@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Nasıl gidiyor? Umarım bölümden keyif alarak okursun! Emeğimin karşılığını vermeyi unutma, oy ve yorum yap lütfeeen! Keyifli okumalar! Wattpad'de yüklüdür. Bölüm şarkısı: Sam Tinnesz - Far From Home 5. BÖLÜM: KARANLIKTA PARLAYAN ATEŞ
Bir yazarın mürekkebinden damlayarak iz bırakılan kağıtlar gibi ben de hayatımdaki yürüdüğüm yollarda iz bıraksaydım peşimden gelecek ve beni anlayabilecek insanlar olur muydu? O zaman, kalbimdeki bu ihanetin lekesini ve düşüncelerime zehir kadar acı verici şekilde yayılan ve kelimelere bulaşan o kin ve acıyı sökebilir miydim? ‘’Biz karanlıktayız,’’ derdi İblis her zaman. ‘’Karanlıkta olanlar, her zaman yalnızlığa mahkum olanlardır Toprak çünkü orada bir yerlerde birileri varsa da birbirimizi göremeyiz.’’ Ya hissetmek? Karanlıkta çevremizi saran o insanları hissedebilir miydik? Yalnız olmadığımızı bilmek değil de, hissetmek istiyordum. Hissetmeyi bilmek istiyordum. Belki karanlıktaydık, belki benim gibileri vardı hayatta ve bazıları kendilerini şizofren gibi hissederken bazıları bunun bir nimet olduğunu düşünüyordu. Belki de biz karanlıktaydık ama bazılarımızın ellerinde sönmüş ama bir kez daha yakabileceği meşaleler vardı. Zamanları vardı, zamanı nasıl kullanacaklarını bilen insanlar vardı hayatta. Benimse üzerime zaman örtülmüştü. Onu kullanamaz, üstümden o ağırlığı kaldıramazdım. Zamanın kanatları altında ezilip giderken bir gün çürüyecektim. O zaman da, birileri benim yanımda olur muydu? İblis düşüncelerimin arasına nefesten daha soyut şekilde sızıp karıştı, ‘’Ben varım.’’ Mekanik ve gür sesi, kemik haline bürünüp beynimin kıvrımlarına yerleşti ve dudaklarından dökülen cümle o kıvrımlarda akıp zamanla kalıplaşmaya başladı. ‘’Biz asla ayrılmayız, Toprak. Karanlıkta ve aydınlıkta.’’ Biz asla ayrılmazdık. Karanlık bizi içine çekiyordu. Aslında bir karadeliğin içine doğru çekiliyormuş ve o karadelik beni boğuyormuş gibi hissediyordum. Hiç tanımadığım, görmediğim ve birden içine daldığım evrenin bende çağrıştırdığı anlam buydu. Asir’le konuşmamızın üstünden birkaç saat geçmişti. Bana ayrılan çadırı Elena göstermişti, küçük bir çadırdı ve çadırın içi dışarıya göre enteresan şekilde sıcaktı. Ağaçların gölgeleri, Kanlı Ay’ın ışığı altında yansıyarak çadırın üstüne devriliyordu ve dallar bıçağa dönüşerek hayallerime saplanıyordu. O gece, gözümü bile kırpmamıştım. Şafak sökmek üzereydi ama sanki hala karanlığın kucağındaymışız gibiydi. Kızıl Diyar’da karanlığı hissediyor, dahası onu avuçlarımın içinde sıkıyordum. Hiçbir şey düzelmeyecek hissi, beni gerçek anlamda boğuyordu. Ruhta kalan pişmanlıklar, yapamadıklarım ve Akşın’ı son anda ekmiş gibi görünmem bile omuzlarıma yük bindiriyordu. Karanlık her tarafı kuşatırken bir çıkış arıyordum ve Tanrı bana, şafağı göstererek umut vaat ediyordu. Kızıl ay yavaş yavaş tüm uğursuz rengini Güneş’e aktarırken sarhoş olmuş bir insan gibiydi. Usulca yalpalıyor, sanki simülasyonun içindeymişiz hissiyatı veriyordu; Güneş’e tüm enerjisini verirken artık ceset olan oydu. Güneş hiç doğmuyor hiç batmıyordu. Ay da hiç doğmuyor, hiç batmıyordu. İkisi de gökyüzünde tıpkı birbirlerini uzun süreden sonra ilk defa görüp artık ayrılmak istemeyen sevgili gibi asılı kalıyorlardı. İblis’le ben gibi. Onun beni terk etmeyeceğini ve benim de onu bırakmayacağımı ikimiz de biliyorduk. Sönsek de parlasak da daima birbirimizin suratını görüyor olacaktık. Şu an öfke nöbeti eşiğinde olması, işlerin bu yönünü değiştirmezdi. Bense yeteri kadar sakindim. Asir’in dehşet veren o kalın cüssesi, tam yanımda ilerlerken o kadar rahat görünüyordu ki, sanki dün gece aklıma kurt düşüren o değildi. Bakıra çalmış gözleri, her zamanki gibi tam karşısına dikilmişti. Başını asla yere eğdiğini görmemiştim; sadece, Tufan’ın isteğine karşı boyun eğmiş ve onun suratına bakmak için gözlerini indirmişti. Onun dışında, kafasının üstünde onu öldürmek isteyen satır varmış ama sadece başını aşağı eğdiğinde onu öldürecekmiş gibi yürüyordu. Omuzlarının dikliği asla düşmüyordu mesela. Sanki tüm dünyayı sırtına vermişler ve o tüm yükü sırtlamaktan başka çaresi olmayan biriydi. Kamburu çıksa dahi omuzlarına verilen yükten kurtulmayacak gibiydi. Yine dün gece aklıma düşerken, onun son anda söylediği o kelime kalbimi teklettirdi. Kurtarıcı kimdi ve neden o olmamı istemiyordu? Eğer oysam, o zaman ben ne olacaktım? İblis elini dudağının altına koymuş ve işaret parmağının ucuyla çenesine ritmik şekilde vururken gözlerini kısmıştı. Odak noktası, yürüdüğümüz yolda ve Asir’in üstünde mekik dokuyordu. Bir şeyler düşünüyordu, zaten onun beyni asla tembellik etmezdi. ‘’Toprak,’’ dedi, ‘’Yanında yürüme.’’ Ellerim kabanımın ceplerindeydi ve Asir’in de üstünde dün geceki kıyafetleri vardı. Kiremit rengi kazağının üstüne siyah kabanını geçirmişti ve onun da elleri ceplerindeydi. Uzun boyu, yanımda yürüyorken tüm gölgesini üstüme deviriyor gibi hissettiriyordu. Asir kuvvetli ve büyük bir adamdı. ‘’Neden?’’ dedim istifimi bozmadan, İblis’e. Gözlerini devirdi, ‘’Ouroboros’u üstüne salacakmış gibi hissettiriyor, ne olur ne olmaz.’’ Elini havada hayali şekilde yana doğru süpürdü ve ondan uzaklaşmamı sessizce söylemiş oldu. İşaret parmağını çevik bir hareketle doğrultup aşağı tarafları gösterirken, ‘’Ayrıca bu kahrolası köle, bizi niye takip ediyor?’’ dedi yüzünü buruşturarak, arkamda ama dibimden ayrılmayan Xiya’yı gösterirken. İki kuyruklu tilkiye aniden baktığımda zıplaya zıplaya peşimden geldiğini ve kuyruklarını radar gibi yukarı diktiğini gördüm. Yere eğik görünen kafası yukarıdan yumuşacık bir kartopuna benziyordu. Az kalsın gülecektim, çok komik ve tatlı görünüyordu. Ardından İblis, ‘’Dalma, ayrıl.’’ dedi tekrar, Asir’i işaret ederken. Ben de, boğazımdaki hayali pürüzü temizleyip çaktırmadan ondan birkaç adım yana doğru kaydım. İlerlerken birden, ‘’Nereye?’’ diyen Asir’in sesini duymamla kaşlarımı usulca havaya kaldırıp indirdim ve ona doğru baktım. Yakalandım. Bakıra çalan kızıl irisi, bana doğru usulca dönmüştü ve tek kaşını kaldırmıştı. ‘’Fazla uzaklaşma.’’ ‘’Ben yamuk yürürüm,’’ dediğimde İblis birkaç dakikalığına söylediğim cevabı ciddi surat ifadesiyle düşündü ama Asir’in dudaklarından gülercesine nefes döküldüğünde düşünmeden söylediğim cümleden pişman olmuştum. ‘’Dün geceden beri diken üstündesin,’’ dedi, manidar sesiyle. ‘’Bir sorun yok ya?’’ ‘’Neden acaba? Kurtarıcı çıkayım deme yoksa seni öldürürüm, iması yaptığından olabilir mi?’’ İblis derin bir nefes verip kadehinden büyük bir yudum alırken boğazından kayan o sıvının yakıcılığını ben bile hissetmiştim. Yüzünde mimik oynamadı ama sert ve keskin bakan kömür karası gözleri her zamanki gibi üstüme dikildi. Asir’in de kirpikleri usulca kısılırken kaşlarını düşünür bir ifadeyle çattığını ama bana değil, ileriye baktığını gördüm. ‘’Seni öldürürüm demedim.’’ Alayla gülümsedim ama tamamen kendimden bağımsız, istem dışı tepkiler veriyordum. ‘’Doğru, sen zehirlersin.’’ Adımları aniden durduğunda altındaki toprağın, ayakkabısının altında sürtünerek ses çıkarttığını duydum. İblis yüzündeki o tuhaf, manidar bakışla bana bakarken duygusunu okumam zamanımı almadı. Sen kaşındın ile seni boğazlarım arası bir bakış atıyordu. Adam alt dudağını yalayıp bir süre düşünürken, ‘’Krasa tanıdığın mıydı?’’ dedi düz bir sesle ama bu sefer, benim tek kaşım kalktı ve durarak ona baktım. Xiya dalmış olmalıydı ki ayak bileğimin tam arkasına yumuşakça çarptı. Başının sert ama yumuşak hissini hala arkamda hissederken o sıcaklığı düşünerek, ‘’Ne alaka?’’ dedim, yumuşak bir sesle. Sert bakışları aniden üstüme dikildiğinde içten içe ne yapacağımı bilemesem de cesur biriymiş gibi davranarak öylece ona baktım. ‘’Yarana tuz basmışım gibi davranıyorsun, Yağmur.’’ İblis tek bacağını masaj koltuğu gibi sallarken gözleri bizim üstümüzden farklı yerlerde dolanıyordu. Kollarımı göğsümde birleştirdim. Keskin yüz hatlarına gölgeler düşen ve bakır renkli hareleri bir ateş parçası misali parlayan adamın suratına, ifadesizce bakmayı sürdürdüm. ‘’Sadece merhamet nedir bilen biriyim,’’ dedim normal bir sesle. ‘’Krasa yaşlı bir adamdı ve şimdiye kadar boş yere öldüğünden de eminim.’’ Asir’in kasıldığını sezdim, gözle görülecek şekilde bedeni yerinde hareket etmişti ama ne adım attı ne de saldırdı. Öylece dururken yüzündeki bakışı anlamlandıracağım bir duygu adı yoktu. Krasa’yı öldürmediğini ve zehirlediğini söylemişti ama şimdiye kadar o zehre dayanabileceğini düşünmüyordum. Son sahnedeki yüzü aklımda canlanırken sanki ihtiyarın vücudundan ayrılan ruhu, aramızda dolanıyormuş ve içimden geçmişim gibi soğuk bir ürperti tüm vücudumu sarstı. Ellerimi kabanımın içinde yumruk haline sokarken; Asir’in gözleri kısıldı. Uzun kirpiklerinin tekrar aralanmasını seyrettim ama hala sanki kısılı gibiydiler. Dişlerini birbirine bastırdı ve yanaklarında çukur doğduğunda sessizliğini kuşandığını görünce, ‘’Devam edelim,’’ dedim soğuk sesimle. ‘’İşim gücüm var.’’ İblis birbirine bastırdığı dudaklarının arasından tükürüğe benzer bir tıslamayla güldü, ‘’Ne işi lan?’’ dedi ardından, ağzının içinde homurdanarak. Arkasına doğru bakarken fısıldadı. ‘’Yemin ederim, yılanı üstüne salacak kızım. Konuşma.’’ Arkamdan uzanan sesin, kulaklarıma boğuk ama kuvvetli çarptığını hissettim. ‘’Canavarım sonuçta,’’ demişti, alayla ama alaydan yoksun sesini sonradan fark etmiştim. Aslında alay etmiyordu, o alayın altına, halının altına süpürülen pislikler gibi bir şeyler saklıyordu. ‘’Neden merhamet sahibi biri olduğumu düşündün ki?’’ Ellerim cebimde hiçbir şeyi kaile almazmış gibi yürürken başım dik ve adımlarım sağlamdı. ‘’Birisi şöyle demişti,’’ dedim, tekdüze sesimle. ‘’Bir canavarın bile prensibi vardır. Sığ ve yüzeyseldir ama oradadır.’’ İblis düşünürmüş gibi yaparken gözlerini kısmıştı ve dudaklarında keyifli bir tebessüm vardı. ‘’İyi demişim ha,’’ Ona bakarak gülümsedim ama dışımdan tamamen ifadesizdim. Kolumu aniden tutan parmaklarla ne olduğumu şaşırırken birden rüzgarı yaran bedenim arkaya doğru savruldu ve Asir’in kuvvetli göğsüne çarpmadan durduruldum. Yukarı doğru baktığımda ateş kırmızısı yanan gözlerle karşılaşmıştım ve yumuşak bir şekilde yutkunmuştum. Xiya tam aşağıda hırladı ama Asir’in keskin bir bakışıyla susmak zorunda kaldı. Yakındı. Kalbim yine varlığını ispatlarcasına teklerken çenemi dikleştirmiştim. Ona alttan bakarken çaresiz biri gibi göründüğüme emindim ve bunu değiştirebilirdim. Çene hareketimi takip eden irisleri, parlayarak söndüler sanki ve tek kaşı usulca kalkarken alnına düşen perçeminin altında saklanan o yara, kırıştı. ‘’Prensibim, asılsız söylentiler yayan birinin o sikik çenesini kapatmak. Bir başka prensibim,’’ dedi kolumdaki parmaklarını hafifçe sıkarken. Gözdağı verdiğini düşündüm, çünkü canımı acıtacak şekilde sıkmıyordu. Ona öylece bakmayı sürdürdüm. Kalbim patlayacaktı. ‘’Süründür ama öldürme. Hikayemi doğru düzgün anlatacak, işe yaramaz birileri lazım.’’ Ardından kolumu bıraktığında hala kabanımın üstünden bile sızarak etimi karıncalandıran o sıcak hissi tadıyordum. İblis ters ters adama bakıp sustu. Ağzımı araladım ama sadece derin bir nefesi dudaklarımdan içeri aldım. Tekrar kapattığımda memnun olmuş gibi gülümsedi ve o gülümsemesini ileri adım atar atmaz bozarak ilerlemeye devam etti. ‘’Devam edelim, çünkü benim gerçekten işim gücüm var Yağmur.’’ Alaylı melodiyle çıkan laf sokuşuna karşılık gözlerimi devirerek arkasından baktım. İçimden saydırmaya başladım, ‘’Pislik, öküz…’’ İblis de devam etti, ‘’İbne, şerefsiz…’’ Ardından bakıştık ve omzunu silkerek arkasına yaslandı. ‘’Senin hatan ama bu sana destek olmayacağım anlamına gelmez.’’ Sonra hiçbir şey olmamış gibi kadehinden yudumladı. ‘’Bu nasıl destek olmak?’’ dedim ağzımın içinde homurdanarak. Sahtece sırıtıp ellerini iki yana açtı ve kadehini gevşekçe diğer elinde tuttu, ‘’Böyle.’’ Ona karşı gözlerimi devirerek, yalpalaya yalpalaya Asir’in peşinden devam ettim. Uzun boyu sayesinde sadece arkası karışmış saç tellerini görebiliyordum. Kızıl Diyar’ın Kanlı Ay’ı üstümüze çöreklenmişti ve etrafı her zamankinden daha kanlı, daha vahşi gösteriyordu. Yine de önümüzü görebildiğimize şükrediyordum. Siyah kabanı dizlerinin bir tık altındaydı ama yine de geniş omuzları rahatlıkla taşıyabiliyordu. Ellerini ceplerine sokmuştu, güzel bir yürüyüşü vardı. Saçları hafif kabarık, dalgalı ve dağınıklardı ve dünyanın en güzel renk tonuna sahiplerdi. Koyu kestane rengi. Güneşin altında saman sarısına benzeyeceklerini düşünüyordum. Ensesinde dönen pullu bedene baktığımda yutkunmama engel olamamıştım. Ouroboros’un onun vücudundayken sesi çıkmıyordu ama ondan ayrı kaldığında yılan tıslamalarını duyabiliyordum. Dövme dans edercesine vücudunda kıpırdanırken onun rahatsız olup olmadığını düşünüyordum. Rahatça ve hoyratça tüm bedenini ve kıvrımlarını dolaşabiliyordu çünkü. Huylandırmıyor muydu? İblis’e odaklandığımda onun bir avcı kadar keskin gözlerini yılanın üstüne dikmiş olduğunu ve hareketlerini takip ettiğini gördüm. Yılanı görmüşken çıtını çıkarmadan onu takip edecek ve beni olası tehlikeden koruyacaktı. Gülümseyerek yoluma devam ederken ona güvenebileceğimi bir kez daha anladım. Çevremde hiçbir hayvana rastlamamış olmam bir ormana göre tuhaftı, karanlık olması belki de hayvanları çekmiyordu. Sadece Xiya vardı ama o da hayvan sayılır mıydı, emin değildim. Yanımda, yine ayağımın altında zıplayarak gelen küçüğü seyrederken Asir’in gür sesi ileriden duyuldu, ‘’Arkamdan gelirsen, tehlikeli bir durumla karşı karşıya kaldığında seni korumam zaman alır.’’ Adımlarımı hızlandırırken ağzının içinde homurdandı. ‘’Peşime takıldın zaten.’’ İblis ağzını birkaç kez aralayıp kapattı ama teklifi o istediğinden dolayı yaptığım için bunun bilincinde olup dudaklarını tekrar mühürledi. Yine de susmayacaktım, ‘’Yardım etmek zorunda değildin.’’ İblis şaşkınlıkla bana bakarken, onun da tam yanında ilerlerken gözünün kenarıyla bana baktığını hissettim ama ona doğru dönmedim. İleriye bakıyordum ve ruhsuz olmaya gayret gösteriyordum çünkü bir ruhum olursa, kapalı kutu olan o yönüm açığa çıkacak ve utancımdan bir şey söyleyemez hale gelecektim. ‘’Sonuçta sadece teklif ettim, ısrar etmedim.’’ Derin bir nefes verdi, ‘’Dil de pabuç gibi, pabuç…’’ dedi mırıldanarak fakat İblis’imi memnuniyetle sırıtırken görmem yetmişti. Şaşkınlığından sıyrılıp gözlerini kıstı ve bana yandan bir bakış fırlatırken başparmağını kaldırıp sırıttıktan sonra diğer yandan kadehinden keyifle yudum aldı. Kadehini aşağı indirirken altın sarısı yüzü güneşin altında parlamış kadar oldu ve gözümü aldı. Sonuçta karşılıklı birbirimizi koruyorduk, öyle değil mi? İtiraf etmek gerekirse, Asir’e laf yetiştirmek bir noktada hoşuma gidiyordu ve içten içe keyifleniyordum. Nedense bana bir şey yapmayacağını düşünüyordum, şimdiye kadar türlü şekilde damarına basmıştım ama bana herhangi bir atakta bulunmamıştı. Onun rahatlığı da vardı ama çok rahat etmemem gerektiğini de biliyordum. Toprak yolda sessizlik aramızda sefasını sürürken ilerledik. Yine de bir soru aklıma küme halinde düştüğünde söylemeden edemedim. ‘’Mesista hakkındaki söylentiler, doğru değildi değil mi?’’ Aslında dün gece, Krasa’yı sırf öyle konuştuğu için cezalandırdığını söylemişti ama yine de kurtçuk, ağır bir şüpheyle kalbimi ısırıyor ve orada büyüyordu. İblis ucu sivri ve çatallı dilini çıkartıp dudağını rastgele yaladıktan sonra o kömür karası gözlerini parlatarak üstüme dikti. Artık gözünde, av olan bendim. Asir kesik kesik güldü, elleri cebinde rahatça yürürken kafasını yana doğru eğmiş ve sahte ama bir o kadar da öfke taşıyan o kıkırtısını dışarı bırakmıştı. Ansızın ciddileşerek bana doğru döndüğünde, birkaç adım yana doğru uzaklaştım. Xiya bile arkamda inleyerek geriye çekilmişti. Keskin ve kemikli sesiyle, ‘’Birazdan doğru olacak,’’ dedi Asir, ‘’Sabrımı zorluyorsun, vo’ur. (çocuk)’’ Gergin bir şekilde gülümsedim ve önüme döndüm ama hala bakışlarını üstümde hissediyordum. Sonra bakmayı kesti ve sessizlik içerisinde ilerledik. İblis hala bana kötü kötü bakıyordu, ‘’Bazen düşünüyorum,’’ dedi gözlerini kısarak, pasif öfkesinin hedefi halindeydim. ‘’Tatarus, seni korumam için mi yoksa beni öldürmen için mi seni başıma sardı?’’ Ona doğru işaretle başparmağımın uçlarını birbirine yaklaştırarak, muzip bir halde tebessüm ettim. ‘’Sen, benim başıma sarıldın gibime geliyor…’’ Kirpiklerini birbirine yaklaştırarak, yüzündeki o memnuniyetsiz ifadeyle bir parmaklarıma bir suratıma bakarken gözlerini erkeksi şekilde devirip benden kaçırdı ve başını yana doğru çevirdi. Kadehini parmakları arasında döndürürken, kaşlarımı çatarak hareketlerini seyrediyordum ama hala dudaklarımda muzip bir tebessüm vardı. Tepki vermesine birkaç saniye kaldığını düşünmüştüm ki aniden bana bakarak, ‘’Geri zekalı!’’ dedikten sonra kadehinden büyük bir yudum alıp arkasına yaslanmasıyla kahkaha attım. Yolculuk sessiz geçtiğinde ve yanı başımda azılı ve ne yapacağı belli olmayan bir canavarla dolaştığımda daha çok gerilen yanım, ağzını gevşetiyordu. ‘’Bana çocuk mu dedin az önce?’’ Durgun sesinin arasında boğuk bir şaşkınlığın izi de karıştı, ‘’Şaşırttın,’’ dedi adam, kaşlarını çatıp başını yana yatırırken. O dili bilmediğimi sanıyordu sanırım, zaten fazla bilmiyordum ama tek tük kelimeler öğrenmiştim. Ardından Asir gülümsedi, gülümsemesi hem tehlike hem sinsilik vaat ediyordu. ‘’Sana sadece çocuk demedim, seni ölümle veya kaçırmakla tehdit ettim.’’ Kaşlarımı yukarı kaldırırken diğer yandan sakin bir tebessümle ona bakıyordum, gözlerim kısılmışlar ama korkusuz durmaya çalışıyorlardı. İblis kıkırdadı, ‘’O biraz… birazcık,’’ dedi, hem ses tonunu bastırıp hem de parmaklarını tıpkı az önce yaptığım gibi yaklaştırarak. ‘’Sıkar sanki.’’ Asir’in profiline bakmaya devam ederken yüzümdeki o aptal tebessümü nedense silemiyordum. Onu kızdırmak hoşuma gitmişti. Sinirlendiğinde istemsizce çenesi kasılıp rahatlıyor ve yanaklarında ölüm çukurlarına benzer oyuklar açıyordu, gözleri tehlikeyle kısılıp parladılar ama bana bir kez olsun bakmadılar. Ona baktığımı hissediyor olmalıydı ama bana bakmamakta kararlıydı. ‘’Aynı kişi şunu da demişti; tehditlerin altı boş olur genelde,’’ İblis kaşlarını çatarak bana baktığında, ‘’O hangi kişi lan?’’ dedi tuhaf bir sesle. ‘’Ben öyle bir şey demedim!’’ Asir’se kalın ve gür sesiyle, ‘’O kişi filozof herhalde,’’ dedi alayla, İblis’le aynı anda konuşmaları frekansları kaçırmama neden olsa da toparlandım. İblis, Asir’e yandan bir bakış attı ve düşünürmüş gibi kömür karası gözlerini tavana doğru çıkarttı, ardından kafasını iki yana sallayıp kaşlarını kaldırırken, ‘’Filozoflardan hoşlanmam.’’ deyip rahatça kadehinden yudumladı ve arkasına yaslandı. Tepkisine içten içe güldüm ama dışımdan, ‘’Öyle, öyle.’’ dedim söylenerek. ‘’Eski bir dost.’’ İblis ağzının içinde homurdandı. Asir kendinden taviz vermedi, ciddiydi. ‘’Konu bensem, boş mu dolu mu görürsün vo’ur.’’ İblis söylediğine şen bir kahkaha atarak, ‘’Hele hele…’’ dedi ağzının içinde gülercesine. Yine pes etmeden tebessümümü silmeyerek, sahte şekilde şaşırdım ve, ‘’Krasa’nın söylediklerini söylenti sanıyordum?’’ Gafil avlanmıştı ya da avlanmış gibi yapıp duraksadı, ayakları tekrar sürtünerek toprağın üstünde iz bıraktığında o karanlıkta toprağın şeklini pek göremedim ama kızıl ay yansıyarak toprağı kana bürürken bir nebze olsun şeklini seçebiliyordum. Kabanından çıkarmadığı ellerini oralarda hareketlendirdi, arkama doğru bakıyor ve hareketlerini takip ediyordum. Suratımdaki gülümseme yavaşça soluyordu, yüzüne doğru tırmandığımda bana keyifsiz bir şekilde baktığını görsem de kızıl harelerinin derinlerinde sanki eğlendiğini seziyordum. ‘’Of… of,’’ dedi derin derin, dudaklarını büzerek. Yanakları şişip indi ve tekrar ileri doğru hareketlendi. Ellerini ceplerinden ayırmadan sarsılmaz adımlar atarken, ‘’Nereden buldum yine…’’ diye söyleniyordu; ağzının içinde homurdandığından kelimeleri ve cümlenin devamını pek seçemedim. İblis keyiflendi. ‘’Biraz da sen çek,’’ dedi ve sanki Asir onu duyabilirmiş gibi alaylı ses tonuna devam etti. ‘’Ben bir ömür çekiyorum, hala bitmedi.’’ Bakışları son anda bana doğru yönelmişlerdi, gözlerinin içi sevecenlikle parlıyorken diğer yandan nefesi alay kokuyordu. Ona içimden dil çıkarttım ve ilerlemeye devam ettim. İblis aşağı taraflara bakıyordu, kadehi parmakları arasında gevşekçe dönerken kadehi tutan elinin işaret parmağını ayırıp aşağı işaret etti, ‘’Köle yoruldu,’’ Kızıl, donuk mavi gözlerim aşağılara kaydığında Xiya’nın soluklandığını ve titrediğini gördüm. Beyaz, kabarık tüyleri daha da kabarmışlar ve sanki etinden ayrılmışlar gibi dikenlenmişlerdi ve kuyrukları havadan aşağı doğru inmişti. Bacağımı katlayıp sırtımı eğdim ve onun yumuşak karnını tek elimle sardım. Yumuşacık tüyleri parmaklarıma değer değmez içim merhametle dolup taştı, damarlarıma bir sevinç dalgası bir sevgi patlaması yayıldı. Kuyruğunu bedeninin altına doğru kıvırıp saklarken onu tutmam daha da kolaylaştı. Sık sık soluklanıyor ve siyah, boncuk gözlerini çevrede dolaştırırken onları baygın tutuyordu. Gülümsedim ve doğrulurken onu kabanımın tek kanadını açarak içeri soktum. Ben ilerlemeye devam ederken o, sımsıcak yerde direkt mayışırken sakin sakin soluklanmaya başladı. Küçük başını göğsüme yasladığında kaburgamın karıncalandığını hissettim. İblis tavırlarımı beğenmemişti, ‘’Fazla bağlanma, bırakacaksın ne de olsa.’’ Asir’in ılık sesi aramızda dolanırken bakışlarım ona doğru kaydı, önden ilerliyor ve arkasına bile bakmıyordu. ‘’Onu ne yapacaksın?’’ Adımlarımı hızlandırıp ona yetiştim ve tam yanında yürümeye başladım. Bana saldıracak gibi gelmiyordu, Ouroboros da hala bedeninde geziniyordu. ‘’Bilmiyorum,’’ dedim mırıldanarak. ‘’Bana alışsın da istemiyorum ama onu ulu orta yerde bırakamam.’’ Düz bir ifadeyle, ‘’Çünkü merhametli birisin,’’ dediğinde kirpiklerimi kırpıştırarak sert çehresine baktım. Sanki o cümlesinin altında bir şeyler saklanıyordu ama anlam, gün yüzüne çıkamayacak kadar tembeldi. Kızıl hareleri aldırmadan çevreyi tarıyor ve olabilecek tehlikeleri göz önünde bulunduruyordu. O sırada, bunu ne zamandır yaptığını düşündüm. Ben boş boş dolanıyordum, sanki tehlikede olan ben değilmişim gibi davranıyordum. İblis, ‘’O yüzden ben varım,’’ dedi gözlerini devirerek. ‘’Radarları çoktan açtım, Toprak.’’ ‘’Evet, öyleyim sanırım.’’ dedim Asir’e cevaben. Kızıl haresi, yüzüme doğru çaktırmadan kaydıktan sonra tekrar önüne döndü. Kısa bakışmamızda bile sanki bir aura dönüp dolaşmıştı o an tam aramızda. ‘’Sanırım?’’ dedi, yutkunarak. Adem elması uçurum keskinliğinde olan boğazında aşağı kayık misali kaydı. Tek omzumu silkerek, ‘’Her zaman değil,’’ dediğimde hala beklentiyle bakıyordu. Devam etmeden önce dudağımı ıslattım, o sırada bir süre düşünme imkanım olmuştu. Kendimi yanlış tanıtmak istemiyordum. ‘’Bazen kimseyi umursamıyorum, bencil biri oluyorum. Bazen empati duygum o kadar yüksek oluyor ki karşımdaki ağladığında ne yapacağımı şaşırıyorum.’’ Benim bile söylediklerimden dolayı kafam karışmıştı, hissettiklerimi hiçbir zaman bir kılıfa sokan biri olmamıştım. Her şeyi ana göre yaşar, o anda ne hissetmem gerekirse onu hissederdim. ‘’Karışıkmış,’’ dedi taviz vermeden, kalın sesiyle. ‘’İnsanı yorar.’’ Bu söylediğini bir süre düşündüm, karışık ve yorucuydu ama bunu benim için düşünebilenler azımsanacak kadar az insanlardı. Hatta neredeyse hiç yoktular. Durgun bir halde ilerlerken dudaklarıma tembel bir gülümseme yerleştirdim ama bu tebessüm kısa sürdü. İblis derin bir nefes verdi, ‘’İki duygu yan yana geldiğinde biri mutlaka unutulur. Unutulanlar da ölüme mahkum olur.’’ ‘’Evet, karışık.’’ dedim dalgın sesimle. Sesimdeki dalgınlığı kavrayıp göz ucuyla bana baktı, bunu hissediyordum ama ona dönüp bakmak yerine konuyu değiştirdim. ‘’Belki ona sahip çıkacak birini bulursam veririm.’’ Bakışlarım, kabanımın üstündeki o kabarıklığa kaydı. Xiya’nın sıcak nefesini içime akarcasına net ve yumuşacık hissediyordum. Daha yavruydu, küçücüktü ve savunmasızdı. Onu kolay kolay teslim edeceğimi de sanmıyordum ama ona bakamazdım. Bu evrende yalnız başımayken ve ne yapacağımı bilmiyorken bir cana sahip çıkamazdım. O yüzden, onu birine teslim etmeye karar vermiştim. Belki Bilge ne yapacağını bilirdi; bana yardım ederken ona da el atabilirdi. İblis duygusuzca, ‘’Köle değil mi? Satılıp alınmaya alışmıştır. Dert etme.’’ dedi. Kadehinden yudumlar alırken o kadehin üstünden kara gözlerini yüzümün her zerresinde dolandırıyor ve bir açık yakalamaya çalışıyordu. Herhangi bir açık verdiğimi görürse ona göre plan yapacaktı ama şu an tepkisizdim. Ona sadece başımı sallayarak karşılık verdiğimden o da aynı şekilde karşılık verip durumu anladı ve kadehi dudaklarından ayırdıktan sonra sessizleşti. ‘’Yollar çok sakin geçmiyor mu?’’ dedi İblis, etrafını süzerken. ‘’Sen cenabet, ben İblis iyi bir ikili sayılmayız. Yanımızda Asir de var. Niye bu kadar…’’ dedi duraksayarak kaşlarını çatarken. ‘’Olaysız?’’ Dudaklarımı birbirine bastırarak kaşlarımı çattım, ‘’Ben cenabet değilim.’’ dedim fısıldayarak. Zihinde fısıldamak zor oluyordu, bu yüzden net şekilde duymuştu. Güldü, kömür karası irisleri hala etrafı süzüyordu. ‘’Öyle mi dersin?’’ dedi kinayeli sesiyle, ‘’Neredeyse iki kez üst üste ölüyordun, Toprak.’’ Derin bir nefes vererek, ‘’Yine de cenabet değilim,’’ dedim aynı ses tonumla. Tek omzunu silkerken rahat göründü, ‘’Öyle diyorsan…’’ Asir, ‘’Derdin bol anlaşılan, derin iç çekmeler…’’ dedi manalı sesiyle. Dışımdan nefes verdiğimi son anda anlamıştım, onun da gözünden bir şey kaçmıyordu. ‘’Ben de dert bitmiyor,’’ dedim İblis’e bir bakış atıp, gözlerini usulca kırparak bakışıma karşılık verdi. Dudaklarında ince bir tebessüm asılıydı, öyle zayıftı ki sadece gözlerine yansıyor ama yüzünün tamamını ifadesiz gösteriyordu. Kirpiklerini tatlı tatlı kırpışından gözlerimi ayırıp önüme odaklandım. ‘’Anlat bakalım, belki çözebileceğim bir şeydir.’’ İblis bana bakarken dudaklarına enfes bir gülümseme kondurmuş, tek kaşını kaldırmıştı. Cevabımı merak edercesine bakması, ben de gülme isteği doğurtuyordu. ‘’Teşekkür ederim, kurtulmak isteyeceğim bir dert değil.’’ Asir gözünün kenarıyla bana baksa da İblis küçük bir çocuk gibi mutlu olup arkasına yaslandı ve derin bir nefes verdi. Kadehinden keyifle yudum alırken, ‘’Şımarma.’’ dedim gözlerimi devirerek. Tek omzunu silkti, gözlerinin içi parlıyor ve sırıtmadan duramıyordu. ‘’Bağımlılık yapıyorum, demek ki.’’ dedi iç çekerken, kadehini kaldırıp yüzüme doğru tuttuğunda, ‘’Şarap gibi.’’ diye fısıldamadan edemedi. Ona bakarak tebessüm ettim. ‘’Burada araba yok mu? Her zaman yürüyor muyuz?’’ dediğimde yanımdaki yabancı, duraksayıp biraz arkamda kaldı. Yanımda hissettiğim boşlukla beraber omzumun üstünden ona meraklı gözlerle baktım. Dudakları düz bir çizgi halindeyken, memnuniyetsiz bir tavırla bana bakıyordu. ‘’Ne oldu?’’ dediğimde, ‘’Bir soru daha sorarsan…’’ dedi tehlikeli bir şekilde. Afallayarak ona bakarken çaktırmadan yutkunmuştum; gözlerinde herhangi bir tehlike sezmiyordum ama dudakları öyle gerilmişti ki onu gerçekten öfkelendirdiğimi düşünmeye başlamıştım. Göğsümün içindeki o et parçası usulca gümlemeye başlarken korku dolu sesimle, ‘’Tam olarak…’’ diye başlamıştım ki eliyle kaşlarını aynı anda havaya kaldırdı. İşaret parmağı göğe bakarken sessizleştim, aramızda dönen bakışmada ona öylece bakıyordum; o da bana bakıyordu. Ardından bana uzun gelen bir süre sonra, ‘’Sessizlik…’’ diye fısıldadı. ‘’Çok güzel ve böyle kalsın, bir süre. Olur mu?’’ Kirpiklerimi kırpıştırarak ona bakarken; İblis gözlerini sakinlikle yumup onları aşırı derecede birbirine bastırdı, aynı anda kadehi dudaklarına götürürken elinin üstünden geçen damarları görmüştüm. Dudaklarının önündeki kadehinden yudumlamadan önce birkaç kere kısık kısık güldüğünü işittim. ‘’Ama…’’ dediğimde Asir’in derin bir nefes verip iyiden iyiye ciddileştiğini fark ettiğim yüz ifadesiyle olduğum yere siniverdim. Gözlerini kısmış, burnundan ağır denilebilecek uzun bir nefes vermişti; bana öyle bakmaya başlamıştı ki yanaklarımın kızardığını bile hissetmiştim. Çok mu konuşmuştum ki? İyi de soru sorup buradan bir şeyler öğrenmem gerekiyordu… ‘’Pekâlâ…’’ dedim kabullenip önüme dönerken. Ardından arkamda kalan adamın ayak seslerini işittim; toprağı ezerken sesler çıkartıyorlardı. Çok geçmeden yanımda belirdi ve sessizlik içerisinde yürümeye devam ettik. ‘’Ulan koskoca canavarı, çok fazla konuşarak susturmayı nasıl becerdin kızım?’’ dedi İblis keyifle, ardından kaşlarını beğeniyle yukarı kaldırdı. ‘’Büyük başarı, aferin.’’ Göz ucumla Asir’in keskin profilini süzerken bir yandan yürümeye devam ediyordum. Ellerini ceplerine sokmuş ve rahat, huzurlu diyebileceğim bir yüz ifadesiyle ilerliyordu. Sabırsız kişiliğim gün yüzüne çıkmaya başlarken dilimin ucunu ısırdım, bir süre ağzıma hafiften metalik bir tat yayıldığında dayanamayıp tekrar konuştum. ‘’Burada merkez var mı?’’ Asir’in rahatlamış ve dünyadan soyutlanmış hissini veren suratı dişlerini birbirine bastırdığından dolayı keskin bir hale bürünürken usul usul kirpiklerimi kırpıştırıp ona bakmayı sürdürdüm. ‘’Bir soru daha…’’ dedi sertçe, kendi kendine konuşuyormuş gibi bir tavırla, ‘’Hem de o konuşmamın ardından uzun bir süre geçmemişken.’’ Manalı ve alay kokan cümlesinden yeteri kadar öfkelenip öfkelenmediğini anlayamıyordum. İblis yine kadehinden içerken Asir’in sabrına karşılık büyük bir kahkaha attı. Şarap boğazında kalmış olmalıydı ki elini yumruk yapıp dudaklarına götürürken birkaç kez öksürdü, diğer yandan hala keyifle gülmeye devam ediyordu. ‘’Krize girdim, anasını satayım.’’ Bense sessiz kalmaya devam ettim fakat, ‘’Özür dilerim…’’ demeyi de ihmal etmemiştim. Asir yine sabredercesine bir nefes bıraktı ve bana yandan kısa bir bakış attıktan hemen sonra önüne dönüp ilerlemeye devam etti. İblis’se hala dalga geçiyordu, ‘’Tatarus, beni anlayan birini daha karşıma çıkardığın için sana teşekkür ederim!’’ dedi alayla göğe bakarken. Kalın gövdeli ağaçların arasından geçerken sessizliğimi kuşandım ve bir daha konuşmadık. Sorularım da benimle kaldı, içimde kaldı. Biraz daha ilerlediğimizde artık dalgaların kayaya çarpma sesini duymaya başladım. Gözlerim yukarı doğru, Asir’in kemikli çehresine kaydı. ‘’Geldik,’’ dedi uzun süre sessizliğin ardından. Fazla geçmeden tepede ahşap bir evin çatısını gördüm. Ağaçların arkasına saklanmış, ürkütücü görünüyordu. Sahipsiz, içi boş bir beşiği andırıyordu. Ağaçları gerimizde bıraktık ve açık bir araziyi andıran geniş bir alana çıktık. Uçurumun kenarında, sıradan ve müstakil görünen ahşap bir evdi. Çimenlerden yayılan koku, rüzgarın eşliğinde insanın ruhuna mayhoş bir etki bırakıyordu. Rüzgar fazla sert değildi, güneşi görmüş ve onun altında gözlerimizi alacak kadar çok yeşillikle karşılaşmıştık. Uçurumun aşağısında ufuğa kadar yayılan geniş çarşaflı bir okyanus vardı. Dalgaların sesini buradan bile duyabiliyordum. Şaşırmıştım, buralarda okyanusa rastlamayacağımı düşünüyordum. Sessizlik her yeri kuşatırken kulaklarıma sadece dalgaların kayalara çarpma sesi ve rüzgarın tenimi yalayarak kulaklarıma çok kısık ıslık doldurmasından başka bir şey duyamıyordum. ‘’Bilge nerede?’’ dediğimde Asir’in gözleri çoktan kulübeye doğru yönelmişti. Rüzgar saçlarını karıştırıyor ve alnına düşmüş perçemlerini oynatıyordu. Xiya kucağımdan inmek ister gibi çırpındığında onu serbest bıraktım. Pençeleri toprağa değer değmez sanki baştan aşağı titremiş gibi tüm bedeni sarsıldı ve kuyrukları sanki bir tavus kuşunun tüyleri gibi aralandı ve yukarı doğru kalktı. Bedeni küçük, beyaz bir top gibi gözükürken gülümsemeden edemedim. Etrafta koşturmaya başladığında çimenlerin arasında hüküm süren çiçeklerin üstündeki kelebekler uçuşmaya başladı. Burnuna konan kelebeği hapşırarak geriye püskürttüğünde artık avı, kelebek olmuştu. Mutluluk kalbime doğru akın etti ve onun heyecanı sanki bana doğru hücum etti. Etrafıma son kez baktığımda yaşlı bir adamın sesiyle diğer tarafa döndüm, ‘’Sen kimsin?’’ Boyu kısaydı, saçlarına karlar düşmüştü sanki; o kadar beyazdı ki albino hastası olduğunu düşünecektim. Sakalı temiz ve pembemsi beyaz tenine yakışacak şekilde düzenliydi. Saçları kısa ama dağınıktı. Pamuk gibi görüntüsü vardı. Yanakları hafif tombuldu, yine de tatlı bir adam diyemezdim. Gözlerini gördüğümde tüm ruhum çekilmiş gibi hissettim. Şeffafa yakın beyaz gözlere sahipti, baktığınızda ruhunuzu içine çekecek kadar dikkatli ve derindi. Tıpkı Huysuz gibi karizmatik, gençliğinde çok can yakmış birine benziyordu. Yanımda duran Asir’in bana baktığını hissederek göz ucumla yukarı doğru baktım, kızıl haresi parlayarak kısıldı. Dudakları düz bir çizgi halindeydi, ne düşündüğünü tahmin etmek güçtü. ‘’Ben,’’ dedim ondan gözlerimi alıp, yaşlı adama doğru dönerken. Kıstığı gözleri üstümü süzdü, ‘’Erkuran.’’ dedi eliyle havayı süpürerek geriye doğru dönerken. Kaşlarımı çatarak geniş olsa da hafif kamburu olan sırtına baktım, elindeki sopayı baston gibi kullanırken Huysuz’dan tamamen farklı bir şekilde görünüyordu. ‘’Nereden…’’ dediğimde tekrar sözümü kesmesiyle kaşlarım huzursuzlukla çatıldı. ‘’Kolye.’’ Bakışlarım siyah kazağımdan nasıl çıktığını anlamadığım kolyenin mavi taşına kayarken, güneşin ona doğru çarpıp yüzeyini parlatmasına şahit olmuştum. ‘’Bu kolyeyi de herkes tanıyor, anlaşılan.’’ dedim ağzımın içinde. ‘’Erkuran’lara ait bir taştır.’’ dedi adam, ilerlemeye devam edip. ‘’Sen de mi anneannemi tanıyorsun?’’ Güldüğünü işitsem de kısaydı, o yüzden duyup duymadığımdan da emin olamadım. ‘’Sadece anneanneni mi?’’ İblis tek kaşını kaldırdı, ‘’Ünlüydük de haberimiz mi yoktu lan?’’ dedi, ‘’İmza falan versek mi?’’ Gözlerimi devirip durgun durgun baktığımda tek omzunu silkti ve göz kaş işareti yaparak ihtiyarın sırtını işaret etti. ‘’O diyor.’’ dedi ardından, çocuksu bir şekilde mırıldanarak. Ahşap evin verandasına doğru ilerledi, korkuluğun ardında kalan sallanan sandalyesine oturduğunda şeffaf gözleri tatlı bir tavırla beni buldu. ‘’Hayırdır, ne işin var burada?’’ Sopayı önüne doğru alıp elinin üstüne diğer elini koydu. Çimenlerde oynayan Xiya’ya keskin bir bakış attıktan hemen sonra tekrar bana dönmüştü. Nedensizce ondan huzursuz olduğunu düşünüyordum. İblis sonunda konuşmuştu, ‘’Bunu sormak için geldik zaten,’’ dedi sahte bir şaşkınlıkla. ‘’O bize, biz ona mı soracağız?’’ ‘’Aslında bunu konuşmaya geldim,’’ dedim manalı bir sesle. ‘’Ben soracağım, sen cevap vereceksin.’’ Yaşlı adam keskince güldü, ‘’Sanki cevaplamak zorundaymışım gibi.’’ diye söylenmesini işittim, bilerek seslice söylemiş ama ayıp olmasın diye de diğer yandan ağzının içinde konuşmuş gibi yapmıştı. Utanç damarlarıma yayılmadan önünü kestim ve muzip bir tavırla ona doğru bakıp gözlerimi kısmamla, beyaz hareleri yanımdaki canavara doğru kaydı. Yine de korku, ona ulaşmadı. ‘’Seni buraya hangi rüzgar attı?’’ dedi adam, manidar bir sesle. Asir’in nasıl çıktığı, nereden geldiği ya da buralarda ne işi olduğunu sormadı bile; sanki her şeyi daha önceden biliyor ve hatta izliyor, ona göre oynuyordu. Huysuz tahmin etse bile Asir’i karşısında bulduğunda içten içe şaşırmıştı. Onda ise hiçbir mimik ya da duygu gösterimi yoktu. Asir, ‘’Sözüm vardı, onu tuttum.’’ dedi ellerini arkasına doğru götürüp birleştirirken. ‘’Mephisto.’’ Karşısındakini saygıyla selamlıyor gibi bir tınıda söylemişti. Ona yandan bir bakış attığımda çenesini kasmaktan çene hattının uçurumdan daha keskin bir yol ve çukur bıraktığını gördüm. Ordunun başındaki komutan edasıyla dururken öyle özgüven taşıyordu ki, kızıl hareleri normal bir şekilde ihtiyarın üstündeydi; bana bakmamıştı bile. Rüzgar aramızdan geçerek tiz bir ıslık çaldı ve çimenlerin üstünde yayılarak etrafa misk kokusu yaydı. Xiya’nın arkalarda dolandığını çimenlerin hışırtılarından anlıyordum. Oyuna dalmıştı ve bundan memnundu, ben de memnundum çünkü ayağıma dolanmıyordu. Mephisto’nun şeffaf kadar beyaz gözleri üstüme doğru devrildiğinde yumuşak şekilde yutkundum. İblis’den tavsiye ya da bir fikir bekliyorken o sadece arkasına yaslanmış kadehinden yudumluyordu. Benim aksime oldukça sakindi ve bakışları, hiç olmadığı kadar keskin bakarken Mephisto’ya asılıydı. ‘’Erkuran.’’ dedi Mephisto, beni gelişigüzel süzerken. Bakışları o kadar donuktu ki, o şeffaflıkta tüm vücudumu baştan aşağı buz kestireceğini düşündüm. İlk baktığımda gözlerinden korkmuştum fakat şimdi, alışmışlığın verdiği bir rahatlama vardı. Gözleri ürkütse de artık korkutacak şekilde değildi. Düşüncelerimi yine sesi böldü, ‘’Tüm şansını Asir’i bulmakla harcamış gibisin.’’ ‘’Şans mı denir… Şanssızlık mı…’’ derken yanımdaki adamın alayla kaşlarını yukarı kaldırdığını görsem de bana yukarıdan öyle bir bakış attı ki susmak zorunda kaldım. Yine de bir şey söylemedi. İblis, ‘’Lafı ağzımdan aldın.’’ dediğinde gevşekçe gülümseyerek önüme döndüm ve yanımdaki adamın sıcak bakışlarından kurtulmuş oldum. ‘’Bak sen,’’ dedi Asir boğuk, fısıltılı sesiyle. Mephisto’nun duymasını istemiyor gibiydi. ‘’Hayatını bir kez daha kurtaracağım zaman, o anlarda bu söylediğini birkaç kere düşünmek zorunda kalacağım.’’ dedi, ben Mephisto’ya o bana bakmaya devam ederken. Dudaklarımı büzerek önüme doğru bakmaya devam ettim, ona bakmayı reddediyordum ama nefesiyle beraber kısa ama kuvvetli bir gülüş sesi çıkartıp sessizliğe büründü. İblis geriye yaslanırken, ‘’Çok da lazımdın.’’ dedi, burun kıvırarak. İkisinin arasında dönen, İblis’e göre, hayali tartışma Mephisto’nun tekrar konuşmasıyla havaya karıştı ve tüm dikkatim o yöne doğru kaydı. Rüzgarı hala hissediyorken onun uğultusu, adamdan gelen cümlelerin arasına karıştı. Kaşlarımı çatarak ilerlemeye başladığımda çimenleri ezmek zorunda kalıp kokunun burnuma daha da yayılmasına neden oluyordum. ‘’Toprak, tuhaf bir şeyler var.’’ dedi, kıstığı gözleriyle Mephisto’yu süzerken. Asir bileğimi aniden tutup beni geriye çektiğinde ona sorgularcasına baktım. ‘’Fazla yaklaşma,’’ dedi tıpkı İblis gibi kaşlarını fark edilmeyecek şekilde çatarak; ciddi bir surat ifadesine bürünmüş yaşlı adama bakıyordu. ‘’Buradan dinle.’’ Mephisto gülümsedi, ‘’Asir’i dinle.’’ dedi, beni bilmediğim bir tehlikeden uyarır gibi. ‘’Misafir ağırlamayı sevmiyorum.’’ Gözlerimi kendine ait olduğunu düşündüğüm bahçe alanında gezdirirken, ‘’Bunu söylemen için geç değil mi?’’ dediğimde Asir bileğimi ikaz dolu bir şekilde sıkıp bıraktı. Sıcak parmaklarının gevşeyip etimi karıncalandırdığını hissettim. Yaşlı gözler ağır ağır beni bulurken, ‘’Orası benim evim değil,’’ dedi. ‘’Evim olsaydı, küçük Xiya oralarda rahatça gezinir miydi?’’ Çenesinin ucuyla geriye, çimenlerin arasında gezinirken uçan kelebekleri kovalayan küçük dostuma doğru işaret etmişti. Omzumdan geriye doğru baktığımda Xiya’nın kuyruklarını uzun çimenlerin arasında ayırt ediyor ama onun vücudunu göremiyordum. Bayrak gibi dikilmişler havada sallanıyorlarken sadece onların uçlarını görmek bile gülümsememe sebebiyet veriyordu. Tatlıydı. İblis önüne döndü, ‘’Sadede gel,’’ dedikten hemen sonra tehlikeli şekilde, ‘’Buradan hoşlanmadım.’’ diye ekledi. Huzursuzluğunu belli etmese de gerilmiş sesinden anlayabiliyordum. Gizliydi ama oradaydı. ‘’Ben birkaç şeyi merak ediyorum,’’ dedim ama Asir sözümü bıçak gibi kesti. ‘’Neden buraya geldiğimi biliyorsun; ondan önce benim sorumu cevapla.’’ Başımı çevirip durgun ifadeyle karşıya bakan Asir’in bakıra bürünmüş harelerini yandan seyrettim. Kirpikleri uzun, hafifçe kıvrıklardı ve onların arasında görünen haresi, Kanlı Ay’ı görüyormuşum gibi hissettiriyordu. Ondan gözlerimi ayırıp şaşkınlıkla yaşlı gözlere baktığımda, gözleri yuvalarında o kadar ağır döndü ki sanki tüm yılların yükünü sırtladıklarını haberdar ediyorlardı. Bir süre benim üstümde oyalandıktan hemen sonra tekrar Asir’e doğru döndü. Hareketleri yavaştı ama kendimi, zihninin içini merak ederken buldum. İnsanların zihinlerini oldum olası merak eden bir yönüm vardı. Benim zihnimde bir İblis oturuyordu ve asla dışarıdan ne düşündüğümü kestirebilen birileri olmamıştı. Fakat ben insanları açık bir kitap gibi okuyabiliyordum. Ne düşündüklerini, ne hissettiklerini bırak; o duyguların sürüklendiği noktanın sebeplerini dahi bazen biliyordum. Fakat buraya geldim geleli, hiçbir kişiyi okuyamaz olmuştum. Mephisto denilen adam, kendinden taviz vermeyerek konuşurken diğer yandan sandalyesinde bir ileri bir geri sallanmaya başladı. ‘’O kadar olasılık var ki, neyi merak ettiğini merak ediyorum.’’ Asir tehlikeli bir şekilde gülümsedi, ‘’Şeytan yavrusunu dünyaya terk etmiş olsaydı, o kişi sen olurdun Mephisto. Benimle oynama, neden burada olduğumu biliyorsun.’’ Yaşlı adam edilen hakareti sanki iltifatmış gibi kabul ederek güldü, gülüşündeki uğursuz çanların etrafa yayılışını duydum. Derinlerimde yayılan huzursuzluk katmerlenerek büyüyor gibiydi; kalbimin altına yayılamadan onun önünü kesmeliydim ama havadaki korkunç atmosfer, bunu engelliyordu. Yutkunduğumda yumuşak bir şekilde hareket eden boynumun altındaki nabzım usulca hızlanmaya başladı. İblis kaşlarını çattı, ‘’Buraya seni bırakmaya gelmedi mi bu?’’ dedi çenesiyle yanımdaki adamı gösterirken. Kadehi parmakları arasında döndürürken, ‘’Aslında kendisi için mi gelmiş?’’ Kaşlarımı çatarak düşünce dehlizine dalmaya yakındım, durgunlaşmış bakışlarımın görüş alanı buğulandı ve ben, dün geceki konuşmamızın tam ortasına daldım. Bana hiç nereye gideceğini söylememişti, işi olduğundan bahsetmişti ama üstü kapalı şekildeydi. Ben de sormamıştım, sadece yoluma bakmak istemiştim. Kabul etmesine seviniyorken sorgulamak aklıma bile gelmemişti. Tek omzumu silkip daldığım yerden çıkarken Mephisto’nun, ‘’…cehennemdesin, Asir.’’ dediğini işittim. Tehlikeli gözleri kısılırken ala irisleri sanki parlamışlardı. Dudaklarında ölümcül, gizli bir tehlike dönüyor ve oralardan bize doğru yayılıyordu. ‘’Fakat yalnız değilsin.’’ Yutkundum ve istemsizce bileğimi tutan güçlü parmakların sahibine doğru yanaştım. Bunu refleks olarak yapsam da İblis bana göz ucuyla bakarken Mephisto gülümsemekle yetindi. Asir’inse yüz ifadesine bakamayacak kadar cesaretsizdim. ‘’Ne söylemek istedin?’’ dedi adam, buğulu sesiyle. Buğulu sesinde zaten bir şeyler anlamlandırmaya çalışan birinin tınısı vardı. Ne düşündüğünü merak ettim ama Krasa’nın unutmadığım bir sözü zihnimin derinlerinde yankı buldu: ‘’Bir canavarın zihnine dokunulmaz bile.’’ Oradaki ses ağırdı ama zihnime karışarak beni bulunduğum ortama daha bilinçli bir halde soktu. Yaşlı adam omuz silkti, ‘’Kaderin çarkları çoktan dönmeye başladı, Asir.’’ Kemikleşmiş sesinde yatan tuhaf bir tını vardı, Huysuz’dan farklı ama ona benzer bir tını. Asir cevap vermeden ve gözünü bile kırpmadan önündeki yaşlı adamı seyrediyordu. Hala parmakları bileğime sarılıydı ve istemsizce gerildiğinden bileğimi sıkıyordu. Çaktırmadım, aldırmadım zaten canımı yakmıyordu. ‘’Mephisto, bilmecelerini oturup düşünecek kadar zamanım yok.’’ İhtiyar beyaz gözlerini devirirken sanki şeffaf bir top aklarında oynamış gibi hareket etti; ‘’Ne merak ettiysen onu söyledim.’’ Sallanan sandalyesinin gıcırtısı rüzgarın uğultusuna karıştı ve o an sanki talihsiz bir olayın çanları çalmaya başladı. İblis sorgulamaya çoktan başlamıştı ama ben ne düşüneceğimi bilemiyordum. Nereden başlayacaktım? Umursamam gerekiyor muydu, sonuçta Asir’i ilgilendiriyordu? Asir sabredercesine bir nefes bıraktı ama bu parmaklarını bileğimde daha güçlü hissetmeme neden olmuştu. Kaşlarımı çatarak ona aşağıdan baktım fakat o, bulunduğu ortamı çoktan terk etmiş gibiydi. Sadece Mephisto’ya bakıyor gibi görünse de derinlere daldığını görebiliyordum. ‘’O cehennemde yalnız olmayacaksın,’’ diyen Mephisto’ya doğru baktım, gözleri bir anlığına bana doğru kaymıştı ama sonra çok geçmeden Asir’e yöneldi. ‘’Ona bunu zaten fısıldadın, öyle değil mi?’’ dediğinde gözlerinin alayla, kibirli kısılıp muzip bir tavra bulandığına şahit oldum. İşte şimdi sorgulamaya başlayabilirdim. Kaşlarım olabildiğinde daha derinden çatılırken neyden bahsettiğini düşünmeye başladım. Yetişemiyordum hızlarına ve bu kendimi kötü hissettiriyordu. Tuhaf bir şekilde benim bilmediğim olaylar dönüyordu, bu evren zaten tuhaftı ama bir şeyler bilmek zorundaymışım da ipin ucunu çoktan kaçırmışım gibi hissediyordum. İblis birden işaret parmağını bana doğru yöneltip heyecanla, ‘’Kabuslar!’’ diye bağırdı. ‘’Toprak, kabuslarını söylüyor olmalı.’’ İrkilsem de irkildiğimi bir tek İblis fark etti. Kömür karası gözlerini sonuna kadar açmıştı ve çoktan tahtından ayrılmış bana bakıyordu. O sırada içimdeki uyuyan kızıl gözlü canavarın tam olduğu çukurdan yükselen kalın, mat bir ses duydum. O ses duvarlara çarparak kelimeleri geçtiğim yollara doğru serpti ve ben o kelimeleri ezdikçe sesler her yere yayıldı. ‘’Çoktan yazılmış kaderi kimse silemez.’’ Peki, bunu Mephisto nereden biliyordu? Gergin bir şekilde yutkundum, korku panik atağı da beraberinde sürüklemeye başladı. Soğuk soğuk terlemeye başlamıştım. Atan nabzım boynumda hızını belli ederken titrek bakışlarım yaşlı adamın pamuksu saçlarında daha sonra yaşlanmış gözlerine doğru indi. Bileğimde bir sızı hissettiğimde sanki o sızının yerini bir sıcaklık sarmış gibiydi. Bileğim acıdan yanarak sızlayınca elimi aniden ateşe değmiş gibi Asir’in sımsıkı parmaklarından kurtarmak isteyerek çektim. Fakat öyle kuvvetliydi ki sadece gözlerini boş boş aşağı daldırdı ve bileğimi sıkan parmaklarına göz attı. Ardından gözleri yukarı tırmanarak benim renkli gözlerime tutundu; kaşları bir şeyleri sorgularcasına çatılsa da gözlerindeki o anlamı kavrayamadım. İblis dişlerinin arasından adeta tısladı. ‘’Bir şeylerden şüphelendiğini gözüne gözüne sokayım deme.’’ Elindeki kadehi sıkarken metal parçayı parçalayacağını bile düşündüm. Asir hala bana anlam veremeyen gözlerle bakarken sanki o bahçede sadece o ve ben vardık; rüzgar üstümüze doğru esiyordu ve ağaçların yaprakları gürültüyle hışırdıyordu. Bir sahnenin tam ortasında gökteki yıldızlara taş çıkartacak beyaz spot ışığın altındaydık. Bir sonraki sahneyi görebilsem de emin olamıyordum; oyuncuları tanısam da rollerini bilmiyordum. Sadece o ve ben vardık; seyircilerse geçmiş ve geleceği birbirine katmış anılardı. ‘’Çok fazla sıktın,’’ dedim olayı çaktırmadan fakat titreyen sesimle. Sesim istemsizce titrese de gözlerini birkaç defa kırpmasına neden oldu; ardından bileğimi usulca bırakıp elini cebine geri soktu. Mephisto kıkır kıkır gülmeye başladığında yan tarafa döndüm ve yüzü gülüşünden pembeleşmiş beyaz tenine baktım. Kısa saçlarının tepesi her sallanışında rüzgarın dansıyla oynuyor gibilerdi. ‘’Ne zaman gidersiniz?’’ ‘’O kadar acele etme,’’ dedi Asir kendinden emin çıkan sesiyle. ‘’Kızı senin için getirdim, birkaç sorusu varmış.’’ Kalbim patlayacak kadar hızlı atıyordu, nedensizce kanım içimde kaynayıp fokurduyor ve yerimde asla duramıyordum. İblis elini alnına götürüp gelişigüzel nefes bıraktığında göğsü inip kalktı. ‘’Güldük eğlendik, kısmına geri geldik.’’ Kadehi tek elinde döndürüp dururken düşünceli bir tavrı vardı ve odanın boşluğuna doğru bakıyordu. ‘’İçimde uğursuz bir his var, kızım. Asla geçmeyecek gibi bir his.’’ Adam beyaz kirpiklerini kırptı ve uzun sayılabilecek kadar derin sessizliğin içinde yalnızca beni seyretti. ‘’Ne sormak istiyorsun, Erkuran?’’ dediğinde bakışları bir bana bir Asir’e kayıyordu. Yalnız konuşmak istiyordum, eğer istemediğim şeyler olursa Asir’in bana nasıl tepki vereceğini çözemiyordum. Kurtarıcı ithamı hala beynimin bir köşesinde asılı duruyordu, eğer ben oysam Asir burada bir kaşık suda boğabilirdi beni sanki. Yutkundum ve yanımdaki adama tepkisizce dönmeye çalıştım; yüz ifademi sabit tutmaya çalışırken gözlerimin bir şey çaktırmaması için Tanrı’ya dua ediyordum. ‘’Yalnız konuşmak istiyorum,’’ dedim zoraki güçlü çıkan sesimle. ‘’Buraya kadar getirdiğin için teşekkür ederim. Bir daha görüşmeyiz herhalde. Kendine iyi bak.’’ Onu ufaktan, usulca kovuyordum. Zaten o ihtiyarla baş başa kalmak bile tüylerimi ürpertirken bir de Asir gibi canavarın yanında konuşmak işleri daha kötü bir yola sokabilirdi. Bir sonraki sahneyi bilmiyordum, o sahnenin senaryosunu bile okuyamıyordum. Bilinmezlik benim için asla kurtarıcı yönünü göstermezdi ama kurtulmak zaten benim elimdeydi. Bilinmezlik gibi olasılıklarla dolu sonsuz bir kuyunun içini doldurarak onu belirliliğe çevirebilirdim. Asir dudaklarına tehlikeli sayabileceğim bir gülümseme yapıştırdı. ‘’İstediğin kadar, istediğin gibi konuş. Ben zaten gidecektim.’’ Kafamı sallayıp anlayışı için teşekkür edecekken; o tehlikeli gülümsemesini silmeden bileğimi tutup beni kendisine aniden çekmesiyle ne olduğumu şaşırdım ve kocaman aralanmış gözlerimle keskin çehresine baktım. Sertçe göğsüne çarpıp geriye sarsıldığımda afallayıp bileğimdeki parmakların sıcaklığını düşünürken; diğer yandan onun beyaza doğru çalınmış kavruk teni, güneşin altında adeta parıldadı. Pembemsi, etli dudaklarının arasından dökülen ılık nefes yüzümü yalayıp geçerken nane gibi ferah bir koku bıraktı. Fısıltıyla, ‘’Fakat, korkarım, benden uzun süre kurtulamayacak gibisin.’’ dedi, yüzüme bakarken. Ardından alayla gözleri kısıldı ve dudaklarındaki tehlikeli gülümseme büyüyerek beni irkiltti. Korkuyla ona bakadurdum, dudaklarımın arasından titrek bir nefes çıktığında bile o ifadesi bozguna uğramadı. ‘’Bir daha görüşmeyiz sanıyor…’’ dedim ama keskince sözümü keserken, alaylı sesini tekrar duyduğumda bir an söylediklerini algılayamadım bile. ‘’Merak etme, ben seni bulurum Yağmur.’’ Sırtımdan akan ter soğuktu, bakışlarımı ondan titreterek kaçırdım ve Mephisto’ya doğru baktım. Bizi ifadesizce seyrediyordu. İblis’se kaşlarını çatmış, yüzüne alık alık bakarken lal olmuş gibiydi. Bileğimi bırakırken geriye doğru çekildi ve yüzünü dümdüz bir hale sokarak, ‘’O zamana kadar, kendine iyi bak.’’ dedi ve sesindeki o gizli alayı derinlerimde yankılanırken duydum. Bana geniş sırtını dönüp ilerlemeye başladığında yutkunarak arkasından bakakaldım. Dehşetin sinsice bana doğru emeklediğini görsem de ona bakmayarak bakışlarımı yine Mephisto’ya çevirdim. Tek kaşını kaldırdı ve dümdüz bir ifadeyle devam etmemi bekledi. ‘’Ben…’’ dedim ama sözümü, pantolonumun paçasına bedenini vuran Xiya kesti. Oynamayı bırakmış, paçama doğru yanaşırken simsiyah gözleri Mephisto’daydı. O da tehlikeyi sezmiş olmalıydı. Korku paniklememe yol açıyordu, nedensizce burada onunla baş başa kalma fikri aklıma çöreklenmişti ve beni panikletiyordu. Ellerimi karnımın önünde birleştirerek gergince ovuşturdum ve bakışlarımı kaçırıp etrafta gezdirdim. O sırada düşüncelerimi toparlamak için zaman bulmaya çalışıyordum. İblis arkasına yaslanırken dudaklarının arasından ofladı. ‘’Ben olmasam ne yapacaksın, kızım? Nasıl hayatta kalacaksın sen, anasını satayım?’’ ‘’Önce panikleme,’’ dediğinde mekanik ve gür sesi, odada yankılandı ve sanki ruhumdaki o paraziti yayılmadan söküp almaya başladı. ‘’Kendinden emin dur, sırtını dikleştirdiğini göreyim.’’ Omuzlarımın düştüğünü o an fark ettim, sırtımı hafifçe dikleştirdiğimde omuzlarım da aynı anda yukarı kalktı. ‘’Çaktırmadan bir iki nefes ver.’’ diye devam etti İblis, onun kömür karası gözlerine bakarak birkaç kez nefes alıp vermemle ciğerlerime rahat bir basınç dolmuş gibiydi. O an içimin de şiştiğini sonradan fark ettim, nefes alıp vermem işleri kolaylaştırmıştı. Kalbim hala panikle atsa da dizginlemeye yakındım artık. ‘’Şimdi benim söylediklerimi aynen aktar.’’ Rahatça kadehinden yudum aldıktan sonra arkasına yaslandı ve Mephisto’nun suratına kısaca baktı. Gölgenin içine karışmış dudaklarını araladığında, ben de konuşmak için aralamıştım. Önce o konuştu, sesinden özgüven ve güç akıyordu. ‘’Mephisto, buraya Akdes’in yönlendirmesiyle geldim.’’ Devam etmemi bekledi. ‘’Mephisto, buraya Akdes’in yönlendirmesiyle geldim.’’ dedim yumuşak çıkarttığım sesimle. İblis’e göre alçaktan ve özgüvensiz konuşuyordum ama İblis bunun üstünde durmadı. Adamın şeffaf gözlerine şaşkınlık yayıldı, ‘’Akdes mi?’’ İblis’ten yayılan mekanik ses, koridorlarımda yayılmaya başladığında tekrar konuştum. ‘’Evet. Bana yardım edebileceğini söyledi.’’ Göğsümün içi titriyordu ve oradan sıcak bir sıvı akıyor gibiydi, titreyen ellerimi saklamak amaçlı arkama doğru götürdüm. ‘’Evet. Bana yardım edebileceğini söyledi.’’ dedim yine titreyen sesimle. İblis hırladı, ‘’Beni taklit et.’’ dediğinde sesinin o mekanik tınısının parazitlendiğini düşündüm. ‘’Güçsüz ve cesaretsiz hissettiğin anlarda, güçlü ve korkusuz rolü yapmayı öğrenmen lazım Toprak. Beynini ve kendini buna inandırana kadar.’’ Ardından bakışlarındaki o küçümseyici tavrıyla beni alaşağı edecek kadar süzdü, ‘’Özellikle beni taklit ederken her zaman güçlü ve korkusuz görünmelisin.’’ Mephisto geriye doğru yaslandığında sandalyesinden gıcırtı yükseldi sonra tekrar kendini ileriye doğru bıraktı. Sallanan sandalyesine rahatça kurulmuş devam etmemi bekliyordu. İblis yine konuşmaya başladığında ben de onu taklit ederek konuşmaya başladım. Fısıltısı bir çığ büyüklüğüne ulaşarak gürültülü bir hal almaya başladığında zihnimde sadece onun sesini duyuyordum. Düşüncelerimin ayak sesleri çoktan kesilmişti, sanki İblis ve Mephisto konuşuyor ve ben sadece aracı görevini görüyordum. ‘’Sana açık konuşacağım çünkü gereken şeyleri zaten bildiğini düşünüyorum. Yalan söylemek veya bir şeyleri saklamam sende işe yaramaz.’’ Derin bir nefes verdim ve gözlerimi sımsıkı kapatıp araladığımda artık sesim, gereğinden fazla cesaretli çıkmıştı. ‘’Sana açık konuşacağım çünkü gereken şeyleri zaten bildiğini düşünüyorum. Yalan söylemek veya bir şeyleri saklamam sende işe yaramaz.’’ İblis’in dudaklarında çizgi kadar ince bir gülümseme gördüm ama zamanın içinde hemen silinip gitmişti. Mephisto’nun dudaklarında beğeni olduğunu düşündüğüm bir kıvrım yakaladım ama uzun sürmedi. Gözlerinin şeffaflığı parlasa da dışarıya herhangi bir davranışı aşırı şekilde yansıtmadı. ‘’Ne sormak istiyorsun?’’ ‘’Binlerce olasılık olduğundan bahsettin, bense sadece beni alakadar eden olasılıklarla ilgileniyorum.’’ Bunu da cesaretli olmaya çalışarak tekrar ettim. İblis kadehi elinde döndürürken rahattı, bakışları kadehinden ayrılarak konuşma boyunca ilk defa bana doğru döndü. ‘’Ben,’’ dediğinde yine, ‘’Ben,’’ dedim ve duraksadım. ‘’Kimim?’’ Beraber konuşmuştuk. Sanki bu soru her sorunun cevabını doğuracak gibiydi, bu soru bir bebeğin ilk adımı gibiydi; bu adımdan felaketler doğacaktı ama felaketin önüne geçemezdiniz. Mephisto bana uzunca baktı, ‘’Sen olmasını umut ettiğimiz kişisin,’’ dedi ardından. ‘’Parlamasan da, Erkuran soyunun en son üyesi olarak bir şeytan kovucusun.’’ Kaşlarımı yukarı kaldırarak öğrendiğim gerçeği sindirmeye çalıştım, bu biraz ani olmuştu… ‘’Ne saçmalıyorsun?’’ dedim birden, yüzümü buruşturarak. ‘’Uzun hikaye, gerçekten upuzun bir hikaye.’’ dedi Mephisto, ciddi bir sesle. İblis’den gık bile çıkmamasına afallasam da bakışlarımı ona yönlendirdim. Sakince kadehinden yudumluyor, ardından sadece Mephisto’ya bakıyordu. Şaşırmamıştı, belki şaşırmışsa da duygularını iyi gizliyordu. ‘’Ne şeytanı ne kovucusu…’’ dedim aklımın son kırıntısını da oynatmamaya özen göstererek. Afallamıştım, dünya etrafımda durmuş gibiydi ve bense o durmuş dünyanın içinde sıkışmış kalmıştım. Her şey üst üste geliyordu, buradan kurtulmak istiyordum! Bu delilerin arasında gerçekten delirebilirdim! ‘’Ben normal bir insanım! Buradan nasıl ayrılabilirim?’’ Mephisto gözünü bile kırpmadan bana baktığında o şeffaf irislerde sanki ruhumu okuduğunu hissettim. Bir ürperti ense kökümdeki tüyleri bile ayağa kaldırdı ve rüzgar, giderek daha da sertçe uğuldamaya başladı. Xiya ayağımın kenarında kıpırdansa da ona doğru bakmadım. ‘’Buradan ayrılamazsın,’’ dedi Mephisto, net bir ifadeyle. ‘’Bunu sana defalarca kez söylemişlerdir.’’ ‘’Bu aklımı kaçıracağım yerde, daha fazla ne bok ne yiyeceğim ben?’’ dedim ağzımı bozarak, sesim yükselse de aslında bağırmıyordum. Kıpkırmızı olmuş suratım, bağırmadığım içindi; kendimi sıktıkça sıkıyordum ama patlayışım uzun ve amansız olacağa benziyordu. ‘’Sen buraya sadece herkes için değil. Onun için de geldin.’’ dedi yaşlı adam, gözleriyle sol tarafını işaret ederken. Yan tarafa döndüğümde gördüğüm tek şey, ağaçların bedenleriydi. Boşluktan ibaret olan yere baktığımda aslında Asir’in gittiği yönü işaret ettiğini son anda fark ettim. ‘’Onu ilk defa görüyorum,’’ dediğimde buna inanmamış gibiydi. Gözlerini baygın bir halde tutarak yüzünü buruşturduğunda İblis sessizce kafasını iki yana sallamakla yetindi. ‘’Buna inanmamı beklemiyorsun herhalde?’’ Kaşlarımı çatarak alt dudağımı sertçe ısırdığımda öfke ve hırstan damağıma metalik bir tat yayıldı. ‘’Gerçekten o kim oluyor, bilmiyorum! Ben neyim bilmiyorum! Buraya neden geldim, bilmiyorum! Amacım ne, onu da bilmiyorum!’’ dedim hırsla bağırarak. Sesim ormanın derinlerinde giderek dalga dalga yayıldığında sanki sadece söylediklerimi ben duyuyormuş gibiydim. Mephisto sadece dinlemekle yetindi. Elimi hırsla kaldırıp Asir’in gittiği yöne doğru tuttum ama aslında beynim, çıkışın o taraflarda bir yerlerde olduğunu biliyordu ve elimi o yüzden o yöne doğru kaldırmıştı. ‘’Bildiğim tek şey, elime ihanetle süslenmiş bir kitap tutuşturulduğu ve beni bir gölgenin kovalamış olması! Nilüfer’in açtığı yara sırtımda hala taze! Bildiğim tek şey, koca bir ihanet lekesi!’’ Dişlerimin arasından arada sırada kesik kesik çıkardığım nefesler, öfkemi giderek harlıyordu ve bu saçmalıkları sonuna kadar inkar eden beynim, çalışmayı zoraki sürdürüyordu. Ne diyeceğimi bile bilmiyorken tüm bunları söylemek ve dilimin dönmesi, şaşırtıcı derecede gerçekti aynı zamanda acı da veriyordu. Mephisto beni sonuna kadar dinledi, dinlerken sustu ama bu beni sakinleştirmek yerine daha da sinirlendirdi. Titreyen elimi pes edercesine bedenimin yanına indirdiğimde bakışlarıma da gölgeler bindi. Kirpiklerim aşağı doğru düştü ve çimenlerin olduğu toprağa baktım. ‘’Gitmek istiyorum,’’ dedim ağlamaklı çıkan güçsüz sesimle. ‘’Evime gitmek istiyorum!’’ ‘’Buradan ayrılamazsın, nizam yerine getirilene kadar.’’ dedi yaşlı adam, dinç ve olgun çıkan sesiyle. Bakışlarımı topraktan kaldırıp buruşmuş yüzündeki çizgilere doğru yönelttim; şeffaf irislerine güneşin sıcak nefesi yayıldığından gözleri kısılmışlardı. Yüzü daha aydınlık görünürken bana düz bir ifadeyle bakıyordu. ‘’Nizam koruyucusu, tarihe geçti. Yerine, nizamı bozan Asir geldi. Tanrı’lar buna kayıtsız kalamadığında çoktan soyunu yaratmışlardı. Soyundaki insanlar, Asir’in neden olduğu savaşta teker teker öldüler ama sadece ailen sağ kalmayı başardı ve yüzyıllar sonra sen dünyaya geldin.’’ dedi, yüzümde ne gördüyse bir süre bekleyerek bana zaman tanıdı. İblis’e doğru baktığımda elini alnına dayayıp parmaklarıyla yüzünü örttüğünü ve yere doğru baktığını gördüm. Bizi dinlediğini biliyordum, öfkemi hissettiğini de biliyordum ama sesini bile çıkartmayacak kadar şok olmuş bir vaziyette miydi? Bu anda? Onun da öfkelenmesi, kandırıldığımız için her yeri yakması gerekmiyor muydu? Bunlara gerçekten inanıyor muydu? ‘’Anne ve baban, Tanrı bilir neredeler…’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken. Sanki onları umursamıyor gibiydi. Devam ettiğinde sesi hala tekdüzeydi. ‘’Nilüfer’le beraber buradan gittiklerinde sen daha yeni yeni anne rahmine düşmüştün. Nereye gittiğinizi bilmiyoruz, onlarla bağlantımız acı verici şekilde koptu.’’ İçime bir ateş parçası yayılmış gibiydi; göz çukurlarıma batan iğneler görüşümü de bulanıklaştırırken ne hissedeceğimi bilmiyordum. Oturup sadece ağlamak istiyor ve ortalığı yakıp yıkmak istiyordum! Her şey sönmek bilmeyen öfkemdendi. Bunları bana ne zaman anlatmayı planlıyorlardı? Beni neden yetimhaneye bırakmışlardı? Nilüfer’in her şeyi anlatacak vakti ve gücü varken bana hiçbir şey anlatmadan sadece elime bir kitap tutuşturmuş ve bana gerçekleri sadece yalanlar adı altında anlatmıştı. Yeteri kadar güçlü biri miydi bilmiyordum ama korkak bir kadın olduğu su götürülmez bir gerçekti. Beni mahvetmesi yetmiyormuş gibi beni kandırarak buraya yönlendirdi, bu cehennemin içindeysem bunun tek suçlusu Nilüfer’di! Ağlamak istiyordum, tüm bunları sonuna kadar inkar etmek ve aklımı kaçırmamak istiyordum! ‘’Güçlü biriydi,’’ diye devam etti benden ses çıkmayınca. ‘’Nizam koruyucusuna taş çıkartacak kadar güçlü bir kadındı. Onun soyundan geldiğine şükretmelisin, Erkuran.’’ Aklım karışmıştı ama bunu ne kadar dile getirirsem getireyim, bir öncekinden daha fazla karışıyordu. Nizam koruyucusu Asir değil miydi? Ertha kitabında öyle kayıtlara geçmişti? ‘’Ne düşündüğünü biliyorum,’’ dedi Mephisto ben konuşmadan önce. ‘’Nizam koruyucusuyla nizamı bozan kişi, aynı kişi.’’ Asir’in ne yaşadığını bilmiyordum, bu ne kadar uzun bir süre önce gerçekleşmişti? ‘’Buraya nasıl tıkıldınız?’’ İblis, ‘’Toprak!’’ demişti ama çoktan öfkem dilime zehir gibi yayılmıştı, ne dediğimi bile bilmeyecek kadar kelime süzgecimi kaybetmiş durumdaydım. Mephisto kaşlarını yukarı kaldırıp indirirken saygısızlığımı görmezden gelmeyi tercih etti. ‘’Aslında bu biraz sizin suçunuz,’’ dediğinde kaşlarımı çatarak kafamı yana doğru eğdim ve gözlerimi ondan bir an olsun ayırmadım. Keskin bakışlarımı gören Mephisto’nun yüzünde mimik bile oynamadı ama dudağının kenarında tebessüm vardı. ‘’Nilüfer’e benziyorsun,’’ dediğinde derin bir nefes bıraktım ve alt dudağımı gergince ıslattım. Rüzgarı daha net hissediyordum, tenime doğru yayılırken geçtiği yerlere basıyor gibiydi. Yüzümü yalayıp geçerken o geçtiği yeri yakıyor gibiydi. Yüzüm öfkeden mi yoksa soğuktan mı yanıyordu, kestiremedim. Xiya ayak bileğime dolandığında ayağımın üstünde yatması üzerine bakışlarım ona kaydı; bacaklarımın ayakta uzun süre durduğum için uyuştuğunu hissettim. Kaslarım yanıyordu ama Mephisto’dan iyi bir niyet ya da nezaket görememiştim. Eve sokmayı bırak, verandasına ayak bile bastırmıyordu. Bacağım uyuşmuşken Xiya’nın ayağımın üstüne kurulması üzerine daha zor bir duruma girdim. Bakışlarımı tekrar yaşlı adama yönelterek devam etmesini bekledim, sessizliğimden ötürü devam etti zaten. ‘’Nizam bozulduğunda uzun bir süre ortalık sessizdi; zaten bundan yararlandınız. Savaş anında değil, savaş bittikten sonra gittiniz. Kurtarıcı rolünde olan sizin soyunuzdu, siz gittikten sonra burası giderek karanlığa boğuldu ve Leva, Azer, Mavera bunun için öfkelendi. Kötü ruhların buradan ayrılmaması içinse, Mavera gücünü kullanarak doğayı yönetti.’’ O kadar nefes almadan sıralamıştı ki bir an beynim durdu ve bir süre yüzüne aval aval baktım. Parmağını kaldırarak, uyarı verir bir tonlamayla, ‘’Unutma mağara değil, Kanlı Ay laneti ayağına getirir.’’ dedi ve ekledi, ‘’Kanlı Ay da her zaman Naenia’yı korumak için vardır.’’ ‘’Anlamıyorum,’’ dedim gücümün son demlerini kullanarak ayakta dikilirken. ‘’Hiçbir şeyi anlamlandıramıyorum.’’ İblis araya girdi, ‘’Al benden de o kadar.’’ derken benden oldukça sakin ve rahat görünüyordu. Mephisto dalgalı bir sesle, ‘’Anlıyorum,’’ dedi. Sesinde ilk defa ılık, ılımlı bir his duymuştum. ‘’Kendine bir süre zaman ver,’’ dedi yaşlı adam. ‘’Bir süreliğine buraya alışmaya bak, adapte ol. Böylece her şey senin için daha kolay olmaya başlar.’’ Fikirlerine karşılık yoğun bir sessizlik aramıza girdi. Kendime zaman verip buraya adapte olmaya çalışmak mı? Asla kabullenemeyeceğim bir durumdu. Kendi dünyamda bile insanlar beni sevmezken, burada hiç tanımadığım yerde yapayalnız kalmayı sindiremezdim. Hissettiklerimin aksine, ‘’Buradan neden ayrılamıyorum ki?’’ dediğimde sesim olduğundan daha güçsüz, pes edercesine yükselmişti. Buradan ayrılmaya dair umudumu göğsümde taşırken bu zamana kadar dayanmıştım. Şimdi o umut, kalbimden akan sıcak suya karışmış ve buhar olup gitmişti. Ellerimden akan zamanı, gücümü ve cesareti de beraberinde götürmüştü. Mephisto, ‘’Mağara bir boyut kapısı. Burada her gece Kanlı Ay gökyüzünde belirdiğinde mağaranın yönü değişir.’’ dediğinde bacaklarıma yayılan o umutsuzluk kanserini daha derinden hissettim ve bir et külçesi gibi yere yığıldım. Xiya atik bir hareketle geriye kaçarken ezilmekten kurtulmuştu. Ellerimi çimenlerin sıcak yüzüne doğru bastırıp onları çekiştirirken omuzlarım çökmüş ve bacaklarımı katlayıp onların üstüne oturmuştum. Mephisto’nun sesi derinlerden yükselerek koridorlarımda dağıldığında İblis bile gözlerini huzursuzca kapatıp başını geriye yasladı. ‘’Mağaradan çıksan bile Tanrı bilir, kendini nerede bulursun? Evini bırak, kendini başka bir evrende bile bulabilirsin.’’ Aniden, ‘’Sus!’’ dedim adeta çığırarak. Çimenlerin arasında görünen kahverengi toprağa bakıyordum. Boğazım bağırışım nedeniyle bir ateşin kucağına düşmüş gibi yanıp kavruldu. ‘’Kes sesini, hiçbirini ben istemedim!’’ dedim çimenleri parmaklarımın arasında yolarken. ‘’Burada olmayı ben istemedim! Onu rüyamda görmeyi ben istemedim!’’ Ne zaman ağladığımı kestiremedim ama acı, gözyaşlarıma sığınarak sıcak bir şekilde yanaklarımdan devrilmeye başladı. Bir gözyaşı yanağımdan ayrılarak çimenin ucuna tutundu ve bedeninden aşağı doğru kayıp yok oldu. Hıçkırıklarım boğazımda dizilirken hayatımda ilk kez bu kadar sesli, panik içinde ağlama krizine girdiğimi görüyordum. İblis bile beni sakinleştiremiyor hatta konuşsa dahi onu duyamıyordum. Gözlerim usulca kararmaya başladığında çimenlerin üstünde renkli benekler belirmeye başladı; nefes alıp veriyordum ama aldığım nefes yetmiyor gibiydi. Bir ses koridorlarımı turlayarak beni bulunduğum ortamdan çekti, ‘’Toprak, kriz geçiriyorsun.’’ dedi endişeyle. ‘’Lütfen, derin derin nefes al.’’ Soğuk soğuk terlemeye başladığımda alnımda biriken boncukları bile hissedebiliyordum. Dudaklarım bir balığın ağzı gibi aralanmış, derin derin soluklanırken kalbimin patlamaya yakın bir hızda attığını hissediyordum. ‘’Ben,’’ dedim derin bir nefesin ardından. ‘’Nefes alamıyorum.’’ Xiya’nın elimin kenarına geçip pençesini elimin üstüne koyuşunu yarım yamalak gördüm. Hala derin derin nefesler alıyordum, çimenlerden yükselen hışırtılı ayak seslerini duyuyordum ama kafamı kaldırıp gelene bakacak gücüm yoktu. ‘’Toprak, gözünü seveyim bir sakinleş!’’ dedi İblis, zihnimde sesini bana ulaştırmaya çabalarken. Endişesi kalbimi daha bir tuhaf hale sokarken çimene doğru eğildiğimi son anda fark ettim. Gözlerim kararmaya yakın, beynim uyuşmuş bir durumdayken son anda parmaklarımın tam önünde gördüğüm ayakkabılarla kendimi soğuk çimenlerin üstüne bıraktım. Karanlığa boğuldum. Bir buz tabakasının üstündeydim, o buz öyle inceydi ki her bastığımda ayaklarım altında çatırdıyordu. Soğuğu iliklerimde, derinlerimde hissediyordum; onun ölüm kadar güzel olduğunu düşünüyordum. İnsan geleceğine doğru yürürken bir buz tabakasının üstünde olurdu. Her adımı tehlikeli, dikkatliydi ama o buzda yürürken hiçbir zaman geçmişine baktığı an kadar yorulmazdı. Geleceğe taşınan adımlarım ne kadar sağlam olursa geçmişten o kadar çabuk uzaklaşırım diye düşünüyordum. Yanılgı, bu düşünce zihnimde tohum halindeyken benimleydi. Çok geç fark etmiştim. Geçmiş hiçbir zaman insanın yakasını bırakmazdı. Pençeleri arasında tuttuğu yakasını çekiştirir, onu karanlıktan daha derin ve daha koyu çukurda boğmak için çabalardı. Geleceğe taşınan adımlarımın sağlam olup olmaması önemli değildi, o zeminin sağlam olması önemliydi. Sonradan fark etmiştim, bunu fark ettiğimde de acı çoktan benimleydi. Derinlerimden bir ses, ‘’Ah, le’a morta.’’ dedi ve beni bir gerçeğe sürükledi. Salkım ağacının altında, akan nehrin tam kenarında uzanıyordum. Elbisemin pembe eteği kabarıktı ve karanlıkta daha koyu görünen çimenlerin üstüne yayılmıştı. Dolunay’ın parlak ışığı, akan nehrin üstüne ve oradan da eteğime yayılıyor, salkım ağacının altındaki bedenlerimizi karanlığa boyuyordu. Siyah dalgalı saçlarım çimenlere yayılırken sadece ağacın görkemli ve sık yapraklarını seyrediyordum. Dalların sıklığından dolunayın tepsi yüzünü yarım yamalak görüyordum. ‘’Le’a morta?’’ Tatlı sesi kulaklarıma taşındığında gülümseyerek gökyüzüne bakmaya devam ettim. ‘’Efendim?’’ dedim gülümsemeye devam ederek. Tatlı sesi, biraz siteme doğru kaymaya başlarken hala bana kızamadığını hissediyordum. ‘’Elimde olsa beyninin içini açıp oraya bakmak isterdim,’’ dediğinde kaşlarımı muziplikle çattım ama devam etti. ‘’Çok fazla düşünüyor ve beni unutuyorsun.’’ Tatlı bir kıkırtı dudaklarımdan firar ettiğinde o kalın sesi, içimde bir yerlere sımsıcak nehrin suyunu akıtmış gibi hissettim. ‘’Tam olarak ne istiyorsun?’’ dedim ona doğru döndüğümde saçlarım çimenlerin üstüne daha da yayıldı ve otların kokusu burnuma ev sahipliği yaptı. Yüzünün karanlığa çekildiğini ama kızıl gözlerin, lamba misali ortalığa ışık saçtığını görüyordum. Ondan korkmuyordum, çekinmiyordum; ona tatlı bir şekilde gülümserken usul usul gözlerimi kırpıştırıyordum. Bana doğru döndüğünü karanlıkta zoraki seçebildim, yanımdaydı ama benden uzakta gibiydi. Belki zamana yayılmıştı ve o zamanda onu kovalayan bendim. Sönmek bilmeyen kızıl harelerinin tam ortasındaki karanlık çukur, dolunayın altında daha da genişlemiş görünüyordu. Kemikli çehresini zoraki seçsem de yüzünün diğer kısmı karanlıkta; sadece gözleri benimleydi. O lamba büyüdü ve bizi altına aldı. Büyük elini kaldırıp saçımın kenarına yasladığında kalbim her zamankinden daha da hızlandı. Parmakları saçlarımın arasında durdu ve dibe gömüldü ardından eli saçımda usulca hareket etmeye başladı. Gözü elini takip ederken yüzünde hiç soldurmadığı, güzel bir tebessüm vardı. ‘’Güzelliğini, zekanı, zarifliğini, asilliğini…’’ diye devam ederken onu ifadesizce seyretmem bozulmaya başlayıp kıkır kıkır güldüm. Çok ciddi bir surat ifadesiyle beni övmeye başlamış devam ediyordu. ‘’Delirdin mi?’’ dedim gülüşlerimin arasından. Elini saçımdan çekmedi ama hareketi durdu, ‘’Evet,’’ dedi ikiletmeden, gözlerimin derinlerine bakarak. ‘’Sen delirttin. Her şeyinle.’’ dedi son anda fısıldayarak. Karanlık yüzünde giderek beyaz sivri dişleriyle sırıtmaya başladığında yüzümdeki gülümseme dondu ve ona öylece bakakaldım. Ardından tatlı sesi, korkunç kalın bir sese dönüşmeye başlarken hala put gibi yerde uzanıyordum. Canavar tıpkı benim gibi kıkır kıkır güldü. ‘’Yağmur,’’ dedi tekrar ama bu sefer nefesi alay kokuyordu. İsmimi seslenmesi karanlık gökyüzünü aydınlatmaya başladı. ‘’Çok safsın.’’ diye devam etti, yüzü giderek korkunç bir hale bürünürken. Gökyüzü giderek aydınlık bir hal almaya başladığında artık anlayabildiğim cümleleri, anlayamadığım fısıltılara dönüştüğünde çoktan dudaklarımın arasından sık nefesler dökülmeye başladı. Bilincim sık nefeslerimle aydınlığa kavuştuğunda derin bir nefes bırakıp yattığım yerde doğruldum. Kalbimin gürültüsünü hala göğsümün tam ortasında hissediyordum. Atışlar giderek göğsümde yayılmaya başladığında gözlerimi çevrede dolandırdım. Yatağımda olmak ve tüm bunların kabuslardan ibaret olmasını isterdim ama öyle olmadı. Tanımadığım bir yerde, kumaştan yapılmış sert bir koltuk üstünde uyanmıştım. ‘’Neredeyim?’’ dedim etrafıma boş boş bakarak. Dilim damağıma yapışmıştı, ağzımın içi çölün topraklarından farksızdı. Yutkunsam da boğazımdaki yumru etime yapışıyordu. Başımın arkasında ince bir sızı belirdiğinde elimi kafamın arkasına götürüp orayı sıvazlarken yüzüm acıdan buruştu. Kabusumun parçalarını görmezden gelmeye çalışarak, bayılmadan önce ne olduğunu hatırlamaya çalıştım. Karanlığa dolan anılar teker teker hafızama yerleştiğinde Mephisto’yla konuşmam ve umudumun yok olmasını hatırladım. Umut giderek tükenirken insan elinde her şeyin bittiğini düşünürdü ama bu doğru değildi. Benim umudum her zaman tükeniyordu ama günün sonunda her zaman bir ışık görüyordum. Asla pes etmeyecek ve buradan çıkmanın bir yolunu bulacaktım. ‘’Toprak,’’ dedi endişeli ses. ‘’İyi misin?’’ Elimi saçlarımda gezdirerek diplerini yumuşatmaya çalışırken İblis’in kömür karası gözleriyle bakıştım. ‘’Evet,’’ dedim zihnimden. ‘’Neredeyim?’’ İblis derin bir nefesi dudakları arasından bırakıp geriye yaslandı, ‘’Mephisto uzun süre seni çimlerde bıraktı, bayağı bir sövdüm…’’ dedi elini kaldırıp rastgele sallarken. ‘’Sonra senin uyanmayacağını anlayınca kölelerine emretti ve şimdi, onun koltuğu üstündesin.’’ ‘’Köle?’’ dedim anlamsızca. Sırıttı, ‘’Kartlardan birini seçmiş, köle kartı.’’ İkizler. Gözlerimi kırpıştırarak oturduğum yerde etrafı seyrettim, daha dolu bakıyor ve bulunduğum ortamı seçmeye çalışıyordum. Salondaydım, sandığımın aksine fantastik bir yer değildi. Salon düşündüğümün aksine tertemiz, derli topluydu. Ahşap bir ev olduğundan her yer kahverengiydi, bir şömine ve kapının sol tarafında, mutfak olduğunu düşündüğüm kapısı açık bir yer vardı. Onun tam karşısında bir başka oda vardı ama onun kapısı kapalıydı. Küçük bir kitaplık, televizyon olması gereken yeri kaplıyor ve tüm duvarı işgal ediyordu. Hiçbir gereksiz eşya yoktu, bir yemek masası ve üstünde oturduğum uzun koltuk dışında iki koltuk daha olan bir koltuk takımı vardı. Rengi koyu yeşildi ama göze çok çirkin gelmiyordu. Mutfaktan çıkan şeyle gözlerim kocaman aralandı ve çığlık atmamak için elimi ağzıma götürdüm. İblis, ‘’İkizler.’’ dedi, uyarı dolu sesiyle. ‘’Fazla konuşuyorlar, çok kalmayalım.’’ Aslında çirkin değiller, oldukça güzellerdi. İkisinin de ince ve zayıf yüzleri, sivri çeneleri vardı ama birbirlerinden farklı gözlere sahiptiler. Birinin gözü elayken, diğerinin gözü maviydi. İkisi de sarışın, beyaz tenliydi. Zayıf vücutları, uzun boyları vardı ve omuzları hafifçe düşüktü. Mavi gözlü bana ışıldayan gözlerle bakarken; ela gözlü olan bomboş bakıyordu. ‘’Sen kimsin?’’ dedi mavi gözlü, ‘’Burada farklı bir insan görmek çok tuhaf! Değil mi?’’ dedi diğer ikizine bakarak. Kafasını ona doğru çevirmiş, gülümsüyordu. Tek vücut olmaları tuhafıma gitse de elimi ağzımdan çekmeyi akıl edebilmiştim. Hayatımda hiç siyam ikizi görmemiştim, şaşırmam gayet normaldi. ‘’Her neyse,’’ dedi ela gözlü, gözlerini devirerek. ‘’Bu çok fazla iş demek…’’ ‘’Burada kalıcı değilim,’’ dedim ela gözlüye. ‘’Endişelenme.’’ Bozulmuş gibi güldü, ‘’Zaten izin vermezdi.’’ Birisi ayın karanlık yüzüyken, diğeri aydınlık yüzüydü anlaşılan. Beraber yürümeye başladılar ve koltuğumun karşısındaki uzun koltuğa oturdular. Mavi gözlünün yüzünde tatlı bir tebessüm vardı. ‘’Bize Yekta diyor.’’ Gülümsedim. Tek, eşsiz. ‘’Güzel isim, size yakışmış.’’ dediğimde mavi gözlü tatlı şekilde güldü. ‘’Teşekkür ederim,’’ dedi omzunu silkerek. ‘’Ama Yekta bunu beğenmiyor,’’ dediğinde kardeşini kast ettiğini tahmin ettim. Ela gözlü kız gözlerini tekrar devirdi, ‘’Her neyse.’’ dedi, ‘’Kulağa tek olduğumuz için bizimle dalga geçiyor gibi geliyor.’’ Hayattan bıkmış, usanmış bir ses tonu vardı. Diğerininse daha şen şakrak bir ses tonu vardı. İblis buna gülerken burnundan domuz sesine benzer tuhaf bir ses çıkarttı. Ciddiyete zoraki bürünerek, ‘’Gülmemeliydim,’’ dedi sonra, dudaklarına kadeh götürürken. İblis’e alıştığımdan üstünde durmadım ama ona bu fikrinin doğru olmadığını düşünmesini istedim. ‘’İsminin diğer anlamını yakıştırdığından size o ismi vermiş gibi geldi…’’ İkisi de tuhaf bir şekilde bana bakmaya başladı, sağ taraftaki Yekta başını sola yatırırken; sol taraftaki Yekta başını sağa yatırmıştı. İkisi de aynı tepkiyi aynı anda verince bir tuhaf olsam da devam ettim, ‘’Eşsiz.’’ Tebessümle ikisine bakarak, ‘’İsminizin diğer anlamı bu.’’ dedim. Mavi gözlü Yekta gözlerini kocaman açarak başını yine dikleştirirken, ela gözlü Yekta gözlerini devirse de anlık bir parıldayışın oradan geçtiğini gördüm. Heyecanla, ‘’Vay, duydun mu?’’ dedi Yekta, diğer Yekta’ya. ‘’Her neyse,’’ dedi tekrar kız, ‘’Sağır değilim. Dibimde bağırma.’’ İblis buna da güldü, ardından hiç gülmemiş gibi yapıp ciddiyete bürünürken, ‘’Hiç etik değil.’’ dedi, kadehi yukarı kaldırarak. Bense duvar gibi ifadesiz bir surata sahiptim. ‘’O kadar da çok konuşmuyorlar,’’ dediğimde İblis, ‘’Sen uyanmadan önce başında dikilip bayağı merak giderdiler. Beynimin içine de sıçtılar.’’ dedi tatlı tatlı gülümserken. ‘’Sen kimsin?’’ dedi mavi gözlü Yekta, baştaki sorusunu tekrarlarken. Merakı gitmemiş gibiydi. ‘’Tanrı misafiri.’’ Ela gözlü olan Yekta ise tek kaşını kaldırıp bana memnuniyetsiz bir şekilde baktı. ‘’Buradaki Tanrı’lar o kadar misafirperver değiller,’’ dediğinde mavi gözlü gülerek, ‘’O yüzden ‘’Tanrı misafiri’’ diyorlar. Tanrı kendi misafirlerini kabul etmeyip başkalarına postalıyor olmalı.’’ dedi. İblis yine kahkaha atarken bu sefer tatlı, ön sivri dişlerini de çıkartmıştı. Ardından derin bir nefes içine çekerek başını öne eğdi, ‘’Aslında eğlenceliler…’’ diye fısıldarken kadehi son anda dudaklarına götürmüştü. Bense, bu yoruma ne cevap vereceğimi bilemeden sadece ismimi söyledim. ‘’Evin diye seslenin, kafi.’’ Mavi gözlü, ‘’Evim mi?’’ deyip kaşlarını çatarken, diğeri gözlerini devirdi ve o hayattan bunalmış sesini yine duyduk. ‘’Hayır, geri zekalı ikizim. E-vin.’’ diye bastırdı. Baygın bakışları, diğerinin üstündeydi. Kaşlarını çatan kız, ‘’Bana geri zekalı deme! Kendine de hakaret ediyorsun!’’ dediğinde diğer Yekta da ağzını aralamıştı ki kapıdan yükselen bir sesle susmak zorunda kaldı. ‘’Yine mi kavga ediyorsunuz?’’ İkisi de aniden ayağa kalkarak ihtiyarı hafifçe eğilerek selamlarken sessizleşmişlerdi. Şaşkınlıkla onlara baktım, bayağı saygı duyuyor olmalıydılar. ‘’Affedersiniz, efendim.’’ dediler aynı anda. İblis’le tuhaf tuhaf birbirimize bakmakla yetindik, ardından bakışlarım kapının önünden buraya gelen Mephisto’ya kaydı. Bastonu yerde tok sesler bırakırken ayakkabı seslerinin tıkırtısına karışıyordu. Mephisto ağır ağır buraya yaklaştığında ikizler onun önüne geçmeyerek benim koltuğumun arkasından dolandılar ve Mephisto, onların oturduğu yere oturdu. Ardından Yekta onun oturduğu koltuğun arkasına geçerek, ihtiyarı rahatsız etmeden sessizce başında durdu. Kaşlarımı şaşkınlıkla yukarı kaldırıp indirdim ve giderek sessizleştim. Böyle bayağı güzel görünüyorlardı, havalıydılar. Mephisto bastonunu önüne dik bir şekilde koyarken tek elinin bileğini de gevşekçe yuvarlak başına dayamıştı. Kahverengi bastonunu iyi yönetiyor gibiydi. Bakışları giderek sessizliğe bürünürken beni onaylamaz bir tavırla süzüyordu. İblis bakışlarından rahatsız olup kaşlarını çattı ve onu öylece seyretti. Bense dikkatli bakışlardan rahatsız olup gözlerimi kaçırdım ve açık dış kapıdan dışarıyı seyrettim. Gökyüzü yeni yeni kararıyor gibi görünüyordu, çimenler giderek koyulaşırken Xiya kapının önünde çimenlerde oturmuş burayı seyrediyordu. O da sessizdi ve dikkatli baktığımda vücudunun titrediğini gördüm. Kaşlarım istemsizce çatıldı. Mephisto, ‘’Senin için korktu. Nadir iki kuyruklu tilki… Bu zayıf bedenle onu yakalamana şaşırdım.’’ ‘’Asıl ben, beni evine sokmana şaşırdım.’’ dedim ifadesizce. ‘’Misafir kabul etmediğini sanıyordum.’’ Adam memnuniyetsizce bakmayı sürdürdü, dudağının kenarı yukarı doğru kalkmıştı ve küçümseyici bakışları koltuğa iyice sinmeme neden oluyordu. ‘’Kabul etmiyorum zaten.’’ dedi gözlerimin içine baka baka bastırırken. ‘’Birden bayılınca şaşırdım.’’ İblis uğursuzca güldü, ‘’Şaşkınlığı bayağı sürdü yalnız,’’ dedi imalı şekilde. ‘’Seni orada bırakıp ayılmanı seyredecek sandım.’’ ‘’Yine de teşekkürler,’’ dedim ve bozuntuya vermeden gülümsedim. ‘’Beni çimlerde bırakırsın sanıyordum.’’ dediğimde sarsılmaz ifadesinden şaşkınlığın izleri geçiverdi. Dudağının yukarı kalkık kısmı yavaşça inerken gözlerini aralayıp tekrar eski haline döndürmüştü. İblis pis pis sırıtmakla yetindi, ben de tebessümümü bozmayarak ona bakmayı sürdürdüm. ‘’Akdes’in hatrına bırakmadım.’’ dedi ihtiyar, boğazını temizleyerek. ‘’Başka sorun yoksa gitmeni bekliyorum.’’ ‘’Merkez var mı burada?’’ dedim, beklentiyle. İhtiyar başını sallayarak, ‘’Var.’’ dedi, ‘’Otoyola çıkarsan taksiye binersin ve seni merkeze ulaştırır.’’ diye devam etti. Alay edip etmeyeceğini düşünmeme izin vermeden konuştu, ‘’Hayatta kalabilecek misin?’’ Ardından şeytani bir şekilde gülümseyerek, ‘’Sen bize lazımsın.’’ dedi. İblis sabır dilercesine bir nefes bırakıp baygın gözlerle ihtiyarı seyretmeye başlarken onu zihninde binlerce kez dövdüğüne emindim. Ona cevap verme gereksinimi duymadan başımı sallayarak tam kalktığımda karnımdan yükselen seslerle elimi oraya bastırdım. Utancın sıcaklığı yanaklarıma taşınırken bakışlarımı onlara doğru çevirip sesi duyup duymadıklarını kontrol ettim. Mephisto hiç oralı olmadan kalkışımı seyrederken, mavi gözlere sahip olan Yekta heyecanla konuştu. ‘’Yemek hazır, isterseniz…’’ dedi ama Mephisto’nun geriye doğru dönüp ona aşağıdan sertçe bakması susmasına yetti. İnce dudaklarını birbirine bastırarak sessizce, ‘’Üzgünüm, efendim.’’ demesiyle İblis gözlerini devirerek homurdandı. Bense derin bir nefesi dışarı bırakıp baş selamı verdim ve hiç üstümden çıkartılmamış kabanımın yakalarını göğsümde birleştirip çıkışa doğru yürüdüm. Ayakkabılarımın tok sesleri ahşap zeminde bir iz gibi kaldı ve dış kapı ben ona dokunamadan arkamdan kapanıverdi. ‘’Vay anasını satayım,’’ dedi İblis geride arkamızdan kapatılan kapıya kısa bir bakış atarak. ‘’Çok bile kalmışız.’’ Verandanın tahtadan yapılmış kısa merdivenlerini atlayarak çimenlere bastığımda Xiya koşa koşa ayaklarımın ucuna geldi. Dokunsalar ağlayacaktım. Tatlı pençesini ayak bileğimden biraz yukarı bastırıp sırtını dikleştirdiğinde görünenden daha uzun olduğunu fark ettim. Simsiyah boncuk gözleri, gözlerimin derinliklerine bakarken görüşüm usulca bulanıklaşmaya başlamıştı. Burnumun direği de aynı anda sızladı, burnumu çekerek bakışlarımı yukarı kaldırdım ve gökyüzünde koskocaman duran güneş ve ay beni selamladı. Güneş tüm enerjisini giderek aya aktarırken ay, kızıl bir tona bürünmeye başlıyordu. Kenarları turuncuydu, sonra giderek kızıla çalınacak ve tüm yuvarlağına koyu bir kan misali yayılacaktı. Akmaya başlayan burnumu tekrar çekerken elimi kaldırıp ters şekilde alnıma dayadım ve görüş alanımı kapattım. Karanlık yine benimleyken yanaklarıma devrilen gözyaşlarımın sıcaklığını hissediyordum. Rüzgar yavaştan sertleşmeye başlıyor ve kulaklarımı uğuldatıyordu. ‘’Toprak, ne olur yapma…’’ dedi İblis üzgün sesiyle. Derin bir iç çekti, ‘’Buradan eninde sonunda çıkacağız, şimdilik hayatta kalalım. Olur mu?’’ Başımı sallayıp elimi alnımdan çektiğimde boğazımdan istemsizce köpek iniltisine benzer ses yükseldi. İblis dudaklarını birbirine yaklaştırıp, ‘’Şşş,’’ dedi usulca. ‘’Ben yanındayım,’’ diye fısıldadı, ‘’Her zaman öyleydim. Korkma, tamam mı?’’ Kafamı tekrar salladım ve bulanıklaşmış görüş alanımın netleşmesi için elimin tersiyle gözyaşlarımı sildim. ‘’Toprak, umudunu yitirme. Umut bize güç verecek.’’ ‘’Teşekkür ederim,’’ dedim ama bu çok saçma geldi. İblis de yüzünü anlam veremeyen bir tavırla buruşturdu ama sonradan gülmeye başladığında aslında moralimi yerine getirmeye çalıştığını kavrayıp ben de tebessüm ettim. Yüzünü buruşturarak, ‘’Yapış yapış,’’ dedi gülüşlerinin arasından. ‘’Çok çirkinsin kızım, iğrenç oluyorsun ağlarken.’’ ‘’Tamam.’’ dedim bozuntuya vermeden. ‘’Bir daha yapmam.’’ Güldü, ‘’Bir daha yapma zaten.’’ dedi, ardından kadehini tek elinde döndürmeye başladı. Sallanan kadehin altın yüzeyi gözlerimin önüne gelirken siyah elinin arasında yarım yamalak parladı. ‘’Şimdi,’’ dedi harfleri uzatarak, ‘’Başlıyoruz.’’ İçimdeki toplanan karabasanı dışarıya bir nefes olarak döktüm. Derin nefesim yavaştan soğuklaşmaya başlayan karanlıkta buhar olup havaya karıştı. Rahatladığımı hissetsem de soğuktan mı yoksa içimdeki huzursuzluktan mı bilinmez, istemsizce titriyordum. Bacağıma dolanan tilkiyi kucağıma alıp kabanımın içini açtım ve onu oraya saklayarak ilerlemeye başladım. Tek kolum yanımda sallanıyordu. Uçurumdan yükselen dalgaların sesi giderek yoğunlaştı, önümdeki okyanus zift kadar karanlığa bürünüp sanki bir çukura dönüştü. Kanlı Ay henüz belirmeye başlamamıştı, o yüzden suyun üstüne yansıyan ışıklar yarım yamalak olsa da onu o kadar aydınlatmıyorlardı. Burada güzel bir gece geçirebilirdim… ‘’Merkeze inelim, kalacak bir yer buluruz.’’ dediğinde yandan, mahzunca bakmaya başladım. Gözlerimin içine baktı, beni ikna etmek ister gibiydi. ‘’Paramız var,’’ dedi, ‘’Bir şeyler buluruz.’’ diye devam etti umursamazlıkla. Başımı sallayarak çimenlerde yürümeye başladım. Burada hava hızlı kararıyordu, mantığını tam olarak çözemesem de bir şeyler tahmin ediyordum. Tanrı’lar Naenia’yı korumak için havayı erken karartıyor olmalılardı. Hava hızlı kararırsa mağaranın yönü değişir ve kendi kalkanları her gece güncellenmiş olurdu. Benim de buradan çıkmam çok zor olurdu. Düşünceler yine koridorlarımı turlarken onların önüne kalın duvarlarımdan setler çektim ve ayak seslerini olabildiğince kıstım. ‘’Nereden gideceğiz otoyola?’’ İblis çevresini tararken düşünüyor gibiydi, gözleri kısıldı. ‘’İlerlemeye devam et, ormanın çıkışı vardır. Kasabaya nasıl gittiysek o şekilde varırız diye düşünüyorum.’’ Tahminler yanıltıcı olabilirdi ama başka şansımız olmadığından ilerlemeye devam ettim. Zihnime durduk yere kızıl hareler düştüğünde, Asir’in beni bulacağı ihtimalini düşünmeye başladım. Ne demişti, ben seni bulana kadar kendine iyi bak mı? Birden anlamsızca gülmek istesem de kendimi dizginledim. Ondan da kurtulmuştum, beni tekrar hayatta bulamazdı. ‘’Hava kararıyor,’’ dedim gökyüzüne bakarak. Kanlı ay kendini belli etmeye başlamıştı ve gök, dalga dalga karanlığa boğuluyordu. İblis de iç çekti, ‘’Evet,’’ dedi düşünceli bir sesle. ‘’Daha fazla bela istemiyorum. Yol uzun olabilir, yanımıza silah mı alsaydık?’’ dediğinde ona tuhaf tuhaf baktım. Bakışlarının odağını bana doğru yöneltip, ‘’Ne?’’ dedi durgun bir ifadeyle. ‘’Köle de yük oldu,’’ dedi kabanın içindeki hayvanı gösterirken. Kabanımı geri atıp tilkiye göz ucumla baktığımda masum masum uyuduğunu gördüm. Bembeyaz tüyleri kocaman bir pamuğa benziyordu. Nefesi sıcak bir his veriyor, sakin hırıltısı ruhumu dinlendiriyordu. ‘’Mephisto’ya hayvanı ne yapacağımızı soramazdık. En az Akdes kadar huysuz biri.’’ Kafasını sallayıp sessizliğe büründü. Ormanın içi sessizdi, gür çam ağaçları yukarı doğru kalkıyor ve sanki dikenlerini göğe saplamak ister gibi titriyordu. Birbirinden değişik ağaçların olduğu yerden geçtim. Ne hayvan ne de insan vardı. Saniyeler, dakikaları; dakikalar saatleri kovalarken bile hala derin bir sessizlik içinde yürüyordum. Ondan da benden de ses seda çıkmıyordu, sadece yanlış yola saptığımda konuşuyor sonra tekrar susuyordu. En sonunda ağaçların arasından büyük bir ışık parlaması gördüm. Gözlerim istemsizce kısıldı, ileriye doğru yürümeye başladığımda sokak lambası ışığını azalttı ve daha belirgin oldu. Sarı ışıklar zemine yayılıyor, siyah asfaltın üstündeki beyaz şeritleri daha uzun gösteriyordu sanki. Otoyol kenarına ulaştığımda rahatladım, üstümden koskocaman bir yük kalkmış gibiydi. Şafak Vadisi’nden ayrılırken de zorlanacağımı düşünüyordum ama öyle olmamıştı. Xiya hala uyuyordu. Kedi gibiydi, günün çoğu saatinde uyuyor geri kalanında oynuyordu. Verdiğim et dışında yemek yediğini görmemiştim. Belki yavru olduğundandı bu tavırları, kestiremiyordum. Ölmezdi umarım. Karnımdan yükselen yoğun gurultularla midem kasıldı ve tekrar gevşedi. Bakışlarımı İblis’e yönelttiğimde, ‘’Önce yemek yiyeceğimiz bir yer, sonra kalacak pansiyon tarzı bir yer bulalım.’’ dedi sakince. Kafamı sallayarak yolda ilerlemeye başladım. Herhangi bir taksi bırak, otobüs dahi geçmiyordu bu yerden. Mephisto neye dayanarak taksiye bin demişti ki? Sessizlik hiç olmadığı kadar yoğun ve kulakları çınlatacak kadar tizdi. Rüzgar uğuldayarak yanlardaki ormanlık alandan sertçe esti, bedenim titrese de kabanıma daha sıkı yapıştım. Hiç durak göremiyordum. Yürüdükçe yürüdüm, bu süreçte çok sakin ve telaşsızdım. ‘’İblis, yine kabuslar görüyorum.’’ Cümlem ortaya bir bomba gibi düştü, etraftaki yoğun sessizliği parçaladı ve İblis’le bakışmamıza neden oldu. ‘’Hala mı?’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak. İnanamıyor gibiydi, Asir’le görüştüğümüz an kabusların da biteceğini düşünüyorduk çünkü kafamda, canavar portresi yok olacak ve onun yerine Asir’in çehresi saracaktı. Yine de düşündüğümüz olmadı, ben hala kabuslarımda o karanlık yüzle sohbet ediyor, ardından tıpkı Asir’e benzer kızıl gözlerden korkuyordum. İblis düşünürmüş gibi boğazından ses çıkarttı, hala bakışları benim üstümdeydi. ‘’Konu Asir’le alakalı, eminiz ama onu gördükten sonra hala geçmiyorsa manipüle altındasın demektir.’’ dediğinde kaşlarımı çatarak ona baktım. Anlamsız ve boşluktan ibaret gözlerime karşı göz devirdi ve devam etti, ‘’Gündüzleri beraber olmadığınız için geceleri sana ulaşıyor ve aklını bulandırıyor. Belki bunu isteyerek yapmıyor, fakat bir şekilde seni etkisi altına alıyor.’’ ‘’Böylece o bana değil, ben ona gitmiş oluyorum.’’ dediğimde gülümsedi. ‘’Hayır, bana tam tersi oluyormuş gibi geldi.’’ ‘’Nilüfer’in söylediklerinin etrafında dönmek zorunda değiliz. Kim ne derse desin, sana ulaşmak için sana gelen o. Sen sadece o daveti kabul edip ona gelmiş gibi oldun.’’ Emin değildim, emin olduğum tek şey eğer durum tam tersiyse ve Nilüfer haklıysa; ruhumun bir parçası Asir’i durduk yere arzuluyor ya da onu sevmeye çalışıyorsa ki bu mantıksızdı, yine de mantıklı olan buysa; ben kaşınıyordum. İleride şehre indiğimizi gösteren bir tabela gördüm. ‘’Nehantis Şehri’ne hoşgeldiniz.’’ Tabelada yazan cümleyi okurken bakışlarımı da aynı anda etrafta gezdiriyordum. Birkaç kilometre ötede ışıklandırmalar görüyordum. Gecenin karanlığında parlayan gözler gibilerdi. ‘’İsim Naenia’yı çağrıştırıyor.’’ dedim sebepsizce. İblis, ‘’Büyük bir merkeze benziyor. Mutlaka bir şeyler buluruz.’’ dedi, içimi rahatlatmak istiyor gibiydi. Kafamı sallayıp ilerlemeye devam ettim, taksinin geçmemesi hala sinirlerimi bozarken diğer yandan, yorulmuş olmam zihnimi dinginleştiriyor ve beni rahatlatıyordu. Xiya kucağımda kıpırdandığında onu son anda hatırlayıp kabanımın içine baktım. Boncuk boncuk gözlerini kırpıştırıp minik ağzını kocaman araladı ve sivri dişleri göründü. Büyük bir nefesi içine çekip tekrar ağzını kapatırken diliyle ağzının tüm çevresini yaladı. Esnemesi bile tatlı gelmeye başlamıştı, nasıl ayrılacaktım bundan hiçbir fikrim yoktu. Kucağımda kıpırdanınca pençenin altında saklanan keskin tırnaklarını derimde hissettim. Kucağımdan atlayıp yere indiğinde pençelerinin yanındaki tüyler asfalta yayılmış gibi oldu. Yanımda yürürken tek kuyruğu dikleşti ve ikiye ayrılıp sallandı. Güldüm. ‘’Bu kadar sevimli olma ya,’’ dedim tatlı tatlı, ‘’Senden nasıl ayrılacağım ben?’’ İblis bir ona bir bana bakarak, ‘’Hayvan sadece yürüyor.’’ dedi ifadesizce. ‘’Tırlattın iyice.’’ Patiye benzer sesleri kulağıma tatlı tatlı yükselip gelirken hala yüzümdeki tebessümü silmiyordum. Hayvanın tatlı kıçına bakarak ilerlemeye başladım. Yürüyüşe bak! ‘’Eline al mıncır bir de,’’ dedi İblis bana takılarak. ‘’Xiya o xiya!’’ Tek omzumu silkip Xiya’yı takip ettim. Hala yüzümde tuhaf bir sırıtış vardı. Tahmini yarım saatin ardından merkeze inmiş oldum. Şehre indiğimde her tarafın ışıl ışıl olduğunu gördüm. Yüksek apartmanlar sıra sıra dizilmişti, birbirinden farklı iş yerleri ve yükselenler bile bulunuyordu. Mimarlar o kadar güzel çalışmıştı ki evlerin, iş yerlerin ve yükselenlerin dahi dış cephesine bayılmıştım. Ormandan çıkıp şehre indiğimde, köyden gelmiş birinin ilk defa şehri görmesi gibi boşluğa ve heyecana düşmüştüm. Etrafımı büyülenen gözlerle seyrederken; kalabalık insanların ayakları arasında ezilmesin diye Xiya’yı kucağıma aldım. Sanki bir krallıkta yürüyordum. Şehir merkezi binası görkemli ve tıpkı şatoyu andıracak yüksek duvarları olan bir yerdi. Gümüş renkte parıl parlarken, şatafatlı binaların görkemli ışıkları arasında hiç de yabancılık çekmiyordu. Sivri uçlu duvarları, merkez binasının etrafını sarmıştı ve göğe doğru uzanıyorlardı. Bina kaç katlıydı, sayamıyordum bile. Binlerce gözü andıran küçük pencereleri vardı ve her birinden ışıklar süzülüyordu. Artık tamamen ortaya çıkan Kanlı Ay’ın burada pek hükmü yoktu. Binalar arasında bir tren rayı kurulmuştu, trenler yüksek yerlerden adeta uçarken kendimi sanki bir bilim-kurgu evrenindeymişim gibi hissetmiştim. Çevreme bakınmayı sürdürürken İblis’i bile unutmuştum. Kaldırım taşları o kadar temizdi ki ayakkabılarımı çıkartıp çıplak ayaklarla koşabilirdim. Sokak lambalarının görkemli ışıkları alçaktı ama sadece insanların yolunu aydınlatmaya yetiyordu; onlara çarpmıyorduk. Siyah sokak lambaların gövdesi kıvrımlıydı ve tepelerinde bir fener ışığını andıran çanaklar vardı. Işıklar onlar içinden saçılıyordu. İnsanlar sakin, huzurlu diyebileceğim bir ifadeye sahiptiler. Burada hiçbir kötülüğün kol gezmediğini düşünebilirdim ama İblis her zaman, kötülüğün her yerde olacağından bahsederdi. Ana caddenin tam ortasında yuvarlak bir alan vardı ve orada tıpkı Huysuz’ların dükkanının önündeki gibi bir Tanrı’nın siluetinden yapılmış çeşme bulunuyordu. Tanrı’nın ya da Tanrıça’nın ismini çıkaramıyordum. Gümüşten yapılma bedeni vardı ve su ağzından akarak önce eline, sonra aşağıdaki geniş alana doğru akıyordu. Ağaçlar tabii ki vardı ama binaların arasında ya da yol kenarındaydılar; pek de göze batmıyorlardı. Şehir merkezi kalabalık ve oldukça büyüktü; bir gecede tamamlayıp gezebileceğimiz bir yer değildi. Sokak lambalarına yakın yerlerde yol haritası görevi gören periler vardı. Küçüktüler, kanatları arkada çırpınırken asla yorulmuyor gibilerdi. Uzun sivri kulakları, küçük çeneleri ve küçük suratları vardı. Saçları parlak ve görkemliydi, güzel ve tatlılardı. Elbiseleri minik ve kısaydı. Rengarenk giyinmişlerdi. İblis etrafına bakmayı sürdürürken ilk defa konuştu, ‘’Hem teknoloji hem fantastik canlılar bir arada mı?’’ dedi hayretle. ‘’Birinden birinin bu kadar uzun süre yaşaması, büyük başarı.’’ Kafamı sallayarak ilerlemeye devam ettim. Teknolojinin olduğu yerde yol haritası görevi gören perinin pek de hükmü olmazdı; aynı zamanda perinin olduğu yerde de başka canlıların, ki bunların arasında araç görevi gören diğer canlıların da olduğunu düşünüyordum, teknolojinin hükmü olmazdı ama devlet adamları, bu ikisini aynı anda yönetmeyi başaracak kadar zeki olmalılardı. Parlayan ve ışıklı camekanların önünde durup mankenlerin üstündeki elbiselere baktım. Mankenler canlıydı; gerçekten canlıydı ama plastikten yapılmışlardı. Giydikleri görkemli ve oldukça pahalı duran elbise modellerini gösterirken yerlerinde hareket ediyor, insanlara poz veriyorlardı. Onları umursamamaya çalışsam da ki bu çok dikkat dağıtıcıydı ve tuhaftı; o kadar şaşırmıştım ki korkmuyordum bile, yansımama baktım. Siyah dalgalı saçlarım darmadağındı ve gözlerimin altı kararmaya başlamıştı. Dolgun dudaklarım sanki mümkünmüş gibi daha da şişmiş ve kızarmışlardı; gözlerimin akında bile kırmızı damarların rengini görebiliyordum. Renkli gözlerim, henüz hiçbir şeyi bilmemiş ama çoktan çok şeyi öğrenmiş biri gibi bakıyordu. Durgundular, ifadesizdiler. Elimi kaldırıp saçlarıma götürdüm, dağılmış ama yumuşak saçlarımı toparlamaya çalışırken kucağımdaki Xiya beni hayranlıkla seyrediyor gibi bakıyordu. Ona gülümseyip göz kırptım, manken de ona kırptığımı düşünüp bana göz kırpıp gülümsedi. Üçüncü bir gözü varmış gibi ona bakakalmamla İblis ağır ve derin bir kahkahayı havaya savurdu. ‘’Manyak olacağım,’’ dedi söylene söylene ama hala gülüyordu. ‘’Gidelim.’’ Saçımı son kez düzeltip elimi aşağı indirdim. Etrafımı ve insanları süzerek ilerlemeye devam ettim. ‘’Perilerden birine sorsak ya, ne yapacağımızı?’’ dedi İblis, ben dalgın dalgın yürürken. Aniden duraksayıp ona hak vermemle geri yürüdüm ve perinin önündeki son insanı cevaplamasını seyrettim. Ne dediklerini anlamıyordum ama sonra Türkçe konuştuklarında yarım yamalak anlayabilmiştim. ‘’Teşekkürler,’’ demişti şapkalı adam, periye gülümserken. Peri de gülümseyerek, ‘’Önemli değil, efendim.’’ dedi derin sesiyle. Adam yanımdan geçip giderken geriye ferah bir koku bıraktı, parfümünün kokusunu beğenmiştim. Perinin önüne geçtiğimde okyanus mavisi gözlerinin dikkatlice yüzümü seyretmesini izledim. Bir an ne soracağımı unutup öylece kalakaldım. ‘’Sor, yemek nerede yiyebiliriz?’’ ‘’Buraya yakın ama pahalı olmayan restaurant, lokanta gibi bir yer biliyor musunuz?’’ dediğimde peri düşünmeye başladı. Minik elini kaldırıp işaret parmağının ucuyla çenesine dokunup göğü seyretti; kaşları düşünceyle çatılmıştı. Ardından heyecanla parmağını şıklatıp, ‘’Sol ara sokaktan yüz metre ilerleyin, ardından sağa doğru sapın ve on metre ilerleyin. İlk köşede göreceğiniz ‘’Elys’ta Mar’’ sizin için ideal bir restauranttır, efendim.’’ dedi, dalgalı ve derin sesiyle. Kafamı sallayıp, ‘’Teşekkür ederim,’’ dememle gülümsedi ve, ‘’Rica ederim. Büyülü günler.’’ diyerek karşılık verdi. Söylediğini yaparak ilerlemeye devam ettim, taksiler ara sokaklardan geçerken benimle dalga geçiyorlardı sanki. Kaldırımın sonundaki sol kıvrımlı sapaktan geçerek ilerlediğimde ara sokağın da en az ana caddedeki kalabalıktan var olduğunu gördüm. Daralıyordum, enerjim sömürülüyordu sanki. Etraf ışıl ışıl, enerji doluydu ve insanlar güzel bir ruh hali içerisindeydiler ama ben, tam tersiydim. Kalabalıktan hoşlanmıyordum, insanlar ruhumu emiyordu. İblis de yüzünü buruşturarak sıkıldığını belirten derin bir nefesi dışarı saldı. Xiya meraklı gözlerle çevresini seyrederken kucağımda uslu uslu duruyordu. Bayağı bir süre ilerledim, ara sokaklar birbirine yapışmış renkli evlerin arasında dardı ama kaldırımlar genişti. Sokak lambaları daha bir yakındı insanlara sanki, güzel bir sokaktı. Yine her sokak lambasının yakınında bir peri bulunuyordu. Etraftaki insanların kuru gürültüleri kulaklarımda uğultu bırakırken yüzümü stabil tutmaya çalışarak yürüdüm ve önümde uzanan yine kıvrımlı bir ara sokaktan geçtim. ‘’On metre kaldı,’’ dedi. ‘’Dayan…’’ Karnım guruldamaya başlamıştı, Xiya kafasını yukarı kaldırıp bana alttan bakarken meraklıydı. Haline bakıp güldüm. Karnıma yakın yerde durması, sesi daha net duymasına sebep olmuştu ve iyi olup olmadığımı kontrol ediyor olmalıydı. ‘’İyiyim,’’ dedim sakinleştirici sesimle. ‘’Merak etme.’’ Bunu der demez tekrar başını aşağı indirip kolumun üstüne kuruldu ve gri zemini seyretmeye başladı. Elys’ta Mar yazılı görkemli, tahtadan yapılmış tabelayı görmemle yine tahta kapılı bir yerden içeri girdim. Dışarıda iki güvenlik görevlisi vardı. Etraf beyaz ışıklarla döşeliydi ama ucuz bir yer olmasına rağmen insanlar elit kesimdenmiş gibi giyinmiş, medeni insanlara benziyorlardı. Bir köşede kaba saba insanların kuru gürültüsü duyuluyor, geri kalanlar hoş sohbetlerine devam ediyordu. Geniş alanda, masaların üstündeki çarşaflar beyazdı ve tabakları daha temiz ve düzenli gösteriyordu. Masaların üstünde cam kavanoz, içlerinde de renkli balıklar vardı. Duvarlarda asılı tablolar, ünlü ressamların elinden çıkmış eserlerdi. Güzel ve sade bir yerdi, göz yormuyordu. Kapının sağ köşesinde duran resepsiyona ilerledim. Kırmızı, yüksek duvarlı masaya ulaşıp aşağıda oturan saçı düzenli topuz yapılmış, takım elbiseli kadına baktım. Çerçeveli gözlüğünün kemerini düzeltip bana baktı. ‘’Merhaba,’’ dedim, ılımlı çıkarmaya çalıştığım sesimle. ‘’Merhaba, randevunuz var mıydı?’’ dedi kadın, isim listesine bakarak. ‘’Hayır,’’ dedim direkt, ‘’Birden verilmiş bir karardı.’’ Kadın anlayışla başını sallayıp bir görevli çağırdığında o kısacık sürede, ‘’Hayvan kabul ediyor musunuz?’’ diye sordum, biraz çekinerek. Xiya’yı ne yapacağım konusunda kara kara düşünüyordum şu an. Kadın tek kaşını kaldırarak, ‘’Eğitimli mi?’’ demesi üzerine, ‘’Evet.’’ dedim beklemeden yalan söyleyerek. Ne yapsaydım? Ben yemek yerken, kalabalık ve tehlikeli olabileceğini düşündüğüm dışarıya bırakamazdım. Zaten sözümden çıkan bir hayvan değildi. Kadın anlayışla başını salladı, ‘’Tabii ki kabul ediyoruz,’’ dedi, ‘’Gelen müşterilerimizin bazıları da evcil hayvanlarını getiriyor.’’ dediğinde büyük bir rahatlama yaşadım. ‘’Teşekkür ederim,’’ dedim tekrar. Kadın gülümseyip baş selamı verdi. Görevli adam yanımıza geldiğinde boş olan bir masayı parmağıyla işaretleyip, ‘’O köşeye oturabilirsiniz, hanımefendi.’’ dedi. ‘’Teşekkür ederim,’’ dedim ve bir şey demesine fırsat vermeden ilerlemeye başladım. Köşe cam kenarındaydı, biraz kaba saba insanların oturduğu bölgeye yakındı ama onlarla muhatap olmazsam beni rahatsız edeceklerini sanmıyordum. İblis dikkatlice o tarafa baksa da ben sandalyeyi çekip masaya oturduğumda bakışları bana yöneldi. Xiya ayak dibimde oturuyordu. Ardından beyaz önlüklü garson, ‘’Buyurun,’’ deyip kırmızı kapaklı menüyü masamın üstüne bırakıp kayboldu. Masada bir çift tabak duruyordu; karşımdaki tabağın olduğu yere boş bir bakış atıp önüme döndüm ve sert kapağı aralayıp menüye göz attım. Sayfalar bej renginde, kalın sayfalardan oluşuyordu. Bazı bölgelerde yemeklerin tabaktaki gösterimleri bulunuyordu. Fiyatlar o kadar uçuk değildi; Krasa’ya ödeme yapmadığım için hala bin orem vardı. Yemek kısmında bilmediğim bir sürü isim vardı. Hepsinin M’rice olması hoşuma gitmemişti. Omuzlarımı düşürüp İblis’e mahzunca bir bakış atmamla, sabır dilercesine, ‘’Ne yemek istiyorsun?’’ demesi bir oldu. Durgun bakışları menüye kaymış, listeyi kolaçan ederken sayfayı çevirmem için elini havaya kaldırıp parmaklarının uçlarıyla bir sağa bir sola oynama yaptı. Sayfayı çevirdim. ‘’Et.’’ dedim zihnimden. ‘’Yanına iyi bir sos güzel olur.’’ ‘’Garsonu çağır.’’ dedi arkasına yaslanırken; bakışlarını menüden ayırmış yine etrafı seyretmeye başlamıştı. Elimi yukarı kaldırıp bekledim; garson hemen yanımda bitti. ‘’Neye karar verdiniz efendim?’’ dedi gülümseyen suratla. Zoraki gülümsediği belliydi, yanak kasları acıdan uyuşuyor ve kıvrılıyordu. Gözlerine yorgunluk çökmüştü. Esmer ve kısa saçlı bir adamdı. İblis, ‘’Jeura mar’ti souas.’’ dediğinde aksana dikkat ederek kendimden emin bir sesle cevapladım. ‘’Jeura mar’ti souas.’’ Garson baş selamı verip, ‘’Tabii,’’ dedi ve masadan yine aynı hızla kayboldu. ‘’Ne sipariş ettin?’’ dedim İblis’e. ‘’Kekik soslu ızgara et işte.’’ dedi arkasına yaslanarak. Masada neyse ki camdan bir şişede su vardı. Yemeğimi beklerken kaba insanların olduğu masadan gürültüler taşınmaya devam etti. Gülüp sohbet ediyorlar ama bunu çevreye hiç dikkat etmeden yapıyorlardı, sarhoş olduklarını düşünüyordum çünkü masada bomboş şişeler bulunuyordu. Garson birkaç kez masalarına uğrayıp boş şişeleri almak istese de izin vermemişler ve ona küfretmişlerdi. Kaşlarımı çattım, dışarıdaki görevlilere neden şikayet edilmiyordu? ‘’Toprak dik dik bakma,’’ dedi İblis, dişlerinin arasından. ‘’Bela istemiyorum.’’ Dik dik baktığımı bile fark etmemiştim, o masadaki adamlardan biriyle göz göze gelmemle bakışlarımı düzeltip önüme çevirsem de hala masadaki gürültü dikkatimi dağıttığından, arada sırada o tarafa doğru bakıyordum. Izgara olduğu için et bir süre gelmeyebilirdi, ne yapacağımı bilmeyip masanın ortasındaki cam kavanoza parmağımın ucuyla tıklatıp balıkla oynamaya başladım. ‘’Toprak, bela istemiyorum dedim değil mi?’’ dedi İblis gözlerini usulca kapatıp geriye yaslanırken. Köşedeki adamlardan biri ayağa kalktı, göz ucumla onu takip etsem de o tarafa bakmıyor ve dikkatini çekmek istemiyordum. Adam tüm masaların içinden beni bulup bu tarafa doğru yaklaşmaya başladığında korku, kalbime hücum etti. Oturduğum sandalyede dikenler çıkmış gibi hissederek yerimde rahatsızca kıpırdandım ama hala adama bakmıyordum. Masamın tam köşesine gelip önümdeki sandalyeyi gürültüyle çekti ve yanıma oturdu. Sarsak davransa da hareketleri sağlamdı. ‘’Ne haber?’’ dedi pis pis sırıtarak bana bakarken. Hala her şeyi göz ucumla görüyordum, olayı abartıp dikkatleri üstüme çekmektense adamı usulca def etmeyi planlıyordum. Aksi takdirde görevli çağırır ve gerekenin yapılmasını talep ederdim. İblis alt dudağını sinirle ısırdı ve adama dik dik bakmaya başladı. Adam, ‘’Şşş, güzelim. Niye bakmıyorsun?’’ dediğinde yutkunarak sert bakışlarımı adama çevirdim. İblis, adamdan gözlerini çekmeden ‘’Elinin körü!’’ dedi birden bağırarak. Adam sert bakışlarımdan zerre korkmadı, hatta kahkaha attı. Masadaki diğer insanlar fısıldaşmaya başlamışlardı bile, birkaç kişiye rastgele göz ucumla bakıp tekrar kirli sakalları esmer tenine batmış ve yüzünü daha pis gözüktüren adama baktım. ‘’Rahatsızlık verme,’’ dedim keskin bir sesle. ‘’Ya kalkıp gidersin ya da seni şikayet ederim.’’ Adam dudaklarını öne doğru uzatıp alayla güldü, alkol kokusunun yakıcı hissi burnuma taşındığında yüzümü buruşturdum. ‘’Ooo,’’ dedi laubalilikle. Ardından gevşekçe arkasına doğru dönüp burayı sırıtarak seyreden arkadaşlarına, ‘’Şikayet edermiş!’’ diye bağırdı. Masadan daha fazla kahkahalar yükselirken garsona falan bakınmaya başladım. Garson güvenlik görevlileriyle çoktan konuşmaya başlamıştı. Görevlilerden biri kafasını sallayıp bu tarafa doğru gelmeye başladığında rahatlamaya başlamıştım ki kolumda hissettiğim acı dolu baskıyla dişlerimi birbirine bastırdım. Kaşlarım istemsizce çatılmıştı. Xiya ayak dibimde hırlayıp dursa da elinden bir şey gelmiyordu. ‘’Bırak!’’ dedim sertçe, kolumu çekiştirirken. Parmaklar daha da derime gömüldüler ve mengene sertliğinde sıkmaya devam ettiler. Acıdan dolayı yanaklarım kızarmaya başlamıştı çünkü bağıramıyordum, bağırsam daha da eğlenecekti biliyordum. ‘’Bırak, dedim!’’ dedim tekrar, ardından elimi kaldırıp yanağına sertçe vurmamla salonda keskin bir gürültü yankılandı. Avcum ateşe değmiş gibi yanmaya ardından sızlamaya başladı. Görevli yanımıza gelip adamın kolundan tutarken, adam da benim koluma daha sert asılmaya başlamıştı. ‘’Sürtüğe bak! Sen bana tokat mı attın lan?’’ dedi tükürürcesine konuşarak; tükürüğündeki bir damla yüzüme sıçradığında midemin suyu boğazıma doğru akın etti. Yüzüm istemsizce buruştu. İblis çoktan kudurma moduna girmiş ve ayaklanmıştı. ‘’Benimle geliyorsun,’’ dedi adam öfkeyle. ‘’O tokadın hesabını vereceksin!’’ Kolumu çekiştiriyor ve bırakmasını söylüyorken; İblis, elindeki kadehi sıkıyor, bir ileri bir geri oynarken adama sövüyordu. Hiç duymadığım küfürleri bile adama sıralarken aniden bir şey oldu. Salondaki tüm ışıklar sönüp ortalık karanlığa büründüğünde; ortamdaki kuru gürültüler şaşkınlık ve korku nidalarına dönüşüverdi. Adamın kolumdaki baskısı giderek zayıflamaya başladı. İblis de suskunlaşmış, çevresine şaşkınlıkla bakmaya başlamıştı. ‘’Elini çek,’’ dedi karanlıktaki bir ses. Canlıydı, korkusuzdu ve hiç olmadığı kadar tanıdıktı. Çevreye şaşkınlıkla bakarken, karanlıkta parlayan bir çift kızıl gözle kabuslar zihnime bir çağlayan gibi akmaya başladı. Kalbim, az önceki korkudan daha da gürültülü bir tavırla atmaya başladığında adamın kolumdaki baskısını şimdi hiç hissedemiyordum çünkü büyük bir gürültü, kaba olan insanların masasında yankılanmış ve oradan acı dolu iniltiler duymuştum. Işıklar yine yandı ve tam önümde duran bakır rengine dönüşmüş, avını gözüne kestiren bir avcıyla karşılaştım. Avcı, avlarla dolu olan masaya öfkeyle, kana susamış bir iştahla bakıyordu. O tarafa bile bakamıyordum; şaşkındım ve kalbim hiç olmadığı kadar sert ve gürültüyle atıyordu. Birden bileğimden tutup beni kendisine çekmesiyle İblis ellerini iki yana açıp şaşkınlıkla adama bakmayı sürdürdü. Sert tavrına karşılık yumuşakça ona doğru sürüklendim, ardından o masadan ayrılan gözleri gözlerime tutunduğunda hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi. ‘’Seni bulurum dedim, Rea.’’ O, zihnimin kuytu köşelerinde kabuslarımı doğuran ve zihnimi karanlığa bürüyen biriydi. Fakat diğer yandan o, karanlığı delen ateşten yaratılmış gözlere sahip bir adamdı. Zaman aleyhimize işliyordu. Bir gün kabuslarım, rüyaya dönüşecek miydi?
Bölüm nasıldı? Umarım okurken keyif almış ve sıkılmamışsınızdır. Yorucu bir gündü, anlayışınız için şimdiden teşekkür ederim. Emeğimin karşılığını vermeyi sakın unutmayın. Oy ve yorumlarınızı dört gözle bekliyorum!
|
0% |