Yeni Üyelik
7.
Bölüm

6. BÖLÜM: YAŞAYAN ÖLÜLER TAPINAĞI

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Nasılsın görüşmeyeli? Yine uzun bir bölümle karşındayım.

Okuyan ve destekleyen herkese çok teşekkür ederim.

Keyifli okumalar dilerim! :)

Bölüm şarkısı: .Goëtia. | Dark Magic Music

6. BÖLÜM: YAŞAYAN ÖLÜLER TAPINAĞI

 

Zihnimin içinde kasırga gibi uğuldayan, satırlara bekçilik yapan kelimelerin gürültülü nefes seslerini duyuyordum. Kalbim eline aldığı balyozla göğüs kafesime art arda darbeler vurmaya devam ederken nabzımı soluk borumun üstünde hissediyordum.

Ardından nabzım soluk borumdan yukarı tırmanarak kulaklarımda atmaya başladı, kulaklarım saf uğuldamaların etkisindeyken kelimelerin zihnimde bıraktığı etkisi de yavaşça silikleşiyordu. Bir avcının görüntüsü hala gözümün önündeyken hiçbir şey duyamıyordum. İblis’imin karizmatik sesi bile zihnimde yankılanan kelimelerin arasına karışmış aramıza ördüğü buzdan duvardan öteye geçemiyordu.

‘’Beni nasıl buldun?’’ dedim dehşetle, ona bakarken. Bana öyle bir bakış attı ki bir İblis’ten bile daha küçümseyici, daha alay doluydu. Gözlerini kısarken kirpikleri o kadar birbirine yaklaşmıştı ki onların arasında har gibi yanan ateş parçası gözleri daha net görmüştüm.

Yüzündeki ifadeye İblis tek kaşını kaldırarak bakarken; ben sadece yutkunmakla yetinmiştim. Yüzünü muzip bir tavırla buruşturup düzeltirken, burnunun üstü de hafifçe kırıştı. ‘’Sır.’’ dedi sadece ama sesindeki alayı sezmekle kalmayıp onu duydum.

Sanki sakladığı bir şeyler vardı, yine de ne olduğunu bilmiyordum. Kabuslarımla mı alakalıydı? Bir bağlantısı var mıydı?

Masadan yükselen sesler gürültü kirliliği yaparken bakışlarımı arkamdaki kaba saba insanların masasına yönelttim. Adam masaya bir gülle ağırlığında düşmüş ve masayı ortadan ikiye ayırmışken, sarhoş olan diğer adamlar da onun cüssesinden nasibini almış adama sövüyorlardı. ‘’Kalk lan üstümden!’’ dedi biri, ağzının içinde homurdanırken.

Adamın ayağını üstünden itmeye çalışırken yüzü kağıt misali buruşmuştu. ‘’O tarafla ilgilenme,’’ dedi Asir, kulağıma eğildiğini nefesinin ılık hissinden anlamıştım. İrkilsem de ona doğru dönüp gözlerinin içine ifadesizce baktım; gözleri alev alevdi. Yanıyor, ruhunun orada olduğunu ve yandığını bas bas bağırıyordu.

‘’Avcumun içi öyle kaşınıyor ki, o tarafla ilgilendiğinde sadece bana bir sebep vermiş oluyorsun.’’

Tehlike kokan imasına karşılık sadece yumuşakça yutkunduğumda kalbimin gürültüsü artık her yerdeydi. Bakışları onu duymuş gibi göğsüme doğru indiğinde kaşları istemsizce çatılsa da dudaklarında, sadece dikkatlice baktığım anda gözükebilecek bir tebessüm vardı. ‘’Korkma,’’ dediğinde aslında korkmuyordum; anın büyüsüne kapılmıştım.

Kal gelmişti resmen.

Normalde böyle barzo diye anılacak hareketlerden hoşlanmazdım; konuşulacak bir ortam varsa veya hır gür çıkarmadan ortam sakinleşecekse onu yeteneğiyle kullanabilen ve güzelce o ortamdan ayrılan erkeklerden hoşlanırdım. Şimdi, karakterime ve düşüncelerime ihanet ediyormuşum gibi hissediyordum.

İblis mekanik sesiyle konuşurken sesi zihnimin duvarlarında yankılandı. ‘’Yaşa diyeceğim de, yaşasan bize dert olacakmışsın gibi bir his…’’ diye söylendi, yüzünü buruşturup Asir’e bakarken. ‘’Ne söyleyeyim şimdi sana ben?’’

Asir benden cevap duymayınca bileğimi saran parmaklarını gevşetti ve bana alan tanıdı. Biraz uzaklaştığında boşluğa düşmüş gibi oldum, sanki biri beni sırtımdan dipsiz bir kuyuya iteklemişti. ‘’Neden sana sebep vermiş oluyorum?’’ dediğimde sesimin tiz çıkmasına engel olamamıştım. Bakır rengine bürünmüş irisleri, adamların masasından ayrılıp keskince beni bulduğunda artık ciddi bir yüz ifadesine sahipti.

Yine de dudağının kenarındaki gülümsemeyi görebiliyordum; yüzünde yoktu ama gözlerinde o ifade saklıydı.

Sert olmayan ama uyarı dolu sesiyle, ‘’Önce çıkalım,’’ dedi, gözlerimin derinlerine bakmaya devam ederek. Ardından bana doğru yaklaştı ve tam yanımda dururken bedeni omzuma sürtündü; sonra belimin üstünde büyük elini hissettim. Orman kokusunun ferahlığı burnuma dolarken, beni hafifçe iteklediğinde görüş alanımda artık güvenlik görevlilerinin yoğun telaşı vardı. Sarhoş adamları büyük bir gürültüyle itekleyerek, bazılarını zor kullanarak çıkartmaya çalıştılar.

Ardından ortam sessizliğe tekrar büründüğünde, artık masalarda çoktan olayı unutmuş insanların sohbetleri dönüyor, bazılarının bizim hakkında konuştuğunu duyabiliyordum ama önemsemedim. Biz mekanın kapısına doğru ilerlerken, garson, ‘’Verilen rahatsızlıktan ötürü herkesten özür dileriz!’’ diye bağırdı.

Hala belimde onun elini hissediyordum, kalın kabanımın üstünden bile baskısı belli oluyor ve derimi yakıyordu. Sıcaklığı bulaşıcıydı, iz bırakıyordu. Beni iteklemiyor, sadece yönlendiriyordu. Kalbim hala depar halindeydi, İblis’le bakıştığımda bana ters ters baktığını son anda fark ederek irkildim.

Tehlikeli bir şekilde gülümsedi, ‘’Hala adamın elini üstünden çekip bir tarafına monte etmeni bekliyorum, kızım.’’ dedi ardından muzip bir tavırla kaşlarını çatıp daha da sırıttı. ‘’Çok masumum, değil mi?’’ Gözlerimi ondan çektiğimde mekandan ayrılmış, çoktan rüzgarın etkisi altına girmiştim.

Verdiğim siparişi bile iptal ettirememiştim ve onun rahatsızlığını bir yandan duyarken belimdeki elin varlığı yok oldu. Artık peşimde değil, yanımdaydı. Sorumdan kaçmadı, zaten buna gerek de görmedi. Yanıma geldiğinde ve tekrar alev alev yanan gözlerini suratımın her tarafını yakmak, ezberlemek ister gibi yüzüme diktiğinde bir süre düşünürmüş gibi yaparak gözlerimin içine sessizlik içinde baktı.

Konuşmayacak sandığım bir anda, ‘’Kolay kolay yapmadığım bir şeyi aniden yaptığımda ve bu tekrarlandığında, bir dahaki sefere onu daha kolay yapmış oluyorum.’’ dedi. ‘’Sizler buna, ‘’alışkanlık’’ diyorsunuz…’’ Cümlenin devamı varmış gibiydi ama sözüne devam etmedi.

İblis ona alttan alttan bakarken, gözlerine pusu kurmuş imayı görebiliyordum. Sessizliğini koruyup kadehinden yudum aldı. Asir’e beni kurtardığı için kuru bir teşekkür edip ilerlemeye başladım. Asir’in ve Xiya’nın peşimden geldiklerini ayak seslerinden duyuyordum ve İblis’in söylenmesi de bu düşüncemi doğruladı.

‘’Daha niye geliyor peşimizden lan?’’ demişti, geriye doğru bakarak. Kaşlarını çatmış, dudaklarını bir ipten daha sıkı germişti. Kalbim, peşimde olduğu düşüncesiyle depar atıyordu ve onu dizginleyememek beni öldürüyordu! Varlığını arkamda hissetmek güven verse de, bir yandan rahatsız da oluyordum.

Henüz tanımadığım ama zihnime pusu kurmuş biriydi. Ona tam anlamıyla güvenmiyordum.

Birden arkamı döndüğümde dibimde olduğunu çok geç fark ederek irkildim. İri cüssesi, benimle beraber durmuştu ve burnuma taşınan koku her şeyden daha yoğun ve cezbedici bir hal almıştı. Gözlerimi sert göğsünden yukarı kaldırıp, tek kaşını kaldırmış yakışıklı çehresine baktım. Tam olarak yakışıklı sıfatını hak etmeyen karizmatik bir adamdı.

‘’Niye peşimden geliyorsun? İşine bak.’’ dedim sertçe, kaşlarımı çatarak. Hissettiklerimin aksine, korku, telaş ve sebepsiz bir heyecan, sert olmaya çalışıyor ve ona gözdağı veriyordum. Kafasını yukarı doğru kaldırıp bana hala korkunç gibi görünen gökyüzüne rahatça baktıktan hemen sonra gözlerini usulca yummuştu. Sabreder gibi bir hali vardı.

Gözlerini araladı, ‘’Peşinden gelmiyorum, yolum buradan geçiyor.’’ dedi, başı hala gökte, bana tepeden tepeden bakarken. Sadece gözlerini indirmiş, çenesi hala yukarıdaydı ve adem elması yumru halinde boğazında görünüyordu. Keskin çene hattını aşağıdan daha iyi görebiliyordum. İblis çocuk gibi yüzünü buruşturup kafa sallarken, ‘’He inandık,’’ dedi söylene söylene.

‘’Öyle mi?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak, yüzüne bakarken. İnanmadığım her halimden belliydi. ‘’Beni nereden buldun?’’ dedim tekrar ama bu soruma cevap vermeden yanımdan geçti. Geçmeden önce gözlerini erkeksi bir şekilde devirdiğine şahit olmuştum.

Gıcık!

Arkamı dönüp onun geniş sırtının ilerleyişine bakarken, alaylı sesi kulaklarıma taşındı. ‘’İnandın mı, Rea?’’

Bana her defasında kedi demesine mi öfkelensem, ki o kedi Van kedisi gibi bir şeydi sanırım, yoksa bu hakkı nereden bulduğuna mı şaşırsam karar veremez halde arkasından bakıyordum. İblis güldü, ‘’Yapıştıracağım ağzına, yok yok…’’ diye söylenirken başını aşağı eğmiş kadehinin içine bakıyordu. Oradaki yansımasıyla mı konuşuyordu, ne yapıyordu?

Cevap vermeden, Asir önde ben onun arkasında yürümeye devam ettim. Geniş sırtı, ellerini ceplerine koyduğundan daha düz duruyor ve iri cüssesi, her yürüyüşünde daha asil görünüyordu. Adımları sağlam, omuzları dikti ve vücudunun her yerinden özgüven akıyordu.

Sadece siyah bir kaban, altına koyu kiremit rengi bir kazak giymişti ve dövme niyetinde duran silahı, boynunun tam kıvrımında asil bir şekilde duruyordu. Yılanın başının ucunu görsem de birazdan yukarı tırmanacağını ve gözler önüne serileceğini içten içe tahmin ediyordum.

Sokak lambalarının arkasından ilerlemeye devam ediyordum, sarı ışıklar yüzümün yarısına değerken perilerin konuşmalarını yarım yamalak dinliyordum. Xiya tam dibimde, başını yukarı kaldırmış siyah gözleriyle suratıma bakarken iyi olup olmadığımı kontrol ediyor gibiydi ama patileri yeri dövüyor, hiçbir yere takılmadan ilerlemeyi başarıyordu.

Ona bakıp gülümsedim, iyi olduğuma kanaat getirince kuyruklarını asil bir şekilde kıvırıp sallarken önden ilerlemeye başladı ve Asir’in ayak ucuna kadar gitti. ‘’Eceline susamış,’’ dedi İblis, hayvana bakarak. Asir hiçbir şey olmamış gibi ilerlerken aniden durdu, ardından başının hafifçe aşağı eğildiğini ve yerdeki hayvana baktığını fark ettim.

Xiya da o durunca durmuştu. O da başını kaldırıp tıpkı bana baktığı gibi Asir’e bakmaya başladı.

‘’Tenimdeki seni sevmiyor,’’ dedi Asir, durgun bir ifadeyle. ‘’Çok yaklaşma, ısırır.’’

Xiya onu anlamış gibi durmuyordu, biraz daha yaklaşarak ayak bileğine doğru yanaştı, ardından tek kuyruğunu adamın bacağına doladı. Siyah pantolonunda rengarenk bir leke varmış gibi görünüyordu. Asir, o küçük hayvanın jestine karşılık yan döndüğünde ayakkabısının altındaki kaldırım taşı sertçe sürtündü ve adamın profilinden Xiya’yı düz bir ifadeyle seyrettiğini gördüm.

Elleri hala kabanının cebinde, bacağına kuyruğunu dolamış hayvana bakarken ne düşündüğünü merak ettim. Yılan artık boynunda değildi. Korkuyla öne doğru atılarak hayvana ilerlerken adamın diğer paçasından dışarı çıkmış Ouroboros’u görmemle gözlerim kocaman aralandı ve duraksadım.

Dehşet çoktan karşımda, Xiya’nın pençelerinin arasındaydı sanki. Hayvan geriye çekilerek beyaz kürkünü kabarttıkça kabarttı, Ouroboros’sa bedenini dikleştirmiş küçük dostuma tıslıyordu. Yılanın sivri, çatallı dili bir öne bir geriye çekilirken yılan aniden atıldığında boğazımdan şaşkınlık dolu bir çığlık koptu.

Xiya ise geriye çekilerek yılanın darbesinden kurtulmayı başardı. Bana doğru koşacakken Asir eğildi ve iri cüssesine tezat düşecek bir hareket yapıp Xiya’nın pamuk tarlası gibi görünen karnından kavrayarak onu kucağına aldı. Ouroboros bu sefer dönüp sahibine tısladı, ardından paçasından hışımla içeri girdiğinde Asir’in başını dikleştirip derin bir nefes verdiğini gördüm.

Dişleri arasından adeta tıslayarak, ‘’Şerefsiz.’’ dedi, fısıldayıp.

Xiya yine de ürkmüş bir vaziyette tırnaklarını Asir’in kabanının içinden geçiriyor, kucağından kurtulmak istiyordu. Yalvaran gözlerini bana doğru yönelttiğinde tuttuğum nefesimi dışarı bırakarak acele edip onlara doğru yürüdüm. Ardından parmaklarım küçük dostumun tüylerinin arasına daldı ve onun titreyen bedenini kendime çektim.

‘’Yılanına sahip çık!’’ dedim sesimi istemsizce yükselterek. Asir’e kızgın gözlerle bakarken, o hiçbir şeye aldırmadan tekdüze şekilde konuştu. ‘’Onu uyardım.’’ Bu bahanesiyle suratım nasıl şekle girdi bilmiyordum ama İblis bile, ‘’Tepkine dikkat et,’’ dedi. Tartışmamızdan keyif alıyor gibi görünüyordu, rahat şekilde tahtına yaslandı ve bacak bacak üstüne atıp kadehinden keyif yudumları almaya başladı.

Gözlerim sonuna kadar aralanmış, aklım durmuş bir vaziyette yüzüne bakakaldım. Ardından, ‘’Hayvan ne anlasın?’’ dedim bu sefer, şaşkınlık ve feryatla.

Asir’in kızıl hareleri bir kucağımdaki hayvana, bir bende mekik dokudu; tepkisizliğinin tam ortasına yapıştırmak istiyordum. ‘’Hayvanını eğitmediysen bu benim sorunum mu? Onu eğitmelisin.’’ dedi ve cevabımı beklemeden sakince, oralı olmadan ilerlemeye başladı.

Dilimin ucunu sertçe ısırıp tekrar beni arkasında bıraktığı için geniş sırtını seyrettim. Metalik tat, damağıma doğru yayılıp kendini her saniye güncelledi. Acı dilime yayıldı, tükürüğümle beraber o tadı yutmak zorunda kaldım. Ardından gözden usulca kaybolmaya yakın Asir’in peşinden ilerlemeye başladım.

Adımlarımızdan yükselen sese kulak kabartıyor, düşüncelerimin önünü kesiyordum. Sokağın başında, mekandaki adamlar toplanmış az önceki olayı unutmuş gibi bir tavırla muhabbet ediyorlardı. Kafaları hala güzeldi, suratlarına yorgun veya bunalmış bir ifade çöreklenmişti.

Beni rahatsız eden adamı da aralarında görüyordum, sırtını duvara yaslamış başını yukarı kaldırarak gökyüzünü seyrediyordu. Tek eli aşağıda, parmaklarının arasında dengelediği sigarayı arada sırada havaya karıştırıyordu. Asir’in arkasına doğru yetişerek o önden, ben arkadan ilerledik.

Onlara bakmamaya dikkat ediyordum, ben bakmasam da kimse bilmiyordu ama benim üçüncü bir gözüm vardı. ‘’Seni rahatsız edenin radarına girdin,’’ dedi kafamdaki ses. Elinde dönen şarabı keskince sallıyor, kıstığı gözleriyle adamı seyrediyordu.

Dumanlarının etrafa serice yayılmasını seyrettim, öfkeliydi. ‘’Yine bela almak istemiyorum, o yüzden o tarafa dönme. O seni seyretse de sen, Asir’in yanında yürü.’’

‘’Şşş,’’ dedi, sarhoş adam. ‘’Bi’ baksana.’’

Gözümün ucuyla sırtını duvardan ayırıp bana doğru geldiğini görüyordum; Asir aniden durdu. Bense gergince yutkunarak kalbimin göğsüme hızlıca darbeler atmasını hissettim. Ben de dursam da o tarafa dönmemekte kararlı bir şekilde, sadece Asir’in keskince adama baktığı profilini seyretmeye başladım.

Çenesindeki kaslar gerilerek oynarken yanaklarında çukurlar bırakıyordu. Adam bize sarsakça yaklaşırken, gözlerini kısarak ona bakmaya başladı. İblis parmaklarının uçlarıyla alnını ovarken, gözlerini yummuş derin bir nefesi dudaklarından bırakmıştı. ‘’Niye? Tatarus?!’’ dedi aniden başını yukarı kaldırarak, gökyüzünü seyrederken.

‘’Benden bu kadar mı nefret ediyorsun lan?’’

Sarhoş adama doğru dönerken, zihnimden, ‘’Tanrı’na lan deme.’’ dedim, ‘’Uğursuzluk getirir.’’

Güldü, ardından bakışlarını bana doğru indirdi. ‘’Tek derdimiz bu olsun, be.’’ derken sesi alay doluydu. Ardından sarhoş adama bakarken, ‘’Aa,’’ dedi şaşırırmış gibi, ‘’Zaten buymuş.’’

‘’Ne vardı?’’ dedim, esmer tenli sakalları birbirine karışmış olan adama bakarak. Kıstığı kahverengi gözlerini üstüme sabitlemiş, dudaklarını edepsizce yalamıştı. Tiksindiğimi bile belli etmeden, ifadesizce suratına bakmayı sürdürdüm. Ondan hiçbir şekilde korktuğumu belli etmek istemiyordum, tiksinç gibi bir duyguyu yüzümde belli edersem bundan zevk bile alabilirdi kaldı ki korku, diğer duygulardan daha güçlü bir histi.

Karşındaki insanın özgüvenini yeri geldiğinde yükselten, seni onun karşısında alçaltan bir his.

Adam bozuk harfleri kullanarak, ağzında geviş getiriyormuş gibi konuşmaya başladığında kelimeler bulanık bulanık beynime ulaşmaya başlamıştı. Anlamak için onu dinlerken istemsizce kaşlarımı çattım. ‘’Az önce mekanda bana tokat atmıştın,’’ dedi adam bir adım atıp üstüme gelirken. Gözlerinde tehlikeli bir parıldayış vardı. Nabzımın hızlandığını hissediyordum.

Yine de yerimde bile kıpırdamadım.

Titreyen ellerimi, karşımdaki şerefsize çaktırmamaya özen göstererek kabanımın cebine soktuğumda Xiya zaten çoktan ayak ucuma inmişti. Kalbim kasılırken, ona inat dimdik bir şekilde, ‘’Ne olmuş? Beni çekiştirip rahatsız eden de sendin.’’ dediğimde adam öyle bir güldü ki, aslında beyninin bulanık olduğunu düşünmemeye başlamıştım. Zihni yerli yerindeydi, kafasını yeteri kadar toparlayabiliyor ve düşünebiliyordu.

Asir’se gerekli olmadıkça olaya karışmadan bizi seyrediyordu. Yanımda gerildiğini hissetsem de ona doğru dönmüyordum, onunla ilgilenmemeye çalışıyordum.

Karşımdaki adamın dudakları gerildikçe gerilmişti, gülüşünü gösterirken sararmış dişleri de ortaya çıktı. Ardından dişlerini kabaca birbirine bastırıp derin bir nefesi içine çektiğinde dudaklarının arasından tiz bir ıslık yükseldi. Bakışlarımı yavaşça ağzından çekip öfkeye bulanmış suratına dikerken yanında hırsla havaya kalkan elini son anda görmüştüm. Gözlerim irice açıldığında İblis hırsla ayağa kalkıp dişlerini birbirine bastırdı.

Yalnız bir sorun vardı ki havadaki el, hala havadaydı. Zamanın durduğunu düşünmüyordum, çünkü arkadaki insanlar hala yürüyor veya sarhoş adamın arkadaşları burayı hareket ederek seyredebiliyordu. Hepsinin gözleri kocaman aralanmıştı, suratlarında korkunun emareleri dolanıyordu.

Adamın havadaki eli titremeye başlarken anlam vermeye çalışırcasına suratına bakınmaya başladım. Asir dilini damağına sertçe koyup birkaç ritim tutturdu. Kalbim seri şekilde atarak varlığını belli ederken, bir adım geri çekildiğimi bile son anda fark etmiştim. Düşünemeden, Asir’e doğru döndüğümde kafasını aşağı indirmiş iki yana sallarken, ellerini cebine atmış vaziyette öylece duruyordu.

Kapkalın, her şeyden daha fazla korku vaat eden sesiyle; ‘’O eli kaldırana kadar iyi gidiyordun,’’ dedi kendi kendine söylenirmiş gibi. Elini kaldırıp ensesini kaşırmış gibi yaptığında boynundaki yılanın artık yerinde olmadığını fark ettim. Yutkunarak tekrar önümdeki adama baktığımda hala kolunun titremekte olduğunu gördüm; diğer eliyle kolunu tutuyor ve titremesini engellemeye çalışıyordu.

Ağzı şaşkınlık ve korkuyla gerilmiş, gözleri irileşmiş hala bize doğru bakarken sadece kolu da değil bacaklarının da titrediğini fark ettim.

Asir parlayan bakır rengi gözlerini yukarı kaldırıp adamın suratına sertçe baktı. ‘’Seni şuracıkta öldürebilirim,’’ dedi bu sefer odağını şaşırtmadan, adamın korku dolu gözlerine bakarken. ‘’Çürümüş etini de yılanıma saklardım ama burası kalabalık bir yer, dikkat çekmek istemiyorum.’’ dedi tane tane, sakince adamın suratına bakıp onunla sohbet ederken.

İblis geri oturup yaslanırken suratında keyif aldığını gösteren bir sırıtış vardı. Kaşlarını çatıp dudaklarındaki gülümsemeyle olayı seyrediyor, bir yandan Asir’in ne yapmaya çalıştığını çözmeye çalışıyordu. Asir’e doğru yaklaştığımda Xiya çoktan ayağımın dibine gelmiş, titriyordu. Onu sakinleştirmeyi aklımın bir köşesine not etsem de, şu an sakinleştirilmesi gereken kişi bendim.

Yerimde mıhlanmış misali durmaktan vazgeçip ona doğru birkaç adım atarken, ‘’Asir, gerek yok.’’ dediğimde adamın dehşetle, ‘’Asir mi?’’ diyerek kekelemesini duydum. Tekrar bakışlarım artık kolu tamamen sarsılan adama döndü, tek omzu da koluyla beraber sallanıyor ve onu zapt edemiyordu. Kolunu da aşağı indirememesi, işleri daha beter hale sokuyordu.

Asir’in gözleri kısıldıkça kısıldı, tıpkı bir yılanın bakışları kadar ince ve keskindiler.

‘’Canını sana bağışlayacağım,’’ dedi Asir, tehlikeli bir sesle. Düşünürmüş gibi bir tavır sergileyerek adamı süzerken tek kaşındaki yarayı gözler önüne sermek istercesine orayı parmağının ucuyla kaşıdı. Adamın gözbebeklerine kadar sinmiş korkusu, artık panik ve dehşetin izlerine dönüştü.

Arkasında duvar dibinde durmuş arkadaşlarının yerlerinde yel esiyordu. Kimse kalmamıştı.

‘’Ama Rea’ya kalkan o kolun,’’ dedi tane tane, ardından gözlerini adama sabitleyip tehlikeyle sırıttığında beyaz dişleri kabuslarımdaki gibi parladı. ‘’Benim.’’ Kelimeyi öyle ağır, öyle tehlikeli şekilde bastırmıştı ki yutkunarak artık ceplerimde titreyen ellerimi sabitlemek üzere sertçe yumruk yaptım. Tırnaklarım avcumun içine batıyordu.

Sesinde ölüm vardı, karşımdaki sarhoş adamın arkasında Azrail, ensesinde onun soğuk nefesi vardı.

Adam dili pelteye dönmüşçesine kekeledi, ‘’Ben, ben, çok özür dilerim…’’ dedi ağlamaklı şekilde. Durumuna korkuyor, korktukça zihni daha da berraklaşıyordu. Zihni ortaya çıktığında kolundaki acısı da omzuna doğru tırmanıyor ve ağrı, katlanılmaz şekilde artıyordu.

Her konuştuğunda dudaklarından dökülen iniltiler, bu düşüncemi doğruluyordu.

İblis olayı seyrederken kaşlarını beğeniyle kaldırdı, ‘’Vay,’’ dedi ardından, ‘’Aşırı havalı.’’ Kadehini dudaklarına götürürken kısaca, kıkır kıkır güldü.

‘’Asir,’’ dedim ama benim bile sesim titremişti. Yutkunarak sesimi dizginlemeye çalıştığımda aslında benim de zihnime korkunun tırnakları geçmişti; İblis bana doğru yandan bir bakış attı ama oralı olmadı. ‘’Karışma,’’ dedi sadece, sertçe. ‘’Hak eden hak ettiğini bulur.’’

Yine de yanımda duran canavarın, kabanında olan elinin kalın bileğini tuttum. Bakır rengine bulanmış gözleri, bana doğru kaydığında ifadesinde öfke yoktu; durgun ve hissizdi sanki. ‘’Gidelim, tamam mı? Anladı.’’ dedim uyarırcasına, adamı kast ederek.

Kaşlarımı kaldırmış, buz-kızıl harelerimi onun kırmızı renkli gözlerine dikmiştim. Bastıra bastıra, ‘’Anladı.’’ dediğimde cesaretime karşılık sadece kaşlarının ikisini de yukarı kaldırdı. Gözlerinin anlık olarak parıldadığına şahit oldum. Gözlerini hafifçe kısarken, ‘’Tamam,’’ dedi ardından, sakince. ‘’Gidelim.’’ Elini cebinden çıkardığında gözlerim bileğini saran ince parmaklarıma kaydı. Ardından elini ters çevirip büyük avcunu, parmaklarıma dokundurduğunda irkildim.

Kalbim hiç olmadığı kadar gürültüyle atarken parmaklarının uçlarıyla, parmaklarımı tuttu ve elimi nazikçe tutarak beni öne doğru yönlendirdi. Ardından elimi bırakmış, elim yanımdaki boşlukta sallanırken o, arkamdan yürümeye başlamıştı. Sanki elimi beni yönlendirme amacıyla tutmuştu, direktif vermiş sonra rahatsız etmemek için bırakmıştı.

Omzumun üstünden arkama dönüp adamı kontrol etmek istedim, fakat Asir’in iri cüssesi buna engel oldu. ‘’Önüne dön, Yağmur.’’ dedi keskin sayılacak uyarı dolu sesiyle. Kalın ve otoriter sesini duyar duymaz önüme döndüm; afallayarak göğsümde her saniye kendini hızlıca belli eden et parçasıyla yürümeye devam ettim.

İblis’se çoktan arkayı seyrediyordu bile, biz sokağın sol köşesinden saparken adamı net şekilde gördü. ‘’Kolunu artık kullanabileceğini sanmıyorum,’’ dedi önüne dönerken. İfadesinde huzura bulmuş bir ruhun, rahatsız edici tebessümünden vardı. Kadehinden yudumlar alırken keyifliydi.

‘’Tamam dedin,’’ dedim öfkemi dizginleyerek, arkamdaki canavarla konuşurken.

Güldüğünü işitsem de kısa sürmüştü, o yüzden beynimin oyunu olup olmadığını bilmiyordum. ‘’Sırtında üçüncü bir göz mü var?’’ dediğinde alaylı sesine karşılık aniden arkamı döndüm. Yine aynı şekilde, aynı hislerle ona doğru dönmüş sert göğsüyle karşı karşıya gelmiştim.

Bu akşam ne kadar çok sinirlenmiştim böyle?

Kirpiklerini kırpıştırarak masum rolüne bürünmüş adama bakakalırken, yutkunup geri çekildim. ‘’Beni kandırdın.’’ dedim, sesimin ne sert ne yumuşak olmamasına özen göstererek. Beni rahatsız eden, kolumu çekiştirip az kalsın tokat atan biri için ona karşı gelmeyecektim; fakat onu ilgilendirmeyen mevzuyu budaklandırdığı ve tamamen ayıldığında belki de bu akşamı hatırlamayacak birine zarar verdiği için Asir’e de yumuşamayacaktım.

Ayrıca benim aklımla oynayıp beni kandırmıştı.

‘’Tamam,’’ dediğinde olayın bittiğini ve o adama zarar vermeyeceğini düşünmüştüm. Ona belki de güvenmiş, güvenin ilk tohumlarını korkumun arasına serpiştirmiştim ama yine bana, kâbuslarımdaki canavarı hatırlatmayı başarmıştı. Kirpiklerini kırpıştırmayı bıraktı, sessizliğini de bozarken sesinde hiçbir duygu kırıntısına rastlamadım.

‘’Neye tamam dediğimi bile bilmiyordun,’’

‘’Olayı bitirdiğini düşündüm.’’

‘’Bitirdim zaten.’’ dedi, tek omzunu silkerek rahatça. Kafamdaki kişinin mekanik sesi, gür bir kahkahayla odada yankılandı.

‘’Bana kelime oyunu yapma!’’ dediğimde sesim istemsizce sert çıkmıştı. Kaşlarımı kaldırıp, parlayan kızıl harelerinin tam ortasına baktığımda o siyah çukurda yüzümdeki ifadeyi net şekilde görebiliyordum. Hissettiklerimin aksine korku dolu bir ifadem yoktu; kendinden emin, ne dediğini bilen bir kadının özgüveni vardı.

‘’Rea,’’ dediğinde derin bir nefes verip, ‘’Böyle seslenme.’’ dediğimde mazinin ayak sesleri zihnime akın edecek gibiydi. O sesi duysam da onu önemsemeden Asir’in keskin suratına bakmaya devam ettim. Yüz ifadesi alay doluydu, yine de dudaklarında bir tebessüm yakalayamamıştım.

Benimle oyun oynuyordu. Resmen.

‘’Yağmur,’’ dediğinde gözlerimi sakin olmaya çalışırcasına yumdum. ‘’Adım Evin.’’ dediğimde sohbetin, ben fark etmeden dağılmasını idrak edip gözlerimi sertçe ona diktim ve, ‘’Konuyu dağıtma.’’ dedim. Omuzlarının ikisini de yukarı kaldırıp gözlerini umursamazca etrafta gezdirdikten sonra, ‘’Dağıtan sensin.’’ dedi.

İblis yine kahkaha atarak, ‘’Bir canavarı azarlayan da sensin,’’ dediğinde bakışları tehlikeli bir hal alsa da dudaklarında hala keyfi bir sırıtış vardı. ‘’Fazla uçma, karşında çocuk yok Toprak.’’

Asir’in hala bana baktığını görüp kendimi dizginlemeye çalıştım, yine rahatlığını bozmadan konuşmaya başlamıştı. ‘’Ben sana tamam dediğimde, ‘’anladı, gidelim’’ dediğin için tamam dedim. Eğer şöyle söyleseydin,’’ deyip biraz duraksadı ve suratımın aldığı ifadeyi bir süre süzdü.

İşte tam o sırada, dudaklarında ufacık da olsa canlanma görmüştüm. Yine de uzun sürmedi. Gözleriyle suratımı tararken; İblis bile tek kaşını kaldırmış, hem tartışmamızın verdiği keyifle hem de az önceki olayı açıklamaya çalışan Asir’in düştüğü duruma gülüyor; alayla ve beklentiyle karışık ona bakıyordu.

‘’Ona zarar verme, anladı deseydin; ben de ona tamam derdim ve öylece giderdik.’’

Dümdüz bir suratla yaptığı dümdüz açıklamasına, gözlerimi birkaç saniye kırpıştırıp aval aval ona bakarken İblis dayanamamış yine kahkahalarla gülmüştü. Köpek dişleri belli olurken kafasını geriye doğru atmıştı. ‘’Kafayı yiyeceğim,’’ dedi gözündeki yaşı parmağının kenarıyla silerken.

Asir’se yüzümdeki ifadeye beklentiyle bakıyordu, kaşlarını yukarı kaldırdığından irileşmiş gözleri sayesinde harelerinin rengi daha da belirginleşmişti. Alnında birkaç çizgi oluşmuştu. Ne diyeceğimi bilemeyerek ona bakmayı sürdürdüm ve ağzımı birkaç kez boşuna kapatıp aralamış oldum. Kaşlarımı şaşkınlıkla havaya kaldırıp indirirken, ‘’Neyse, boş ver.’’ dedim en sonunda mırıldanarak önüme dönerken.

Arkamdan gelirken, ‘’İnsan bir teşekkür eder, ne kadar nankör varlıklar…’’ diye söylenmesini işitiyordum. Sabredip sessizlik içinde ilerlemeye devam ettim. ‘’Onun yerine azar yedim.’’ diye söylenmeye devam ederken İblis hem yüzümdeki ifadeye, hem Asir’e bakıp kafamda gülmelerine engel olamıyordu. ‘’Ulan,’’ dedi gülüşlerinin arasından. ‘’Hayatımda hiç bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum.’’

Kaldırım taşının ayağıma batıp topuklarımı ağrıttığını hissediyordum; yorgunluktan bir hal olmuştum ve karnımı doyuramamıştım. Gecem mahvolmuştu, şu an mekanların camlarından yansıyan ışıkların yüzüme vurmasını, etrafa ilgimi tamamen kaybetmiştim. Başımı eğerek kaldırım taşına yansıyan ve bazı yerleri karanlığa boğan ışığa odaklanıp sessizce ilerledim.

‘’Aç mısın?’’ diyen ses, arkamdan geliyordu. ‘’Adımların yavaşladı.’’

Karnımın içi büyük bir guruldamayla kasıldığında elimi istemsizce oraya götürüp sesi bastırmaya çalıştım. Yine de utanç yanaklarıma dalga dalga yayılmıştı. Neyse ki arkamdaydı, göremiyordu. Bir nefes verdiğini işittim, sonra yanımda aniden belirdiğinde bileğimi saran parmakların baskısı yoğundu.

Duraksayarak başımı yukarı kaldırdığımda bana ifadesizce bakıyordu. Başparmağını kıvırıp arkasında kalan binayı gösterdi, ‘’Burada yeriz,’’ dediğinde kaşlarımı anlam veremeyen gözlerle çattım. Bileğimi hala tutan parmaklarının hissi etimi karıncalandırırken oraya bakmadan, arkasındaki binaya göz attığımda küçük bir lokanta olduğunu görüp yutkundum.

‘’Hayır demezsin herhalde?’’

Bir süre düşünerek suratına bakındım, tek kaşını kaldırmış neyi düşündüğümü hesap etmeye başlamıştı. ‘’Parayı dert etme, benden.’’ dedi sonra, uzun süre düşündüğüm için hesabı düşündüğümü sanmıştı. Bileğimi kendime doğru çekerek parmaklarının oradan kopmasını sağladım, ‘’Gerek yok,’’ dedim kuru bir sesle. ‘’Benim de param var.’’

Kafasını salladı, ‘’Yine de benden.’’ diyerek beni omzumun kenarından tuttu ve ilerletmeye başladı. ‘’Aç bir insana göre fazla düşündün, eğer böyle düşünürsen önündeki yemekten de olursun.’’ Xiya önden, ben arkadan; benim yanımda Asir’le beraber mekana giriş yaptık. ‘’Xiya?’’ dedim sorarcasına, ona doğru dönüp.

Bana değil, ileriye bakıyordu ve hala büyük elinin sıcaklığını kabanımın üstünden bile hissediyordum. Omzumdaki baskısı, inkar etsem de ve hoşuma gitmese de güven aşılıyordu. ‘’Merak etme, Nehantis’e geldiğinde her mekanda en az bir hayvan görürsün.’’

Kafamı salladım. ‘’Tabii, eğitimli olması gerekiyor.’’ dedi imalı bir sesle devam ederek. Ona ters ters bakıp, ‘’Benim hayvanım değil ki,’’ dedim kaşlarımı çatarak. ‘’Ben neden eğiteyim?’’

Tek omzunu silkti, ‘’Seni sevmiş gibi görünüyor, haberin olmadan hayvan sahiplenmişsin.’’

Mekanın gösterişli olmayan, tahta kapısından içeri girerken İblis de kafa salladı ama halinden memnun değil gibiydi. ‘’Maalesef, doğru söylüyor.’’ Mırıldanışı, bir fısıltı gibi koridorlarımda yankılandı. ‘’Artık senin.’’ Kuru bir gürültü etrafı uğuldatıyordu. Mekan gösterişsizdi, Elys’ta Mar bile köşede kalmasına rağmen bu yerden daha gösterişliydi.

İnsanlar burada daha sakin, huzur veren sohbetlerini ediyor ve kimse gereksiz gürültü yapmıyordu. Garsonlar masaların etrafında pervane misali dönerken suratlarından yorgunluk akıyordu. Resepsiyon yerine kasa görevlisi vardı, Asir omzumdan elini çekmiş ve boş bir masaya doğru yönelmişti.

Ben de onu takip ettim. Ayakkabılarımızdan yükselen sesler fayans döşemelerde yankı yapıyordu. Mekanda beyaz ışık hakimdi, etraf aydınlık görünse de yine de eski olduğunu görebiliyordum. Duvarların rengi solmuş, beyazdan griye doğru dönmüştü. Soluk renkler hakimken, yine de masalar düzenli ve temizdi. Boş tabakların ve ortada ufak bir şamdanın içindeki mumlarla sade ama özenli masaları vardı.

Cam kenarına geçtiğimizde sokaktaki insanları ve farklı binaları görüyorduk. Asir karşıma otururken, ben de sandalyemi hafifçe gürültü çıkartıp geriye çektim ve karşısına oturdum. Sandalyeden çıkan gürültü bile havadaki uğultuya karışıp kayboldu.

‘’Mekan güzel değil,’’ dedi Asir, boş gözlerini çevrede dolandırırken. Sanki kendi mekanıymış da beni buraya getirdiği için özür diliyor gibiydi. Kızıl harelerini üstüme dikerken, ‘’Yine de sorun çıkmadan yemek yiyebiliriz.’’ dedi kuru bir sesle. Başımı sallayıp sabırsızlanmaya başlayan midemi bastırmak amaçlı, boş tabağımın yanında duran kırmızı kapaklı menüyü elime aldım.

Karton kapak kalındı, kapağını araladığımda iki sayfa olduğunu gördüm ama yemekler ve içecekler düzenli bir şekilde listelenmişti. Burada Türkçe kelimeler de olduğundan memnun bir vaziyette sayfada gözlerimi dolaştırdım. Diğer sayfada tatlılar olmalıydı. Oraya bile bakmadan önümdeki yemek listesine göz atıp bir et yemeği seçtim. Bir de kola.

Asir de menüye göz attıktan hemen sonra bakışlarını üstüme çevirip, ‘’Ne istersin?’’ dedi düz bir ifadeyle.

Menüde gözlerimi son kez dolaştırdıktan sonra kapağını kapatıp masanın köşesine koydum. Ardından, ‘’Baharatlı ızgara et ve kola.’’ dediğimde başını memnuniyetle salladı.

Ardından tek elini kaldırıp sadece havada tutarken sessizce garson çağırmış oldu. Beyaz önlüklü, siyah gömlekli bir garson yanımıza geldiğinde elini indirdi; çalışan adamın elinde bir kalem ve not defteri vardı. İnce dudaklarında zoraki bir gülümseme varken, gözlerinde yorgunluk görüyordum.

‘’Hoş geldiniz efendim, neye karar verdiniz?’’

Asir sert olmayan ama yine de sert gibi çıkan sesiyle, ‘’İki baharatlı ızgara et, iki kola.’’ dedi sadece. Kafasını kaldırmış adamla göz teması kuruyordu, bense onu seyrettikten sonra kısaca garsona bakıp önüme döndüm. Adam not defterine siparişlerimizi karalarken, ‘’Hemen geliyor.’’ dedi ve gözden kayboldu.

Ortam gürültülüydü ama masamıza bir sessizlik çöreklenmişti. İblis bile bir bana bir ona bakarken tek kaşını kaldırmış, arkasına yaslanmış vaziyette oturuyordu. Xiya ayak dibimde varlığını belli ederken, tek ayağımın üstüne oturmuş soluklanıyor veya belki uyuyordu.

Başımı eğip beyaz örtünün eteğini kaldırdım ve onu kontrol ettim. Uyumuyor, etrafı seyrediyordu ama insanların kalabalığı onu rahatsız ediyor olmalıydı. Etrafına bir süre baktıktan sonra bir nefes bırakıp yorgunca ayağıma daha çok yayıldı. Sıcaklığını hissediyordum, solukları ve karnını hoplatan o kalbinin atışlarını… Çok tatlıydı.

Kuyruğunu tek hale bürümüştü ve bedenine kıvırmış üstten top gibi görünüyordu. ‘’Sadece o değil, sen de ona alışmış gibisin.’’

Beyaz örtüyü tekrar düzeltip gözlerimi karşımdaki adama çevirdiğimde bana durgun diyebileceğim bir ifadeyle bakıyordu. Tek kaşındaki yarasını yine saçları kapatmış, üstü beyaz ışıklardan dolayı daha açık bir tona bürünmüştü. Kestane rengi saçları dağınık ve her zaman gördüğüm gibi asilerdi.

Kazağı ona yakışmıştı, kiremit rengine çalan kazağı beyaza çalan ama hafif kavruk tenine gitmişti. Üstüne aldığı kabanı çıkarma gereği duymamıştı. Masanın üstünde duran ellerinin tekinde, Ouroboros’un başı duruyor; derisine gömülmüş damarlarının arasında hüküm sürüyordu.

Öfkesi geçmiş olmalıydı, stabil olarak yerinde duruyordu; Xiya’yı korurken sahibine bayağı alınmıştı.

‘’Tatlı bir varlığa alışmam kolay oluyor,’’ dedim, yılandan gözlerimi çekerek ona bakarken. ‘’Kedi, köpek…’’ Sıralayacakken yarıda kesmişim gibi sustum. Kafasını dinlediğini belirtir gibi sallayıp, ‘’Madem sürekli karşılaşacağız,’’ dedi Asir sakince, ‘’Neden tanışmıyoruz?’’

Sorusuyla yumuşak bir şekilde yutkundum, beklentiyle bakan gözlerine ne söyleyebileceğimi bilemeden sustum. Tanışmak istiyor muydum? Beni defalarca korumuş ve ben tehlikedeyken gözünü bile kırpmadan beni bulmuştu. Ona güvenebilir miydim? İblis’e doğru baktığımda tek omzunu silkti, ‘’İçim hiç rahat değil,’’ dedi. ‘’Yine de tanışmak istersen seni durduramam.’’

Kadehini tek elinde oval dairelerle sallarken, ‘’Bu bir kaderse ve sonu acı bitecekse, yalnızca sen bedel ödememelisin Toprak.’’ diye devam etti, durgun bir sesle. Dudaklarımı aralayıp boş bir nefes bıraktım, ardından beklentiyle bakan gözlerine karşılık gülümseyerek, ‘’Olur, tanışalım.’’ dedim.

Kabuslarımda canavar olabilirdi ama gerçekte karizmatik bir adamdı ve benim merakımı cezbeden gizemli bir yönü vardı. O yüzden, onu merak ettiğimden tanışmak istiyordum. Sonucu ne olursa olsun, bana bir sebeple geliyordu ve ben o sebebi sonuna kadar kullanmak istiyordum.

Elini lütfeder gibi avcunu göstererek açıp tekrar masanın üstüne koyarken, ‘’Ne merak ediyorsan,’’ dedi sözünü yarıda kesmiş gibi duraksayıp. Kaşlarını kaldırıp indirmiş, dudaklarını hafifçe birbirine bastırmıştı. Kendini apaçık belli edeceğine dair bana bedeniyle imza atıyor gibiydi.

‘’Kaç yaşındasın?’’

Dudaklarını birbirine bastırıp gülümsedi, kaşlarını da aynı anda çatması, ‘’Bu soruluyor muydu ya?’’ demesiyle bir oldu. Gülerek, ‘’Nasıl?’’ dediğimde garson büyük bir tepsiyle karşı taraftan gelmeye başladı. ‘’Yirmi sekiz.’’ dedi ama yalan olduğunu düşünüyordum, gözlerim şüpheyle kısıldı.

Garson geniş gümüş tepsideki tabaklarımızı servis ederken, anlaşmış gibi sessiz kaldık. Önüme koyulan ızgara etten yükselen baharat kokusu açlığımı körüklerken ağzım sulandı. Yanıma kola şişesi koyuldu. Onun da önüne aynı şekilde tabak servis edilmişti. Porsiyonlar büyüktü, makarna ve salatalık da servis edilmişti. Güzel ve lezzetli görünen bir menüydü.

Garson son kez kolamızı fevri hareketlerle açarken koladan tıslama sesleri duyduk.

Garsona bakıp gülümserken, ‘’Teşekkür ederim,’’ diye mırıldandığımda garson başını sallayıp, ‘’Afiyet olsun, efendim.’’ dedi ve yanımızdan seri hareketlerle kayboldu. Yorgun sesi kendini her halükarda belli ediyordu. Ardından kısaca baktıktan hemen sonra çatal ve bıçağımı elime alarak eti kesmeye başladım.

‘’Gerçekten yirmi sekiz mi?’’

Eti kestiği bıçağı duraksadı, parmakları bıçağı o kadar zarif tutuyordu ki gıpta ettim. Bakışlarımı oradan alıp suratına tırmandığımda bana ifadesizce bakıyordu, ‘’Aslında buradaki herkesten büyüğüm,’’ dedi tekdüze sesle. ‘’Yine de göründüğüm yaşı söylemem daha doğru olur, diye düşündüm.’’

Kafamı sallayıp sessizlik içerisinde önüme dönerken kestiğim et parçasını sabırsızlıkla ağzıma attım. Damağıma yayılan tat, midemi kazıdı ve orayı yaktı. Dişlerimle eti çiğnerken kendimden geçmemek için zor durdum; fazlasıyla açtım ve her çiğneyişimde etin baharatlı tadı damağımda yayılıyor ve et usulca parçalara ayrılıyordu.

‘’Güzelmiş,’’ dedim yutkunduktan sonra; boğazımdan kayan orta parça oraları kavurarak geçti.

‘’Evet.’’ Sesi sakin olsa da aslında tonu, ifadesizdi.

İblis menüye göz atarken diliyle ağzını yalıyordu. ‘’Benim bile canım çekti,’’ dedi çatallı dilini geri sokarak. ‘’Ah, çok güzel kokuyor.’’ Ardından açlığını bastırmak için kadehinden yudum aldı. Bacak bacak üstüne atıp Asir’e sorgulayan bakışlarından fırlatmaya devam etti; onun da aklını karıştıran birkaç sorusu vardı emindim.

‘’Sen kaç yaşındasın Rea?’’

Ağzıma attığım salatalıkla, ‘’Yirmi iki.’’ dedim kuru bir sesle. ‘’Neden bana Rea diyorsun?’’

Güldü, gülüşünden samimiyetin kırıntılarını duydum. Dudağının kenarında hala bir tebessüm varken, ‘’Sana yakışan bir lakap.’’ dedi kısaca. ‘’Anlamı; karışık, renkli demek. Eski M’rice diline ait bir kelime.’’ Kalbime akın eden sımsıcak hissi göz ardı etmeye çalışarak kaşlarımı yukarı kaldırırken, ‘’Kedi cinsi sanıyordum,’’ dediğimde bu sefer kulağa hoş gelen bir kahkaha attı.

Kalın ve duvarlarıma kadar sinen kahkahası, kalbimi yine kasarken tebessüm ederek önüme dönmüş ve tabağımla ilgilenmiştim. ‘’Öyle mi sanıyordun? Rea kedisi demem, aklını karıştırmış olmalı.’’ Başımı sallayıp tebessümle etimden bir parça daha koparıp ağzıma attım.

‘’Yine de Evin’i tercih ederim,’’ dedim ama aslında Rea’yı da içten içe benimsediğimi hissediyordum. Tek kaşını kaldırsa da etli, pembe dudaklarına yakışan bir gülümseme vardı. ‘’Yalancı,’’ dedi mırıldanarak etinden bir parça ağzına atarken. ‘’Hoşuna gidiyor.’’

Kaşlarımı yukarı kaldırarak sırıttım, ‘’Hayır, gitmiyor.’’ desem de kısık sesle gülüp, başını sola doğru yatırıp tekrar dikleştirirken aslında inanmadığını belli etti. İblis bize bakarken halinden memnun değil gibiydi, ‘’Oh oh, muhabbetiniz bozulmasın.’’ dedi alay içerisinde. Boğazımı temizleyerek önüme döndüğümde istemsizce ciddileşmiştim.

‘’Kıskanma,’’ dedim zihnimden, alayla. Keskince güldü, gülüşü yılan tıslamasına benziyordu. ‘’Güldürme. Neyini kıskanacağım?’’ Kaşlarımı alayla yukarı kaldırıp dudaklarıma sinir bozucu bir tebessüm yaydım ve ona doğru baygın gözlerle bakmaya başlarken kafamı salladım. İfademe kocaman aralanmış gözleriyle baktıktan hemen sonra tekrar aynı şekilde gülüp arkasına yaslandı. Aynı zamanda gözlerini de devirmişti. Bozulmuştu.

‘’Buraya nasıl geldin?’’

Sorusu karşısında masaya büyük bir bomba oturtmuşlar gibi dikleştim. İblis aniden başını çevirip Asir’e doğru baktı, gözleri şüpheyle kısılsa da onun da tahtında dikenler belirmiş gibi rahatsızlıkla oturduğunu hissettim. Yutkunarak, ‘’Nasıl yani?’’ dediğimde Asir, yarım yamalak güldü. Rahatsızlık ve korku salan gülüşü, beni daha da dikleştirirken kalbimin gürültüsünü duymaması için içimden dua etmeye başladım.

Mekandaki gürültüden duymazdı, değil mi?

‘’Mephisto’yu görmeni buna bağladım; birkaç sorun olduğunu söylemiştin. Naenia’da yaşayan insanların genelde Mephisto’yla işi olmaz; ona Bilge demelerine rağmen.’’ dediğinde hala tebessüm halindeydi ama kızıl irislerine sinen tehlikeyi de görmüştüm. Uğursuz bir sıvı gibi harelerine yayılırken hala bana bakıyor, tepkimi ölçüyordu.

Çaktırmadan kolama doğru uzanıp uzun pipete ağzımı dayadım ve uzun bir süre yudumlar çektim. Asit ağzımı talan ederken boğazımdan geçti ve sanki geçtiği yerlerde patlayarak oraları yaktı. Serinlemiş ve kendimi sakinleştirmek için fırsat bulmuştum. İblis kadehinden yudum aldıktan sonra, ‘’Sakin.’’ dedi sessizce. ‘’Aşırı tepki verme. Buraya nasıl geldiğini bilmediğini söyle.’’

Zihnime fısıldarken tehlike sinyallerini hala koridorlarımda yankılanırken duyuyordum. Onun gözlerine baktığımda sinyaller artık kırmızı bir renge bulanıyor ve ortalığı kan gölüne çeviriyordu. ‘’Ben aslında bilmiyorum,’’ dediğimde tek kaşını merakla kaldırmıştı.

‘’Doğruları konuşuyoruz sanıyordum,’’ dediğinde gerginleşen kaslarımı hissediyordum. Yüzümdeki her kas kendini aşırı derecede belli ederken birkaç kez ağzımı kapatıp araladım ama o tebessümünü bozmadan tepkimi seyretti. Ardından, ‘’Erkuran soyuna ait bir taş takıyorken, nereden geldiğini bilmemen inandırıcı gelmedi.’’ dedi, durgun bir sesle devam ederek.

Nabzımı ölçtüğünü ve ona göre şerbet vereceğini o zaman anlamıştım. Yutkunduğumda tükürüğüm sertçe boynumdan geçmişti; İblis gözlerini usulca kapatırken dudaklarının arasından sertçe bir nefes verdi.

‘’Fena boka bastık,’’ dedi mırıldanarak. ‘’Sakin dur.’’

Bu sefer savunmaya geçecektim ki İblis, ‘’Doğruyu söyle,’’ dediğinde inanamaz gözlerle ona baktım. ‘’Erkuran soyuna ait biriyim ama Kurtarıcı değilim de,’’ dediğinde hala bana değil, Asir’e bakıyordu. ‘’Bu sıçtığımız boku yarım yamalak da olsa temizlememiz gerek. Bir canavara yalan söylenmediğini unutmamam gerekirdi.’’

‘’Evet,’’ dedim sakin olmaya çalışarak. Asir beni düz duvar misali tepkisizce seyrederken tüm kulağını bana verdiğini belli edercesine kısaca başını sallamıştı. Devam etmemi bekliyordu. ‘’Erkuran soyuna ait biriyim ama Kurtarıcı vasfım yok. İçin rahat olsun, aradığınız ben değilim.’’

Soslu makarnadan bir çatal aldığımda beklemeden konuştum. ‘’Ayrıca doğruyu söyledim,’’ dediğimde kalın kaşını kaldırmış, bana şüpheyle bakıyordu. Yine de sessiz sakin duruyor ve öylece beni seyrediyordu. ‘’Buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.’’ Her şey ani gelişmişti, bir gölgeye benzer bir varlık görmüş ve ne olduğunu bilemeden buraya düşmüştüm.

Sonumun bu mağarada olacağını nereden bilebilirdim?

Sessizlik içinde sadece etrafta dağılan çatal bıçakların sesi arasında etinden bir parça kesti ve ağzına attı. Ardından onu ağır ağır çiğnerken yarım yamalak kıstığı gözleriyle suratımı inceledi. Düz bir ifadeye sahipken, ne düşündüğünü çözemiyordum. Şüpheyle bakması bile, neye şüphelendiğini bilmememe neden oluyordu. Onu okuyamıyor ve ruhunu her insanda olduğu gibi apaçık göremiyordum.

‘’Anlıyorum,’’ dedi kuru bir sesle. Sonra muhabbeti ben ne olduğunu anlayamadan döndürmüş ve içinde şüphe kaldıysa da o masaya gömülmüştü. Daha bahsini açmadı, o konuyla alakalı soru sormadı ama bu beni rahatlatacakken daha da işkillenmeme neden oldu. Öyle basit bir şekilde, kırdığım bu pottan kurtulacağımı düşünmüyordum.

‘’Madem birbirimizi tanıyoruz,’’ dedim imalı bir sesle. Beklentiyle bakan gözlerine karşılık gülümseyerek devam ettim, ‘’O zaman bana, seninle alakalı bilmediğim bir gerçek söyle.’’ Boğazından tuhaf ama hoş bir kıkırtı yükseldi, etini çoktan bitirmişti ama arada sırada salatalıktan ağzına atıyordu.

‘’Bunun için karşılıklı güven olması gerekiyor,’’ dediğinde dudaklarımı birbirine bastırıp gözlerimi kaçırdım ama yeniden konuştuğunda içime bir umut doğmuştu. ‘’Sen de kendinle alakalı bir gerçek söylersen anlaşırız.’’

‘’Anlaştık.’’ dedim samimiyetle, boyun eğerken. Kolasından yudumlayıp masaya koydu. ‘’Önce sen.’’ dedi, alt dudağını diliyle yalarken. Ardından yine merak içinde bana bakmaya başladı, esmer teni pürüzsüz; çehresi kemikliydi ve beyaz ışıklar altında daha güzel ama ulaşılmaz görünüyordu.

Kiremit rengi kazağı tenine daha farklı yansıyordu. Onu uzunca bir süre süzdükten sonra, o sürede bir şeyler düşünmeye başladım. Yetimhanede büyüdüğümü söylemek benim hakkımda hem gerçek hem de doğru düzgün kimsenin bilmediği bir doğruydu. Ayrıca geldiğim yerle alakalı bir ipucu da vermiyordu.

İblis ise hala memnun olmamış bir suratla ikimizi seyrediyor, azar azar kadehinden yudumluyordu. Parlak kadehinin yansıması gözlerimi aldı ama fazla bakmadan Asir’e yoğunlaştım ve, ‘’Yetimhanede büyüdüm.’’ dedim kuru bir sesle. Şaşırmış gibi duruyordu ama tepkisinin gerçek olup olmadığını bilmiyordum. Kaşlarını yukarı kaldırıp indirdi, ardından bana uzun gelen bir süre içinde bakmaya başladı. Suratında hiçbir acıma ya da merhamet kırıntısı görmedim.

Alçak gelen bir sesle, ‘’Zor olmuştur.’’ dedi sadece, acımı anlıyormuş gibi. Kirpiklerimi kırpıştırarak önüme dönerken sessizce başımı salladım, konuşmaya gerek yoktu. Yüreğimdeki acıyı söküp alamazdım ama onu her zaman hatırlayarak kendime bir yol çizebilirdim; her zaman bana güçlü durmamı hatırlatacak bir histi.

‘’Sıra sende.’’ derken yine gözüme ilişen kolamı alıp dudaklarıma götürdüm.

‘’Geliyor,’’ dedi alay dolu sesiyle. ‘’Gerçek adım, Asir değil. Erkan.’’

Dudaklarıma dayadığım kolayı zoraki yutarak püskürtmeme engel olmuştum ama bu sefer, genzime kaçan sıvı ardı arkası kesilmeyen öksürük krizine boğulmamı sağladı. İblis ise benim yapamadığımı yapmış, normal şekilde kadehinden yudumlarken aniden ortaya püskürtmüştü. Elinin tersiyle ağzını kapatırken, havadaki ince baloncukların arasından adamı simsiyah gözleriyle gelişigüzel süzdü.

Zoraki yutkunmaya devam ederken kızarmış yüzüm ve kocaman aralanmış gözlerimle, ‘’Ne?’’ dedim ama aynı tepkiyi İblis de vermişti. ‘’Erkan mı?’’ Suratımın sıcaklığını hissederken; Asir ‘’Evet.’’ dedi olgun şekilde, gözlerine yansıyan tebessümü bile gördüm. ‘’Neden şaşırdın?’’

Boğazımdan birkaç mırıltı yükseldi, bu mırıltılar ne diyeceğimi bilemediğimden kaynaklıydı. Gözlerimi kaçırarak etrafta dolaştırdıktan hemen sonra ona baktım, ‘’Beklemiyordum,’’ dedim az önceki kabalığımı düşünüp utanarak. Yanaklarıma sıcaklık yayılmıştı ve beyaz tenimde bir renk cümbüşü yarattığını hayal edebiliyordum.

Kısa şekilde gülerek, ‘’Kızardın. Önemli değil.’’ dediğinde içime bir rahatlık yayıldı.

Ben hala ne diyeceğimi bilemezken, ‘’Erken dökülen kan. Nizam koruyucusu olduğumu az çok biliyorsundur.’’ dedi, tekdüze bir sesle. Yüzüme beklentiyle bakarak susmasıyla başımı sessizlik içinde salladım ve ona gerçek bir merakla bakmaya devam ettim. Yüreğimi karıncalandıran his, neydi? Bana güvenerek anlatması mı yoksa hala isminin gerçek olmaması düşüncesi mi?

İblis düşünceli bir tavırla mırıldanırken, söyledikleriyle zihnime üşüşen kelimelerin varlığına bakındım. ‘’Tanrı’lar tarafından kurban edilen ilk kan.’’ Kafasını sallarken dalgındı. ‘’Şimdi her şey oturuyor gibi…’’

Ardından alayla güldü, ben sessizliğimi korurken hala dudaklarına yayılan ve gözlerinin etrafını kırıştıran tebessümünü seyrettim. ‘’Herkesin bilmediği bir gerçek, hatta bilenler bile anlamının nereden geldiğini bilmiyor.’’ İblis kaşlarını çattı, ne düşündüğünü biliyordum çünkü benim de aklıma ilk takılan soru o olmuştu.

Sormaktan çekinmedim. ‘’Neden bana anlatıyorsun?’’

Tek omzunu rahatlıkla silkti, ‘’Bilsen ne değişir? Bana mı kullanacaksın?’’ dediğinde içimi rahatlatan bir gülüş dışarıya yansıdı. Hatta kısa ama keskin bir kahkaha bile atmıştım. ‘’Hayır, canım.’’ dedim samimiyetle. ‘’İsmini niye sana karşı kullanayım?’’

Bu sefer o da güldü, ‘’Çok tuhaf bir cümle oldu, kabul et.’’ dediğinde yine tatlı bir şekilde gülmüştük. Kalın kahkahası zihnimde raks ederek ondan etkilenmeme neden olurken; İblis gülmüyordu, aksine rahatsız olmuş gibi Asir’e bakıyor ve ağzının içinde oynattığı dili hala bir şeylerden işkillendiğini bas bas bağırıyordu. Bir şey söylemeden yine kadehinden yudumlar aldı ama hala keskin bakışları, onun üstündeydi.

Aslında Erkan ismini herkese anlamıyla beraber anlatmam, Asir’in de işine gelirdi. O güçten nam almış ve hikayesini doğru düzgün anlatacak insanlar aradığını söylemişti. Herkesin ondan korkması işine geliyordu ve ona karşı bunu kullanmam bile aslında onun zaafı değil; gücü olurdu.

Zaaflarını güce dönüştüren tek adam olabilirdi.

Xiya ayak ucumda debelenirken onu kontrol etmek amacıyla tekrar beyaz örtüyü kaldırıp onu seyrettim. Pençesini çıkarmış pantolonumun paçasını çekiştiriyordu. Onun da aç olabileceği aklımdan uçup gitmişti, önümdeki et tabağından birkaç parça alıp eğildim ve önüne koydum.

Hiç düşünmeden yemeğine gömüldü, pençeleriyle etini vahşice tutuyor ve onu resmen dişleriyle parçalıyordu. Tekrar beyaz örtüyü düzeltip Asir’e baktığımda bana gülümseyerek bakmasına afalladım. ‘’Kabul et, çoktan sahiplenmişsin.’’ dedi ima dolu sesiyle, tek kaşını kaldırarak.

Pembemsi dudaklarında hala tebessümü tazeliğini koruyordu. Afallamam kısa sürede dağılırken, ‘’Baş belası.’’ dedim rahatlıkla, omzumu silkerek. ‘’Yine de sevmeye başladım, evet. Zaten kime vereceğim ki?’’

Başını anlayışla salladı. ‘’Buradan çıktığında nereye gideceksin?’’ dedi, yemeğini bitirmiş arkasına yaslanırken. El bilekleri hala masaların kenarındaydı ve bacaklarını aralayıp oturduğundan bir bacağı, benimkine temas ediyordu. Umursamadım ama yersiz heyecanımı da hissetmekten kendimi alamadım.

‘’Bilmiyorum.’’ dedim dürüst olarak. ‘’Belki pansiyon gibi bir yere geçerim.’’

Kaşlarını çattı, bu fikirden hoşlanmışa benzemiyordu. ‘’Kaç gün kalabilirsin ki? Hemen ev de tutamazsın. Nehantis kalabalık bir yer.’’ Bir süre sessiz kaldım. İblis’ten de artık ses çıkmıyordu; düşünceli bir hal alan bakışları bizden ayrılmış odanın bir köşesine sabitlenmişti.

Surat ifadesinden bir şey çıkaramasam da bir yere daldığını görebiliyordum. Onu bırakıp Asir’e yöneldiğimde hala sessiz olduğumu fark ettim; bunu fark eden sadece ben değildim. Gözlerini üstümde tutmaya devam ediyor, kaşlarını çatarak beni seyrediyordu. Beklentiyle mi yoksa merak içinde mi baktığını kestiremediğim anda, ‘’Bana gel.’’ dedi aniden.

İblis’le aniden bakıştık, kafasını sola doğru yatırıp Asir’in suratını incelerken öfkeli miydi yoksa şaşkın mıydı onu da kestirememiştim çünkü ben ne diyeceğimi bile bilemez halde kalakalmıştım. Kaşlarımı yukarı kaldırarak, lal olup peltekleşmiş dilimi zoraki hareket ettirdim. ‘’Anlamadım?’’

Bilekleri hala masanın kenarında sabitliyken avuçlarını hafifçe gösterdi, umursamaz bir tavra bürünmüştü. ‘’Anlamayacak ne var?’’ dedi, düz bir sesle. ‘’Bana gel, istediğin zaman ayrılırsın. Fazladan bir odam var.’’ Adamın rahatlığına bakakalmıştım. Öyle düz bir suratla, öyle rahatlıkla söylemişti ki bir süre düşündüm. İblis bile tepki verememişti; önce kafasını soldan dik bir vaziyete çevirip bana düz düz baktıktan hemen sonra tekrar sola yatırmış, Asir’e bakmıştı.

Kaşlarını çatıp, ‘’Yürek mi yedi lan bu?’’ dedi, sakin diyebileceğim bir tonlamayla. Gerçekten sorgulamaya yakın bir ses tonuna sahipti.

‘’Teklifin için teşekkür ederim, öncelikle.’’ dedim kibar olmaya çalışarak. Bana tek kaşını kaldırarak küçümser bir ifadeyle gözlerini kısıp baktığında, ne düşündüğümü hesaplıyor gibi görünüyordu. ‘’Yine de hoş karşılanmayabilir…’’ diyerek devam ettiğimde bu sefer aval aval bakmaya başladı.

Yine ellerinin içini göstererek etrafa gelişigüzel baktıktan sonra, ‘’Kim tarafından?’’ dedi, sahte bir şaşkınlıkla.

Omuzlarımı kaldırıp indirdim, ‘’Ne bileyim…’’ dedim, düşünceli bir sesle ama benim geldiğim yerde bile bu hoş karşılanmıyordu. Naenia’da işler nasıl dönüyordu? Türkiye bu tarz ev arkadaşlıklarına kapalı, bazı kesimlerin zihniyetleri açık olsa da, genelinin hoş karşılamayacağı bir durumdu.

Bense yıllardır tek başıma yaşamaya alışmış bir kadındım. Ormanda, o yalnız kulübede. Şimdi ise tanımadığım ama kabuslarımı süsleyen bir adamdan ev arkadaşlığı teklifi alıyordum. Kafayı yememe şu kadarcık kalmıştı.

İblis düşüncelerimizin ve sohbetin arasına fırlayıp, ‘’Benim tarafımdan!’’ dedi ama Asir sanki onu duymuşçasına, ‘’Kimse bir şey diyemez.’’ dedi kibirle. ‘’İstemiyorsan ama bunu bahane ediyorsan orası ayrı. Centilmenlik yapmak istedim. Sonuçta gidecek bir yerin yok.’’ diyerek devam etti; kaşlarını alayla yukarı kaldırarak bana küçümser bir tavırla bakarken gözleri hafifçe kısılmışlardı. ‘’Haksız mıyım?’’

İblis çıldırmış çıldıracaktı. ‘’Haklısın puşt, zaten bu sinirimi bozuyor!’’

‘’Haklısın,’’ dedim kısık bir sesle. ‘’Yine de geldiğim yerde bunlar hoş karşılanmıyor. O yüzden…’’ dediğimde beni sabırla dinlemeye devam ederek sustu. ‘’Çekindim diyeyim.’’ Boğazından düşünceli bir mırıltı çıkarttı, ‘’Anlıyorum,’’ dedi ardından. ‘’İnsan psikolojisi.’’

Zihniyeti, desem daha doğruydu ama öyle de olurdu. ‘’Bak Yağmur,’’ dedi oturduğu yerde daha bir yayılırken; bacağı bacağımın iç kısmına sürtünürken pantolonlarımızın birbirine sürtünen sesini bile işittiğimi sandım. Kaşlarımı istemsizce çatıp düzeltirken Xiya hala yemeğini yiyor olmalıydı ki sesi çıkmamıştı.

Kızıl harelerine bakarken oradaki yansımalar, beyaz ışıklardan doğan yıldızlara benziyorlardı. ‘’Seni yiyeceğimden korkuyorsan, uçkuruna düşkün tecrübesiz bir adam değilim. Üstüne atlayacak şerefsiz bir adam da değilim.’’ dedi, düzgün bir ses tonuyla. Güven aşılamaya çalışan sesine kulak kabarttım ama kendisini bu şekilde açıklıyor olmasına, rahat ve kendinden emin, gülesim bile gelmişti. O kadar rahattı ki normal bir sohbet olmasa da normalmiş gibi lanse ediyordu.

Kolaylıkla.

Dudağımın kenarı kıpırdadığında yine de tepkimi korumayı başarmıştım; fakat gözleri dudaklarıma kayıp tekrar benimkilere dokunduğunda o da neredeyse gülümseyecekti. ‘’Başta da dediğim gibi, buradaki herkesten büyüğüm; neticede görmüş geçirmiş bir adamım. O yüzden rahat rahat gelip bende kalabilirsin.’’

Alayla, ‘’Seni yemem.’’ dediğinde bu sefer dudaklarıma büyük bir gülümseme yerleşmişti. Yanaklarıma yayılan sımsıcak hislerle etrafımı süzerek boş boş insanların masalarını seyrettim. Göz ucumla, kıkırdayıp ellerini masadan ayırdığını ve kollarını göğsünde kavuşturduğunu gördüm.

‘’Anlıyorum, güven veren sözlerin için teşekkürler.’’ dedim, ciddiyet için zorladığım sesimle. Bakışlarımı tekrar ona doğru kaydırdığımda kaşlarını yukarı kaldırmış, alayla gülümseyerek bana baktığını fark ettim. Kızıl hareleri daha çok ortaya çıkmışlardı. Çok karizmatik bir adamdı.

‘’Benim için önemliydi çünkü şu an, bir süre sende kalırsam sorun olmaz diye düşünüyorum.’’ dediğimde keskince gülerek, ‘’Sevindim.’’ dediğinde tek kaşımı kaldırmış bu sefer ben ona alayla bakıyordum. Ciddiyete büründü, yine de tepkisi dünyanın en sahte tepkisiyle yarışırdı. ‘’Yani, sevindim derken dışarıda kalmamana…’’

Gülmek yerine çabasına karşılık tebessüm ettim. İblis ise çıldırıyordu, ‘’Ne? Neyin kabulü? Manyak mısın kızım sen? Yürek mi yedin, geri zekalı?’’ dedi bana saydırarak. Hışımla ayağa kalkıp odada volta attığını ona baktığımda fark etmiştim; yoksa asla fark etmeyecektim.

Korkuyla yutkunarak öfkeden deliye dönmüş suratına bakarken, ‘’Sakin ol. Bir süre.’’ dedim ama yılan tıslamasına benzer bir sesle güldü. ‘’Sakin olmuş…’’ dedi ağzının içinde homurdanarak. Gözlerini kocaman aralayarak, ‘’Ben sakinim!’’ dedi zihnimde adeta çığırarak bağırırken. Yerimde resmen irkilmiştim. Beni umursamadan derin nefesler alarak tahtına doğru yürürken kadehi bile öfkesini almaya yetmiyor ve onu sakinleştiremiyordu.

İblis tahtına oturarak arkasına yaslanırken bacak bacak üstüne atmış, başını da sağ tarafına çevirip bana zerre bakmamıştı. Derin nefesler alıp verirken burnundan çıkan öfkesini soluyor, dahası onu ciğerlerimde hissediyordum ama yapabileceğim bir şey yoktu. Pansiyonda kalsam uzun süre kalamazdım, hem param yetmez hem de konforlu veya güvenli olmazdı.

Asir’in yanında da kalmak güvenli değildi ama sonuçta hem param çıkmayacak hem de daha konforlu yaşayacaktım. Bir süre de kalacak yer düşünmeme gerek kalmayacaktı; yine de evinde kalır kalmaz başka bir ev aramaya başlayacak ve oradan en kısa sürede ayrılacaktım.

Ruhum yalnızlığa alışmıştı, ne yaparsam yapayım onu söküp atacağımı sanmıyordum. Zamanın her köşesinde, her anımda, her hissimde kendisini hatırlatıyor ve zor bir kişiliğim olduğunu bana bas bas bağırıyordu. İblis benim tek ailem ve tek güvencemdi; onun yerini kolaylıkla dolduracak biri çıkmazdı.

Asir… Onu şu an bilmiyordum ama ona ilk defa şu an güvendiğimi hissediyordum.

‘’Kalkalım mı?’’ dedi Asir.

Başımı sallayıp teklifini kabul ettim. İblis hala öfkeyle soluyordu, kolay kolay da öfkesinin yok olacağını düşünmüyordum. Onu kendisiyle baş başa bırakmanın daha iyi olacağına karar verip bakışlarımı ondan ayırdım ama kalbimin bir köşesinde, varlığını sürdüren öfkesi benim için rahatsızlığa dönüşüyor ve bu his ur misali yayılıyordu.

İçimi darlayan karamsarlığı derin bir nefes vererek üstümden atmak istedim ama İblis, öfkelendikçe o karamsar his yerine iyice taş misali oturdu ve kendini tüm ağırlığıyla belli etti. Durgunlaşmıştım aniden, Asir garsonu çağırırken bakışlarının üstümde olduğunu hissediyordum. Ona bir şey çaktırmamaya özen göstersem de adam kalp atışlarımdan bile ne hissettiğimi anlıyordu.

‘’Bir sorun mu var?’’ dedi düşüncelerimi doğrulamak istercesine.

‘’Hayır,’’ dedim durgun sesimle, suratına dümdüz bir ifadeyle bakarken. ‘’İyiyim ama aniden yorgunluk çöktü.’’

Anlayışla başını sallayarak yanımıza gelen garsondan hesap istedi. Garsonun cebinden hesap kutusunu çıkartıp önümüze koyduğunu gördüm. Siyah kapaklı bir kutuydu. Asir onu açarak hesabı kontrol ederken, ‘’Ben kendi yemeğimi öderim.’’ dedim ama çoktan ücreti çıkartıp kutuya koymuş ve kapağını kapatmıştı.

Kaşlarımı çatarak yüzüne rahatsız olduğumu belirtmek ister gibi baktım. Yüzüme bile bakmadan, ‘’Ben ısmarlayacağım demiştim.’’ dedi tekdüze sesle. Kabanlarımızı bile çıkartmadan oturmuştuk ama asla terlememiştim. Sohbet yine güzel geçmişti, Asir’in merhamete yabancı biri olduğunu düşünüyordum ama asla merhamet sahibi biri değil diyemezdim. Hiç değilse düşünceli ve olgun biriydi. O yüzden ona güvenebileceğimi düşünmüştüm.

Düşüncelerimi kesen bıçaktan daha keskin, bir taştan daha soğuk bir ses oldu. ‘’Bacakların ortadan ikiye ayrılıp ormanlık alanın bir köşesine paçavra gibi fırlatılmazsan, merhametine inanmadığım Tanrı’ya şükür duası edeceğim.’’ dedi İblis söylenerek, hala yüzüme bakmazken. Karabasan bulutları yine kalbimin üstüne akın etmeye başlarken, kanımı donduran sözlerine dudaklarımı birbirine bastırarak karşılık verdim.

Sabretmeye çalışan ses tonumla, ‘’Ne yapalım söyle?’’ dedim ama benimle konuşmayı bırak yüzüme bile bakmadı.

O da ne yapacağımızı bilmiyordu; pansiyonda kalabilecek paramız var mıydı onu bile bilmiyorduk. Pansiyonda kalırdım ama uzun süre olmayacaktı, bunun bilincinde hareket etmek istemiştim. Onun da aklına bundan farklı bir çare gelmeyeceğinden Asir’in hali hazırda teklifini kabul etmeme karışamazdı.

‘’İblis,’’ dedim ama Asir’in sandalyesini geriye doğru iterek ayağa kalkmasıyla dikkatim dağıldı. Ben de sandalyemi bacaklarımın arkasıyla geriye çekerek yerimden kalktım. Zeminden yayılan gürültü mekandaki uğultuların arasına sıkışarak yok oldu. Xiya ayağımın dibinden zaten ayrılmıyordu, peşimden geldiğini varlığını hissederek ilerliyordum.

İblis’e doğru bakarken başım eğik, omuzlarım düşük bir haldeydi. O ise bana bakmıyor, kadehinin parlak yüzüyle ilgileniyordu. Kirpikleri uzun ve kıvrıktı, onları kırpıştırırken kaşlarını çatmış dudaklarını bir ipten daha gergin halde tutmuştu.

Beyaz fayansın üstünde ilerlerken Asir önde, ben arkadaydım ve topuklarımızın seslerini çınlarken duyuyordum. Hoş sohbetin olduğu mekandan ayrıldığımızda soğuk, bir tabaka halinde üstüme birikti ve kabanım olmasına rağmen üşüdüm.

Titreyerek sarsıldım ama bu, kısa süreli bir sarsılmaydı. Kaldırım taşına çıkarken Asir’in yürümeye devam ettiğini fark edip arkasından ilerlemeye başladım. Ardından uzun bacaklarının hızına yetişemeyip koşturur vaziyette yanında belirdiğimde bana yandan bir bakış atıp önüne döndü.

‘’Sana onunla sohbet kur dedim, canavarın inine gir demedim!’’ dedi İblis dayanamayarak, öfkesini kusarken. Mekanik sesi, her öfkesinde parazitleniyor ardından tıkırtılar bırakıyordu. Koridorlarımın duvarlarından bile daha kalın olan sesine kulak kabartırken kalbimin kasıldığını hissediyordum.

‘’Kabuslarındaki adam olduğunu unutma. Bana anlattığın kadarıyla, orada da tıpkı Krasa’ya yaptığı gibi öncelikle seninle gülerek sohbet ediyordu; ardından gerçek yüzünü gösteriyordu.’’ dedi, kendisini sakin olmaya çalışırcasına açıklarken. Kaşlarını öfkeyle kaldırarak, kocaman araladığı gözleriyle beni süzerken, ‘’Anlatabildim mi?’’ dedi, dişlerini sıkarak.

Kabuslar parça parça halinde karanlık zihnimin bir köşesine dağılarak aydınlanırken; öncelikle gelen anıları takip ettim. Ardından o aydınlık yapboz parçalarında Asir’in karanlık suratı, kızıl hareleri canlandı sonra silikleştiler. Sonra benim suratım geldi, önce sevgiyle gülümseyen yüzüm ardından korku dolu bakışlarım…

Adımlarım aniden durduğunda Asir’in de önde duraksadığını göz ucumla görmüştüm. Korkuyla, gerginliğimi hissederek yutkunurken İblis elini kaldırdı ve suratımı gösterdi. ‘’Çok şükür, sonunda düştü!’’ dedi ima dolu öfkeli sesiyle. Alt dudağımı gergince ısırarak bir önümdeki anlam vermeye çalışan bakışlarıyla beni süzen adama, diğer yandan zihnimdeki mantıklı sesin sahibine baktım.

‘’Ne yapacağım İblis?’’ dedim ateş gibi tutuşarak. İblis bu sefer, öfkeden kafayı yiyecekmiş gibi güldü. Ardından sabredercesine tavana bakarak dişiyle alt dudağını ısırırken bir süre sessiz kaldı. ‘’Bir sorun mu var?’’ dedi Asir, temkinli sesiyle. Temkinli sesi kulağa, avını kaçırmak üzere olan avcının hareketleri gibi yaklaşıyordu.

Kafamı olumsuzlukla iki yana sallasam da ayaklarım hareket etmiyordu; korkunun pençesi beni ayak bileğimden tutmuş dibe doğru çekmeye çalışıyordu. Xiya dibimde huzursuzlukla hırıltılar çıkartırken ellerimi kabanımın içine soktum ve onları yumruk yaptım.

Korku kalbime pençikler atarak yaklaşmaya başladı, ardından yüreğimi öyle sıkıştırdı ki İblis’e tüm korkumu belli edercesine bakmaya başladım. Bana tepeden bakarken sakin olmaya çalışırcasına konuşmaya başlasa da hala dişlerini sıktığından kelimeler tıslayarak dışarı çıkıyordu. ‘’Gideceksin,’’ dediğinde ona düz ifadeyle bakmaya başladım. ‘’Başka çaremiz yok. Bu saatten sonra reddetsen iyi bir mazeret sunmalısın. O da şu an bizde yok!’’ dedi tane tane, konuşurken öfkesi daha da gün yüzüne çıkıyordu.

‘’Başına bir iş gelirse,’’ dedi, ardından derin bir nefes verip gözlerini çevrede dolandırdı. ‘’Hallederiz bir şekilde.’’ İnanmayarak, alçak bir ses tonuyla söylemesi bile korkumu perçinlerken ona tip tip bakmaya başladım. ‘’İnansaydın?’’ dediğimde öyle bir sırıttı ki parlak dişlerinde sanki Asir’in bana karanlıkta gülümseyen çehresini gördüm.

‘’Bu sana müstahak, Toprak. Bir dahakine bana danışmadan bir işe kalkışmazsın. Dua et, avını ertelesin.’’ dedi sonlara doğru kelimelerin üstüne bastıra bastıra konuşurken. Kaşlarını yukarı kaldırıp öfkeyle indirmişti. Asir derin bir nefes vermişti, ardından tek kaşını kaldırıp ciddi bir surat ifadesiyle, ‘’Ne kadar bekleyeceksin?’’ diye sordu. ‘’Gelmiyor musun?’’

İblis eliyle önünü gösterirken, ‘’Daha fazla dikkat çekme, yürü.’’ dedi komple öfkeden kudurmuş bir vaziyette.

Ayaklarımın tabanlarının bile titrediğini hissederek yürümeye başladım. Zeminden yayılan tıkırtılar rahatlamama neden olmuyordu, sanki ölüme gittiğimi haber eden zamanın tik tak sesleri gibiydi. Asir karşımda geriye doğru dönmüş vaziyette bana bakarken temkinli, gözlerini şüphe bulamış haldeydi.

Siyah kabanının bilek kısmından yukarı tırmanan Ouroboros, Azrail’in tırpanı gibi görünmeye başlamıştı. Hangi akla hizmet onun teklifini kabul etmiştim? Şimdi, o kadar cesaretli hissetmiyordum; aksine cesaret, etten bir külçe gibi ayaklarımın dibine yığılırken orada can vermişti.

Korku Asir’e yaklaştıkça dehşete doğru evriliyordu. Kalbimin gürültüsünü bastırmak amacıyla derin bir nefes verdim ama nefesim bile titrek çıkmıştı. Asir kaşlarını anlamsızca çattı, bana boş boş bakmaya başlarken, ‘’Hiç iyi görünmüyorsun.’’ dedi aniden. Yanına vardığımda hala bana baktığını hissetsem de korku, ona bakmama engel oluyordu. Önümdeki gri kaldırım taşının yapboza benzeyen kıvrımlarına bakarken, ‘’İyiyim dedim,’’ dedim normal çıkmasını umduğum sesimle. ‘’Gidelim.’’

Asir’in cevap vermeden ilerlemesine ayak uydurarak ben de sessizlik içerisinde yürüdüm. Sadece caddede ilerleyen insanların kuru gürültülerini, ayak seslerimizi duyuyordum. İnsanlar gürültü çıkararak eğleniyorlar, mekanlardaki ışıklar bir gecenin içinde parlayan ışınlar misali görünüyorlardı.

Caddenin köşesinde arabaların olduğu park yerine doğru ilerlemeye başladık. Havadaki sessizlik ağırlaşmaya başladığında, artık gecenin karanlığında ilerlediğimizi daha net kavrıyordum; sert bir rüzgar eserek kulaklarda tiz bir ıslık çaldı. Park yeri, o kadar kalabalık değildi ama hala tek tük insanlar etrafımızda mevcuttu. ‘’Araban mı var?’’ dedim şaşırarak.

‘’Evet. Hemen hemen herkes gibi.’’

Alay içeren sesimle, ‘’Nizam Koruyucu’sunun arabası olduğunu düşünmezdim, kusura bakma.’’ dediğimde tıslar gibi güldü. Gözlerimi kaçırır gibi serice ona bakıp tekrar önüme dönmüştüm ama hala son kare, zihnimin duvarların yansıyordu. Kaz ayakları tatlı şekilde kırışmış, dudağının kenarı sempatikçe gerilmişti. Profilden bile hoşa giden bir adamdı, onun içinde uyuyan canavara inanmak bile istemezdiniz.

‘’Günümüze ayak uydurmaya çalışan biriyim.’’ dedi, ‘’Fazla kullanmasam da arada lazım oluyor.’’

Ağaçlar yol kenarında korkunç bedenlere dönüşerek dikilirken, en köşede güzel bir spor arabanın olduğu tarafa doğru yöneldik. Asir cebinden çıkardığı araba anahtarının düğmesine bastığında, arabanın beyaz farları zemine doğru uzanıp söndü. Sokak lambasının yüksekten indirdiği ışık sayesinde ağacın dallarının gölgesi, arabanın simsiyah camına devrilmiş ve onu daha çekici göstermişti. Siyah araba, gecenin karanlığında saklanan yırtıcı bir hayvana benziyordu.

Asir şoför koltuğunun kapısını araladı ama binmedi; benim de dolanıp yanındaki kapıyı açmamı gözleriyle takip etti. Kapı tarafına geldiğimde tepeden onun kemikli çehresine baktım, sokak lambasının altında yarı karanlık, yarı aydınlık bir surata sahip olmuştu. İçindeki ruhu yansıtan güzel bir kareydi.

Hiçbir şey çaktırmamaya özen göstererek tebessüm ettim. Ardından kapıyı tok sesle aralayıp kapının kenarını tuttum. Xiya benden önce davranarak koltuğa oturdu. Asir’se beni beklemeden kafasını hafifçe eğerek tepeden kayboldu; kapı sesini duymamla kapının köşesini kavrayan parmaklarım gerildi. Yutkunarak kalbimin gürültüsünü bastırmaya çalışırken, Xiya’yı koltuğun üstünden tek elimle kavrayarak parmaklarımın kabarık tüylerinin arasına gömülmesini sağladım.

Ardından araca başımı hafifçe sağa eğerek bindikten hemen sonra, kapıyı tok sesle kapatıp Xiya’yı bacaklarımın üstüne koydum. Bacaklarımın içten içe titrediğini hissediyordum çünkü hiçbir hayvanı bacaklarımın üstüne koymazdım, bir de yanımda canavar vardı.

Xiya’nın pençeleri pantolonumun arasından geçerek derime saplandı, ardından yerini bulmuş gibi öylece kaldı. İrkilip bacaklarımı geri çeksem de sakince uyuklaması üzerine titrek bir nefes bıraktım ve tek elimi tüylerinin arasına gömerek onu okşamaya başladım.

Aracın içi rahattı, koltuklar bej renginde ve oturduğunuzda oraya gömülecek kadar rahattılar. Arabanın içi de kokmuyordu, onun yerine orman kokusu etrafı sarmıştı. Normalde hoşuma giden bir kokuydu ama şimdi, beni ferahlatmıyordu.

‘’Teşekkür ederim,’’ dedim, arabanın kontağını çalıştırırken. Arabanın motorundan gürültü yükseldi, ardından yine sessizliğe büründü. Kızıl hareler bana doğru döndüğünde, ‘’Çok teşekkür etme,’’ dedi düz ifadeyle. ‘’Zaten ettin.’’ İblis alayla sırıtırken, ‘’Aynen öyle, her şey için erken.’’ dediğinde gerilimin verdiği sinyalleri çalıyordu.

Sadece başımı sallayıp önüme döndüğümde hala cama yansıyan ağaçların gölgelerini görüyordum. Arabanın içi sadece yoldan yansıyan ışıklarla aydınlanıyordu, gerisi karanlıktı; yine de karanlıkta az da olsa saklanıyor olmak hoşuma gitmişti. ‘’Daha birbirimizi doğru düzgün tanımıyorken evini işgal edeceğim.’’ dedim, çekinerek. Bir yandan kaçamak bakışlar atıyor, nabzını yokluyordum.

Sesim kedi kadar mırıltı halinde yükselmişti. Yandan yandan ona bakarken, o yolu düz bir ifadeyle seyrediyor ardından kemikli elinin tekini direksiyonda ustaca gezdiriyordu. ‘’Sorun değil,’’ dedi bir süre düşündükten sonra. ‘’Teklifi ben yaptım, isteyerek.’’

İblis kadehinden yudumlarken bilmiş bilmiş gülümsüyordu, ‘’Tabii,’’ dedi harfleri uzatarak. ‘’Sonuçta aç yatmak istemez.’’

‘’Beni yemeyeceğini söyledi.’’ Saçma savunmama karşılık bana öyle bir bakış attı ki susmak zorunda kaldım. Gözlerini usulca kırparken, çenesini öfkeden büzmüş alt dudağını öne doğru uzatmıştı. ‘’Kırmızı başlıklı kız da büyükannesinin yerine geçmiş kurda salak gibi inanıyordu.’’ dediğinde bir kartaldan daha keskin duran bakışlarını üstüme saplamak istiyordu sanki.

Biraz sesini incelterek alay etmeye devam etti, ‘’Büyükanne büyükanne, neden dişlerin bu kadar sivri?’’ dedi, şarkı söylercesine bir ses tonu kullanarak.

Sesi yine eskisinden daha kalın bir hale dönüşürken, ‘’Seni daha iyi yemek için…’’ dedi ardından, başını alayla sallayarak. Gözlerimi neredeyse devirecektim ama onun yerine camdan dışarıyı seyrederken, altımızdan tereyağ gibi akan asfalta kaydı bakışlarım. Caddede süren araba, geniş yollardan geçiyordu ve Nehantis’e ayak bastığım zamanki yollardan daha farklıydı.

İblis hala kendince bize yakıştırdığı hikayesine devam ediyor, hem de diyalog seslerini ona göre ayarlayıp sahneyi resmen canlandırıyordu. Yine kıza geçtiğinden sesini kolaylıkla inceltmişti, ‘’Hayır hayır, beni yemeyeceksin çünkü ben bir salağım ve sana hala inanıyorum.’’

Sesini incelttiği için boğazı kurumuş olmalıydı, gözlerini devirerek kadehinden yudumlarken bana ters ters bakıyordu. Son kez alaylı tonlamayla ama sesini daha da yükselterek, ki bu sabrının son demlerinde olduğunu gösterirdi, devam etti. ‘’Çünkü sevgi her şeyi iyileştirir!’’

Sertçe, ‘’Yeter.’’ dedim zihnimden. Sesim öyle gür çıkmıştı ki İblis’imden bağımsız, koridorlarımda yankılanarak ilerledi ve odasına kadar sürüklendi. ‘’O hikaye öyle değil, bir kere!’’

İblis de sesini yükseltti ama bağırmamıştı, tek elindeki kadehini gelişigüzel sallarken içinden akan zift damlalarına bile aldırmadı. ‘’Evet, geri zekalı kızım! Çünkü onları söylemeye fırsatı olmadı!’’ Damlalar gri zemine akarak orada yayılırken, çok geçmeden zamanın içinde yayılmışlardı.

Gözbebeklerim cama yansıyan aksime yoğunlaştığında, tepkisizce yolu seyrettiğimi fark ettim. İblis’in sesi bile sakinleşmeme neden oluyordu ama garipti, sonuçta canavarın inine doğru ilerliyordum ama alaylı hikayesi zihnime aşılanmış ve her şey normalmiş gibi lanse etmişti. Sesi de bir babanın verdiği güveni empoze ediyordu.

Asir’in de başını bana doğru çevirdiğini fark ettim, yüzüme bakıyordu ama aniden kızıl harelerini camdaki yansımama değdirdiğinde utanarak gözlerimi çevirdim. ‘’Nereye gidiyoruz?’’ dedim, normal bir sesle. ‘’Yaşayan Ölüler Tapınağı’na.’’ dedi kuru bir sesle. ‘’Evim oralara yakın bir yerde.’’

‘’Niye öyle bir ad vermişler?’’ dedim yüzümü buruşturarak. Tek omzunu silkti. Bana bakmıyordu hala yola odaklıydı, avcunun içiyle direksiyonu tutup dairesel hareketlerle sürerken kemikli elini seyrettim. Parmakları ve üstü hafif damarlı eli hoşuma gitmişti.

‘’Ölüleri oraya gömüyorlar,’’ dedi durgun bir sesle. ‘’Ruhlar tapınaklarda dolandıkları için öyle bir ad vermişlerdir.’’

Şaşkınlıkla, ‘’Ruhlar tapınaklarda mı dolanıyor?’’ dediğimde dudağının tek kenarı kıvrıldı ama ses çıkarmadan yola devam etti. İblis göğe doğru bakarak derin bir nefes verdi ama o nefesinin kasvetinde boğulduğumu hissettim. Arabanın içindeki koku, burnum alıştığı için kaybolurken yerimde rahatça oturup sırtımı geriye yasladım. Koltuk sırtımı resmen avuçları arasına alıp hapsetti, öyle mayışmıştım ki utanmasam burada uyuyacaktım.

Xiya hareketlendiğimden dolayı hırladı ama çok geçmeden yeniden uykuya daldı. Ufak yüzü bir kedinin suratına benziyordu, gözlerini yummuş olduğundan kirpikleri her zamankinden daha gür duruyordu. Beyaz kürkü, top misali kıvrılmıştı ve kuyruğu hala tek haldeydi. İstediği zaman onları birleştirip istediği zaman ayırıyordu.

Renkli ve tüyden yaratılmış kulakları, başı tüyden yapılmış kalemi andırıyordu. Kuyrukları da rengarenk tüylerden yaratılmıştı. Çok güzel, çok zarif bir hayvandı ve bu hayvanın bana nasıl alıştığını merak ediyordum. Ne yapmıştım da alışmıştı?

Yol uzun bir yolu andırıyordu; sokaklardan ve caddelerden uzaklaşmış ve otoyola çıkmıştık. Ne ara çıktığımızı bile fark etmemiştim ama yol bir yılanın bedeni gibi ufukta kıvrılıyordu. Her zamanki yürüdüğüm otoyollara benzemiyordu; kenarlarda hala ormanlar vardı ama bu sefer ufukta karanlık bir gölgeyi andıran dağlarda vardı.

Dağlar kabarmışlar ve yol kenarlarına düşecekmiş gibi ayakta dururlarken onların arasından geçmek beni içten içe heyecanlandırıyordu. Türkiye’nin Karadeniz bölgesindeymişim gibi hissederken yüreğimi sımsıcak ve taptaze bir özlem sardı. Arkadaşlarımın suratları bir film şeridindeki kareler misali zihnime akın ederken bir su çağlayarak geldi ve onları alıp götürdü.

Ne zaman buradan ayrılacaktım? Beni özlemişler miydi ya da arıyorlar mıydı? Hayatlarına devam mı ediyorlardı yoksa oturup ağlıyorlar mıydı? Bu düşünceye kırık bir gülümseme bahşettim, benim için oturup ağlarlar mıydı?

Onlara aslında bu denli yakın hissettiğimi hatırlamıyordum. Burada yalnızken anlamıştım ki, orada kimsesiz değildim ama herkese yabancıydım. Ben zihnimin koridorları arasında sıkışmış ve o labirentlerde özgürce dolanan bir kızdım; zihnim bu yalnızlığa alışmıştı ama kalbim, kimsesiz olduğumu fısıldarken neden bu kadar sancıyordu?

Kimsesiz miydim yoksa sadece yalnız mıydım?

Geçmişte bir yerlerde, sadece bizim bildiğimiz bir odada oturup sohbet ettiğim İblis’imin söylediği kelimeler zihnime üşüştü: ‘’Toprak sen yalnız değilsin, kimsesizsin.’’ demişti. ‘’Yalnız olduğunda sadece birinin elinden tutması oradan kurtulmana yeter; sense kimsenin olmadığı bir çukura hapsolmuş birisin. O çukurun tepesinde birileri var ama onları ne görüyor ne de duyuyorsun.’’

O zamanlar bu söylediğini tüm benliğimle reddetmiştim, ben kimsesiz olmak istememiştim; yalnız olmak istemiştim. Şimdi nerede olduğumu bilmediğim bu yerde, tüm sahipsizliklerin yaşanıldığı bu yerde kimsesizdim.

Evime dönmeyi hayatım boyunca hiç bu kadar arzuladığımı hatırlamıyordum. Ben her odasında buz gibi yalnızlığı hissettiren, yalnızlıktan; gecenin soğuğunda gerginleşerek ses çıkartan ahşap zeminden geldiğini sandığım ayak seslerini düşünürken korkarak uyuklamaya çalıştığım o evi özlüyordum.

Gecenin ıssızlığında ormandan gelen kuru rüzgârın insanların çığlıklarına benzer uğultularını dinleyerek zihnimi, ruhumu türlü kuruntulara gebe bırakan ve benim içimi durmadan kemirip bitiren, İblis’imin beni sakinleştirmeyi amaçlayarak konuşmayı sürdürmesine yol açan o evimi özlüyordum.

Şimdi bu yerde, İblis’le hayatımda hiç olmadığı kadar tartışıyordum.

Arabanın tekerlekleri asfaltta yağ gibi kayarken dağların kocaman bedenleri arasında kaybolduk. Yılanın kuyruğunu andıran sapaklardan geçerken arabanın içi hiç olmadığı kadar sessizdi. Belki Asir bile bu gece, hiç olmadığı kadar konuşmuştu ve o da yorgun hissediyordu.

Ufukta hiç yanmayan binaların soluk bedenlerini çıplak gözle ayırt edebiliyordum. Tapınaklar, yoldan geçerken yolun kenarındaki uçurumun aşağısında kalıyorlardı ve hiç olmadıkları kadar ölümcül görünüyorlardı. Bir mezar taşından ölüm kokabilir miydi? Mezar taşları, bu kadar ölümcül durabilir ve ölümden korkutabilir miydi?

Göğe doğru uzanan uzun tabletleri andıran tapınakların taşlarına baktım. Kimsesiz ve soğuktular; belki de mezar taşına benziyordum? ‘’Tapınaklar buradalar,’’ dedi Asir bilgi verme ihtiyacı hissederek. Durduk yere sessizliği parçalamasına ses çıkarmadım, ona meraklı gözlerle bakarken bana değil; kafasını çevirmiş tapınaklara bakıyordu.

Saçlarının arkası da tıpkı tepesi gibi asi ve dağınıktı; boynundaki kemik güzel bir şekilde ortaya serildi. Bir yandan da yola bakıyor ve düzgünce araba kullanıyordu. ‘’Tapınakların altında mezarlar var, demek istediğim orada bir evi andıran mağaralar var.’’ dedi, kendi kendini düzeltirken. ‘’Ruhların orada olduğuna inanıyorlar.’’ diye devam etti, durgun sesiyle.

‘’Kendisi inanmıyormuş gibi,’’ dedi İblis zihnimden fısıldayarak. Son kez aşağıda kalan tapınaklara baktıktan sonra, yol buna izin vermedi ve yolun kıvrımından geçtiğimizde arkamızda kaldılar. Uçurumu andıran tepelerden geçerek ufukta görünen solgun tenli binaların olduğu bölgeye geldik.

Her taraf yine ormandı ama bu sefer, hiçbir yerde canlı görmemiştim. Burası sanki Tanrı tarafından bile unutulmuş bir yerdi. Arabanın içinde etrafı süzerken insanlara ya da hayvanlara rastlamayı umut ederek çevreme bakındım. Korku yine kalbimde varlığını sürdürürken İblis’imin söylediği sözler zihnime daha berrak dolmaya başladı.

Asir derin bir nefes verdi ve arabayı binaların olduğu sokaklardan geçirmeye başladı. Sokaklar dar olsa da tek bir aracın geçebileceği kadar genişti. Tepelere doğru ulaştığımızı arabanın kavisinden ve yüksekliğinden algılıyordum. Tepeye doğru çıkarken binaları da geride bırakıyorduk ve tapınaklar uzaktan daha net görünüyordu.

‘’Geldik.’’

Orman hiç olmadığı kadar sessiz ve yalnız dururken, oradan hiçbir hayvana rastlamamış olmam daha da işkillenmeme neden oluyordu. Gece olduğundan mıydı? Kanlı Ay tepede tüm asilliğiyle görünürken ormanın ağaçlarının üstüne ve yeryüzüne damlayan kan kadar yoğun kızıl ışıklar yansıtıyordu.

Yine de Kızıl Diyar’da olduğu gibi bir yer değildi.

İki katlı bir evin olduğu boş bir araziye geldiğimizde araba aniden durdu. Ardından Asir kontaktaki anahtarı kıvırıp arabayı tamamen sessizliğe bürüdü. Motordan çıkan kısa ses, aslında arabanın yolculukta da ses çıkarttığını fark etmeme neden oldu. Yine de rahatsız edici bir sese sahip değildi.

Asir toparlanırken kumaşlarından yükselen sürtünmeleri duydum. Ardından bakışlarını bana yöneltip, ‘’Burası.’’ dedi. Çekingen bir tavırla gözlerimi ondan alıp arkasına doğru yoğunlaştım, bakışlarım merakla doluydu ve korkuyu gözbebeklerimin içine sindiriyordum.

‘’Güzelmiş.’’ dediğimde İblis küçümser bir tavırla fısıldadı. ‘’Ölmek için.’’

Asir durgun bir ifadeyle başını sallayıp arabanın kapısını tok sesle araladı ve aşağı indi. İnerken kabanının koltukta sürtünen sesini işittim, gözlerimi usulca yumarak sakinleşmeye çalışırken elim istemsizce kapının tokmağına kaydı. Parmaklarım soğuk metali kavrarken bir tık sesiyle kapıyı aralayıp ittim.

Xiya kucağımdan aniden fırlayıp dışarı çıktığında şaşkın gözlerle bir anlığına ona baktım ama sonra, aşağı indiğimde kapı park yerinde olmadığı kadar daha gür bir sesle kapandı. Tok sesin boş arazide yankılandığını duymuştum. Burası gerçekten unutulmuş bir yerdi.

Çimenlerin daha karanlık durduğu ve toprağı daha da çukura benzettiği arazide ilerlerken ayaklarımın otların arasına karıştığını hissediyordum. Asir beni arabanın kenarında bekliyordu, ardından hareketlenmeye başladığımı fark edip o da ilerlemeye başladı.

Evin ıssızlığı ruhumu üşütmeye yetiyordu. İki katlıydı ama perdeleri yoktu; pencereleri yüksek ve genişti. Taştan yapılmış duvarları, tahtadan yapılmış geniş bir verandası vardı. Gecenin karanlığında cinli bir köşkü andırırken bu düşünce, aklımı çelip daha da korkmama neden oluyordu. İrkilip sanki bir ruh içimden geçmiş gibi ürperdim. Görünmeyen tüylerim şaha kalkarken hala ağır adımlarla ilerlemekle meşguldüm.

‘’Büyükanne, büyükanne…’’ dedi mırıldanarak İblis, etrafı temkinli gözleriyle süzerken. Kömür karasını andıran simsiyah gözleri çevrede dolanırken içleri bir yıldız gibi parlıyordu ama o yıldız, bir küçümsemeyi ve kibri; onu harmanlayan alayı andırıyordu. ‘’Sus.’’ dedim, korkuyla zihnimden. ‘’Daha da beter etme.’’

İblis gülse de gülüşü samimiyetsizdi; hala çevresini gözlemliyordu. ‘’Hiç kimse yok, anasını satayım!’’

‘’Herkes nerede?’’ dedim ellerimi açarak çevreyi kolaçan ederken. Asir veranda basamaklarını çıkacakken duraksadı; ardından ağır bir şekilde bana doğru dönerken bedeninin yavaşlığı daha da korkmama neden oldu. Yutkunarak gergince ona bakmayı sürdürdüm. İri bedeni ağır hareketlerle bana dönerken, kızıl gözleri gecenin karanlığında lazer misali parlıyordu.

Fakat bu, gözlerini parlattığından değildi; soluk bir renkte orada kendini belli ediyorlardı.

Çevrede gözlerini dolandırırken umursamazdı. Sonra suratıma aval aval bakıp durgun bir sesle, ‘’Uyuyorlardır. Gecenin üçü.’’ dedi.

Kafamı sallayarak etrafı süzmeye devam ettim. İri bedeniyle örtüşen uzun boyu, karanlıkta bir ölüm meleğini çağrıştırıyordu. Kabanının siyahlığı da tuzu biberi olurken, bana doğru adım atması ellerimi kabanımın içinde yumruğa dönüştürmeme sebep oldu. Tırnaklarımın avcuma batışını hissediyordum. Xiya hiç oralı olmadan çevrede dolanıyordu, hareketlerini göz ucumla takip ediyordum.

Asir’in kemikli çehresine bakarken, bizi aydınlatan tek şey Kanlı Ay’ın süslediği kızıl renkti. Yüz hatları daha da koyu bir hale bürünürken gölgeler oralarda dolanıyor ve yüzünün bir kısmı kızıllıkla parlıyordu. Kestane rengi saçları daha koyu renkteydi; beni gelişigüzel süzerken durgun ve sakindi. ‘’Ne oldu? Mekandan çıktın çıkalı bir garipsin.’’

İblis güldü, ‘’Hiç ya, ne olsun işte…’’ dedi çevresini elleriyle göstererek susarken. Asir’e o görmese de gülümseyerek bakarken, gözleri alayla parlıyordu. ‘’Her zaman, ıssızlığın her köşeyi sikmiş olduğu yerlerde oturmaya bayılırız, ondan böyle tepki veriyor.’’

‘’Aslında yorgunum, ondan.’’ dediğimde kiremit rengi kazağının altından bile kaslarını belli eden dolu bir nefes verdi. Dudakları gerim gerilirken, bakışları baygındı ve yüzü memnuniyetsizdi. ‘’Yağmur, yalanları sevmem. Korktuğunu seziyorum, bir sorun mu var?’’

‘’Doğruyu söylemek gerekirse, başta da dediğim gibi hiç böyle bir yerde, bir erkekle ev arkadaşlığı yapmadım.’’ dediğimde bakışlarının yumuşadığını hissetmiştim ama hala tepkisiz diyebileceğim bir surat ifadesiyle yüzümü inceliyordu. Pür dikkat bakışlarından kaçmak için etrafta gözlerimi dolaştırdım, ormanın ağaçları çevreyi sararken evi daha ulaşılmaz ve ürkütücü gösteriyorlardı.

Ellerini kabanının cebine koymuş, beni dinliyordu. ‘’Mazur gör.’’

Alt dudağını diliyle kavrayıp yalarken gülmekle gülmemek arasında gidip geliyordu. ‘’Rahat ol,’’ dedi bana sırtını dönerek verandaya çıkarken. Ahşap merdivenlerden dağılan ses, gıcırtı doluydu ve kulaklara yankılanarak çarpmıştı. ‘’Hadi gel.’’ dedi, anahtar şıngırtılarının arasından.

Şeytanın cehenneme çağrısı gibiydi, sesindeki tını. Normal çıksa da kulağıma tehlike çanlarının bıraktığı o hisle dolmuştu. Anahtarı yuvaya sokup çevirdiğini bile işitmiştim. Etraf o kadar sessizdi.

Ellerimi ceplerimden ayırmadan ağır ve temkinli adımlarla kısa merdivenleri, gıcırtılar bırakarak tırmandım ve geniş verandaya ayak bastım. Kapı aralıktı, Asir çoktan içeri girmiş ve kapının kenarında, kaşlarını alayla yukarı kaldırmış vaziyette dudaklarını birbirine bastırarak bana bakıyor; sabredercesine beni bekliyordu.

Yumuşakça yutkunarak içeri girdiğimde kapıyı rahatça arkamdan kapattı. Her evin kendine has bir kokusu vardı, bu evde yine orman kokuyordu. Bu sefer yoğun bir kokuydu ve insanı rahatlatıyordu. Kapının kapanan tok sesi keza gerilmeme neden olmuştu. Karşımdaki beyaz düz duvarı incelerken çevreyi kolaçan etmekten bile çekiniyor ve orada öylece kalıp yaşamayı istiyordum. Ne olur ne olmaz, kapı arkamda kalsın.

Xiya benden önce evi turlamaya başlamış, yerinde durmuyordu.

Asir kabanını çıkartmış portmantoya asmıştı; ardından salona doğru adımladığını göz ucumla görmüştüm. Koltuğa otururken, ‘’Öyle durma,’’ dedi alayla yükselen sesiyle, sanki harfleri bir melodide söylemişti. Rahatlıkla, ‘’Yeseydim seni şimdiye yerdim,’’ dedikten hemen sonra arkasına yaslanmış, başını koltuğun başlığına dayamıştı.

Yutkunarak kabanımı çıkarttım ve portmantoya giderek onun kabanını astığı yerin yanına astım. Ayakkabılarımı da çıkartıp Asir’in büyük ayakkabılarının yanına koyduğumda, benimkiler onunkinden kat be kat daha küçük görünüyordu. Simsiyah kazağımla, ki o da mahvolmuştu çünkü Xiya Samora otu solumuş durmuş olduğundan maviye bulanmıştı, kalmıştım. Etrafı meraklı gözlerle süzerek salona doğru adım attığımda aslında her şeyin bir erkeğe göre yerli yerinde durduğunu fark ettim.

Gereksiz hiçbir eşya yoktu. Bir koltuk takımı, ortalarında bir camdan sehpa ve onların tam karşısında duvara monte edilmiş simsiyah televizyon vardı. Burada teknoloji alet göremediğimden aklıma hiç düşmeyen telefonum geldi, elim arka cebime gittiğinde orada kalın varlığını hissedip rahatladım.

Siyah-gri tonlarla döşeli evde; sadece tavan ahşaptandı. Dış kapının sağında kalan merdivenler de ahşaptandı. Yukarı çıkan merdivenlere omzumun üstünden göz attıktan sonra salona doğru adımlayıp tekli olan koltuklardan birine oturdum.

Arkamda büyük, geniş ve çift kat olduğunu düşündüğüm pencereden vardı ve buradan orman çok güzel ve net görünüyordu. Oturur oturmaz koyu gri koltuk beni kucağına alıp sarmaladı; öyle rahattı ki içinde kaybolduğumu sanacaktım.

Kumaşın yumuşaklığından sırtımı dayar dayamaz gözlerim kapanmıştı.

İblis’le bakıştık, artık eskisi kadar öfkeli değildi ama bu sefer temkinliği bitmek bilmiyordu. Xiya’yı gözleriyle takip ediyor, ardından Asir’e baktığını düşünüyordum. En son bana bakıyor, kafasını umutsuz bir vakaymışım gibi iki yana sallıyordu. Bunu yaparken de yüz ifadesi, limon yemiş biri misali ekşiyordu.

‘’Yukarıda fazladan bir oda var,’’ diyen adamın sesi, karanlıktaki o yoğun sessizlikte çınladı. Gözlerimi hafifçe aralayarak, beni süzen gözleriyle karşılaştım. İstifimi bozmadan ona baygın şekilde bakarken, ‘’Hım?’’ dedim boğazımdan yükselen bir mırıltıyla. ‘’Benim odam, sol tarafta koridorun sonunda. Seninki de, sağ köşede koridorun sonunda.’’ diye açıklamasına devam etti; yüzünde tembel bir tebessümün izleri dolanıyordu sanki.

Kafamı sallayarak tekrar gözümü kapattığımda yerimden bir santim kımıldayacak halim yoktu. O kadar yol yürümüştüm, sarhoş adamın tekiyle uğraşmıştım ve son anda oturacak bir yer bulmuştum. Hala yorgundum, ayak tabanlarım sızlıyor ve topuklarım yanıyordu.

Beynim uyuşmaya yakın bir noktada, ki bu karanlık salonda daha kolay oluyordu, Asir’in yumuşak sesini işitmiştim. Beyaz bir odanın içinde yankılanan uzaktan gelen birinin sesi gibiydi. Ulaşılmazdı, ‘’Yağmur.’’ Fısıltısı kulaklarıma dolarken gözlerim, göz altlarıma daha sıkı yapıştı sanki. Gözlerimi aralayamıyordum, içten içe öyle yanıyorlardı ki hemen uyumak istiyordum.

‘’Rea.’’

Kalbim tatlı tatlı çarparken, hala fısıltısını uzaktan duyuyordum. Koltuktan kalktığını kıyafetlerinin sürtünme sesinden kavradım, zihnimde ne yaptığını hayal ederek evin içinde turluyorken gözlerim hala etime yapışmış vaziyetteydi. Bana doğru geldiğini büyük bedeninin gölgesinin üstüme devrilmesinden kavradım ama hala kirpiklerimi aralayamıyordum.

‘’Rea.’’ dedi tekrar, bu sefer sımsıcak nefesini suratımda hissetmiştim. İblis bir ona bir bana bakarken kaşları çatıktı, diken üstünde oturuyordu.

Büyük elini omzumda hissetmemle irkildim ve bu sefer, gözlerim istemsizce aralandı ama ateşi avuçlamışlar misali yanarlarken tekrar kapatmak zorunda kaldım. Derin bir nefes verdiğini işittim, ardından büyük elini kolumdan sıyırıp sırtımda buluşturduğunu ve bacaklarımın altından diğer elini geçirdiğini hissettim.

Sırtım ve kalçam oturduğum yerden ayrılırken, beynimde uçurumdan düşmüş birinin heyecanını hissetmiştim. Yakasından aniden tuttuğumda birden duraksadı, sonra güçlü ve sert kollarıyla beni hiç zorlanmadan taşımaya başlarken burnuma dolan orman kokusuyla daha bir mayıştım.

‘’Bunu yaptığıma inanamıyorum,’’ diyerek fısıldadığını işittim. Nefesi ferahtı ve yüzümü avuçlarken suratıma ateş atmışlar da yüzüm orada kavruluyor misali yanıyordu. ‘’Kimse görmüyor, neyse ki…’’

İblis kaşlarının uçlarını küçümser bir tavırla havalandırarak başını alayla sallarken, aynı zamanda elini de rastgele sallamıştı. ‘’Aynen koçum.’’ Gözlerimi aralamadan çaktırmayarak gülümsedim ama öyle yorgundum ki kimse fark etmeden tekrar dudaklarım düz bir çizgiye dönüştü.

Sağ tarafa döndüğümüzü hissettiğimde kapıya o kadar yaslanmıştım ki Asir’in beni indirmeden kapıyla cebelleştiğini düşünüyordum. Çok geçmeden tık sesini duyduğumda elim, adamın yakasını daha sıkı tuttu ve Asir yine derin bir nefes verdi. İçeri girerken burnuma keskin bir koku çarptı ama bu koku daha ferah ve huzur doluydu.

Asir’in omuzları eğilirken sırtım yatakla buluştu ve her yerim sızım sızım sızladı. Saçlarımın varlığını suratımın her tarafında hissederken kaşlarımı rahatsız olmuşçasına çatmıştım ama bir parmak, beni rahatsız etmeden saçlarımı oradan ayırdı ve kenara doğru itti.

Ardından beynim tamamen karanlığa gömülmeden önce, fısıldayan adamın tuhaf ve anlamlandıramadığım bir his tınısında söylediği şu cümleleri duydum: ‘’Merhametine inanmasam da Leva seni korusun, Kurtarıcı.’’

 

Evet, yeniden ama yeniden merhaba.

Umarım keyif alarak okumuşsunuzdur. Çok sade ve sıradan bir bölüm oldu; nasıl yazdığımı merak ediyorum.

Düşünceleriniz benim için çok önemli.

Sizce Asir, gerçekten böyle biri mi? Yoksa Evin Yağmur’un kabuslarındaki bir canavardan ibaret mi?

Sizce İblis ‘’yine’’ haklı mı? :)

**Erkan isminin anlamı, benim bahsettiğim gibi değil. Gerçek anlamları şunlardır:

1) Yiğit, erkek soydan gelen kimse.

2) Bir toplumun ileri gelenleri, büyükler, üstler.

3) General ya da amiral aşamasındaki askerler.

Ben isminin anlamını kurguya ve kendime göre değiştirdim. Er-kan’dan yola çıkarak uydurduğum bir isim anlamına dönüştü hajhasj. Neyse, bu da bir bilgi olsun.

Bölümleri haftada bir mi yoksa bu şekilde, iki kez mi yayımlasam; günleri değiştirsem mi diye düşünüyorum. Fikrinizi belirtirseniz memnun olurum.

Emeğimin karşılığını vermeyi unutmayın. Oy ve yorumlarınızı bekliyorum; lütfen diğer bölüme geçmeden önce yıldızı parlatın!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%