@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Nasılsın? Başlamadan emeğimin karşılığını vermeyi unutma! Bölümü okurken keyif almanı dilerim! Bölüm şarkısı: Pim Stones – We have could 4. BÖLÜM: KUYRUĞUNU KAYBEDENLER
Temiz ve net görünen bir aynanın karşısındaydım. Boğazımda inci kolye, beyaz tenimde harika görünüyor; beni gülümsetiyordu. Aynaya bakarken arkamda karanlık bir gölge görüyordum, o gölgeye baktığımda kalbimi bir korku sarıyordu. Gözlerim doluyor ve etrafı bulanık görmeye başlıyordum. Elim istemsizce ince kolyeye gidiyordu ve nefretle bürünmüş gözlerim, arkamdaki gölgeye bakarken o kolyeyi hınçla koparıyordum. Koparırken bıraktığı gürültü kulaklarımı sağır ediyordu. Artık, kararmış ve yüzünde lekeler olan aynanın karşısındaydım. Gözlerim çoktan kopmuş olan boynumdaki kolyenin yokluğunu seyrediyordu. Bakışlarım dalgındı, okyanusta değil gökyüzünde boğuluyor gibiydim. Bedenimin yanında sarkmış sadece parmaklarımın arasında inci kolyenin ipini tutuyordum. Kolyenin zeminde dağılan gürültüsünden başka bir şey duyamıyordum, sadece karşımda yıkılmış bir görüntüyle kalıyordum. İşte hayat buydu. Eliniz duygularınızı ifade ederdi. Dağılan boncuklar doğduğunuz an, aileniz, çevrenize aldığınız insanlar, hayatın zorlukları, anılar ve ölüm olurdu. İpe dizilen bir hayat yoktu ama her şeyi ipe diziyormuş gibi yaşardık. Koparılan bağlarımız o ip olurdu. Bizi bir arada tutabilen bir şeyi, duygularımızla söker atardık ve bir daha o boncukların tamamı bir araya gelemezdi. Her şeyi unuturduk, her şeyi yaşar ve geriye kalanları arkamızda durmuş olan gölgemizin karanlığına bırakırdık. Hayat böyleydi. Yaşarken ölürdük ve birimizin ölümü, başkasının kaderini belirlerdi. Karşımda devrilen adamın son nefesini bırakışını ve sarsılan bedenin birden hareketsiz kalmasını seyretmekten başka bir şey yapamadım. Tezgahın üstüne yorgunca düşmüş ellerim titremeye başlamıştı. Korkuyla önüme bakarken zihnimin bulanıklaştığını ve düzgün düşünemediğimi fark ediyordum. Kalbim göğsümde gümbürdüyordu ve bir vicdanın sesi haline geliyordu. Kadınların attığı korku dolu çığlıklar, kuru gürültülerin arasına karışırken etrafı bir uğultu sardı; belki de kulaklarımı saran vicdanımın uğultuydu ve ben her şeyi, perdenin arkasından seyretmeye başlamıştım. ‘’Toprak,’’ dedi zihnimdeki ses. Endişeye bulanmış sesi, beni gerçekliğe sürüklerken ne zaman dolduğunu anlayamadığım gözlerimi ona çevirdim. Dudaklarımdan titrek bir nefes döküldü, ‘’Efendim…’’ dedim mırıldanarak içimden. Kirpiklerimi kırpıştırdığımda yanağıma devrilen sıcak gözyaşı tenimde kaydı ve geçtiği yerlere kuru izler bıraktı. ‘’Kendine gel.’’ Sesi, arka planda çalan melodi gibiydi; oradaydı ama onu dinlemiyordum. Düşüncelerim akın ederken Krasa’yı içeriye taşıyan yabancı adamların yüzlerindeki alışkanlık haline gelen korkuyu seyrediyordum. Krasa birden ölmüştü, gözlerimizin önünde ve kimsenin elinden bir şey gelmemişti. Ben dahil. ‘’Hayatımda hiç bu kadar çaresiz hissetmedim, İblis.’’ Fısıldayışım koridorlarımda dolandı, kalbimin etrafına buz sarkıtları dikerek oraları dondurdu. Elimin tersiyle yanağıma devrilen gözyaşını sildim ve eğilmiş çenemi dikleştirdim. Yanan gözlerimle çevreme kısaca göz attığımda bazı kadınların elini ağzına kapatmış öylece boşluğu seyredişini, erkeklerin olayı analiz etme çabasını ve arka planda çalan melodinin sakin tınısını dinledim. Endişeye bulanmış sesler, korku dolu suratları gözler önüne seriyordu. ‘’Asir’le konuştum ben az önce! Krasa onun hakkında saçmalamış olabilir, iftira atmış olabilir ama bu kadarı fazla değil mi?’’ dedim aniden, kafamı İblis’in dumanlı elbisesine çevirerek. Kaşlarımı üzüntüyle çatarak ondan cevap bekliyordum. Kömür karası gözlerini kaçırdı ve derin bir nefes verdi. ‘’Ödemeyi gösterişli yapmış oldu.’’ Sadece bunu, donuk bir ifadeyle söylemesi ona şaşkınlıkla bakmamı sağlarken bana tek omzunu silkerek karşılık verdi. ‘’Ölümden kaçamazsın, Toprak. Asir gibi bir canavarın suratını bile bilmeden boşboğazlık yaparsan olacağı bu.’’ Kalbim söyledikleriyle dumura uğradı, belki de dumura uğrayan zihnimdi çünkü öylece kalakaldım. İblis’in farklı düşündüğünü biliyordum, benden daha duygusuzdu; olaylara bakış açısı her zaman benden daha derindi, o yüzden duygulara yer vermesine olanak yoktu. Yine de, Krasa’yı sevmesem de, onun ölümüne bu tepkiyi vermesini kaldıramamıştım. ‘’Aynısınız,’’ dedim dişlerimin arasından, İblis’e bakarak. Sırtını arkasına yasladı ve usulca kırptığı kirpiklerinin arasından bana donuk bir bakış yolladı. Tek kaşını kaldırıp indirirken sessiz kalıp devam etmemi bekledi. ‘’Asir’le, aynısınız İblis.’’ Kadehi elinde gevşekçe döndürüşü, beraberinde uğursuz kıkırtısını duymamı sağladı. Kafasını eğip kadehin içini seyrederken dudaklarından buhar kadar kısa bir nefes bıraktı. Durgun sesle, ‘’Hayır kızım,’’ dedi. ‘’Aynı değiliz, benzer düşünüyoruz. Bunun için şanslısın.’’ Pervasızca dökülen kelimeleri savuruşu öfkemi arttırırken ellerimi saçlarımdan geçirerek alt dudağımı gergince yaladım. İçimde ağlama isteği baş gösteriyordu, ilk defa karşımda ölen birini görüyordum. Dakikalar öncesinde parıltılı gözlerle beni küçümsemiş adamın, yüzündeki müşterilerine karşı saygılı olmaya çalışan tebessümünün son bulması yüzüme ağırından bir tokat geçirdi. Tezgahın üstündeki ellerimi usulca kendime doğru çekerek durgun bir halde, arkamda bıraktığım gürültülere kulak asmadan geri döndüm ve dış kapıya doğru ilerlemeye başladım. Bundan sonra ne yapacağımı bilmiyordum, bu yerden kurtulabilecek miydim? Sağ çıkabilecek miydim? Asir varken, özellikle elinde silahı olan Asir varken buradan sağ çıkmam imkansızdı. Bilge bana ne söyleyebilirdi? Ya o da, Huysuz gibi buradan çıkmamın imkansızlığından bahsederse? O zaman ne yapacaktım? Başıma örülen örgünün haddi hesabı yoktu, her yumağın arasına farklı bir belanın emeği sıkışıyordu. Belalardan kurtulabilirdim ama bu beladan, İblis kafamda olsa bile, kolay kurtulamayacağımı hissediyordum. Kurtulduğumda ya sakat kalacak ya da ölecektim. Yarım kapının kenarından tutup kendime çektiğimde siyah kabanımın arka kısmı dalgalandı. Akşamın karanlığı caddeye tamamen çöreklenmişti. Hafif esen meltem yüzümü yalayıp geçti ve havada bahar kadar güzel misk, anılarımı zihnimin karanlık köşelerinden getiren kokular burnuma misafir oldu. Sakura çiçeklerini andıran ağaçlardan dökülen yapraklar kokuyor olmalıydı. Kafamı yukarı kaldırarak ıslanmış gözlerimi kapattım ve başımı usulca arkaya doğru attım. Ilık meltemin yüzüme doğru esip saçlarımın arasına karışmasını hissettim ve meltem, siyah saçlarımı dalgalandırdı. Üşümüyordum ama hava soğuktu. İblis bir köşeden beni seyrederken kadehinden yudumlar alıyordu. ‘’Ne yapacağız?’’ dedim gözlerimi hafiften aralayarak, renkli gözlerimle buluşan Kanlı Ay’ın ihtişamlı parıldayışıyla bakıştım. Kızıl hare, devden farksız şekilde karanlık semaya asılı kalırken güneş sağ tarafta sönmüş cesede benziyordu. Karanlık ceset, hala havada asılıydı ve gün doğar doğmaz ayın enerjisini çekeceğini ve her şeyden daha parlak görüneceğini biliyordum. Güzel bir görüntüydü, her şeye rağmen. Havadaki koku, kalbimin ritmini yavaşlatırken sol tarafıma doğru göz attım. Huysuz’ların dükkanın kapısı kapanmıştı, dışarıya kapalı tabelası asılmıştı ama kapının her halükarda kilitli olmadığını biliyordum. Gece hırsız girmiş olsa, her şeyi çalmış olsa ne yaparlardı acaba? İblis, ‘’Ne yapacağız?’’ dedi dudaklarını birbirine bastırarak. Hiçbir şeyden etkilenmemiş sesini kavrayışım, damarlarıma sızan öfkenin esintisini hissettiriyordu. Ters ters ona baktım, irkilmeden bana bakmaya devam etti. Bazen onun kadar duygusuz olmayı diliyordum, o zaman her şeyle baş etmem daha kolay olurdu. Derinlerimden bir ses, çok ince bir ses, o zaman insan olmazdın diye fısıldadı. Kuyruğunu kaybeden olurdum. Kuyruğunu kaybetmiş bir hayvan olsam da her şeyle baş etmem kolay olurdu. İfadesiz durmak istiyordum, ölümlerden etkilenmemek istiyordum. Yaşamdan zevk almak, hür olmak istiyordum. ‘’Benimle konuşmayacak mısın şimdi de?’’ dedi İblis, ağzında bir şey çiğniyormuş gibi dilini içeride oynatarak. Dalga geçip geçmediğini kavrayamadım, tek kaşını kaldırmış bana ifadesiz suratıyla bakarken o hareketi yapmaya devam ediyordu. Benden cevap alamayınca kafasını salladı ve ağzındaki hareketi sonlandırıp bakışlarını altın işlemeli kadehine doğru indirdi. ‘’İyi,’’ dedi kadehinden yudum almadan önce. Sırtını tahtına yaslayıp diğer kolunun dirseğini tahtına dayadı ve elini şakağına doğru götürüp parmağının sırtıyla oraya bastırdı. Kafası hafif eğik duruyordu ve gözlerinde sarsılmayan korkusuzluğun, duygusuzluğun emareleriyle bana bakıyordu. Boş verip, ‘’Bilge’ye gitmeliyiz,’’ dedim, durgun bakışlarımı ondan çekerek. Zemine dökülen yapraklar Kanlı Ay’ın ışığı altında parlıyor, güzel bir şölen oluşturuyordu. Onlara bakarak ilerlemeye başladım ve caddede fark etmeden dolanarak ara sokağın başına geldim. Ara sokaktan içeriye doğru baktığımda ışıkları yanan binaları gördüm. Evlerden yükselen sesler hoş muhabbet seslerine benziyordu. Kimsenin Krasa’nın ölümünden haberi yoktu, Asir’in buralarda dolandığından haberi yoktu. Herkes ailesiyle normal bir gece yaşıyordu. Ara sokakta ilerleyerek pazar yerine geldiğimde binaların yüzlerinden sarkarak diğer binaların yüzlerine asılmış lambaların rengarenk görüntüsünü gördüm. Işıklar yanmış, pazar tezgahları boşalmıştı. İnsanlar artık seyrekleşmeye başlamışlardı, herkes evine doğru gidiyordu. Caddede gördüğüm yaşlı teyzenin elinde tuttuğu poşetler, kamburunu daha fazla ortaya çıkarıyordu. Ağır ağır nefesler alarak ilerlemeye devam eden teyzeyi seyrederek yanından geçtim. Onun gerisinde, sol tarafta yokuşu tırmanan ve bana doğru gelmekte olan bir genç ellerini cebine sokmuş, bakışlarını zemine mühürlemişti. Dalgın görünüyordu. Naenia’nın bu kadar olduğunu sanmıyordum. Nereye gideceğimi bile bilmiyordum? Hartas kitabını alsaydım, işler daha kolay olurdu. ‘’Geriye doğru gidiyorsun,’’ dedi İblis düşüncelerimin arasına karışarak. ‘’Başladığımız ormanın yönünde ilerlemen bir şeyi değiştirmez, aksine her şeye baştan başlarız.’’ Ellerimi siyah kabanımın ceplerine sokarak ilerlemeye başladım. ‘’Yol mu biliyorum, İblis?’’ dedim aksi sesimle. Aslında sesimin sert çıkmasını engelleyememiştim, yoksa ona nadiren bu şekilde davranırdım. Bana keskin bir bakış atarak dudaklarından sakinleşmek istercesine birkaç nefes döktü. Elini avcunu gösterir şekilde ters tutup kaldırıp indirirken, bana bir şeyler anlatmak ister gibiydi. ‘’Ben de onu diyorum,’’ dedi bastırdığı sesiyle. ‘’Ezrial’ın gösterdiği harita kitabını seyrederken yerleri ezberledim, hatırlıyorum. Pazar yerinden çıkmadan önce, başlangıçtan sol tarafa dönüp ilerleyeceksin. Dümdüz ilerlersen başladığımız noktaya yürümüş olursun.’’ Altın işlemeli kadehine ve onun suratına bakarken aniden durdum. Kabanımın etekleri hızımdan dolayı bacaklarımın arkasına yumuşakça çarptı. Bana bakarken kaşlarının uçlarını havaya doğru kaldırmıştı, dudaklarını büzerek yanaklarının iç kısmında dolandırdığı şarabıyla oynuyordu. Yutkunduğunda adem elmasının kayık gibi aşağı inip yukarı tırmandığını gördüm. ‘’Ne?’’ dedi kaba sesiyle. ‘’İlerlesene.’’ ‘’Geri dönüp Hartas kitabını almayı deneyeyim mi?’’ Sorum karşısında gözlerini kısarak düşünmeye başladı, ardından çok geçmeden kafasını iki yana salladı. ‘’Gerek yok,’’ dedi. ‘’Diğer kitabı göremedik ama yaşamanın en eğlenceli kısmı bu değil midir? Yaşarken öğreniriz ve sen, Naenia’yı merak ediyordun.’’ Kirpiklerini kırpıştırarak ellerini iki yana açtı ve alayla fısıldadı. ‘’Al sana fırsat, Toprak.’’ Dudağımın kenarı samimiyetsiz gerilerek kıvrıldı ve dudaklarımın arasından dökülen buhar havaya karışıp kayboldu. Gözlerimi ondan çekerek etrafı seyrederken suratım alaylı bir ifade taşıyordu. ‘’Buradan gitmek istediğini sanıyordum?’’ dedim dışımdan konuşurken, istemsizce yapıyordum çünkü düşüncelerim bana ağır gelmeye başlıyordu. Yolda yürüyen bir kadının şaşkın bakışlarının esiri olmuştum. İblis kadına baktıktan sonra bana bakarken kızmış görünmüyordu. ‘’Burada da deli görünmeye devam et.’’ dedi kafasını sallayarak. Her zaman bunu yapardım, bazen içimden konuşurken savunma duvarlarımı o kadar yükseltiyordum ki etrafa sessizliğimin yankısı yayılıyordu. Yetimhanede akranlarım tarafından dışlanmamın sebebi de buydu, kendimi ifade edemediğimi sanırlardı ama ben, o zamanlarda zihnimdeki bana en yakın olan kişiyle konuşuyor olurdum. Bilmezlerdi. Sadece etrafıma ördüğüm kalın, yüksek duvarlarımı görürlerdi ve zihnime zorla girmeye çalışırlardı. İblis düşüncelerimin arasına karıştı, kalın sesi odada yankılanırken bana yüzündeki eğlenen ifadeyle bakıyordu. ‘’İstiyorum, Toprak. Yine de gidene kadar oturup ağlamak yerine eğlenmeye bakalım.’’ O havada kalmış sorumu yanıtlarken ben, yüzündeki ifadede takılı kaldım. Başımı iki yana sallayarak ilerlemeye devam ederken, topuklarımdan yükselen tok sesler kulaklarıma taşındı. Yokuş aşağı indiğimi geriye doğru bükülen bacaklarımdan kavradım. Yokuş fazla belli olmuyordu, göremiyor sadece yürürken fark ediyordunuz. Işıklar gri zemini aydınlatırken beyaz yüzümü aydınlatıyordu, çevremde yokuş yukarı tırmanan insanların suratlarına çarpıyor ve renkli saçlarını, renkli gözlerini aydınlatıyordu. Aydınlatmasın isterdim, herkes karanlıkta güzeldi. Aydınlık olduğunda, insanların suratlarına mesken edinmiş o yorgunluğu, tükenmişliği görüyordum. Bana olan bakışlarını görüyordum, onlardan kaçmak isterken ışıklar hiç bana yardımcı olmuyordu. Fakat burada rahattım, insanlar hep kendileriyle ilgileniyor gibi görünüyordu. Başlarını aşağı eğiyorlar, çevreye bakınmadan sadece ezberledikleri yolda yürümeye devam ediyorlardı. Buradaki insanlar tuhaflığa alışmışlardı. Ben burada tuhaf değildim. Zihnimden, ‘’Ouroboros geri dönmüş müdür sence?’’ dedim dalgın bakışlarımı İblis’e çevirerek. Tahtında bedenini yan çevirdi ve uzun bacaklarını tahtının diğer tarafından sarkıtırken elindeki kadehi kucağına doğru bıraktı. Hala parmakları altın işlemeli kadehinin ince belini kavramış dururken, gölgeli gözlerini bana çevirmiyor karşısındaki gri duvarın üstüne dikiyordu. ‘’Olabilir, toz oldu. Büyüyle çalışan bir kart olduğunu düşünürsek sahibine geri dönmüştür.’’ Kurumuş alt dudağımı yaladım ve ilerlemeye devam ederken renkli gözlerimi gri zemine diktim. ‘’Hani, kartın üstünde yaşarlardı? Kart onların yuvaları değil miydi, İblis?’’ İblis dudaklarının kenarlarını aşağı sarkıttı ve kaşlarını aynı anda yukarı kaldırdı. ‘’Ne bileyim,’’ dedi tek omzunu silkip. ‘’Asir’in canavar olduğunu düşünürdüm, büyücü değil.’’ Kaşlarımı istemsizce çatarak ceplerimde kalarak ısınmış parmaklarımı büktüm, ‘’Belki de bu yüzden canavar diyorlardır.’’ dedim mırıldanarak. Kafasını sallayıp sessizliğini korudu. ‘’Hala elinde olup olmadığını görmek isterdim,’’ dedim mırıldanarak, kafamı aşağı eğmiş çevreme bakmazken. İblis kaşlarını çatarak bana baktı, ‘’Bilip ne yapacaksın?’’ dediğinde tek omzumu dalgınca silktim. Sanki ağır bir yükü taşıyormuşum gibi tekrar aşağı indi. ‘’Bilmek iyidir, İblis. Bilirsek, belki bir gün o karttan kurtulabiliriz de.’’ Dumanları havaya karışarak yok olan kafasını iki yana salladı ve dumanların bir anlığına hızını arttırdı. ‘’Bir gün diye bir şey olmayacak. Buradan çıkacağız.’’ Kendinden emin duruşu, bir an olsun sarsılmayan sesinin tonunun temelini atıyordu. Kafasını benden tarafa çevirmemişti, elinde tuttuğu kadehi dudaklarına götürürken kömür karası gözleri kısıldı. Kaşlarımı kaldırıp indirirken, ‘’Çıkabileceğimizi düşünüyorsun yani?’’ dedim alay ederek. Kuzguni gözünün tekini aniden bana çevirdiğinde gergin şekilde yutkunmadan edemedim. Kalbimin seyrini değiştirmişti. ‘’Biraz daha yanlış yola ilerlemeye devam edersen çıkamayız tabii ki.’’ dedi, sivri dilini yontarak. Gri zeminden kaldırdığım bakışlarımı çevreme yönelttim, pazarın girişine gelmiştim ve biraz daha girişten ileriye doğru ilerliyordum. Farkında değildim. ‘’Geri dön, sola.’’ dedi İblis, tekrar önüne dönüp gri duvarı seyrederken. Kirpikleri aşağı doğru düştü ve onların arasından kemanın ahşap gövdesine dalgın vaziyette baktı. Ellerimi cebimden çekmeyerek yanan yanaklarıma aldırmayarak geriye doğru döndüm ve sol tarafa yürümeye başladım. Sol tarafın sağında binaların yan cephesi dururken diğer taraf boşluktan ibaretti. İlerlerken farklı bir ormana girmiş hissini kucaklıyordum. Ormanın başlangıç noktası, tehlikeli görünmüyordu. Sanki parkta yürüyormuş hissi veriyordu; günün başında yorgunluktan burayı fark edememiştim. Ağaçların arasından esen rüzgar, havadaki temiz kokuyu ciğerlerime doldururken burnumdan sert nefes çekmeme engel olamadım. ‘’Buradan çıkamasak da seni kolay öldürtmeyeceğim, kızım.’’ Aniden ona doğru çevrilen gözlerim şaşkınlığı içinde barındırıyordu. Gözleri kemanının üstünde duruyordu, dalgın görünüyordu. Sesine bulaşmış güveni tadarak dudağımın kenarını ona belli etmeden yukarı kıvırdım. ‘’Seni ancak ben öldürebilirim,’’ dedi sahte sırıtışla, yandan yandan bana bakarken. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, ‘’Çok korktum,’’ dedim alayla. Gözlerimi kısmış dudaklarımda büyüyen gülümsemeye engel olamamıştım. Dumanları etrafa uçuşurken kafasını yana doğru iyice eğdi ve kıstığı gözleriyle bedenimi baştan aşağı seyrettikten sonra gülmeden edemedi. ‘’Bana gerek duymamandan korkmaya başladım. Zayıflığına bakılırsa rüzgâr esse uçacak gibisin, Toprak.’’ Ona dilimi çıkardım ve muzip bir tavırla gözlerimi devirdim. Tepkime karşılık kısa ama kısık şekilde güldü ve tekrar başını sallayarak duvara doğru döndü. Elinde tuttuğu kadehi kaşlarını havaya kaldırarak dudaklarına götürürken, ‘’Çocuk gibisin,’’ diye fısıldadı. Sözleri zihnimde büyürken aniden durdum, ‘’Bana mı dedin?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. Ciddiyete bürünmüş sesime tekrar güldü, ‘’Hele şuna hele,’’ dedi tek gözünü kısarak, dudaklarına sardığı tebessümüyle bana yandan bir bakış atarak. ‘’Aman çok korktum! Elim ayağım titriyor, bak!’’ Dumanlarını bilerek etrafa savurmaya başladığında dudaklarımı birbirine bastırıp sonra derin bir nefes verdim ve ona aldırmadan ilerlemeye başladım. Yavaşça alaycılığından sıyrılarak donuk ifadeye bürünen suratını seyrederken, bakışlarım gecenin karanlığında koyu renge bürünmüş toprağa mühürlü halde ilerlemeye başladım. Toprağın üstündeki yeşil çimenlere basarken yumuşak bir his ayak tabanımdan yukarı tırmanıyordu, sonra toprağın sert kısmıyla buluşurken botlarımın altında tıkırdayan kalıntıları dinliyordum. Sessizlik içerisinde ilerlemeye başladım. Yorgunluğum her adımımda artıyor gibiydi ve nereye gittiğimi bile bilmiyordum. Ormanın topraklı zeminlerine saplanmış ağacın kökleri devasaydı, her ağaç öyleydi. Bir insanın karşısında karınca kadar görüneceğini düşünüyordum. Başlangıçtaki ağaçlar normal görünse de, buradaki ağaçların bu kadar büyük görünmesi korkumu tetiklerken etrafıma bakmadan edemedim. İblis çevresine bakındı, ‘’Büyük ağaçları gördüysek doğru yoldayız demektir. Yine de Kızıl Diyar’ın bu kadar yakın olacağını sanmıyorum. Nereden baksan bir buçuk saatlik yolumuz vardır, Toprak.’’ dedi mekanik ve duygusuz sesiyle. ‘’Yorulacaksın,’’ dedi beni baştan aşağı acımadan süzerken. ‘’Dinlenmek istersen ağaçların gövdesi seni hem görünmez kılacak hem koruyacaktır.’’ ‘’Hayır, ilerlesem daha iyi olur.’’ ‘’Tamam, sen nasıl istersen.’’ Siyah saçlarımın arasına karışarak onları geriye doğru savuran rüzgarın sert bedeni, ağaçların kalın ve büyük görünen gövdelerine çarpıp hızının seyrini azaltıyordu. Bilinmeyen bir sebepten ötürü, bu ağaçların arasında ilerlerken hem güvende hem rahatlamış hissediyordum. Bir saat boyunca sessizlik içerisinde ilerledik ve ikimiz de konuşmadık. Kanlı Ay ağaçların dalları arasından görkemli şekilde parlayarak etrafa ışığını yayıyordu. Çarşaftan farksız duran karanlık gökyüzünün diğer kısmında asılı durmuş, enerjisini kaybetmiş görünen güneşin cesediyle bakıştım. Ardından boynum ağrıdığından ve önümü düzgün görebilmek için kafamı aşağı eğdim ve önüme bakarak ilerlemeye başladım. Yorgun hissetmiyordum, aksine canlanmış hissediyordum ve bu duyguyu bu kadar net hissetmek işkillenmeme neden oluyordu. Ben bir insandım, bir saattir aralıksız ilerliyordum ve büyük ağaçları geçebilmiş değildim. ‘’İblis, daire mi çiziyoruz?’’ dediğimde çevresine gelişigüzel bakındı. ‘’Hayır, Sessiz Orman’dayız sanırım.’’ dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Umarsızca bir bakış atıp elini rastgele salladı. ‘’Ertha Kitabı’nda yazıyordu.’’ diyerek devam etti; anılar defterimi karıştırmaya başladım. Sessiz orman, görünenin aksine sessiz olmayan bir ormandı. Bej rengindeki kalın sayfaların üstünde siyah fontla anlatılan ormanın detaylarını tekrar okuyormuş gibiydim. ‘’Sesaz Orama suqras tera murane wie kiran’s kıwasa. (Sessiz orman bilinçaltınızla sizi baş başa bırakır.)’’ Siyah saçlarım esen rüzgar yüzünden yana doğru devrilip gözlerimin önünü örttü. Parmağımın ucuyla onları geriye çekerek arkamda savrulmasına neden oldum. İblis’e bakarken, ‘’Neden Ezrial bize söylemedi?’’ dediğimde tek omzunu silkti. ‘’Belki birinci kitapta kalmıştır. Unutmuş olabilir, insanların hafızaları zayıftır.’’ dedi sonlara doğru küfredercesine, kaba sesiyle. Kabalığına aldırmayarak ilerledim. ‘’Bilinçaltında sapık düşünceler yok değil mi? Fısıltılar başlarsa psikolojimizi mahvetme.’’ dedi alayla, ima dolu sesiyle. Şaşkınlıkla aralanan gözlerimi fark ettirmeyerek tekrar eski haline getirirken, ‘’Ne?’’ dedim tizleşen sesimle. ‘’Ben sen miyim?’’ Yükselerek çıkan sesime güldü, ‘’Bu kadar tepki gösteriyorsan korkmalıyım, sanırım?’’ dedi. Gözlerimi devirdim, ‘’Yok öyle bir şey. Benim bilinçaltım en az bedenim kadar masum, İblis.’’ İblis kadehini dudaklarına götürürken gizli gizli gülümsüyordu, gözlerini usulca kapatıp aralarken de bakışlarındaki alayı bana göstermekten çekinmedi. ‘’Tabii tabii, bir şey demedik.’’ dedi kadehinden yudumlamadan önce, fısıltıyla. ‘’Zaten sadece birkaç dakikalık alan.’’ Kafamı iki yana sallayarak önüme döndüm. Kabanımın üstümde olması işe yaramıştı, rüzgar sertçe esmeye başlarken ağaçların kalın gövdeleri onların hızını düşürse de yine de açıkta kalan suratımı ısırıyorlardı. Soğuktan hoşlanmasam da yağmuru severdim. Kar seven bir insan olmamıştım. Sessizlik içerisinde toprağı döve döve ilerledim. Aniden zihnimde pusu kurmuş kızıl gözler, koyu renkteki toprağın üstünde belirdiğinde nefesim soluk borumda tıkandı. Adımlarım bataklığa saplanmadan önce aniden durmuş gibi kesilirken toprağın cansız bedenine şaşkın gözlerle baktım. Kalbimin göğsüme usulca darbeler atmasını hisseden İblis’im ters ters bana baktı. ‘’Hayırdır?’’ dedi asabiyetle. ‘’Bir şey mi gördün?’’ Göğsüme ağır gelen nefesimi titrekçe dışarı verirken etrafa ürkekçe bakındım. Kalın ağaçların gövdesiyle göz göze geliyordum, etrafı saran yaprakların hışırtıları kulaklarıma doluyordu. Kuş cıvıltıları yoktu, canlıların hepsi yuvasına dönmüş gibi her taraf sessizlik içerisindeydi. Etrafa korku dolu gözlerle bakınırken içimde büyüyen uğursuz hissi söküp atamıyordum. ‘’Toprak?’’ dedi İblis, uyarı dolu sesiyle. Alttan alttan bana baktığını hissediyordum ama şu an onu umursayamıyordum. Kızıl gözler uğursuz gülümsemesiyle kısılırken zihnimdeki o canavarın sivri dişleri kalbimin derisine batmış gibi hissettim. Nefesim aniden daralarak etrafıma bakarken İblis tahtında dönerek, ayaklarını ön tarafa bastırmıştı. Dirseklerini bacaklarının üstüne yaslamış, kafasını yana doğru eğip sorgu dolu kıstığı gözleriyle bana bakıyordu. Nefesim göğsüme ağır gelmeye başlıyordu, beynimin sarsılışını ve kulaklarımın uğuldadığını hissederek etrafımda döndüm. Ağır nefeslerim, usulca kırptığım kirpiklerimle senkronizeydi. Ağaçlar çevremde dönüyor gibiydi, toprak ayağımın altından kayıyordu sanki. ‘’Hemen başladı mı lan?’’ dedi İblis kaşlarını çatarak, iyiden iyiye sertleşen sesiyle. Onun sesi bile koridorlarımda gezinirken uyuşuk yankılanıyor ve beni gerçekliğe sürükleyemiyordu. Her şeyi buğulu görünen camın arkasından seyrediyor misali hissederken, o sıcaklığın arasında bunalmış bedenimin etten külçeye dönüştüğünü seziyordum. Kızıl gözler zihnimde canlanarak parladı ve uğursuz yükselen kalın, duygusuz ses zihnimin derinlerindeki kafesten yükseldi. ‘’Le’a morta,’’ dedi düşüncelerimin arasına karışarak. Elimi sıkışan kalbime doğru götürüp parmaklarımı derime gömdüm, tırnaklarım etime baskı kurdu. ‘’Seni bekliyorum.’’ Ses yukarı giderek tırmandığında sırtım tüm yükleri birden üstüme vermişler gibi aniden büküldü. ‘’Çoktan yazılmış kaderi kimse silemez…’’ Sessiz harfler tıpkı yılanın tıslamasına benzer yükselirken diğer harfler, o sessizlikte çınlıyor gibiydi. ‘’İblis,’’ dedim zoraki, ‘’Nefes alamıyorum.’’ Dehşetle aralanan kömür karası gözleriyle bana baktı. ‘’Ne demek?’’ dedi birden, afallamış sesiyle. ‘’Bu ormanın sadece bir şeyler anımsatması lazımdı, bu kadar etki fazla!’’ dedi sonra dayanamayıp ayaklanırken. Şakaklarımda biriken terin boncuk boncuk hale büründüğünü hissediyordum. Buğulanan gözlerimle etrafımı seyrederken her şey bulanık görünüyordu sanki. ‘’Asir…’’ dedim dehşetle fısıldayarak, her kelimemde nefesim soluk borumda tıkanıyor ve canımı yakıyordu. Kalbime çöreklenen ağrıyı, damarlarımda hissettim. Sanki damarlarım sıkışmış ve bir iğnenin ucu kalbimin derisine batmaya başlamıştı. Elimi ağrıyan tarafa götürüp yüzümü acıyla buruşturdum, dudaklarımın arasından iniltiye benzer ses döküldü. İblis gerilen suratıyla bana baktı, endişeyle büyüyen gözbebeklerine kıstığım gözlerimle baktım. Kabanımın altından bile hissettiren ter damlasının omurgamdan aşağı tüy hafifliğinde kaydığını hissediyordum. ‘’Kabuslar,’’ dedi İblis aklına gelmiş gibi fısıldayarak. ‘’Kabuslarını mı hatırlatıyor?’’ Kalbime batan sancıyla boğazıma tırmanan iniltiyi serbest bıraktım, gözlerimi sımsıkı kapatıp kafamı sallamakla yetindim. ‘’Yürü, buradan çık.’’ dedi İblis, sesini bana duyurmaya çalışarak. Havuzda yüzüyormuşum da bana sesini duyurmaya çalışıyor gibiydi. İblis yüzeydeydi, uğuldayan kulaklarımın arasında onun sesini ve bana söylediği cümleleri ayırt etmeye çalışıyordum. Kalbime batan sancılı ağrıyla gözlerimi sımsıkı kapattım ve titrek bir nefes vermek zorunda kaldım. Nefes verdikçe, damarlarım sıkışıyormuş etkisi bırakıyordu. İğne damarlarıma baskı kurmayı bırakıp damarlarımın içine kaymaya başladı sanki. Elimi sol tarafıma götürüp iyice bastırırken adımlarımı ileriye taşımak adına hareket etmeye zorladım. Kızıl gözler eğlenen ifadeyle zihnimin kenarında belirirken dişlerimi birbirine bastırdım. Sivri dişleri, karanlık dehlizlerimde bir ay parçası kadar net ve aydınlık göründü. Kamburum çıkmış halde iki büklüm olmuş vaziyette hareket ederken soluklarım usulca ve titrekçe dudaklarımdan dökülüyordu. Nefes almaya bile korkar olmuştum, çünkü her nefes alışımda kalbime bir şeylerin sivri ucu batıyordu. İblis, ‘’Az kaldı,’’ dedi bir bana bir ileriye bakarken. Gittiğim yolu bile doğru düzgün farkında değildim, acı çekerken iki büklüm olmuş vaziyette ilerlemek zordu. Kabanımın bile bedenime ağır geldiğini düşündüm. İblis’in telaşı etrafı sarıyordu, benim için endişelenen yüz kasları gerilmiş ve çene hattı kasıldığı için yanaklarında çukurlar oluşmuştu. Sımsıkı kapattığım gözlerimi araladığımda her taraf bulanıklaşmıştı. Kıpkırmızıya dönmüş suratımla dudaklarımı acıyla gererek ilerlemeye devam ettim. ‘’İblis,’’ dedim zoraki, dişlerimin arasından. ‘’Sessiz Orman’ın bir şeyler hatırlatması gerek, acı çektirmesi değil, öyle değil mi?’’ Kafasını telaşla salladı ve kuzguni gözlerini üstüme dikerek beni baştan aşağı süzdükten sonra renkli gözlerime baktı. ‘’Kalp krizi geçiriyor olmayasın? Ölüyor musun lan?’’ dedi boğuklaşan sesiyle. Durduğumu daha yeni idrak ediyordum, başım toprağa eğik dururken kısılan gözlerimin arasından zoraki koyulaşmış toprağın ifadesiz suratını izliyordum. Elimi sol tarafıma giderek bastırdım, kabanımın altından bile hissettiğim yumuşak derim avuçlarımın içinde yoklayıp duran kalbimin atışlarıyla doldu. ‘’Ölmüyor da değilim,’’ dedim acı dolu sesimle, yüzümün giderek kızardığını hissediyordum çünkü ateşler içinde yanıyordum. İblis kirpiklerini kırpıştırdı, ‘’Toprak, durmanın zamanı değil. İlerle.’’ dedi sert çıkan sesiyle. ‘’Birkaç adım atacaksın ve bitecek, hadi.’’ Başımda dikilen koç edasıyla garip bir motivasyon vermeye çalışan İblis’e dermanım tükenmiş gibi baktım ve ayaklarımı kıpırdattım. Ellerini yumruk yaparak maç seyreden fanatikler gibi bana heyecanla bakıyordu. Ayaklarıma zar zor emir verip kendimi ileri attım ve boğazımı daraltan havanın genişlediğini hissettim. Kalbimdeki ağrı patlamış da damarlarıma karışmış misali rahatladığımda her tarafım uyuşmuş gibiydi. Kendimi sırt üstü yere attım, topraktan yükselen soğuk hava kabanımın üstünden bile kendisini hissetmeme neden oldu. Kot pantolonumun arasından sızan hava, beni kendime getiriyordu. Bacaklarımı uzatarak ellerimi karnımın üstüne koydum ve zoraki ayrılan renkli gözlerimi, ağaçların yüksek dallarının arasından yarım yamalak görünen Kanlı Ay’ın kızıl rengine diktim. Sık nefeslerim karnımı şişirip indiriyordu, ciğerlerime baskı kuran havanın ciğerlerime de battığını acı dolu şekilde algılıyordum. İblis kafasını geriye doğru yatırarak rahatça nefes verdi ve geriye doğru dönüp tahtına ilerledi. ‘’Korkuttun beni, geri zekalı.’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Acını hissettim, Toprak. Ölecek gibiydin.’’ Soğuk saç derilerime kadar nüfuz ederken sırtımdan akan terin aktığı yolu bile hala hisseder vaziyetteydim. Karnımdaki elimi yukarı tırmandırarak hala hızlı ritimde atan kalbimin üstüne koydum. Bakışlarım gecenin karanlığına mühürlüyken, ‘’Kabuslarımı uyanıkken görmeye başladım, İblis.’’ dedim fısıldayarak. İblis alt dudağını gergince yalayıp bıraktı, çatallı dili geriye doğru çekilirken bakışlarını benden kopardı ve başka yere dikti. ‘’Asir belasından buradan çıkar çıkmaz kurtulacağız, Toprak.’’ dedi kendinden emin sesiyle. Kömürden daha kara olan gözlerini üstüme dikerek çenesini dikleştirdi. ‘’Sana söz veriyorum.’’ Son duyduğum cümleyle rahatlamam gerekirken, ruhumu saran bunaltı dışarıya kesik kesik gülüşler atmama neden oldu. Maksat havayı dağıtmaktı, ‘’Tutamayacağın sözler vermekten hoşlanmazsın,’’ dedim ağzımın içinde mırıldanarak. Sözlerim ormanın derinlerine kadar uzandı sanki, bana duygusuz ifadeye bürünen gözleriyle bakmaya devam etti. Özgüvenli duruşunu sarsmadan, sesi bile titremeden pes etmeyerek, ‘’O yüzden söz veriyorum,’’ dedi İblis. Toprak saçlarıma bulaşırken, başımı iki yana salladım ve gülümsedim. ‘’Naenia’dan önce de görüyordum ama kim olduğunu bilmiyordum; sadece zihnimde canavar portresi vardı. Şimdi kim olduğunu biliyorum. Değişen bir şey olmayacağını da biliyorum.’’ Bakışlarımı ondan çekmeden, ‘’Tutamayacağın sözler vermekten hoşlanmazsın,’’ dedim tekrar, dalgın sesimle. Gecenin siyah çarşafı üstüme örtülmüş gibiydi, toprağın üstünde cansız bir beden misali uzanırken aklımda hiç tehlike çağrıştıran yaratıklardan ve bana saldırma ihtimallerinden yoktu. İblis’in gözlerinden bir anlığına derin, anlamlandıramadığım bir duygu gelip geçti. Kirpiklerini kırpıştırarak kadehine doğru indirirken, parmakları hırsa bürünmüş vaziyette kadehini kavrıyordu. ‘’Bilge’nin Huysuz’lardan farklı bir şey söyleyeceğini sanmıyorum,’’ dediğimde İblis, dudakları arasından, ‘’Ohoo,’’ dedi harfleri uzatarak. Kaşlarını çatmış, aniden bana doğru dönmüştü. ‘’Pes etmek ve pes ederken aklının ermediği şeyleri düşünmek; bunlar benim kızıma öğrettiğim bir şey değil.’’ Gerginlikten kasılan suratım, gevşeyerek dudaklarıma geniş bir gülümseme kondurdu. Kısılan gözlerimin arasından Kanlı Ay’ı bulanık görmeye başlarken kesik kesik güldüm. Karnımın üstündeki elim, gülüşümün etkisiyle hareket etti. İblis gülüşlerime delirmişim gibi seyrederken yüzünü buruşturmuştu. ‘’Komik sanki,’’ dedi çocuk gibi mırıldanarak. Kafasını sola doğru çevirmiş, yüzünü tamamen görmemi engellemişti. ‘’Sen ve senin şu kendine güvenin,’’ dedim fısıldayarak, gülüşlerimin arasından. Bana yandan yandan bakarken, çene hattını kasmıştı. Bense hala sırıtmakla meşguldüm. ‘’Doğru söyledin, pes etmek bana yakışmaz.’’ İblis burnundan soludu ama sesini çıkarmadı. Ters ters bakışlarını çevresini tarayarak kullanmakta seçti. ‘’Gitmelisin. Karanlık iyiden iyiye çöktü.’’ Sırtımı doğrultup son kez derin bir nefes verdim ve dudaklarımın arasından kaçan buharın soğuk havaya karışmasını seyrettim. Elimi toprağa koyup avuçlarıma batan kalıntıları yok sayarak ayağa kalkmaya çalıştım. Sırtımı tamamen dikleştirip ayağa kalktığımda ellerime bulanan toprakları tok seslerle birbirine çarparak silkeledim. Ellerimi tekrar kabanımın ceplerine koyarak ilerlemeye başladığımda, arkamda bıraktığım korkularımdan arındığımı seziyordum. Her şey geride kalmıştı, o Sessiz Orman’da kapalı kutular ardındaki karanlığa saklanmıştı ve oradan geçen her canlının diğer korkularıyla beraber feryat ederek hapis kalmıştı. ‘’Kızıl Diyar’a yaklaşık olarak yirmi dakika kaldı,’’ dedi İblis, ‘’Öyle tahmin ediyorum.’’ Etrafıma bakarak yürürken kalın ağaçların da arkamızda kaldığını fark ettim. Ağaçların gövdeleri normal boyutuna bürünüyordu ama her zamankinden daha sıklardı. Sanki vücutları değil, kökleri birbirine bağlanmıştı ve kopamayan ikizler gibi birbirlerine yapışık duruyorlardı. Ormanın zebanileri olan ağaçların arasındaki dar boşluklardan geçtim. Dallar hala yüksekteydi, o yüzden aralarından geçerken canım yanmıyordu. Yaprakların hışırtılarını ve cırcır böceklerinin seslerinin etrafı sarışını duydum. O böceklerin yazın ortaya çıkması gerekmiyor muydu? Mevsimler de birbirine karışmış olmalıydı ama bölge bölge karışmazdı, diye düşünüyordum. Sonra aklıma Buzlu Diyar ve onun karlar altında kalan şehirleri geldi. Nizamı bozan Asir’in neden kafesten ayrıldığını hala anlayamıyorduk. İblis onun öldürüldüğünden şüpheleniyordu, bense kafesten asla ayrılmayacağını düşünüyordum. Kalbim hala sık düzenlerde atıyordu ama az öncekinden iyi hissediyordum. Yüzümü kaplayan ateşin söndüğünü seziyordum, nefeslerim de eski düzenine geri girmişti. Sessizlik içerisinde ayakkabımın toprağı döverek ilerlediği sesler arasında ilerledim. Yanlarımdaki çalıların arasından hışırtılar duyduğumda kulaklarım sesin geldiği yöne doğru dikkat kesildi. Adımlarım aniden durdu ve korku dolu gözlerimi usulca çalılara doğru diktim. İblis dişlerini birbirine bastırarak diken üstünde çalıları seyrederken, ‘’Toprak…’’ dedi fısıldayarak. ‘’Tanrı’ya inanan birine göre, cenabet mi dolaşıyorsun?’’ Şu durumda bile alay eden tavrına karşılık gözlerimi devirdim ve çalılara doğru ilerledim. Çalıların yaprakları kıpırdayarak dans ederken korkuyla kasılan kalbimi dizginlemek adına yavaş hareket ediyordum. Usulca eğilerek elimi çalılara doğru götürdüğümde, ben dokunamadan çalıların arasından ortalama boyutta bir tilki fırladı. Çığlığım ormanın derinlerine karışırken tilkinin önümden fırlayıp korkup kaçmasını seyrettim. Elimi hışımla ağzıma götürüp tıkanan nefesimi usulca dışarı verirken, nefesimin sıcaklığı parmaklarımı gevşetti. Şaşkınlık ve korkuyla aralanan gözlerimi tilkinin arkasından dikerken İblis iki elini de yan şekilde tutup öne doğru savurdu, ‘’Hay ben senin…’’ dedi dişleri arasından. ‘’Tüm ulus duydu çığlığını! Tüm Naenia duydu!’’ Elimi ağzımdan çekerek bedenimin yanına indirirken, kaçan tilkinin kuyruğunu hala görebiliyordum. Giderek turuncu kürkünün nokta haline gelişini seyrettim ve adımlarımı hızlandırıp ona doğru koşmaya başladım. Zaten aynı yere gidiyorduk, bir sebebim olursa daha hızlı varış noktasına varırdım. Bacaklarıma verdiğim kuvvet, tekrar nefeslerimi sıklaştırırken tilkiyi kaçırmamak için uzakta nokta haline gelmiş bedeninden gözlerimi ayırmıyordum. Cırcır böceklerinin arasında, kasılan bacaklarıma kuvvet vererek koşturdum. Saçlarım geriye doğru savruluyor ve rüzgar yüzümü yalayıp geçiyordu. Kulaklarımın uğultusundan İblis’i bile duyamaz hale geldim. Sıcaklaşmaya başlamıştım, yüzüm koşmanın etkisiyle yanmaya başlamış ve ciğerlerime dolan havanın düzensizliği diyaframımı şişirmişti. Acıyla soluklanarak yüzümü buruşturdum ve durmak zorunda kaldım, tilki gözden kaybolalı birkaç dakika oluyordu. Etrafıma bakınırken İblis ellerini iki yana açıp tahtının kenarlarına indirdi ve bana baygın şekilde bakmaya başladı. ‘’Lanet,’’ dedi mırıldanarak, siyah gözlerini çevrede gezdirerek. ‘’Kendini avcı olarak mı gördün, tilki de avın mıydı?’’ Kaşlarını çatıp, yüzünü buruşturduktan sonra gözlerini üstümde baştan aşağı gezdirdi. ‘’Niye koştun peşinden?’’ Tek omzumu silkip sık nefeslerimin düzene girmesini bekledim; soluk borum sanki alevler içinde yanıyor ve düzensiz nefesim ciğerlerime baskı uyguluyordu. Bir süre öylece nefes nefese yürümeye devam ettim. Sonunda nefesimi düzene koymaya başladığım sırada, İblis tekrar konuştu. ‘’Kızıl Diyar’ın ucu göründü,’’ dediğinde bakışlarımı topraktan kaldırıp ileriye doğru baktım. Zifiriden daha koyu karanlık, ormanın derinlerinde can buluyor ama Kanlı Ay, o ormanı aydınlatmaya çalışıyordu. Tıpkı Hartas kitabında olduğu gibi her şey aynı görünüyordu. ‘’Yanılmamışım,’’ dedi İblis, ‘’Kanlı Ay olmasa önümüzü göremiyor olurduk.’’ Kabanımın cebinde elime çarpan o tozun küçük şişesi parmaklarıma değdi. İblis’le bakışarak ormana fazla yaklaşmadan durdum. Parmaklarım küçük şişenin gövdesini kavradı ve şişeyi avcumda hissettim. Kararlı bakışlarım hiçbir şekilde kendinden taviz vermezken ilerideki tehlikeleri, ölümleri çağrıştıran karanlığa bakıyordu. Tozu kullanmanın tam sırasıydı, eğer Kızıl Diyar’dan geçeceksem yardım almadan geçemezdim. O küçük masum yüzlü tavşanın yaptığı vahşet, zihnimin tiyatro salonunda canlanırken kalbim bir anlığına sıkıştı. Zihnime bu duyguyu kalbime göndermemesi adına engel olmalıydım, zihnimi kuvvetli ve berrak tutmalıydım. Zaten buraya gelene kadar çokça korkmuş ve dehşete kapılmıştım. Ölümle cebelleşmiş, kalbimin az daha duracağını sanmıştım. Ayrıca bir ölüm görmüştüm. Kabanımın cebinden çıkardığım toz, mavi renkte parlarken gözüme hoş göründü. Simleri araya serpmiş misali tozların arasında parlayan çiçeğin özü, gözbebeklerimin aynasına dolarken İblis’le kısa bir an bakıştık. Kadehinden son kez yudum aldı ve aklındaki kurnaz tilkilerin kuyruklarını dans etmesini seyretti. Ona sessizlik içerisinde baktıktan sonra Kızıl Diyar Orman’ına ilerleyerek şişenin mantar kapağını küçük bir sesle açtım. ‘’Toprak, tozu havaya serpme; tenine sür.’’ Adımlarım şaşkınlıkla dururken, İblis’in ifadesiz suratına baktım. Dudakları düz çizgi halindeydi, bakışlarında hiçbir kararsızlığın belirtisini görmedim. ‘’Huysuz havaya serpmemi söyledi. Ufak bir serpme yeterli olurmuş ve yolumuzu açarmış. Hatırladın mı?’’ Bir şeyleri benden daha iyi hatırlamakta yetenekliydi; hiçbir şeyi unuttuğunu sanmıyordum ama anlam vermeye çalışan ses tonumu kavradığı için kaşlarını çatmayı bıraktı. Sabrı ruhunun etrafını sararken, kadehinden bir kez daha yudum aldı ve onu seyrederek tam yanına indirdi. Kuzgundan daha keskin ve sert duran bakışlarını hızlıca bana çevirdiğinde, o bakışları altında gergince yutkundum. ‘’Hava, güvenebildiğim bir element değil. Serptiğin an her şeyi lehine de çevirebilir, aleyhine de. O yüzden, her şeyi kökten halledelim.’’ ‘’Nasıl kökten?’’ Sorgulayan yüz ifademle, bir elimdeki parlak toza bir onun suratında gidip geldim. İblis gözlerini devirdi ve dudaklarında alay kokan bir gülümseme belirdi; gülümsemesi sahtelik kokuyordu. ‘’Tatarus bana gerçekten kızmış olmalı.’’ dedi mırıldanarak, kafasını eğerken. Kafasını eğdiğinden dolayı dudaklarını fazla okuyamadım ama odada yankılanan mırıltısı bile anlamama yetti. Tek kaşımı kaldırarak derin bir nefesi dışarı verdim ve ona sabretmeye çalışan suratımla baktım. Kafasını yukarı kaldırdı, yüzünde hala o tebessümden vardı. ‘’Parfüm gibi düşün, üstüne sürersen birileri seni öldürmeden, sana yaklaşanları küçük büyük demeden direkt o kokuyla öldürürsün.’’ Ondan nefret ediyordum; bu fikrin ondan önce benim aklıma gelmemesinden de nefret ediyordum. Ona durmadan koz vermekten de nefret ediyordum. Yüzüme sardığım sahtece ve alttan alttan tehlike vaat eden tebessümümle ona baktım. Gözlerimin kısıldığını gören İblis, yüzündeki alaycı tebessümünü soldurmadan gözlerini yarım yamalak kıstı ve bana bakmaya devam etti; ardından boğuk sesiyle konuştu. ‘’Anladın mı?’’ ‘’Ya ben zehirlenirsem? Huysuz senin düşündüğünü düşünememiş midir?’’ Ondan ayırdığım gözlerimi, aşağı doğru parmaklarım arasında tuttuğum şişenin açık olan kapağından içeri, toza çevirdim. İblis ciddiyetle karşılık verdi, ‘’Birincisi, seni tehlikeye atmam çünkü zihnindeyim ki bu, en önemli sebeplerimdendir…’’ dedi alayla, kaşlarını havaya kaldırarak alttan alta beni süzerken. Parmaklarının birkaçını katlayıp ikisini havaya kaldırdı. ‘’İkincisi, eğer kuyruklu ya da sivri dişleri olan bir yaratık olsaydın ki eminim değilsindir, o söylediğini kaile alıp tekrar düşünürdüm.’’ Başımı sessizlik içerisinde sallayıp sustum. Daha fazla muhabbet etmeme gerek yoktu. Şişeyi sol elime alıp sağ avcuma birazcık toz serptim. Avcuma dökülen hafif kalıntıyı parmaklarımla avcumda iyice öğütüp boynumdaki açık kısma sürerken parmaklarıma Calkarnel taşının ince ipi çarptı. Umursamadan sürmeye devam ettim. İblis hareketlerimi pür dikkat seyrediyordu. Çiçeğin kokusu çok hoşuma gitmişti. Mekanik tınıyla, ‘’Bacaklarına da,’’ dedi İblis, komut verirken. Sırtımı kamburum çıkana kadar eğdim. Kot pantolonumun paçalarından sıyırıp yukarı çıkardığımda beyaz tenim gözlerimin önüne geldi, soğuk tenimi ısırdı ve görünmeyen tüylerimi şaha kaldırdı. Elimdeki tozu açıkta olan bacaklarıma da, ayak bileklerimin oralara da sürüp tamamen yedirilmesinden emin oldum. Tekrar sırtımı doğrultup mantarlı kapağı şişenin başına bastırarak kapattım. Şişede fazla toz kalmamıştı ama sürdüklerim de bana yeterdi. Tekrar cebime koyarak ellerime bulaşmış tozu iyice krem gibi tenimde ovalayıp yedirdim ve ilerlemeye başladım. Artık daha güvende hissediyordum, sanki görünmeyen bir duvar tüm çevremi sarmış ve beni kolları arasına hapsetmişti. İblis’e bakarak, ‘’Yine de kalanı yola serpeyim mi?’’ dedim, safi merakla. Çenesini kaldırıp indirirken, dilini damağına sertçe geçirdi ve ıslak bir ses bıraktı. ‘’Hayır, gerek yok.’’ Kızıl Diyar’a tamamen girmiş bulundum. Kanlı Ay, sanki tam tepemizde tüm ihtişamıyla parlıyordu. Öyle ki kızıl ışığı, yüzüme kadar yansıyordu. Temkinlice etrafımı süzerek yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Kuru toprağın üstünde solmuş ve dalları artık kurumuş olan ağaçların yapraklarından vardı; botlarımın altında ezilip toz haline gelirken etrafa kuru çıtırtılar bırakıyorlardı. Siyahlığın ve kötülüğün kokusunu alıyordum, etraf tamamen sessizdi. Sanki Ölüm Meleği pusuda bekliyor, elinde tuttuğu gövdesi kemikten keskin tırpanını havaya kaldırıp beni seyrediyordu. İblis pür dikkat etrafı seyrederken vahşi bir hayvan gibi görünüyordu; keskin bakışları adeta parlarken karanlıkta kalan kedi gözünü andırıyorlardı. ‘’Tehlike sezmiyorum,’’ dedi İblis, şüpheci tavrıyla. ‘’Bu beni daha da işkillendiriyor.’’ Arka taraflarımızda yerdeki kuru çalıların arasından birkaç kıpırtı duyduğumu sandım. Adımlarım aniden kesildi ve titrek bir nefes bırakarak öylece durup sesi kontrol etmeye çalıştım. Hayal gücümün sınırlarında da dolaşıyor olabilirdim, korktuğum için beynim bana oyunlar da oynuyor olabilirdi. Kıpırtı dolu sesler tekrar kulaklarıma aşındığında İblis geriye doğru baktı ama bende o kadar cesaret yoktu. ‘’Yavaş,’’ dedi İblis mırıldanarak. ‘’O kadar alçaksa yine tavşan ya da yılan olabilir.’’ İkinci seçenek, beni gerçekten rahatlatmıştı. Vahşi tavşandansa bir yılan olmasını yeğlerdim. Kıpırtılar giderek artarken birden tam karşımda tuhaf bir hayvan belirdi. Tavşan görünümlüydü ama kulakları baştan aşağı kuş tüyünden yaratılmıştı sanki; dört ayak üstünde dururken bazen oturup iki ayak üstünde de durabiliyordu. Kulaklarının güzelliğine büyüleniyordum; kuş tüyü kalemi gibi görünüyordu ve insanda onu sallama isteği doğuruyordu. Beyaz bir hayvandı ama kulaklarının renkleri karmaşıktı. Kalçasını sallayıp kuyruğunu yukarı çıkardığında, simsiyah tatlı bir yüz ifadesine büründürdüğü boncuk gözleriyle bana bakarak, tekrar kalçasını salladı ve o kuyruğundan bir tane daha kuyruk çıktı. İki kuyruğu da kendinden ayrılmış misali yan yana dururken tıpkı kulakları gibi tüylü ve rengarenkti. Bayrak gibi arkada dalgalanıyorlardı. Gözlerime sinmiş şaşkınlıkla kafamı aşağı eğmiş, hayvanın güzelliğine tutulmuş kalmıştım. Görüntüye karşılık belli belirsiz gülümsedim. Tatlı bir canlıydı. İblis gözlerini kırpıştırdı ve yüzünde memnuniyetsizlik kol gezerken ezici bakışlarını hayvanın üstüne dikti. ‘’Masum masum bakıyor, ne bu lan?’’ dedi şaşkınlıkla. ‘’Dokuz kuyruklu tilki desen değil, tavşan desen değil…’’ dediğinde gözlerini kısıp göz ucuyla bana baktı ve ikimiz de aynı şeyi tekrarladık. ‘’Xiya.’’ ‘’Sahibi buralarda mıdır?’’ dedim, birkaç adım geriye doğru giderek. Xiya’ların genelde sahipleri olurdu; sahipsiz olanların da bu kadar masum göründüklerini Ertha’da okumamıştım. İblis kafasını iki yana salladı. ‘’Sanmam.’’ Onu orada sahipsiz bırakmayı düşünüp ilerlemeye başladım ama kedi gibi ayaklarıma dolanıp peşimden gelmeye başladığında adımlarım durdu. Onun küçük bedenine tepeden bakarak, ‘’Seninle uğraşamam şimdi,’’ dedim sakin tonlamayla. Tepeden bakışlarıma karşılık, kafasını sol tarafa eğdi ve bana zeytin gözleriyle anlam vermeye çalışırcasına baktı; iki ayaküstünde duruyor ve göbeği tamamen açıkta bekliyordu. Onu okşayıp parmaklarımı kabarık tüylerinin arasında gezdirmeyi o kadar istiyordum ki… Xiya’lara güven olsaydı, bunu yapardım da. Ellerim siyah kabanımın cebinde tekrar ilerlediğimde, İblis yüzünü buruşturarak, ‘’Tekrar geliyor.’’ dedi. Fareye bakar gibi hayvana bakmasına gözlerimi devirdim ama dudaklarımda alay dolu bir gülümseme ev sahipliği yaptı. Bu sefer, benden habersiz Xiya’nın yumuşak tüyleri kot pantolonumun üstüne sürtündü. Bedeninden yayılan sıcaklık, soğuk kot pantolonumun üstünden bile tenime sızarken üşümüş olduğumu o an fark etmiştim. İrkilerek geriye doğru çekilip ardına kadar araladığım gözlerimle hayvana baktım. Tozdan etkilenmişe benzemiyordu, öylece durup birkaç kez aksırdığında havaya karışan mavi renge bürünmüş nefesine gülsem mi ağlasam mı bilemedim. İblis de şaşkınlıkla ona bakarken, ‘’Sıçtık…’’ diyerek fısıldadı. Xiya’ya, ‘’Yaklaşma.’’ dedim korku dolu sesimle geriye doğru adımlayarak. Hayvan dilimden anlamadığı için onunla oynuyorum sanıp üstüme gelmeye başlamıştı, yalnız o kadar korkunç görünüyordu ki o tatlı yüzünü vahşi bir yüze çevirmese de zıplaya zıplaya bana aniden yaklaşması zihnimde korkunç senaryolar üretmeme neden olmuştu. ‘’Yaklaşma, dedim!’’ İblis alt dudağını dişleyip halimize acıyarak bakıyordu; kafasını yaşlı teyzelerin ah yapması gibi iki yana sallıyor ve bir yandan çevreye bakınıyordu. Ayağını savurup dumanlarını etrafa yayarken, ‘’Vur tekmeyi!’’ dedi, birden tavşan görünümlü kılığa bürünmüş kuyruklu tilkiye benzer yaratığa doğru. Küçücük hayvandan korkuyordum resmen. Bana doğru yaklaşırken kuyruğundaki tüyler yukarı bayrak gibi dikilmiş fazlaca dalgalanıyordu ve kafasının tepesindeki kulakları geriye doğru yatmış bana doğru dört ayaküstünde zıplayarak koşuyordu. ‘’Gider misin? Canını yakmak istemiyorum.’’ İblis bir ona bir bana şaşkınlıkla bakarken, ‘’Xiya’yla mı konuşuyorsun? Kızım, vursana tekmeyi!’’ Dudaklarımı gererek bağırdım. ‘’Hayvana nasıl vurayım?’’ Geri geri gidiyordum ve arkayı kolaçan edemiyordum, şimdiye kadar bir ağaca ya da herhangi bir taşa takılmamanın getirdiği başarıyla içten içe övünüyordum. İblis eliyle küçük canlıyı gösterirken, gözlerini de aynı anda açarak, ‘’O bir hayvan değil!’’ diye bağırdı. Xiya aniden durdu ve iki ayaküstünde bekleyerek kulaklarını kabartarak etrafı dinlerken, boncuk gözlerini çevrede dolandırdı. Küçük, pembe burnunu havaya kaldırıp gözlerini usulca kapattı ve bir süre burnunun fark edilmeyecek kadar küçük kıpırtılarla hareket ettiğini gözlemledim. İblis çevresine korkuyla baktı. ‘’Toprak, birileri geliyor.’’ Xiya çevresine bakınarak sivri dişlerini ortaya çıkarttı ve siyah zeytine benzeyen boncuk gözleri, kızıl bir tona bürünmeye başladı. Yüzü öyle buruşmuştu ki kâğıttan yapıldığını düşündüm. Etrafa bakınıyor, beni hedefi olarak görmüyor gibiydi. Buna rahatlamıştım, bir de o hayvanla dövüşmek istemiyordum. Ormanın derinlerinde pusu kurmuş ormanın gardiyanları kulakları sağır eden uğultularını etrafa sardı. Panik vücudumu saralı fazla olmamıştı. Endişeyle aralanmış gözlerimle yerdeki küçük hayvana bakıyordum; dişlerini çıkarsa da o dişler aslında onu koruyamazdı. Çabuk davranmalıydım, ellerimdeki görünmeyen zincirlerden kurtularak yere doğru eğildim ve onu kucağıma aldım. Yüzü afallayarak normale bürünürken, sivri dişlerini bir anlığına geri çekti. ‘’Kurtlar.’’ dedi İblis, sakin ve kadim sesiyle. Kuzguni bakışlarını etrafta gezdirirken yutkundu, ‘’Ölmeyi mi bekliyorsun?’’ dedi kinayeli sesiyle, hala çevresine bakarken. Onun sert olmayan ama bir ikazı içinde barındıran cümlesiyle beraber beynime komut verip bacaklarımı hareketlendirdim. Uğultular bir annenin karnındaki seslere benzeyerek tüm ormanı sararken, peşimde kaç kurt olduğunu hesaplayamıyordum. Sanki tüm ağaçların arasındaydılar, çevremdeydiler veya önümdeydiler. O kadar karman çorman yankılar vardı ki Kızıl Diyar Ormanı’nın boş bir çukurdan ibaret olduğunu düşündüm. Çukurlarda yankı yapan feryatlara benziyorlardı; bir sorun vardı ki bu feryatlar, acı dolu bir insanın bağrından değil, vahşi hayvanın tüylü boynundan yükseliyordu. Siyah kabanımın aralayıp içeriye tavşan görünümlü o hayvanı koyduğumda hareketlendi. Parmaklarım kabarık, beyaz tüylerinin arasına hapsoldu ve tek kabanımın yakasını hayvanın bedenine sararak koşmaya başladım. Boşta kalan kolumla denge bulmaya çalışıyordum. Nefesim düzene girmişti ama korku ruhumu kuşatırken o kadar sakin kalamıyordum, kısa sürede nefesim de tükenmeye başlamıştı. Siyah saçlarım geriye doğru dalgalanıyor ve kulaklarımda rüzgarın uğultularıyla beraber kurtların vahşi sesleri de doluyordu. İblis, ‘’Koşmaya devam et,’’ dedi ardından alt dudağını gergince yaladı. ‘’Samora’nın Xiya’da işe yaramamış olması, diğerlerinde yaramayacağı anlamına gelmez.’’ İşaret parmağını yüzüme doğru sallarken, kaşlarını havaya kaldırmıştı; sesinde alçak bir tını vardı. ‘’Ümidini kaybetme, senin üstünde ölümcül bir toz var.’’ Omzumun üstünden geriye doğru baktığımda, saçlarım önüme doğru gelerek görüş alanımı kapattı fakat saç tutamlarımın arasından yarım yamalak bir görüntü yakaladığımda daha da hızlandım. Önüme döndüm ve kalbimin korkuyla çarpmasına aldırmadan koşmaya devam ettim. Peşimde gördüğüm kurtlar iki taneydi; birisi sol tarafımda, diğeri sağ tarafımda koşuyordu. Sol taraftaki, gümüş rengindeydi ve sağ taraftakiyse Mars’ın yüzü misali kızıl pas rengindeydi. Vahşi hayvanların kürkü ortalamadan biraz daha büyüktü. Gözbebeklerime yansıyan görüntü, toparlanarak daha hızlı ve daha telaşlı koşmama neden olmuştu. Saçlarım geriye doğru savruluyor ve nereye koştuğumu bilemiyordum ama geri dönmediğim barizdi. Kızıl Diyar’dan çıkmıyor, daha derinlere gömülüyordum sanki. İkisi de arkamda pençelerini toprağa vura vura bana yaklaşırken İblis görse de beni paniğe sürüklememeye çalışıyordu. Korktuğum zamanlarda, çığlık atamama huyumun işe yarayacağını düşünmezdim. Çığlığım genelde kalbimin oralarda patlar ve her yeri talan ederdi, yıkar ve dökerdi; suratıma da kıpkırmızı bir aura dolardı. Şu an, o anlardan birindeydim. Xiya kucağımda, arkama bile bakmadan koşarken boğazıma yırtarak tırmanan çığlığımı geri yutuyor ve kalbimin gümbürdeyen sesleri arasında koşuyordum. Kulaklarıma yine rüzgarlardan ve kalbimin ritminden kaynaklı uğultular dolmuştu. Nabzım boynumun tam üstünde atarken yukarı doğru tırmanıyor ve tüm bedenimi ateşler içinde bırakıyordu. Zaman şimdi durmalıydı. Durmalıydı ve benden başka kimse hareket etmemeliydi. Asir, zihnimin aynasında belirirken kızıl gözlerinde kaybolduğumu sandım; bir an olsun, onu düşünmek kalbimin ritmini her şeyden daha fazla arttırırken kucağımda varlığını sürdüren Xiya’nın yaydığı sıcaklık bile beni sakinleştiremedi. Çok geçmeden kontrollü yükselen mekanik sesiyle, ‘’Sol tarafta bir çıkıntı var,’’ dedi İblis, çenesini kaldırarak ileriye doğru. ‘’Xiya’yı o çıkıntının altına bırakacaksın. Seni yavaşlatıyor ama hızlı davranman lazım.’’ Kabanımın arasında sıcak nefesini kazağımın örgülerinin arasından bile hissettiğim hayvanın, uysal bedeni varlığını sürdürüyordu. Gözlerimi aşağı indirip kabanımın arasına baktım. Siyah kazağımın üstündeki renkli kulaklarını geriye doğru yatırmış, bana parlayan boncuk gözleriyle bakarken şaşkındı. Kalbim merhametle çarpmaya başladı, ‘’Nasıl bırakacağım?’’ dedim zihnimden. Geriye bakma şansım bu sefer yoktu ama yaklaştıklarını hissediyordum. İki kurt görünüyordu ama iki tanesiyle sınırlı kaldığını düşünmüyordum. Uluyan vahşi hayvanlar, peşimdekiler değildi. Bu arada, bacaklarımı sol tarafa doğru yönlendirerek çıkıntı tarafına doğru koşturmaya başladım. Yüzüm kızarmış ve nefesim daralarak soluk borumda yangın başlatmıştı. Gergince yutkundum ve çıkıntıyı zoraki fark ettim. Xiya’ya aniden baktığımda ne yapacağımı anlamış gibi duruyordu. Bakışlarındaki parlaklığın söndüğünü sandım, belki kalbimi saran vicdanımın oyunuydu gördüğüm ama onu bırakmaktan başka çarem yoktu. ‘’Ona zarar vermezler,’’ dedi İblis, kendinden emin sesiyle. ‘’Şimdi ya da hiç, Toprak.’’ Kabanımı tamamen aralayıp yumuşak göğsünden kavradığım hayvanın sıcak kalbini avcumda hissettim ama kısa sürdü. Onu çıkıntıya koyarken durmamıştım, adeta fırlatmış gibi olmuştum ama toparlandığını göz ucumla fark edip derin bir nefes verdim. Kollarımı serbest bırakıp iki tarafımla denge sağlamaya çalışırken, tekrar omzumun üstünden Xiya’yı kontrol etmek için bakındığımda bakır renkli kurdun geride; gümüşün ondan daha önde ve benim peşimde olduğunu fark ettim. Kısa süre içerisinde tekrar Xiya’ya baktığımda onun korkudan titreyen küçük bedeniyle göz göze geldim. Vicdan merhametin hemen yanında belirdi, sonra Xiya’nın korkudan titreyen bedeninden ruh misali yükselerek bir form haline dönüşüp tam karşıma geçti. Elinde tuttuğu tırpan, tanıdık geliyordu. Vicdanım, benim ölüm meleğime dönüşüyordu. Uzun saçlarım görüş alanımı kapatsa da tekrar önüme dönerek çelimsiz ağaçların gövdelerinden sarkan kuru dalları fark eder etmez aklıma bir fikir geldi. Ağaçlara tırmanamazdım ama kuru dalından birini silah olarak kullanabilirdim. Öne doğru büyük bir adım atıp yukarı doğru zıpladığımda, ağacın dalından zaten sarkmış olan kuru dalın ucunu kavrayıp kendime doğru çektim. Dal ağaçtan koparken çatırtılar bıraktı ama sonunda, parmaklarım arasında hakimiyetini sürdürdü. Daha fazla koşamayacağımı anladığımda sırtımı arkaya doğru dönerek; göğsümü gümüş kurdun vahşice dişlerini gösteren suratına çevirdim. Elimde tuttuğum dal, panikten titreyen elim yüzünden sarsılıyordu ama onu daha da sıkı sararak gergince yutkundum. Kurt sanki elimdeki dala alayla baktı, ardından bana asilce usul usul yürümeye başladı. Kehribar rengi gözleri, asil bir vahşilikle süslenirken adımları kendinden emin yaklaşıyordu. Pençelerinin toprağa basarak ilerleyişini ve kafasını hafifçe eğdiğini fark ettim. Avcı pozisyonuna çoktan geçmişti; etrafımı birkaç kurt daha sardığını fark ederken İblis onlara; ben ise önümdeki canavara bakıyordum. Arkasından gelen bakır renkli kurt dişlerini apaçık gösterdi ve gümüşün arkasından ilerlemeye başladı. Yemyeşil gözleri vahşilikle parlıyordu. Ağlamak üzereydim ama şu durumda pes edersem ölüm fermanımı imzalamış olurdum. ‘’Salmon Sürüsü dedikleri bunlar galiba.’’ dedi İblis, ‘’Ezrial anlatmıştı ama kuyruğunu kaybetmiş gibi durmuyorlar.’’ Kaşlarını çatarak konuşurken çevresine bakınıyordu, o da usuldan usula panikliyordu. ‘’Toprak, cebindeki toz duruyor değil mi?’’ dedi İblis çenesini havaya kaldırarak, bana tepeden bakarken. Cebimde kalan son tozu kullanmadığımız için içten içe seviniyordum. İblis’i dinlememiş olsaydım, cebimdeki toz da boş bir amaçla hiçliğe karışmış olacaktı. Kafamı usulca salladım ve bana gelmekte olan bakır renkli kurda doğru sopayı salladım. Biraz geri çekildi ama çevremde duranların da bana yaklaştığını görür görmez sırtımı ağacın çelimsiz gövdesine dayadım. Yağmur damlası, sopayı tuttuğum elime damladı. Ardından karşımdaki bakır kürkün üstüne; sonra toprağa düştü. Çok geçmeden etrafı saran yağmur damlaları havayı serinletirken sakinleşmek için derin bir nefes aldım. Hiç değilse açıkta değildim. Çünkü açıkta durmak şu an yapacağım bir hata değildi. Açıkta durursam bana her taraftan saldırırlardı; hiç değilse sırtımı korumalıydım. Çevremi daha net görürken kurtları ikiden fazla, altıdan az saydım. Zihnim gördüklerini iyice öğütürken boş bir alan tarıyordum ama nafileydi; her tarafımı kuşatmışlardı ve pençelere, sivri dişlere sahip olan gardiyanlardan kurtulmam rüya olurdu. Yağmur giderek şiddetini arttırırken, İblis fısıldadı. ‘’Bir bu eksikti,’’ Ardından sert sesiyle, ‘’Gerekirse o tozu savur havaya,’’ dedi keskin gözlerini üstüme dikerek. ‘’Şimdi değil. Gerekirse.’’ Bastıra bastıra söylediği sözlerle kafamı usulca salladım. Bu kadar uzun süre saldırmamaları kafamda soru işaretlerini doğururken, İblis’in de dikkatini çoktan çekmişti. Resmen kurtlarla bakışıyordum ama hiçbiri ani bir harekette bulunmuyordu. Yağmurun altında sırılsıklam olmaktan dolayı koyulaşan kürküne aldırmadan, önümdeki kurt iyiden iyiye bana yaklaşırken sopayı tekrar ona doğru salladım. Yağmur saçlarımın üstüne yağmaya başladı, kabanımı sırılsıklam etmişti ve hem panikten hem üşümekten dolayı elim daha fazla titredi. Kurt fazla yaklaştığından dolayı savurduğum sopanın sivri ucu kafasına çarptı, sopadan yayılan titreşim avcuma dolduğunda kafasının sertliğini bile hissetmiştim. O an her şey bir film şeridi gibi koptu. Önümdeki kurt sivri dişlerini göstererek hırlayıp ön pençeleriyle bana doğru uçtuğunda boğazımdan canhıraş bir feryat koptu. Ormanın derinlerinde yayılan çığlığım kulakları sağır ederken ani hareketle yere doğru eğilmiş ve kurdun sivri dişlerinden kurtulmuştum. Ağacın gövdesine çarpan kurt geriye doğru çekilerek pençeleri üstünde zoraki durdu. Başını eğerek iki yana salladı. Afallamıştı. O an fırsattan istifade yana doğru kayarak ağaçtan sıyrıldım ve korkudan titreyen elimi cebimdeki toza daldırdım, hala diğer elimde sopayı tutarken artık onun işe yaramadığını düşünüyordum. Yine de umut, fakirin ekmeğiydi. Diğer taraftan başparmağım ve işaret parmağımla şişenin kapağını çekiştirerek açmaya çalışırken kalbim ağzımda atıyordu. Yağmur etrafı kolaçan etti, damlalar gökten mermi hızında yağıyor ve topraktan ruh misali yükselen kokuları duyumsuyordum. Kuru dallardan yükselen uğultular, çevremdeki hırıltıların arasına karışıyordu. Görüşüme giren; arkasındaki gümüş kurdun önümdeki kurdun arkasından adeta havada uçarak bana doğru saldırmasıyla yere kıç üstü düşüp aniden elimde tuttuğum şişeyi havaya doğru savurdum ve gümüş kurt o havayı kokladı. Gözlerindeki mavi bakışlar, aniden bulanıklaşırken bana saldıramadan yere düştü ve gürültüyle düşen bedeni acıyla kıvrandı; artık tüm kurtların usulca bana doğru yürüdüğünü gördüm. İblis elini alnına sertçe geçirdi, ‘’Yağmurdan dolayı, sadece önündeki hayvana etki etmiş olmalı. Sıçtık.’’ Söyledikleri kalbime hançerler saplarken, yaşadıklarım bir bir gözlerimin önünden geçmeye başladı. Geçmiş ve gelecek hayalleri arasında gezinirken ağlamak üzereydim; etrafımdaki hırıltılar artık hızlanmaya başlıyordu ve kalbim de yerinden fırlayacak gibi atıyordu. Nabzımın boynumda hızlanıp kulaklarıma kadar tırmanmasını hissettim; yağmura rağmen sıcaklık bedenimi kuşatırken dolan gözlerimle çevreme bakıyordum. ‘’Ölmek için çok yakışıklı ve gencim, Tatarus.’’ dedi İblis, tavana doğru bakarak. ‘’Beni yanına almak istemezsin, değil mi?’’ Kurt üstüme doğru adeta uçarken bedeni her şeyden daha büyük göründü. Büyük karnının yumuşak tüylerini son anda gördüm; kafamı sola doğru eğip gözlerimi sımsıkı kapatarak gelecek atağı bekledim. İblis de gözlerini kapatmış, kafasını aşağı doğru eğmişti ve bir şeyler mırıldanıyordu ama kelimeleri seçemeyecek kadar korku içerisindeydim. Yağmur üstüme yağmayı kesti, etrafımdaki yaşam son bulmuş misali seslerin etkisi kayboldu. Üstüme kapanan büyük bedenle göğsümü sararak titreten büyük bir nefes bıraktım ardından o nefesi, tiz bir sesle içime çektim. Gerilmiştim, kaslarım ağrımaya ve yanmaya başlamışlardı. ‘’Oturarak uyuyanı ilk defa görüyorum,’’ dedi, kadim dolu ses. Kirpiklerimi titrekçe aralayarak ilk önce etrafı bulanık bir su birikintisine bakar gibi seyrettim; ardından her taraf netliğe kavuşurken gözbebeklerime yansıyan zamanla afalladım. Yağmur damlaları havada asılı kalmışlardı, ince ve keskin birer mermi gibi görünüyorlardı. Beni ürperten soğuk yoktu, hiçbir canlının sesini duyamıyordum. Başımı usulca, boğazımın gerildiğini hissederek önüme doğru çevirdiğimde bakır rengine bürünmüş gözlerle karşılaştım. Karanlığı avuçlamış ve gözlerine hapsetmiş kadar koyu görünen kızıl hareleri, yüzümün her zerresini incelemeye almıştı. Tek kaşındaki ince yara, alnına perçem misali düşen saç tutamının altında görünüyordu. Bakışlarında duygusuzluk kol geziyordu ama derinlerinde tuhaf bir parlaklık vardı. Sanki zihninin derinlerinde bir yerlerde beni tanıdığını ama tanımazlıktan geldiğini hissettim; o his kısa sürdü. Öyle yoğun ve derin bakıyordu ki, alev gözlerine ruhumu attığımı ve o ruhun, feryat ede ede yandığını hissettim. Derin bir nefes verdiğimde, o da nefesini yüzüme doğru üflemişti. Sıcak nefesi sırtımdan akan terin imzası gibiydi. Kabanım üstüme her zamankinden daha ağır ve fazlalık olarak geldi. ‘’Zamanı durduran tek kişi benim ama,’’ dedi Asir, asla alay etmeyen ciddi sesiyle. ‘’Gücümü önemsizleştiren tek kişi de sensin.’’ Ardından dudaklarına tembel ama tehlikeli de diyebileceğim bir gülümseme sarmıştı. Hafif dalgalı şekilde alnına düşen perçemlerine ve onun altında çok az görünen yarasına baktım; suratı fazla yakın olmasa da yakındı ve pürüzsüz tenini daha kolay süzebiliyordum. İblis alt dudağını yalayıp orayı ıslatırken gölgeleri arasında keskince bir bakış attı. ‘’Lan bu sana mı yürüyor?’’ Ardından önümdeki adama şaşkınlıkla bakarak farklı bir cümle kurdu. ‘’Lan şimdi sırası mı?’’ Bense atmayı unutmuş kalbimin esiri olmuştum ve ona şaşkınlıkla bakıyordum, ‘’Artık inkar etmeyeceğim.’’ dedim fısıldayarak. Bardaki ilk tanıştığımızda pot kırmamaya çalışsam da çoktan fark etmişti. Yine de o oyunu sürdürecektim. Renkli gözlerimi çevrede dolandırdım ve tekrar, zamanın felç kalan o anında sıkıştığımı idrak ettim. Bu sefer hiç şansım yoktu. Çevremizdeki kurtlar hareketsiz duruyordu ama bakışlarındaki kana susamışlık hala oralarda hükmünü sürdürüyordu. Asir gülercesine nefes bıraktı. ‘’Bir şey değiştirmezdi.’’ Küstah tavrına karşılık ters ters bakmıştım ama bakışımı yakalayamadan, dudakları ince bir çizgi halindeyken sorgulayan gözlerle etrafına bakındı. Önce yanımızda yerde boylu boyunca yatan kurda, ardından omzunun üstünden geriye doğru baktı. O sırada arka taraflarda havada, yağmur damlaların arasında asılı duran ve üstüme kapanacak olan vahşi kurdun suratını gördüm. Pençelerini göstererek irice açmış ve karnını açığa çıkarmıştı. Yüzündeki vahşi ve parlayan dişleri, burnunu kırıştırıp geriye çekmesiyle daha korkunç görünüyordu. ‘’Felaket,’’ dedi bana bakmazken, fısıltıyla. Ardından bakışları, yanımızda birkaç ötede yerde uzanan gümüş kurda baktı. Kirpikleri kısılırken, ‘’Canımı sıktın.’’ dedi, tekrar fısıldayarak. İblis zihnimde adeta tısladı, ‘’Bir de bana sor!’’ Damarlarımda akan hırsla, ayaklarımı toprakta sürtüp geriye doğru kaydım ve kabanının üstüme bıraktığı sıcaklığı es geçtim. Ellerim geride kalarak toprağın nemli yüzeyini avuçluyordu ve soğuk, avuç içi çizgilerimde usulca dağılıyordu. Birden algılayamadım ve Asir’e, ‘’Kimle konuşuyorsun?’’ dedim dişlerimin arasından, Asir’in keskin çene hattını seyrederken. Ardından bakışlarım, giydiği koyu kahverengi kazağın yuvarlak kısmından yukarı doğru süzülen Ouroboros’a yöneldi. Gözlerim dehşetle aralanırken gergince yutkundum ve o yılanbaşının yukarı tırmanarak, sivri dilini Asir’in kulak altına doğru uzatışını seyrettim. Sesi yoktu çünkü dövme şeklindeydi ve dövme, hareket halinde bedenini turluyordu. Korku ve şaşkınlıkla boynuna bakarken nutkum tutulmuştu. İblis’le bakıştık, ‘’Vay anasını…’’ demişti, tekrar önüne dönerken. Asir’in boğazındaki adem elması hafifçe kıpırdandı ve tehlikeyle kısılan gözleri çevreden ayrılıp üstüme devrildi. Tek kaşını kaldırarak bana baktı, ‘’Şu an tam da susman gereken noktadasın.’’ İblis zihnimde alayla kaşlarını kaldırıp gevşekçe, ‘’Hele hele…’’ derken ben, dişlerimi birbirine bastırdığımı son anda fark etmiştim; şu an ölüm korkusu ile hayatta kalma arzum savaş halindeydi ve bu anda, mantık devre dışı kalırdı. İnsanın kaybedeceği hiçbir şey olmasa bile ölmek istemediği anlar olurdu. Ben de o anlardan birindeydim. Asir sorgulayan gözleriyle ifadesini bozmadan suratımı incelemeye devam ederken uyarı sessizliğini kullanıyordu. Normal ama gerginlikten istemsizce yükselen sesimle, ‘’Sen kim oluyorsun ya?’’ dedim karşılık vererek. İblis ne yılanı ne Asir’in tehlikesini düşünemez haldeydi; kafasını net şekilde sallayarak kaşlarını çattı ve ikimizin arasında dönen sohbete baktı. Bir şey söylemiyordu ama şu an, karşılık vermezsem öfke nöbetine tutulup içten içe o kurtçuğun ruhumu kemirmesine izin verecek olan ben olurdum. O kurtçuk ruhumda dolanırken günlerdir bu anı düşünür ve asla kurtulamazdım. Asir gözlerini erkeksi şekilde devirdi ve geriye son bir kez bakış attı. Bana aldırmayan tavrına karşılık tırnaklarımın titreyip avuçlarımın içinin kaşındığını hissettim. ‘’Burada neler olduğunu açıklayacak mısın?’’ Bakışlarımın rotası tekrar boynunun kenarındaki Ouroboros oldu. Asir soruma cevap vermedi. Ouroboros teninde asil bir şekilde kıpırdanarak süzüldü ve ensesinin arkasına doğru tırmanmaya başladı. Asir’in rahatsız olup olmadığını düşünerek suratını kontrol ettim ama geriye doğru baktığından ne hissettiğini göremedim. Siyah kabanı üstünde salaş duruyordu; kazağının rengiyle güzel bir tarz yaratmıştı. Ayrıca kavruk tenine çok yakışan kahverengi kazağı, onu çekici göstermişti. Kabanının ıslak olmasına rağmen nasıl bu kadar sıcak olduğunu düşündüm. İçi cehennem sıcağından halliceydi ve refleks olarak üstüme kapatmışken o kısacık sürede bile ısınmıştım. Benim kabanım sırılsıklam olmuş ve soğuktan kaskatı kesilmişti. Asir kalın sesiyle, ‘’Geri çekil,’’ dedi bana, ayağa kalkarken söylediği tek ikaz bu oldu. Ellerimi toprağın ıslak suratına iyice yapıştırarak kollarıma kuvvet verdim ve kalçamı topraktan zoraki ayırarak ayağa kalktım. Asir’in söylediğini yaparak geriye çekilirken sırtım ağacın sert gövdesine yapıştığında titreyen ellerimi kabanımın ceplerine soktum. Ondan emir almaktan hoşlanmasam da yapabileceğim bir şey yoktu şu an. Soğuk ve ıslaklıktan ürperen tenim, zelzeledeki bina misali titriyor ve o titreyişleri giderek sarsıntılara dönüşüyordu. Dişlerimi seslice birbirine takırdattığımda çenemin hareketinden rahatsız olup onları birbirine bastırdım. Kaskatı olan suratımla beraber keskin bakışlarımla önümde olup bitecek sahneyi seyrediyordum; pusuya yatmış avcı pozisyonuna geçmiştim. İblis geriye yaslanarak kadehine bir bakış attı ve rahatlayarak, ‘’Bir daha içemeyeceğim sandım.’’ dedikten sonra büyük bir yudum aldı. Gözlerini sımsıkı kapatarak kadehini yudumlarken gerginliğini avcumda sıkacak kadar net ve somut halde hissediyordum. Asir ellerini rahatça diz kapağının üstüne gelen kabanının ceplerine koydu ve dik duruşuyla üstünde duran kurda bir bakış attı. Zamanın kanatları gökte yayılarak tekrar çırpınmaya başlarken yağmur damlaları sertçe intihar etmeye devam etti. Gök gürültüyle mavi ışığını üstümüze devirdi ve toprak, yağmur damlalarına mezar olup onları içine hapsetti. Asir’in suratını son anda fark eden kurt, afallayarak yemyeşil gözlerini üstüne dikerken bedeninin yapabileceği bir şey yoktu. Asir’e doğru uçuyordu. Asir’in birden kocaman eliyle onun ağzını tutarak geriye doğru savurmasını dehşetle seyrettim. Büyük eliyle ağzını rahatlıkla ve sımsıkı tutulan mengene misali kavramış ve büyük bedenini tek eliyle geriye doğru savurmayı başarmıştı. Bakır renkli kurt, metrelerce ötedeki ağacın gövdesine çarparak aşağı düştü. Toprakta bırakılan gürültüyü buradan bile duyabildim. İblis’le beraber afallayarak önümüzdeki olayı seyrettik. Çevremizdeki kurtlar, usulca geriye doğru kendilerini çekerken bedenlerini sanki itaat edercesine küçültmüşler ve boyunlarını eğmişlerdi. Asir boğazından yükselen vahşi hırıltısıyla beraber çevresindeki kurtlara bağırdı. ‘’Burapase! (Kampa!)’’ Farklı aksanla söylenilen kelime, ondan duyulduğunda ruhları titretiyordu. Normal bir kelime söylemişti ama bu M’rice’ın kadimliğinden mi yoksa o söylediğinden mi bilemiyordum; omurgamdan bir buz kütlesinin akıp gittiğini ve soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Kurtlar emrini ikiletmeden geriye doğru çekildiler ve toprakta bıraktıkları adım seslerini duydum. Ardından o toprağı döven pençeler, havayı uğuldatan hırıltılarla beraber silikleşip kayboldu. Bakır renkli kurt hala kalın gövdeli ağacın dibindeyken; gümüş kurt ise Asir’in tam yanında ayaklarının dibine yakın yerdeydi. Karşımda olup bitenleri dehşet ve şaşkınlıkla seyrederken zamanın asıl burada durduğunu düşündüm. ‘’Korkut!’’ dedi Asir, ileriye doğru gürleyerek. Ellerini hala ceplerinden ayırmamıştı ama gür sesi, göğsünden taşmış ve sırtını bile hareket ettirmişti. Boynundaki damarlarının derisinden kabararak ince bir yol gibi uzandığını sonra tekrar deri altına gömüldüğünü fark ettim. Bedenim etrafı saran gür sesiyle yerinde hoplarken, İblis bile tahtında aniden irkilerek dumanlarını hızlıca etrafa yaymıştı. Kalbim korkuyla kasıldı ve o korkunun mideme inip etrafı talan kavurmasını hissettim. Yutkundum ve çevreme ürkek bakışlarımdan attım. Her şeye daha yeniydim, kimseyi tanımıyordum ve bu hayvanların tek tek isimleri olduğunu da yeni öğrenmiştim. Bakır renkli kurt, dalları kuru ağacın altında ayağa kalkarak yalpalayıp buraya doğru yaklaştı. Asir hala bakır renkli kurda doğru bakıyordu ama geniş sırtını gördüğümden dolayı bakışlarındaki duyguyu adlandıramıyordum. Suratının her zamankinden daha keskin durduğunu, yanaklarını kasmasından anlıyordum. ‘’Ista sezara queazas!’’ Asir’in dudaklarından dökülen kelimeler tanıdık ama bir o kadar yabancıydı. Harflere yapışan aksan, sesine o kadar uyumluydu ki gür fakat kadifemsi sesine yakıştığını düşündüm. İblis’e baktım, belki anlamı biliyor ümidi taşırken kafasını iki yana sallayıp sessiz kaldı. Bu, eski M’rice’dı. Korkut denilen hayvan geriye doğru sinerek çekildiğinde bakır kürkü hala hırsını alamadığı için titriyordu. Burnundan soludu, hırıltılı nefesi havaya karışırken yaprak yeşilinden daha koyu, zemheri bir renge bürünen hareleri bir yerde uzanan ve köpek iniltilerine benzer sesler çıkartan arkadaşına bakıyor; diğer yandan ölümcül ifadesiyle arkasında duran beni süzüyordu. Yaprak değil, tüy gibi titriyordum. O kadar hafiftim ki hem ayaklarım zemine basmıyordu hem de korkum beni aşağı çekerek bacaklarımı kasıyordu. Ellerimin zangır zangır titremesini engellemek adına tırnaklarımı avuçlarıma bastırdım. İblis bıçaktan daha keskin ve bir ölümden daha karanlık gözlerini Korkut denilen hayvana çevirmişti. Kaşları her zamankinden daha derin duygularla çatılmıştı. ‘’Köpeğe bak,’’ dedi tıslayarak; ‘’Bir de bizi suçluyor!’’ Asir, kurdun baktığı yeri tahmin etmiş olmalıydı usulca yana doğru kayarak önüme set kurarken; geniş sırtına ve rahat tavrını seyrediyordum. Kurdun vahşetle parlayan gözlerinden ayrılan ruhum, az da olsa huzura kavuşmuştu. Asir ölümü davet eden sesine üstüne molozlar yığılmış kadar bastırdı ve sadece kurdun duyabileceği kadar bir şeyler fısıldadı. O sırada yanlarımda göz ucumla bir hareket yakaladım ama dönüp o tarafa bakmadım. Ayak sesleri, yağmur damlalarının arasına karışıp şapırdatarak buraya doğru geliyordu. İblis keskin bakışlarını önünden ayırarak yüzünü buruşturdu ve gelene baktı. ‘’Bir adam geliyor,’’ dedi zihnime fısıldayarak. Sanki etraftakilerin onun sesini duymasından korkar gibi temkinliydi. Donuk mavi, kızıl harelerim çaktırmadan yuvasında döndü ve gelen adama baktım. Siyah saçları her zamankinden daha dağınıktı, beyaz bir tene sahipti ve kirli sakalları yüzüne batarken onu yakışıklı göstermişti. Uzun boyluydu, Asir’in boylarına yakın bir boyu vardı ve fit vücudu her hareketinde gerilerek ön plana çıkıyordu. Kaslarını germesi, öfkesinin izlerini taşırken neden öfkelendiğini anlamaya çalışıyordum. Kirpiklerinin arasından bana doğru bir bakış atmasıyla dünyam başıma yıkılmış gibi oldu. Yemyeşil gözler, tıpkı bakır renkli kurdun gözlerinin aynısıydı. Zehirden farksız koyu bir renge bürünmüşler, tehlikeyle parlayarak bana dokunmuşlardı. Asir, ‘’Sakinleştin mi?’’ dediğinde kurdun önünden çekilmiş ve ona doğru birkaç adım atmıştı. Bir bakır renkli kurda, bir de siyah saçlı uzun adam arasında mekik dokudum. Beynim çorba kıvamına gelirken zihnim düşüncelerimi toparlamak adına giderek hızlanıyordu. Anılar emekleyerek üstüme hücum ederken, çok değil birkaç dakika önceki kaydı izledim. Korkut dediği hayvandan sonra, benim anlayabileceğim dilde diğer adamla konuşmuştu. Sanki cümlesinin devamını getirir gibiydi hareketleri ve sesinin tonu. Yağmur sanki daha da şiddetlendi ve görüş alanımı bulanıklaştırarak tenimden aşağı süzüldü. Soğuğun derime batan iğnenin ucunu hissediyordum; yüzümden kayan damlalar bir başka gök gürültüsüyle aydınlandı ve etrafımızda olan biteni sessizlik içerisinde seyrettim. Korkut benden gözlerini ayırarak, Asir’e bakarken saygı içerisinde duruyordu. ‘’Evet,’’ dedi dişlerinin arasından. Söylediği yalan, sadece Asir’i daha fazla kızdırmamak içindi. Normalde asla sakinleştiğini düşünmüyordum ve davranışlarının sesine nasıl yansıdığını ve gözlerinden okunan öldürme arzusunun parıldayışına bakılacak olursa haklıydım. İblis bacak bacak üstüne atarak geriye yaslandı. Sakinleşmişe benzese de diken üstünde duruyordu, benimse kalbim atmayı unutmuş kadar sessiz sedasız çırpınıyordu. Korkut hırıltısını gizlemeden, ‘’Arkadaşımın hesabını kim verecek?’’ dediğinde Asir sakince ikiletmeden, ‘’Ben halledeceğim.’’ Suçu leke gibi üstüme fırlatmaları öfkemi harladı ve araya girme ihtiyacı hissettim. İblis de yine öfkelenmişe benziyordu. ‘’Pardon da beni öldürmeye çalışan sizsiniz!’’ Suratım ateşi avuçlayıp etrafında gezdirmiş gibi yanıyordu. Öfkeden koyulaştığını hissettiğim bakışlarımı ikisinin üstüne diktim; Asir omzunun üstünden geriye doğru bana bakarken uyarı veren birkaç bakış atıyordu. Kaşlarını çatmış ve kızıl harelerini üstümde gelişigüzel gezdirirken sessiz kalmıştı. Korkut dişlerini birbirine bastırdı ve şakaklarında çukur oluştu. ‘’Seni öldürmeye çalışmadık,’’ dedi kendisini dizginlemeye çalışırken, sesi boğuk yükselmişti. ‘’Bölgemize girdin. Ayrıca bilmediğin başka noktalar da var, üstüne arkadaşımı zehirledin!’’ Sonlara doğru kademeyle artan öfkesi artık kükremeye dönüşmüştü. Yerimde irkildiğimde kalbim depar atan maratoncu gibi hızlanmaya başladı. Bilmiyordum ki! İblis dilini ağzının içinde çevirerek histerik bir kıkırtı bıraktı, gözlerini ortamdan bir süre ayırarak çevremizde dolandırdıktan sonra keskince üstüme dikti. Dudakları düz bir çizgi halindeyken, ‘’Söyle şuna,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Burası onların bölgesi değil, Salmon Sürüsü göçebe sürüdür. Bir hafta burada kalıyor olmaları, Kızıl Diyar onların bölgesi olduğu anlamına gelmez!’’ Kollarımı göğsümün altında toplayarak meydan okurcasına çenemi dikleştirdim. ‘’Külahıma anlat!’’ dediğimde Korkut dahil Asir bile kaşlarını sorgulamayla çattı. Onlara aldırmadan sakin olmaya çalışan tavrımla devam ettim ama ellerim öfke ve soğuktan durmaksızın titriyorlardı. ‘’Göçebe yaşamıyor musunuz? Burası dahil hiçbir yer, sizin bölgeniz değil!’’ Korkut isimli adam alt dudağını gergince yalayarak yeşil harelerini göğe kaldırdı. Ellerini kot pantolonunu cebine sokarak sakinleşmeye çalışırken hırıltılı nefesler bırakıyordu. Ben de öfkeliydim çünkü saçma bir nedenden ötürü öldürülecektim! Kirpiklerime tutunan damlaların iriliğini hissediyordum, görüş alanımı bulanıklaştırıyorlardı. Yüzüm soğuk ve damlalardan dolayı buruşmuş vaziyette öylece onları seyrettim. Asir derin bir nefes bıraktı ve Korkut’a döndü. ‘’Berka’yı al, kampa gidin. Ben de peşinizden geliyorum.’’ Korkut kafasını sallayarak Berka diye adlandırılan kurda doğru yürüdü. Bakır renkli kurt öylece put misali dikiliyor ve olanları boş gözle seyrediyordu. Yağmur kürkünü giderek koyulaştırmış ve tüylerini birbirine yapıştırmıştı. Berka yerde iniltiler bırakarak acı içinde kıvranırken geceleri yatağımda uyuduğum zamanları anımsatıyordu. Kafamı toparlamak için o anıları hafızama getirmeden başımı iki yana salladım ve titrekçe bir nefes bıraktım. Soluğum havaya toz bulutu gibi yansıyarak kayboldu. Korkut, Berka’yı kucağına alarak onu birer evcil hayvandan farksız taşırken Berka’nın aşağı düşen kuyruğunun hareketsiz kalışını seyrettim. Ölmüş olabilir miydi? Ölmüş olsaydı, Korkut’un bu kadar rahat davranacağını sanmıyordum. Korkut’un arkasından ilerleyen ve ona itaat edercesine asil bir şekilde yürüyen kurt, tüylerini kabartarak toprağı keskin pençeleriyle dövdü. Bana son bir kez vahşi bir bakış atarak önüne dönerken soluk hırıltılar bıraktı. Onların gidişini bir süre izledim ve sakinleşmeye çalıştım. Islak kirpiklerimi kırpıştırarak burnumu çekerken hasta olmamayı diliyordum. Yağmur üstüme çullanmıştı ve tüm ağırlığını kabanıma yüklemişti. Etrafıma kısa bir bakış atıp tehlikenin geçtiğinden emin olduktan sonra sarsak adımlarla ilerlemeye başladım. Asir’in varlığını kısa süreliğine unutmuştum ama bileğimi saran parmaklar kendisini hatırlattı. Parmaklarındaki sıcaklık, soğuk derimi yakarak geçti. Zihnim mayışmaya yüz tutmuşken İblis, ‘’Yorulduğunu biliyorum ama uyanık kal.’’ dedi tahtına yaslanırken. Onun kadifemsi sesi, kulaklarıma dolduğunda ‘’Neyi amaçladıklarının farkındayım,’’ diyen ifadesiz suratına başımı kaldırdım. Alttan alttan ona bakarken kaşlarım usulca havalanmıştı; ifadesiz suratından kayarak toprağa inen yağmur damlalarının arasından cayır cayır yanan gözlerine tutundum. Parmağımı saran bileklerinden kurtulma gibi bir girişimde bulunmadım ama sertçe ona bakmamla ifadesizce bileğimi sarmayı bıraktı. Ardından kabanını omuzlarını geriye doğru atarak kollarından aşağı kaydırırken orman kokusunu burnuma doldurdu. Omzunun geriye atılmasıyla göğsündeki kaslar hareket edip tekrar düz bir hale geri geldi. Ondan yayılan has kokuydu, toprağın üstüne bastığım orman bile bu kadar güzel ve keskin kokmuyordu. Yağmur yağmasına ve çimenlerin kokusu havaya karışmasına rağmen… Asir parmaklarının ucuyla kabanının yakalarından tutarak kabanı sırtımın arkasından geçirdi. Yavaşça omuzlarıma bıraktığında sıcaklık, kabanımın altından bile sırtımı yaktı. Kısılan bakışlarım yorgunluğumu belirtiyordu ama dayanacak gücüm vardı. ‘’İstememiştim,’’ dedim net sesimle ama aldırmadı. ‘’Teşekkür beklemiyorum.’’ İblis tek kaşını kaldırarak suratına baktığında ne düşündüğünü merak ettim. Asla susmayan o, bu sefer suskunluğunu koruyor ve her dakika güncelliyordu. Kalbimi yoran korku ve dehşetin ruhumdan sıyrılıp yerine güvene ve rahatlığa bırakışını ve onun üstümdeki yorgunluğu arttırmasını hissediyordum. Asir sakince alt dudağını yaladı ve parıldayan gül pembesi dudaklarını kımıldattı. ‘’Bedelini ödeyecekler.’’ ‘’Neymiş gerçek amaçları?’’ Dudaklarından dökülen nefes, ona bile ağır gelmiş gibiydi. Tüm bu olanlardan rahatsız olduğunu hissediyordum ya da bunlarla uğraşmaktan sıkıldığını seziyordum ama hiçbirini söylemedi. Onun yerine çenesini hafifçe kaldırarak bana tepeden baktı. Boynundaki yılanın gittiğini fark ettim. Artık oralarda görünmüyordu. Ona alttan bakarken, bakışları altında ezilmemeye dikkat ettim. ‘’Bölge kısmı aptalcaydı; seni hedef olarak kullandılar. Gerçek amaçları, eğitimdi.’’ Sonlara doğru ifadesizliğini koruyan gözlerim, son cümlesinde şaşkınlıkla aralandığında Asir pür dikkat tepkimi seyrediyordu. İblis’in zihnimde gürleyerek küfretmesiyle kendime geldim. ‘’Zevkle siktiklerime bak! Ulan buraya keyfimizden mi geldik?!’’ Kalbim hızlandığında artık önümde ne varsa yok etme arzusuyla doldum taştım. Ona öfkeyle soluyarak bakarken omuzlarım sarsılıyor ve sıcak kabanın etkisi altında damarlarımda yayılan kan fokurduyordu. Asir tepkimi ifadesizlikle seyretmeye devam etti, bakıra bulanmış gözleriyle bana tepeden bakarken yağmur giderek hızını azaltıyordu. Sanki öfkem onun için önemsiz bir duyguydu; çabuk yönetilmesi kolaydı ve ona asla işlemiyordu. Etrafımızda dönen tek ses, rüzgarın çıkarttığı uğultulardı. Gürleyen kuru dalların uğultuları insanların uğuldamalarına benziyordu. Onun ifadesizce duran suratına, keskin bir şekilde bakmaya devam ederek ‘’Benim suçum ne tam olarak?’’ dedim öfkeden yanan suratımla. Kaşlarım derince çatılırken, onun gözbebeklerine yansıyan ifademi seyrediyordum. Afalladığımı görebiliyordum ama üste çıkan ve derime yapışan öfkem her şeye karşı savunmamı güçlendiriyordu. Karşımda en tehlikeli canavar, Asir’in durduğunu bile unutmuştum. Geriye çekilirken üstüme doğru bir adım attı, kirpiklerimi hafifçe aralayarak tekrar eski halime dönerken tekrar geriye bir adım attım. O da tekrar üstüme doğru geldi. Net ifadeyle konuşurken sesinin o kalınlığını ve içimi titreten tonunu zihnimde öğüttüm. ‘’Senin suçun sadece, buraya tek başına girmiş olman.’’ Ağzımı aralayıp derin bir nefesi içime çektim ama konuşunca susmak zorunda kalıp tekrar ağzımı geri kapattım; kaşlarım istemsizce çatılmıştı ve içimdeki o huzursuz hissi bastıramıyordum. Gözlerini, renkli gözlerimden ayırmadan, ‘’Bedelini ödeyeceklerini söyledim,’’ dediğinde kollarımı meydan okurcasına göğsümde birleştirdim. Çenemi dikleştirerek, ‘’Neymiş bedelleri?’’ dediğimde, suratımın her zerresini hafızasına kazımak istercesine seyrederken dudağının tek kenarındaki gülümsemenin gözle görülür şekilde büyüdüğünü gördüm. İblis gözlerini kıstı ve ona baktı. Bense yumuşak bir şekilde yutkundum. ‘’Bu akşamki yemeklerini sana verecekler.’’ İblis’in yüzünün aldığı hal hiç hayra alamet değildi; dumanları öfkeyle sarsılarak etrafa yayılıyor ve hiçliğe karışması saniyelerini alıyordu. O kadar öfkeliydi ki her şeyi talan edebilirdi; dişlerinin arasından tısladı. ‘’Bu ne biçim bedel ulan?’’ Hafifçe aralanan dudaklarımdan histerikçe gülercesine bir nefes bıraktım. Bakışlarımın odağı başka yöne, ağaçların sık gövdelerinin arasındaki karanlığa odaklanmıştı. Kanlı Ay etrafı kuşatırken her taraf kana bürünmüş gibiydi. ‘’Ölüyordum ve sen onları açlıkla mı terbiye ediyorsun?’’ ‘’Ne yapayım?’’ dedi bariz alayla. Kalın sesine tahmin edemeyeceğim kadar güzel yakışmış alaylı tonu, kalbimi titretirken dudağının kenarındaki büyüyen gülümsemenin yerini sakinlik aldı ve soğuk bir kıvrım oluştu, ‘’Öldüreyim mi?’’ diye fısıldadı; ruhumu okşayacak kadar çekici gelen tonlamayla. Camdan daha parlak duran kızıl gözleri, insani olmayan şekilde parlayıp söndü. İblis bile afallamıştı, kömür karası bakışlarını etrafta dolandırarak tekrar ona baktı. Yutkunarak geriye doğru çekilmeye devam ettim ama elleri kot pantolonunun cebinde bana doğru adımlamaya devam etti. Durduğumda o da durmuştu. Kaşlarımı çatarak, ‘’Öldür demedim.’’ dedim aniden ama sesimin titremesine engel olamamıştım. Dudağının soğukça kıvrılışını söndürmedi, ‘’O zaman, sakatlayayım mı?’’ Dışarıya verdiği nefesi, titrekti ama yüzümü yalayıp geçtiğinde sanki beni ısıtmaya yetiyordu. O yüzden üşüyüp üşümediğini merak ettim; sırtıma koyduğu kaban ağır geldi ama çaktırmadım. Sonuçta ben istememiştim ve az daha ölüyordum. Bakır rengine bürünmüş gözleri, renkli gözlerime tutunurken suratı ifadesizliğe büründü. Benden cevap çıkmayınca, ki İblis gayet de ikileme düşmüş ve öldürüp sakatlama kısmını kendi içinde tartışıyordu, Asir tüm soğukkanlılığıyla devam etti. Kanlı Ay’ın altında parlayan yüzüne sanki cinayetin lekesi misali görünen uğursuz bir renk yansımıştı. Kızıl hareleri, o renkle daha da süslenmişler ve ortaya çıkmışlardı. ‘’Dinle,’’ dedi uyarı vererek. ‘’Sürü için yemek, namustur. Kurt eğer avını başka kurt yüzünden kaybederse o kurdu parçalar ve hatta kaçırdığı av niyetine açlıktan onu yer.’’ Açıklamasına karşılık dehşete kapılan zihnimin bir köşesi dumura uğramıştı; kirpiklerimi sonuna kadar aralayarak ona baktım. ‘’Kurtların doğasında böyle bir şey yok.’’ Sesim içime kaçmış ve oralara saklanmıştı. Yüzündeki ifadeyi bozmadan, kaşlarını havaya kaldırarak indirirken tek kaşındaki o yara katlanıp tekrar düzeldi, ‘’Buradaki kurtlar, senin belgeselde izlediklerine benziyor mu, Rea kedisi?’’ dedi alayla. Huzursuzlukla kaşlarımı çatarak, ‘’İsmim Evin Yağmur.’’ dedim ama İblis’le direkt bakıştık. Asir bu sefer gerçekten gülümsedi, ‘’Ben sana Rea kedisi diyorsam öylesindir.’’ Aklıma düşen anı, onunla ilk tanıştığımız anı hafızamdan çekip gözlerimin önüne sürükledi. Koridorlarımda yankılanan bariton ses, artık Asir’in değildi. İblis’imindi. ‘’Bundan sonra sana Toprak diyeceğim.’’ Kanlı Ay’ın ışığı altında kızıla bürünen kavruk teni, gölgeleri doğurmuştu. Saçlarının tepesine inerek yansıyan uğursuz ışık, kestane rengi saçlarını daha koyu bir renge bürümüştü. İblis’in normal şartlarda egosuna öfkelenmesi gerekirdi ama pek umursamadı. Dikkati farklı yöne kayan İblis yanlara bakarken birden kirpiklerini aşağı çevirdi ve yüzünü buruşturarak öylece kaldı. Asir’in de koyu kızıl rengi gözleri benden ayrılarak aşağı doğru indiğinde; kaşları hafiften çatılmıştı. Alnına düşen perçemi kıpırdandı ve gözleri, küçük Xiya’yı buldu. Huzura kavuşurken küçük dostuma bir şey olmadığına şükrediyordum. Dört ayak üstünde zıplayarak bana doğru gelirken aniden gördüğü Asir’le duraksayarak havayı kokladı. Ardından nefesini içine çekerek karnını düzleştirdi, sonra sırt üstü geriye doğru düşerek dilini kenardan dışarı sarkıttı. Boncuk gözlerinde yaşam son bulurmuş gibi hareketsiz kalırken ona dehşet ve gülmek arasındaki ince çizgide bakıyordum. Suratımın aldığı şekili ben bile tarif edemezdim. İblis her şeye rağmen güldü, ‘’Ölü taklidi iyiymiş, keşke aklımıza gelseydi.’’ Asir gülercesine burnundan nefes bıraktı ve dudaklarını saran alayla Xiya’yı ezercesine bakmaya başladı. Gözleri gülümsemesinden dolayı hafifçe kısılmışlardı ama ifadesinden alay akıyordu. ‘’Yeter bu kadar sohbet,’’ dedi küçük bir sıçana bakarcasına Xiya’ya baktıktan sonra yanımdan geçerek ilerlerken. ‘’Beni takip et.’’ Xiya, tek gözünü açarak korkuyla Asir’e ve onun devam etmesine baktıktan sonra rahatlayan bedenini aniden dikti ve bana doğru koşmaya başladı. Yere eğilerek onu kucağıma aldım ve kabanımın arasına sıkıştırdım. Islak kabanım arasında üşüyebilirdi ama içerisinin sıcak olduğunu düşünüyordum. Tüyleri parmaklarım arasında gevşeyip titrerken, onu nasıl bıraktığımı düşünüp duruyordum ve kalbim amansızca vicdan azabıyla kavruluyordu. Asir’in peşinden ilerleyerek ona yetişmeye çalıştım. Büyük adımlar atıyordu ve sırtındaki kemikler her hareketinde asilce belirginleşiyordu. Elleri cebinden hiç ayrılmamıştı; sadece kazakla durarak nasıl üşümüyordu? Kestane rengi saçları ıslaklıktan dolayı koyulaşmıştı ve daha da dalgalanarak hem kabarık hem karışık duruyorlardı ama ona yakışmıştı. Boynundaki yılanbaşının hareket ederek ensesine doğru süzülmesini ve ani bir kıvrımla Asir’in göğsünün sağ tarafına doğru kaydığında orta kalınlıktaki gövdesinin, adamın ensesini sararak yavaşça hareket etmesini seyrettim. Yılanın kara ve pullu başı diğer taraftan aşağı doğru sarkıp kahverengi kazağının altında kaybolmuştu. Buna alışamıyordum çünkü birden bedeninden ayrılıp saldıracakmış gibi hissettiriyordu. ‘’Güzel silah,’’ dedi aniden, ‘’Kıskandım, anasını satayım.’’ Yaptığı ani iltifata ne tepki göstereceğimi bilemedim. Bana korkunç gelen dövme, ona çekici gelmişti. Gerçi gerçekten pürüzsüz ve kavruk teninde çekici görünüyordu ama korkunç ve ölümcül olduğunu da unutamazdım. O yılan, Krasa’yı öldürmüştü. Bir insanın canını almış ve hiç kimseye görünmeden toz olmuştu. Bir yandan da, Asir’e nasıl güvenip onu takip ettiğime şaşırıyordum. Dahası İblis de buna izin vermişti ama yine de içten içe şüphe duyduğunu da biliyordum. Asir güvenilmez bir adamdı, katil potansiyeli vardı ve beni kurtarmış olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Ben bunları düşünedururken, o sessizliğin içinde sadece ayakkabılarımızın altında ezilen yaprakların hışırtılarıyla ilerledik. Çok geçmeden, on dakika sonra sarı lambaların ağaçların gövdelerine yapıştırılıp etrafa loşluk yaydığı alana gelmiştik. Elektrik nereden geliyordu? Ardından iyice odaklanıp baktığımda aslında onların lambaya benzer bir çanağın içine konulmuş mumlar olduğunu gördüm. İçindeki mumdan yükselen ateş hafifçe titrese de etrafı yakmayacak bir şekilde çevresi sarılmıştı. Kanlı Ay’ın ışığının yansıdığı çadırlar ve alan; göçebe hayat yaşadıklarını kanıtlar nitelikteydi. Ayrı ayrı yerlerde ve ağaçların arasına saklanmış olsalar da ortada şenlik ateşine benzer bir çalı kümesi ve onun üstünde havada duran yatay çubuk; etrafına koyulan soğuk taşlar bir kamp özelliğini taşıyor ve kimseyi gizlemiyordu. Çadırlar ortalama büyüklüktelerdi, fazla büyük de küçük de değillerdi. İki kişiliklerdi en fazla. Çevreme bakındığımda çocukların ortada oynadığını ve bir yerde toplanan adamların gülerek muhabbet ettiğini fark ettim. Adamların birkaçı ahşap, katlanılabilir sandalyelere oturmuşlardı ve onların ayak diplerinde de bazı kurtlar bulunuyordu. O kadar asil duruyorlardı ki içimdeki kurt sevgisini, beni öldürmeye çalışsalar dahi, aşamıyordum. Birkaçı sahiplerinin yanında oturup bana keskin bakışlar atarken; diğerleri hiçbir sese aldırmadan sahiplerinin ayak ucunda uyuyorlardı. Karşı tarafta görünen kadınlar yemekle uğraşıyordu; çadırlardan uzakta ama şenlik ateşine benzer ateşe yakın yerde ahşap bir masa bulunuyordu. O ahşap masanın çevresine oturmuşlar koyu bir muhabbete dalmışlardı, hem de ellerinde tuttukları yiyecekleri doğruyorlardı. Biz ortama dalar dalmaz, ortamı saran sessizlik kulaklarımızda yankılanırken İblis bile gergince yutkunmuştu. Etrafa bakındı ve keskin bakışları altında çevresini süzerken analiz yeteneğine bir şekilde güvenmek istedim. Ani harekette kaçacak ve hayatımı kurtaracaktım. Asir önümde tüm ağırlığıyla ilerlerken, tüm gözlerin üstümüzde olmasına aldırış etmiyor gibiydi. Bense diken üstündeydim, sanki etrafımı saran duvarların göğe biraz daha yükseldiğini hissediyordum. İfadesizliğimi koruyarak sert bakışlarımı çevreme yönelttim ve soğuk bakışlarımdan rahatsız olan birkaç kişi yakaladım. Böylece kendimi daha iyi koruyabilirdim. Kadınlar bizi görür görmez fısıldaşmaya başlamışlardı; yüzlerinden okunan şaşkınlığı görerek yutkundum. Benim hakkımda konuşulmasından hiç hoşlanmazdım, tüm gözlerin üstümde olmasından da hoşlanmazdım ve birazdan, o masada yapılan yiyeceklere el koyacağımı öğrenecekler ve savaş başlayacaktı. Kalbim ritmini hızlandırırken, kabanımın iç kısmında unuttuğum Xiya’dan yükselen buharlı nefes maviye bulandı ve siyah kabanıma bulaştı. Ona aldırmadan ilerlemeye başladım ve parmaklarımla gerginliğimi azaltsın diye yumuşacık tüylerini okşadım. Sıcaklık buz kesmiş parmaklarıma nüfuz ederek etimi karıncalandırdı. Gözlerini etrafta gezdiren Asir, tam yan tarafımızda erkeklerin oturduğu bölgeye baktı ve ‘’Barlas.’’ dedi, tehlikeli bir ses tonuyla. Asir tam önümde durduğundan ben de durmak zorunda kaldım ve istemsizce, onun geniş sırtının arkasına doğru yanaştım. Sadece söylenir gibi konuşması bile o bölgede olan adamların bakışlarını bu tarafa çekmeyi başardı; sesin oraya ulaşması bile oradan karşımıza iri yapılı, esmer bir adamın geçmesine yetmişti. Adamın korkusuz, kahverengi bakışları Asir’in suratına dikiliyken tek kaşım usulca kalktı. Çevreme attığım ve insanların rahatsız olacak şekilde hafızasına kazındığım soğuk bakışlar yetmezdi; etrafıma ördüğüm buzdan duvarların kalın ve yüksek olması ayrıca asla çatlamaması da gerekiyordu. Barlas denilen adam korkunç görünüyordu. Kahverengi irisleri koyuydu ve içinde cesur bir savaşçının vahşiliği yatıyordu. Adam konuşmadı ama Asir devam etti, kabanının ceplerinden ellerini ayırmadan, keskin bakışlarıyla Barlas’a bakan adam pasif öfkesi her halinden anlaşılan o sesiyle, ‘’Sen neredesin?’’ dedi. ‘’Kadın öldükten sonra mı gelecektin sürünün başına?’’ O sırada kahverengi hareleri, bana doğru kayan adam kaşlarını hafiften çattı ama bir şey söylemedi. Çok geçmeden, ‘’Haberim yoktu,’’ dedi sadece tekrar Asir’e bakarken. Hala keskin ifadesi suratına yapışmış haldeydi. İblis neredeyse kahkaha atacaktı ama kahkahası öfkesinden olacaktı, ‘’Bunlar deli mi lan?’’ dedi duyduğuna inanamazmış gibi. ‘’Sürünü eğitemiyorsan lider olma, piç herif!’’ Asir derin bir nefes verdi, gözlerini kısarak, ‘’Nasıl haberin yoktu lan?’’ dedi. Her zamankinden daha kabaydı, kontrollü tavrından aniden sıyrılması karşısında afalladım. Aşağıdan ona bakarken çenesini kastığını ve o hattın belirgin oluşunu seyrettim. ‘’Normalde karışmazdım ama Kızıl Diyar önemli bir nokta, bunu sen de biliyorsun.’’ Barlas boğazını temizlerken, ‘’Bedelini öderler.’’ dediğinde Asir beklemeden, ‘’Ödeyecekler. Cezayı çoktan düşündüm.’’ dedi, net sesiyle. Sanki Barlas o cezayı kabul etmek zorundaydı, aksi takdirde tırnaklarının altına saklanmış o pençesi boğazını deşecekti. Barlas’la kısa süre içerisinde bakıştık, benden hoşlanıp hoşlanmadığını çözemiyordum ama ben olsaydım damdan düşmüş gibi sürüsünün tam ortasına çakılmış kendimi affetmez ve hoşlanmazdım. Yine de suç onlarındı, o yüzden çenem istemsizce havaya kalktı ve korkusuz durmaya çalışan bakışlarımı tamamen Barlas’a yönelttim. Ufak meydan okuyuşuma tek kaşını kaldırdıktan hemen sonra hiç etkilenmemiş yüz ifadesini Asir’e çevirdi. ‘’Söyle.’’ ‘’Görüyorsun ki, bu akşam yemekte misafirimiz var,’’ dedi Asir, manidar ve manalı sesiyle. Başını yana doğru yatırıp kıstığı gözlerinin arasından Barlas’ın tepkisini yokladı, ‘’Bu saçma eğitime karışan kim varsa bu akşam yemeyecek. Sense iki akşam yemeyeceksin.’’ Son kararı şu an vermişti, bu da Barlas’ın hatasıydı eğer haberi olmadığını söylemeseydi belki de sürüyle beraber sadece bu akşam yemeyecek ve konu kapanmış olacaktı. İblis kadehini dudaklarına götürüp götürmemekte kararsız gibi elini havaya kaldırmıştı; pinpon topunu seyreder gibi ikisi arasında mekik dokuyan gözleri analiz eden biri gibi kısılmıştı. Barlas yutkundu, boğazının gerildiğini ve adem elmasının yukarı kayıp indiğini fark ettim. Gözbebekleri usulca titredi ve Asir’in arkasında duran bana doğru bir bakış attı, ardından kafasını sola doğru çevirip az ileride duran ve buraya doğru bakan kadınlara doğru baktı. Ne düşündüğünü çözmek zordu ama teklifi öne süren Asir’di. Kadınların tarafına doğru bakarken gözlerimi kıstım, kadınlardan birkaçının kaşları sorgularcasına çatılmıştı. Uzaktan olayı anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Aniden havadaki atmosfer, boğucu bir hal almaya başladığında İblis keyiflice arkasına yaslanmıştı ama ben, boğazımı sıkıp bırakan ve tekrar kavrayan görünmez elleri hissediyordum. Benden hoşlanmışa benzemiyorlardı. Barlas, ‘’Bu sürünün lideri benim,’’ dedi dişlerinin arasından. ‘’Sadece cezanı söyler, sonra çekilirsin aradan. Uygulayıp uygulamayacağıma ben karar veririm.’’ Asir tek kaşını kaldırdı ve onu gelişigüzel süzerken sanki cesaretinin nereden geldiğini hesaplıyor gibiydi. ‘’Bak sen,’’ dedi manidar tavrıyla, sesi biraz kısılmıştı. Tek cebindeki elini sakinlikle yukarı kaldırarak parmaklarının uçlarıyla Barlas’ın tişörtünün yakalarını düzeltti, hala onu baştan aşağı süzer gibi bakıyordu. İblis’le bir anlığına bakıştık ve gergin havayı solumamla bir adım geri attım. Kavga çıksın ve ben arada kalayım istemiyordum. Kalbimin sesini bastırmak üzere derin bir nefesi dışarı verdim. Xiya hala kucağımda uyukluyordu. Asir öfkeden diyebileceğim çatlamış sesiyle, ‘’Tamam oğlum,’’ dedi alayla, ‘’O zaman güzel bir ceza duyayım ağzından, duyamazsam o ağzını kırmasını da bilirim.’’ Barlas kıstığı gözlerle onun suratına meydan okurcasına bakarken çaktırmadan yutkunduğunu fark ettim. Gözlerini bir süre kapattı, sessizce düşünüyor sanmıştım ama gözlerini tekrar araladığında, ‘’Senin dediğin olsun,’’ dedi dişlerinin arasından. Yüzü buruşmuş, memnuniyetsizliği her halinden belli olmuştu. ‘’Ama sürü bundan hoşlanmayacak.’’ dedi yıkılmayan sesiyle fakat kararsızlığı her halinden belliydi. Kaşlarını çaktırmadan çatıp tekrar düzeltti ve son kez yutkunduktan sonra ellerini cebine atıp arkaya doğru döndü. Yan tarafımızda bekleyen adamların arasına karışıp durumu söylerken bazılarının öfkeden kıpkırmızı olduğunu gördüm. Asir onları yüzündeki tembel tebessümle bir süre seyretti. İblis’se tüm olanları sırıtarak seyredip kadehinden yudum aldı ve arkasına yaslandı; rahat ve kendinden emin görünüyordu. ‘’Geri zekalı, o yüzden ceza diyorlar buna.’’ dedi Barlas’ın arkasından. Bedeli önceden beğenmemiş olsa da şimdi her şeyden tatmin olmuş gibiydi. Xiya göğsüme titrek bir nefes bıraktı. O kadar belirsiz şekilde nefes alıp veriyordu ki bir an uyuduğunu düşündüm; çaktırmadan kabanımın iç kısmını aralayıp ona baktığımda boncuk gözlerini kırpıştırarak usulca kapatıp araladığını gördüm. Yavru olmalıydı, bu masum ve çaylak halleri yavru olduğunu düşündürtüyordu. Kafamı tekrar kaldırdığımda Asir’le göz göze geldik. Bir bana, bir de göğsüme aldığım hayvana kesik ve kısa bir bakış atıp önüne döndü. Dudaklarından sesli ama kısa nefesten vermişti, sırtı nefesiyle beraber usulca hareketlendi. Kaşlarımı çattım ve onu takip ettim. Kadınların olduğu tarafa yaklaştıkça yüzlerini daha net görebiliyordum ve suratlarını sarmış ifade, hiç hoşuma gitmiyordu. Memnuniyetsiz bakışlara sahip olan kızıl saçlı kadının buradan bile ela gözleri parlar haldeydi, beni baştan aşağı süzdü. Ondan gözlerimi ayırmadan, ‘’Fazlalık gibi hissediyorum,’’ dedim mırıldanarak. Asir kibirle gülümsedi hatta alay kokan kıkırtısı kulaklarıma bile çarptı, ‘’Fazlalıksın zaten, Evin Yağmur.’’ dedi normal bir sesle. İblis kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken iç çekti ve kadehinden yudumladı. Kaşlarımı çattım, ‘’Evin.’’ dediğimde bana manidar bir bakış fırlatıp, ‘’Tamam, Yağmur.’’ dedi. Onunla yarışamayacağımı anlayıp derin bir nefes vererek önüme döndüm. Bıyık altı gülümsedi ve önüne döndü, ‘’Ben olsaydım, bu fazlalıktan sıyrılmanın bir yolunu bulurdum.’’ İblis işaret parmağını kaldırıp sallayarak rastgele indirirken, ‘’Oldu bil.’’ dedi tek kaşını kaldırıp. ‘’Beni dinle,’’ dedi önümüzdeki kadınları seyrederken. ‘’Ortama daha iyi uyum sağlamana yardımcı olacak.’’ Önüme baksam da hem ilerliyor hem onu dinliyordum. ‘’Buna gerek yok,’’ Kalbim boğazımda atıyordu ve her adımımda sanki ayağımın altında can bulan nabzım bacaklarımı titretiyordu. Yeni ortamlara girmek benim için zordu, çünkü genelde köşeye çekilir ve kimseyle muhatap olmazdım. Olamayacağımdan değildi, istesem olurdum ama hoşuma gitmiyordu. Enerjim her zamankinden daha çok çekiliyor gibi hissediyordum. Şimdiyse, benden hoşlanmadığını apaçık belli eden kadınların arasına düşmüştüm ve bunun zorluğu benim için iki kat fazlaydı. Alay ve kibirle dolmuş gözlerini üstüme dikerek bıyık altı gülümsedi, ‘’Tabii tabii…’’ dedi manidar sesiyle. ‘’Sen yine de dinle ama.’’ Gözlerimi devirdim ve sessiz kaldım. Devam etti. ‘’Ortadaki kızıl saçlı kadın, kadınların arasında en kıdemlisi olarak görünüyor. Farklı bir ağırlığı var, bakışları görüyor musun?’’ dedi. Kızıl saçlı kadından gözlerimi alamıyordum zaten. O kadar gerilmiş ve rahatsız olmuştum ki ayaklarım geri geri çekiliyordu sanki. Masaya doğru yaklaşıyorduk ve şaşkın bakışların daha net hedefi oluyorduk. Kadının yüzü alımlıydı, çenesi sivriydi ve alnına düşen kâküllerinin altından ela gözleri keskindi. Yüz hatları belirgindi, oldukça çekici bir kadındı ve önündeki eti doğradığında elinde tuttuğu, sırtı parlayan bıçağı nedense ustalıkla kullanacağını düşünüyordum. Sorgularcasına attığı bakışların altında ezildiğimi hissediyordum; ben istememiştim ki Asir sürüklemişti. İblis devam etti, ‘’Diğerleri ona bakıyor ama iki kız, sarışın ve siyah saçlı, diğerinden daha dikkatli bakıyor. Sanki kızılın hislerini taklit ediyorlar gibi. O bir şeyden hoşlanmıyorsa, onlar da hoşlanmıyordur. Yine de güler yüzünle,’’ dedi ve ifadesiz suratımı inceledi, baştan aşağı suratımı o aşağılayıcı bakışlarıyla süzerken ona monoton sayılan, kirpiklerimi ağır ağır kırpıştıracağım bir bakış fırlattım. Durumum vahimmiş gibi başını iki yana sallarken dumanlarını havaya karıştırdı. ‘’Boş ver güler yüzü, kendine güveninle o ortama girmeye çalışacaksın. Her zamanki Toprak ol ama kendin olurken, kızıl saçlı hatundan kendini daha iyi gösterme.’’ ‘’Ya da hiç konuşmayıp yemeğimi yer çeker giderim, ha?’’ Bana bön bön baktı, ‘’Bu da bir… fikir.’’ dedi zoraki, ‘’Tabii akşam yemeğine kadar sağ kalmamak istiyorsan. Asir’in yanında duracağını sanmıyorum, kızım.’’ Gözlerimi devirdim, ‘’Başka?’’ Bakışlarını önümüze dikerken tamamen masanın önüne gelmiştik ve delici bakışları tıpkı mıknatıs gibi üstüme çekmiştim. İki farklı renkteki gözlerimi usulca masada gezdirirken, diğer üç kızı da dikkatlice süzmeye çalıştım. Masada sadece üç genç kız, biri bizden yaşça büyük olan bir kadın vardı. Kızıl saçları alevden yaratılmış gibi görünen kadının asil bir havası vardı. Beyaz yüzünde yer yer çiller vardı ama onlar suratını daha çekici göstermişlerdi. Tatlılıktan uzak bir kadındı. Saç tutamlarını iki yandan büzerek geride toplamış; diğerlerini açıkta bırakmıştı. Saç şekli hafifçe ortaya çıkan kemikli çehresini gözler önüne sermişti. Badem şeklindeki ela gözleri hafif çekikliğinden dolayı keskin bakıyordu ama şu anlık asabi değildi. Sanki sadece duruşu öyleydi. Burnu hokka, dudakları dolgundu ve vişneçürüğü renginde parlıyorlardı. Elinde tuttuğu bıçağı, kesme tahtanın üstüne vurup duruyor ve onun üstündeki etleri doğruyordu. İblis kadından gözlerini ayırarak, diğerlerine baktığında ben de öylece masanın başında dikilip diğer kızlara bakmıştım. Biri güneşte hafifçe kavrulmuş misali görünen, sütlü çikolataya benzer bir ten rengine sahipti. Gözleri su yeşiline benziyordu; sakin bir akşamda esen meltem gibi durgundular. Tatlı bir görüntüsü vardı ve kahverengi, dalgalı saçlarının tepesine beyaz çiçekten yaptığı tacı geçirmişti. Dudakları orta kalınlıktaydı ama gül pembesi renginde canlı duruyorlardı; burnu onun da yapılmış gibi hokka ve küçüktü. Biri siyah saçlı, diğeri sarışın; kahverengi saçlara sahip ve başında çiçekten taç yapmış kızın karşısında oturuyordu. İblis zihnimde hala analiz yapmaya devam ediyordu. ‘’Şu çiçekli kızı tavlamak kolay olacak gibi, o diğerleri kadar sert mizaçlı değil. Tabii yine de temkinli olmak da fayda var. Ayrıca önceliğin, kızıl hatunu tavlamak olmalı.’’ Kömür karası harelerini kucağımdaki Xiya’ya doğru indirdi ve tehlikeli bir şekilde gülümsedi. ‘’Bunun için de onu göz önüne çıkartacak bir yol bul,’’ dedi parmağıyla kabanımın içindeki hayvanı işaret ederken. ‘’Bir Xiya bulduk ama hangi tür olduğunu bilmiyoruz, şansımız varsa iyi bir Xiya yakalamış oluruz ve dikkatlerini büyük ihtimal çeker. Muhabbet oradan bile lehine dönebilir.’’ Tek omzunu silkti, ‘’Bu kadar.’’ ‘’Ya Xiya kötü bir cinsse?’’ dediğimde ağır ağır güldü, umursamazdı. ‘’O zaman büyük alay konusu olursun.’’ O sırada şaşkın bakışların arasında nihayet kızıl saçlı kadın, efsunlu ve ağır sesiyle konuştu. ‘’Ne oluyor?’’ Hala sert ifadesinden taviz vermeyişi, gergince yutkunmama neden olurken nereden çıktığını anlayamadığım Barlas, Asir’den önce olaya el atarak konuştu. ‘’Durumu görüyorsunuz, bu akşam yemekte misafirimiz var.’’ Onun sesini arkamda duymamla irkilmiştim, Asir’in umursamaz bakışları ona doğru kaydı ve tekrar kızıl kadına doğru yöneldi. Sarı saçları küt kesim duran ve sempatik bir surata sahip kız, mavi gözlerini şaşkınlıkla araladı. Dudaklarından şaşkınlığını ifade eden, ‘’Ne?’’ sorusu döküldü. İçine kaçmış tiz sesi, hissettiğim dikenlerin uçlarını daha da sivrileştirmişti. Kaşlarımı belli belirsiz çatarak dudaklarımı gerdim, daralan nefesim çevreme bakış atmama neden oluyordu. Ortamdan kaçmak istiyordum. Asir, ‘’Bir sorun mu var?’’ dedi itiraz istemeyen sesiyle. Kızıl, ‘’Var.’’ dedi keskin sesiyle. Bana öylesine bakış attıktan sonra, ‘’Yemek yetmez.’’ dedi, kaba bir sesle. Kaşlarımı çattım, İblis alt dudağını yalayarak ters ters baksa da çok geçmeden yüzünü tuhaf bir gülümseme sarmıştı. Ardından alayla, ‘’Vah vah…’’ dedi sahte bir üzüntüyle. ‘’Biz de sadece bir kere yaşayabiliyoruz ama önemsenmedik.’’ Asir kendinden taviz vermedi, ‘’Sevgili kocan yetmeyecek olan yemeği yeteri kadar arttırmış olacak.’’ Kadının ela gözleri sanki yerlerinden fırlayacakmış gibi aralandı, ‘’Ne?’’ Bıçağı tutan elini kaldırıp bıçağın sivri ucuyla kocasını gösterdi, ‘’O buna dayanamaz!’’ Neredeyse gülecektim, ciddi ortamlarda sebepsizce gülen tarafım meydana usulca çıkıyordu ama gülersem, büyük ihtimal o sivri bıçağın ucu bana isabet edecekti. İblis dudaklarının arasından, ‘’Şşş,’’ dedi durumumu anlamış gibi. ‘’Toprak, sakın gülme.’’ Dudaklarım istemsizce kıpırdanırken onları büzerek ciddi kalmaya çalıştım. Asir benim yerime güldü, ‘’Sürünün lideri olduğu için sorumluluğu alacağını kendisi söyledi.’’ O sorumluluk Asir’in bahsettiği sorumluluktan değildi ama olsun… İblis pis pis gülümsese de tebessümü kısa sürdü. Çaktırmadım ve göz ucumla Asir’e doğru baktım. Ellerini cebine sokarken tehlikeli bakışlarını kadının üstünden ayırmıyordu, ‘’Ayrıca yalnız kalmayacak, merak etme. Yemeği her zamanki gibi yapın, yeteri kadar artar.’’ Sarışın kız mavi gözlerini üstümüze çevirirken, ‘’Berka yaralı, o da mı yemeyecek?’’ dedi sakince. Asir keskince ona doğru baktı, ‘’Evet.’’ dediğinde sanki sarışının mavi gözlerinden bana dair bir kin dalgası yayıldı ama çok geçmeden o his ifadesizliğe büründü. ‘’Peki.’’ O sırada siyah saçlı kız araya karıştı, ‘’Üstünde tuhaf bir koku var,’’ dedi çenesiyle beni işaret ederken. Diğerlerinden daha ılımlı ama uzak bakıyordu. ‘’Ne sürdün?’’ Yutkundum, ‘’Samora.’’ Barlas’ın arkamda duran bedeni gerildi ve geriye doğru çekildi. İstemsizce hareketine gözümü aşağı ama kenara doğru çevirerek bakıp tekrar siyah saçlı kıza baktım. ‘’Tehlikeli bir ottur, sen etkilenmemişsin ama biz etkilenebiliriz.’’ Asir sıkılmışa benziyordu, başını yukarı kaldırarak boynunu tamamen açığa çıkardı ve kızıl harelerini karanlık gökyüzüne çevirdi. Ardından, ‘’Aranızda konuşup halledin. Ben arka taraftayım. Sorunu olan varsa benimle konuşsun.’’ dedi kararlı çıkan sesiyle ve kimseyi beklemeden yanımdan geçmeye hazırlandı. ‘’Korkut,’’ dedi Barlas, arka taraflarımda. O sırada Asir durmak zorunda kaldı ve sağ tarafıma geçti. Masadaki kızlardan gözlerimi ayırarak Korkut’a doğru baktım, tek kaşım istemsizce kalkmıştı. Sert bakışlarını üstümde tuttuktan sonra sorgulayan ama sert olmamasına dikkat gösterecek şekilde yeşil harelerini Asir’e çevirdi. ‘’Ne oluyor?’’ Asir tek kaşını kaldırarak, ona doğru döndü ve hiçbir şeyi belli etmeyen duygusuz sesiyle, ‘’Bu akşamki yemeğinizi ona veriyorsunuz.’’ dedi. Birden algılayamayan adam kaşlarını havaya kaldırıp indirirken bozuk bir gülüş sergiledi, ‘’Anlamadım?’’ dedi ardından ciddi sesiyle. ‘’Niye?’’ Tek omzunu silkti, ‘’Bu da eğitimin bir parçası,’’ dedi umursamaz bir tonlamayla. Birden afallayan adam yeşil harelerini canavara çevirdikten hemen sonra titreyen kirpiklerini usulca kırpıştırdı ve onların titreyişini saklamak istedi. ‘’Biz eğitim yapmıyorduk. Bölgeyi savunuyorduk.’’ ‘’Yalanını siktirme, Korkut. Sana mı kaldı lan Kızıl Diyar’ı korumak? Üstelik neyden?’’ dedi elleri cebinde olduğu için, alayla parlayan gözlerini bana doğru yöneltirken. Korkut’a bakarken, bana bakış atan Asir’in kızıl harelerine tutunmak zorunda kaldım. Kalbim teklemeye başlarken beni usulca süzdü, ‘’Bir insandan mı?’’ Tekrar ona bakarken dişlerinin arasından adeta tısladı. Tehlikesini ben dahil herkes hissettiğinden ortamda kuş bile ötmedi, ‘’Ne yapacaktı, sivri dişlerini mi çıkartacaktı? Pençeleriyle boğazını mı deşecekti?’’ Korkut altta kalmadan, ‘’Halledeceğini söylemiştin! Berka’yı zehirleyen o!’’ dediğinde sarışının tekrar hedefi haline geldim. ‘’Sen Berka’yı mı zehirledin?’’ Ortam gerilirken nabzımın hızlandığını da hissediyordum, gergince yutkundum ve meydan okumaya hazır gözlerimi hem sarışın kızda hem Korkut’un üstünde gezdirdim. Varlığını unuttuğum Xiya, kabanımın altında usulca nefes verdi. Dikkatimi dağıtmayarak, ‘’Ben sadece kendimi savunuyordum,’’ dediğimde Asir dahil herkes bana baktı. Fakat canavarın bakışları usulca tekrar Korkut’a kaydı. Sarışın kız ağzını tam açacaktı ki kızıl saçlı kadın, onu sakince susturdu. ‘’Yapma.’’ ‘’Ne yapmamı beklediğinizi bilmiyorum, sessiz kalışım güçlü olmadığım anlamına gelmez. Tüm bunlara katlanabileceğim anlamına da gelmez. Kimseye ve hiçbir şeye, üstelik beni öldürmeye çalışanların söylediği laflara, katlanmak zorunda değilim. Bu tavırlara ve kişilere sabır ve tahammül göstermem.’’ dedim keskin ve net sesimle, kollarımı göğsümde birleştirerek. Xiya’ya dikkat etmiş ve onu ezmemeye çalışmıştım. Kabanımın altında hala uyuyor olmalıydı, olağandışı şekilde hareketsiz duruyordu. İblis tek elini yumruk yapıp ağzına doğru götürürken keyifle sırıtışını saklamaya çalışıyordu. Elini ağzından çektikten hemen sonra ciddiyete bürünüp, ‘’Fazla uçma, yine de…’’ dedi, mırıldanırken. Sarışın bozulduğu her halinden belli olan gülüşüyle, öfkeden boğuklaşmış sesiyle konuştu. ‘’Kime güveniyorsun sen?’’ Ona yandan bir bakış attım, suratımda tembel bir tebessüm vardı. ‘’Kendime?’’ Gülümseyişi genişçe yayılırken mavi gözleri tehlikeyle parlıyordu. ‘’İnsan olarak mı?’’ Gülümsemeye devam ettim, kaşlarımı muzip bir şekilde çatarak, ‘’Evet, Berka’nızı zehirleyen bir insan olarak.’’ dediğimde boğazından büyük bir hırıltı koptu. İblis lafım üzerine, boşluğuna gelmiş olmalıydı ki resmen çığlık atarak kahkahalara boğuldu. Ayağa kalkıp tam saldıracaktı ki Asir’le kızıl saçlı kadın sertçe, ‘’Elena!’’ dedi, uyarır bir tonla. ‘’Otur yerine.’’ Korkut bu sefer yerinde durmadı, atılacaktı ama Asir tek ayak atıp yana kayarak önüme geçerken Barlas onu durdurdu. Geniş sırtı sakin ve rahat bir şekilde önüme siper olmuştu, şaşkınlığımı kısa sürede üstümden atarken kalbimin teklemesine engel olamıyordum. ‘’Korkut!’’ Asir’in gür sesi içimdeki toprakları bile titretirken, kendimi açıklamak için uzun bir konuşma yapma amacıyla derin bir nefesi dışarı saldım. Ardından ‘’Bakın,’’ dedim, bir yandan Xiya’yı tutup diğer yandan kollarımı göğsümde birleştirirken. Aslında zangır zangır titremesine ramak kalmış ellerimi saklıyordum. Sadece kızıl kadını kaile alarak konuşmaya çalışıyordum, bacağımın içi heyecandan kasılsa da dik durmaya çalışıyor ve korkusuz tutmaya çalıştığım gözlerimi ondan ayırmıyordum. ‘’Buraya daha fazla olay çıkarmaya gelmedim. Asir beni davet etti, ben de teklifini kabul ettim çünkü anladığım kadarıyla, hiçbir şekilde yapmasına gerek kalmamasına rağmen özür dilemek istedi.’’ dedim ve bastırdım, ‘’Sürünüz adına.’’ Kâkülünün altında hareket eden tek kaşı yukarı kalkmıştı ve çenesini meydan okurcasına kaldırmıştı. Siyah saçlı ve onun yanında oturan başında çiçekten taç yapılmış olan kızdan ses çıkmıyordu; bana göre onlar artık baştaki sert tutumlarını bırakmışlardı. Sessizlikten faydalanarak ve beni pür dikkat dinlemelerini göz ardı ederek devam ettim. ‘’Kendimi hiç bilmediğim yerde ve tehlikeli olduğunu söyledikleri bölgede korumam hata değil. Yapmasaydım hata olurdu, çünkü şu an burada konuşmuş olmazdım.’’ dediğimde Elena sessizliği sinir bozucu tavrıyla böldü. ‘’Umurumuzda olmazdın, emin ol.’’ Asir sabır dilercesine nefes verirken Elena sadece ona göz ucuyla bakıp yerine sindi. Ona sakin tutmaya çalıştığım sesimle cevap verdim. ‘’Emin ol, benim umurumda olurdu.’’ dediğimde kinayeli çıkan sesime karşılık İblis kafamda sırıtmaktan öteye geçmiş, hatta kıkırdamıştı. Kahverengi saçlı kızın araya karışıp narin ve sakin çıkan sesi beni hem rahatlatmış hem de düşündüğüm şeyin gerçekleştiğini görmeme neden olmuştu. ‘’Bence sorun yok. Kız haklı.’’ Elena ona inanamaz gözlerle bakmaya başladığında tek omzunu silkti, ‘’Elena; Berka ve Korkut’ta hata var. Görünen köy kılavuz istemez. İnsan olarak kendisini korumaya çalışması bir hata değil. Onlar bir akşam yemedi diye ölmezler ama kız ölebilirdi.’’ Kaşlarının altından Korkut’a bakış atarak, ‘’Bir hiç uğruna.’’ dediğinde Korkut pes edip sabretmeye çalışırcasına derin bir nefes verdi ve yeşil harelerini çevrede gezdirdikten sonra geriye doğru dönüp çadırlardan birine yürümeye başladı. Siyah saçlı kız da elini kaldırıp, ‘’Katılıyorum.’’ dedi ve tek kaşını kaldırarak Elena’nın şaşırmış yüzüne doğru baktı. ‘’Kusura bakma, Elena.’’ ‘’Teşekkür ederim.’’ İki kız da bana bakıp samimiyetle gülümsedi. Gizliden gizliye şaşırsam da belli etmedim. Asir, Korkut’un gidişinden sonra masaya döndü. ‘’Bir suç işlediniz, sürü olarak. Sorumluluk almalısınız.’’ Kızıl hareleri kararlılıkla; şaşkınlık ve tereddüdü mesken edinmiş suratlarda dolandı ve sonunda beni buldu. Bakışlarının aniliğinden dolayı kalbim tekledi ve beynim aniden çalışmayı durdurdu. Bir şey soracak ya da söyleyecek sandım ama üstümde fazla oyalanmayarak Barlas’a döndü. ‘’Korkut ve Berka başta olmak üzere, bu suçtan haberi olup karışan her kimse bu akşam yemeyecek. Ona da yargılayan gözlerle bakmayı kesin, bu sizin suçunuz. Onun değil.’’ Sonlara doğru söylediği cümle, sadece ortamda bulunan kızıl saçlı kadın ve Elena içindi. Bir kalemden daha güçlü olan ses tonunu kullanarak söylediği kelimeler, etrafa yargı dağıtmıştı. Kimseden çıtırtı bile duymamıştım. Etrafıma bakmayı kesip Barlas’ın yumuşak suratına baktım; iri cüssesine rağmen kahverengi gözleri artık ılımlı bakıyorlar ve etrafa güven veriyorlardı. Konuşmam onu da etkilemiş olmalıydı ya da… bilmiyordum. ‘’Tamamdır,’’ dedi kabullenerek. ‘’Kadınlar ve çocukların suçu yok; adamlarla da tekrar konuşurum.’’ Asir son kez başını sallayarak tekrar bana baktı ve ifadesiz duruşunun arkasından keza önüne döndü. ‘’Sorunu olan varsa arka taraftayım.’’ dedi ve Barlas’ın baş selamından sonra ilerlemeye başladı. Tehlikenin bir nebze azalması ve kızların ikisinin beni savunması rahatlamama neden olmuştu. İblis şarabından yudum aldıktan hemen sonra parlayan kömür karalarını üstüme çevirdi. ‘’İyi iş. Büyümeni görmek güzel, Toprak.’’ Ona kısa bir şekilde bakıp tebessüm ettim ve önüme döndüm. Asir bakışları umursamadan, son emrini verdikten sonra ortamı terk etmiş ve çadırların arkasına doğru yürümüştü. Yutkunarak geniş sırtına bakadururken, masanın başında çırılçıplak kalmış kadar savunmasız kaldım. Barlas da ortamı terk etmişti. O sırada kızları daha net gözlemledim. Kahverengi saçlarının tepesinde beyaz çiçekten yapılmış bir taç bulunan genç bir kız, dudaklarını büzerek su yeşilimsi harelerini bir bana bir de Asir’e çevirdi. Asir gittikten sonra göğsümü saran huzursuzluk ve sıkıntı giderek büyümeye başladı. Konuşmam güzeldi ama tatmin edici olup olmadığını şimdi anlayacaktım. Eğer masaya davet edilirsem beni kabul etmişler demekti. Eğer bu şekilde hala masanın başına ayakta kalmama izin verirlerse o zaman kabul edilmemiş sayılırdım ve akşam olana kadar eminim ki, burada beklemeye devam ederdim. Gidecek bir yerim yoktu ve gücümü de artık eskisi kadar içimde bulamıyordum. Derinlerimdeki karanlığa saklanmışlardı ve sanki o uyuyan kızıl gözlü canavarın tam yanındaydı. O yüzden ona ulaşmam şimdilik, benim için zordu. Sarışın kızı ve onun yanında oturan siyah saçlı arkadaşını inceleyemeden, masayı soft bir sesle saran taçlı kız, ‘’Otur bari.’’ dedi, boş yanını gösterirken. Onun izni rahatlamama yeterli olmamıştı; ağırlığını masaya koyan kızıl saçlı kadındı. Eti ufak küp şeklinde doğrayıp bir tabağa koyan kadının, neden oturmadığımı sorgulayan gözleriyle karşılaştım. Etten gözlerini ayırır ayırmaz kaşlarının altından bana tuhaf bir bakış atmıştı. Yine de onu bekleyişim içten içe hoşuna gitmiş gibi görünüyordu. Bıçağının ucunu kaldırıp taçlı kızın yanını işaret etti ve tekrar odağını benden çekerek tabağa indirdi. Bıçağı ustalıkla kullanıyordu, etin kokusu burnuma gelirken açlıktan sulanan ağzımın içi karıncalandı. Herkesten sessizce izin alıp masaya oturduğumda yabancılığım dikkat çekiyordu. Sarışının hala tehlikeli ama benim için ifade etmeyen gözleri tam karşımdaydı ve bana öfkeyle bakıyorlardı. Tahtadan gözlerini ayırmadan, ‘’Yeter, şu bakışlarını artık çek.’’ dedi kızıl, Elena’ya uyarı yaparken. Elena gözlerini devirerek ellerini yanaklarının iki yanına dayadı ve benden gözlerini ayırdı. Etrafıma kısa bir bakış attım, masadan birkaç metre ötede duran adamların muhabbeti kesilmiş ve giderek ciddileşen suratlarının bazılarının öfkeye; bazılarınınsa ifadesizliğe büründüğünü görmüştüm. Kumral saçlara sahip olan bir genç çocuk, ‘’Ben yemeksiz yapamam oğlum!’’ dedi bağırarak. Kaşlarını çatmış, çenesini kasmıştı ve öfkeyle koyulaşmış gözleriyle öyle sert bir şekilde bu tarafa bakmıştı ki gözlerimi son anda kaçırmıştım. Umarım, buraya gelmezdi yoksa bu sefer net ölürdüm. Barlas biraz sesini yükseltti, ‘’Kim dedi size, eğitim yapın diye anasını satayım?’’ İblis samimiyetsizce güldü, ‘’Bu arada hala ‘’eğitim’’ diyorlar ama ölüyorduk…’’ Ona ters ters baktım, sırası değildi. Bakışlarımı kavrayarak gözlerini devirdi. ‘’Neyse…’’ dedi kadehinden bir yudum aldıktan sonra, sessizliğe bürünen keskin bakışlarını adamların topluluğuna dikerek. Siyah saçlı kız derin bir nefes verirken erkeklerin olduğu tarafa bakıyordu. ‘’Suçu olan herkes cezasını çekmeli, yoksa Asir bizimle beraber oldukça hepimizden hesap sorulur.’’ Boğuk sesi masadaki herkese ulaşırken, adamlardan hala itiraz sesleri yükseliyordu. İblis yandan yandan güldü ve altın işlemeli kadehini dudaklarına götürürken sessiz kaldı. Kumral saçlı, öfkeden yüzü kızarmış olan çocuk burnundan soluyarak çapraz şekilde yürüdü ve hırsa bürünmüş adımları Asir’in olduğu tarafa, çadırların arkasına doğru yöneldi. Onu gözlerimle takip ederken karşımdaki sarışın kızın hala bana baktığını daha yeni fark ediyordum. Bembeyaz teni, her şeye rağmen canlı duruyorlardı. Benim kadar soluk bir tene sahip değildi. Mavi gözleri, gökyüzü rengi misali açıktı ama camdan daha parlak durduklarından hoş bir görüntü sergiliyordu. Sarı kirpikleri kıvrık ve uzundu. Yüz hatları yumuşaktı, keskin bir çehresi yoktu. Dudakları ince ve kaşları yay kadar ince ama düzdü. Bana dikkatlice bakarken gözlerini usulca kısmıştı, o da beni pür dikkat seyrederken aklımı okumaya çalışıyor gibiydi. İçten içe güldüm, aklımı okumayı bırak yanından geçemezdi. Ona düz düz baktığımda gözlerini kaçırarak kabanımın kabarık noktasına doğru rotasını çizdi. ‘’O ne?’’ dedi toplu çenesiyle kabanımı işaret ederken. Normal sorusu karşısında afallasam da kaşlarımı usulca çattım ve aşağı tarafa doğru baktım. İblis sırıtarak, ‘’Sen adam olacaksın…’’ derken ben, kafamı kaldırıp, ‘’Xiya.’’ dedim kabanımı hafifçe aralayarak. Tepkisini görmek için gözlerimi ondan ayırmamıştım. Şaşkınlıkla araladığı gözlerini bir bana bir de Xiya’ya çevirdiğinde ellerini çenesinin altından çekmiş ve masanın üstüne doğru uzatmıştı. Yanımda oturan çiçek taçlı kız, ‘’Sen ne yakaladığının farkında mısın?’’ dedi. Ona anlam veremez gözlerle baktığımda iki kat şaşkınlığın derisine yayıldığını gördüm. Su yeşili hareleri usulca aralandıktan sonra tekrar eski pozisyonuna dönerken, ‘’Nadir iki kuyruklu tilki yakalamışsın. Nereden buldun?’’ dedi, merakla. Xiya çevresine alık alık baktıktan sonra küçük başını birden göğsüme yasladığında merhametle gözlerimi kıstım. İblis hayvanın durumuna bakıp iç geçirdi, ‘’Şuna bak ya,’’ dedi homurdanarak. Xiya, burnundan solumuş ve sıcak nefesini siyah kazağımın örgülerinin arasından sızdırmıştı. Kalbim tatlılığıyla çarparken gülümsedim. ‘’Ormanda dolanırken birden karşıma çıktı.’’ Gülümseyerek, yanımdaki kızın tebessümüyle kısılan su yeşili gözlerine baktım. ‘’O beni buldu.’’ Siyah küt kesim saçları omuzlarının tam üstüne gelen kız, benim yaşlarımda görünüyordu, şaşkınlıkla, ‘’Şansa bak.’’ dedi, boğuk sesiyle. Zeytin yeşili gözlerine baktım, kirpiklerini kırparak dudaklarını hafifçe aralamıştı. Halime bakılırsa, iki kuyruklu tilki yakaladığıma herkes şaşırırdı; o yüzden yadırgamadım. Kızın benim gibi beyaz bir teni vardı. Solgun görünse de yanaklarını saran hafif pembe allık, tatlı bir görüntü sergilemişti. Yanakları dolgundu ama vücudu inceydi; hatta o kadar küçük görünüyordu ki zayıflığından dolayı meydanda oynayan çocukların arkadaşı sanırdınız. Hiç aşırı tepkisi yoktu ama eğlenmeyi bilen birine benziyordu. Onun da gözleri çok az çekikti ve o çekiklik, yeşil gözlerine ayrı bir hava katmıştı. Taçlı kız kirpiklerini kırpıştırıp Xiya’a bakarken tatlı gülümsemesini soldurmadı. ‘’Çok tatlı bu,’’ dedi harfleri uzatarak. ‘’Yavru galiba.’’ Kızıl saçlı kadına kısa sürede baktığımda elalarının Xiya’ya kaydıktan sonra gülümsediğini sonra tekrar işine odaklandığını gördüm. Yüzündeki tebessüm hala oradaydı. ‘’Kölenin popülerliğini arttıracağını söylemiştim.’’ dedi İblis, bilmiş bir tavırla kadehinden yudumlarken. Konuştuğu için ona kısa bir bakış atsam da ayakta duran kızıl saçlı kadını süzmeye devam ettim. Çok asil görünüyordu; alımlı yüz hatları hem keskin hem yumuşak hatlara sahipti. Gözleri elanın en güzel tonunu taşırken parlıyorlardı ve burnunun üstünü yer yer saran çiller, yemek yapmaktan dolayı kızarmış ve ortaya çıkmışlardı. Elinin tersini kaldırıp alnındaki teri sildi ve derin bir nefes bıraktı. ‘’Barlas’a söylesem de ateşi yaksa. Etler anca kızarır.’’ dediğinde, siyah saçlı kız tatlı şekilde kıkırdadı. ‘’Barlas’la konuşmak için yer arıyorsun.’’ Tatlı ve ima dolu sesine karşılık kaşlarımı usulca havaya kaldırıp indirdim ve yandan yandan kızıl saçlı kadına baktım. Ela harelerini kısmış muziplikle dudağının kenarına bir tebessüm yerleştirmişti. Elindeki bıçağı ona doğru salladı, ‘’Sus kız,’’ dedi sonra sesinin tınısını bastırarak. ‘’Kocamla konuşmam için bahane bulmama gerek yok.’’ Siyah saçlı kız, ince parmaklarının uçlarını birleştirip ince dudaklarına hayali bir fermuar çekti ama hala inci dişlerini göstererek sırıtıyordu. Sırıtışı, toplu yanaklarına pembelik sarmıştı. Gözüm arka tarafa takıldığında yemeksiz yapamayacağını bağıran kumral çocuk, çadırların arkasından çıkarak adamlara doğru yürürken yüzü tamamen kızarmıştı. İblis dikkatlice ona bakarken keyifle sırıttı. ‘’Sadece kızarmamış, morarmış da.’’ deyince ben de dikkatlice çocuğun suratına baktım. Kızarmış teninin arasında fazla belli olmayacak şekilde gözünün kenarı morarmıştı. Kaşları hala çatıktı ve burnundan hışımla soluyordu ama herhalde yapabildiği bir şey olmamıştı. Asir, yine sözünü geçirmişti anlaşılan. Ondan gözlerimi ayırıp önümde oturan sarışın kıza baktım; önüne düşen saçlarını elinin tersiyle arkaya doğru savurdu ve mavi gözlerini üstüme dikti. ‘’Bu arada, ben Elena.’’ dedi masanın üstünden elini uzatarak. Yine şaşırmıştım, öylece ahşap masanın üstünde duran eline bakıp durdum. Elini havada sallarken iç çekti, bekletmemek için ve yeni bir başlangıç yapmak adına ince eline soğuk bir bakış atıp ben de elimi kaldırdım. Uzun, ince parmaklarını yakaladım ve iyice avcumu avcuna yerleştirdim. Parmakları elimin kenarını sararken hoş bir tokalaşma olmuştu. ‘’Bükemediğin eli öpeceksin, derler.’’ dedi tek omzunu silkerek. İblis kıkır kıkır gülerken kadehinden yudum almaktan geri durmadı. Üstüne üstlük bacak bacak üstüne atıp alayla bakan gözlerini Elena’nın üstüne adeta yapıştırdı. ‘’Özür dilemeyeceğim çünkü sevdiğim çocuğu zehirledin, ben senin tavrını mazur görmeliyim.’’ derken neredeyse gülecektim. Cümlelerin altına gizlenmiş özrünü kavrayıp, ‘’Sorun değil,’’ dedim yine de, tepkim karşısında homurdandığında kızlardan kıkırtı yükseldi. İblis kafasını iki yana sallamakla yetinmişti. Ellerimizi tekrar kendimize çektik ve Elena, tanışmamızın ilk adımını atmış oldu. Siyah saçlı kız, ‘’Ben Esra,’’ dedi elini havaya kaldırıp parmaklarını dans ettirircesine hafifçe sallayarak. Yanımda oturan taçlı kız, ‘’Çiçek.’’ dediğinde İblis tacına baktıktan sonra kömür karası gözlerini kızın tatlı yüzüne indirdi. Ardından kaşlarını alayla kaldırarak, ‘’Çok manidar.’’ diye fısıldadı. Tepkisine içten içe güldüm. Kızıl saçlı kadına baktığımda bakışlarımı hissetmiş olmalıydı çünkü bana bakmadan, bıçağıyla ilgilenerek, ‘’Isabella, kısaca Bella desen de olur.’’ dedi. Renkli gözlerimi ondan çekerek herkesin suratında dolaştırdım ve ‘’Evin Yağmur. Evin’i tercih ederim.’’ dedim. Dudaklarıma belli belirsiz gülümseme yerleştirmiştim; emrivaki şekilde ortaya çıkıp yemeklerine konmak hala beni rahatsız ediyordu. Çiçek elini omzuma koydu ve hafifçe tırnaklarını etime bastırdı. Başımı çevirip ona doğru baktım, tehditkar tırnakları derime batsa da yüzünde hiç öyle bir hava yoktu. Tatlı tatlı bana bakarak, ‘’Böyle çekinerek oturursan,’’ dedi fısıldayarak; sır verirmiş gibi eğildiğinde ben de kafamı azıcık ona doğru yaklaştırdım. Meraklı gözlerim, yuvalarında dönen açık su yeşili harelerine tutunmuştu. Arka tarafa doğru bakıp çenesiyle ileriyi işaret etti. ‘’Av olursun.’’ Boğazımdaki hayali pürüzü temizleyip geriye çekildiğimde baygın bakışlarıma karşılık Elena ve Esra gülmüşlerdi. Esra birden, ‘’Korkutma kızı. Ben olsam ben de çekinirim, damdan düşer gibi geldi.’’ İblis gözlerini erkeksi şekilde devirip homurdandı. ‘’Kimin suçu sanki?’’ Sıkılırcasına yüzünü buruşturarak bana doğru bakarken, ‘’Gerçekten, yesek de kalksak artık be.’’ dediğinde ona hak verdim. Ben de durumdan sıkılmıştım ve Esra’nın masaya yatırdığı söz beni rahatlatmamış aksine her şeyi bertaraf etmişti. Gelmemeliydim belki de, Asir hayatımı kurtarmış olmasaydı gelmezdim de. Nedense, sözünü dinlemek istemiştim. Xiya kucağımdayken hapşırdı ve tekrar kafasını göğsüme doğru koydu. Burnundan yükselen mavi toz, siyah kazağımın üstüne bulaştığında kaşlarımı çattım. ‘’Bu zehirlenmiş olmasın?’’ diye mırıldandığımda sadece İblis’e değil; dışımdan da konuştuğumu son anda fark ettim. Elena sorgulayan bakışlarını Xiya’ya ve bana doğru dikti ama ona bakmıyor, sadece gözlerimin üst kenarından bana baktığını seziyordum. Gözlerim Xiya’nın küçük bedenindeydi. Dayanamayıp ‘’Ne oldu?’’ dedi Elena, meraklı sesle. ‘’Üstümdeki Samora’yı umursamadan sabahtan beri bana yapışık geziyor. Burnundan hep mavi tozlar soluyor.’’ dedim durumu kısaca anlatarak. Tüm koridorlarımın kapılarının altında sızan endişe tohumları havaya karışır karışmaz, Xiya tekrar öksürdüğünde onu kendimden hışımla uzaklaştırdım ama avuçlarım arasında hareketlenerek küçük pençelerini bana doğru yaklaşmak için yumup açtı. Bir yandan kapanıp aralanan siyah gözleri, derinlerimde tatlı suratını ısırma isteği doğuruyordu. Tırnakları dışarı çıkıp tekrar içe gömüldü. Ellerim arasında kıpırdanarak bana doğru yanaşmak için çaba gösteriyordu. Yumuşacık tüylerinin arasında atan kalbini avuçlamış gibi hissediyordum; avcumda nabız misali atan küçük kalbi ve yumuşacık tüyleri ona bağlanmama neden oluyordu. Aniden sivri dişlerini çıkartıp bana doğru saldırırcasına ellerim arasında hareket etmeye başladığında irkildim ve panikleyerek onu masaya indirdim. Xiya tıslarcasına hırladı; yüz kasları buruşmuş ve gözleri kızıla çalmıştı. İblis şaşkın şaşkın ona baktı, ‘’Delinin zoruna…’’ dedi söylenerek. ‘’Ot kafa yaptı herhalde.’’ Xiya kuyruklarını bayrak misali havaya dikerek titreştiriyor ve küçük bedeni titreşim haline girmişken bana kızgınca bakıyordu. Masanın etrafındakiler de sırtlarını geriye doğru çekmişti. Isabella aniden güldü ama kahkahası kısa sürüp masada dağıldı. ‘’Sorun yok, sıcaklığını sevmiş olmalı.’’ ‘’Xiya’lar otlardan zarar görmez, sadece şapşallaşır.’’ Endişeler havaya toz bulutu gibi karışarak yok olduğunda derin bir nefes bıraktım. Bella tehlikeli olmayan ama ağır bir tavırla, ‘’Eğer üstüne o otu sürmemiş olsaydın, iki kuyruklu tilkiyle bu kadar iyi anlaşmış olamazdın.’’ Kaşlarımızı çatarak ona baktığımızda tek omzunu silkti, ‘’Büyük ihtimalle, dost canlısı bir şekilde yaklaşıp sonra seni ısırırdı. Ot onu sersemletmiş olmalı.’’ İblis ellerini göğe doğru kaldırıp tavana doğru gülümserken, ‘’Ne diyebilirim ki?’’ dedi kendi kendine. Tek elindeki kadeh altın sarısı renginde parlarken üstüne yapışmış taşları da onunla beraber gözümü aldı. Xiya’nın masadaki hırçınlaşmış haline baktım, bana doğru yaklaşmaya çalışıyor ama onu engelliyordum. ‘’Daha sorun edeceğini sanmıyorum, seni sevmiş olmalı. Ya da sıcaklığını,’’ dedi Bella, tekrar omzunu silkerken. Umursamaz bir şekilde söylerken dudaklarını da aynı anda sarkıtmıştı. Dikkatlice, ‘’İyi tamam, gel,’’ dedim kabanımın kanadını geri açarak. Sivri dişlerini geri çekerek siyaha bürünen boncuk gözlerini kabanıma doğru indirdi ve bana adımladı. Dayanamayıp boğazıma doğru tırmanan kahkahamı hoş bir tavırla dışarı attım, Xiya’nın davranışları tamamen yavru olduğunu kanıtlıyordu. İstediğini alana kadar ağlamış, istediğini aldığında sakinleşmişti. Xiya kucağıma inerken pençelerini hafifçe kot pantolonumun içine batırmıştı; irkildim fakat alışmam kısa sürdü. Pençelerini içeri gömerken bacaklarıma oturmuş ve tekrar uyku moduna giren gözleri başını göğsüme düşürmüştü. Kabanımı üstüme doğru örtüp sıcak yerde uyumasına müsaade ettim. Kahkahamdan arta kalan izler dudaklarımda hükmünü sürdürürken; kızlar da anlam veremediğim ve bana yabancı gelen sohbetlerine başlamışlardı. Gözlerim çevrede dolansa da kulaklarım dikkatlice sohbetlerini takip ediyordu. Anladığım kadarıyla, Esra’nın hoşlandığı bir çocuk varmış ama Salmon Sürüsü göçebe hayat yaşadıklarından dolayı o çocuğu bir daha görmesi altı ayını alırmış. Isabella ve Barlas daha yeni evlenmiş, o yüzden çiftlerin ilk aylarında olduğu kadar birbirlerine düşkünlermiş. Elena ise Berka’dan hoşlanıyormuş ama Berka ona pas vermiyormuş, bu yüzden genelde kendi kendine gelin güvey oluyormuş. Aklı başında olan tek kişi, Çiçek’ti. Kimseden hoşlanmıyor, gittiği yerlerde gezinirken fotoğraf çekiniyor veya kitap alıp kendi kurduğu dünyasında yuvarlanıp gidiyormuş. Sürüdeki çocuklara Arslan adında yine sürüdeki bir adamla beraber eğitim veriyorlarmış. Okuma-yazma’yı Çiçek; dövüş eğitimlerini Arslan veriyormuş. Çiçek’le benzeyen özelliklerimiz beni içten içe şaşırtmıştı. Soğuk görünen bir suratı yoktu ama aslında içinde bir buz tabakası vardı. Herkese karşı o buz tarafını göstermiyor, hak edene gösteriyordu ve bu tavrı, ona imrenmeme neden oldu. Ben herkese karşı soğuktum, dışarıdan gören insanlar benden birkaç metre öteye kaçarlardı. Kimseyle alıp veremediğim yoktu ama yalnızlığa alışmış ruhum, hayatıma insan almakta zorlanıyordu. Ortada dönüp birbirini kovalayan çocuklara baktım; bağırıyorlar, gülüyorlardı ve birbirlerini kovalarken bazıları hile yapıyordu. Birilerinin ayağına çelme takıyorlar ya da onlardan bağımsız duran yavru kurtları üstlerine salıyorlardı. Kuyruğunu kaybedenlere baktım. Bazı yavru kurtlar dışarıda, ağaçların altında uyuklarken o karmaşanın içine girmiyordu fakat bazılarıysa, enerji deposundan ibaretti. Damarlarında akan kan değil, enerjiydi sanki. Yine Elena’nın arka tarafında, çadırların arasındaki boşluktan görünen iri bedenle tüm ilgim o tarafa kaydı. Boşluğu tıpkı soğuğu içime usulca çekercesine seyrettim. Renkli bakışlarımın rotası çizilerek üstüne yapışmıştı; koyu kahverengi giydiği kazağı sert göğsünü kavramış, onu daha çekici göstermişti. Ellerini ceplerine koyarak çadırların olduğu tarafa yürürken bu tarafa bakmaya tenezzül etmiyordu. Meydanda oynayan çocuklardan biri, Asir’i görür görmez ona doğru koşmaya başladı. Oturduğum düz sandalye bana dar gelmeye başlamıştı, biraz rahatsızca kıpırdanarak onları pür dikkat seyrederken İblis zihnimde, ‘’Yaklaşma çocuk. Yaklaşma…’’ diye mırıldanıyordu. Kahverengi saçları hafifçe ensesini kaplayan ve üstü kıvırcığa doğru yürümeye yüz tutmuş dalgalı saçlara sahip olan çocuk; tatlı şekilde gözlerini kırpıştırarak kafasını yukarı kaldırdı ve Asir’in sert çehresine baktı. Kızıl gözler tıpkı Xiya’yı gördüğü anki gibi kısılmışlar, bir böceğe bakar gibi bakmaya başlamışlardı. Kadınlar hala koyu muhabbetlerine devam ederken onlardan bağımsız şekilde Asir’i seyretmeye devam ediyordum. Erkeklerden de ses çıkmaması, burada Asir’e güvendiklerine işaret ediyordu. Zaten güvenmeseler, kuyruğunu kaybedenlerin Asir’in sözünü dinleyeceğini sanmıyordum. Zorla da olsa. Sayıca fazlalardı ve hepsi hücum etse Asir’in bile şansı olmazdı diye düşünüyordum. İblis çocuğu pür dikkat seyrederken kadehinden yudumlar alıyordu. Ben de başı hafifçe yukarı kalkmış ve boynu kopacakmış gibi görünen çocuğun kıpırdayan dudaklarına baktım. Asir söylediği her neyse, gözlerini sıkılganlıkla devirdi ve tekrar cehennem parçası harelerini çocuğun yumuşak yüz hatlarına dikti. Çocuğun, masadaki muhabbetten tek tük sesini seçebildiğim kadarıyla, ‘’Lütfen Asir amca.’’ dediğini duydum. İblis de duymuş olmalı ki ağzında oynattığı şarabını zoraki yutarak gözlerini araladı ve onları seyretmeye devam etti. Ardından alayla güldü. ‘’Asir amca mı? Adamdaki tüm ağırlık tek bir hitapla yok oldu.’’ İçten içe gülmüştüm. Diğer yandan meydanda onları beklenti dolu parlayan gözlerle seyreden çocuklara bakıyordum. Asir başını usulca sol tarafa doğru eğdi ve gözlerini sıkılganlığa bürünmüş halde kapatıp araladı. Biçimli dudaklarını birbirine bastırmış, çocuğun ikna çabalarını yok saymaya çalışırken; gözlerini etrafta dolandırıyor ve onu dinlemiyormuş gibi yapıyordu. Bir anlığına gözlerimiz buluşunca, kalbimin kasılıp ellerimin karıncalandığını hissettim. Gözlerimi kaçıracaktım ama o tüm ilgisizliğiyle benden önce davrandığında rahatlık, sıcak bir hisle ruhumu sardı. ‘’Tamam,’’ deyip kabullendi ve çocuk sevinçle yerinde hoplayıp; elini cebine attığı Asir’in bileğini küçük parmaklarıyla kavrayıp onu meydana çekiştirmeye başladı. Asir’in anlık suratında ufak bir tebessüm oluştuğunda o gülümsemenin hayaletten farksız olduğunu düşündüm; hatta beynimin bir oyunu sandım. O kadar hızlıydı ki, gözlerine bile ulaşamadan yitip kaybolmuştu. Adamlardan yükselen kuru gürültüler, birinin yanındaki tanımadığım adamı dürtmesiyle kesildi. Masadaki kızlar da susup dikkatlice meydanı seyretmeye başlarken, Asir çoktan toprağın üstüne oturup bacaklarını ileriye doğru uzatmış ve omuzlarını düşürmüştü. Etrafını saran üç çocuğun suratlarına gelişigüzel baktı. Sarışın, saçları iki yanından toplanmış ve kuyrukları bukleli bir kız çocuğu ile biri Asir’i çekiştiren çocuk, diğeri siyah saçlı esmer oğlandan oluşan gruptu. ‘’Yenilen pehlivan güreşe doymaz,’’ dedi Esra gülerek, onlara bakarken. İblis anlam veremez gözlerle kıza bakış atıp tekrar meydana doğru bakmaya başladı. Ben ise Asir’den ve çocuklardan gözlerimi alamıyordum. Barlas güldü, ‘’Bugün devirebilecekler mi acaba?’’ Yanında, sandalyeye oturup bacaklarını iki yana açmış gür ve bakır renkli saçlı adam; keskin suratına rağmen sırıttı. ‘’Hayatta deviremezler.’’ Asir’in gür ve kalın sesi meydanda dolanıp havaya yükseldi. Sanki açlık oyunları seyrediyordum ve o kalabalığa konuşan sunucu isimleri saydığı gibi Asir de çocukların isimlerini sayarak başlamıştı. ‘’Erin, Açelya, Tufan.’’ dedi hepsinin gözlerinin derinlerine bakarak. ‘’Kural basit. Her türlü hileye başvurabilirsiniz, canımı yakabilirsiniz; kendinizi her türlü savunabilirsiniz.’’ Sıkılmış bir ifadeye bürünerek, sesine de o duyguyu yansıttı. ‘’Devirin artık beni bugün.’’ Erin denilen esmer çocuk, saçlarını ukalaca karıştırıp yanına devirirken baygın gözlerle ona bakıyordu. ‘’Süremiz?’’ Kızıl hareler, çocuğun kahverengi gözlerine bakarken durgundu. ‘’On beş dakika. On beş dakika içinde size hiçbir şey yapmayacağım. Eğer on beş dakika sonra beni hala deviremezseniz başaramayacağınızı düşünür, gereğini yaparım.’’ Kendinden emin duruşu ve çocukla sanki asker eğitiyormuşçasına ciddi konuşması karşısında gerilmeme engel olamadım. İblis’le bakıştığımızda keyiflice arkasına yaslanmış olduğunu gördüm. Bir eğitim-vari oyundan zarar gelmeyeceğini düşünüyordu. Konu Asir’se bir şeyden emin olamıyordum. Erin küçük parmaklarını birbirine geçirdi ve omuzlarını arkaya doğru atarak gerinmeye başladı. Adamlar, artist tavırlarına karşılık kıkırdamakla yetinirken Çiçek’in gülüşünü de arkamda duydum. Tufan avı ortadaymış da onun çevresini turlayarak onu korkutmak isteyen avcı gibi, Asir’in çevresini turluyor ve bakışlarıyla onu ezmeye çalışıyordu. Belki de açık arıyordu. Açelya; okyanus mavisi gözlerini kısmış kollarını göğsünde birleştirmişti. Aklından neler geçtiğini merak etmeye başlamıştım zira, hiçbir şey yapmadan sadece öyle duruyor ve Asir’i izlemeye devam ediyordu. İblis’in tahtında otururken sırıttığını gördüm; ucu sivri köpek dişleri meydana çıkmıştı ve parlak bir görüntü sergilemişlerdi. Tufan, Asir’in geniş sırtının arkasındayken ileri doğru atılıp onu boynundan sardı ve ayaklarını sırtına doğru bastırıp onu kendine çekmeye başladığında adamlar tezahüratlara başlamışlardı. Arslan olduğunu düşündüğüm sandalyede oturan gür saçlı adam, ‘’Hadi oğlum, dersi hatırla!’’ dedi gülerek. Sert çehresine yakışan sempatik bir gülümsemesi vardı. Gözleri ışıldayarak, eğittiği çocuğa bakıyordu. Ardından bacağına sertçe vurup dudaklarını birbirine bastırdı ve şakayla, ‘’Ulan ben de girmeliydim.’’ dedi, hırsla. Asir’in boynu geriye doğru düşmüştü ama bedeni zerre oynamamıştı. Tufan kollarını sımsıkı sarıp onu geriye çekmeye çalışırken yüzünün kızardığını buradan görebiliyordum. Isabella arka taraflardan dilini sertçe damağına vurup sesler çıkartırken muzip bir tavır içerisindeydi. Yerde oturan adam, büyük elini avcu çocuğun yüzünün tamamını kavrayacak şekilde geriye doğru büktü ve onu son anda ensesinden kavrayarak bacaklarına doğru düşürdü. Havada ters takla atan çocuğun sırtı, Asir’in bacaklarına sertçe indiğinde dudaklarından acı dolu iniltiler koptu. Küçük sırtı, adamın iri bacaklarının üstünde bir sağa bir sola acıyla kıpırdandı; yüzünün bir kısmı buruşmuş ve dudaklarının arasından iniltiler dökülmüştü. Yüzüm ansızın buruştu; sanki sırtını saran acısını, kendi sırtımda hissetmiştim. İblis dudaklarını büzerek, kaşlarını aynı anda çatarken eğlendiği belli oluyordu. Onun acısının bitmesini beklemeyen bir kurt, çocuğun kurdu olduğunu düşünüyordum, sivri dişlerini Asir’in sırtına geçirip onu afallattığında gözü acıdan seğiren Asir’in toparlanmasına izin vermeden yüzünün yarısına uçan tekme atan Erin’di. Elimi ağzıma götürüp şaşkın gözlerle onları seyrederken adamların tezahüratları birden coştu. Çiçek bile, ‘’Ooo,’’ çekerken İblis büyük bir kahkaha patlatmıştı. ‘’Ulan küçücük çocuktan tekme yedi ya…’’ Asir’in yüzü yana doğru düşerken hırladığını duydum ama Erin’den korku sezmedim. Diktatör ses tonuyla, ‘’Aferin.’’ dedi Asir. Dudaklarının arasından ileriye doğru kan tükürerek, ‘’Sert geçirdin, puşt.’’ Arslan geride gururlu şekilde gülümsedi, Barlas onun omzuna birkaç tane vururken tavrı dostaneydi. Asir, sırtındaki diş izlerine aldırmıyor gibiydi. Kahverengi kazağının kalın örgüleri, diş izlerinden dolayı hafifçe sökülmüştü. Tufan’ın gri kurdu, vahşi gözlerle beraber hırlayarak Asir’in çevresini dolandı. Erin aniden, tıpkı Tufan gibi Asir’in arkasına geçerek onu boynundan sardığında Asir’in tekrar geriye doğru sendelediğini gördüm. İblis kaşlarını çatarak muziple dolu gülümsemeyi dudaklarına boyadı. ‘’Kesinlikle cesaretlendiriyor,’’ dediğinde kulağım onda, şaşkın gözlerim oyundaydı. İblis tek elini tahtının kenarından sarkıtarak, parmaklarının uçlarını birbirine sürttü. ‘’Şey gibi,’’ dedi aklına gelmeye çalışan kelimeleri düzene sokmak istercesine bekleyerek. ‘’Aslanlar, yavrularına eğitim verirken onlara cesaret aşılamak için bazı ataklarından korkmuş gibi yaparlar. Yavruları ileride avlandıklarında sorun yaşamasınlar diye. Tıpkı onun gibi.’’ Kaşlarımı havaya kaldırarak Asir’in acı çeken ya da çekmiş gibi kasılan suratına baktım. Geriye doğru sendelerken Erin, heyecanla parlayan gözlerini aralamış ve daha bir asılmıştı boynuna. Açelya ise sadece karşılarında duruyordu. Asir’in kızıl hareleri, Açelya’nın okyanus mavisi gözleriyle buluştuğunda sessizlerdi. Kadınların da heyecanlandığını seziyordum ama erkekler daha bir coşkuluydu. Kızıl Ay’a doğru yükselen kuru gürültüler onlardan yükseliyordu; çocukları heyecanlandırmak veya cesaretlendirmek için isimlerini söylüyorlar ve onlara bazı taktikler veriyorlardı. ‘’Açelya neden öylece dikiliyor?’’ dedim masaya soru atarak. Elena gülercesine, ‘’Tanrı bilir,’’ dedi. ‘’Açelya’ya bazen yetişemiyorum.’’ Erin hala Asir’in sırtında asılı kalmışken, ‘’Aynı yoldan giderek farklı bir çıkış bulamazsın,’’ diyen, boynuna sarıldığı adama yandan yandan baktı. Tufan bacaklarına sırtını yaslamış sanki çimende uzanıyormuş gibi rahat bir tavır takınırken; küçük ayaklarını Asir’in sert ve düz göğsüne dayamıştı. Asir’den kıkırtı işittiğimi sandım, fakat o ses; gürültülerin arasına sıkışarak kayboldu. Gülercesine kısılan gözleri usulca donuklaşırken bile kısık duruyorlardı. Kirpikleri, parlayan kızıl gözlerine gölgeler bindirmişti. Bacaklarında uzanan ve var gücüyle kendini ileriye iterken ayaklarıyla Asir’i de geri itmeye çalışan çocuğun gücünü ve çabasını içten içe takdir ettim. Bakışlarım siyah kabanımın arasında uyuklayan Xiya’ya umursamazca indi. Xiya, kucağımda tüm seslere rağmen uyumaya devam ediyordu. Dirseğimi soğuk masanın üstüne koyup elimi üşümüş yanağıma yasladım. Asir’in üstüne abanan çocuktan dolayı, kazağı hafifçe sıyrılan pürüzsüz belinden aşağı bir yılanbaşı sıyrıldığında heyecan dalgası bedenimi talan etti. Toprağa kafasının tamamı inmiş ve bedeni de adamın vücudundan tamamen ayrılan yılan, Tufan’a doğru sürünüyordu. Midemin heyecandan dolayı yandığını hissettim. Pür dikkat Ouroboros’a ve ne yapacağına kesilirken, İblis’in de kısılan bakışları aynı noktadaydı. Kadehinden yudumluyordu. ‘’Zehirlemez değil mi çocuğu?’’ Öylesine söylediği söz, benim de aklımı kurcalayan tek şey oldu. Yılan sürünerek Tufan’ın bacağına doğru tırmanmaya başladığında Tufan’ın bakışları aşağı doğru inip gözleri kocaman aralandı ve dudaklarından büyük bir çığlık koptu. Hem de bu sefer, Açelya’nın ne yaptığını kestirmiştim. Bembeyaz bir kürke sahip kurt, tıpkı Açelya’nın gözleri gibi okyanus mavilerini parlatarak ileri doğru atılırken; o kurdun nereden geldiğini bile görememiştim. Ouroboros’u dişleri arasına alıp; kafasını diğer tarafa doğru savurarak yılanı adamların olduğu kalabalığa doğru savurdu. Yılan, oturan Arslan’ın ayağının dibine düştü. Böylece, Asir’in tek silahı da onlardan uzaklaşmış oldu. İblis’se ağzını şokla aralamış ve öylece Açelya’yı seyrediyordu. ‘’Ne oldu?’’ dedim, ona bakarken. ‘’Kurt, bedeninin arkasından çıktı. Bir ruh gibi. Görmedin mi?’’ Kafamı iki yana sallayarak durgun bakışlarımı kızın üstüne diktim. Kolları hala göğsünde toplanmış ve istifini bozmadan yılanın Asir’e yaklaşmasını engelliyordu. ‘’Kuyruğunu kaybedenler diye çağrılmalarının gerçek sebebi bu, Toprak.’’ dedi İblis, fısıldayarak. ‘’Tek bir bedenden ayrılmış iki ruh aslında.’’ Her şey şimdi aydınlığa kavuşmuştu. Efsanelerde anlatılanlar gibi buradaki kurt adamlar, form değiştirmiyordu. Zaten form değiştirmelerine gerek kalmadan, o ruh koruyucusuna benzer kendi kurtları bedenlerinden çıkıyor ve onları koruyordu. Belki tamamen kuyruğunu kaybedenlere özgü bir yetenekti bu. Bilmiyordum, emin olamıyordum. Gözlerimin önünde oynanan sahnede her şey ani gelişti. Tufan sertçe bacağını kaldırdı ve sıyrılan beline aldırmadan kalçasını havalandırıp; Asir’in suratının ortasına bir tane daha geçirdi. Asir’in başı geriye doğru düşerken bu sefer, Erin onu tamamen aşağı doğru çekmeye başlamıştı. Sırtı giderek yere doğru eğilen Asir’in gücünün sınırlarını düşünmeye başladım. Çocuklara karşı kaybedeceğini düşünmeyen bir yanım; gördüklerimle çürümeye başlamıştı. İblis sırıtarak, gördüklerine inanamadığını bariz belli eden tonlamayla, ‘’Yok artık.’’ dedi. ‘’Harbiden deviriyorlar adamı lan.’’ Arslan ve Barlas kahkaha atarak, ‘’Gidiyorsun lan!’’ dedi Asir’e. Asir, kaşları üstünden geriye doğru bakarak Barlas’la Arslan’a bakıp, ‘’Kaç dakika kaldı?’’ diye sordu. Rahat tavrı her şekilde hükmünü sürdürürken bir adam, yemek ateşini diğer yandan yakmak için şenlik ateşine benzer yere doğru yürüdü. Arslan, ‘’Bir dakika var ya da yok.’’ dedi, bileğindeki siyah kayışlı saatine bakarak. Başını sallayan adam, keyifli bir ifadeye bürünmüştü. ‘’Sıra bende.’’ Tufan’ın Asir’in söylediği sözle gözleri kocaman aralandığında, Asir çevik ve büyük eliyle hızlıca çocuğun ayak bileğinden yakalayıp onu sol tarafa doğru uçurdu. Havada uçarak ağacın gövdesine yapışarak aşağı düşen çocuğa karşı yüzüm acıyla kasıldı. Yerden bir süre kalkamadı ama toprağın üstünde uzanırken kıpırdandığını görmüştüm. Sırtında asılan Erin’i olduğu yerde bırakıp, arkada yılanının ona yaklaşmasına izin vermeyen Açelya’nın kurduna bir bakış attı. Buzdan farksız sırıtışı, dudaklarına yayılırken göz ucuyla Açelya’nın temkinli ifadesinin bozuluşuna baktı. Alayla göz kırpıp, ‘’Kişisel algılama, fıstığım.’’ dediğinde şaşırma kısmı bana geçmişti. Çocuğa söylediği o hitap, kaburgalarımı karıncalandırdığını sanırken aslında karıncalanan şeyin, kalbim olduğunu son anda idrak etmiştim. Ouroboros’un bedeni, kurdun onunla oynayan bacaklarına giderek dolandığında yılan keskin bir tıslama bıraktı ve kurdun dört ayağını da birbirine yaklaştırarak ortada buluştururken dengesini bozmasına neden oldu. Kurt büyük bir gürültüyle yere kapaklanırken dudaklarından köpek iniltisine benzer bir inilti çıkmıştı. Açelya’nın da sırtının kasıldığını fark ettim; gözlerini usulca kapatıp burnundan derin bir nefesi ciğerlerine çekmişti. Erin tüm bunlarla uğraşan Asir’in tamamen hedefi halindeydi. Asir geriye doğru yaslandığında, Erin’in bir an yumuşak yüz hatlarından heyecan dalgasının geçtiğini gördüm. Giderek sırıtmaya başlamıştı ama Asir tamamen yere yattığında bu sefer, Erin onun altında kalmıştı. İblis’ten şen bir kahkaha duyduğumda ben de sırıtışıma engel olamadım. Çocuğun sırıtışı dudaklarında donarken; kafasını geriye doğru yatırıp toprağa bastırdı. ‘’Asir amca!’’ dedi birden bağırarak. Asir’in göğsünü titreştirip meydanı dolduran gülüşüne kulak kabarttım. Kulağıma çalınan melodi, ilahi denebilecek kadar güzel ve ruha dokunan bir şarkıydı sanki. Yumuşakça yutkunarak titreyen kirpiklerimle onları seyrettim. Tek gözü kısılıp karanlık gökyüzüne bakan Asir, ‘’Ne oldu? Yorgunum.’’ dediğinde Barlas’ların oturduğu yerden birkaç kişi gülmekle yetindi. Tezahüratlar artık kesilmişti ve bu havadaki sessizliği açıklıyordu. Barlas ve Arslan’da susmuştu. Esra gülerek, ‘’Her zaman bu taktiğe kanıyorlar.’’ Erin’in Asir’in sırtı altında ezildiğini düşündüm; çocuk kızarmaya yüz tutmuştu ve esmer teninden bile net anlaşılan kızarıklığı endişelenmeme neden oluyordu. Çiçek de arkamdan ılık şekilde kıkırdadı. ‘’Aslında Arslan ya da Asir’den birini devirseler rahatlayacaklar. Deviremiyorlar ki.’’ Erin’in ileride bağıran sesi, aramıza sızarak kızları susturdu. ‘’Kalk artık üstümden!’’ Tufan’ın fırlatıldığı noktadan hiçbir şey olmamış gibi gelmesi üzerine, bir noktada onun sakat olacağına dair olan düşüncelerim toz bulutu halinde havaya karışmıştı. Küçük elleri toz toprak olmuş kot pantolonunun cebinde saklanarak öylece gelirken, keskin bakışları meydandaydı. Yine yenilmişti ve pes etmeyi ya da kaybetmeyi sevmiyordu anlaşılan. Erin küçük ellerini, Asir’in yumuşak görünen kestane rengi saçlarına daldırarak onları çekiştirdi. ‘’Kalk, Asir amca!’’ Asir sertçe, ‘’Altın kural: düşmanına yalvarma, esirsen kurtulmanın yollarını bul.’’ dedi, ‘’Ayrıca bana amca demeyin. O kadar yaşlı değilim, oğlum.’’ Kendini geriye daha fazla bastırdı. Çocuk parmaklarıyla Asir’in saçlarını yukarı çekiştirirken onu afallatmayı deniyordu ama başaramıyordu. ‘’Biraz daha… Sol tarafa doğru…’’ dedi mırıldanarak Asir, kendinden geçmişçesine gözlerini kapatması ve boğazından mırıltılar çıkarması üzerine dudaklarımın etrafındaki kasları ağrıtan sırıtışıma engel olamadım. Erin’in parmakları aniden hareketini kestiğinde İblis kadehini sallayarak güldü. Arslan’ın sabretmeye çalışan sesiyle, ‘’Lan oğlum,’’ dediğini işittim. ‘’Adama kafa masajı yapıyorsun. Aklını çalıştırsana. Nerede kaldı onca eğitim?’’ Dudakları oyunbozan şekilde büzülen ve kenarları sarkan Erin, yalvaran gözlerle Arslan’a aşağıdan bakıyordu. Şaşı olacağını düşündüm çünkü yukarı daha fazla bakmakta zorlandığı barizdi. ‘’Yardım etsene be.’’ dedi kısık sesiyle. Asir dayanamadı ve uğursuzca yine de samimi dolu bir kahkaha attı. Havaya karışan kahkahası, keza kulaklarıma hiç söylenmemiş ama ruhu huzura boyayan ilahi niteliğinde doldu. Kalbimi kasıp etrafı bulandırdı. Kabuslarımda bana sırıtan canavar değil de, o yakışıklı yüzlü adamdı sanki. İblis zihnimde fısıldıyordu; kömür karası gözlerini çocuğun üstüne dikmişti. ‘’Karnını içine çekip bacaklarıyla iki yandan boynuna sarılmalı; Asir biraz nefessiz kalmalı ki afallasın. Böylece ondan kurtulmuş olur.’’ Erin, İblis’in söylediklerini duymuş gibi derin bir nefesi içine çekerek karnını düzleştirdi ve kıçını toprağa sürte sürte yılan misali yukarı doğru tırmandı. Asir’in başı sendeleyerek yukarı aşağı oynarken kaşları hafiften çatılmıştı. Erin’in kurtulduğunu fark ettiğinde başı toprağa düştü ve hiçbir şey olmamış gibi gökyüzüne bakmaya devam etti. İblis’in avuçlarını tok sesle birbirine çarpıp, ‘’Aferin oğluma…’’ deyişini duydum. Erin derin bir nefes verip, sık nefeslerini düzene sokmaya çabalarken diğer yandan öksürüklere boğulmuştu. ‘’Nefessiz kalıyordum lan! Niye yardım etmediniz!’’ Arslan parmağını büküp gererek küçük bir halka yaptı ve aniden parmağını gevşetip çocuğun alnına fiske vurdu. ‘’Eşek herif, sana o kadar eğitim verdim. Yapacağın tek şey bu muydu?’’ Çocuğun alnını ovuşturan parmaklarıyla içim sızladı. Gözleri dolu dolu olan çocuğa karşı, kısılan gözlerle bakan Arslan hiçbir merhamet duygusu göstermiyor gibi görünse de onun da içinin gittiğini düşündüm. ‘’İyi be.’’ dedi Erin, ağlamaklı sesiyle. ‘’Gidip ötede ağlayacağım; hem de eğitim hocamı kiminle değiştireceğimi düşüneceğim.’’ Adamlardan birkaçı Erin’in ağlamaklı ifadeyle söylediklerine gülerken; yerde uzanan Asir’in bile gökyüzüne bakarak sırıtmış olduğunu gördüm. İblis de omuzlarını titretecek şekilde güldü. ‘’İsabet olur,’’ dedi. Adamlardan biri de, ‘’İyi karar.’’ dediğinde Arslan, giden çocuğun arkasından dumura uğramış gibi baktıktan sonra gülerek onu söyleyen adama gözlerini çevirdi. ‘’Hıyara bak lan. Hocasını değiştirecekmiş.’’ Çiçek de arkamdan kıkır kıkır gülmüştü. ‘’Baktı ki öğretememişsin, ne yapsın çocuk?’’ Arslan şokla ona bakarken yeşile çalan gözleri buğulanmıştı. ‘’Bari sen yapma Çiçek ya.’’ dedi ama ses tonu, ne Erin’e kızdığı zamanki gibi ne de arkasına dönüp adamla alaylı konuştuğu gibi yükselmişti. Çiçek yine umursamazca kıkırdarken ben de, dudaklarıma bir gülümseme yerleştirip önümdeki Xiya’ya baktım. Canlanmıştı. Gözleri aralanmış, zeytin bakışlarla etrafı kolaçan ediyordu. Mavi nefesleri artık yok olmuştu. Isabella, tabağı etleri koyup yakılan ateşin başına doğru yürüdü. Onu takip ederken, Korkut’un bir çadırdan çıktığını gördüm. Siyah saçları yataktan çıktığını belli edecek şekilde dağılmıştı. Yemyeşil gözlerini buradan bile ayırt edebiliyordum, gözlerinin altı şişmiş ve kızarmışlardı. Ellerini siyah eşofmanın ceplerine koyup ağzını kocaman araladı ve derin bir nefesi içine çekerken yüzünün bir kısmı buruştu. Etrafı şapşalca seyrederken, yeşil gözleri sert şekilde beni bulduğunda ani bakışına afallamıştım. Yüzünü buruşturarak bana bok yemiş gibi bakması, içten içe öfkelenmeme neden olsa da sesimi çıkarmadım. Aç kalacaktı, o yüzden bunun bilincinde keyfimi sürdürmeye karar verdim. İblis’in aynı şekilde ona bakan yüzüyle karşılaşmamla sırıttım. Küçümsercesine suratına bakmaya devam edip, ‘’Hele şuna hele,’’ dedi mırıldanarak. Korkut göremese de elini havaya kaldırarak ters harekette tuttu; gözünü de kırparak başını sallarken onun bu davranışına içten içe güldüm. Korkut hala bana bakarken, tek gözünü kırpıp kafasını hafifçe iki yana sallamıştı. Dudakları düz bir çizgi halindeydi ve ters şekilde bakmasına karşılık tek kaşımı kaldırdım. Yüzümdeki gülümsemeyi silmişti, tek bir hareketiyle. İblis kaşlarını çattı ve tekrar aynı hareketi yaparak, ‘’Asıl sana?’’ dedi birden yükselerek. Bir yandan hala Korkut’un yaptığı hareketi taklit ediyordu. Çocukça ve Korkut’un bihaber olduğu hareketine yine güldüm. Korkut kendisine durduk yere güldüğümü sanarak kafasını iki yana salladı ve pes ederek ateşe doğru yürüdü. Asir hala yerde uzanırken, aniden kalın sesini duydum. ‘’Nereye?’’ Gökyüzüne bakıyor ve kimseye odaklanmıyordu; o yüzden kime söylediğini tahmin etsem de emin olamamıştım. Korkut biliyor olmalıydı ki ayakları aniden durdu. ‘’Isınmayalım mı?’’ dedi ters ters, ateşe doğru yürürken. Asir’den ses çıkmamıştı ama dudağının kenarında hoşnutsuz bir tebessüm peydahlanmıştı. Kaşlarını alayla havaya kaldırıp indirerek, ‘’Isın, ısın.’’ dedi normal bir sesle, hala gökyüzüne bakarken. Ellerini başının arkasına koymuş ve yastık görevi görmelerini sağlamıştı. Göğsü inip kalkıyor ve düz karnı her nefesinde şişiyordu. Bacaklarını yukarı kaldırıp tek bacağını diğerinin üstüne koyduğunda keyfine diyecek yoktu. Isabella Korkut’un haline bir bakış atıp gülerek, büyük bir siyah tava çıkardı ve onu ateşin üstündeki çubuğa astı. Etleri tavaya atıp foşurdamasına neden olurken etrafı mis gibi et kokusu sarmıştı. Neredeyse gözlerimi kapatıp iç çekecektim. Açlığım kendini susamış bir vampir gibi belli ederken; karnımın hafiften titreyişine engel olamadım. Sesi sadece ben duymuştum, Tanrı’ya şükür. Xiya kucağımdan inerek etrafı süzdü. Kuyruğunu sallayıp kendine gelirken renkli tüylerden yaratılmış kulakları etrafa dikiliyor ve sanki radar görevi görüyordu. Kabarık tüyleri titreyerek üşüdü ama kucağıma geri gelmedi; pençelerini toprağa bastıra bastıra ilerlemeye başladı. Onun hareketlerini seyrediyordum, nereye gideceğini tahmin edebiliyordum. Küçük dostum da acıkmış olmalıydı. Çocukların ilgisini çeken tilki, çocuklar üstüne heyecanla koşmaya başladığında ürktü ve tüylerini olduğundan daha da fazla kabarttı. Küçük bir topa benzeyen bedenine bakarak sırıttım. Kuyruğunu dikleştirmiş ve hırlamaya başlamıştı; çocuklar geriye çekilse de ondan vazgeçmemişlerdi fakat ani hareketten kaçınarak ona usulca yaklaşmaya başlamışlardı. Açelya’nın okyanus mavisi gözleri parlıyor ve adeta gözlerinin içi gülüyordu. Tatlı bir iç çekişten sonra, ‘’Sen nesin böyle?’’ dedi mırıldanarak, büyülenmiş gözlerle. Dirseğimi masaya yaslayıp elimi yanağıma yasladım ve onları seyretmeye başladım. Erin elini cebine koymuş ve hayvana doğru ayağının tabanını uzatmıştı. Büyük ayağını gören Xiya, hırçınlaşıp geri çekildiğinde Erin’in suratında uğursuz bir tebessüm oluştu. Açelya’nın ona ters ters bakmasını görmemişti. ‘’Bu çocukta psikopatlık seziyorum,’’ dedi İblis, kaşlarını kaldırıp Erin’e bakarken. Tufan’ın kehribar gözleri merakla beni bulduğunda donuk bakışlarımla onu seyretmeye başladım. ‘’İsmi ne?’’ dedi, çekinerek; kirpiklerini kırpıştırırken. Yutkunarak onun masum düşüncelerini yansıtan kehribar gözlerine tutundum; orada berrak şekilde duruyorlardı. ‘’Benim değil, dolayısıyla ismi yok.’’ Tufan kafasını sallayıp önüne döndüğünde; Erin aniden Xiya’yı elleri arasına alıp onu havaya kaldırdı ve hayvanla bakışmaya başladılar. Xiya huzursuz olsa da hırçınlaşmamıştı, Erin’in elleri arasında. Elena, ‘’Bence sen almalısın, sana ısınmış gibi görünüyor.’’ dedi ılımlı sesiyle. Soğuk ama düz bir tavırla, ‘’Sahibi varsa uğraşamam,’’ dedim. Keskin tavrım karşısında kaşlarını havaya kaldırıp indirdi ve sessizliğini kuşandı. İblis bana ters ters baktı. ‘’İnsanlarla iletişimi kötü olan ben olmalıyım, Toprak. Rolümü çalma.’’ Çiçek bu sefer öne atıldı. ‘’Bence yoktur, Kızıl Diyar’da Xiya’lar fazla bulunmaz. Sahibi varsa da ayrılmış olmalı.’’ Tek omzumu silkerek arkama dönme ihtiyacı hissetmedim. ‘’Olabilir,’’ dedim, kesin şekilde. ‘’Burada fazla durmayacağım zaten. Bana alışmasını istemiyorum.’’ O sırada, çocukların arkasında hala yerde uzanmakta olan Asir’le göz göze geldim. Göğsümü saran ılık his yine baş göstermeye başladı. Onunla her bakıştığımda ve bu durduk yere olduğunda, içimde akan o sıcak duyguya anlam veremiyordum. Kâbuslarımda duran canavar, orada kalmalıydı. Tanrı biliyor ya, bu kadar yakışıklı olduğunu bilmiyordum. Bana anlam veremediğim şekilde bakmaya başlamıştı, tek kaşını kaldırıp tekrar düz bir ifadeye bürünerek göğe doğru çevirdi başını. İblis kaşlarını çatarak tepkisini seyrederken, ben ifadesizce çocukları seyretmeye devam ettim. Çiçek tekrar sordu, sesindeki ilgiyi kavrayan beynim omzumdan geriye bakmamı sağladı. ‘’Başka ülkeye mi gideceksin?’’ dediğinde kocaman bir kahkaha patlatmıştı. Narin sesi kulaklarıma ulaştığında altta kalmamak için tek kaşımı kaldırdıysam da dudaklarıma saldıran o tebessümü silemiyordum. ‘’Neden olmasın?’’ Masadaki herkes tuhaf tuhaf bana bakmaya başladığında Elena’nın ellerini yanaklarından çekip öne doğru uzatışını, Esra’nın kaşlarını çatıp durgunlaştığını fark ettim. Çiçek’se gülmeyi bırakmış, kafasını hafifçe aşağı doğru eğerek kaşlarının altından bana anlam vermeye çalışan gözlerle bakıyordu. Benim de sorgulayan gözlerim etrafta gezinirken; İblis benden farklı düşünüyordu. İkimize de tuhaf tuhaf bakarken elindeki kadehin titrediğine şahit olmuştum. Kaşlarımı anlam veremez şekilde çatıp ona doğru baktığımda bakışlarının durağı başka yöndeydi. ‘’Ne oldu?’’ diye fısıldadım, zihnime doğru. İblis cevap veremeden Esra araya girdi. ‘’Sen iyi misin?’’ dedi, alay edercesine. ‘’Buralı değilsin herhalde,’’ Ona ne cevap vereceğimi bilemeden, ‘’Neden?’’ derken buldum kendimi. Esra şeytani bir tavırla gülümsedi, ‘’Çünkü buralı olsaydın Çiçek’in sorusunun aslında alaydan ibaret olduğunu bilirdin.’’ ‘’Anlamadım?’’ dedim kendimden taviz vermeyerek. Esra gözlerini az kalsın devirecek gibiydi ama kendini son anda durdurdu. ‘’Evin, ülkeden ayrılamazsın.’’ Duyduğum cümle karşısında İblis bile sırtını dikleştirirken; olan tüm şeyler ağır ağır üstüme hücum etmeye başlarken beynimin balçığa dönüşmeye başladığını sandım. Tüm düşüncelerim, o bataklığa gelerek çamurlu suyun üstüne yapışıyorlar ve giderek derine batıyorlardı. Geriye boşluktan ibaret, pürüzsüz bir bataklığın yüzü kalıyordu. Sonra pürüzsüz bataklığın yüzeyinde fokurdamaya başlayanlar, tüm duygularımın baloncuklarıydı. Her şeyi aynı anda soluyordum ve aynı anda öğütmeye çalışıyordum. İblis nihayet devam etti, ‘’Ne demek başka ülke? Naenia tek evren değil mi?’’ Ona bakarken aklımdaki tüm soğuk durma çabam buhar olup havaya karışmıştı. Bacağımın üstündeki el içten içe titremeye başlarken, soğuğun üstüme hücum edip beni ürperttiğini hissettim. Soruyu kızlara doğru yönelttiğimde artık bana değil, birbirlerine bakıyorlardı. Kızın da su yeşillerine şaşkınlık suları doldu, ‘’Ne?’’ dedi tizleşen sesiyle. ‘’Hayır, Naenia bir ülke.’’ Benimle dalga geçercesine kirpiklerini kırpıştırdı ve dudaklarına soğuk bir gülümseme yerleştirdi. Kafasını hafifçe yana doğru eğerek tek bir yöne, bana bir şeyler kanıtlamaya çalışırcasına sallarken hala alay ediyor gibi hali vardı. ‘’Gezegenimiz, Ruean.’’ Elena ve Esra’ya baktım, Esra tek kaşını kaldırmış bana bakıyor; Elena söylediklerime anlam vermeye çalışıyordu. İblis kafasını geriye yatırdı ve gözlerini kocaman aralayıp tavanı seyretti. ‘’Bu bana çok fazla.’’ Kafasını iki yana sallayarak, ‘’Ani ve fazla geldi.’’ dedi tekrar, söylenenleri sindirmeye çalışarak. ‘’Sıçtığımın evreni, Naenia’dan ibaret sanıyordum?’’ Dudaklarımı birbirine bastırarak, paniği içimde öğütmeye başladım. Etrafımdaki ağaçlar bana gülüyormuş gibi geldi. O kadar boğuldum ki ellerimi ağzıma götürüp dudaklarımı kapattım ve çevreme bakınmaya devam ettim. Naenia tek evren değilse, tüm Ruean mı hasar görmüştü yoksa sadece Naenia mı? Ülkeden ayrılamıyorsam o zaman nasıl kurtulacaktım? Midem çalkalanmaya başladığında Isabella’nın, ‘’Yemekler hazır.’’ demesi üzerine havayı insanların uğultuları sardı. Şokla öylece masada oturmuş kalmıştım. İblis paniklememi engelledi. ‘’Dur bir,’’ dedi, kadehinden yudum alarak. ‘’Ruean ya da Naenia, fark etmez ki. Biz Naenia’dan kurtulmaya çalışacağız. Değişen bir şey olmayacak, Toprak.’’ Dudaklarını sarkıtıp bana baygın şekilde bakmaya başladı, ‘’Bilge’yle konuştuğumuzda her şey açıklığa kavuşacaktır.’’ ‘’Bir mağarada, kocaman bir gezegen olacağı kimin aklına gelirdi?’’ dedim, İblis’e içimden. Alık alık bakışım üzerine, tek elinin parmaklarını birbirine sürttü; sanki kıvılcım çıkartmak ister gibiydi. ‘’Oranın sadece bir geçiş perdesi olduğunu düşünüyorum. Okuduğun fantastik romanlardan yola çıkarak anlaman gerekirdi? Bir geçiş perdesi demek, başka bir evrene geçmek için kullanılan bir kapıdır, Toprak.’’ Omuzlarının ikisini de havaya kaldırıp indirdi. ‘’Yine de değişen bir şey olmayacak, Toprak.’’ Üst üste ismimi kullanması, onun da içten içe paniklediğini gösterirdi. Şüpheyle gözlerimi kısarak etrafımı süzdüm. Arkamda duran Çiçek, omzuma elini bastırdığında, ‘’Hadi, yemek hırsızı.’’ dedi takılarak. ‘’Gel de yiyelim, yoksa beynini burada bırakmaya devam edeceksin.’’ Kızlar söylediğine gülerken onları duymazdan geldim; boş boş masanın üstüne bakarken elini omzumdan çektiğinde bile kabanımın üstünü saran o baskı, hala etimi karıncalandırıyordu. Afallayan suratımla yerimden kalkıp başka yerde el birliğiyle kurulmuş masaya doğru yürüdüm. Esra ve Elena yine yan yana oturmuşlardı, Isabella tabakları doldururken; erkekler de uzatılan tabakları masaya dağıtıyorlardı. Asir lider edasıyla baş köşeye otururken, onun boş kalan yanına oturmak zorunda kaldım. Yemeyen erkeklere baktım, altı kişilerdi ve yanlarındaki kurtlar birbirlerine neredeyse saldıracak gibi görünseler de yerde uzanıyorlardı. Adamlar, ateşin etrafında oturmuşlardı ve somurtan yüzlerle bize doğru bakıyorlardı. Barlas dışında. O tüm sorumluluğunun bilincinde sesini bile çıkartmadan yanan ateşin başında ısınmaya çalışıyordu. Berka denilen adamın aralarında olup olmadığını merak ettim, sonra onun tozdan zehirlendiği aklıma geldi. Belki de hasta ve yatıyordu. Umursamayarak önüme koyulan sıcak çorbaya baktım. Yüzüme üfleyen buhar, midemin guruldamasına neden oldu. Çevreye yayılan ufak sesle yanaklarım ısınmıştı; Asir’e yandan bir bakış atıp sesi duyup duymadığını kontrol ettim. Ya umursamadı ya da alay etmeyecek kadar olgundu. İfadesiz suratıyla tabaklarını önlerine alan kişilere baktı. Normal şekilde, ‘’Afiyet olsun.’’ deyip çorbasından bir yudum içti. Kısa sürede masada ağır bir sessizlik çökerken, sadece çatal bıçakların kulakları tırmalayan seslerini dinledim. O kadar acıkmıştım ki boğazımdan akan sıcak su, direkt beynime gidiyor sonra mideme iniyor gibi hissediyordum. Bu kadar acıktığımı hiç hatırlamıyordum. İblis sessizlik içerisinde, bir şeyler düşündüğünü belirten kömür karası gözlerini kısarak kadehinden yudumluyordu. Çorbalar tükenip önümüze kocaman bir kızartılmış et parçası ve somun ekmek konulduğunda ağzım usulca sulanmaya başladı. Kendimi kaybedebilirdim ve bundan korkuyordum. Çatalımla ete bastırıp ağzıma atarken damağıma yayılan tatla mest oldum. Lokumdan daha yumuşak et, ağzımda kolayca dağılmış ve sosu damağıma yayılmıştı. Hiçbir şey umurumda değildi, bu et çok lezzetliydi! Kurtların da önüne atılan et parçalarına ve Xiya’nın aşağımda, paçalarımın kenarında durarak bana masumca bakan yüzüne baktım. Kurtlar vahşice eti sömürürken, Xiya yemeksizdi. Tabağımdan birkaç parça et alıp sırtımı eğdim ve eti önüne, toprağın üstüne koydum. Xiya elimi takip ederek kafasını aşağı indirdi ve önce eti kokladı; sonra yemeye başladığında yanaklarının şişip inmesini tatlı buldum. Onun dışında önümüzde, ateşin başında oturan kurtlar birbirlerine hırlarcasına sataşmaya başladılar. Yemek kokuları onlara doğru süzüldükçe gözlerini kan bürüyor gibiydi; yiyen diğer kurtlara bakıyorlardı ama ellerinden bir şey gelmiyor ve bu da onları iyice asabileştiriyordu. Yemeğimi gönül rahatlığıyla olmasa da yemeye devam ederken sorgulayan meraklı bakışlarımı onlarda gezdirmeye devam ettim. Bir kurt havada resmen uçarak, diğer kurdun üstüne atılınca bir adamın iki büklüm olduğunu gördüm. Elini karnına götürüp derin bir nefesi zoraki dudaklarından dökmüştü. Elimde tuttuğum kaşık aniden duraksadı, şaşkınlıkla onlara bakarken bir akşam yememenin bile onlara bu kadar etki etmesini görmek tuhafıma gitmişti. Sorun demek ki adamlar değil, onların kurtlarıydı. O yüzden açlığa dayanamayanlar bu kadar öfkelenmişti. Asir, o olaydan beni kurtarırken bunu apaçık söylese de o an için aklım algılayamamıştı. ‘’Aslında öfkeli değildiler,’’ dedi İblis ileriki kavgayı seyrederken. ‘’Korkuyorlardı.’’ Altta ezilen kurt, aniden üstündekinin boynundan ısırdığında diğeri elini boynuna götürüp resmen inledi. Ayağa kalkıp geriye doğru çekilmesiyle kalbim boğazımda atmaya başlamış, korkuyla anı seyretmeye devam etmiştim. Masada kalan kişiler sessizce yemeklerini yerken Barlas’a ve onun kurduna saldırmaya cesaret edemeyen kurtlara baktım. Barlas’ın keyfi yerinde gözükse de aslında diğerleri için endişeleniyordu ve bu yüzünden okunuyordu. Masadakilerin hiçbir şey olmamış gibi yemeye devam etmesi tuhaftı; Elena ve Bella’nın bile. Önde büyük kargaşanın arasında zoraki tabağıma odaklanmaya çalıştım ama yediklerim resmen mideme oturmuş gibi hissediyordum. Bana baktığını hisseden yanımdaki adamın bakışları buna engel oldu. Kaçamak şekilde yandan ona baktığımda, bakır rengine bürünmüş gözlerin hedefi halinde olduğumu görüp zoraki yutkundum. Zihnime derinlerden fısıldayarak yükselen boğuk sesi, kalbimi titretti. ‘’Le’a morta.’’ Gözlerimi hafifçe kısarak zihnimin koridorlarında yayılan sese aldırış etmemeye çalışarak ona bakmayı sürdürdüm. Ses resmen zihnimde çınlamış ve kesilmişti. Yine de etkisini hala bir yerlerde sürdürüyordu. Bakışlarını benden çekmiş ve önüne dönmüştü ama tabağı benden önce boşaldığı için ayağa kalktı. Gözlerimle onu takip ederken bir yandan ağzıma et parçasından atıyordum. Ateşin olduğu tarafa gidip aç olan adamların arasına oturdu. Kurtlar az ileride ateşten uzak yerde birbirlerine saldırırlarken adamların yüzlerinde acı çektiklerini belli eden kasılmalar ve inlemeler görüyorduk. Asir’in dalgın duran bakışlarına anlam veremedim ama gözlerimi de ondan ayıramıyordum. Resmen kaosun tam ortasına oturmuştu ve hiçbir şey olmamış gibi Barlas’la muhabbet etmeye başlamıştı. İblis sıkılgan tavırla gözlerini kapatıp başını geriye yasladığından hiçbir şeyi görememişti. Paçamdan yayılan hareketlilik, bakışlarımı aşağıda duran Xiya’ya çekti. Pençesiyle paçamı çekiştiriyor ve önündeki etlerin bittiğini haber ediyordu. Mideme taş misali oturan et parçalarına baktım ve daha fazla yiyeceğimi düşünmediğimden tabağın hepsini Xiya’nın önüne koydum. Bakışları, insanın midesini taşa çeviriyordu fakat ateş gözlere sahipti. Tezatlık, tıpkı gerçek canavarı altında saklayan yakışıklı yüzüne yakışan bir kelimeydi. Tabağının yanına koyulan beyaz peçeteyle ağzımı silip ayağa kalktım. ‘’Teşekkürler,’’ demeyi ihmal etmemiştim. Herkes aç olduğundan susmakla yetinmişti ama Isabella, duyup gözlerini hafifçe kapatıp aralamıştı. Xiya’yı ezmemeye dikkat edip masadan uzaklaşarak sıcak ateşin önünden geçtim ve aç kalmış erkeklerin düşman bakışlarını hançer misali sırtımda hissederek çadırlara doğru yürüdüm. İblis birden, ‘’Toprak, dikkat et!’’ dediğinde arkama aniden dönmemle bir kurdun hedefi olduğumu anlamam zor olmuştu. Kurt üstüme vahşice atılırken her şey sanki yavaşça gelişmişti. Üstüme atılan kurdun iri cüssesinin bana yaklaşışını, vahşice parlayan gri gözlerinin ve geriye doğru çekilen ağzının sivri dişlerini her ayrıntısıyla görmüştüm. Boğazımdan yükselen boğuk çığlık, adamlardan birinin, ‘’Kontrol edemiyorum!’’ deyişini bastırdı. Gözlerim irice açılmış bir halde öylece nutkum tutulmuş şekilde kalakaldım. Kurt üstüme atılamadan farklı bir yöne doğru savruldu, anlam veremeyen bakışlarım sık nefeslerimin arasında adamların olduğu tarafa doğru kaydı. Asir’in hızına yetişememiş ve hatta onu görememiştim ama kurda doğru yetişmiş ve onu büyük bir gürültüyle farklı bir ağaca doğru fırlatıp yapıştırmıştı. Kurdun ağzından acı dolu bir inilti geldiğinde oturan adamlardan birinin sırtı geriye doğru büküldü ve nefesi bir anlığına aniden kesildi. Elimi ağzıma götürüp öylece kalakaldım, titriyordum ve buna engel olamıyordum. Resmen altıma yapacak duruma gelmiştim. Yemeklerini yiyenlerin çoktan yemeklerini bıraktığını ve şaşkınlıkla bizi izlediğini gördüğümde titrek bir nefes verip göğsümü saran korkuyu önemsemeden irice açılmış gözlerimle arkaya doğru döndüm ve arka tarafa doğru ilerlemeye devam ettim. Asir’e bakamamıştım bile. İblis çıldırmış vaziyetteydi, ‘’Bu iki etti, amına koyayım! İki!’’ dedi yerinden fırlayıp. Bir yandan bana bakıyor diğer yandan geriye, öfkeden daha fazla kararmış bakışlarını fırlatıyordu. ‘’Ölüyordun lan!’’ Çadırların arasından geçerek arka taraftaki boşluğa ulaştığımda, herkesten uzaklaştığımı haber eden rüzgarın çıplak sesi melodiden farksız kulaklarıma doldu. Korkuyla titreyen ellerimi kontrol etmek üzere birbirine kenetledim ve neredeyse ağlayacak duruma gelmiş olmamın verdiği boğazımı kasan o gerginliği yutmaya çalıştım. Gözlerime batan yaşların tuzu iğne etkisiyle canımı yakıyor, durumu iyice beter ediyordu. Burada ağlayamazdım. Kendimi zoraki tutarak herhangi bir ağaca doğru yürümeye başladım. Çelimsiz ağaçlara doğru, Kanlı Ay’ın ışığı altında kızıla bürünen toprağın üstünde yürüdüm. Aklımı dağıtmak amacıyla farklı şeyler düşünmeye çalışırken gözlerim kararmış havaya yönelmişti. ‘’Toprak, iyi misin kızım?’’ dedi İblis yüzümü endişeyle süzerken. Ona aldırmadan çevrede gözlerimi gezdirdim. Hiç gündüz olmuyor muydu acaba? Kuru dallar, toprağın üstünde sivri ve ince çubuklar şeklinde gölgeler bırakıyordu. Hava burada azıcık soğuktu ve üstümde kabanımın olduğuna şükretmiştim. Ağacın altına oturup topraktan yayılan soğuğun kalçamdan yukarı tırmanmasına müsaade ettim. Sırtımı sert ağaca dayadığımda bakışlarım gecenin karanlığına, gökyüzündeki o yıldızlarla dolu çukura tırmanmıştı. Dolmuş gözlerimi alan ve yüzüme yansıyan kızıl ışık, dev duran Kanlı Ay’dan geliyordu. Görüntü nedense, artık korkutucu gelmiyor hatta çekici ve güzel geliyordu. Yine aklımdaki çukura Ruean ve Naenia ikilemi düştüğünde; o çukurdan doğan sadece korkularım değil; Nilüfer’e yüklediğim sert duygulardı da. Beni kendi evrenimden uzaklaştırarak hangi akla hizmet buraya yollamıştı? Neden bana kim olduğumu açıklamadan, amacımın ne olduğunu söylemeden Naenia’yı zihnime kazımıştı? Belki de onu dinleseydim zaten açıklayacaktı ama bu bile bahanesi olamazdı; bana o kitabı vermeden önce bir şeyler anlatmak zorundaydı. Koskoca iki, üç yılı beraber devirmiştik ve bana gelince hikayeler anlatmak yerine gerçekleri söyleyebilirdi. Yeteri kadar boş zamanımız olmuştu. Az önce ölüyordum… Hayır, bunu düşünmemeliydim. Asir’le ne gibi bağlantım vardı da onu kabuslarımda her defasında görüyordum? Artık ismini ve cismini biliyordum; kitaplarda anlatılmayan şahsiyetini görmüştüm. Nilüfer’in anlattığı efsanelerin korkunçluğunu biliyorken ve bilinçaltımda korku peydahlanmışken; Nilüfer de tüm tehlikeleri biliyorken, beni sırtımdan iterek neden buraya düşmemi sağlamıştı? Asir’in tam kucağına? İçten içe bunun sebebini biliyordum ama ne Nilüfer’e ne de kendime toz konduruyordum. Ölüm. Hayır, bunu düşünmemeliydim ama kendime engel olamıyordum. Bir ölüm sessizliğinde kulaklar çınlarken, vedalar orada öylece durur ve bir vicdan formuna bürünerek insanın başında dikilirdi. Kimsenin iz bırakmadığı yerde, Tanrı’nın bile terk ettiği ıssız yerlerde dolanır dururdum ve bir gün, o soğuk ölümün beni hayattan çekip koparmasını beklerdim. Yine karşıma farklı bir formda çıkmıştı ve celladım, güvenebileceğimi sandığım Nilüfer olmuştu. Anneannem. İnsanlar ölmeden önce, son aylarında ölümü hissederler diye duymuştum. Ben ölümü her gün hissettiğimden fark edememiş olabilirdim ve bu yüzden, celladımın elinde tuttuğu kafamı koparacak o satırı görememiştim. Onu bana uzatılan zararsız bir eşya sanmıştım. Bir kitap. Ne var ki Nilüfer’in bilmediği tek şey şuydu, ben ölümden korkmuyordum. Korkmayacak kadar uzun yaşadığımı düşünmüyordum ama bu, insanın zihninde olup biten bir şeydi. Geç yaşta ölmek isteyecek kadar önemim ya da önem verdiğim insanlar yoktu hayatımda. İnsanlar her zaman yaşamayı abartırlardı; geleceği zenginleştiren bir meslek, başarılı bir akademik hayat, başarılı bir evlilik ya da kendi zihninin topraklarından bir parça koyup büyüttüğün iyi bir çocuk sahibi olmak… İnsanlar yaşamayı abartırlardı. Yine de hayata sımsıcak bakan insanlara her zaman imrenmiştim, ben neden yaşarken ölümü tadıyormuş gibi hissediyordum? Arkadaşlarım vardı ama onlarla yeteri kadar eğlendiğimi hissetmiyordum. Onlarla gülüp sohbet ederken kabuklarımı olur olmadık yerlerde ruhumun etrafına sarıyor ve onlardan uzaklaşıp evim yaptığım o kabuğun içinde kalıyordum. Ailem? Hiçbir zaman olmamıştı. Nilüfer’in beni buralara kadar sürüklemesinin bir sebebi vardı. Aile dediğin, ailenin içindeki bir üyeyi kaybetmeyi bırak; tırnağının ucuna zarar gelse dünyayı yakıp yıkan bir şey olmalıydı. Benim ailem, beni ben bebekken soğuk bir beşiğe koyup kimsesiz battaniyeye sarıp yetimhane köşesine koymuştu. Yıllar sonra insanlardan uzaklaştığımı sanırken, Nilüfer gelmiş ve içine saklandığım kabuğumun sert duvarını kırmayı başarmıştı. Ona güvenmemi sağlamıştı. Sonunda da beni ölüme sürüklemişti. Az önce neredeyse ölüyordum. İnsanlara güven olmaz, der her zaman İblis’im. Bir gölgeye sahip olacağım ve onu dost, aile belleyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama gerçek oradaydı; zihnimde benimle beraber nefes alıp veriyordu. Benimle konuşuyor ve benimle aynı duyguları paylaşıyordu. Onun bir robottan farksız olduğunu düşünsem de ben üzüldüğümde, karşıma geçerek güldüğünü görmemiştim. Asla. Ben üzüldüğümde öfkeden simsiyah duran suratı kızıla bürünse de asla gülmezdi. Dudaklarımda kökü soğuk tohumdan bir filiz yeşerdi; başkalarına gülmeyi unutalı çok uzun zaman olmuştu ama İblis, beni güldürmeyi başaran nadir kişilerden biriydi. Hayatımda gözü kapalı güvendiğim tek kişi o olabilirdi ama tezatlık buydu ya; Tanrı güvendiğim tek kişiyi bile hem yakınıma hem elimi uzatıp da dokunamayacağım kadar uzağa koymuştu. Zihnime. Belki de, Nilüfer farklı düşünmüştü ve beni Asir’in kucağına atarken ona güvenebilmemi istemişti. Yine de, bunun nedenini de bilmiyordum. İki ihtimal benimleydi; ya Asir’e güvenmem içindi tüm bu tantana, ondan korkmamam içindi ya da Nilüfer’in yapmak istediği acı veren o düşünceyi, Asir gerçekleştirecekti. ‘’Ona güvenmemelisin,’’ dedi İblis kömür karası gözlerini çevrede dolandırarak. ‘’Hayatını kurtarmış olabilir ama o bir tehlikeden fazlası. Ciddiyim.’’ dediğinde son kelimeyi söylemese de olurdu. Çünkü her cümlesi, benim ruhumda yemin hükmünü taşıyordu. ‘‘Biliyorum. Güvenmemi istemiyorsun, hatta o düşünceyi bile kökten halletmek istiyorsun. Yine de Asir, Krasa dışında, ona güvenmemi engelleyecek bir şey yapmadı.’’ dedim ağacın soğuk sırtını hissederken. Sırtım soğukluğu emdi ve tenime usulca yaydı. Buzun yüzeyinden farksız toprağa otururken aslında hiç bilmediğim yere savrulduğumdan mıdır yoksa düşüncelerimle daha net baş başa kaldığımdan mıdır bilinmez; hiçbir duygu hissetmiyor gibiydim. ‘’Evet.’’ dedi İblis, usulca kafasını sallarken. Gölgeleri etrafa zaman gibi yayıldı ve hiçliğe karıştı. ‘’Ama ben, Asir’e güvenmemeni söylüyorsam güvenme. Ondan uzaklaş demiyorum, çünkü kader dediğin şey bozuk bir makineden fazlasıdır. Onunla hep karşılaşacaksın, rüyalarında ya da gerçek hayatta ama ona alışmamaya bak.’’ Soğuk şekilde güldüm, ‘’İblis,’’ dedim gülüşlerimin arasından. ‘’Kimseye alışmam ben. Asla.’’ İblis tek kaşını kaldırırken ciddiydi. ‘’İnsanlar asla dediğinde her zaman korkmuşumdur, Toprak.’’ Kadehini elinde oval şekilde dans ettirirken içindeki siyah sıvının hareketlenerek yukarı tırmanıp tekrar ılık bir sesle geri düştüğünü duydum. ‘’Krasa’yı öldürdü. Yüzüne bakarak, ona gülümseyerek ve tatlı dille uyararak yaptı bunu.’’ Güldü ama gülüşü benimkinden, hatta bir ölüm meleğinin formundan bile soğuktu. ‘’Neredeyse idolüm olacaktı, şerefsiz.’’ Kaşlarımı alayla çatarak dudaklarıma gülümseme yerleştirdim. ‘’Herhalde ona benden önce kapılacaksın, İblis.’’ Cümlemi duyar duymaz sırtını tahtından dikleştirerek, işaret parmağını yüzüme salladı. ‘’Lafını geri al.’’ Omuzlarımı sarsacak şekilde tekrar güldüm. Duygusuz, kalın bir ses aramızda usulca dolandı. Kalbimin kabuklu eti, kasılarak tekledi. ‘’Sürüye bir deli mi sardım?’’ Uzaktan gelen sese doğru baktım, Asir elleri cebinde bana çakmak çakmak yaktığı gözleriyle bakarken buraya doğru geliyordu. Dudaklarımda oynak bir tebessüm yerleşti ve gözlerimi usulca kapatıp açarken kemikli çehresine baktım. Koyu perçemleri arasına saklanan kaşını kaldırdı ve tepkimi usulca seyretti. ‘’Sürü de akıllı değil; az kalsın bir hiç uğruna ölüyordum.’’ Az önceki yaşanılan kasvetli olayı konuyu dağıtarak ve sanki ben ölmüyormuşum gibi konuşarak dağıtmayı başarmıştık. Bunu amaçladığını içten içe sezmiştim yoksa normalde, ona çıkışır ve hatta bunda haklı olurdum. Asir beni bekletmeden kaşlarını düşünürmüş gibi çattı ama dudaklarında alay kokan bir tebessüm vardı. O tebessüm belli belirsiz olsa da oradaydı ve az kalsın, kemikli ve soğuk çehresine yakıştığından kalbim tekleyecekti. Yine de onu dizginledim. ‘’Gafil avladın.’’ Bir sebep bulamadığını söylerken espritüel davranmıştı; kısa şekilde kıkırdamakla yetindim. Bakır rengine bürünmüş gözlerini dudaklarıma indirdi ve orada öylece oyalandıktan sonra tekrar, renkli gözlerime tırmandı. Koyu kahverengi ve kalın örgülü kazağı, kavruk ve uzun boyuna yakışmıştı. Göğsü oldukça geniş ve taş kadar sert görünüyordu. Kot pantolonu, kaslı bacaklarını hafiften sarmış ama çirkin bir görüntü sergilememişti. Kızıl ayın altında hafiften kıpkırmızı bir tona bürünen çehresine baktım. Bana doğru yaklaştı ve yanımdaki ağacın altına oturmak için eğildi; burnuma mis gibi keskin bir orman kokusu sardı. Ayağının altında sürtünerek ezilen toprağın sesini işittim. ‘’Teşekkür ederim,’’ dediğimde duraksadı ve anlamsız gözlerle bakmaya başladı. ‘’Ne için?’’ Tek omzumu silktim, ‘’Yine hayatımı kurtardın.’’ Tekrar umursamazca yürümeye devam ederken İblis, Asir’in hareketlerini pür dikkat seyrediyordu. Konuyu dağıtarak, ‘’Uyumayacak mısın?’’ dedi Asir, yanımdaki, benden sadece bir iki metre uzaklıktaki ağaca oturup geniş sırtını ağacın gövdesine yaslarken. Bakışları karşısındaki ağacın gövdesinden bana doğru kayarken ifadesizlerdi. Kafamı iki yana sallamakla yetindim, simsiyah saçlarım boynumdan aşağı sarkarken hareketimle kıpırdandılar. ‘’Gece kuşuyum. Uykuyla aram yoktur.’’ Aslında tek sebebi, onu rüyalarımda görüyor olmamdı. İlk önce bana tatlı ve güven veren bir sevgili gibi yaklaşıyordu ve beni o kuvvetli kolları arasına alarak sarmalıyordu. Bedeninden yayılan ateş kadar sıcaklığı zihnimden bile hissediyordum. Sonra bana yatakta, ormanda ya da evimin herhangi bir köşesinde tatlı kelimeler fısıldıyordu. Gülümsüyordum; kimseye gülümsemediğim gibi ona rüyamda gülümsüyordum. O sımsıcak gülümsemeyle arkama dönüp yüzünü gördüğümde tüm kabus tam orada başlıyordu. Suratıma gölgeden daha koyuya bürünmüş ifadeyle bakıyordu; o karanlık suratında aydan daha parlak yarım şekilde sırıtışı sivri ve sıralı dişlerini ön plana çıkarıyordu ve lazerden farksız tehlikeli ama Kanlı Ay kadar güzel görünen gözleriyle bana bakıyordu. Vahşice, sadece bedenimi değil ruhumu da parçalamak ister gibi. O yüzden, doğru düzgün uyuyamıyordum. Asir’in yarım yamalak başını sallayıp önüne dönüşünü son anda fark ettim. İblis yutkunarak geriye yaslandı ve ona bakmaya devam etti. Pürüzsüz boynuna baktım, yılan orada yoktu. Vücudunun hangi bölgesinde olduğunu merak etmeye başlayan diğer yanım, hayallerimi giderek edepsizleştirince yanaklarım hafiften kızardı ve önüme döndüm. Onu ve yılanını daha fazla düşünmemeliydim. Karşımdaki ağacın çelimsiz suratını seyrederken aramızda dönen sessizlik, yoğundu. Kulakları sağır eden sessizlik giderek büyürken İblis bu sessizliği bozdu. ‘’Konuşmanın tam sırası, Toprak. O yanına gelmişken bu fırsatı ayağınla tepme.’’ Kaşlarımı çatarak simsiyah dumanlı elbisesine baktım. ‘’Ne konuşacağım ki?’’ Gözlerini devirdi ve bana sabredercesine baktı. ‘’Barda tanıştığınızda, seni bir yerden hatırladığını söyledi. Oradan vur,’’ Kömür karası gözleri tehlikeli bir ifadeye bürünürken, dudakları ip misali gerilmiş ve Asir’e bakmıştı. ‘’Onun da tıpkı senin gibi rüya görüp görmediğini merak ediyorum.’’ Boğazıma sarılan tükürüğün izini hissederken onu hafifçe temizleyip ses çıkarttım. Sessizliği bozmak için uygun bir yöntemdi. Asir hala sessizlik içerisinde arkasına yaslanmışken gözlerini kapatmış ve düz ifadesine bürünmüştü. Onun pürüzsüz tenini seyrederken bir anlığına tüm söyleyeceklerim havaya karıştı. Yakışıklı adamdı. Koyu perçemlerinin, kızıl aydan yere yansıyan ışıkla hafifçe parladığını ve yüzünün loş karanlığa büründüğünü görüyordum. Tek bacağını ileriye uzatmış, diğerini kendine doğru çekmişti ve elinin bileğini hafifçe dizine yaslamıştı. Eli aşağı doğru gevşekçe sallanırken tüm davranışıyla çekici görünmüştü. İblis hala beni bekliyordu. Gözlerini şüpheyle kısarak bana baktı, ‘’Hadisene.’’ dedi imalı tonlamayla. Derin bir nefes verdim ve göğsümü saran huzursuzluğu yok etmeye çalıştım. ‘’Bir şey soracağım,’’ dedim aniden konuya girerek. İnsanlarla iletişimim berbattı; o yüzden kelimelerimin genelde süzgeci olmazdı. Doğrucu ve direkt biriydim. Asir’den hala ses çıkmazken bir an uyuduğunu düşünmüş ve ruhumu geri çekmiştim. Ona uzun süre sessizlik içerisinde bakarken, hafiften yutkunup boynundaki adem elmasını kıpırdattı. Ardından duygusuz sesiyle, ‘’Sor.’’ dedi. Elimi yukarı kaldırıp önüme düşen siyah saç tutamını kulağımın arkasına sıkıştırdım ve parmağıma bulanan yumuşak hisle elimi tekrar kucağıma indirdim. ‘’Beni barda ilk gördüğünde hatırladığını söylemiştin. Tanışmamıştık ki?’’ Asir göz perdelerini hafifçe aralayarak uzun kirpiklerinin arasından karşıya baktı. ‘’Seninle yüz yüze karşılaşmadık ama seni bir yerlerde gördüğümden eminim. Üstünden yıllar geçmiş gibi.’’ dedi, gözleri hafiften kısılmışlardı. ‘’Üstünden yüzyıllar geçmiş olsa da daha önceden okuduğum ruhu bir daha unutmam.’’ Tek kaşımı kaldırarak ona baktım, söyledikleri ilgimi çekmişti. Ortamdaki hava boğucu bir hale bürünürken, ‘’Okuduğun ruh?’’ dedim. Sesim benden bağımsız olarak merak tınısıyla dökülmüştü. İblis yutkunarak gergince vereceği cevabı beklerken, kirpiklerini bile kırpmıyordu. Ben de ondan farksızdım. Asir dudaklarının arasından ılık bir nefes döktü, nefesi gecenin soğukluğunda havaya yayılarak kayboldu. Tekrar ilk karşılaşmamızda olduğu gibi, ‘’Gözlerin,’’ dedi aniden. Sesinde durgunluk, belki de kendinin bile anlamlandıramadığı bir duygu vardı. Kesinlikle ifadesizlik ya da tekdüzelik yoktu. Ardından başını ağacın gövdesinden ayırmadan bana doğru çevirdi ve kızıl hareleriyle, renkli gözlerimin derinlerine doğru indi. Ruhuma kadar titrediğimi hissettim; soğuk artık topraktan ya da sırtımı yasladığım ağacın gövdesinden gelmiyordu. Soğuk bambaşka bir yerden ruhuma sızıyor ve beni iliklerime kadar titretiyordu. Kızıl hareleri yüzümün her zerresinde santim santim dolanırken hiç acelesi yokmuş gibiydi. ‘’Alışılmadık. Ayrıca bir ruhu okumak için en ideal yerdir.’’ İltifatı karşısında şaşırdım ama yüz ifadem donuk durduğundan hissim tam olarak yansımadı. İblis tahtına yaslanırken keyiften yoksun şekilde ıslık çaldı; yanakları şişip tekrar sönmüştü. ‘’Geçmiş olsun.’’ Dudaklarını birbirine bastırarak, ‘’Seni aynı sebepten hatırladığına artık eminim, Toprak. Bir noktada rüyalarda buluşuyorsunuz ama birinizin zihni ötekinden daha karanlık. Gündüzleri bile.’’ Çaktırmadan yumuşakça yutkundum. Kirpiklerim afallayarak titredi ama kısa sürede toparlandım. Ağzımı aralamıştım ki Asir benden önce davrandı. ‘’Şafak Vadisi’ne neden gideceksin?’’ Dümdüz bir tınlamayla sorduğu cümleyle kaşlarım istemsizce çatıldı. Ona hiçbir zaman hedefimi söylememiştim. Huzursuzluk belirsizce bir yerlerde büyürken, ‘’Nereden biliyorsun?’’ diye sordum. Sesim şaşkınlıktan dolayı içime kaçmıştı. ‘’Korkma,’’ dedi, uyarır tonlamayla. Bacağından sarkan elinin parmaklarını hafifçe birbirine sürterken, gözleri bende değil; karşısındaki ağacın gövdesindeydi. Hafifçe geriye yasladığı kafası, adem elmasını daha da ortaya çıkarıyordu. ‘’Sadece Krasa’yla konuşmanıza kulak misafiri oldum.’’ İblis kadehinden bir kez yudum aldıktan sonra dudaklarını bastırarak onu kenara indirdi. ‘’Başta onu görmemiştik, neredeydi acaba?’’ Düşünceli şekilde kendi kendine mırıldanmasına aldırmadan, benim için önemli ama onun için karıncadan farksız olayı soruverdim. ‘’Onu öldürdün mü?’’ dedim zoraki, yutkunarak. Uzun kirpiklerim birbirine çarptı kısa süreliğine ve Asir’in kızıl irisleri yuvalarında asil bir sakinlikle bana doğru dönerken tek kaşı yukarı kalktı. Yüzü kemikli çehresini koyu gösterecek kadar tepkisiz ve ulaşılmazdı. ‘’Soruların,’’ dedi bastıra bastıra, ‘’Bazen canımı sıkıyor.’’ İblis gökyüzüne bakarken ağır ağır yutkundu ve dudaklarını birbirine bastırdıktan sonra aniden, ‘’Kendime not, bu kıza ‘’vur’’ deme çünkü öldürüyor.’’ dedi, keskinlikle kurduğu cümle sesine bile yansımış ve onu soğuk yapmıştı. Kalbim gürültüyle çarparken, Asir’in bakışları sanki o ritmi duymuşçasına göğsüme doğru kaydı ve oralarda bir süre oyalandı. Sonra tekrar, gözlerini benimkilere doğru çıkardığında yüzünde gizli bir tebessüm vardı. Yine de bunu gözlerinden okuyordum, ifadesizdi. ‘’Neden?’’ dedim korktuğumu belli etmemeye çalışarak. ‘’Doğru şeyleri sorduğum için mi?’’ İblis tekrar nefesi bir anlığına kesilmiş de gün yüzüne çıkmış gibi derin bir nefes aldığında hala kömür karası gözleri, gecenin karanlık yüzündeydi. ‘’Sakin…’’ dedi, mırıldanarak. Tüm bedeniyle ileri geri sallanıp bir ritim tuttururken, derin bir nefes verip söylenmeye başladı. ‘’Kafasından çıkıp onu boğazlayamazsın… Kafasından çıkıp onu boğazlayamazsın…’’ Kendi kendine mırıldandıktan sonra kadehinden yudum alırken keskin bakışları aniden beni bulunca kalbim her zamankinden daha sert atmaya başladı. Yutkundum. Asir’in dilini dışarı çıkartıp dudaklarını yaladığını ardından aniden kafasını sola doğru yatırmasını seyrettim. Kaşlarını çatmış ve bir şeyleri kafasında tartıyor gibi bir ifade takınmıştı. ‘’Çok merak ediyorsun ama rahatlayacaksan eğer, onu öldürmedim.’’ dediğinde İblis’le beraber ona düz düz baktık. Hiçbir şey olmamış gibi arkasına yaslanırken, ‘’Zehirledim.’’ dedi, tekdüze sesiyle. İblis kafasını bir kez sallayarak aynı anda kaşlarını havalandırıp indirdi ve ‘’Hım,’’ dedi kısa ve düz bir sesle boğazından. ‘’Rahatladım gerçekten…’’ Titreyen elimi önüme düşen ve beni bunaltan saçıma doğru götürüp onu kulağımın arkasına sıkıştırdım. Parmaklarımın titreyişini bile fark eden karşımdaki canavar, gözlerini kısarak bana bakmaya başladı. ‘’Sakin ol, seni zehirlemem.’’ dedi gülümseyerek ama gülümseyişi bile beni diken üstünde oturttu. ‘’O ihtiyar fazla konuşuyordu, bir söylentiye göre bile.’’ ‘’Söylenti değil miydi sonuçta? Neden bu kadar önemsedin?’’ Asir durgun ifadesini üstümden çekerek tekrar önüne döndü ve bir süre sessizliği kuşandı. O yoğun sessizlik İblis’e ağır gelmiş olmalıydı çünkü kadehinden yudumladıktan sonra mekanik sesiyle, ‘’Ben olsam öldürürdüm, Toprak.’’ dedi. ‘’Bir canavara göre fazla merhametli biri.’’ Gözlerimi devirerek ona baktım, ‘’Öldürürdün?’’ dediğimde kafasını direkt salladı. ‘’Krasa’nın son söyledikleri, onun damarına basmış olmalı. Demek ki o aradığı kimse, gerçekten önemli biri ve bunun duyulmasını istemiyor.’’ Bakışlarını kısa süreliğine kadehine indirip tekrar kaldırdı, ‘’Bir söylenti bile olsa.’’ Asir hayaletten daha sakin ve korkunç şekilde başını bana doğru çevirdiğinde bakırdan daha koyu renge bürünmüş gözlerinde sönmek bilmeyen yangınlar gördüm. O yangını hissettim, o yangına yürüyerek o ateşi avuçladığımı zannettim. Öyle yoğun bir hisle bakıyordu ki, tıpkı bir kağıt parçasının kenarından saran ateş gibi ruhumun bir kenarından başlayarak o ateşi yaydığını hissettim. ‘’Merhametli olduğumu düşünme,’’ dedi Asir, tehlikeli bir sesle. Kalbim bağımsızlığını ilan etmek üzere göğsüme darbeler atmaya başladığında, o tehlikeli sesini kaldıran cümle İblis’i bile şaha kaldırdı. Kaşlarını çatarak ona baktı ama sustu. Titreyen bakışlarımı, kızıl harelere diktiğimde onun suratı tam karşısındaki ağaca bakıyordu. Bana doğru dönmemişti. ‘’Merhamet benim için yabancı bir kelime.’’ ‘’Düşünmüyordum,’’ dedim ama İblis’le kısa süreliğine bakıştık. ‘’Peki öyleyse, neden?’’ ‘’Çevrede çok fazla insan vardı,’’ dedi donuk bir sesle. ‘’Krasa’nın anlattıkları hoşuma gitmedi, özellikle çocuklarla ilgili olan konuşması…’’ Ağzının içinde dilini oynattı ve ona zor geliyormuş gibi bir şeyler mırıldandı. ‘’Ben de insanlara bir uyarı vermiş oldum. Asir önemli biri ve beyniyle düşünemeyen onun hakkında her yerde rahatça konuşmamalı, uyarısı.’’ Kafamı sallayarak anladığımı belirtirken, son cümlesinde başını ağaçtan ayırmayarak bana doğru dönmüştü. Parlayan gözlerine uzun süre baktım, donuk olsalar da sanki tanıdık bir şeyler onların derinlerinde saklıydı. Merhamet sahibi biri olmadığını düşünüyordu, benimse aklıma az önce çocuklarla eğitim adı altında oynadığı zaman düşmüştü. Gülüyor, hatta Erin’in tekmesine öfkelenmek yerine onu cesaretlendiriyordu. Tufan minik eliyle, o kalın bileğini sarılıp onu çekiştirdiğinde saliseler süren bir tebessüm suratını sarmış sonra yok olmuştu. O gülümsemenin, sert çehresine yakıştığını içten içe düşünmüştüm, hatta itiraf etmek gerekirse, hoşuma bile gitmişti. Merhametli biri olmadığını söylüyordu fakat Krasa’yı öldürebilme imkanı varken sadece onu uyarmıştı. Uyarısı biraz acımasız olsa da onu kesin bir şekilde öldürdüğünü düşünüyordum. Merhamet kelimesine aşina olmayabilirdi ama merhametli biri değil, diyemiyordum. Hissettiklerimin aksine, tek kaşımı kaldırarak ona şüpheyle baktım. ‘’Peki, Krasa’ya ne oldu? En son öldüğünü düşündürecek kadar hareketsizdi.’’ Güldü, gülüşü buz kütlesinden farksızdı ve omuzlarını sarstı. Kanımı dondurdu. ‘’Acıdan bayılmış olmalı.’’ İblis’in hala aklına yatmayan bir şeyler olduğu belliydi ama sonraya sakladı. ‘’Tabii bu, onu öldürmeyeceğim anlamına da gelmez. Zehir hala damarlarında geziyor,’’ Alt dudağımı istemsizce kavrayıp bıraktım, gözlerini benimkilerden ayırmadı. Tehlikeli sesi hem onu çekici gösteriyor hem de ondan arkama bile bakmadan kaçma isteğimi körüklüyordu. ‘’Adamı rahat bırak,’’ dedim şakayla karışık, ‘’Anlamış olmalı…’’ ‘’Hiçbir zaman bilemezsin.’’ ‘’Toprak,’’ dedi mekanik ve gür sesin sahibi. ‘’Bu adamda garip bir şeyler dönüyor. Korkusuzca kartlarını apaçık oynayan biri ama nedense, o kartların üstünde yazılanları okuyamıyorum.’’ ‘’Çünkü kurnaz biri,’’ dedim ona bakarken. Sessizleşti, zihninde dönüp duran kaosu ve fırtınayı uzaktan bile hissettim; rüzgarın kavurucu uğultusunu duyabiliyordum. Bilmiş bilmiş gülümseyerek ona baktığımda, gözlerini üstüme çevirdi ve memnuniyetsiz tavrıyla yüzüme baktı. ‘’Onu okuyamamak, hoşuna gitmiyor değil mi?’’ Burun kıvırarak gözlerini devirirken, dudaklarının arasından şuh bir, ‘’Hah…’’ sesi çıkardı. ‘’Ben herkesi okurum.’’ ‘’Herkesin yaşayacağı bir ilk vardır,’’ dedim meydan okuyarak. Dişlerinin arasından tıslarken aslında gülüyor gibiydi de. ‘’Tepemin tasını attırma, kızım.’’ Onun sinirini bozmaya yetecek bir sakinlikle sırıtarak önüme döndüm. İblis’in ani bir dehşetle, ‘’Toprak…’’ diye mırıldanmasıyla göz ucumla fark ettiğim hareketlilik, kanımda akan sıcak sıvıyı dondururken parmaklarımın uçlarına kadar donduğumu hissettim. Ouroboros, Asir’in kazağının altındaki düz karnından başını uzatmıştı. Yılanın pullu simsiyah derisi, kızıl ışığın altında daha bir görkemli parlıyordu ve bedenine kan sürülmüş gibi görünüyordu. Cesetteki kanı çağrıştıran ışık, pullu kanında hakimiyetini sürerken yılan sinsice, usulca hareket ederek Asir’in kot pantolonunun üstüne süründü ve yerde uzanmış bacağına sarılmaya başladı. Asir’in suratına baktığımda, az önceki gülüşünden eser kalmamıştı. İfadesiz gözlerle yılanı seyrederken o kadar durgundu ki o fırtına öncesi sessizlikte ne düşündüğünü merak ettim. İblis gergince yutkundu, ‘’Umarım, yılanı üstüne salmaz,’’ dediğinde yerimde huzursuzca kıpırdandım. Kalbim eline aldığı tokmakla kaburgalarımı tıkırdatırken buz keserek geriye doğru yaslandım. Sırtımı ağacın gövdesine sinmek istercesine arkaya bastırdım. Sanki yılan benim bacağımdaydı ve bana sırnaşıyordu. Ouroboros süründü ve ayak bileğinden içeri doğru süzüldü. Ardından birden, Asir’in damarlı elinin üstünde belirdiğinde sıcakta serpilen su gibi üstüme rahatlık çöktü. ‘’Ouroboros her zaman hareketli midir?’’ Merakla kuşatılmış ses tonum, gergin olduğumdan çatlak yükselmişti. Sesimdeki o değişimi fark eden Asir, göz ucuyla bana baktıktan sonra elinin üstündeki yılanı seyretti. ‘’Genelde.’’ Bacağının üstüne koyduğu elinin üstündeki damarların arasından Ouroboros’un başı tekrar usulca çıktı. Asir’in eti hafifçe kabarmış, yılan çatallı dilini usulca havaya uzatıp geri çekerken tüm başını usulca dışarı çıkarmıştı. Bu sefer bedeninin tamamı çıkmamıştı, sanki Asir’e kur yapar gibi davranıyor ve sevilmeyi bekliyordu. Asir ne istediğini anlamış gibi başparmağını hafifçe bükerek onun başını okşamaya başladığında, yılanın dikey gözbebekleri yapışkan şekilde kapanıp aralandı. Çatallı dilini dışarı çıkarıp dururken arada sırada tıslıyordu. İblis büyülenerek yılanı seyrederken, ‘’Her şeye rağmen asil bir hayvan.’’ dedi. Bir Asir’e bir yılana bakıyordum. Asir uzun kirpiklerini usulca kırparak yılana bakarken gözlerinde herhangi bir duyguya rastlamamıştım. Ya duygularını binlerce maskenin arkasına saklıyor ve onları kendine bile yabancılaştırıyordu ya da arasında durduğu duvarlarda onları seyrediyor ama üstüne gerektiğinde kuşanıyordu. ‘’Neden Ouroboros’u seçtin?’’ Aniden sorduğum soru havadaki atmosferi değiştirdi; germedi ama germesini tercih ederdim. Öyle bir sessizlik oluşmuştu ki ormandaki hayvanların seslerini derinlerden bile duyabilmiştim. İblis dudaklarını yalayıp geri çekilirken beni benimle bırakmıştı, kadehinden yudumluyor diğer yandan yorgunlukla çökmüş misali görünen kömür karası gözlerini üstüme dikiyordu. ‘’Aslında güzel soru,’’ dedi düşünceli bir sesle. ‘’Orada apaçık Maske duruyordu ama o gitti, bir yılanı seçti.’’ Asir soruma cevaben, ‘’Ondan daha iyi silah bulamazsın.’’ dedi, ölümden daha beter kokan tonlamayla; cümlesini gelişigüzel söylese de altında yatan anlam görünenden fazlasıydı. O an, ben öyle hissettim. Kelimeler bir başka soruyu doğururken; dilimde birikmişliği dışarı vermek için dudaklarımı araladım ama Asir benden önce davranınca, havaya karışan sadece nefesim oldu. ‘’Sorum havada asılı kaldı.’’ demişti, ılımlı sesiyle. ‘’Şafak Vadisi’ne neden gideceksin?’’ Cümlesinin üstüne merak gölgesini yaymıştı, o merak duygusunun gerçek mi yalan mı olduğunu kavrayamamıştım. İblis bile. Gözlerim perdelerini usulca yarım yamalak indirirken kemikli çehresine baktım. Bakışları hala yılanın üstüne mühürlüydü ve onu başparmağıyla asil, soğukça severken dudakları ince bir çizgi şeklindeydi. Soğuk, havadan mıdır yoksa bu kadar ölüm bahsi geçildiğinden mi bilinmez üstüne oturduğum toprağa sindi ve omurgamdan yukarı tırmanarak iliklerime kadar sızdı. Afallayışımdan sıyrılmaya çalışarak, kekelememeyi başarıp ‘’Bilge için. Barda da duymuşsundur,’’ dedim. ‘’Neden?’’ Sorusunu bastırarak yinelemesi, cevabımdan tatmin olmadığını kanıtlıyordu. İblis’le bakıştım, gerçek cevabı verip vermeyeceğime karar verecek olan oydu. Ben söylerdim söylemesine ama İblis kadar kilometrelerce öteden tehlikeleri sezemiyordum. ‘’Tehlikeli bir soru,’’ dedi. Durgun bir denizin yüzeyi kadar sakin ama tedbirli çıkan sesine kulak kabarttım; tüm engelleri görüyor da onlara basmadan nasıl kurtulacağını düşünüyor gibiydi. ‘’Ona yalan söylemek, şu noktada bir işe yaramaz. Canavara yalan söyleyemezsin.’’ Kadehi dairesel hareketlerle döndürürken, kısa bir bakış attı bana. ‘’Üstü kapalı geçiştir.’’ Tek omzunu silkerek olağanüstü bir umursamazlıkla söylemişti son cümleyi. Ona içimden kafamı sallayarak, gerçekliğe dönerken damarlarımda gezinen gergin havayı yok etmek için saçımı tekrar kulağımın arkasına attım. Ardından kulak mememi parmaklarım arasında ovalarken, ‘’Oradaki bilge antika dükkanındaki ihtiyarla tanışıkmış. Selam veririm, dedim.’’ Alaya bürünmüş kelimelerime karşılık soğuk bir tebessüm yaydı; sessiz tebessümü, oturduğum toprağın üstüne dikenler serpti sanki. Yumuşakça yutkundum, yutkunuşum gerginliğimi kanıtlar nitelikteydi. ‘’Nasıl gideceksin? Ben olmasam yem oluyordun Korkut’lara?’’ Kızıl harelerini bana döndürdü, yılanın başı elinin üstüne tamamen dövme misali yapışmıştı. Tek kaşını kaldırarak bana beklentiyle bakarken sessizliğini korudu. Buz mavisi, kızıl harelerimi onunkilerden uzaklaştırıp düşünürmüş gibi yaptım ama düşünürmüş gibi yaptığımdan dolayı bu hareketim kısa sürdü. ‘’Bir çaresini bulurum.’’ Başını sallayıp sessiz kaldı. Mahkeme suratından hallice ifadesizliğini, kızıl harelerindeki donukluk süslerken ne düşündüğünü merak eden içimdeki balon tekrar kabarmaya başlamıştı. İblis boğazını temizledi, ‘’Bir sorsana. Yanına yoldaş arıyor muymuş?’’ Ona şaşkın şaşkın baktım, kaşlarını çatarak bakışlarıma karşılık verdi. ‘’Sen ondan yardım istiyorsun?’’ dedim inanamayarak. Kaşlarım istemsizce havaya kalkmıştı. Kesikçe güldü, ‘’Ne olmuş?’’ dediğinde yine inanamadım. ‘’Senlik bir davranış değil. Hani insanlara yalvarmaktansa Tanrı’ya yalvarsan daha iyiydi?’’ Gözlerini devirdi, sıkıntılı bir yüz ifadesi vardı. Kömür karası gözlerini çevrede dolaştırdıktan sonra baygın baygın bana baktı. ‘’Birincisi, Asir bir insan değil. O yüzden kendimle çelişmiyorum.’’ dedi sakin olmaya çalışırcasına. Alayla kaldırdığım kaşlarıma, derin bir nefes verip aynı anda gözlerini sakince kapatıp aralayarak karşılık verdi; sabrediyor olmalıydı ama bu daha da hoşuma gidiyordu. Onu delirtmek. Pes edercesine, ‘’Toprak, başka çaremiz yok. Kızıl Diyar’dan sağ kurtulsak bile buradan çıktığımızda neler olacağını bilmiyoruz. Yanımızda birinin olması gerekiyor.’’ dediğinde içten içe kıkırdadım. Mantıklı bulmuştum zaten, sadece ona arada sırada takılmayı seviyordum. Yine de Asir’e bu soruyu sorarken zorlanacaktım, çünkü yardım alacağım kişi listesinde son sırada bile kalmayabiliyordu. ‘’Ee,’’ dedim ses çıkartarak, tek kaşını kaldırarak bana doğru döndüğünde yüz ifademi tarıyordu. Düşünceler zihnimde film şeridi gibi kare kare, hıphızlı akıp giderken kelimeleri yakalayamıyordum, ‘’Hım…’’ dedim tekrar, yüzüne bakarak, nedensizce çekinmiştim ve aniden ona bu soruyu nasıl yönelteceğimi bilmiyordum. Kaşları sorgularcasına çatıldı ve başını yana yatırarak yüzümü taramaya devam etti. İblis kaşlarını havaya kaldırıp indirirken, ‘’Garip garip sesler çıkartma.’’ dedi, uyarırcasına net bir şekilde. Öncelikle nabzını ölçmeliydim, direkt soramazdım. ‘’Senin sürün olmasa da burada kalıcı mısın?’’ dediğimde Asir gittiğim yolu çoktan anlamış gibiydi, fakat yine de ifadesizce, ‘’Hayır,’’ dedi. ‘’Benim de kendime göre çizdiğim bir yol var. Sabah erkenden çıkmayı planlıyordum.’’ Gözlerini üstüme çevirdi ve hafifçe kısarak beni seyretmeye başladı. Sanki ağzımdaki baklayı bir an önce çıkarmamı istiyordu. ‘’Bana yardım eder misin?’’ Ani sorum karşısında, Asir geniş sırtını ağacın gövdesinden ayırıp tekrar kısa sürede buluşturduğunda ifadesiz suratıyla bana bakmaya devam ediyordu. Bu soruyu beklediğini biliyordum, o yüzden şaşırmasa da benim sabrımı ölçecek kadar uzun bir süre bekledi. Kaşlarımı çatıp düz bir hale sokmuştum, şekilden şekle giriyor ve sorduğum sorunun utançlığını zihnimde öğütüyordum. Bana yardım etmesini kenara bırak, adamla daha doğru düzgün tanışmıyorduk bile ve bir canavardı. Ondan yardım istemem daha tuhafken, sessizliği de sorduğum sorudan pişman olmama yetiyordu. ‘’Hangi konuda?’’ dedi, bana uzun bir asır gibi gelen sessizliğin ardından. Boğuk, kalın çıkan sesinin hakimiyetini kavrayıp geriye çekildim. ‘’Seninle gelsem, beni bir Şafak Vadisi’ne götürsen…’’ dediğimde manalı manalı bir ses tonuyla konuşmama kaşlarını havaya kaldırarak karşılık verdi. Sahte olduğunu düşündüğüm şaşkınca aralanmış gözlerinde okuyabildiğim bir duygu yoktu ama bakır rengine bürünmüş harelerinin parladığına yemin edebiliyordum. ‘’Niye?’’ İblis gözlerini devirdikten sonra onları kıstı ve başını aşağı eğerek kaşları altından ona tehditkar bakmaya başladı. Göremese de. ‘’İşte, bilirsin…’’ dediğimde İblis, ‘’Kızım sen sorana kadar yaşlandım şurada!’’ dedi bağırarak. ‘’Bitir şu diyalogu, Tatarus aşkına!’’ Asir’se kıvranmamdan oldukça hoşnuttu. ‘’Tehlikeli yollar… Büyük ihtimalle sağ kurtulamam.’’ Kafasını bilmişlikle sallarken, gözlerini üstümde gezdirdi ve bunu yaparken oldukça yavaş ve temkinliydi. ‘’Yani, ‘’çaren’’ benim?’’ Kaşlarım istemsizce çatılsa da bakışlarından rahatsız olmamıştım. Kasılan yüzüm bir anda gevşerken başımı istemsizce yana doğru çevirip gülercesine nefes bıraktım. Adamın özgüveni, bir aslanın yelesi kadar parlak ve görkemliydi. ‘’Şu anlık öyle görünüyor.’’ dedim geçiştirerek, tekrar ona bakarken. Yüz ifadesinde sanki anlık bir gülümseme görür gibi oldum, ardından kaşlarını çatarak duygularını gizlemeyi başardı ve beni tekrar baştan aşağı süzdü. Sanki bir şeyleri ölçüyor gibiydi, ‘’Krasa bir konuda haklıydı, parlamıyorsun.’’ dedi imalı bir sesle. Konuyu aniden değiştirmesine şaşırsam da belli etmedim. Derin bir nefes verdim. ‘’Işık ne anlama geliyor bilmiyorum ama bunun herkes tarafından, gözlerimin içine baka baka söylenmesi sinirlerimi bozmaya başladı.’’ Rüzgar saçlarımın arasında hayalet misali gezindi; yüzümü yalayıp öylece ağaçların arasına karışırken kirpiklerimi bile kırpmadan karşımdaki adama baktım. İblis bana içten içe hak veriyor ve gururla parlayan gözleriyle bana bakıyordu. Onun da sinirlerini bozmaya başladığını seziyordum. Aciz olmak, hoşumuza gitmiyordu. Koyu perçemlerinin altındaki parlayan kızıl hareleriyle dudaklarında belli belirsiz, varla yok arası bir tebessüm çizildiğinde o tebessümün, hayalden ibaret olduğunu sandım. Çünkü kısa sürmüştü, gelip geçmişti. ‘’Sen hangi gezegenden geldin?’’ Şakasını ciddiye alan diğer tarafımda ur yayılmaya başlamıştı. Zihnimden, ‘’Dünya.’’ diye fısıldasam da dışarıya bir şey yansıtmadım. Gözlerimi kırpıştırarak birkaç kez ağzımı kapatıp açtım ama Asir tepkime gülmekle yetindi. Gülüşünden dolayı kalın sesi daha da boğuklaşmıştı. ‘’Işık, ruhundan yayılan auradır. Ustaca saklayanlar olur ama senden ustalık da sezmiyorum. Öyleyse iki ihtimal var; ya bir gün ölecek normal bir insansın ya da henüz parlamadın.’’ Kalın ve kadifemsi yükselen tınısı, kulaklarıma değer değmez bana söylediği tüm aciz dolu sözler eğitimvari havasıyla toz olmuş gibiydi. Şüpheyle kısılan bakışlarım, kirpiklerimi titretti ve havadaki soğuğun gözbebeklerime sızmasına neden oldu. Asir’in de aynı tepkiyi verdiğini gördüğümde içten içe güldüm. Mimiksiz suratındaki tek hareket, kırptığı uzun kirpiklerinin arasından bana bakışıydı. Normal şekilde konuşarak, düz ifadeyle, ‘’Anladım.’’ dedim. İblis kömür karası gözlerinin parıldayışıyla beraber, ‘’Lan sadede gel!’’ dedi bana baskı yaparak. ‘’Yoldaş arıyor muymuş?’’ dedi, öfkeyle dudaklarını uzatarak. Boğazımı temizleyerek dağılan konuyu tekrar toparladım, ‘’Ne diyorsun? Yardım edecek misin?’’ Beklentiyle bakan renkli gözlerime, uzun uzun baktıktan sonra iç çekti. Ardından bakışları, elinin üstündeki yılanın pullu bedenine kaydı ve bir şeyleri tartan kızıl hareleri odağını önünde bir yerlere çevirdi. Ardından tekrar bana bakarken, ‘’Kabul.’’ dedi. Kalbim heyecanla çarpmaya başlarken yüzüme yansıyan ışığı görebildiğini düşündüm çünkü bana öyle bir baktı ki neredeyse gülümseyecek sandım. ‘’Sonra sen yoluna, ben yoluma.’’ Kafamı hızlıca aşağı yukarı sallayarak çarpan kalbimi dizginlemeye çalıştım. İblis gözlerini devirerek geriye yaslandı, ‘’Sonunda, anasını satayım.’’ Ormandaki serinlik suratıma çarparken, kollarımı saran soğukluğun hissini kavradım. Hava giderek soğumaya başlamıştı ve Kanlı Ay hala tepede tüm ihtişamıyla ışıldıyordu. Asir’in konuşacağını sezdim, elinin üstündeki yılana gelişigüzel baktıktan sonra kafasını bana doğru ilgisizlikle çevirdi. ‘’O zaman biraz uyumak istersin,’’ dedi ve keskin çene hattını ileriye doğru uzatarak; çadırların olduğu tarafı gösterdi. ‘’Sana ayrılan yeri gösterirler.’’ Daha fazla konuşmak istemediğini ima etmişti. O yüzden üstelemeyerek elimi toprağa dayadım ve topraktan yayılan soğuğun usulca avcuma dolmasına izin verdim. ‘’Teşekkürler.’’ dediğimde yüzünü ekşi bir şey yemiş gibi kağıt misali buruşturdu, etli dudakları düz bir çizgi halindeydi. ‘’Çok fazla teşekkür ediyorsun, Yağmur.’’ Kalkmaktan kısa sürede vazgeçip gülümsedim, ‘’Alışkanlık.’’ Elim hala toprağın üstüne baskı yaparken, avuçlarıma sinip yayılan soğuğu hissediyordum. Muzip bir şekilde yüz ifadesine bakarken, ‘’Bana bu şekilde öğretildi. Keşke sana da, teşekkür karşılığında rica etmen gerektiği öğretilseydi.’’ dediğimde yüzüme afallayarak bakmıştı. İblis’in boşluğuna gelip kahkaha atışını duymazlıktan geldim ve onun afallayan suratına bakıp durdum. Kestane rengi saçlarının tepesi rüzgardan dağılmış ve perçemleri alnına düşmüştü, şaşkın şaşkın bakması oldukça tatlı bir görüntü yaratsa da zihnimin bir köşesinden fısıldayan ince bir ses, onun canavar olduğunu söylüyordu. Boğazındaki hayali pürüzü temizleyip adem elmasını yukarı aşağı hareketlendirirken kaşlarını çatmıştı. ‘’Fazla teşekkür sevmem. Özür de…’’ dedi net ve kısa bir şekilde. Gerilmesine karşılık kıkırdadım, ‘’Takılıyorum. Rahat ol.’’ Yüz ifadesi değişmezken, o bakışlarının altında bacaklarımı kendime doğru çekerken tek koluma verdiğim kuvvet, kendimi yukarı kaldırmama yardım etti. Bu esnada, kızıl hareleri tam üstümde hissediyordum. Benden asla ayrılmıyorlardı. Avcumda birikmiş toprak kalıntılarını birbirine çarparak süpürdüm; kulaklarımda etin ete çarpma sesi yankılandı. İblis, ‘’Toprak, bakışlarından hiç hoşnut olmadım.’’ dediğinde tamamen ayağa kalkmış ve Asir’in kemikli çehresine tepeden bakmıştım. Başını geriye yaslayarak bana alttan alttan bakarken bile aslında üstten bakıyor gibiydi. Rüzgar aramızda sertçe ıslık çalarak esti, saçları rüzgar yalayıp geçtiğinden dolayı daha fazla dağılmışlar ve koyulaşmış gözlerini loş karanlığa bürünmüş suratında daha çekici göstermişlerdi. ‘’Oraya gittiğimizde,’’ dedi durgun sesiyle. Her zerresinden ciddiyet akıyordu ve ben, gerilmeme engel olamıyordum. Gözlerini kıstı ve kirpiklerinin arasından bana baktı. ‘’Karşıma farklı biri olarak çıkayım deme.’’ Sertçe yutkundum ve avcumu saran titreşimin parmaklarıma nüfuz etmesine engel olarak onları kabanımın ceplerine koydum. Ne az önce hissettiğim muzip tavır, ne de rahatlık benimleydi. Aniden ruhumu bir yaydan daha fazla germeyi başarmıştı. Ellerim yumruk haline bürünüp tırnaklarım derime batarken acıyı hissediyordum. Acı beni gerçekliğe sürüklüyordu. İblis gergin şekilde boğazını temizledi; gözlerini kısarak Asir’e bakıyordu. ‘’Kim çıkmayayım?’’ Gül pembesi biçimli dudağının kenarı, ölü bir filiz gibi yeniden yeşermeye başladı. Yukarı kıvrık tek bir hareketti sadece ama bana neler çağrıştırdığı, kanımı dondurmaya yetmişti. Sert çehresine ürkütücü bir güzellik veren bir tebessümdü. Dudaklarından dökülen ve hayatımı büyük ölçüde etkileyeceğini bilmediğim kelime net ve ciddi bir ifadeyle kulaklarıma çarptı. ‘’Kurtarıcı.’’ O kelime, sadece kelimeden ibaret değildi ve aslında, sadece benim hayatımı da etkilemeyecekti.
Eee, canlar, nasıl gidiyor? Bölüm biraz uzundu, umarım sıkılmamışsınızdır. Hatalarım varsa affola… Karakterlerim ve gelişimleri hakkında sizden yorum alayım hemen… Emeğimin karşılığını vermeyi unutmayın. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sizleri seviyorum ve kocamaaaan öpüyorum! Pazartesi görüşürüz!
|
0% |