında daha yeni başlamış ezgiler gibi dökülmüştü. Eski M’rice olduğunu tahmin ediyordum. Derinlerden yükselen sesi, kulaklarımı tırmalayıp sanki içimi gıdıkladı. Sesinin bile öyle ağır bir tavrı vardı ki, bir yandan ondan hüzünlü bir şarkı dinlemek istiyor; diğer yandan kalbimi durduracak kadar kuvvetli sesiyle tekrar konuşmasın istiyordum. Yutkunarak geriye yaslandığımda artık ona omzumun üstünden değil; yan şekilde bakıyordum ve oldukça rahattım. Bedenim rahat olduğunu ima etse de kalbim gürültüyle atıyordu ve korku damarlarımda usulca geziniyordu. Sunum öncesi heyecanlanan insanlara benziyordum, sanki her şey sununa kadardı ve sunduğumda rahatlayacaktım. Krasa’nın önde fevri davranan hareketlerini takip eden göz ucum, yine de oraya odaklanamıyordu. Beynimde silikleşerek devamı gelmeyen o görüntü, Asir’in kemikli çehresiyle dolmuştu sanki. Koyu kestane saçlarının tepesi, ortama loşluk veren sarı ışıklar altında açık bir tona bürünmüştü. Perçemleri bir gizi saklamak istercesine alnına dökülmüş ve kaşının üstündeki tek yarasını kapatmıştı. O yara, geçmişinde ve geleceğinde çıkaracağı tüm savaşların imzası gibiydi. İblis, ‘’Toprak, adama bakıp durma. Dikkatini çekmen yakındır,’’ dedi sakince. Kızıl haresinin tekini aniden bana dokundurduğunda kıstığı kirpiklerinin arasından bana bakışı, kalbimi teklettirdi. Yutkundum ve yakalanmış olmamın verdiği utançla sakince önüme döndüm. Simsiyah saçlarım yanaklarımı örten bir unsurdu, o yüzden yanaklarıma yayılan sıcaklığı önemsemiyordum. ‘’Sen,’’ dedi Asir, düşünceli bir tavırla. ‘’Sabah görmüştüm seni. Akdes’in elemanıydın?’’ İblis kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken sakin olmaya çalışıyor, diğer yandan sessizliğini kullanarak beni uyarıyordu. Gözleriyle. Onu şu an dinlersem, kesinlikle şüphe çekerdim ve şüphe çekmek istemiyordum. ‘’Elemanı değilim. Söylemiştik,’’ dedim durgun bir sesle. İçimde akan çağlayanın gür sesi kulaklarıma ulaşıyordu ama iyice odaklandığımda aslında hızlanan nabzımın kulaklarımı uğuldattığını fark ediyordum. Kirpiklerimi bir süre kırpmadan kızıl aynalara baktığımda orada bir geçmişin suratını görür gibi oldum. Ne gördüğümü zihnim kopyalayamazken onu düşünme fırsatı tanımadı. İblis aniden bana baktığında ne düşündüğünü merak ettim. ‘’Adın neydi?’’ Yutkundum ve onu baştan aşağı süzdüm. Sanki adımı öğrenmesi için önemli birisi olması gerekiyordu ya da kendine bakan, şık görünümlü bir beyefendi olması gerekiyordu. Siyah gömleğinin yakaları hafifçe aralık duruyordu ve içki raflarının arasındaki beyaz ışık, üstüne devriliyor siyah gömleğinin rengini soluk şekilde aydınlatıyordu. Üstüne giydiği kabanın kanatları iki yanından aşağı sarkıyordu, bacaklarını saran siyah pantolonu sıkı değildi ama üstüne güzel oturmuştu. Onu çekici gösteriyordu. Tek elini rastgele kabanının cebine koymuş; diğerini uzun kolu sebebiyle rahatlıkla tezgaha yaslamıştı. Ben cevap veremeden ve Asir’in bakışlarımı takip ederek üstünü gelişigüzel süzmesinin arasında, Krasa’nın kadehi tezgahın üstüne tok sesle koyması aramızdaki bağı koparmış gibi o tarafa döndük. ‘’Başka isteğiniz var mı?’’ Krasa ince dudaklarını saran gülümsemesiyle, yeşil hareleri saygıyla parlayarak Asir’in suratına bakıyordu. Asir kafasını hafifçe yana yatırarak, beyaz ışığın yüzünün kıvrımlarında dans etmesine izin verdi. Bakışları Krasa’nın üstünden ayrılmazken tezgahın üstündeki elini kullanarak kadehin ortasındaki ince çubuğu parmaklarıyla kavradı. Şarabın rengi, kandan daha koyu ve yoğun duruyordu. ‘’Yok.’’ Krasa önünden saygıyla başını eğerek kaybolması üzerine, onu son kez göreceğimden emindim nedense. İblis içkiyle değil, daha çok Asir’le ilgileniyordu; ona yandan yandan bakarken şarabından yudumluyor ve kadehini dudaklarından ayırdıktan sonra şarabı yavaşça ağzının içinde oynatıyordu. Her hareketinde yanakları dalgalanıyordu. İçimde büyüyen karabasanı savuşturmak adına alt dudağımı yalayarak ön raflardaki şişeleri gözlerimle taradım. ‘’Soru sordum,’’ dedi Asir, net sesiyle. Ses tonu ruhumu irkiltti ve sanki bir okyanusun dibinden yüzeye çıkmış gibi derin nefesler almasına neden oldu. Onunla mümkün olduğunca konuşmak istemiyordum ama o, böyle düşünmüyordu anlaşılan. Kalbim yine gümbürtüyle yavaşça solurken çaktırmadan nefes verdim. ‘’Evin,’’ dedim kısaca ama keskin bakışları suratımı bulduğunda devam ettim. ‘’Evin Yağmur.’’ Kafasını sakinlikle sallayıp önüne dönerken yine sessizdi. Fazla konuşmayı seven biri gibi görünmüyordu ve bu ruhunu aralarda sakladığı duvarlarını benimkilerden daha kalın ve yüksek gösteriyordu. Krasa’nın yan taraflarda Rosalin ve Mert’e anlattıklarını duyuyorduk, sakin müziğin notası sanki Asir geldiğinde ölümcül ezgilere dönüşmüştü. Uğultular masalardan daha fazla yükselirken, o uğultuların insanların suratlarını hangi ifadeye çevirdiğini gözlemledim. Sohbetleri koyu olanların yüzlerinde ciddi ama derin bir ifade saklıydı; bazıları gülüyor, bazıları anlatılanlara şaşırıyordu. Yoğun sessizlik giderek aramıza daha ağır şekilde otururken; Krasa yarım yamalak sırıtışıyla kızın heyecanını dinledi. ‘’En son Salmon Sürüsü’yle dolanıyor demiştin. Demek ki gittiği yerlere kaos da götürebilir.’’ Göz ucumla Asir’e doğru baktığımda dudağının kenarının soğuk bir şekilde kıvrıldığını ama bu gülümseyişinin, gözlerini kısmasına engel olmadığını gördüm. Uzun kirpikleri aşağı doğru inmiş ve kızıl harelerini az farkla kapatmışlardı. Dudağındaki soğuk tebessümle içtiği şarap yudumunu ağzının iç kısmında döndürüyor ve yanaklarına ölüm çukurları doğurtuyordu. Asil biriydi; onunla normal şartlarda tanışsaydım hoşuma gidebilecek bir adamdı. Yine de, zihnimin derinlerinde pusu kurmuş varlığı ve o karanlıktaki evinin kapılarını sadece geceleri aralaması, ona karşı olan tüm olumlu duygularımı süpürüyordu. Krasa hırıltılı nefesiyle güldü, ‘’O kaos adamı değildir, kaoslar ortamı terk ettiklerinde sessiz olur. Başka ne bildiğime gelecek olursak,’’ dedi elindeki bezi cam kristal bardağı silmek için kullanırken. Ardından bardağı tutan elini kaldırıp ışığa doğru tuttu ve sildiği yeri kontrol ettikten sonra gözlerini Rosalin’in okyanus mavisi gözlerine dikip gülümsedi. ‘’Mavi Orman’dan sağ çıktığını biliyorum.’’ Mert şüphesini yine ortaya koydu. ‘’Onun gibi bir canavar, nasıl olur da Mavi Orman gibi tehlikeli yerden sağ kurtulabilir?’’ Krasa’nın aldırmayarak omuz silktiğini gördüm, ‘’Ancak Leva bilir.’’ Bir yandan sohbetlerini dinlerken, diğer yandan gözümün kenarıyla Asir’in arada sırada eline alıp yudumladığı kadehin hareketlerini takip ediyordum. İblis kadehinden yudumladıktan sonra, ‘’Çok sakin,’’ dedi arkasına yaslanırken. ‘’Aşırı sakin…’’ Bu çok önemli bir detaymış gibi ayaklarını kelimelerin üstüne bastırdı. ‘’Köşede dedikodusu yapılıyor, yalan yanlış şeyler bile söylenmesinin ihtimali varken bu kadar sakin kalması?’’ Kömür karası gözlerini ondan çevirip bana döndürdüğünde ifadem durgundu. ‘’Bir şeyler olacak.’’ Tahmin etmek imkansız değildi ama konu Asir ve yapacaklarıysa, yolun sonunu gerçekten merak ediyordum. Bana sataşmaması dışında burada saatlerce oturup olayın boyutunun ne kadar büyüyeceğini seyredebilirdim. Krasa tehlikeli bir şekilde, sanki sır verirmiş gibi sırtını tezgaha eğerek fısıldadı. ‘’…Savaşta, çocukları katletmişti, yine aynısını günler öncesinde Mesista’da yapmış.’’ Kaşlarım istemsizce çatıldı ve işin aslını merak ederken buldum kendimi. Rosalin de suratını adama doğru yaklaştırıp fısıldadığında Mert yanında birkaç homurtu çıkarmıştı. ‘’Ne gibi?’’ Krasa elinin kenarını ağzının bir tarafına götürüp kapatırken, kuşkucu bakan gözleriyle etrafı taradıktan sonra Rosalin’in tıpkı ay kadar aydınlık suratına baktı. ‘’Çocukları,’’ dedi gizemli sesiyle fısıldarken. ‘’Özellikle büyü yapanları; ailesinden koparıp götürüyormuş, karşı çıkanlarıysa gözünü kırpmadan öldürüyormuş.’’ Haberlerine bir yenisini daha ekliyordu ve bunlar kaldırabileceğim şeyler değildi. Midemin aldığı içkiyi kaldıramadığını düşündüm, çalkalanarak yanmaya devam etti ve sanki öz suyuyla etrafı talan etti. İblis ağzında beklettiği şarabı zoraki yuttu. ‘’Her şeyi kenara bırak,’’ dedi İblis, ‘’Çocuklar mı? Asir’in kendinden daha düşük olanlara dokunacağını sanmıyorum.’’ Boğazıma yangın pusmuş gibi zoraki yutkundum, ‘’Canavar değil mi?’’ Boğazım kavrulmuştu söylediklerimle. İnsanların sohbetlerini kabul etmeyen kulaklarımda uğultular dönmeye başladı. İblis bana keskin şekilde baktı, ‘’Bir canavarın bile prensipleri vardır, Toprak. Sığ ve yüzeyseldir ama oradadır.’’ Asir’in yanımda derin bir nefes verdiğini işittim. O gür sesi sadece ben duymamış olmalıydım çünkü yanımdaki kişiler de benden tarafa bakarak Asir’in suratını kontrol etmişlerdi. Adam sakin bir şekilde gözlerini bizden tarafa çevirip tepkisiz şekilde ona bakan gözleri seyrederken sonunda benimkilere tutundu. Umursamaz tavrına şaşırsam da bir yandan, anlattıklarının gerçek olduğundan dolayı bir şey yapmadığını düşünen zihnim eline hançeri alıp ona doğru çevirdi. Uzun kirpiklerini kırpıştırdığında göz altlarına çarpan gölgeler, yüzünü daha çekici gösterirken; perçemlerinin arasında meydana çıkmak için can atan yarasını fark ettim. Çizgisi azıcık belli oluyordu ama hala orada saklanıyordu. ‘’Niye öyle bakıyorsun?’’ dedi Asir, kaşlarını çatıp tekrar düzeltirken. Kafasını yana doğru yatırmış ve tepeden kıstığı gözleriyle bana bakıyordu. ‘’Zaman burada durmayacak.’’ İblis içtiği şarabı aniden püskürterek elinin tersiyle ağzını kapatıp şaşkınlıkla ona baktı; havada küçük baloncuklar oluşup yavaşça zemine doğru süzülürken kayboldu. Bense dehşete kapılmıştım hatta dehşeti panik takip etti ve titreyen ellerimi tezgahın üstünden alarak kabanımın ceplerine koymak zorunda kaldım. Kirpiklerimi görünmeyecek şekilde aralayıp tekrar mimiklerimi dondurmak için elimden geleni yaptım. Yine de Asir, dikkatli biriydi; gözlerime bu kadar pür dikkat bakması işimi zorlaştırmıştı ve o ufak, mikro-ifadeyi yakalayıp dudağının kenarını tekrar soğuk bir şekilde kıvırmıştı. ‘’Pot mu kırdım?’’ dedi eğlenir sesiyle. Tek gözünü kısıp bana yarım yamalak gülümserken, ‘’Yoksa saklayacak mıydın?’’ Yutkunduğumda İblis zihnimde sanki onu duyacakmış gibi ağırca fısıldadı. Kafasını bana doğru eğmiş, omuzlarını aşağı çöktürmüştü. ‘’Konuyu değiştir.’’ Tekrar sırtını dikleştirip arkasına yaslanırken bana uyarı dolu bakışlar atıyordu. Aklıma gelen ve dilime kolayca dökülebilecek kelimeleri hemen savuşturup olayın içine dalabilirdim ama onunla tartışmak, dikkatini daha fazla çekmeme neden olabilirdi. O yüzden konuyu değiştirdim. ‘’İçtiğin şarap… Tadını merak ettim.’’ Afallamadı ama dikkatini o tarafa yöneltmeyi başardım. Tek kaşını kaldırdığında perçemleri üstte çok az fark edilecek şekilde kıpırdadı, ardından tezgahın üstünde duran şaraba bir de bana baktı. Gülümsemesini bozmadan, ‘’Benden olsun o halde.’’ dediğinde kafamı memnuniyetle eğerek, ‘’Teşekkür ederim.’’ dedim, durağan sesle. ‘’Krasa,’’ dedi gözlerini benden ayırmazken. Bu ufacık hareketi bile nabzımı hızlandırmaya yetmişti ama belli etmemekte kararlıydım. Krasa önümüze tek bir ayak hareketiyle kayarken, ‘’Ne istediniz?’’ dedi saygı çerçevesinde. Asir dikkatini ona verdiğinde bana baktığı ifadesi toz bulutu misali dağıldı ve onun yerine, sis kadar yoğun ve merhametten yoksun bir hava hakim oldu. ‘’Bir M’orlo Caven daha.’’ Kalın sesine harfler o kadar yakışıyorlardı ki sanki Tanrı, o dili onun için özenle oluşturmuştu. Sadece Asir’in söylemesi için. Sadece o dili, onun kullanması için… Krasa’nın adeta yaprak yeşili gözlerinin içi güldü; sırtını bize doğru dönerek beyaz iş gömleğinin altındaki atletin çizgilerini gösterdi. Fazla eğilmeden alt taraflardan görkemli bir şişe çıkardığında şişenin büyülü güzelliğine kapıldım. Cam, biraz basık ve yanlardan hafif geniş ama görkemli duran işlemeli bir kapağa sahip bir şişeydi. Şişenin rengi koyuydu ama içindeki sıvı ondan daha koyu şekilde görünebiliyordu. Sarı ışığın altında parlayan cam şişesinin yüzeyine baktım. Cam kapağın üstündeki yuvarlak kısımdan tutarak ayırdığında kulaklarıma camdan yükselen tıngırtı doldu ama ses, kısa sürdü. Şişenin kapağını kenara koyarak, bir bez yardımıyla şişeyi eğdi ve tıpkı Asir’in kadehine benzer kadehe yarımdan daha az şekilde sıvıyı döktü. Sıvı, koyu şişenin ağzından dökülürken daha yoğun göründü ve rengi, kan kadar parlak ve uğursuzdu. Rengini beğenmemiştim ama ağzımı karıncalandırıp onu tatmak isteyeceğim kadar cezbedici bir görüntüsü vardı. Sabırla ve sessizlik içerisinde içkinin önüme itilmesini bekledim. Krasa şişenin kapağını yine aynı sesle kapatarak arkasını döndü ve onu eski yerine koydu. Ben de, az önce içtiğim kırmızı şarap kadehinin hemen yanında duran kadehi önüme çektim. Asir dilini damağına sertçe vurarak, ‘’Hayır, öyle değil.’’ dedi sakin bir sesle. ‘’Önce aromayı karıştırmalısın,’’ Bir erkeğe göre güzel ve kemikli duran elinin uzun parmaklarını, kadehin alt tabanına koyarak bir ileri bir geri oynattı ve kadehin içindeki sıvı dans etti. Aslında hareketi ilk başta içmeye karar verdiğim şarapta uygulamıştım. Neden bu kadar acele ettiğimi bilmiyordum, belki bilinçaltım bile bana hızlı davranmamı ve bu ortamdan acele ederek uzaklaşmamı istiyordu. Yine de hiçbir şey olmamış gibi, hareketi yeni öğreniyormuşçasına elime aldığım soğuk kadehi, tekrar tezgaha koyarak aynı hareketi yaptım ve merakla tekrar dudaklarıma götürdüm. İblis aniden, ‘’Önce kokla.’’ dedi, ‘’Fazla içine çekmeden.’’ Alt dudağımı yalayarak kafamı sola yatırıp tekrar düzelttikten sonra burnumun derinlerine kadar sinen o acı aromayı koklamış bulundum. Burnuma sızan acı aroma, koklarken burun direğimi sızlatmıştı. Hafifçe iç çekişimi takdir eden Asir oldu. ‘’Güzel.’’ İblis arkasına yaslanırken, şarabı içmeden önce ona pis pis baktım. Burnumun derinleri hala sızlıyordu. ‘’Gerek var mıydı?’’ dediğimde tek omzunu silkip sırıttı. ‘’Adettendir, Toprak. Gereksiz bir şekilde havalı görünmüş oldun.’’ Ona gülümserken gözlerimi devirerek nihayet sıvıyı dudaklarımın arasından sızdırabildim. İçer içmez aniden ağzımı yakan yılanın sivri dilindeki zehir oldu sanki. Aşırı sert bir içkiydi, kaşlarım istemsizce çatılırken kadehi yüzüm buruşarak aşağı indirdim. Damağımda bıraktığı yakıcı tavrı, giderek yayılıyor ve bir yangın misali ağzımı talan ediyordu. Boğazımdan aşağı kayarken zorlanıyordum ve indiğinde boğazımdaki tüm mikropları öldürürcesine acı veriyordu sanki. Bir süre sonra istediğim ferahlık geliyordu ama bunun için bedel ödemek gerekiyordu. Sulanan gözlerimle kadehe bakarken, hala yüzümün bir kısmı buruşuktu. Kadehe kısılan gözlerimin arasından baktığımda bulanıklaşan görüntü, cam kadehin üstüne yapışan sarı ışığın boncuklarını suda dağıtmış ve etrafa bulaştırmış gibi göründü. Yanımda oturan Asir erkeksi şekilde kıkırdadı, ‘’Beğendin mi?’’ dedi eğlenirken. Üst üste şaşırışım ve artık beynime hücum ettiğini düşündüğüm şarabın sıcak sıvısı, zihnime gülüşünü daha net yayarken o koridorlarda dolanan ve derinlere gittikçe inen; o karanlık pusuda bekleyen canavarın kızıl gözlerini araladı. Kafamı sallayarak, ‘’Beğendim.’’ dedim ama dilimi ateşe atmışlar hissi ağzımdan kaybolmuyordu. Dişlerimin arasından gür bir nefes çekmek isteğiyle doldum ama son anda kendimi dizginleyerek, kadehi tezgahın üstüne tok sesle koymakla yetindim. ‘’Beğenmene sevindim.’’ dedi, adam kadehi dudaklarına götürürken. Kadehi dudaklarına götürürken kafasını hafifçe yukarı kaldırdı. Çene hattı keskin bir viraj misali belirirken, açıkta kalan boynu altın tepside gözlerimin önüne serildi. İçkisinden azar azar, birkaç yudum aldıktan sonra tekrar onu tezgahın üstüne indirirken; gül pembesi dudaklarının kenarlarının büzülüşünü seyrettim. Asla tepki göstermiyordu. Kurumuş çölün topraklarında dolanan bedevi misali sanki serin bir su içiyordu. Adem elması aşağı doğru kayıp tekrar yukarı tırmanırken biçimli dudakları tekrar düz bir çizgi halini aldı. Ardından yandan yandan tek kaşını kaldırarak bana baktı. ‘’Taciz edildiğimi düşünmeye başlayacağım,’’ Şarabın etkisiyle gülmekten kendimi alamadım, dudaklarımı birbirine bastırarak önüme dönerken tebessümüme bir bakış atıp dudaklarını saran gülümseyişiyle o da önüne doğru bakmıştı. ‘’Aslında yanlış anlaşılmak istemem,’’ dedim ona bakmamaya özen göstererek. Görüş alanımda sadece içki rafları ve onları aydınlatan beyaz ışık vardı. Krasa ve çocukların sohbetleri derin görünüyordu ama onlara odaklanmayacak kadar Asir’e odaklıydım. Arkada çalan soft müziğin sakin notalarını duyuyor ve sohbeti en erken nasıl bitirebileceğimi düşünüyordum. Buradan sonra onunla karşılaşacağımı sanmıyordum ve ilk izlenim, insanın zihnine bırakılan önemli bir damgaydı. ‘’Genelde ilgi odağı ben olurum ama namın, senden önce yayılınca…’’ dedim tek kaşımı kaldırarak, dudaklarıma tıpkı onun gibi soğuk bir gülümseme yerleştirerek. ‘’Dikkatimi çektin, kabul ediyorum.’’ İblis elini rastgele havada sallayarak kafasını sallarken, ‘’İyi halt ettin.’’ der gibi bakıyordu. ‘’Felaket,’’ dedi en sonunda. ‘’Duygularını bastırmakta harika gidiyorsun ama aslında gitmemelisin.’’ dedikten sonra parmağını kıvırıp tek kaşını tırnağının ucuyla kaşıdı. Sakinleşmeye çalışıyor ama başaramıyordu. ‘’Adamın radarına takılma, Toprak!’’ Asir’se huzursuz mu yoksa keyfi mi güldüğünden emin olamadığım şekilde kıkırdadı. ‘’Bak sen,’’ dedi dudaklarını saran gülümseyişinin arasında. ‘’Demek ilgi odağı oluyorsun, ha?’’ Kendimden taviz vermeden yüzümdeki sinir bozucu gülümsemeyi bozmadım. Asir sessiz kaldığımda başını sallayıp dudaklarını birbirine bastırdı ve parlayan kızıllarını, benimkilerden kısa süreliğine ayırdıktan sonra tekrar bana çevirdi. ‘’Dikkatini çektiğim için şanslıyım o halde, Rea kedisi?’’ Kaşlarımı istemsizce çatarak sorgulayan gözlerle ona baktım, ‘’Rea kedisi?’’ dediğimde İblis gözlerini devirerek araya karıştı. ‘’Bizde Van, onlarda Rea demek ki.’’ Asir soruma aldırmadı. ‘’Söylemeyecektim ama,’’ Kirpiklerini bile kırpmadan donuk mavi, kızıl harelerimin derinlerine bakarken, ‘’Gözlerin…’’ dedi mırıldanarak. Kalbim usulca kasılırken öylece birkaç dakika beklediğini düşündüm. ‘’Alışılmadık ama tanıdık geliyorlar.’’ Aniden ciddileşen sesine ve ruh değişimine yetişemesem de toparlanmam uzun sürmedi. Kasılan kalbim, kuvvetini arttırdı ve göğsüme çarpmaya başladı. İblis avuçlarını birbirine çarparken odada tok bir ses yankıladı. ‘’Tatarus’un insafına kaldık.’’ Kömür karalarını kartal kadar keskin şekilde üstüme dikerken, ‘’Onun benim uydurduğum biri olduğunu söylememe gerek var mı?’’ Paniklemezsem sıkıntı çıkmazdı, yeniden alkol içmeye ihtiyacım vardı çünkü beynimin bir köşesinde usulca tehlike sinyalleri çalmaya başlıyordu. Tezgahın üstündeki kadehe yönelerek derin ve ruhumu okuduğunu düşündüğüm gözlerinden sıyrıldım, etkisini hala üstümde hissetsem de bir süre ondan tarafa bakmayarak kadehi dudaklarıma götürdüm. Kafamı geriye hafifçe yatırarak boynumdan aşağı yaka yaka inen sıvının damarlarıma yayılışını bekledim. O ısı, ben gerçeklerle tanışsam ya da onun içine dalsam da benimle beraber olduğunda beni rahatlatacaktı. Yüzüm bu sefer tepkisiz kalmayı başardı, şarabın acı aromasına alışamayan dilim inadına beynime sinyaller yolluyordu ama ruhum, hemen alışmıştı. Tepki göstermiyordu. ‘’Sabahki hengameden önce karşılaşmadığımıza eminim,’’ dedim tekrar ona dönerek. Üstüme giydiğim kabanım sıcaklayan bedenime ağır geliyordu ve omuzlarıma sanki gereksiz yük bindiriyordu. Tek elim cebimdeki para dolu zarfın pürüzsüz yüzeyini yoklarken aslında avuçlarım terlemişti ve zarfa yapışıp duruyorlardı. Gerilmiştim. Uzun kirpikleri kısıldı ve yüzünün bir kısmına çarpan beyaz ışık, kavruk teninde gölgeler meydana çıkardı. Ardından soğuk bir hayalet içinden geçmiş misali ışık vücudunu titreterek eski düzenine döndüğünde, sanki onun derisinde dans etti. ‘’Haklısın ama sanki dilimin ucundasın, Yağmur.’’ dediğinde durağan sesine kapılmadan devam etti. ‘’Önceden okuduğum ruhu bir daha unutmam. İsmin bile ruhuma tanıdık geliyor.’’ İblis’in önceden bana söylediği bir cümle zihnime düştüğünde, düşünmeden onu kullandım. ‘’İnsanların hafızaları zayıftır. Beni başkasıyla karıştırıyor olabilirsin.’’ Aslında rüyalarımda buluşuyoruz, sonra beni kuvvetli kollarınla sardıktan sonra gerçek yüzünü göstererek altıma kaçırtıyorsun diyemezdim. Kabuslarıma konuk olan bir canavarsın da diyemezdim. En mantıklı cümle, bu gibi görünmüştü. İblis ise kafasını onaylamazcasına iki yana salladı. Karşımdaki yabancının dudağının kenarındaki soğuk gülümsemenin peşinden tehlike sürüklendi, o tehlike gözlerine ulaştığında bile sanki benimle eğlenir gibi bir tavrı vardı. ‘’Ben insan değilim.’’ Kaşlarını muziplikle çatarak kavruk tenine yakışan gül pembesi rengindeki dudaklarını saran gülümsemeyi bozmadan, ‘’Bunu namımı benden önce duyan sen, biliyor olmalıydın.’’ dedi, fısıldayarak. Çaktırmadan azar azar yutkundum, yine de kirpiklerim titremişti. İblis eğer Tanrı’ya inanıyor olsaydı ruhuma üfler dururdu ama şu an, üstüme kuru toprak atmakla meşgul gibi görünüyordu. Arkasına yaslanmış fenalık geçirirken başını geriye yaslamıştı ve tavanı seyrediyordu. Kadehiyle bile ilgilenmiyordu. ‘’Yalan söyleyebilecek biri de değilim,’’ dedim karşılık vererek. Son dakikalarını yaşayan ve o nefesini birkaç dakika sonra verecek olan idam edilecek biriydim sanki. Bana ayrılmış köşemde ölümümü sayıklayıp duruyor ve Azrail’imle tanışma şerefine ulaşmayı bekliyordum. ‘’Orasını bilemem,’’ dedi ciddiyete bürünmüş sesiyle. ‘’Korku insana bir kez uğradığında onu yerinden sökmek uğraştırır.’’ İblis derin bir nefes verirken ayağa kalkmış ve odada volta atmaya başlamıştı. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı çünkü her zamankinden daha sessizdi. Özellikle Asir’le sohbetimizde fazla araya girmeyişi, beni işkillendirmişti. Krasa’nın söylediklerini yarım yamalak duyabiliyordum; aklım başka yerdeydi. ‘’Kızıl gözlü canavar şarkısını hatırla. Ne diyordu…’’ Onları dinlemek yerine Asir’e vereceğim herhangi bir cevap yokladım zihnimde ama dilime uğrayan boşluktan ibaretti. Nihayetinde, ‘’Senden korkmam için bir suç işlemem lazım,’’ dedim, kendimden emin bir tavırla. İblis odada volta atmayı kesmiş, bana ters ters bakmakla yetinmişti. Elini çenesine götürüp orada bekletmişti, diğer eliyle de başı aşağı doğru sarkmış kadehini gevşekçe tutuyordu. Asir’in tek kaşı belli belirsiz havaya kalkarak beni bulduğunda bakışlarındaki gölgeyi görebildim. Orada pusuda bekleyen biri vardı ama kim olduğunu kestiremiyordum. ‘’Suçum var mı?’’ Asir ağzını araladı ama kaşlarını birbirine çatarak susmak zorunda kaldı. Bir yandan eğleniyor diğer yandan hareketlerimi sorguluyordu sanki. Ona izin vermeden devam ettim, alkol damarlarıma giderek yayılırken etkisini yavaşça göstermeye başlamıştı, çenemi sıkan vidaları gevşetiyordu. ‘’Olsaydı bile, korkumdan kurtulmak için yalana başvurmazdım. Yalan en zayıf manipüle tekniklerinden biridir ve ben zayıf olanı, yapmam.’’ İblis histerik şekilde kıkırdadı; sesi odada yankılanıp duvarlara sindi. ‘’Güzel Toprak’ım,’’ dedi usulca, öfkesini dizginlemeye çalışırken; sahte tebessümüne koyacak herhangi bir duygu bulamamıştım. ‘’Adamla sohbet etme,’’ Elini havada rastgele sallayıp garip bir surat ifadesine büründü. ‘’Özürlü taklidi yapabilir misin? O zaman yap.’’ dedi sona doğru bastıra bastıra. ‘’Kendimi aklamam gerekiyor!’’ dedim içimden, ona kaşlarımı çatarak. ‘’Susarsam daha fazla dikkat çekebilirim, İblis.’’ Gölgeli suratı her zamankinden daha fazla içine duman çekti ve ortasında bulunan delik, karadeliği andırdı. O sert gözlerinde bir rüzgar estiğini sandım, rüzgar eserek koridorlarımda gezindi ve ruhumu baştan aşağı ürpertti. ‘’Bazı zamanlar susman gerekir, kızım. Bazı zamanlar korkak gibi görünmelisin. Bu iki yöntem, yeri geldiğinde hayat kurtaran altın kurallardır.’’ Ondan bakışlarımı sessizlik içerisinde çekerek, Asir’e odaklandım. Yanımdaki adam bana içinde binlerce yıldız barındırmış gibi duran ışıltılı gözleriyle öyle bir baktı ki, bir anlığına nasıl devam edeceğimi unuttum. Yarım yamalak sırıtışı, tehlikeli bir canavarın yüz ifadesini andırsa da gözlerinde dönen saf kibir ve alaydı. ‘’Hoşuma gittin,’’ dedi aniden, cümlesini bitirir bitirmez gerçekten keyif aldığını gösteren erkeksi kıkırtısıyla. ‘’Cüretkar tavırların ve ifadesiz suratın,’’ Başını sola doğru yatırırken raflardaki beyaz ışık, tekrar soğukta titreyen alev misali sarsıldı. Yüzlerimizin bir kısmına çarparak tekrar eski düzenine girerken kalbimin titreyip hızlanmasına aldırmadım. ‘’Bunları yıllar önce, sadece tek bir kişide gördüm.’’ İblis yukarı bakarak bir şeyler homurdandı ardından, ‘’Tatarus.’’ dedi ağlamaklı. Kafasını yana yatırıp hala tavana bakarken kaşlarının uçlarını yukarı kaldırmıştı. Gerçekten olmayan biriyle konuşup olmayan birine yalvarıyordu. ‘’Al canımı, ulan dayanamam bu kadar öfke ve acıya.’’ Tekdüze halde, ‘’Teşekkür mü etmeliyim?’’ dediğimde İblis elini havaya kaldırarak aniden bağırdı. ‘’Çarpacağım ağzının ortasına gelişine, sus sus!’’ Asir cevabım karşısında eğlenmiş göründü; dilini ağzının içinde yuvarlarken çenesinin hareket etmesini seyrettim. Baygın, bakır renginden asla sıyrılmayan bakışları üstüme dikilmişti ve yüzümün her zerresini kolaçan ederken cüretkardı. Dilini ağzının içinde döndürmeyi kesti ve etli dudaklarını düz bir çizgi haline soktu. Ardından kafasını geriye doğru yatırıp kısa ama boğuk bir kahkaha attı. Gülüşü karşısında bozguna uğrayan beynim kapılarını ardına kadar araladı ve onun gülüşünü zihnimde öğüterek duvarlara isten daha yoğun ve katmanlı şekilde sindirdi. Kalbim yerinde sarsıldı ama ona her şeye rağmen şüpheyle bakmaya devam ettim. Yerinde olan ama kısa süren kahkahası, mekândaki uğultuları yararak sanki kısa süreliğine ortama bir sessizlik dağıtmıştı. Ardından insanlar tekrar konuşmaya başladılar. ‘’Yok canım, ne münasebet.’’ dedi erkeksi sesiyle, ‘’Sen ki, tüm erkeklerin ilgi odağı haline gelmiş bir hatun; benim gibi kıytırık bir canavarın iltifatına minnet mi duyacaksın?’’ Eğlenen ses tonuna karşılık yüzümde istemsizce tebessüm oluştu, kendisine hakaret edişi bile alkolün etkisindeyken neredeyse kahkaha basmama neden olacaktı ama son anda kendimi durdurdum. Ardından muzip bir tavırla, ona tepeden bakarken saçımı geriye doğru savurup arkamda bir rüzgar bıraktım. Önce bileğimi geriye attığım elime ardından baştan aşağı hareketime gözünü daldırdı, sonra derin derin bana uzun gelecek şekilde bakıp dudaklarındaki cılız tebessümüyle önüne döndü. Kaz ayaklarında hafif kırışıklar meydana çıkmış, gözleri tebessümü cılız olmasına rağmen usulca kısılmışlardı. İblis’in ortamızdan ayrılmasına ramak kalmıştı, tahtına doğru adeta havada süzülerek giderken ağzının içinde homurdanıp duruyordu. Huysuz’un ağzından bu kadar homurtu duymamıştım. ‘’Fingirdeşmen bittiyse,’’ dedi İblis imalı sesiyle, elini ters çevirip parmaklarının ucuyla sol tarafımızı gösterirken Krasa’ları işaret ediyordu. Fakat kömür karası irisleri benim suratımda, sanki beni öldürmek isteyecek kadar net ve keskin duruyorlardı. ‘’Sohbete kulak ver ve mantığını çalıştır. Kırıntı bile olsa, şu an ona ihtiyacın var.’’ Krasa’nın ses tonunun arasına gömülmüş hırıltılı nefesleri soluk birer hayalet misali anlattığı hikayelerin üstünde gezinirken, yoğun dikkatim oraya doğru yöneldi. Asir hala yanımdaydı ve anlattıklarına herhangi bir tepki göstermemişti. Yaprak yeşili gözleri anlattıklarının emaresi olarak donuk baksalar da, dudağının kenarı sanki keyif alıyormuş misali kıpırdanıp duruyordu. Mimiklerin insanların duygularının kılıfı olduğu yadsınamazdı. Mimikler, bazı zamanlarda göstermek istemediklerini apaçık şekilde beyan ederlerdi ve karşındaki kişinin düşüncelerini açık bir kitaptan daha net, okunulası bir dilden daha akıcı okurdunuz. Diğer yandan, o mimiklerin karşısındaki kişinin dedikodusunu yaptığı Asir olduğunu bilseydi nasıl hal alacağını merak ettim. Merak, kalbimin altında göğe yükselmeye hazır şişmiş bir balondan farksız durdu. Bilseydi korkar mıydı yoksa az önceki kadar kendinden emin, cesur mu görünürdü? Rosalin ve Mert, ne zaman ortamı terk ettiler bilmiyordum ama onların yerine; benden bir iki tabure ötede oturan kızıl saçlı bir hatun yakalamış ve Asir hakkındaki hikayeleri ona anlatmaya başlamıştı. Kızıl saçları gerçek renginde gözükmeyecek kadar parlak ve canlılardı; sanki boya gibi görünseler de diplerinde herhangi bir boya izine rastlamamıştım. Düzgün ve kıvrımlı burnunun üstünde hafifçe turuncu çiller meydana çıkmıştı ve sarı ışığın altında görünmeyecek şekilde derisinin altına saklanmış görünüyorlardı. Dudakları pembe renkteydi ve kâkülleri, geniş alnına dökülmüşlerdi. Donuk bir ifadesi olsa da aslında içten içe ihtiyarın anlattıklarına heyecanlanmış olduğunu seziyordum. ‘’Birisini arıyormuş,’’ dedi Krasa efsunlu sesiyle. Sanki Asir’in buralarda dolandığını sezmişçesine yaprak yeşili gözlerini etrafta gezdirdi ve Rosalin’e yaptığı gibi sırtını hafifçe kadına doğru eğdi. Yaşlılıktan yılları omuzlarına bağlamışlar gibi çöken omuzları, şimdi neredeyse tezgaha dayanacaktı. Kadın ilgiyle onu takip ederek refleks olarak eğildiğinde ben de kulaklarımı istemsizce kabartmıştım. ‘’Önemli birisini.’’ Tek kaşını kaldırarak indirirken; kirpiklerim şüpheyle kısılarak sohbete odaklandı. Kızıl saçlı kadın, ‘’Kim ola ki?’’ dedi ilgiyle. Krasa tek omzunu silkti. ‘’Belki eski dostu ya da sevdiği kadın…’’ İblis’in dudaklarını birbirine bastırdığını gördüm; kaşlarını da aynı anda havaya kaldırmış ve kuzguni gözleri üstüme değip geri çekilmişti. Derinlerimde bir yerlerde bir şeyin kıpırdandığını sezdim ama onun ne olduğunu kavrayamadan Asir’in boğuk sesini tam yanımda duydum. ‘’Krasa.’’ Yutkunarak eski ritmine dönen kalbimle, ona kısa bir bakış atarken saçlarının tepesinin daha da karışık durduğunu fark ettim. Elini saçından geçirmiş olmalıydı, demek ki Krasa gerçekten damarına basıyordu. Önceki sohbetimizde eğlenen tavrından eser yoktu, onu çekici gösteren her duygunun sislerin arkasına saklandığını ve ortaya çıkanın pusuda bekleyen canavar olduğunu fark ettim. Kalbim yerinde sarsıldı ama Krasa’ya ve ona ne yapacaklarının merakı, o histen daha kuvvetli geldi. İhtiyar acele şekilde yanımıza gelirken, onu son kez göreceğimden emindim. Soğuktan kaçan sinekler misali buraya üşüşen ihtiyarın esmere çalan teni, yine bir şey arzulamanın tahminiyle aydınlanmıştı. Arkada yansıyan beyaz ışık, tenine yanlardan çarpıyor ve kırlaşmış siyah saçlarına gölge düşürüyordu. ‘’Asir’in buralarda dolandığını duydum,’’ dedi adam, tekdüze sesiyle. Koyu gölgelerin yer bıraktığı suratında kızıl hareleri koyu bir tona bürünmüştü. Bakıra çalan gözlerinde yoğun tehlike çanları çalıyordu; onu kabuslarımda bile böyle görmemiştim. Krasa ya aptal ya da kör olmalıydı çünkü o ifadeyi, onun dışındaki herkes anlamıştı. Sanki tezgaha ağır, yoğun sessizlik çöreklenirken karanlığı hissediyor dahası onu avuçluyordum. Krasa’nın yüzünde mimik oynamadı ama yutkunduğunu hafifçe kırışan boynunun hareketinden fark ettim. ‘’Nereden duydun?’’ dedi tek kaşını kaldırarak, şüpheyle. ‘’Ben de tam onu soracaktım,’’ dedi üstüne basa basa, ‘’Bu anlattıklarını nereden duydun?’’ Kaşları hala çatık duruyordu ve gölgeli ifadesine bir set kuruyordu. Zaten duvarları olan bir adamdı ama o duvarları, benim gibi zihninin koridorlarında değil; sanki kalbinin derinlerindeki okyanusun altındaydı. O surların arasına gömülmüş ve çevresini seyrediyor, aklındaki tilkilerin kuyruklarını birbirine dolamadan plan yapıyor ve birden o duvarların arasından çıkarak saldırıya geçiyordu. Bense, uzun ve kalın duvarlarımın arkasında sefamı sürüyordum. Ruhumun etrafına saydam bir elbise gibi ördüğüm kalın kabuğumdan sıyrılmıyor ve insanlardan olabildiğinde kaçıyordum. Hiç bilmediğim evrende, saçma sapan davranıyor olmam, her şeye yabancı olmamdan kaynaklıydı. Yan profilden tehlike vaat ettirecek kadar çekici görünüyordu. Boğazında kayık misali kayan adem elmasının hareketini gördüm. Köprücük kemikleri, yakalarının altından görünüyordu ve nedenini anlamadığım şekilde kasılmasından dolayı iyice çukurlarını doğurarak belirginleşmişlerdi. Ondan gözlerimi ayırarak önüme döndüm ve kabanımın cebindeki zarfın pürüzsüz yüzeyini okşamaya başladım. Para hala oradaydı ama bacaklarımı hareket ettirecek mecalim yoktu. Krasa kendinden taviz vermedi, eğer verirse ondan kaybedeceklerini düşünüp duruyordu ve o zihninin köşesindeki kurnaz tilkileri hiçbir şeyi kolayca kaybetmesine müsaade etmezdi. ‘’Benim gözüm, kulağım herkestir.’’ Asir anlayışla başını sallarken gömleğinin yakaları kıpırdandı, o anlayışın altındaki canavarın hırıltısını duymasam gerçekten sakin biri olduğunu düşünebilirdim. ‘’Uydurmuyorsun, öyle mi?’’ İblis’le beraber şüpheyle ortamı okumaya başladık. Bir ihtiyara, bir yanımdaki canavarın suratına bakıyor diğer yandan pür dikkat sohbetlerini dinliyorduk ve bir şeyi kaçırmamaya özen gösteriyorduk. Krasa bozulurmuş gibi oldu, bir adım geriye çekilirken yüzündeki titreyen tebessümü silmemeye çalışıyordu. ‘’Aman efendim,’’ dedi ılımlı sesiyle. ‘’Ben asla Asir hakkında bir şey uydurmam, uyduranlara da kulak asmam. Anlattıklarım duyduklarım bile olsa gerçeklerdir.’’ Asir bakıra çalan gözlerini kısmış, dudağının kenarını ölümden daha soğuk tavırla kıvırmış Krasa’ya bakıyordu. ‘’Gerçekler…’’ dedi, fısıldayarak onu kısaca başıyla onaylarken. Krasa başını sallayarak, parmaklarını gergince esmere çalan suratındaki kirli sakallarına geçirerek onları taradı. ‘’Neden soruyorsunuz?’’ dediğinde İblis’le içimizden aynı anda alayla, ‘’Geç kaldın.’’ dedik. Tekdüze sesiyle, ‘’Merak ettim,’’ dediğinde bu sefer anladığını göstererek başını sallayan Krasa’ydı. Esmer tenine batan sakallarını avcuyla sıvazladıktan sonra şüpheyle kısılan gözlerini etrafta gezdirdi ve diğer müşterileriyle ilgilenmek için başka tarafa yöneldi. Onu son anda durduran sesle, benim bile kalbim titredi. ‘’Bir şeyi daha merak ediyorum,’’ Kemikleşmiş ses gürültüyle tezgaha düşmüştü sanki. Krasa arkasını dönerek sorgularcasına yaprak yeşillerini bu tarafa diktiğinde onun için üzüldüğümü çok geç anladım. ‘’Acaba Asir burada olsaydı, o sığındığın Leva ve yardakçıları seni kurtarmaya gelirler miydi?’’ Sorusu, ölümcül bir aurayla çevrelenmiş alay kokuyordu. Sanki kendi kendine sorduğu bir soruymuş gibi davranıyordu ama cevabını bildiğini gösteren beklentisiz hareleri, Krasa’nın üstündeydi. Onun cevabını beklerken sonunda tek elini kabanından çıkartıp tezgaha koyduğunda, ölümcül bir tehditle gözlerimiz önüne serilen dövmeye baktık. Nutkum tutuldu ve düşünceler, koridorlarımda hızlıca uçuşarak kaos ortamı oluşturdu. Dövme, geleceğini inşa etmek için geçmişini feda eden bir yılandı. Kuyruğunu öldürenin ta kendisiydi. İblis şok olmuş suratıyla, ‘’Toprak…’’ diye mırıldandığında sadece, ‘’Gördüm.’’ diyebilmiştim. Çenesini kaldırarak ölüm meleğine meydan okuduğundan bihaber olan ihtiyar, ‘’Leva, herkesten üstündür. Asir bile onun yanında çöp parçasıdır. Kime dil uzattığını iyi düşün.’’ dedi. İblis şok üstüne şokla adama bakarken, ‘’Çöp mü dedi o?’’ Asir aldırmadı. ‘’Unutma ihtiyar, bazı kötü ruhlar her zaman aramızdadır.’’ dedi kemikleşmiş sesiyle, arkasına yaslandığında hem ortamı aydınlatan sarı ışık saçlarının tepesini iyice açık bir renge bürümüş; hem de beyaz ışıklar titrekçe kavruk suratına çarpmıştı. Işığın yer yer gölgeler bıraktığı suratında kızıl gözleri vahşi, kana susamış canavarın bakışları kadar parlaktı. ‘’Bazılarıysa, onlardan bahsedersen gelirler. Onlar, aramızda dolanan kötü ruhlardan daha korkunçtur.’’ Hızlanan kalbim, nabzıma da sıçramış olmalıydı çünkü boynumun altından yukarı tırmanarak kulaklarımı uğuldatmaya başladı. Sesler arka planda giderek etkisini yitirirken sadece sakin müziğin melodisini duyduğumu sandım ama soft müziğin bile artık ortamı gerginleştirmekten öteye gitmediğini düşündüm. Korku filminin arka planında çalan gerilim müziğine dönüşmüştü birden. Uğultular, korkunç insan çığlıklarına benzeyerek etrafımızda dolanmıştı. Alt dudağımı dişleyerek kararsızlıkla Krasa’ya baktım, bir şeyler çağrıştırması gerekiyordu ya da artık uyanması gerekiyordu. Krasa’dan çıt çıkmıyordu ama gülümseyerek, ‘’Uyardığın için teşekkür ederim. Buradaki herkes, bunu apaçık bilecek kadar akıllı.’’ dediğinde İblis, zihnimde mekanik sesini fazlasıyla belli edecek kadar gürce kahkaha patlatmıştı. ‘’Akıllıymış,’’ dedi ardından, kafasını keyifle sallayarak. Kadehinden yudumlarken hala kıkır kıkır gülüyordu. Asir dudaklarına kadehi götürmeden önce uğursuz ama kısa bir kıkırtı bırakmıştı. Tıpkı İblis’in kadehini dudaklarına götürmeden önceki kıkırtısı gibi. İblis kafasını sallayarak, ‘’Asir’in suratını bile bilmeden onun hakkında konuşması, Krasa’nın aptallığını gösterir. Geri zekalı hala anlamadıysa, gösteri gerçekten güzel olacak.’’ Kurumuş ağzımı sulandırmak için kadehimde kalan az sıvıyı dudaklarıma götürüp damağımda yaydım ve onu aşağı gönderdim. Bir nebze kendimi daha iyi hissettirmişti ama hala, sanki soluk boruma basınç uygulayan gerilimi hissediyordum. Kabuslarımı süsleyen canavarın sessizliği, beni ürküten başka bir konuydu. Krasa tekrar müşterilerin yerine geçmek üzereyken onu durdurdum. ‘’Krasa,’’ Krasa’nın yeşil gözleri üstüme kaydı, sarı ışık altında kalan suratına gölgeler binmiş gibiydi. ‘’Ne kadar?’’ İblis derin bir nefes verirken, ‘’Nihayet,’’ dedi imalı sesiyle. Parmağımla gösterdiğim başta, kendi tercih ettiğim bitmiş kadehi gören Krasa, memnuniyetle karşılık verdi. ‘’İki yüz elli ore.’’ İblis gözlerini faltaşı gibi açarak, ‘’Bir kadeh mi?’’ diye bağırırken benim umurumda değildi. Buradan çıkmam gerekliydi çünkü Krasa’nın sadece bana memnuniyetle gülümseyen yüzünü anımsamak istiyordum. İçten içe, onu son kez göreceğimden emindim ve bunu ilk başta, soğuktan kaçan sinekler gibi buraya üşüşüp Asir’e gülümseyerek kendini tanıtmasından beri anlamıştım. İçimdeki huzursuzluk büyüyerek karadeliğe dönüştü ve ruhumu içine çekmeye başladı. Kabanımın cebindeki zarfı çıkartacağım sırada, tezgahın üstündeki dövmeli elin sinsice bana doğru yaklaşıp bileğimi tutmasını beklemiyordum. Dövmeyi daha net görürken afallamıştım. Üstündeki mavi damarları ağacın köklerini andıran ve giderek koluna doğru tırmanıp deri altına gömülen güzel görünümlü elinin üstünde, derisine yapışmış ama ayrı bir deri katmanı misali görünen Ouroboros’la resmen beynimden vurulmuşa döndüm. Mavi damarların arasına karışmış ve sanki etine soluk renkte gömülmüştü. Kara kalem çizimine benziyordu; pullu detayları, onu başarılı bir dövme gibi gösteriyordu. Asir’in kalın bileğini sararak kıvrılan kuyruğuna ve kafasını adamın elinin tam üstüne uzatan yılanın güzelliğine takılmıştım. Ouroboros’u bilerek mi göstermişti yoksa boşluğuna mı gelmişti? Kalbim sanki atmayı bırakmıştı; ağır çekimde yuvalarında dönen gözlerimle, bileğimi saran parmaklardan rotamı çizerek koluna doğru tırmanıp son noktada, bana kıstığı gözleriyle bakan keskin çehreyle bakıştım. Elinin sıcaklığı, buz kesilmiş bileğimin parmaklarına kadar uzanıp derimin altında dağıldı ve ortamı karıncalandırdı. Ağzım şaşkınlıktan hafifçe aralık halde, Asir’in dudaklarındaki tehlikeli kıvrıma aldırmadan gözlerine tutundum. Kısılmışlar ve bana cüretkar ifadeyle parlayarak bakıyorlardı. ‘’Gösteriyi kaçırmak istemezsin,’’ dedi mırıltılı halde; boğazından yükselen mırıltılar içinde uyuyan canavarın hırıltılarını da saklıyordu. Elini bileğimden çektikten sonra tekrar tezgahın üstüne koyarken benim aklım hala bana sinsice bakan yılandaydı. Onun kartın üstünde durması gerekmiyor muydu? Dövme haline sokmuş olması ve onu üstünde taşıyor olması, gelecekte çıkabilecek tehlikeleri gözlerimin önünden film şeridi halinde geçirerek akıttı. Sahneler, dilimi yutturacak ve kalbimi patlatacak kadar içinde dehşet ve ölüm barındırıyordu. Ona şaşkın şaşkın bakmaya devam ederken, Asir’in suratı bana doğru yaklaşırken nefesimin kesildiğini hissettim. Rüyalarımdaki anılar, bir bir ortaya saçılırken far görmüş tavşan misali kalakaldım. Orman kokusu, burnuma miskten daha keskin şekilde misafir olurken ciğerlerime giren havayı tekrar içime çekmek zorunda kaldım. Asir’in pürüzsüz teninde kıpırdayan gül kurusu dudakları, odak noktam haline geldi. Kulağımın arkasına doğru fısıldarken ılık nefesi siyah saçlarımın arasına karıştı. ‘’Hem içkini bedavaya getireceğim.’’ Ardından tehlikeli, donuk şekilde gülümseyerek geri çekilirken hala bana yandan ama tepeden bakıyordu. Krasa olaylara anlam vermeye çalışırken kulaklarıma dolan o cümlesi, damarlarımda akan kanı dondurdu. İblis’in alt dudağını dişleyerek susmasını seyrettim. Aslında kimseyi umursamadan çıkabilirdim ama Asir’in gölgesinin ağırlığını bile üstümde hissederken bacaklarımı kıpırdatamıyordum. Zihnimin köşesindeki o boş mahkeme salonunda, yargıcın beliren siluetini artık görebiliyordum. Gövdesi kemikten daha sağlam duran ince belli, kefeleri iki yanında sallanan altın terazi gıcırtılı sesler bırakıyordu. Asir’in idamı ya da beraatı için sallanıyordu. Zihnimin köşesinde, Ouroboros canlanırken kalmaya karar vermiştim. Sanki onda görmeyi arzuladığım bir şey vardı. ‘’Ödeme yapacak mısın?’’ dedi Krasa, son kez. Ruh hali dalgasız bir denizin yüzü gibi sakin ve durağandı. ‘’Henüz değil.’’ Dilim damağım kurumuştu ama konuşmayı, sesimi titretmeden başarmıştım. ‘’Peki öyleyse.’’ dedi ve tekrar sol tarafımdaki müşteriyle ilgilenmek için kenara kaydı. Asir’le yine baş başa kalırken az önceki kadar rahat olmadığımı hissettim. Bar taburesinin üstünde dikenler oluşmuş gibiydi ve onların üstüne oturuyor gibi hissediyordum. Etrafıma bakınırken sessizdim ve içki raflarındaki şişelerin adlarını kontrol ederken aslında boş bakınıyordum. Müzik kesilmiyordu ve yanımdaki tabureler giderek dolmaya başlıyordu. Ouroboros’u üstünde taşıyan elinin işaret parmağı, işleyen saatin ritmi misali havaya kalkıp inerken masaya çarpıp durdu. Yüz ifadesini göremiyordum, o yüzden ne düşündüğünü de bilmiyordum ama İblis her şeyi daha net görebiliyordu. ‘’Kuşku. Neden bunu gördüğümü bilmiyorum ama sana bakarken, kuşku duyuyor.’’ Göğsümü saran sıkıntıyı gidermek amacıyla çaktırmadan dudaklarım arasından nefes döktüm. Canavarın zihnine kuşku düşürdüğünüzde iki ihtimal sizinle olurdu; ya o kuşkuyu yok sayardı çünkü gözünde gereksiz bir av olurdunuz ya da o kuşkuyu kullanarak sizinle oynar dururdu ve kıymetli bir av olurdunuz. O yüzden sessizliğimi kullanarak, o kuşkunun hangi yöne sapacağını bekledim. İblis’le bakıştığımızda gözlerini usulca kapatıp aralamış ve gölgeli elbisesinin etrafından yayılan dumanlarının ritmi eski düzenine dönmüştü. Hızlı değillerdi, mesela Asir’in dikkatini çektiğim ilk anki kadar. Paniklememişti, çünkü kontrolün onun elinde olduğunu sanıyordu. Unuttuğu bir gerçek vardı, karşısında ona benzeyen bir canavar vardı. Gerçek yüzünü ustalıkla, o görkemli derisinin altına gömerek saklayan bir canavar… ‘’Yağmur,’’ dediğinde istemeden de olsa ona döndüm. İsmim dudaklarının kıvrımına ve ses tonuna yakışıyordu. İçimde bir şeyler kıpırdanırken tüm tepkisizliğimle onun karşıya bakan yan profilini seyrettim. Asir gerilmiş olmalıydı çünkü tezgahın üstündeki elini kaldırıp siyah ama beyaz ışıkla parlayan gömleğinin aralık olan yakalarını, parmaklarının uçlarını kullanarak hafifçe çenesine doğru kaldırıp siper etti. Kabanının altından yükselen yakaları, kötü bir görüntü sergilemedi. Çenesini kasıp tekrar rahat bıraktığını görebiliyordum; bakıra çalmış ve giderek koyulaşan gözleri öfkesini saklayamıyordu ama her şeye rağmen sakin duruşu, İblis’in hareketlerini ve öfkesini çağrıştırıyordu. Onunla benziyorlardı. ‘’Unutmadan kendi fikrimi söyleyeyim,’’ Yandan bana baktı, ‘’Yalan asla manipüle tekniklerinden biri olmamıştır. Manipüleyle karşındaki insanı oyalarsın; yalanla ise karşındaki insanı kandırdığını sanırsın.’’ Sanki bu cümlesi gelecekte yapacaklarının bir kesitini, bir mesajını saklıyordu. Başta yaptığımız sohbeti unutmayışı ve söylediğim söze vereceği cevabı şimdi vermesi, daha önceden bir şeyler planladığını gösterir miydi? Yoksa şimdi mi aklına gelen bir cümleydi? ‘’Bakış açısı,’’ dedim kısaca, kendimden taviz vermeyerek. ‘’Haklı ya da haksız biri yok.’’ Kızılın en güzel tonunu gözlerinde saklayarak bana uzun gelen süre içinde baktı. İblis, ‘’Onda sadece bir canavarın gözleri yok.’’ dedi, ‘’O derinlerde bir iblisin gözlerine sahip.’’ Harfler toz olarak duvarlarıma yapıştı, zeminlerime kaygan şekilde yayılmaya başladı ve sonunda hiçliğe karıştı. Biliyorum, çünkü sana benziyor. Haklıydı. Karizmatik ve aynı zamanda yakışıklı surata sahip olması, o kavruk renkli derisinin altında saklanan gerçek suratını görmediğim anlamına gelmezdi. O suratı ve vahşice parlayan dişlerini görebiliyordum. İblis benim suratımdan geçmişimi görebiliyordu; ben de Asir’in gerçek suratını görüyordum. Bir trende öylece yoluma giderken aniden sapan raydan farklı bir yöne çekilmiş gibi rahatsız ve huzursuzdum. Korkuysa yavaş yavaş kalbime çöreklenen bir duyguydu. O tuttuğu ritim zihnimde giderek yankılanırken ansızın kesildi. En sonunda ‘’Müsaadenle,’’ dedi, sakin bir sesle. Artık bakır rengine dönmüş koyulaşmış kızıl hareleri, üstüme dikilirken sanki Krasa’yı değil, beni öldürmek ister gibiydi. Çehresini saran sert ifadesini koruyarak, gözlerini sadece bir kez kırparak arkamda duran ihtiyara kısa bir bakış attı. ‘’Vademiz doldu. Seninle sohbet etmek güzeldi, Yağmur.’’ Başımı anladığımı belirtircesine sallayarak kirpiklerimi kırpıştırdım. Son anda, ‘’Seninle de…’’ dedim ama sesim içime kaçmış kadar inceldi. Üstüme doğru eğildiğinde refleks olarak sırtım geriye çekilmişti ama buna aldırmadı; hem alkolün o tatsız kokusu, hem teninden yayılan misk kokusu burnuma çalındığında aslında tuhaf bir şekilde bu iki karışımın hoşuma gittiğini hissettim. Aramızdan geçerken kot pantolonunun sert kumaşı, benimkine değip sürtündüğünde diz kapağımdan yukarı tırmanan keskin bir elektrik akımına maruz kalmış gibi irkildim. Kalbim tekleyerek sarsıldı. O da bacağını ansızın çekerken hissetmiş olmalıydı, yukarıdan bana kısaca baktıktan sonra bir şey söylemeden çatılı kaşlarıyla ilerledi. İblis, ‘’O neydi lan?’’ Bir bana bir ona bakarken kaşlarını çatmıştı. Bu sorusuna vereceğim herhangi bir cevabım yoktu, zira ben de şaşkınlık içerisindeydim. Aramızda görünmez kısa çekime, ben de anlam verememiştim. Kabanının arkasında bıraktığı meltem burnuma orman kokusunu taşıdı. Gözlerim boşluğa dalmış gibi ilerleyen geniş sırtına odaklandım. O duvarları zamanı geldiğinde insanların başına yıkar mıydı yoksa orada kalmaya devam mı ederdi? Merak ettiğim nokta, tam olarak buydu. Krasa arkasından seslendi ve salondaki uğultular kısa süreliğine sessizliğe büründü. ‘’Parasını ödemedin?’’ İblis dirseğini tahtının kenarına dayayarak elini dudaklarına örterken buğulanmış gözleriyle sohbeti dinliyordu. Ardından öfkesi taşmış gibi kısaca gülüp kadehinden umursamazca yudumladı. Korku ve dehşetle, Asir’in elleri cebinde arkasına yavaşça dönmesini seyrettim. Kalbim göğsümdeki yerini beğenmemişçesine depar atarak kemiklerimin arasından çıkmaya çalışırken yutkundum ve Asir’in bakırdan daha koyu renge bürünmüş lav gözlerine baktım. Öfkesi yüzünden okunuyordu ama kimse ona dikkat etmemiş gibiydi. Salon tekrar gürültüsüne dönmeye devam ederken, Asir gölgeler binmiş tehlikeli ve ifadesiz suratıyla, ‘’Hayır,’’ dedi atmosferden daha ağır sesiyle. ‘’Hepsinin ödemesini az önce yaptım.’’ Sarsılmayan otoritesine karşı içim ürperirken, Krasa’nın kolayca manipüle olduğunu arkamdan yükselen donuk sesinden kavradım. Kelimelerin her harfini sanki buz dolu kovaya sokmuş ve orada bekletmişti. O kadar ağır ve telaşsız konuşmuştu ki içinde bir robot yattığını sandım. ‘’Özür dilerim, yanlış hatırladım herhalde.’’ dedi sesi gizliden gizliye titreyerek. Başım hızlıca arkamda duran Krasa’ya döndü ve İblis’le beraber, Krasa’nın sessizliğe bürünmüş gözlerine şaşkınlıkla bakarken, Asir’in mekandan ayrılmaya başladığını arkamdan yükselen ayak tıkırtılarından anlıyordum. Adımlar giderek uzaklaştı ve sonunda havaya karışıp kayboldu. Krasa da neden kendinden emin durmadığını bilmiyor görünüyordu çünkü Asir, ödemesini yapmamıştı. Tezgahın üstüne göz ucuyla bakarak, ‘’Ödemeyi yapmış mıydı?’’ diye mırıldanmasını dinledim. Ardından ihtiyar kafasını iki yana sallayarak önüne odaklanırken az önceki sohbeti unutmuş göründü. Avuçlarım terlemiş ve ellerim cebimin iç astarına yapışmaya başlamıştı. Titreyen ellerimi çıkartarak ortamdaki serin havanın derime sinip damarlarıma nüfuz etmesini sağlarken önüme düşmüş saçlarımı iki yandan kavrayarak parmaklarım arasında sıktım. Gerilen kaz ayaklarım ve saç diplerim, beni gerçekliğe sürüklemeye uğraşıyordu. Korkmuş ve dehşete kapılmıştım ama neden bunları hissettiğimi bilmiyordum. Ağlayacak kadar dağılmış durumda hissederken, içimden söküp atamadığım ve artık karadelik formuna dönüşen o huzursuz ur tüm ruhumu kaplamıştı. İblis de gerilmişti, kadehinin içindeki sıvı bile onu rahatlatmaya yetmiyordu anlaşılan. Manipüle tehlikeli bir davranıştı ve insanın ruhunu oyalarken ondan çok şey alıp götürüyordu. İblis ‘’Bir şey yapmaması,’’ dedi ama sözünü kesen, aniden önümde rafları gürültüyle sarsarak düşüren ağır beden oldu. Zemine gürültüyle devrilen beden Krasa’ya aitti ve çığlıklar, dehşetimin şiddetini artıracak kadar gerçekti. Korkuyla aralanan gözlerimi önümdeki bozulan rafların arasındaki düz, beyaz duvara diktim. Beyaz ışık titrek titrek ışığını duvara yansıtırken etrafımdaki gürültüler, artık sohbetlerin değil acının ve korkunun uğultularını etrafa yayıyordu. Yutkunarak kendime gelmeye çalıştım. Bakışlarım ürkekçe oradan ayrıldığında taburemde öne doğru kayarak parmaklarımı tezgahın soğuk kenarlarına dayadım ve kendimi öne doğru çekerek kalçamı tabureden usulca ayırdım. Parmaklarıma yayılan soğukluk, kabuslarımı zihnimin yüzeyine çekip çıkaracak kadar kuvvetliydi. Derinlerimdeki karanlık çukurda, parıldayan dişlerini göstererek kızıl lazerden farksız gözlerini parlatan canavar, usulca geriye çekilirken tekrar gözlerini kapattı ve karanlığa büründü. Boğazından kopan vahşi hırıltısı, soluk hayaletin her zaman aramızda dönen saydam elbisesi misali o çukurdan süzülerek yukarı tırmandı ama koridorlarımda yayılmadan hiçliğe karıştı. Gözlerimin önünde canlanan dehşet verici olaya odaklanmaya çalıştım. Erkek müşteri aceleyle tezgahın arkasına geçmişti ve tezgahı saran kalabalık, Krasa’nın bedeninin üstüne kocaman gölge düşürüyordu. Bacağı sarsılarak kasılan Krasa, uyuşturucu krizine girmiş müptezele dönmüştü sanki. Elleri havaya, karnının üstünde kalkıyor ve parmakları kasılıp perde misali aralanıyordu. Yeşil gözleri yuvalarında dönerek yukarı tırmanıyor ve arada sırada aklarını belli ediyordu. Ne yaptığını biliyormuş gibi görünen genç adam, Krasa’nın beyaz gömleğini iki elleri arasında yırtarak ortamdaki gürültünün arasına kumaş sesini sıkıştırdı. Atletiyle beraber yırtılan gömleğin ucunda, keskin gözlerimle son anda aşağı doğru kayan yılan kuyruğu görür gibi oldum. Göz yanılsamasından ibaret sandığım olayı İblis de görmüş olmalıydı. Şaşkınlıkla sırtını dikleştirerek iyice olaya odaklanırken, ikimizin de gözleri kasılan bacağına tekrar kaydı ve uzun bir yol çizerek daha da aşağılara indi. Krasa’nın siyah kumaş pantolonunun bol paçasından uzanan yılanın pullu başını gördük. Yılanın çatallı dili uzayarak tekrar içeri saklandı ve tüm bedeni toz bulutu gibi havaya karışıp kaybolurken Krasa, son nefesini verdi. Dehşet tırnaklarını ruhuma çoktan geçirmişti ve beynim tamamen çalışmayı durdurmadan önce İblis’le beraber gerçeği fısıldadım: ‘’Ouroboros.’’
Bir bölümün sonuna daha geldik… Yaptığım değişiklikleri nasıl buldunuz? Sizce yeni Asir nasıl biri? Şimdilik anlatılanlara göre, Naenia’nın hangi bölgesinde bulunmak isterdiniz? Okuduğunuz için teşekkür ederim. Emeğimin karşılığını vermeyi unutmayın. Perşembe günü görüşürüz! |
0% |