@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Elimde sürünen bir bölümle karşındayım, evet. Arayı uzattığım için özür dilerim, yine de sebebin, ilham eksikliği ve elimde olmayan sebeplerden dolayı bilgisayar başına oturmadığımdan kaynaklandığını söylemek isterim. Anlayışın için teşekkür ederim, umarım bölümü keyifle okursun. Başlamadan önce, emeğimin karşılığını vermeyi unutma. Bölüm şarkısı: Sleeping At last – Mars 7. BÖLÜM: TAR’IN ÇOCUKLARI
Ben, olmak istediğim kişinin gölgesiydim. Bedenim boş bir kavuktan farksızdı, ruhum sadece yaşamam için gerekli olan bir parçaydı. Her zaman kitap okurken ve o sayfalarda kaybolurken satırların arasındaki o ince çizgide kendimi asardım; karakterlere sığınır, o karakterlerle yaşamayı öğrenirdim. Zihnimi o karakterlerin zihinleriyle doldurur, kendime yakın olanı seçerdim. Bir süre sonra unuturdum belki ama kökleşmiş fikirler asla unutulmazdı. Ruhum neredeydi? Kitapların arasına mı sıkışmıştı yoksa beni unutanların arasında mı kaybolup siliniyordu? Bir ruhun yemeği hislerdi, bense bazen ruhuma dokunduğumda hiçbir şeyle karşılaşıyordum. Belki de bedenimin boş olmasının sebebi buydu? İblis’i var ettiğimde aslında olmak istediğim kişiyi mi var etmiştim? İblis benim zihnimde, benden farklı biri miydi yoksa gerçekten hayal ürünüm müydü? Bazen bunu oturup düşünüyordum, bana kızsa da darılsa da bu düşünceyi arada sırada görüyordu. Kaçınılmaz. Sanki bir kan pıhtısı patlayıp tüm semayı kızıl bir tona bürümüş ve eline aldığı fırçayla ufukta mavi kalıntılar serpiştirmişti. Henüz tanımadığım yabancının yatağında uyanırken aslında bilincim, yağmur damlalarının cama vurduğu tok seslerle kendine gelmişti. Pencere kapalıydı ama perde olmadığından serin havayı net şekilde görebiliyordum. Hatta onu soluyordum. Çatı ahşaptan yapıldığından dolayı yağmurun sesi odayı rahatlıkla dolduruyordu. Sanki tüm yağmur üstüme yağıyormuş da sırılsıklam oluyormuşum gibi hissediyordum. Rüzgar yoğun bir sesle uğuldayarak evin dış cephesini sararken kulaklarımı dolduruyordu. Yatakta doğrulmadan, göğsümü saran ferahlıkla sırtımın sıcaklığa alışmış yere daha da gömülmesine izin verdim. Tan vakti olduğundan ev sessizdi, sessizliği dinlemek ruhumu rahatlatıyor ve buna yağmurda eşlik ettiği zaman kendimi farklı bir evrendeymişim gibi hissediyordum. Beynimin içinde farklı bir evren varmış da ben orada sıkışmış kalmış olmama rağmen mutlu hissediyordum sanki. İblis’imin kapısı hala kapalıydı, uyuyor olmalıydı. Sağ tarafa döndüğümde kolum bedenimin altında sıkışıp karıncalandı, sırtım kapıya doğru dönüktü; yağmuru ve kızıllığını yavaşça güneşe veren ayı daha net görüyordum. Gözlerimle yavaşça solan cansız ayın rengini takip ettim. Tuhaf bir görüntüydü ve bilime resmen aykırıydı. NASA buraya gelmiş olsaydı, aklını kaçırır ve insanlara bunu nasıl açıklayacağını kara kara düşünürdü büyük ihtimalle. Otomatik birer yuvarlaklarmış gibi ay, tüm rengiyle beraber enerjisini güneşe aktarırken yerlerinde kımıldamıyorlar ve aralarından hiçbir şey geçmiyordu. Bulutlar gökyüzünde olsa da, uydu ve yıldız o kadar büyüktüler ki pamuk yataklar onları kapatamıyorlardı. Gözlerim cama odaklandığında kabarık bulutların arasından yağan damlaların camı buğulandırmasını ve camda yapışarak sürüklenerek aşağı yuvarlanmasını seyrettim. İçimi ferahlatan bir his vardı. Garipti. Nadiren bu şekilde, bu hislerle uyanırdım. Uykumu iyi mi almıştım? Olabilirdi, yatak kuş tüyünden yapılmışçasına rahat ve insanı kucağına almak istercesine şefkatliydi. Kalın battaniye üstüme bir ton ağırlık kadar kalıp bir şekilde seriliydi; zayıf bedenim onu taşıyamıyor ve yatağın içine daha fazla gömülüyordum. O kadar ki siyah, satenden yapılmış gibi parlak nevresimden yayılan sabun kokusunu burnum kolaylıkla soluyordu. Güzel kokuyordu. Kendimi evimdeymişim gibi hissettiren bir kokuydu. Üstüme örtülen battaniye ayaklarımı ısıtamıyordu; parmaklarım buz kesmişti. Uzun, gece karası gibi siyah saçlarımın bir kısmı battaniyenin arasından çıkmış tenimi kapatıyor, bir kısmı da yastığın üstüne tıpkı Medusa’nın yılan saçları gibi yatakta kıvrılarak cansız şekilde duruyordu. Saçlarımdan dolayı nefes alamayınca battaniyenin yumuşak başucunu parmaklarımla kavrayıp kendime alan yarattım. Burnuma akın eden koku, odayı saran ferah bir kokuydu. İblis’in kapısı gıcırtıyla aralandığında bakışlarım ona doğru döndü. Tek elini yumruk yaparak gözüne götürmüş orayı ovarken, diğer yandan ağzını aralamış ve sivri dişlerini göstererek esnemişti. Çatallı dili bile ucundan görünmüştü. Yüzünü buruşturdu ve ilk işi, bana bakarak kadehinden yudum almak oldu. Ardından ekşimiş yüzünün yerini ifadesizlik almıştı. ‘’Nasıl oldu da benden önce uyandın?’’ dedi, çatallaşmış sesiyle. ‘’Rahat uyuyamadın mı?’’ Kafamı iki yana sallayarak, ‘’Uyudum.’’ dedim zihnimden; kalp atışlarımı bile rahatlıkla duyan adamın, sesimden dolayı uyanmasını istemiyordum. İblis kaşlarını çatsa da bir şey demedi ve etrafı süzdü, ardından cama yapışan yağmura doğru bakarak derin bir nefes verdi. ‘’Kendimi evimde gibi hissettim.’’ dedi, dalgın bakışlarla, sesi de dalgındı. ‘’Ben de.’’ Hala sersem bir ifadeyle yağmuru seyrederken, ‘’Bu arada,’’ dediğinde bakışlarım ona yöneldi. Kadehi dudaklarına götürürken uğursuz kıkırtılarını duydum, omuzları sarsılıyordu, ‘’Nilüfer’in ağzına sıçayım.’’ dedi mırıldanarak, kadehinden yudumlamadan hemen önce. Altın sarısı bardağını hemen yanına indirirken dudaklarını birbirine bastırıp bana göz ucuyla baktı, sırıttı. Dümdüz bir suratla ona doğru baktığımdan söylediğinden özür dileyecek sandım ama hala sırıtırken, ‘’Hak etti.’’ demesiyle karşımdakinin bir insan değil de gölgeden yaratılmış İblis olduğunu unuttuğumu fark ettim. Ondan özür duymak, Naenia’daki güneş ve ayın doğal döngüde dönmesi kadar imkansızdı. Çenesiyle dışarıyı gösterdiğinde aslında baygınlaşmış gözlerimden kaçıyordu, ‘’Uyanmış Asir.’’ dediğinde kaşlarımı çatarak ona bakmaya başladım. Kadehinden yudumlamaya devam ederken daha konuşmadı ama, ‘’Nereden biliyorsun?’’ dememle gözlerini neredeyse devirecekmiş gibi bir tavırla bana doğru baktı. Kıstığı gözleri sabah sabah şişmişken bile alayla parlamayı becerebiliyordu. ‘’Ben bilirim. Kahvaltıyı hazırlamış, salonda oturuyor.’’ ‘’Bunu nereden biliyorsun?’’ dedim inanamayarak, gölgeli suratına bakarak. Şaşkınlığım sahteydi ve bunu hemen kavradı. Sıkılgan bir tavırla gözlerini devirdi, kadehi elinde gevşekçe tutarken yandan yandan bana bakıyordu. ‘’Kendimi tanıtayım, adım İblis.’’ Tepkisine karşılık kıkırdayarak yataktan kalktığımda ayakucuma batan soğuk, iğne etkisinde yukarı doğru tırmanırken tüylerimi şaha kaldırdı. Soğuk bir ürperti sırtımdan yukarı hala tırmanıyordu, omuzlarım refleks olarak sarsıldı ve kendime gelmeye çalıştım. Aşırı soğuk bir hava vardı ve asla ısınmayan ben, bu durumdan muzdariptim. Ayaklarımın tabanı, yerde gıcırtılar bırakarak içimi kıyarcasına rahatsızlık verdi. Gri renkte olan yünlü battaniyeyi siyah nevresimin üstüne örtüp düzelttikten sonra arkama döndüm; kapının önünde duran Xiya oturmuş bir halde ne yaptığımı seyrederken kafasını sola yatırmıştı. İblis gözlerini kısarken başını hafifçe öne doğru uzattı. ‘’Onun kuyruğunda ne var öyle?’’ Havaya kalkan iki kuş tüyü gibi duran renkli kuyruğunun üstünde yumurta akına benzer bir sıvı vardı. Xiya durumdan rahatsız olmalı ki kuyruğunu sallıyor ama o sıvı, aşağı akarken giderek temizlenmesi zor bir hal alıyordu. İlgiyle, ‘’Ne oldu?’’ dedim ona doğru adımlayarak, bir yandan da tahmin etmesi güç değildi. İblis kısa ama gürce kahkaha attı. ‘’Ulan, ne yapmış hayvana?’’ Elimi ağzıma götürüp gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırırken hayvanın haline bakıyordum. Xiya kuyruğunu sallamaya devam ediyor, ardından onu ağzına götürüyordu ama koku, burnuna dolduğunda kuyruğunu temizlemek için onu ağzına almıyordu bile. Kuyruğunu geri çekerken, bir kedinin şaşkın bakışı gibi kafası geriye yattı ve simsiyah gözlerini kocaman araladı, pençeleri hala yere saplanmış vaziyette ön tarafta duruyordu. Ardından başı tekrar öne düşerken tüm vücudu baştan aşağı titredi. Resmen hayvan, kuyruğundan iğrenmişti. Neredeyse gülecektim ama Asir’in sesimi duymasından çekiniyordum. Göğsümü karıncalandıran hisle gülüşümü oralarda saklarken; İblis benim yapamadığımı yaparak başını geriye yatırıp kahkahayla gülüyordu. ‘’Hayvana yazık, kızım! Git şunu temizle.’’ dedi eliyle hayvanı göstererek. Tekrar kahkaha atarken bu sefer bir şey dememişti. Asir’in beceriksizliğinden çok şu an hayvanın haline ve tepkisine gülüyordu. İçten içe gülerek yüzümü yıkamak için odadaki lavaboya doğru adımlarken Xiya’yı da yanıma gelmesi için çağırdım. ‘’Gel.’’ Hayvan hala kapının eşiğinde oturuyordu. Sözümü dinlemedi, aval aval suratıma baktı. Elimi kaldırıp parmaklarımın ucunu bir ileri geri sallayarak onu yanıma çağırırken, kaşlarımın altından ona bakıyordum. Sesimi incelterek tekrar ‘’Gel.’’ dedim. Xiya hala bana bakıyordu, ardından kuyruğunu tekrar salladı ama bu sefer sıvı; tatlı kıçına doğru kayınca oturmaktan vazgeçti ve ayağa kalktı. Kendi etrafında dönerken kuyruğuna sinirle hırlıyordu fakat onu ağzına almaktan çekiniyordu. İblis’le bakıştık ama bu sefer beraber kahkaha attık. Başım geriye doğru düşüp kahkaha atarken, İblis kahkaha atmayı bırakmış ve beni dalgın gözlerle seyretmişti, dudaklarında hala tatlı bir tebessüm vardı. Xiya sesimden dolayı irkildi ve yerinde ön pençelerini kullanarak geriye zıpladı. Şaşkın bakışlarını üstüme dikerken, lavaboya girmekten vazgeçip yanına ilerledim ve onun karnından tutup kolaylıkla yukarı kaldırdım. Parmaklarım yumuşak karnına gömülmüştü, hırıltısı hala avcumun içini titretiyordu. ‘’Gel buraya bakalım…’’ dedim mırıldanarak, sevgiyle. ‘’Seni bir güzel temizleyelim.’’ Odanın köşesine ayrılmış yerde, lavaboya doğru ilerleyip içeri girdim. Tahmin ettiğimden geniş bir alan kaplıyordu. Kapıdan girer girmez, sol köşede geniş bir küvet duvar dibine ayrılmıştı. Onu kapatan herhangi bir kapısı yoktu. Kapının tam karşısında, birkaç metre ilerlediğimde temiz aynanın altında beyaz, geniş bir lavabo bulunuyordu. Beyazlarla çevrili banyo yeri, hem güzel hem temizdi. İlerleyip lavaboya doğru yöneldiğimde aynadaki aksim de benimle beraber büyüdü; gözlerimi oraya yönlendirmeden lavaboya doğru yürümeye devam ettim. Xiya ne yaptığımı anlamış olmalıydı çünkü tırnaklarını kolumdaki derime geçiriyor ve yerinde huzursuzlukla hırlıyordu. ‘’Sakin,’’ dedim uyarırcasına, yumuşak bir tonla. Lavaboya yakınlaştıkça hayvanın bakışları kızıla doğru dönmeye başladı ama onu çoktan lavabonun çanağına yatırmıştım. Sadece derin çanakta, renkli tüylerini ayırt edebiliyordum geri kalan bedeni, yattığı yerde kamufle olmuştu. Kızıl gözleri minicikti ve bana doğru hırlarken diş etlerini bile açığa çıkartmaktan çekinmedi. ‘’Uslu dur bakayım!’’ dedim tatlı şekilde kızarak. Kaşlarımı çatmış ve sinirli olduğumu göstermek istemiştim ama ona kıyamadığımdan sesim, istemsizce yumuşak yükseliyordu. İblis kaşlarını yukarı kaldırıp dilini sertçe damağına çarptı, ‘’Öyle olmaz.’’ dedi, ‘’Alfanın kim olduğunu ona göstermen lazım.’’ Kızıl gözleri hala yerinde dururken hırlamaya devam ediyordu. Suyu açmamla aklını kaçırdı, lavabonun içinde bir o yana bir bu yana kaçarken tırnakları lavaboda kayıyor; küçük bedeni zemini bulamıyordu. Bir de ben önünde durunca, gözünde hepten kötü bir sahip konumuna erişiyordum. Pençeleri tüylerinin arasından resmen çıktı, şeffaf tırnakları hızlı hareket etse de onları ayırt edebiliyordum. Su her tarafa sıçrarken, üstümde bundan nasibini alınca, ‘’Dur!’’ dedim ama sesim bir sahibe göre fazla sert ve hırçın yükselmişti. Soğuk suyun kazağımın örgülerinden içeri girişini ve tenime sinmesini hissettiğimde üşümem fazlaca arttı. Xiya bağırışımla beraber dişlerini hala gösterir vaziyette duraksadı, bana alttan alttan bakarken kızıl irislerini üstüme dikmişti ama kendi kendine hırlıyor, diş etlerini bu sefer saklıyordu. Göğsü hırsla inip kalkarken soluklanıyor gibi hali vardı. Akan suyun sesi, gürdü ve banyoyu dolduruyordu. İblis parmağıyla suratımı göstererek, ‘’Aynen böyle.’’ dedi ve arkasına yaslandı. Elimi ona doğru yavaşça götürdüm, elimi takip ederek geriye çekildi hala hırsla soluklanıyordu. Su iyiden iyiye onu ıslatmış, kabarık tüylerini kısmen aşağı indirmişti. Aralarda gölge misali duran karartılar, beyaz kürkünü dikenleştiriyor ve onu giderek öfkeli bir hale sokuyordu. Mırıltıyla, ‘’Sakinleş…’’ dedim ama cinsiyetini bile bilmediğimden ona samimiyetle yaklaşamıyordum. Öncelikle ona yakışan bir isim bulmam gerekiyordu ve onu eğitmeye başlamam lazımdı. Bunu erteleyemezdim, artık benimse iyi anlaşmamız gerekiyordu. İblis bizi seyrederken ifadesizdi. Akan suyun sesini avcumu altına koyarak kestim, soğuk su avcumda birikirken yavaşça onu Xiya’nın kuyruğuna sürttüğümde hayvan tekrar hırladı ama bu sefer, ensesini parmaklarımla kavrayıp onu hakladım. Başını usulca eğmiştim, hala elimin altında hırlıyordu ama hareketleri bir nebze olsun kısıtlanmıştı. Bu sefer kıçını sallamaya başlamıştı, hareket ettikçe kuyruğunu yakalamam zorlaşıyordu. Terlemeye başladığımı hissediyordum, bedenim az önce üşüse de şimdi yanıyordu. Renkli tüylerini zoraki durularken parmaklarıma bulaşan yumurta akıyla yüzüm istemsizce kasıldı. Parmaklarımı onu okşarcasına hareket ettirerek kuyruğunu temizlemeye devam ettim, bir yandan da soğuk suyla elimi duruluyordum. Xiya hareketlerimle elimin altında gevşedi, sudan hala hoşlanmasa da öfkesi geçmiş görünüyordu. Kuyruğundaki tüyler gereğinden fazla yumuşaktı, hatta varla yok arası bir hissi vardı. Elimle onu kavrarken sıkıp sıkmadığımı bile tam manasıyla kavrayamıyordum, o yüzden gerekenden fazla yumuşaktım. Karşımda duran aynaya bakmamaya çalışsam da göz ucumla siyah saçlarımı görebiliyordum, yüzüm bulanıklıktan ibaretti. İfademi tam olarak okuyamasam da dudaklarımda yeni fark ettiğim gülümsemenin ağırlığı vardı. Kuyruğu bir sıçan misali inerek kaybolurken Xiya dayanamadı ve tüm bedenini baştan aşağı sallayarak titretti. Yüzüme sıçrayan soğuk su damlaları, nefesimi tutup gözlerimi kapatmama sebebiyet verirken dudaklarımın arasından tuttuğum nefesi, hafifçe dışarı verdim. Yüzüme damlayan sular, yanaklarımın köşelerinden yuvarlanırken gözlerimi kısıkça araladım ve suratıma boş boş bakan küçük dostumu birkaç saniye baygın gözlerle seyrettim; sonra pes ederek onunla ilgilenmeye devam ettim. Tekrar derin bir nefes verip onu hazır el değmişken iyice yıkayıp pakladım, ardından her tarafı koyulaşmış ve birbirine yapıştığından dolayı tüyleri hiç belli olmayan hayvanı parmaklarım arasında tutup zemine koydum. Soluğumda sıkışmış nefeslerimi art arda verirken gözlerimle hayvanımı takip ediyordum. İblis de kaşlarının uçlarını yukarı kaldırmış halde, onu seyrederken kesik kesik gülmeden duramadı. ‘’Sanki ırzına geçtin, tipe bak.’’ Xiya birkaç kez sarsakça yürüdü, ardından duraksayıp önce başını titretti; ardından tüm bedeni titrerken sıra iki kuyruğuna gelmişti. Onları resmen pervane misali döndürürken tüm sular pantolonumun paçalarına ve duvarın suratına doğru çarptı. Duvarda oluşan siyah beneklere baktım, aşağı doğru kayıyorlardı. Xiya istifini bozmadan ilerleyip lavabodan çıkarken; terlere karıştığımı fark edip önüme döndüm. Bedenim hiç olmadığı kadar sıcaktı artık, aynada pürüzsüz boynumdan yuvarlanan tere bakarak derin soluklarımı düzeltmeye çalıştım. Gümüş demirden yapılma musluğun vanasını kapatmadığımdan suyun gidere akmasını dinliyordum. Soğuk suyu hemen yüzüme çarpıp fazla oyalanmadan yanda duran havluyu alarak yüzümü kuruladım. Su zaman kadar yoğun şekilde akıp gidiyordu, vanayı tekrar ters çevirip kapattığımda gözlerim aynadaki yansımama takıldı. Hala yüzümün her köşesinde suyun ağırlığı vardı, derimin üstünde farklı bir tabaka varmış gibiydi. Saçlarım kuş yuvası kadar dağınıktı, beyaz tenim vampir kadar soluk ve sol rengi buz mavisi, sağ rengi kan kırmızısı olan gözlerim fantastik canavarlardan biriymişim gibi duruyordu. Minik burnumun ucu soğuktan kızarmıştı, dudaklarım bir nehrin damarları kadar çatlak ve kırmızı görünüyordu. İblis’im homurdandı, ‘’Manzaram çok çirkin.’’ Asir’in evine geldiğim için bana hala içten içe kızgın olduğunu biliyordum ama bunu dışarıya fütursuzca yansıtarak iblisliğini konuşturuyordu. Aynanın köşesinde fark ettiğim havluyu görüp yanımda asılı duran gri yünlü havluya uzandım. Havluyu suratıma sürterken yünler yanaklarımı okşadı, ardından onu yüzümden çektiğimde sert bir etki bıraktı. Havluyu tekrar yerine koyarak geri çekildim ve lavabodan ayrıldım. Saçlarımı düzeltirken odayı kontrol ediyordum. Yatak cam kenarındaydı, duvar dibine yapışıktı. Onun tam karşısında küçük sayılan kahverengi ahşaptan yapılmış işlemeli bir dolap vardı. Masa ya da sandalye yoktu, onlardan başka hiçbir eşya yoktu. Saçlarım hala parmaklarımın arasına takılıyor, yüzümü buruşturmama neden oluyordu. Diğer yandan İblis’e uzun gelen bir süre bakmam, bana dönmesine neden oldu. Sabahtan beri saçımı düzeltişime başını iki yana sallayarak, zavallıymışım gibi bakmıştı. ‘’İyisin iyi.’’ dedi, yanağının bir kısmını kasarken. Tek gözü kısılmış gibi görünüyordu ama kısık değildi. Saçlarımı ellemeyi bırakıp odadan dışarı çıktım. Karşımda duran odanın kapısı kapalıydı ve o kapının altından adeta karanlık gizemin sisleri sızıyordu. Onun odası olmalıydı, merak duygumun bir balon gibi kabardığını hissediyordum. Yine de o duygu sonum olabileceğinden dolayı onu söndürdüm. Beni evine almış olması, odalarını izinsiz gezeceğim anlamına gelmezdi. İblis’im kafasını bilmiş bilmiş sallarken elinde tuttuğu kadehini de senkronizeyle salladı, ‘’Bizi ilgilendirmez.’’ dedi tekdüze bir sesle. Meraklı bakışlarımı odanın kapısından ayırıp sol tarafa döndüğümde ahşap merdivenleri gördüm, koridorun duvarları beyazdı ve hiçbir tablo ya da fotoğraf asılmamıştı. Koridorun zeminine yapışmış kilim kadar ince bir halı vardı ve halının üstü pürüzlüydü; ayaklarımın tabanına baskı yapan ucu yontulmuş dikenlere benziyorlardı. Boş ve sahipsiz duran duvarların arasında yürüdükçe o baskıyı hissettim ama hiç acıtmadığı için rahatsız olmadım. Merdiven basamaklarını tek tek usulca inerken tahta ayağımın altında gerilerek gıcırdadı. Bunları da artık halletmesi gerekiyordu. Benim evim bile her köşesi ahşaptan olduğu halde bu kadar gıcırdamazdı. Gözlerimi nereye çevirsem boşlukla karşılaşıyordum; hiç gereksiz bir eşya ya da süs yoktu. Burada gerçekten yaşıyor muydu? İblis’in de dikkatini çekmişti, keskin gözlerle çevreyi incelerken, ‘’Pinti pinti…’’ dedi fısıldayarak, kaşlarını yukarı kaldırıp. Gülerek başımı iki yana salladım, onu asla sevmeyecekti. Kısa koridorda yürüyerek merdivenlerden aşağı inerken soğuk hala ayak tabanlarıma batıyordu. Tepeden tırnağa titriyor, bir ürperti sırtımdan yukarı doğru tırmanıyordu. Dağınık saçlarım ve kırışmış üstlerimle berbat göründüğümü biliyordum ama ne yapabilirdim? Merdivenlerden iner inmez salon beni karşıladığından, büyük camekanın önündeki tekli koltukta oturan Asir’i gördüm. Üstüne bol gelen gri bir tişörtü, altına siyah yine paçaları bol gelen eşofmanı vardı. Ev halini ilk defa görüyor olmak garibime gitse de görüntü çok hoştu. Onun da koyu kestane rengi saçları dağınıktı, alnı saçlarının arasından yarım yamalak görünüyor ve tek kaşındaki o imzayı gözler önüne seriyordu. Yeni yeni çıkmış olan açık kahverengi sakalları beyaz teninde güzel bir görüntü bırakırken burnu dümdüz bir şekilde uzundu ama yüzüne yakışacak cinstendi. Kalbim nedensizce tekledi, onu her gördüğümde böyle hissetmek zorunda mıydım? Karmaşık, ne düşüneceğini bilemeyen… Ben asla böyle biri değildim ve kimse için bu durumlara düşmemiştim; İblis hariç. Sadece onun için bu duyguları hisseden biri olarak şimdi karşımdaki adamın cüssesini görmem bile kalbimi teklettirmeye yetiyor ve beni amansız duyguların esareti altında bırakıyordu. Erkeksi şekilde bacak bacak üstüne atmış ve sırtını koltuğa yaslamıştı. Dirseği koltuğunun dayanağına dayalıyken; elini şakağına götürüp kafasını tek parmağının sırtına yaslamıştı. Kaslı ve buradan bile kuvvetini tahmin ettiğim kolundaki dövmesi tamamen açıktaydı, o dövmenin bazen canlı olduğunu unutuyordum. Yılanın kuyruğu koluna dolanmış, birkaç kez bedeni yukarı doğru dairesel şekilde kıvrılmıştı. Demire sarılmış sarmaşığın koluna benziyordu kuyruğu. Başıysa tişörtünün kolunun altında saklıydı. Asir’in bakışları, bacaklarının arasına hapsettiği kitabındaydı. Satırlarda dolaşırken düşünceli görünüyordu, bu yüzden ne okuduğundan ziyade ne düşündüğünü merak ediyordum. Yanımda salladığım elimi yumruk haline getirdim ve ağzıma götürerek kaşlarımın altından ona baktım. Ardından boğazımdaki pürüz, kendini yumuşak bir şekilde temizledi. Yumuşak çıkan sesten dolayı sadece gözlerini daldığı boşluktan yukarı kaldırmış ama parmağını şakağından çekmemişti; bana başının konumundan dolayı dik dik baktıktan sonra kitabı bir şey olmamış gibi kapatıp bacaklarının üstüne bıraktı. Elini şakağından usulca ayırdı ve başını dikleştirdi. Asir derin bir nefes verdi, ‘’Buna alışmam için bana zaman tanı.’’ dedi boğuk sesiyle, bana bakarken. Hafif dolgun dudaklarını, keza kalbimi yerinden oynatacak güzel bir tebessüm sardı. Badem gözleri hafifçe şişti, uykudan yeni uyandığını barizdi ama İblis kahvaltıyı hazırladığını söylemişti? Gülümsedim, ‘’Sorun değil. Benim için de yeni.’’ diyerek merdivenlerin dibinde beklemenin tuhaf olacağını düşünüp ona doğru ilerlemeye başladım. Çıplak ayaklarım zemini yokladığından üşüyorlardı, demir kesilmişlerdi. ‘’Günaydın,’’ dedim, ilk defa aklıma gelmiş gibi. İblis tuhaf selamlaşmamızı gözleri kısık bir vaziyette seyrediyor, arada kadehinden yudumluyordu. Diken üstündeydi ama o her zaman öyleydi. Dudaklarındaki cılız tebessümle, ‘’Günaydın, Rea.’’ dedi adam, samimi sesiyle. Gözlerimi üstünden ayırmadan, bana bakışları altında daha da balçıklaşan bacaklarıma zoraki komut vererek yürüyordum. Sanki ayak bileklerimi bir şey tutuyor ve ilerlememe engel oluyordu. Bu lanet his de neydi ya? Merakla başımı hafifçe yana eğerek, ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedim yanına doğru giderken. Bakışlarımı ondan kaçırmam, bir şeylerin olmaması gerektiğini fısıldıyordu sanki. Kitaba bakmaya çalıştığımı göstermeye çalışarak tepkisini çekmemeye çabaladım. Kitabı eliyle kaldırıp çevik bir hareketle ters çevirip adını gösterirken hala bana bakıyordu. Eski M’rice dilinden oluşan iki kelimelik bir harf karmaşıklığına baktıktan hemen sonra anlamış gibi yaparak kafamı salladım ve kısaca kitabın üstüne dokunan bakışlarımı onunkilere çevirdim. Dudağının kenarı yukarı kıvrılsa da bir şey demedi, ‘’Açsındır, masayı hazırladım. Uyanmanı bekliyordum.’’ dedi, yumuşak bir şekilde. Bunu zaten biliyordum ama o söylediğinde içten içe rahatsız olmuştum, ‘’Beraber hazırlardık. Bekleseydin…’’ dedim mırıldanarak, mahcubiyetle. Dikkatli şekilde, ‘’Yeteri kadar bekledim,’’ dedi gözlerimin içine derin bir şekilde bakarak. ‘’Bir daha kimse için beklemeyeceğim.’’ Kızıl hareleri bir anlığına parladılar, kirpikleri o kadar uzundu ki imrenmeden edemedim. İblis gölgesinden daha koyu duran kömür karası harelerini şüpheyle kıstı ve boğazından derin bir mırıltı bıraktı. Bacağının üstündeki diğer bacağını aşağı indirip tek hamlede yukarı kalkarken bana kısaca baktıktan sonra önüne döndü. Elinde tuttuğu kitabıyla geniş sırtına bakarak peşinden yürürken, ‘’Az önce beni beklediğini söyledin?’’ dedim tek kaşımı kaldırarak. Aslında ona takılmaktan hoşlanıyordum; tuhaf bir şekilde onu tatlı bir şekilde sinirlendirmek hoşuma gidiyordu. Aniden durduğunda geniş sırtıyla bakışmaya devam ettim. Arkasını usulca döndü, benden birkaç metre uzaktaydı; bacakları o kadar uzundu ki iki adımda benden uzaklaşmayı başarmıştı. ‘’Evet,’’ dedi kaşlarını düşünceli bir ifadeyle çatarak. ‘’Bir daha da demiştim. Onu duydun mu?’’ Yüzüne aval aval baktıktan hemen sonra dudaklarımı birbirine bastırıp başımı salladım. Suratımdaki ifadeyi ifadesizce inceledikten sonra tepkisiz bir ifadeyle önüne dönerken mutfağa doğru yürümeye devam etti. Yine geniş sırtıyla bakışırken hala olduğum yerde, kalbim kendini usulca belli ederken kalakalmıştım. İblis güldü, ‘’Sabah sabah doyduk anasını satayım.’’ dedi, adamın ardından bakarak. Öylece beklemenin tuhaf olacağını düşünüp peşinden ilerledim. Koltuğun yanından geçerken gözüm, merdivenin yanındaki aralık kapıydı. Asir’in bedeni kısa sürede orada kaybolmuştu. Kapı pervazına gelip durduğumda ilk defa mutfağı gördüğümden önce etrafı inceledim. Karşımda duran, geniş camekanlı arka bahçe kapısından yansıyan gün ışıkları mutfağın içini aydınlatıyordu. Siyah mermer bir tezgah, üstü temizdi ve sadece Asir’in gelirken taşıdığı kitap duruyordu, onun tam üstlerinde gri raf kapakları bulunuyordu. Ahşap evdi ama mutfağı renkliydi, her tarafı kahverengiye boyamamıştı. Penceresi yoktu, çünkü zaten arka bahçe kapısı pencere işlevini görüyordu. Zemin ahşaptandı, kapının hemen sağ tarafında duran orta büyüklükte bir buzdolabı vardı. Ocak, arka bahçe kapısının hemen sağ tarafına kurulmuştu ve duvar dibindeydi. Duvarlar da sade, düz kırık beyaz renkteydi. Sade ama hoş bir mutfaktı. Karşımdaki adamı fark etmem zaman almamıştı. Dağınık saçlarının arasından güneşin ışıkları sızıyor ve koyu gölgelerini biraz olsun açıklığa kavuşturuyordu. Alnına düşen perçemleri, profilinden yarım yamalak sallanıyor gibi görünüyordu. Bakışları ocakta demlenen çaydanlığa odaklıydı. Bir süre ocağın başında dikildiğinden onu rahatlıkla süzdüm. Üstüne giydiği ve bedenine hafif bol gelen soluk gri tişörtünün karın bölgesinin kenarları her kaslı kolunu oynattığında rüzgarda kıpırdayan yaprak kadar ince hareket ediyor ve altına giydiği siyah eşofmanı tarzına ayrı bir hava katıyordu. Kıyafeti hafif kavruk derisini porselen bebeğin teni gibi parlatmıştı. Ayakları çıplaktı ama bir erkeğe göre güzel ayakları vardı; kemikli, beyaz teninde mavi damarları belirgindi. Parmakları ne uzun ne kısaydı. Onu incelerken tam ortasına düşen mekanik, parazitli ses zihnimden düştü. ‘’Toprak, ona baktığını biliyor,’’ dedi İblis, gözlerini usulca yumup kapatırken. ‘’Hani belki, sonra süzmekten utanırsın diye söyleyeyim dedim…’’ Ocaktan aldığı elindeki çaydanlığı taşıyarak, sırtını bana dönüp sağ tarafta yine duvar dibine yapışmış masaya ilerlediğinde onu şaşkın gözlerle seyrediyordum. Çaydanlığı masanın köşesine koydu. ‘’Ne bakıyorsun, gelsene?’’ dedi, bana tek kaşını kaldırarak bakarken. Şaşkınlığımdan kurtulup ona değil, masaya baktığımda yine farklı bir şaşkınlığın kucağına düşmüştüm. Masa fevkaladeydi; her kahvaltı türünden vardı ve ortaya tavada yumurtada yapmıştı. Xiya’nın hali gözlerimin önüne gelince dudaklarımı birbirine bastırdım. Zavallıcık… Beğeniyle kaşlarımı kaldırıp ona baktığımda, ‘’İyi iş.’’ dedim başparmağımı yukarı kaldırarak. Kısıkça gülüşünün arasından, ‘’Sorma.’’ dedi kalın sesiyle, ‘’Tadını çıkar çünkü bir daha asla yapmam.’’ İblis’in aklına yukarıda yaşanılanlar gelmiş olmalıydı ki kocaman sırıtmış, beyaz dişlerini ön plana çıkartmıştı. Kaşlarımı havalandırırken masaya bakıyordum, ‘’Asla asla deme.’’ dedim alay ederek masaya yaklaşırken. O da aynı şekilde tek kaşını kaldırarak ciddiyete büründü, ‘’Asla asla derim, çünkü o kelime lanet karma olarak bana dönmüyor.’’ Ona kendimce meydan okumaktan asla vazgeçmeyen ruhum, tek kaşını kaldırarak kemikli çehresini incelerken o daha fazla bana bakmamış, sandalyesini çekip karşıma oturmuştu. Eliyle çektiği sandalyeden kısık bir gürültü yükseldi, ardından tekrar yerleştiğinde sandalyeyi yine zeminde sürüklemişti. Takılmadım. Masaya bakmakla meşguldüm, reçel, salam, peynir, zeytin… Bilindik malzemeler varken ortaya tavada yumurtada yapmıştı. ‘’Genelde kahvaltı yapan biri değilim,’’ dedi Asir, ‘’Sen varsın diye hazırladım. O yüzden beğenmezsen bile şevkle ye.’’ diyerek devam etti, sahte tehditkar bir tınıyla. Sahtelik kokan tehdidine karşılık, ‘’Anlaşıldı,’’ deyip hafifçe sırıttıktan sonra ekmeğimden parça koparıp önce yumurtaya bandırdım ve ağzıma götürdüm. Bana beklentiyle bakan gözleri usulca aralanmıştı, tek kaşını belli belirsiz kaldırarak suratımı inceledi. Tadı tuzu yerindeydi ama beklettiğim için biraz soğumuştu; yine de yenilebilirdi. Xiya’nın halini düşünmezsem başarılı olmuştu. Başımı onaylarcasına sallayıp sessizce beğendiğimi dile getirirken tekrar ekmeği banarak ağzıma götürdüğümde rahatladı ve o da saldırmaya başladı. Başını sallayarak, kendi kendine ‘’İyi iş oğlum,’’ dedi ağzındaki ekmeği çiğnerken. Haline bakıp güldüm, ‘’Gerçekten ilk defa yapmana göre gayet başarılı.’’ dediğimde havalı olmaya çalışan bir tavırla böbürlendi ve başını dikleştirerek bana tepeden baktı. ‘’Ne sandın?’’ dedi ardından, sahte bir kibirle. İblis bıyık altı gülümseyip ona bakarken, ‘’E tabii, bu hikayede yanan Xiya oldu, yumurta değil.’’ dedi bilmiş bilmiş. İşaret parmağımı kaldırıp ucuyla, ‘’Seni hiç böyle biri sanmazdım.’’ dedim masayla suratını işaret ederek. Merakla, ‘’Nasıl?’’ dedi, ağzına salatalık atarken. Çaydanlığın üst kısmını kavrayarak çay bardaklarından birini doldururken, bardağın şeffaf rengi kızıla büründü. ‘’Yani,’’ dedim, ardından suyu elime aldım ve üstüne su kattım. Doğru kelimeleri düşünürken çay doldurmak her zaman işe yarardı. Beklentiyle baktığını hissedip tekrar kızıl irislerine yöneldiğimde, ‘’Kibar.’’ deyince İblis dudaklarını birbirine bastırıp bakışlarını aşağı indirdi. ‘’Kibar mı?’’ dedi ardından, alayla. ‘’Düşüne düşüne en yanlış kelimeyi seçtin, aferin kızım.’’ Asir bile, ‘’Kibar mı?’’ dedi, şaşkınlığını apaçık belli ederek kalın sesiyle. Şaşırdığından dolayı alnında oluşan kat kat çizgilere bakarak başımı salladım. Hatta şaşkınlığından dolayı dudaklarında yarım yamalak tebessüm bile oluşmuştu. Tek omzumu silktim, ‘’Henüz bana karşı bir kabalığını görmedim, bence iyi anlaşıyoruz.’’ dediğimde ağzının içinde çıkan mırıltılarla onay verdi. Ardından doldurduğum çayını alıp önüne koyarken elinin biçimini seyrettim. Çok güzel elleri vardı. İblis uğursuzca güldü, ‘’İlk günler, cicim olur…’’ derken hala bizimle dalga geçiyordu. ‘’Bir kez olsun, umut dolu konuş benimle ne olur…’’ dedim ona zihnimden yalvararak. Tek omzunu silkti, ‘’Bana ne.’’ Onu umursamadan ‘’Eline sağlık.’’ dedim masadaki çeşitlere bakarken. Kafasını salladığını gözlerimin tepesinden yarım yamalak fark edip sessiz kalmayı tercih ettim. O da sessiz kalmıştı. Ona düz düz baktığımda karşımdaki adamın sırtına çarpan gün ışıkları, onun bedenini yarım bir şekilde gölgeye çevirirken artık, yüzü net bir şekilde karşımdaydı. Kahvaltımızı yaparken fazla sessizdik, sıkılıp yine çevremi incelemeye başladım. Asir hemen birkaç parçayla doymuştu, çay bardağını eline alıp arkasına yaslandığında güneş onu kolları arasına hapsetti. Yine yarı gölge yarı aydınlık taraftaydı. Kestane tonundaki saçları, böyle daha koyu hale bürünürken ona dikkatli bakışım üstüne kızıl irislerini bardağından çekerek üstüme çevirdi. Bakışlarımı yakalanmanın verdiği utançla etrafta gezdirdim. Saf ışık mutfağın gösterişsiz duvarlarında ve zeminlerinde yayılıyor; dolap kapaklarını parlatıyordu. Gözlerimi boşluğa daldırarak, ‘’Daha sabah yağmur yağıyordu,’’ dedim güneşin yerdeki sıcaklığını hissederek. Bu söylediğime bir cevap aramamıştım ama karşımdaki adam sessizliğini uzun süre sonra ilk defa bozdu; ruhumu ürperten bir sesle, ‘’Bazı Kanlı Ay gecelerinde yağmur yağar,’’ dedi. ‘’Burada mevsimler birbirine geçer, aylar da yıllara hemen dönüşüverir.’’ Gergin bir şekilde yutkundum, bakışlarım hala zemindeydi. ‘’Nizam bozulduğundan mı?’’ dediğimde İblis boğazını temizledi. ‘’Yavrum,’’ dedi sabredercesine, ‘’Kelime süzgeci yok mu senin beyninde? Karşındaki adam,’’ dedi ama Asir’e odaklanıp onun sesini kısmıştım. Kızıl harelerin nihai hedefi olurken, ‘’Kiminle konuştuğunun farkında mısın?’’ dedi, alçaktan çıkan ses tonuyla. Kalın sesi alçaktan yükseldiğinde daha farklı bir tını kulağıma çalınmış, kelimeler tehlikeyle boyanmıştı. Hemen ona doğru baktım. Kelimeleri yüzüme savurduktan sonra gözlerini kısmış, suratımı incelemeye koyulmuştu. Tehlikeli bir şekilde bakmasa da öyle algılıyordum, diken üstünde oturarak gergince yutkundum ve sıcak çayımdan bir yudum alarak kurumuş ağzımı ıslattım. Tehlikeden ziyade, tepkilerimi ölçmek istercesine bakıyordu. İblis derin bir nefes verirken ben suçluluk duygusuyla, ‘’Öyle söylemek istemedim.’’ dedim, beni yanlış anlamasını istemiyordum. Bakışlarının ağırlığı altında ezilirken o his toprak altından çıkmaya devam ederek beni rahatsız etti. Daha sonra umursamazlığa bürünen dikkatli bakışlarını üstümden çekti ve arkasına yaslanarak çayından yudum aldı. Sessizliğini kuşanması beni daha da gererken yine bardağımdan içtim. Dudaklarıma dayadığım sıcak bardağı çekmeden yudumlar alırken, sıcak sıvı boğazımdan geçip ortalığı yaktı. Ağzım da yanıyor ama hala bardağı dudaklarımdan çekmiyordum. İblis, ‘’Bu arada, Kurtarıcı olma ihtimalinden şüpheleniyor,’’ dediğinde çayı dudaklarımdayken son anda ayırarak, adamın gözleri önünde püskürttüm. Parmaklarımı ıslatan sıcak hisle hızlıca bardağı masaya koyarken ardı arkası kesilmeyen öksürüklere boğuldum. Kızardığına emin olduğum suratımla, adamın şaşkın bakışlarıyla karşılaşıyor daha da mora dönüyordum. İblis halime bakıp pis pis sırıttı. Ona ters ters baktım. Daha fazla sırıttı. Soluk borumu tıkayan öksürüklerim, omuzlarımın sarsılmasına neden olunca Asir ayağa kalktı ve yanıma doğru geçti. Nefesim daralırken boğulduğumu düşündüm. Büyük elini çok geçmeden sırtımda hissettim, birkaç kez yumuşakça sırtıma vururken yeri yarıp içine girme arzusuyla dolup taşıyordum. Lanet İblis. Rahat bir tavırla, ‘’Yavaş iç,’’ dedi, ben sakinleşip nefes nefese kalırken; o tekrar karşıma geçti. Boğazım tahriş olduğundan son kez kesik kesik öksürdüğümde ciğerimi masaya koyacağımı sanmıştım. Omuzlarımı sarsan ve göğsümü talan eden öksürüğüm kesilmiyordu. İblis kıkırdayıp kadehinden yudumlar aldı, ardından dudaklarından çekerek, ‘’Her zaman da beni seyredersin.’’ dedi alayla. Elindeki kadehi havada sallayıp tekrar kıkırdadı. ‘’Nasıl içileceğini öğrenemedin mi?’’ Olanlara aldırırsam daha fazla kızaracağımı bildiğimden, ‘’Sen ciddi misin?’’ dedim zihnimden, Asir’in şaşkınlıktan ifadesizliğe bürünmüş suratına bakarak. Çayıyla ilgileniyordu, eline aldığı bardaktan birkaç yudum aldıktan sonra yutkunduğunda adem elmasının boynunda kayışını seyrettim. ‘’Evet,’’ dedi İblis yine, bu sefer ciddiydi. ‘’Dün gece seni yatağa taşıdıktan sonra, ‘’Leva seni korusun, Kurtarıcı.’’ dedi. Kendine güvendiği belliydi.’’ Yutkunarak korkuyla ona baktım, ‘’Ya bana zarar verirse?’’ Tek omzunu silkti, ‘’Hislerimde asla yanılmam.’’ dedi tekrar, elindeki kadehi oval şekilde dans ettirirken. ‘’Bunlar iyi günlerin olabilir ama bu günler, ileride daha kötü günleri doğuracaklar.’’ Kaşlarımı çatarak, ‘’İçimi rahatlattın,’’ dediğimde nefesim bile ironi kokuyordu. Kafasını sola doğru yatırıp dikleştirdi, ‘’O benim görevim,’’ dedi aynı zamanda kadehini havaya kaldırıp sırıtırken. Kaşlarının altından bana keskince bakması, alayla söylediği cümleyi gölgeliyor hatta üstüne tehlike vaat ediyordu. Asir, ‘’Ne düşünüyorsun?’’ dedi dikkatli bir şekilde. Gözlerini üstüme sabitlemiş, tepkimi yokluyordu ve ben o dikkatli gözlerin önünde yüz ifademi nasıl şekle bürüdüğümü bilmiyordum. Kaşlarımı çattığımı son anda fark etmiştim, ağırlığını alnımda hissediyordum. İfadesizliğe bürünerek, ‘’Hiç,’’ dedim aniden, başımı iki yana hızlıca sallayıp. ‘’Ne düşüneceğim?’’ Gülümsedi, ‘’Ben de onu soruyorum,’’ dedi alayla. ‘’Ne düşünüyordun da kaşların çatıldı?’’ ‘’Hiç.’’ dedim tekrar, düz bir tavırla. Yine de beklentiyle ona baktığımı hissederek tekrar bakışlarımı toparladım ve bu sefer, ifadesizlikle bakmaya başladım. Bakışlarımdaki değişimi fark etmişti, gözlerini kısarken muzip bir tavır içinde olsa da bir şeylerden kuşkulandığını biliyordum. Tek kaşını kaldırıp indirirken ‘’Peki.’’ dedi keza alaylı bir tavırla, harfleri uzatırken. Tekrar yoğun bir sessizliğin kucağına düşerken onu seyrettim. Işık altında parlayan saçları dağınık olduğundan alnı hafifçe görünüyordu, kaşının üstündeki yarayı seyrettim. Bir şeyler beni huzursuz ediyordu ama onu seyretmekten, onunla ilgili düşünmekten kendimi alamıyordum. Ertha kitabında da hakkında fazla bir şey yazmıyordu; acaba buradaki kitaplarda da mı yazmıyordu? Belki tarih kitaplarında Asir dönemi vardı ve oralarda yaptıklarıyla ilgili bazı şeylere rastlayabilirdim. Krasa onun hakkında konuşurken Mert ‘’Efsane anlatıyorsun,’’ demişti. İnanmadığından mı yoksa kayıtlarda geçtiğini bildiğinden mi demişti? Bunu öğrenmem gerekiyordu, ayrıca Kurtarıcı’nın gerçek amacını da bilmeliydim. Ben olsam bile, ki bu imkansızdı çünkü normal bir insandım ve bundan emindim, Kurtarıcı’nın yaptıklarını öğrenip ona göre strateji kurmam gerekliydi. Olsam da olmasam da bu Kurtarıcı denilen kişiyi bilmem gerekliydi. ‘’Evde kitaplık falan var mı?’’ dedim, doğal bir şekilde. ‘’Belki bir köşeye ayırmışsındır.’’ Kitap okusa da salonda kitaplık görmemiştim. Odasında olabilir miydi? ‘’Evet,’’ dedi başını sallayarak, ‘’Aşağı kat da var; oraya ayırdım.’’ Gözlerimin önüne gelen anıyla, buraya gelmeden önce incelediğim alanları kolaçan ettim. Hiçbir yerde merdiven veya kapı görememiştim. ‘’Merdivenin sonunda görünmeyen bir kapı var, ahşaptan yapılmış.’’ dedi İblis, ‘’Kiler sandım ama demek ki aşağı kata iniyor.’’ Başımı sallayarak alt dudağımı ısırıp bıraktım. Gözlerimin kenarında bir hareketlilik fark edince başım aniden oraya döndü. Xiya mutfağa girmişti; önce tezgahı kontrol etti ardından etrafı koklayarak simsiyah gözlerini masaya doğru yöneltti. Bize doğru gelirken dört ayak üstünde zıplıyordu, hareketine bakarak güldüm. ‘’Tip ya…’’ dedim içten şekilde, küçük suratına bakarken. Kuyruklarını radar misali döndürerek masanın kenarına gelmiş, bana aşağıdan yalvarır gözlerle bakmaya başlamıştı. ‘’Aslında onu doyurdum,’’ dedi Asir, küçük dostumu seyrederken. İblis burnundan domuz hırıltısına benzer bir ses çıkarttı fakat dudaklarını birbirine bastırarak gelecek olan gülüşünü son anda tuttu. Alayla, ‘’Yumurtayla mı?’’ dediğimdeyse dayanamadı ve başını geriye yatırıp kahkaha attı. Asir’in şaşkın bakışları üstüme yönelirken, ‘’Hayır. Neden?’’ deyişi üstüne ben de güldüm. ‘’Kuyruğunda vardı.’’ Bir süre söylediğimi algılayamamış biri misali yüzüme aval aval baktı; ardından göz perdelerini usulca kapatıp diğer tarafa dönerken, ‘’Kahretsin,’’ diye mırıldandı. Kafası diğer tarafa dönük olsa da simasını görüyor, mimiklerini kolaylıkla takip edebiliyordum. Buruşan suratına bakarak dayanamayıp güldüğümde yarım yamalak araladığı kirpiklerinin arasından parlayan kızıl harelerini gördüm, dudaklarını birbirine bastırmaktan vazgeçmiş bu sefer tebessüm etmişti. Kaşlarını çatarak, ‘’Böyle yakalanmamalıydım.’’ dedi, tekrar mırıldanırken. Tek gözümü kısıp, ‘’Biraz şanssızlık olmuş,’’ dedim, kıkırtımın arasından. İblis alayla beni düzeltti, kadehini o sırada dudaklarına götürüyordu. ‘’Beceriksizlik.’’ Xiya hala aşağıdan masaya bakıyordu; boncuk boncuk harelerini üstüme dikip parlattığında merhamet duygum bir köşeden kendini belli etti. Ne yerdi ki? Masanın üstünde bakındığım hiçbir şey ona göre değildi. Salam et olduğundan önüne atsam yer miydi? Kararsızlık içerisinde bir salama bir Xiya’nın beklentili gözlerine baktım. Asir elini yanağına yaslamış, uzun kirpiklerinin arasından küçük dostuma bakıyordu. Sıkılgan görünüyordu. ‘’Et falan yok mu? Tilkiler böyle şeylerden hoşlanmayabilir.’’ Asir, ‘’Kırmızı et yok; sadece tavuk var. Onlar tavuk sevmezler.’’ dedi, hayvanın ağzının yalanmasını seyrederken. ‘’Tilkiler tavuklar için çıldırır?’’ Elini yanağından çekerek arkasına yaslandı; bol tişörtü karnının üstünde gerildi. Yanağında da elini oraya koyduğundan dolayı hafif bir kızarıklık vardı. Sıkılganlığı kuşanmış bakışları üstüme dönerken, ‘’Hayır, hoşlanmazlar.’’ Dik dik ona bakarak, ‘’Hoşlanırlar.’’ dedim aklımda canlanan belgeseli seyrederek. Arkadaşlarım memleketlerine gittiklerinde de büyükleri bunlardan şikayet ederlerdi. Tavuklarını kaçıran tilkilerle doluydu memleketleri. ‘’Hoşlanmazlar.’’ dedi bastıra bastıra, onunla inatlaşmam hoşuna gitmemişti; kaşlarını çattığında alnında oluşan çizgilere baktım. Gözlerinde tehlikeye ait bir tavır yoktu ama tavrımdan hoşlanmadığı keskin bakmasından belliydi. Hala öyle bakmayı sürdürerek, ‘’Kanıtla.’’ dedim inatlaşarak. İblis ise pinpon topunu takip eden masanın köşesindeki kişi gibi bizi seyrediyordu, kafası bir ona bir bana dönerken ifadesizdi. Tek hareketi, arada sırada kadehini yudumlamasında saklıydı. ‘’Ne yapmamı bekliyorsun?’’ dedi kaba bir sesle, dirseği dik bir şekilde masada dururken elini avcunu gösterecek şekilde ters tutup buzdolabını gösterdi. ‘’Tavuğu önüne koyup zehirlenmesini mi seyredelim beraber?’’ ‘’Zehirlenmezler.’’ dedim ama önceki kendimden emin tavrım yok olmaya başlamıştı. Sabit şekilde bana bakarken dudaklarını düz bir çizgiye boyamış, ardından göz kapaklarını hafifçe indirmişti. Sıkılgan tavrı her halinden okunurken, kararsızlık içerisinde Xiya’ya baktıktan sonra ona tekrar baktım. ‘’Zehirlenir mi?’’ Buzdolabını gösteren elinin işaret parmağını kıvırıp şakağına dayayıp bastırdı; aynı zamanda derin bir nefes vermişti. Hala dik dik bakarken; beni sessiz onaylaması karşısında kaşlarımı çatarak, ‘’Reddediyorum.’’ dedim. Xiya ise masaya tırmanmaya çalışıyor, yemeklerden tatmak istiyordu. Kafasını sola doğru yatırdı, sanki günah benden gitti demek istiyordu, ardından ‘’Vereyim o zaman.’’ dedi ayaklanmaya hazırlanarak. Kararsız kaldığımdan dolayı, ‘’Tamam tamam,’’ dedim ellerimin ikisini de havaya siper ederek. Tek eli masanın kenarından; diğer eli sandalyenin başından tutmuş ve hafifçe sandalyesinden yukarı kalkmıştı. Omuzları dik bir şekilde dursa da bana öyle bir bakış attı ki İblis bile, ‘’Karar ver kızım.’’ dedi, gözlerini devirerek. Fısıldayarak, ‘’Bu riski göze alamam.’’ dedim, adamın sert bakışlarına karşılık. Bir şey demese de derin bir nefes vererek tekrar yerine oturdu. Üstünde sabreden birinin ruh hali vardı. ‘’Birazdan bahçeye salarız, avlansın.’’ Çay bardağını kulpundan tutarak dudaklarına götürürken bakışları bardağına inmiş, tekrar onu masaya koyarken asla bana bakmamıştı. Yanaklarındaki hafif dolgunluk aşağı indi ve adem elması boynunda sallandı. Alt dudağını usulca yaladıktan hemen sonra, kelimeleri bu süre içerisinde tartıp düşünüyor gibiydi, ‘’Bak Yağmur,’’ dedi sabretmeye çalışan bir sesle. Ardından son derece ciddiyete bürünmüş ifadesiyle bana keskince bakarken yumuşakça yutkundum. Gözleri neden bu kadar keskin bakarken; bakışlarının altında tuhaf bir enerji hissediyordum? Kalbimi yerinden çıkartıp hoplatan, bir yanımı tehlikedesin sinyalleriyle dolduran ama o yanımı da diğer yandan arzulatan biriydi. İlk defa böyle hissediyordum ve normalde, İblis’imden başka kimsenin bana bu şekilde bakmasına izin vermezdim. Gerçek şuydu ki, Asir’in karşısında benliğimden tamamen uzaklaşıyordum. ‘’Sana açık konuşacağım, bu evde beraber yaşayacaksak bazı şeyleri bilmen gerekiyor.’’ ‘’Tamam.’’ Kafamı sallayıp arkama yaslandığımda sırtım, sandalyenin sert hissiyle rahatsız oldu. Yine de tepkisiz durmaya çalıştığım ifadeyle onu seyrettim, İblis tek kaşını kaldırmış bacak bacak üstüne atarken sessiz ve pür dikkat onu dinliyordu. ‘’Nereden geldin, bilmiyorum; nesin, bilmiyorum ve bunlar yeni tanıştığımız için normal fakat hiçbir şey bilmiyorken bilmediğin şeyler hakkında bu kadar fazla inatlaşman seni ileride tehlikeye atar.’’ dedi, uzun cümle kurmaktan çekinmiyordu ve benim anlamam için özel bir çaba sarf ediyor gibiydi. Kaşlarını kaldırarak bana alttan bakıyor olması, tek elimi yumruk yapmama neden olurken dilimi ısırdım ve bu kibirli tavrına şu anlık ses çıkartmadım. Acı damağıma kadar yayılırken o tadı tattım. Tepkisine karşılık yine de tek kaşım istemsizce havalanmıştı ve gözlerimle baştan aşağı onu usulca süzdüm. Tekrar gözlerimi suratına çevirdiğimde ifadesini toparlamadı bile, yine o alçak çıkan sesiyle devam etti. ‘’Bilginin doğruluğu ve gerçekliği her zaman aynı kalmaz. O yüzden, daha önceki tecrübelerini unut ve buraya odaklan.’’ İblis başını anlayışla salladı, ‘’O kadar haklı ki,’’ dedi kaşlarını yukarı kaldırarak suratını incelerken. ‘’Üstüne söyleyecek tek bir sözüm yok.’’ Göğsümün arasında atan kalbim o kadar kasıldı ki sadece kafamı sallamakla yetindim. Sanki kalbimin üstüne birden ağır bir çuval koymuşlardı. Tepkime karşılık rahatlarcasına kaşlarını indirdi ve bakışlarını benden ayırarak arkasına yaslandı. Tek bacağını, diğer bacağı üstüne attığını göz ucumla gördüm. Yan bir şekilde otururken rahat bir oturuşa geçmiş, sırtını duvara vermişti. Gözleri Xiya’dayken hala onu kıstığım gözlerimle seyrediyordum. Diğer yandan, ‘’Kimse nereden geldiğimi bilmiyor,’’ dedim zihnimden İblis’e. Kafasını salladı, ‘’Bilmesinler,’’ dedi, ‘’Özellikle bu.’’ Çenesiyle karşısındaki adamı gösterirken onu ezen bakışlara sahipti. Kömür karası irisleri parlıyor, uzun kirpikleri kısılmış halde öylece duruyordu. ‘’Kim bana çıkmamda yardım edecek?’’ dediğimde devam etti, hala ona bakıyordu. ‘’Buradan bir süre ayrılamayacağız, Toprak.’’ Sertçe yutkunduğumda kasılan boğazım zamanla gevşedi. Kadehini parmakları arasında sallayıp döndürürken sıkılgan tavırla etrafını süzdü, ‘’Naenia’ya giriş de zor, çıkış da ve bunu Ertha’dan da, Mephisto’dan da yeteri kadar öğrendik.’’ Öyle söyleyince aklıma, Ertha’nın sadece Naenia’ya girişin nasıl olacağından bahsettiği ama asla çıkışın nasıl olduğunu bahsetmediği geldi. Bu ipucunu anlamamın pratikle olacağını bilemezdim, asla. ‘’Şimdi buradaki verilen ipuçlarını takip edeceğiz, bu nizamı düzeltmenin bir yolunu bulacağız. Kurtarıcı soyundan gelmiş olabilirsin ama Kurtarıcı’sın diyemiyoruz; belki sana ait soydan gelmiş birileri vardır burada.’’ Tek omzunu silkti ve son kez etrafta dolaştırdığı gözlerini üstüme keskince dikti, ‘’Akıllılık edip göz önünde durmuyordur, belki. Akıllılık edip canavarın karşısına geçmiyor, onun evinde kalmıyordur belki.’’ Sivri dili ne zaman kendisini gösterir merak ediyordum; o da teşrif ettiğine göre ve damarlarımdaki kanın akışına sızdığına göre rahatlayabilirdim. Damarlarımda akan kan zehrinden dolayı fokurdamaya başladı, yine de hissettiklerimin o sıcaklığı aksine umursamazlıkla devam ettim. ‘’O burada ama dışarıdaysa onu nasıl bulacağız ki?’’ dedim ona bakarak, ‘’Dünya’da bile olabilir.’’ Kafasını sallayıp kadehinden içerken kendine düşünme payı bıraktı, ardından parlak altın sarısı kadehini dudaklarından ayırdı ve umursamazlıkla tepeden doğru bana baktı. ‘’Birinci ihtimal için hala zaman var ama ikinci ihtimal, ileride buraya gelebileceğini gösterir. Her şey belirli bir düzende ilerliyor Toprak. Sanki bir oyunun içindeymişiz de belirli kurallara göre oynuyormuşuz gibi; tek bir yanlış harekette yanarız.’’ dedi, sonlara doğru bastırarak. Asir’in önümden kalktığını fark ettim, düşüncelerime dalmışken etraftan o kadar sıyrılıyordum ki çevremdekilerin ne yaptığını son anda fark edebiliyordum. Sandalyeden çıkan gürültü boş mutfakta yankı yaptı, ardından çıplak ayakları zeminde hafif sesler bıraktı ama salona değil, arka bahçe kapısına gidiyordu. Orta büyüklükteki kapıyı sürgüyle açarken kulaklarıma yine keskin bir ses doldu. Xiya sıkışmış biri gibi dışarı apar topar fırlarken Asir’in onu ifadesizlikle süzdüğünü gördüm. İblis yine ona odaklanmamı sağlarken, cümlesinin arasına sıkışmış o tehlikeyi iliklerime kadar hissettim. Tehlikeyle, şüpheyle kısılmış kömür karası hareleri Asir’in üstündeydi. ‘’Ve sen kızım, ilk yanlış hareketini yapmış bulunmaktasın ve kaç canın kaldı, onu bilmiyoruz.’’ Sözleriyle göğsümü saran bir karamsarlığın kolları arasına düştüm, görünmeyen bir el kalbimi kavrayıp sıktıkça sıktı. Nefesim darlaştığında derin bir nefes vererek o yükü göğsümün üstünden atmak istedim. Asir hala kapının önünde duruyor, sırtını bana doğru dönmüş vaziyette dışarıyı seyrediyordu. ‘’Dua edelim, son can olmasın.’’ dedim sadece, zihnimden. Sanki Asir’in o söylediğimi duymasından çekiniyormuşçasına zihnimden de fısıldamıştım. Asir söylediklerinde haklıydı, buraya ait değildim ve ait olanları dinlemeliydim. Belki gecikmiş ölümü, bu şekilde ertelemeye devam edebilirdim. Masadaki malzemeleri seri bir hareketle toplarken hala oturuyordum, çatalları alıp kullandığımız tabakların üstüne koydum ve boş bardakları da onların üstüne bıraktım. Çıkan gürültüyle Asir arkasına dönerek ne yaptığıma baktı, ardından kollarını göğsünde kavuşturdu. ‘’Ben hallederim,’’ dedim, ağzını bile açmasına izin vermeden. Hala malzemelerle ilgileniyordum, ‘’Sen hazırladın, ben toplayayım.’’ dediğimde boş vermişlikle omzunu silkti, ‘’Sen bilirsin.’’ dedi kısaca. Ardından kapının önünden ayrılıp tezgaha doğru yürüdü. Ondan gözlerimi ayırıp masaya tekrar odaklandığımda artık sandalyemi bacaklarımın arkasından iterek ayağa kalktım. Çıkan gürültü havada kısa durdu. Elime aldığım boşları tezgaha taşıdım, çoğunlukla kendi evimde de yalnız kaldığımdan hareketlerimin hızı seriydi; o yüzden kolaylıkla malzemeleri taşıyıp kapaklarını örttüm. Buzdolabını vakumlu bir sesle aralayarak beyaz ışığın rafları doldurmasına izin verdim. Tezgahın üstündekileri raflara yerleştirirken soğuk tenimi ısırıyordu. Yerleştirmem bitince buzdolabını tekrar kapattım. Bu sürede Asir, kalçasını tezgaha dayamış kollarını göğsünde kavuşturmuş vaziyette beni seyrediyordu. Bakışları altında çalışmak ne kadar zorsa, bir o kadar onu umursamamaya çalışıyordum. Ayak bileğini, diğerinin üstüne rahatça koymuş; güneş ışıkları altında parlayan teni gözler önüne serilmişti. Kavruk bir ten rengine sahip olsa da tam olarak esmer diyemiyordum. Güzel bir ten rengi vardı. Koyu kestane rengi saçlarının arasından sızan gün ışıkları, yüzünün bir kısmını da aydınlatıyordu. Kızıl haresinin teki daha açık bir tona bürünürken; diğer tarafı karanlığa bürünmüş ve daha koyu bir hal almıştı. Bulaşıkları lavaboya koyduğumda çatallarla bardaklar metal çanağın içinde tıngırdadı. Sabunla süngeri alıp sabunu süngerin yeşil kısmına sıktıktan sonra ıslattım ve bulaşıkları yıkamaya başladım. Tembel hareket ediyordum çünkü yapabileceğim fazla bir şey yoktu, oyalanmam gerekiyordu. Onun dışında hala üstümde duran bakışların baskısını hissediyordum. Lavabodaki köpüğe bakarken, ‘’Ne bakıyorsun?’’ dedim, bakışlarından rahatsız olduğumu her halimden belli ederek. Dikkatli ve yoğun bakıyordu, böyle zamanlarda kızıl irisleri tuhaf bir auraya bürünüyor ve sanki ruhumu oraya hapsetmek istiyordu. Boğulduğumu hissediyordum. Tek omzunu silkti, ‘’Beceriksizliğine.’’ Umursamaz tavrı karşısında bir bulaşıkları yıkayan ellerime, bir de onun ifadesizce beni seyreden gözlerine baktım. Bana değil, sabundan köpükleşmiş ellerime bakıyordu; hareketlerimi pür dikkat seyrediyordu. ‘’Hadi ya?’’ dedim alayla, ‘’Çok biliyorsan gel sen yap.’’ Bu sefer ellerimden ayrılıp gözlerimin derinlerine baktı, ifadesi düz dursa da mikro ifadeleri o kadar başarılıydı ki alayını buram buram hissediyordum. ‘’Teklif ettim ama istemedin.’’ deyince derin bir nefes verdim, nefesim içinde sabır duası taşıyor gibiydi. Göğsümden taşan nefes bir nebze olsun rahatlamama neden oldu, içimdeki o huzursuzluğun katmanını azalttı. ‘’Bana baksana,’’ dediğimde sesimin ağırlığı İblis’i bile yerinde kıpırdattı ama Asir’i gram etkilemedi. Gözlerini benimkilerden ayırmadan durgun bir şekilde konuştu, ‘’Bakıyorum?’’ Kafamı yana doğru eğip ellerimi bulaşıklardan çekerken hareketlerimi takip ediyordu. ‘’Bunları burada öylece bırakır giderim, sen toplamak zorunda kalırsın, ona göre!’’ Tüm umursamazlığını kullanarak, ‘’İşine gelir sadece.’’ dediğinde sabır dilercesine gözlerimi kapatıp başımı yana eğerek düzelttim. Ondan ayırdığım gözlerimi tekrar lavabonun içine çektiğimde İblis güldü, ‘’Ne oluyor lan birden? Çocuk musunuz?’’ dediğinde şüphelenmiş gibi gözlerini kıstı, ‘’Senden eminim de, ondan değildim.’’ ‘’Çocukluk yapan o.’’ dedim mırıldanarak, bilerek sesli söylemiştim. Öfke hissetmiyordum ama içimde bir kurtçuk gezinircesine rahatsızdım; derimin altına gömülen damarlarımın içinde kıvranıp duruyordu. ‘’Ben mi?’’ dedi Asir, şaşkınlığını duymuş ve hemen kavrayıp ona doğru dönmüştüm. Kaşlarımı çatıp karşı çıkmaya devam ettim, ‘’Senden başka çocuk mu var? Birden sataşan sensin! Ben beceriksiz değilim!’’ Şaşkınlığı bu sefer ifadesiz maskesini bile çatlatmıştı, düz bir çizgiyi andıran dudaklarının kenarları usulca yukarı kıvrıldığında dolgunluğu birazcık inceldi, ardından onları birbirine bastırdı. Karanlıkta lamba niyetine kullanabileceğim kadar parlak olan hareleri yüzümü sakince inceledi. İblis de elindeki kadehi dudaklarına götürüp onu gülüşünü bastırmak adına apaçık bir kalkan olarak kullanmıştı, bana kadehinin üstünden bakıyor ve aramızda olan sohbeti keyifle dinliyordu. Tek kaşım havalandı, ‘’Ne gülüyorsun?’’ dedim, burun kıvırarak Asir’e bakarken. Bu sefer apaçık gülse de bir şey söylemeden kalçasını tezgahtan ayırdı ve tezgahın üstündeki kitabı aldıktan hemen sonra sırtını bana doğru dönerek çıkışa doğru yürüdü. Tek elini cebine koymuş, diğerini yanında sallandırırken kitabı tutuyordu. Aklına bir şey geldikçe gülüşü her saniye artmaya başlamıştı. Mutfaktan çıktığında bile o anlamsız kıkırtılarını uzaktan duyuyordum. Tip tip arkasından baktıktan sonra önüme dönerek bulaşıkları yıkamaya devam ettim fakat İblis, zihnimden sakince konuşmaya başladı. ‘’Toprak, adamın senden binlerce yıl büyük olduğunu biliyorsun, değil mi?’’ Alay edercesine bir nefes çıkarttım, ‘’Ruhu çocuk onun.’’ dediğimde dayanamayıp güldü. Hala bana bakarken bedenini yana doğru yatırmış, elini kaldırıp dudaklarına götürmüştü. ‘’Sen ne gülüyorsun be?’’ dediğimde sabunla işim çoktan bitmişti, durulamaya geçmiştim. Burnuma mis gibi nar çiçeği sabundan yükselen koku ev sahipliği yapıyordu. Sabunlar tenimden kayarken su ellerim arasından akıyordu; tabakları yıkayıp duruladım ve kuruması için tezgahın üstüne bıraktım. Çatallarla beraber bardakları da yıkayıp tezgahın üstüne bıraktım. Elini ağzından çekti ama hala sırıtıyordu, ‘’İki salak arasında hayatta kalmayı başarıp hala nasıl bu kadar zeki olduğuma şaşırıyordum,’’ dediğinde ona ters ters baktım. Bana bakıp sırıtmaya devam etti. Yüzümü sahtece buruşturdum, ‘’Tüm erkekler aynı.’’ Konudan alakasızdı söylediğim fakat İblis’i sinir etmeyi seven yanım, duramamıştı. İblis ağzının içinde homurdandı, ‘’Sanki hepsini biliyor.’’ Cümlesini duymamam için hile yaparak kadehi dudaklarına götürmüştü ama net şekilde duymuştum. ‘’Tüm erkeklerin başı olarak sen varsın işte,’’ Gözlerini tavana doğru diktikten sonra tekrar aşağı indirdi, derin bir iç çekişin arasında, ‘’Uzatma.’’ dedi kaşlarını çatarak, kadehi yanına düşürürken. Elim tezgahın altındaki kapağa gitmişti ama parmaklarımın ucu boşluğa çarptı. İrkilerek aşağı baktım. Reflekslerim eski evimdeki anılarıma gitmişti, lavabonun altındaki tezgah kapağına minik bir havlu bırakırdım genelde. Asir’den bu kadar titiz olmasını beklemiyordum tabii. Ellerimi üstüme gelişigüzel silerek kuruladığımda burada yapacak bir işim olmadığından mutfak çıkışına doğru ilerledim. Kapının eşiğinde önüme Asir çıktı; ona ters ters baktığımda beni umursamamış hatta yüzüme bile bakmamıştı. Hiçbir şey olmamış gibi yanımdan geçerken geriye orman kokusu sardı. Derin bir iç çekmekten son anda vazgeçip mutfaktan çıktığımda arkamdan tıkırtılar geliyordu. Salona doğru yürüyüp rahat koltuklardan geniş olanına oturdum. Koltuk o kadar rahattı ki oturur oturmaz beni içine çekmişti. Dik bir pozisyonda oturuyordum. Televizyon tam karşımdaydı ve siyah ekranından parlayan simamla bakıştım; haberleri izlemeyi ne kadar olmuştu? Çevrede gözlerimi dolaştırarak kumandayı aramaya koyuldum; önümdeki yuvarlak cam sehpanın üstüne bırakılmış kitaptan başka bir şey bulamayınca pes ederek arkama yaslandım. İyice koltuğa gömülürken göğsümü saran sıkıntıdan kurtulma güdüsüyle derin bir nefes bıraktım. Mutfaktan hala tıkırtılar yükselirken ne yaptığını içten içe merak etsem de sesimi çıkarmadan oturmaya devam ettim. İblis, ‘’Bugün ya da yarın, kitapları araştırmak için aşağı in.’’ dediğinde bakışlarım ona döndü. Bana bakmıyor, kadehinin içine bakıyordu; dudaklarını birbirine bastırıp yutkunurken kaşları çatıktı. ‘’Belki Asir dönemi hakkında bilgi ediniriz, Asir varsa Kurtarıcı da vardır.’’ Kitaplara bakma fikri benim de aklıma gelmişti ama bir soru işareti, tüm düşüncelerime balta vuruyordu. ‘’Neden kendi hakkındaki kitapları rafına koysun ki?’’ dediğimde gözlerini usulca kadehinin içinden kaldırıp bana alttan bir bakış attı. Öyle sert bakmıştı ki normal bir bakışı mı yoksa öfkeden mi olduğunu kavrayamamıştım, normal bir sesle, ‘’Çünkü Asir bir dönem kafesteydi; o çıktıktan sonra kendi hakkındaki gelişmeleri öğrenmek ister.’’ Tek omzunu silkip etrafı umursamazca süzdü, ‘’Ben olsam öğrenmek isterdim.’’ dedikten sonra kadehinden serice yudumladı. Kafamı sallayıp bakışlarımı boş ekrana diktim, saçlarım omuzlarımdan aşağı dökülüyordu; renkli bakışlarım o kadar solgun duruyorlardı ki Asir’in bile gözlerimi beğenmemesine şaşmamalıydı. Tüm yılların yükünü sırtlamış birinin gözlerine sahiptim sanki. O yılların yükü omuzlarımda küflense de hala onları taşıyordum, taşımaktan başka çarem yoktu. Bu hayatta yalnızdım, o yüzden kendi kendimin doktoru olmak zorundaydım. Son anda güvendiğim insanlar sırtımdan bıçaklamıştı beni. Bir kez daha ölüme sürüklenmek için bir yerlere gönderilmiştim. Kimse tarafından doğru düzgün sevilmiyordum, ben kendimi bile sevmiyordum ki; aynaya baktıkça ruhum bedenime dar geliyor, göğsüm sıkışıyordu. Yoruluyordum. Fakat şunun da farkındaydım ki ruhta bırakılan izler, yaşanılması gerekenlerin imzasıydı. Yaşarken öğreniyorduk ve devam ederken arkamızda, ruhlarımızda ve hayatımızda izler bırakıyorduk. Başkaları yaşıyor, devam ediyor ve hayatlarında izler bırakıyordu. İnsanlar ruhları birbirine benzer olanları severdi; acıları, yaraları veya geçmişleri birbirine yakın olanları severdi. Bense, ruhuma yakın olan insanlardan kaçıyordum çünkü bir daha o acıları görmek istemiyordum. Geçmişimi geride bıraksam bırakırdım ama unutamazdım, geleceğime ihanet etmiş olurdum. Ruhumda bırakılan izleri yok saysam yok sayardım ama onları silemezdim, çünkü geçmişime ihanet etmiş olurdum. Böyle biriydim. O yüzden İblis’i yaratmış, ruhuma benzeyen değil de onu anlayan bir kişiyi var etmiştim. Zihnimde. Onu yok etsem edemez, silsem silemezdim; beni terk etmek istese kısa süreli olur, sonsuza dek o kapıyı suratıma kapatamazdı. Ben izin vermedikçe… Düşüncelerim yerdeki misket taşları gibi dağılarak köşelerine çekilirken boşluğa dalan gözlerimi koltuğun bir köşesinden çevirip mutfaktan çıkan Asir’e yönelttim. Eline aldığı kupa kahveyle beraber yürüyor, dumanlar sert çehresine yükseldikçe kaşlarını daha fazla çatarak kemikli çehresini daha sert bir hale bürüyordu. Salona doğru yürüyüp koridora en yakın olan, sırtı dönük tekli koltuğa oturdu. Erkeksi bir şekilde bacak bacak üstüne atıp sessizlik içerisinde kahvesinden yudumlamaya devam etti. Ardından kahveyi yanına doğru indirip tek elinde tutarak bana baktı. Tüm bu süreçte onu seyretmiş, zihnimdeki canavar portresinden uzak olduğunu düşünmüştüm. Kahve içerken bile zihnimdeki canavar portresinden o kadar uzaktı ki; insanların anlattıklarında da yazılanların da yanlış olduğunu düşünmeye başlayacaktım. ‘’Sana yapmadım,’’ dedi tekdüze sesle. ‘’İstersen mutfakta kaynamış su var.’’ Göğsüm anlık bir gülüşle inip kalktı, kısa gülüşümü alay olarak algılayıp tek kaşını kaldırarak bana baktı. Gözlerimi usulca kapatıp aralarken, ‘’Sorun yok,’’ dedim, normal bir sesle. ‘’İstememiştim zaten.’’ ‘’Çok dikkatli bakıyordun,’’ dedi gözlerimin içine bakarak. ‘’Ben de istediğini düşündüm.’’ Düz bir ifadeyle, ‘’Yamuk yürüyorsun, ona bakıyordum belki?’’ dediğimde son anda ne dediğimi kavrayıp dilimin ucunu sertçe ısırdım. Acı damağımda yayılırken; utanma duygum, morfin etkisinden daha yeni kurtularak gün yüzüne çıkmaya başlarken yanaklarıma yayılan sıcaklığı da aynı anda hissetmiştim. Asir şaşkın şaşkın bana bakarken, İblis püskürterek gülmüştü. Odada yankılanan sesi candan ve içtendi, başını geriye yatırmış nefesini kontrol etmekte zorlandığından gülüşünü bastıramıyordu. Elini karnına koyup, ‘’Yemin ediyorum, salak!’’ dedi gülüşünün arasından. Tam sakinleştiğinde, Asir şaşkınlığından sıyrılıp kupayı dudaklarına götürürken, ‘’Yamuk yürümüyorum, sen şaşı bakıyorsundur.’’ deyince İblis nefesini içine çekti, dudaklarının arasından tiz bir ses çıkmıştı. İrice açılan gözleriyle bir bana bir Asir’e bakarken hala sırıtıyordu, ‘’Lan ne dedin?’’ dedi ama Asir de ne söylediğinin son anda farkına varmış gibi göz ucuyla bana baktı. Sonra umursamadan başını eğip kupasından yudumladı. İblis hareketine karşılık pis pis sırıttı, ‘’Çok uzun bir süre ayakta kalmışsın,’’ dedi kadim sesiyle, ‘’Artık huzura kavuşabilirsin.’’ Kaşlarımı havalandırarak yarım yamalak güldüm, ardından ciddiyete bürünmüş ifademle ‘’Şaşı mı?’’ dedim, öylece ona bakarak. Şakalaştığımızın üçümüz de farkındaydık, o yüzden gülmekle gülmemek arasında gidip geliyordum. Göğsümün ortasını karıncalandıran tatlı bir his vardı. Solmuş ve cansız duvarlara sinmiş İblis’in kahkahası işimi zorlaştırıyordu. Asir, dudaklarını birbirine anlık olarak bastırıp çektikten sonra durumum vahimmiş gibi kafasını iki yana sallayıp ‘’Zaman insanların algılarını köreltmiş…’’ dedi mırıldanarak, kupasından yudum alırken hafifçe başını eğmişti ama hala tebessüm ettiğini yanak kaslarından kavrıyordum. ‘’Zeati vie vo’ur we biraen? (Zaten bir çocuktan ne beklersin?)’’ Fısıldayışı hala kulaklarımda yankılanıyordu. Ona son bir bakış atıp tek kaşımı kaldırdım, ‘’Vo’ur?’’ dediğimde ses tonum nasıl yükselmişti emin değildim ama kadehi dudaklarından çektikten hemen sonra bana serice bir bakış attı, ardından gözlerini kaçırırcasına başka yöne baktı. Dik dik ona bakıyordum, dudaklarını birbirine bastırıp kafasını benden olabildiğince başka yöne çevirdi. ‘’Doğru ama benim için fazla çıtırsın,’’ dediğini işittim, fısıldamıştı fakat net şekilde duymuştum. İblis kıkırdayıp önüne doğru baktı, bense Asir bana bakmasa da ona tip tip bakmayı sürdürdüm. Utanç toprak altından çıkarak hafifçe beni kızartmıştı, ‘’Bak ya…’’ Sadece bunu deyip sustum. Hala bana değil, kupasının içine bakıyordu. Dudağının kenarı gülüp gülmemek arasındaki o çizgide hareket ediyordu, mimikleri o kadar başarılıydı ki dümdüz duran ifadesinden bile duyguları anlayabiliyordunuz. Sinirlerim bozulduğundan bıyık altı gülümseyerek onu boş verip yine karşımdaki televizyondaki aksime bakış attım. Sıcağın daha da bastığını hissediyordum. Aman aman… Kızıl irislerini üstüme dikerek, ‘’Bugün ne yapacaksın?’’ dedi, olayı fazla uzatmadan. Meraklı bakışlarının altında yatan farklı bir anlam var mı diye uzun bir süre suratına baktım, ardından dozu fazla kaçırmış olmalıydım ki, tek kaşını kaldırdı. Etli dudaklarına yayılan tebessüme kısa bir bakış atarak tekrar gözlerine tırmandım. ‘’Emin değilim,’’ dedim düz bir sesle. ‘’Belki Xiya’yla ilgilenirim bugün.’’ Kafasını anlayışla salladı. Yine aramıza tuhaf bir sessizlik çöreklenmişti. Kollarımda göğsümün altında gevşekçe kavuştururken, ‘’Xiya’lar nasıl eğitilir?’’ dedim merakla, sessizliği parçalayarak. Hem konu açıp bu tuhaf gerilim veren atmosferi dağıtmak, hem de içimde giderek büyüyen onunla muhabbet etme isteğimi durdurmak istiyordum. Bir süre düşündü, düşünürken kahvesinden tekrar yudum aldığında bu sefer sıcaklığa alışmış olan suratı kasılmadı. Elindeki kupayı tıpkı İblis gibi yanına doğru indirirken, koltuğun dayanağından destek almıştı. Rahatça arkasına yaslanarak bacaklarını iki yana açtı; bakışları üstümde değil, tavandaydı. ‘’İlk önce ona isim vermekle başla,’’ dedi, alaydan uzak sesiyle. ‘’Xiya’ya Xiya demek; kediye kedi ismini vermek gibi.’’ Kafasında üçüncü bir göz çıkıyormuş da o ana şahitlik ediyormuşum gibi suratına baktım. Sessizliğimden dolayı tavandan suratıma doğru indirdiği bakışlarını uzun süre üstümde tuttu. Çenemin ucuyla işaret ederek, ‘’Seninkinin ismi var mı?’’ dedim tenine bakarak, kolundaki dövme hareketsizdi ve Ouroboros’un kuyruğu bileğindeki nabza doğru uzanıyordu. Başı tişörtünün altına saklanmıştı. ‘’Vaxor.’’ Gözlerimi teninden ayırıp kızıllarına diktim, ‘’Ne anlama geliyor?’’ Alnında satır çizgilerine benzer çizgiler çıkarken, yaralı kaşının üstü ince bir ip misali kırıştı. ‘’Görkemli.’’ dedi, anlamlandıramadığım bir şekilde tuhaf hissettirerek. İsim, Ouroboros’a o kadar yakışmıştı ki hayran olmamak elimde değildi. Beğeniyle dudaklarımın iki yanını aşağı sarkıttım, gözlerini gözlerimden ayırmayarak kupasını dolgun dudaklarına götürürken sanki son anda beliren tebessümünü saklamıştı. Saçları dağınık olduğundan alnı aralık, kaşındaki yara gözler önündeydi. Oraya baktığımı fark etse de pot kırmadan sohbeti değiştirdi. ‘’Sonra yemek eğitimiyle başla,’’ dedi, kupayı dudaklarından çekince aslında o tebessümün benim hayal unsurum olduğunu fark ettim; dudakları gergin bir ip misali düzdü. ‘’İçgüdüyü terbiye etmenin en başarılı yoludur. Xiya’lar emirlerden hoşlanmaz, bazılarının aksine. Özellikle Nadir’ler bundan asla hoşlanmazlar, o yüzden ona emir verme.’’ Aklıma sabahki an geldiğinde ona hak vermem uzun sürmedi. Kapının eşiğinde defalarca gel diye çağırsam da sözümü dinlememişti, eğitim problemi olduğunu düşünsem de kısmen emirlerden hoşlanmadığından da sözümü dinlememiş olabilirdi. Sonuçta Xiya’m zeki bir hayvandı. Tekdüze bir tavırdan farklı olarak sesimdeki ironiyle, ‘’Nasıl eğiteceğim? ‘’Gelir misin canım?’’ diyerek mi?’’ dediğimde İblis’le beraber o da güldü. Dişleri parlak bir şekilde önüme serilirken, gözlerinin etrafı kırışmıştı; aklımı toparlamam ve onu dinlemem gerekliydi ama yapamıyordum. Kahkahası çok güzeldi. Neyse ki İblis de benimle beraber dinliyordu. Ses tonu kalınlığından taviz vermese de yumuşak bir tondaydı, ‘’Hayır. Bu zamana kadar hiç hayvan bakmadın mı?’’ dedi alay ederek. Hala sırıtıyordu. Bakmadım, ne yapacaksın? Sesindeki alayı duyup bozulsam da tepki vermeden onu dinlemeye devam ettim. ‘’Sözlerden daha çok eylemlere önem verdiklerinden ruhlarınızı birbirine bağlamanın yolunu bulman gerek, Yağmur.’’ Asir’in teninden çıkan yılanın vücudu yarımdı; hem dışarıda hem hala tenine gömülüydü. Korkuyla yutkunarak Ouroboros’a baktığımda benimle ilgilenmiyor, daha çok Asir’le ilgileniyor gibi tavrı vardı. Asir’in tüm odağıysa tamamen bendeydi; tepkimi pür dikkat seyrediyordu. Ardından yılan gözbebeği ipten ince, keskin bakan bakışlarını etrafta dolaştırırken dilini tıslayarak öne uzatıp geri çekti. Etrafı süzerken sanki ortamı ilk defa görüyormuş havası vardı. Asir çoktan ciddiyete bürünmüştü, yılanına öyle sert bir bakış attı ki hayvan kafasını kaldırdıkça kaldırdı ve sırtı tamamen dikleşti. Bakışları bendeydi, ‘’Şu an, ona dışarı çıkmasını ben söyledim.’’ dediğinde heyecanlanmıştım. Kirpiklerimin usulca aralandığını hissettim, ardından birkaç kez kırparken, ‘’Nasıl? Ne zaman?’’ dedim, heyecanımı gizlemeyerek. Tek omzunu silkerken rahattı, kızıl irisleri hayvanına yöneldiğinde hayvanın başı ona doğru yönlenmiş hatta onu arzulayan bir tavırla başını yüzüne yaklaştırmıştı. Ucu çatallı dilini sahibinin yanağına doğru dokundurup geri çektiğinde Asir’de tek bir tepki kırıntısı yakalayamamıştım. ‘’Beni hissetmesi yeterli, Yağmur.’’ dedi, yılan tekrar tenine doğru usulca gömülürken. Dövme şekline anında bürünüyordu, hızlıca tişörtünün yukarısına doğru tırmanıp hareketsiz kaldı. Kuyruğu uzun olduğundan hala kolunun üstünde onu görebiliyordum ama başı tişörtünün kolu altına saklanmıştı. Asir’in devam eden sesi, yılandan dikkatimi tamamen ayırdı. ‘’Bu her zaman olmaz ama ne yapması gerektiğini o şekilde bilebilir. Tek bakışımla onu durdurabilir ve hiçbir şey söylemeden onu yönetebilirim.’’ İblis kaşlarını çattı, ‘’O zaman bir kukladan farkı ne?’’ Bakışlarım daldı, kavruk teninde öyle cansız duruyordu ki gerçek bir dövme gibi düşünebiliyordum. Ta ki hareket edene kadar. ‘’O zaman onları bizden ayıran ne?’’ dedim Asir’e, hala tenine bakarken. Ardından boş bakışlarımı, ifadesiz suratına tırmandırdım. ‘’Kendi zihinleriyle hareket edemiyorlar, kendilerine ait özgür bir alan çizemiyorlar.’’ Asir bu düşünceme katılmadı, ‘’Hayır,’’ dedi kafasını iki yana sallayarak. ‘’İçgüdü her hayvanda olan bir savunmadır ve onu biz kontrol edemeyiz. Biz sadece onlara bir alan çiziyoruz ki sahip-hayvan olayını tamamen kavrasınlar ve o sınırı geçmesinler.’’ Çenesi hafif kalktı, gözlerindeki boş ifadenin yerini tehlikeli bir hal aldı. ‘’Theas salaora oqzus weur.’’ Harfler dudaklarından dökülür dökülmez kanıma karıştı, kadifemsi sesinde hayat bulan o kelimeler damarlarımı sımsıcak şekilde karıncalandırırken yeni bir hissin kucağına düştüğümü hissettim. Kalbim usulca kendini belli ederken yavaş yavaş hızlanıyordu. Asir’in ifadesinde mimik oynamazken, sert bir sesle cümlesini açıkladı. ‘’Onları özgürleştiren biziz.’’ Kibirden yoksundu, sanki gerçekleri söylüyor ve gerçeklerdeki acıyı yüze vurmaktan çekinmiyordu. Dobraydı. Bakışlarımı, onunkilerden çekmeyerek yumuşakça yutkundum. Kendi hayvanından bahsederek, ‘’Benim sayemde kartın üstüne yapışmaktan kurtuldu,’’ dedi tekrar büründüğü boş bakışlarla, ardından arkasında olduğunu varsayan Xiya’yı kafasını eğerek işaret ettiğinde hala bana bakıyor ama tepkisizliğini sürdürüyordu. ‘’O da senin sayende ölmekten kurtuldu.’’ Dişlerimi sıkıp tekrar gevşettim, ‘’Yanlış bir düşünce,’’ dedim yüreğimde patlayan cesaretle. Çenemi dikleştirerek Asir’e tepeden bakmaya başladım. ‘’Kimse özgür hissetmediği yerde özgürleşemez. Biz onları kontrol etmiyoruz diyoruz ama onlara sadece sınırlı bir alan çizip orada oynamalarını sağlamak da özgürlüklerini ellerinden almaktır. Hiç tanınmayan bir şansı ellerinden almaktır.’’ İblis geriye yaslanmıştı, çenesini kaldırarak Asir’e meydan okuyordu. Onun da hoşuna gitmemişti bu düşünce. Asir başını eğdiğinde dudaklarına yayılan tebessüm sessizdi ve altında farklı anlamlar taşıyordu; o anlamları her zamanki gibi okuyamadım fakat zaten uzun süre orada durmadı. Fısıldayarak, ‘’Seninle aramızdaki fark bu,’’ dedi dalgın bakışlarla, kupasının içindeki kahverengi sıvıya bakarak. Karşılık vermedim. ‘’Yağmur,’’ dedi ciddiyet dolu bir şekilde, hala kahvesine bakıyor ve bardağını usulca sallayarak yüzeyi dalgalanan sıvıyı seyrediyordu. Aniden bana doğru baktı, badem şeklindeki gözlerinin arasından öyle sert bir bakış atmıştı ki bu refleks miydi yoksa gerçek yüzü müydü ikileme düşmüştüm. ‘’Hayatta kalmak istiyorsan, bu düşünceden kurtul.’’ Kaşlarımı çatıp çehresini saran o tehlikeli ve ulaşılmaz aurayı inceleyerek susma kararı aldım. Derin bir nefes verdiğinde sanki içindeki o sıkıntıyı atmak ister gibiydi. Bakışlarını üstümden çekerek ayağa kalktı, bana tek bir an bile bakmadan sırtını dönerek mutfağa doğru ilerledi. Soldaki açık olan mutfak kapısından geçerken profilini gördüm, ifadesizdi. Sonra koridorda kaybolduğunda mutfaktan tıkırtılar işittim. Yüzünden ne düşündüğünü okuyamamak o kadar tuhaftı ki İblis’ime bile baksam, onun da okuyamadığını bilmek gerilmeme neden oluyordu. Onun da bu şey, sinirlerini bozuyordu. Asla bu duruma düşmezdik. Nadiren düşsek de en kısa sürede o kişiyi çözebilirdik. Asir kimseye benzemiyordu ve zamanın üstüne işlemediği tek adamdı. ‘’Ne demek istedi de gitti bu puşt şimdi?’’ dedi suratını buruşturarak, İblis. ‘’Kendinden gelen bir tehdit miydi yoksa seni dışarıdaki tehlikelere karşı mı uyardı?’’ İstemsizce derimin altında hızlanan nabzımı dinliyordum, tuhaftı ki sakinleşmeme neden oluyordu. Kasılan kalbimin etkisi bir duvarı yıkacak kadar kuvvetliydi. İblis kömür karası harelerini sımsıkı yumdu, ‘’Ah,’’ dedi başını geriye doğru atarak. ‘’Ne demek istedi?’’ diye mırıldandı kendi kendine, tekrar gittiği yöne doğru kısıkça bakarken. Bir canavarın inindeydim, uyarısı bu iki anlama da aynı anda gelebilirdi. Dikkatli olup kendimi korumam gerekiyordu; ona güvenemezdim çünkü yüzüme gülerken unutuyordum bazen, karizmatik çehresinin altında yatan o canavarı. Xiya’nın mutfaktan çıkışını seyrettim, kuyruğunun ikisini de havaya bayrak misali dikmiş sallayarak bana doğru geliyordu. İki tüylü kuyruğu da dans edercesine kıvrılıyordu; keyfi yerindeydi anlaşılan. Pençeleri zıplayarak yeri döverken bedeninin hızına yetişemiyordum, aniden oturduğum koltuğa atlayarak bacaklarıma kadar geldi. Kucağıma çıkacak sandığımdan bir an irkildim ve geriye çekildim. Ani hareketim karşısında ürktü ve kendisini geri çekti, tek pençesi hala yukarıda diğerleri yere sağlam basarken, boncuk boncuk bakan gözlerini üstüme çevirdiğinde şaşkın ifadesini okuyabiliyordum. Gülümsedim, ‘’Özür.’’ dedim mırıldanarak, elimi ona doğru uzatırken. Havada asılı duran pençesini koltuğa bastırırken önce bıyıklı burnunu yaklaştırıp avcumu kokladı, sonra bana usulca yaklaşıp kucağıma kadar tırmandı. Bacaklarımın üstündeki pençelerini derime kadar hissediyordum, tırnaklarını çıkarmadığı için şanslıydım. Tek pençesi göğsümün tam ortasına tırmanıp orada dururken kafasını bana doğru kaldırmıştı. Yavru olmasına rağmen kuvveti yerindeydi, o pençesinin altındaki gücü tüm bedenimde uygulamalı hissediyordum. ‘’Hey hey,’’ dedim kendimi geriye doğru çekerek. Üstüme abandıkça abandığında yutkunarak geriye çekilmeye devam ettim ve sırtım koltuğa tamamen yapıştı, artık üstümdeydi. Sert koltuktan yayılan kumaşın kokusunu alabiliyordum, ferah kokuyordu. Tatlı burnunu ve yumuk ağzını aşağıdan daha net görüyordum, boncuk gözlerini üstüme dikerek bir süre suratımı inceledi. Gülümseyerek, ‘’Ne yapıyorsun?’’ dedim, onunla konuşarak. ‘’Çekil.’’ Çekilmedi çünkü ona emir veriyordum. İblis güldü, ‘’Toprak, onu üstünden çekmen için birkaç saniyen kaldı.’’ dediğinde bakışlarım ona yöneldi. Kaşlarının ikisini de havalandırarak hayvana bakarken, ‘’Bu bir güç gösterisi. Alfa olduğunu ispatlamaya çalışıyor, eğer altında durmaya devam edersen daha söz dinletemezsin ona.’’ Hemen onu iki elimle de kavrayıp havaya kaldırdım ve sırtımı koltukta düzleştirdim. Yine havada avuçlarım arasında dururken tüylerinin yumuşaklığını hissediyordum. Pençelerini sıkıp tırnaklarını gösterdi, fakat sakin bir huydaydı. Onu tekrar yanıma koydum. Bu sefer bacağımın üstüne inatla tek ayağını koydu ve öylece bekledi. İblis tek kaşını kaldırarak hayvana bakarken, ‘’Uslu durmuyor.’’ dedi manidar bir sesle. Ayağını elimle geriye iter itmez tekrar aynı şeyi yaptı, bacağında tüylü ve yumuk yumuk duran pençesini hissettim. Güldüm, ‘’Çeksene.’’ deyip tekrar ittiğimde aynı tepkisi gecikmedi, bu süre boyunca gözlerini benimkilerden ayırmıyordu. Kelimeler dudaklarımdan dökülür dökülmez sanki melodiye karışmış gibi hal aldı, ‘’Ya çek…’’ dedim tekrar elimle ayağını iterken. Bu sefer çekerek koltuğun üstünde oturur pozisyona geldi, tüylü kuyrukları arkadan çok sevimli görünüyordu. ‘’Oynadığını sanıyordum,’’ dedim, İblis’e fakat küçük dostuma bakıyordum. ‘’Her zaman böyle yaklaşırlar zaten. Tilkilere karşı dikkatli olmalısın Toprak, bir bakmışsın sen onu değil, o seni sahiplenmiş.’’ Tilkime bakarken, ‘’Uyanık.’’ dedim tatlı bir sesle, gözümü kırparken. Benden bakışlarını ayırdı ve koltuktan aşağı atladı, pençesinin zeminde bıraktığı yumuşak tok sesi duydum. Sonra pıtı pıtı ilerleyip dış kapının önünde durdu. Asir mutfaktan çıktığında elinde hiçbir şey yoktu, iki elini de alt eşofmanın ceplerine sokmuş bana doğru ilerledi. Aniden durup dış kapının önündeki hayvana baktığında ikisini sessizlik içerisinde seyrettim. İfadesiz bir şekilde, gözünün ucuyla oturmuş hayvanı seyrediyordu; yüzü hala bana doğru dönüktü. Xiya kapıya doğru yanaştıkça yanaştı; ondan çekiniyordu, belki de tenindeki yılanı gördüğü andan beri ona yaklaşamıyordu. Asir bir süre ona baktıktan sonra boş verip rahatça salona doğru geldi ve tekrar aynı yerine oturdu. ‘’İsim düşündün mü?’’ dedi az önceki gergin sohbeti unutmuş görünüyordu, bacak bacak üstüne atarken geriye yaslanıp otoriter bir havayla beni tepeden seyretti. ‘’Hayır, aklıma bir şey gelmiyor.’’ Zaten isim düşünmekte berbattım, İblis kadar maharetli değildim zira beni görür görmez adımı Toprak yapmıştı. ‘’Bana hiç bakma,’’ dedi İblis, Xiya’dan sonra aniden bana döndü. ‘’Asla onu o derece sahiplenmedim.’’ ‘’Cinsiyetini bile bilmiyorum,’’ dedim Asir’in tepkisiz suratına bakarken. ‘’Erkek.’’ dedi, umursamaz bir tavırla. Kafamı sallayıp bir Xiya’da bir onun arasında mekik dokudum. Bir süre sessizliği dinledikten sonra, ‘’Hala aklıma bir şey gelmiyor.’’ dedim net bir sesle. ‘’Hemen bulmak zorunda değilsin ama çok da gecikmesin, bir süre sonra adı Xiya olarak kalırsa eğlenceli olmaz.’’ Başımı sallayarak sessizce onu onayladım. ‘’Aşırı iyi anlaşmıyor musunuz ya?’’ dedi İblis, ikimize de bakarken. Yüzünü buruşturmuş, sanki bundan memnun değilmiş gibi görünmüştü. Arkasına yaslanırken hala bize bakıyor ve baştan aşağı süzüyordu. Sesinde kinaye olup olmadığını bile kavrayamadan devam etti, ‘’Şöyle bir düşün, onu belki de öldürecek tek kişisin ve sana hala bir şey yapmadı.’’ Dehşet içimi titretirken ona acayip bir ifadeyle baktım, ‘’Ne öldürmesi? O nereden çıktı?’’ Dudaklarını birbirine bastırdı ve yerinde iyice rahat bir pozisyona kavuşurken birkaç kez oturup kalktı. ‘’Toprak, Asir’in böyle diyeceğini mi sanıyorsun?’’ dedi kıstığı gözleriyle bana bakarken. Boğazını temizledikten sonra yüzü anlamsızca buruştu ve berbat bir taklit yaparken elini havada gelişigüzel savurdu, ‘’Ah demek Kurtarıcı’sın, bozduğum nizamı yerine getirme görevi senin; hadi hemen yapalım.’’ Kömür karası harelerini iri iri aralamış ve bana inanamaz bir şekilde bakmaya başlamıştı. Kaba bir ses tonuyla, ‘’Tabii ki savaşın eşiğindeyiz, bunu anlamayacak ne var?’’ dedi birden. Ona tuhaf tuhaf baktım, ‘’Nizam illa ki savaşla mı yerine gelecek? Böyle daha çok bozulmaz mı?’’ dediğimde elini yüzüne kapatıp manasız bir şekilde güldü. Kaba ve kalın sesini duyarken parlak dişlerini gölgeler arasında görebiliyordum, ‘’Güldürdün.’’ dedi sonra, elini suratından çekip arkasına daha çok yaslanırken. Parlayan bakışları üstüme çevrildiğinde hala sırıtıyordu. Onu umursamadan önüme döndüm. Kalın bir ses, ‘’Dinliyor musun?’’ dediğinde derinlere daldığım yerden aniden uzaklaştım ve boşluğa dalmış harelerimi Asir’e çevirdim. ‘’Evet?’’ dediğimde ona da inandırıcı gelmemiş olmalıydı ki kirpiklerini usulca kırpıştırdı ve derin bir nefes verip sabredercesine tekrar etti. ‘’Sana isim konusunda yardımcı olabilirim, diyordum?’’ ‘’Olur.’’ Boğazından onaylarcasına mırıltı döküldüğünde bile o ses kadifeye bulanmış gibi tatlı, yumuşacık yükseldi. ‘’Bir düşüneyim,’’ dedi tavana doğru kaldırdığı kızıl hareleriyle. ‘’Felix?’’ dedi, tek kaşını kaldırarak bana yandan yandan bakarken; suratı değişik bir ifadeye bürünmüştü. Hızlıca düşünmesine şaşırsam da belli etmeden önerdiği ismi ele aldım. Aslında düşünebilirdim, çok tatlı bir isimdi. ‘’Güzel,’’ dedim tek omzumu silkerek, ‘’Kedi ismi gibi.’’ diyerek devam ettiğimde dudaklarını büzerek kafasını iki yana salladı. ‘’O zaman olmaz,’’ dedi düşünceli tavra tekrar bürünerek. Aniden başka bir şey düşünmesine tatlı bir şekilde kıkırdadım, ‘’Niye ya?’’ Kıkırtım sesimi de yansımış ve onu mırıltı halinde çıkartmıştı. ‘’Bence güzel bir isim.’’ ‘’Doğasına aykırı.’’ dedi, aniden cevaplayıp tekrar düşüncelere dalarken. Üstümden ayırdığı bakışlarının odağı farklı bir yöne kaydığında başımı geriye atarak boğazıma tırmanan kahkahayı serbest bıraktım, ‘’Ne bilecek ki?’’ Ona baktığımda gözlerini odakladığı yerden ayırmıştı, beni pür dikkat seyrederken usulca yutkundu ve gözlerinden okuyabileceğim hislerini hızlıca toparlayıp onu derinlere kadar gömdü. ‘’Bilir o.’’ Gerilerek dudaklarımı birbirine bastırdığımda İblis düşüncelerimi dağıtarak araya girdi. ‘’Senin bir zamanlar sevdiğin şu K-pop grubundaki elemanın adı değil miydi?’’ dedi dalga geçerek, ‘’Evin içinde geziniyordun ergen kızlar gibi, ‘’Felix, Felix!’’ diye!’’ dedi sesini bilerek incelttiği yerler hayranı olduğum kişinin adıydı. ‘’Hah,’’ dedim samimiyetsizce gülerken, ‘’Birincisi, ergenlik kötü bir şey değil ama bunu kötü bir şeymiş gibi söyledin.’’ dediğimde kaşlarının ikisini de havalandırarak bana alttan alttan baktı. Aldırmadan devam ettim, ‘’İkincisi, istediğimi sever hayran olurum. Çocuğun sesi de çok güzel bu arada.’’ ‘’Senden genç o çocuk.’’ dedi kaşlarını çatarak ama hala yarım yamalak sırıtıyordu. ‘’Hayran olacak başka birini bulamadın mı?’’ Meydan okurcasına çenemi dikleştirerek, ‘’Ne olmuş? Kim mesela?’’ dediğimde parmaklarını kendine doğru çevirdi ve başını hafifçe sola doğru eğdi. ‘’Ben?’’ dedi tatlı tatlı, soru sorarcasına bir tınıyla. ‘’Çok beklersin.’’ Bozulduğunu hissettim, tatlı ifadesini tepkisizliğe çevirerek dikleşti ve kadehinden sessizlik içerisinde yudumladı. Çocukça atıştığımız fikri onun da aklına düşmüş olmalıydı ki bunu hemen kabullendi, bir aydınlanmanın eşiğine gelip suratını buruştururken, ‘’Ne yapıyoruz lan biz?’’ dedi söylenerek. Asir düşünmeyi bırakıp bana doğru döndü, ‘’Vexi?’’ dedi soru sorarcasına, ‘’Kurnaz anlamına geliyor.’’ Elimi kaldırıp işaret parmağımı ona doğru bir kez sallarken, ‘’Listede.’’ dedim, hızlıca. Arkama doğru yaslanıp kollarımı göğsümde birleştirdiğimde ona tamamen dönmüştüm, ‘’Kimin aklına gelirdi?’’ ‘’Ne?’’ ‘’Asir’le evcil hayvanıma isim seçmek.’’ Gülümsedi, ‘’Herkese böyle değilim, kafan karışmasın.’’ dedi uyarı verircesine, alçak sesiyle hala tebessüm ediyordu. Gözlerinin kenarları kırışmış, dudakları genişçe yayılmıştı. Samimiyetli olup olmadığını yine kavrayamadım; onu çoğu zaman seyrederken kafamdaki o portreden uzak olduğunu ama bir adım atsam gerçek yüzünü bana gösterecek kadar o profilinin suratının arkasında mesken edindiğini düşünüyordum. Kimseye benzemiyordu, tavırlarıyla, sözleriyle… Canavar diye bahsettikleri adam bu muydu gerçekten? Kaba bile değildi. Normal bir adam gibiydi, gücünü saymazsak ya da kontrol ettiği o yılanı es geçersek karizmatik bir surata sahip, iri cüsseli ve benden uzun olan normal bir adamdan farkı yoktu. ‘’Ben ne zamandan beri ‘’herkes’’e dahil değilim?’’ dedim, kaşlarımı çatıp gülümserken. Alay ettiğimi düşünmesini istiyordum ama asla alay etmiyordum; alayı da bir savunma duvarı olarak koza dönüştürmüştüm. Sorum karşısında afallayıp benimle alay etmemeliydi, ciddi bir şekilde cevap vermeliydi. İblis heyecanla parmaklarını şaklatıp arkasına yaslanırken gözlerini kısarak ona bakmaya başladı. Asir’in dudaklarından belli belirsiz tebessüm geçti, çenesini yukarı doğru kaldırdığında uçurum kenarını andıran keskin çenesinin aşağısındaki o adem elması hareketlendi. Kızıl harelerinin derinlerindeki ruhunu artık okumaya başladığımı sezdim. Belki de bana gösterdiği kadarıyla hala onu çözüyordum, emin olamasam da beni şoka uğratacak o duygu oradaydı. ‘’İlk baştan beri.’’ dedi, ciddi olduğunu sezsem de hala dudaklarında beni ikileme sokacak o tebessümünden vardı. Kaşlarımı sorgularcasına çattığımda yumuşak bir tükürük boğazımdan aşağı kayıverdi. Tepkime aldırmadı. ‘’Zamanı durdurup ihtiyarın dükkanına girdiğimde, hani bana belli etmemeye çalışırken az kalsın nefessizlikten öleceğin o an vardı ya?’’ dediğinde uzun cümlesi buram buram alay kokuyordu. Kaşlarını yukarı kaldırıp sırıttı, ‘’Belki o andan itibaren?’’ dedi devam ederek. Yumuşakça yutkunduğumda, o yoğun bakan gözlerinin etkisi altındaydım. Yerimde kıpırdanırken kalbimin usulca kendini belli etmeye başladığını hissediyordum, tok sesle göğsüme darbeler atarken kollarımı iyice birbirine bağladım. Onu duymaması için içimden Tanrı’ya yalvarıyordum ama nafileydi. Kızıl harelerini saran uzun kirpikleri kısılarak aşağı doğru kaydı, kollarımın altında atan kalbimi tüm çıplaklığıyla gördüğünü düşünerek rahatsız oldum. Dudağının kenarı usulca yukarı kıvrıldığında devam etti ama hala bakışları oradaydı. ‘’Belki de barda sohbet ettiğimizde kendinden emin duruşun beni etkilemiş olabilir…’’ Şaşkınlık kapının altından sızarak damarlarıma karıştığında artık kalbimin değil, nabzımın sesini de duyuyor olduk. Derimin altına gömülüp damarlarımın arasına karışan nabzım, kendini tüm sıcaklığıyla belli ediyordu. Bir duygu selinin içindeydim de hangi duygu bana yakındı, kestiremiyordum. İblis gözlerini usulca kıstı, ‘’Bu sana koşuyor.’’ dediğinde dahiyane tespitine içimden alkış tuttum. ‘’Hızlı gidiyorsun.’’ dedim gerildiğimden dolayı saçmalayarak, gergin gülüşlerimden birini attığımda kaşlarının uçlarını yukarı alayla kaldırdı. Alnında belli belirsiz çizgiler belirirken hala yarım yamalak bir tebessüm suratını sarmış haldeydi. ‘’Sen gittin,’’ dedi kadifemsi sesiyle, sanki önce sen başlattın dercesine. ‘’İlgimi çektin, evime geldin,’’ dedi parmaklarıyla sayarak. Ağzımı şaşkınlıkla aralayarak ona baktığımda başım istemsizce yana doğru düşmüştü, hem ona hem saydığı parmakları arasında mekik dokuyordum. ‘’Sana kahvaltı hazırladım, yatağımda uyudun,’’ dedi ve devam edecekken, ‘’Ev arkadaşları bunları yapar.’’ dedim, sözünü keserek. ‘’Ayrıca o son cümleyi öyle söyleme.’’ Havaya kaldırdığı parmaklarını indirerek güldü, ‘’Nasıl?’’ dedi, manidar bir şekilde. ‘’Ne düşünüyorsun Rea?’’ İblis daralmış gibi derin bir nefes vererek, ‘’Konuyu değiştir.’’ dedi ona tip tip bakarak. Yanaklarıma sinen sıcaklığı saçlarımla gizleyerek ona doğru döndüm, İblis ona baktığımı fark ettiğinde sert bakışlarını üstüme çevirdi. ‘’Bana geliyorlar yavaştan, konuyu değiştir kızım.’’ dedi, sertçe. ‘’Bir şey düşünmüyorum,’’ dediğimde devam edecektim ama yine hoş bir şekilde kıkırdayarak sözümü kesti. ‘’Öyle olsun.’’ ‘’Oho,’’ dedim harfleri uzatarak, kaşlarımı yukarı kaldırırken. Ondan hariç her tarafa bakıyordum çünkü söyledikleri beni şoka uğratmış olup beklemediğimden ne yapacağımı da şaşırtmıştı. Hiç alışık değildim, utançla etrafa boş boş bakarken eşyaları görüyor ama algılamıyordum. ‘’Sen de her şeyi kafama kakacaksan böyle, işimiz var.’’ dedim devam ettirerek, yine de sesim sandığımdan daha kısık çıkmıştı. ‘’Rahat ol,’’ dedi gevşeyerek arkasına yaslanırken. İblis tek kaşını kaldırıp dilini ağzının içinde yuvarladı, arkasına yaslanırken bizi tehditkar bakışlarla süslüyordu. ‘’Takılıyorum.’’ Ondan da çekiniyordum ama adam susmuyordu yani, ne yapayım ya? Asir’in hala bana baktığını göz ucumla görüyordum, yüzündeki tebessüme kadar fark ediyordum ama ona dönüp bakacak cesaretim yoktu. Neden ben utanıyordum ya? Göz ucumla ona doğru baktığımda şeytani gülümsemesini son anda fark etmiştim, ‘’Nihayetinde benim olan her şey, artık senin.’’ dediğinde yanımdaki yastığı alıp kafasına fırlatmam bir oldu. İblis büyük bir küfür savurarak kahkaha atarken gerildiğini her şeyimle hissediyordum. Aniden gülmeyi kesip, ‘’Puşt lan.’’ dedi, köpeği savurur gibi sanki hoşt dercesine. Tepkisine bıyık altı gülümsesem de dışımdan ne yapacağımı şaşırmış vaziyette öylece kalakaldım. Saçları yastığın arkasından uçuşurken başını geriye yatırıp kahkaha attı ama suratına çarpıp aşağı düşen yastık sayesinde sesi boğuk yükselmişti, eline aldığı yastığı arkasına doğru saklarken hala bana alttan alta bakıp gülüyordu. ‘’Bak ya.’’ dedim ben de usuldan usula gülerek, ‘’Hala dalga geçiyorsun.’’ ‘’Hoşuma gidiyor,’’ dedi azar azar ciddiyete bürünen ifadesiyle. Ona ters ters bakıp önüme dönsem de dudaklarımda ifademe tezat düşen tebessümden vardı. ‘’Sabır ya…’’ İblis’se farklı düşünüyordu, ‘’Her şakanın altında bir gerçek yatar derler.’’ dedi, taştan daha sert bir ifadeyle. ‘’O böyle konuştukça huzursuz oluyorum.’’ Elini yumruk yapıp parmaklarını açarak gevşetti, ‘’Sanki birisi kalbimi böyle sıkıp sıkıp gevşetiyor.’’ Dudaklarımda manidar bir tebessüm gelişti, ona muzip bir tavırla bakmaya başladım. ‘’Buna kıskançlık diyorlar, İblis.’’ Dudağının köşesini yukarı kıvırdı, yüzünde hoşnutsuzluk kokan bir ifade yapışıktı. Bayık gözlerini bana değil, tam karşısındaki karanlık televizyona dikmişti. ‘’Bu daha da huzursuz etti,’’ dedi meymenetsiz bir şekilde, ‘’Kıskançlığın ne olduğunu biliyorum, kesinlikle hissettiğim o değil.’’ Tabii tabii… Gözlerimi ondan ayırarak diğerine döndüm, ‘’Ben bahçede olacağım.’’ Kafasını sallayıp beni sessizce onaylarken tuhaf bir şekilde gözlerini üstümden ayırmadı. ‘’Fazla uzaklaşma, burada yaşayanlar cana yakın insanlar değil.’’ dedi, tereddüt ederek. Beni uyarırken içten içe endişelendiğini sezmiştim ama bu hissi, çok geçmeden kovaladım. ‘’Tamam.’’ Koltuktan kalkarak onun yanından geçtiğimde tepki göstermedi, hala oturmaya devam etti. Dış kapıya yürüdüğümde Xiya yattığı yerden doğrularak bana doğru yaklaştı. Onu umursamadan botlarımı giyip kapının kulpunu kavradım. Kapıyı tok sesle araladığımda güneşin ışıkları yüzüme çarpıp gözlerimi anlık olarak kör etti. Kıstığım kirpiklerim güneşin ışığını hemen alışınca dışarı çıkıp geniş verandada yürüdüm. Tahtalar ayaklarımın altında uğursuz sesler çıkartsa da gözlerim karşımdaki manzaradaydı. Siyah araba, bahçenin sol tarafında duruyordu. Xiya’nın arkamda olduğunu biliyordum, çok geçmeden önüme geçerek solmuş çimenlere daldı. Burada öyle yemyeşil çimenler ya da herhangi bir canlılık yoktu. Etraf kulakları sağır eden bir sessizliğin kucağındaydı. Tanrı’nın unuttuğu bir bölgede gibiydik. Ahşap verandanın kısa merdivenlerini inerek botlarımla toprağa bastım. Toprak diyordum çünkü çimenler o kadar kısa ve solgundu ki aralarındaki kahverengi lekeye benzer katmanı seçebiliyordum. Karşımdaki manzara, yine de Dünya’daki yeri anımsatmıştı. Karşısı tamamen dağlarla çevriliydi, yüksek yüksek dağlar ve o dağların arasında kıvrılan uzun yol vardı. Yürüyerek uçuruma doğru ilerlediğimde rüzgar tenimi ısırıp saçlarımı dalgalandırdı. ‘’Toprak, bir şey söylemeyeyim diyorum ama dayanamıyorum.’’ dedi bana manidar bir şekilde bakarken. Ardından bakışlarını benden ayırıp, ‘’Ne yapacaksın bununla?’’ dedi İblis, küçümsercesine kıstığı gözlerini hayvanıma dikerek. Xiya önümde solmuş, artık saman rengine bürünmüş çimenlerin üstünde zıplayarak ilerliyordu. ‘’Ne demek istiyorsun?’’ dedim, neyi kast ettiğini bile bile. İblis yerinde rahatsızca kıpırdandı, hafifçe kalkıp oturduktan hemen sonra kömür karası harelerini üstüme dikmişti. Tüm çehresini sarmış ciddiyeti, mantığımı sorgulatan yalnızca birkaç hareketinden biriydi. ‘’Demek istediğim,’’ dedi harfleri uzatarak, anlamamı istercesine kaşlarını kaldırıp indirirken. ‘’Köle sahiplenecek zaman mı?’’ Kaşlarımı olabildiğince çattım, aslında anlamsızca bir yüz ifadesine kapılmamla gözlerini kaçırarak devam etti. ‘’Tamam, o seni sahip olarak görüyor olabilir ama şu an doğru zaman değil.’’ Önümden zıplayarak ilerleyen Xiya’ya baktım, tatlı poposu ufacık görünüyor ve kuyrukları bayrak misali sallanıyordu. ‘’Köle demesene. Hem ileride işimize yarayabilir?’’ dediğimde İblis elini kaldırıp suratımı inceledi, yüzünde ben biliyordum bakışlarından biri vardı. ‘’Bunu kast ediyorum,’’ dedi elini yanına indirerek. ‘’Sen buna hazır değilsin.’’ Yüzümü anlamsızca buruşturduğumda kaşlarım da istemsizce birbirine yaklaşmıştı, ‘’Ne demek istediğini açıkça söyle.’’ Yanaklarını usulca şişirdiğinde göğsü de aynı oranda genişlemişti, ardından derin bir nefesi dudaklarından dökerken yanaklarının şişkinliği de indi, ‘’Tatlı çocuğum,’’ dedi uyarırcasına ama sesinde asla bir sevgi kırıntısı yakalayamadım. ‘’Az önce Asir’e ‘’kölesi’’ hakkında atıp tutarken kolaydı ama aslında benzer düşünüyorsunuz, farkındasın değil mi?’’ Çenemi dikleştirip tek kaşımı yukarı kaldırırken ona yandan bir bakış attım, rüzgarın sert nefesi yüzümü yalayıp geçiyordu. Hava serindi ama üşütmüyordu. ‘’Köleyi çıkar uğruna yanında tutmak, hayvan sahiplenmek demek değildir. Sen o hayvana bağlanmadın, o hayvanı yönetemezsin. O hayvan ileride sana yardım etmek yerine başına bela açacak.’’ Ciddi bakışlarımın on katını bana göndererek arkasına yaslandı, kafasını iki yana sallayıp kadehini dudaklarına doğru kaldırıp bekledi, ‘’Sen Asir değilsin. Ona bağlanman saniyelerini değil, aylarını alır belki yıllarını…’’ Uzun kolundaki damarları gölgelerin arasında fark edebiliyordum ama siliklerdi, tenine gömülmüşler ve bir ağacın köklerini andırıyorlardı. Kadehi dolgun dudaklarına götürüp birkaç yudum alırken bana düşünme fırsatı tanıdı. Tek bir hareketiyle, tek bir sözüyle tüm düşüncelerimi dağıtıp kendimden emin duruşumu alabora edebiliyordu. İblis’i bu yüzden sevmiyordum, o da beni bu yüzden sevmiyordu çünkü her zaman beni uyarmak zorunda kalıyordu. Kararsızlık bir tohum gibi topraklarımın altına dağıldığında onu öylece seyredip bir süre karşımdaki manzarayı seyrettim. Xiya uçurumun kenarına doğru yürümüş ve oturmuştu. Ben de yürüdükçe uçuruma yaklaşmıştım, kenarına doğru yürürken rüzgarın uğultusu gürültüyle kulaklarımı dağlıyordu. Saçlarımın arasından geçiyor ve beni sanki özgürleştiriyordu. Önümdeki dağların yerini ormanlık alan bıraktığında rüzgar, o taraftan yayılan misk kokusunu taşıyor; burnuma doldurarak ciğerlerime ev sahipliği yaptırıyordu. Önümde uzanan ölü, sanki hiç yaşanılmamış olan sönük binalara baktım. Bir kasaba vardı önümde ama burada hayat yoktu sanki, zaman durmuş ve kuşların o şen şakrak cıvıltılarını bile duyamaz olmuştum. Etraf gündüz olmasına rağmen o kadar sessizdi ki ölümün buraya kadar uzanıp herkesi kolları altına alıp kendine çektiğini hissediyordum. Etraf soğuk kokuyordu, etraf kimsesiz duvarlarımı bana anımsatıyordu. Burada kimse yoktu, Asir aniden beni, İblis’in söylediği gibi yese kimsenin haberi olmayacaktı. Xiya gözlerini usulca kapatıp aralarken rüzgarın kavurucu soğuğunu tüylerinin arasında hissediyordu, rüzgar kuyruklarına dolanıyor ve onları sarsarken beyaz tüylerini de oynatıyordu. Aşağıda ama çok uzak olmayan bölgede bana görünen dikili taşların kadimliğini seyrettim. Dağların arasından geçen yolun tam yanında çukuru andıran boşluk vardı, taşlar oralarda görünüyordu. Ölümü kucaklayan o taraftı ve sanki oradan yayılan kötü enerji tüm kasabayı etkisi altına almıştı. Burada yaşayan insanların da mutlu olduğunu düşünmüyordum, eğer yaşıyorlarsa. Tapınaklardan gelen o soğuk aura, tüylerimi diken diken etse de o tarafı bakmayı sürdürdüm. Taşların arasında gözlerimin önünden koca bir leke geçtiğinde bakışlarımı şüpheyle kıstım ve dişlerimi gerginlikle sıkmaya başladım. İblis umursamıyordu, beni ve ayak ucumda oturan hayvanı hoşnutsuz bir şekilde seyrettiğinden o şeyi fark etmiş olamazdı. Xiya yanımda tüylerini dikleştirdi ve boğazından vahşi, minik hırıltılar dökülmeye başladı. Dikili taşların arasında gezinen koyu bir leke daha gördüğümde nefesimi tuttum ve başımı öne doğru uzatıp dikkatlice o tarafı seyretmeye başladım. İblis gözlerini kocaman araladı, ‘’Toprak!’’ dedi ama ne bana ne de karşıya bakıyordu. Bir adım daha atıp uçurum kenarına iyice geldiğimde İblis zihnimden, ‘’Toprak. Xiya.’’ dedi tekrar. Dikkatimin tamamını, gözlerimin odağını karşıya o koyu şeye verdiğimde herhangi bir dikili taşın arkasına saklanıp kaybolduğunu fark ettim. ‘’Köle anasını satayım, gitti!’’ Başım refleks olarak aşağı kaydığında dehşetle aralanan bakışlarım çevreyi hızlıca kontrol etti. Sırtını dikleştirip bana seslenen İblis’e bakış attığımda çenesiyle arabayla geldiğimiz yolu göstererek işaret etti. Dehşet tırnaklarını ruhuma ilk defa bu denli kuvvetli geçiriyordu ama onu dizginleyip hızlanan bacaklarımı aşağı doğru yönelttim. Patikadan aşağı inerken çevreyi tarıyordum ama Xiya’ya rastlamıyordum. Patika yolundan sapmış olamazdı, sapmışsa da ölüme davetiye çıkarmış olurdu çünkü kenarlar tamamen yokuştu. ‘’Xiya!’’ dedim bağırarak, çevreme odaklanırken. Hem çevremi hem önümü seyrediyordum ama İblis, ‘’Önüne bak! Ben çevreyi kontrol ederim.’’ dediğinde bir kez daha ona minnet duydum. ‘’Xiya!’’ Artık koşuyordum, bacaklarıma verdiğim kuvvet yokuş aşağı koştuğumdan dolayı freni patlamış kamyon gibiydi. Göğsüme ve suratıma çarpan rüzgarı şimdi dondurucu etkide hissediyordum, saçlarım geriye doğru savrulurken kollarım iki yanımda hareket edip beni yönlendiriyordu. Nefes nefese değildim ya da kalbimi patlatarak attıran dehşet sebebiyle hiçbir şeyin farkında değildim. Stres ve Xiya’yı bulamayacağımın verdiği korkuyla terlere karıştığımı hissetsem de koşmaya devam ettim. ‘’Xiya!’’ dedim bağırarak, boğazım öyle kasılmıştı ki yırtılacağını sandım. Sıcak bir acı tırmalayarak boğazımı kaşındırdı. O şeye gitmiş olamazdı, değil mi? İlk durağın orası olduğunu içten içe biliyordum ama buna hazır değildim. O tarafa gitmek istemiyordum. Dehşetin arkasından korku yaklaşıyordu ve ben tapınaklara doğru gittiğimde dehşet ortamı terk ediyor ve yerini korku alıyordu. ‘’Gel buraya, oğlum!’’ dedim ama boşluğa doğru sesleniyordum. Duraksayarak çevreyi kontrol ederken İblis, ‘’Koş! Kimse yok.’’ dedi ama koşacak dermanım yoktu. Aralık dudaklarımdan dökülen sık nefeslerle, çevreme bakınıyordum. Sırtımı eğerek kamburumu ortaya çıkarttım ve ellerimin avuç kısmını dizlerime bastırdım. Ciğerlerim yanıyordu. Sanki her şey çevremde dönüyordu, yoğun bir üzüntü ve kaygıyla çevreme bakınırken bir şeye odaklanamıyordum. Çevremdeki binalardan uzaklaşmış sayılmazdım ve tapınaklar, kayalıkların olduğu taraftaydı. Buradan oldukça uzaktaydı. Xiya oraya ne kadar çabuk gitmiş olabilirdi? Peşinden o kadar yakın sürede koşmuştum ki illa karşıma çıkardı, ortalıkta yoktu. ‘’Bıraksak mı?’’ dedi İblis, aniden geriye yaslanarak. Durgun bakışları çevrede dolanırken tepkimi bildiği için suratıma bakmayı reddediyordu. Kaygı peşinden hem korku hem öfkeyi getirirken ona kocaman aralanmış gözlerimle baktım. ‘’İblis!’’ dedim öfkeye bulanmış sesimle bağırarak, ‘’Bunun sırası mı?’’ Dilini alt dudağının üstünde gezdirip kıstığı gözlerini çevrede dolaştırdı, ‘’Aslında tam da sırası.’’ dedi mırıldanarak. Derin derin nefes alarak sırtımı doğrulttuğumda yüzümdeki hayal kırıklığı her taraftan belli oluyordu. ‘’Zaten bakamayacağın hayvanı ne diye peşine takasın?’’ dedi İblis, soğuk bakışlarını etraftan ayırıp bana keskince bakarken. ‘’Gittiyse gitti, işine gelmeli. Geri dön.’’ Dilimin ucuna kadar taşınan saf öfkeyi, dişlerimle ısırarak bastırdığımda ilerlemeye başladım. Geri dönmeye niyetim yoktu! Savunmasız, yavru bir hayvanı başıboş bırakamazdım. O koyu varlık neyse, ona zarar vermiş olsa da onu öldürse de gerekirse cesedini bulacak ve onu kendi usulümce gömecektim. Kararsızlıklar genelde insanı yanlışa sürüklerdi ancak önemli olan kararlar, her zaman o anlarda verilirdi. Gelecek, elinde siyah bir boyaya bulanmış fırçayla önümde dikilir; kararsızlıklar tezat şekilde o elindeki fırçayı alarak yerine ışık verirdi. Baştaki kararsızlığımı, kaybetmenin verdiği o acı hisle tattırarak yok etmiştim. İblis’in bencilliği, beni tuhaf bir şekilde gerçekliğe sürüklemiş, ruhumu geçmişe doğru çeken o yalnızlığın parmaklarından kurtarmıştı. ‘’Ben ne pahasına olursa olsun, onu bulacağım.’’ dedim soğuk bir sesle. Ters ters, onun ifadesiz duran çehresine diktiğimde gölgelerin arasından sinsice sırıttı ya da bana öyle geldi, zira ifadesizliğin altında yatan maskesini bile görecek kadar onu tanıyordum ama asla hiçbir şeyden emin olamıyordum. Kaşlarını kaldırıp indirirken, ‘’İyi.’’ dedi umursamaz bir şekilde. ‘’Yeterince bela çekmiyormuşuz gibi bir de isteyerek bela sahiplenelim.’’ Taşlı yoldan sürtünerek gelen tekerlek sesine kulak kabarttım ve yol kenarına geçerek gelene baktım. Siyah bir araba, yukarıdan kayarak gelirken dikkatliydi. Tam önümde durduğunda siyah filtreli camlarını aşağı indirdi, Asir’in suratı beni karşılarken tek kaşını yukarı kaldırmış bana sorgulayan gözlerle bakıyordu. ‘’Kaçıyor musun?’’ Bir umut ışığı, karamsar topraklarıma güneş olurken arabanın kapısını tok sesle aralayarak içine girdim. Yüzüme üflenen orman kokusu ciğerlerime dolup, rahat koltuk hemen beni içine çekerken bu his tanıdık geldi. Kapıyı arkamdan tok sesle kapatıp aceleyle onun şaşkın suratına döndüm, ‘’Xiya’yı kaybettim, yok!’’ dedim çenem titrerken. Şaşkınlığı yerini ifadesizliğe bıraktı, bir şey demeden sürmeye devam ettiğinde önüme dönerek kaportanın önündeki toprak yolu seyretmeye başladım. ‘’Çok endişelenmişe benziyorsun,’’ dedi Asir, normal bir şekilde. ‘’Avlanmaya çıkmış olabilir.’’ ‘’Çıkmadı. Yanımdaydı, bir şey gördüğünü düşünüyorum.’’ ‘’Yağmur, hayvanlar bir şey görerek avlanır.’’ dedi alay etmeden ama cümlesinden buram buram alay kokuyordu. Tepkisiz, duvardan farkı olmayan kemikli çehresine bön bön bakıp, ‘’Tapınakta.’’ dediğimde o sözüm her şeyi değiştirdi ve etrafta görünmez tehlike çanlarını çalmaya başladı. Direksiyonu tutan elleri deriyi sıkmasından dolayı ses çıkarttı. Arabanın giderek hızlandığını fark ettim, İblis’le anlamsızca bakıştık ama ona kızgın olduğumdan bakışlarımı hemen çektim. Derin bir iç çekti sonra bir şey demeden sessizliğe gömüldü. Toprak yolda pürüzsüz bir şekilde kayan tekerleklerin, taşları ezmesini işitiyordum. Ölü veya unutulmuş binaların önünden hızlıca geçerek büyük kayalıkların olduğu tarafa doğru geldik. Dağlar sanki önümüze düşecek gibi yol kenarlarından sarkıyordu ama kolaylıkla, hiçbir hasar almadan yoldan geçiverdik. Kenarlardaki yükseklikten aşağı net bir şekilde görebiliyordum. Arabanın hızı sayesinde dakikalar sonra tapınağın dikili taşlarını görebilmiştim. Neden tapınak denildiğini anlamıyordum çünkü burası bir mezarlığı veya anıtı andırıyordu. Aniden yolun ortasında duran arabayla şaşkınlıkla ona döndüm. ‘’Ne gördün, Yağmur?’’ Şüpheli ses tonu bir şeylerden işkillenmemi bas bas bağırıyordu ama şu an düşünebildiğim tek şey, Xiya’ydı. Üstünü değiştirmiş olduğundan bej rengini andıran keten gömleğine baktım. Yakası V şeklindeydi ve pürüzsüz tenini ortaya çıkarmıştı. Odaklandığım yeri fark ederek gözlerimi kaçırdım, ‘’Kara bir şey.’’ dedim, bakışlarımı kısaca dikili taşlara yöneltip tekrar ona dönerken. Kızıl hareleri gereğinden daha parlaktı, kıstığı bakışlarının arasından bana ölümcül bir aurayla bakarken yutkundum. ‘’Ne?’’ dediğimde, ‘’Kara ne?’’ dedi bastırarak. Üstümdeki baskısını ellerimle somut bir şekilde hissediyordum. Yerimde rahatsızca kıpırdandığımda sırtım koltuktan ayrılıp tekrar arkaya gömüldü. ‘’Şey.’’ dedim sadece, tek omzumu silkerek. Açıklayamazdım ki, İblis’e benziyor da diyemezdim. Arabanın motorunu dinlerken rahat görünmeye çalışıyordum ama şüpheyle üstümde gezinen gözleri, bu durumu zorlaştırıyordu. Elini direksiyondan çekerek saçlarını geriye attığında yarası gözler önüne serildi. Kaşlarını kaldırıp indirirken yüzünde farklı bir şekil vardı, ‘’Açık ol.’’ dedi, hareketlerinden bağımsız duyulan sakin sesiyle. ‘’Ne gördün?’’ Uzun bakışmalarımızın arasına parazit misali giren İblis, ‘’Toprak,’’ dedi, ‘’Evimizde gördüğümüz şey mi?’’ Yavaş yavaş konuşsa da onun da hissettiği farklı bir duyguydu. Asir’in dikkatli görünen kızıl harelerine odaklanan bakışlarımı çekmeden, çaktırmayarak başımı salladım. Açıklayabileceğim sözcükleri toparlayarak dudaklarımı araladım. ‘’Uzun, siyahtı ve hızlı dolanıyordu.’’ dediğimde dişleri birbirine gömüldü ve yanak kasları oynadı. Tehlikeli bakışları karanlığa doğru çekilirken önüne dönerek arabanın gazına tekrar basarak ilerletti. Fısıldayarak, ‘’Tar.’’ dedi garip bir aksanla. Araba hızlıca yolda akarken, anlamsız bakışlarımı üstünde tutuyordum. ‘’Ne demek?’’ Dilini dudağının üstünde gezdirip bir süre duraksadı, ardından ‘’Gördüğün yaratık.’’ dedi, yoldan gözlerini ayırmadan. ‘’Tamamen karanlıktan oluşurlar, gölgeler onların çocuklarıdır.’’ ‘’Zarar vermezler, değil mi?’’ Yutkunup kıstığı tek gözünü bana doğru kaydırdı, suratındaki ciddi ifade de neydi? İblis de bakışlarından hiç hoşnut olmamıştı, dikleşip tekrar otururken hem bana hem ona bakıyordu. ‘’Ne yaparlar?’’ dedim kısıkça. Sormaktan ve sorgulamaktan çekinen bir yanım vardı ki o şu an karşımda kanlı canlı durup bana hüzünle bakıyordu. Bilmem kötüydü, bilmemem daha da kötü… Kızıl harelerini benden çekmeyerek devam etti, ‘’Beslendikleri tek şey, canlı ruhlar.’’ Göğsümde fırlarcasına atan kalbim huzursuzlukla çarparken, ‘’Xiya onların peşinden gittiyse…’’ dedim dehşetle, tekrar tapınağa doğru baktığımda. Canlı olan güneşin altında parlayan dikili taşların kusursuzluğuna bakıyordum, gümüş misali parlıyorlardı. Arabada kulakları sağır eden bir sessizlik peydahlandı, boğazımdan aşağı kayan tükürük sanki bir engele takıldı. Bir düğüm soluk borumun sonuna atılırken ne yutkunabildim ne nefes alabildim. Araba hislerimi bilircesine daha da hızlandı ve tapınağa daha çok yaklaştık. Xiya nasıl buraya hemen gelmiş olabilirdi? Yokuş aşağı inerek alana doğru giriş yaptığımızda, ‘’Buraya gelmiş olamaz, yolda asla rastlamadım.’’ dedim düşüncelerimi dile getirerek, ‘’Onca yolu birkaç saniyede bitirmiş olamaz.’’ ‘’Bilmediğin çok şey var…’’ dedi yanımdaki adam, durgun bir şekilde. İblis sıkıntıyla bana döndü, konuşup konuşmamakta kararsız olan duruşunu göz ucumla görüyordum ama o konuşmaktan bir an olsun çekinmezdi. Yine çekinmedi, ‘’Şimdi yine kızacaksın ama unuttuğunuz çok ama çok önemli bir şey var,’’ Tapınakların arasındaki boşlukları tararken kulağım ondaydı, ‘’Biz de canlı değil miyiz Toprak?’’ Zihnime tehlikeli, karanlık sorusu koridorları turlarken arabadan çıkmadan kararsız, tereddüt kokan bakışlarımı Asir’e doğru çevirdim. Arabayı durdurmuş, tapınakların birkaç metre gerisine park etmişti. Güneş tüm yakıcılığını bize doğru çevirmişken arabanın içinden bile sıcaklığını hissediyordum. Kızıl irisleri, tapınaklardan ayrılıp bana doğru döndüğünde kaşları çatıldı. Sorgulayan çehresinin altında neden duraksadığım yazılıydı, İblis yine aklıma kurt düşürmüştü! Buraya gelmek istemiyordum ama İblis’in acımasızlığı yüzüme tokat indirirken kendimi birden burada bulmuştum. Asla o gölgeyle karşılaşacak cesaretim yoktu. ‘’Ne yapacağız?’’ dedim, düşüncelerimi belli etmeden. Duraksayıp düşünmedi bile, ‘’İnip onu alacağız.’’ Benim aksime korkusuz duran tavrı ve bakışları karşısında küçük dilimi yutmuştum. Onun hayvanı değildi ama benden daha cesaretliydi, daha korkusuzdu ve daha savaşçıydı. İblis boğazından mırıltı çıkartıp sanki olayı önemsiz bir şeymiş gibi söyleyen adama tepki olarak önemsiz bir şeyi duyuyormuş havası verdi. Dudaklarının iki yanını sarkıtıp başını sallarken yine boğazından anlamsız mırıltılar çıkartmakla yetindi çünkü herhalde bu durumu açıklayacak kelimeleri kifayetsiz kalıyordu. Elinde olsa küçük bir deliğe sığınacak olan ruhumu görmezden gelmeye çalıştım. Kaşlarımı refleks olarak indirip kaldırdım, dehşetin verdiği bir karıncalanma hissi kanımı turluyordu ve ellerimle bacaklarımı zehir etkisinde uyuşturuyordu. Derin bir nefes vererek ‘’Alalım.’’ dedim, kafamı sallayarak. İblis büyük ellerini kocaman açarak iki yanında tutarken yüzünde anlam veremeyen ifadesinden vardı, ‘’Ne?’’ dedi kaşlarını çatarak, ‘’Nasıl?’’ dedi sonra şoktan incelttiği sesiyle. ‘’Kızım beni delirtme! Asir’i yemezler ama bizi yerler!’’ Arabadan inmeye niyetim yoktu, kararsızca taşların olduğu bölgeye doğru döndüm. Hayal kırıklığıyla iç çekerek onlara bakarken, ‘’Planın var mı?’’ dedim ama arabanın kapısının açılma sesiyle başım aniden diğer tarafa döndü. Boş koltukla saf saf bakıştım. Asir çoktan arabadan inmiş, kapıyı suratıma çarpmıştı bile. Kapının kulpuna doğru sıyrılan parmaklarımı ani gelen cesaretle çekip kapıyı araladım ve bacaklarımı aşağı sarkıttım. İblis sabredercesine ağzını aralayıp kapattı ve dilini dışarı çıkartıp dudağının üstünde bekletti. Ardından dilini içeri sokup elini kaldırıp indirdi ve avcunu suratına vururcasına yapıştırdı. Ayaklarımın ikisi de toprağa bastı, ‘’Planın var mı?’’ dedim kapıyı kapatırken, İblis’e. Elini suratından çekerek kafasını alayla salladı, ‘’Var,’’ dedi, ‘’Cesaretli olmaya başlayana kadar öyle davran.’’ Gergince yutkunarak önden ilerleyen adamı takip ettim, geniş sırtıyla bakışıyordum ve yürüyüşü asla kendinden taviz vermiyordu. ‘’O da mı korkusuz oynuyor?’’ dediğimde karşımda yürüyüp aniden diz çöken adamı şaşkınlıkla seyrettik. Sorum karşısında bakışlarımızın ortak hedefi o olmuştu. Hafifçe sırtındaki kamburu çıkartıp diz çöktüğünde omuzları düşmüştü, sonra kahverengi toprağın üstünden sürünerek hızlıca sol tarafa giden Ouroboros’u gördüm. Asir tekrar dikilerek yürümeye başladığında İblis rahatsızca, ruh sağlığı bozuk biri gibi güldü. ‘’Hayır, o zaten korkusuz.’’ ‘’O önden gitsin,’’ dedi zihnimdeki sesin sahibi, ‘’O önden yem olursa arabaya dönmen için saniyelerle savaşacaksın.’’ ‘’Bu kadar acımasız olma.’’ dedim kaşlarımı çatarak, ona bakarken. ‘’Senin peşinden git, hatta önden git demen gerekmiyor mu?’’ Artık sakin duramıyordu, kadehi tahtına koyarak bana hışımla döndü, ‘’Yavrucuğum, arka bahçede akranlarından dayak yemiyorsun! Korku filmi seyrettikten sonra karanlıkta yürümüyorsun şu an! Anlatabildim mi tehlikenin derecesini?’’ Öfkesi o kadar taşmıştı ki dişleri arasından konuştuğundan harfler yılan tıslamasına benziyordu. Parazit, mekanik ses tonu iyice basıklaşmıştı. Kalbim gürültüyle atarken Asir’in peşinden ilerlemeye devam ettim, hatta adımlarım koşarcasına hızlıydı. Asir’in yanında belirdiğimde bana yandan bir bakış atıp önüne döndü, ifadesizliğini koruyor ama kızıl irisleri temkinlikle parlıyordu. Duraksadığında ben de durdum, bana doğru dönmeden ‘’Nerede gördün?’’ dediğinde sakin, yine titremeyen sesi kulaklarıma doldu. Sandığımdan uzun ve yüksek duran duvarların üstünde yazılan tuhaf harfleri önemsemeyerek onları süzdüm, ön tarafta üç dikili taş yan yanaydı; arkalarındaki taşlar art arda dizilmiş sıra sıra orduları çağrıştırıyordu. Bayağı geniş ve büyük bir alana sahipti. Mağara neredeydi? Bunu düşünmenin sırası değildi. Çevremde gözlerimi dolandırarak birbirine tıpatıp benzeyen taşlara baktım, kafam karışmıştı nerede görmüştüm? ‘’Üç taşın arasında kayboldu,’’ dedim ama emin olamıyordum, sık aldığım nefeslerle önümdeki taşları kontrol etmeye devam ettim. ‘’Emin ol.’’ Emri karşısında bulanık aklımı çalıştırmaya devam ettim; İblis benimle beraber görmüş olsaydı ne güzel olurdu. O hiçbir şeyi unutmazdı, hemen hatırlar ve önüme sererdi. Uçurum kenarının başını ufuktan fark edebiliyordum, oradaki benliğimi hayalimde canlandırdım. Zihnimdeki anı defteri sayfalarını gürültüyle çevirdiğinde gözlerimin önüne, uçurumun kenarında duran benliğim geldi. Kendimin tam arkasında duruyordum. Rüzgar saçlarımı savuruyordu, Xiya tam yanımda duruyor ve benim gibi karşıyı seyrediyordu. Arkamda durmayı bırakıp Xiya’nın diğer tarafında durduğumda artık gözlerimin önüne gelen dikili taşların cansız bedenleriydi. Ufuktaki karaltı, ön taşlardan değil, arka taşların arasında dolanıyordu. Öndeki üç taşın tam ortasında duran dikili taşın arkasına saklandığını fark ettim. Gerçeklik beni kendine doğru çektiğinde hızlıca ortaya doğru ilerledim. Korkusuz oynamanın sırası değildi, oynarsam maskem hızlıca düşerdi ve şu anki cesaretimin yerinde yeller eserdi. O yüzden ilk adımı atıp korkumun önüne geçmek daha mantıklıydı. Asir’in peşimden geldiğini ayak seslerinden duyuyordum, toprağı döven adımları ne kadar sağlam basıyordu. Ön tarafta duran üç dikilinin arkasındaki ortadaki taşın önüne geldiğimde devasalığı gözümü korkuttu. Sanki arkadan biri devirecekmiş de koskoca taş üstüme yığılacakmış gibi geliyordu. Üstünde yazan soluk harflere baktığımda gözüme de zihnime de anlamsız birer harf çorbası misali geldiler. ‘’Ne yazıyor?’’ dedim İblis’e fakat, ‘’Eski bir dil ama yazının amacını az çok anlayabiliyorum.’’ dedi, devam edecekti ama Asir sözünü balla kesti. ‘’Demek burası.’’ Ona döndüğümde başını yukarı kaldırmış, gözlerini kısarak taşın üstündeki harfleri okumaya çalışıyordu. Güneş saçlarına ve yüzüne usulca vuruyor, kızıl harelerini daha açık bir tona bürüyerek onları çekici gösteriyordu. Elini kaldırarak taşa yaklaştırırken, ‘’Çık bakalım.’’ diye mırıldandı. Varlığımı unutmuşçasına söylediği cümle karşısında, bir an aklına ben düşmüş olmalıydım çünkü eli tekrar aşağı inerken; kararsızlığını çatılan kaşlarından ve bir bana bir taşa değen bakışlarından anlıyordum, ‘’Yağmur, Tar’ı çıkartmamız gerekiyor. Dikkatli ol, aniden saldırabilir.’’ Gerginleşen ortamı buram buram hissederken aniden aklıma gelen düşünceyi dilime savurdum. ‘’O çıktığında ne yapacaksın?’’ Herhangi bir cevap vermedi. Korkum gözlerimden okunuyordu belli ki ama yapabileceğim bir şey de yoktu şu durumda. İblis’e yandan bir bakış attım ama bana değil, Asir’e bakıyordu. ‘’Geride dur.’’ dedi bana emir verir gibi ama hala bana bakmıyordu. ‘’Xiya’m da yok ortalıkta.’’ Kırmızı gözlerin nihai hedefiydim, bir an olsun benden bakışlarını çekmiyordu. Yüzümdeki ifadeyi açık ve anlaşılır bir kitap gibi okuduğunu biliyordum, siması tıpkı karşımdaki taş kadar kusursuz ve soğuktu. Nasıl bu kadar korkusuzdu? Alışık olduğundan mı yoksa artık korkacak bir şeyi olmadığından mı? Onu, onun beni okuduğu gibi açık bir şekilde okuyamıyordum. ‘’Xiya’nın burada olduğunu düşünmüyorum, Yağmur.’’ Şaşkınlıkla, ‘’Nereden biliyorsun ya?’’ dedim. Dümdüz bir ifadeyle, ‘’Vaxor söyledi.’’ Bir anlığına buraya kadar yürümeden önce yılanı bıraktığı detayını unutmuştum, demek ki önden gitmesini sağlayıp etrafı kolaçan ettirmişti. İblis gülüp gülmemek arasında kalmış surat ifadesiyle bana döndü, ‘’Vaxor’un Xiya’na saldırmayacağından emin yani?’’ Bunu düşünmek istemiyordum, Asir onu birazcık da olsa yönetebiliyorsa Xiya’ya zarar verdirtmezdi herhalde? Kaşlarımı çatarak ona baktım, ‘’O zaman neden kurcalıyoruz? Gidelim?’’ dediğimde derin bir nefes verdi, bakışları taşın üstüne dokunup tekrar beni bulduğunda korkumu anladığını belli eden bir bakışla karşılaşmak ruhumu irkiltti. ‘’İstersen arabada bekleyebilirsin, işimin uzun süreceğini zannetmiyorum.’’ Dehşetle verdiğim derin bir nefesle beraber, ‘’Neden yapıyoruz bunu?’’ dedim direterek. ‘’Xiya’yı bulalım.’’ ‘’Xiya’n burada değil ama yakınlarda olabilir. Vaxor’u sadece alanın etrafını kontrol etmesi için bıraktım.’’ dedi ve aval aval ona bakmam karşısında çok da emin olmayarak, diliyle alt dudağını yalayıp devam etti, ‘’Tar ortaya çıktığında hızlı davranır. Eğer hayvanın çevredeyse bizden önce onu bulması an meselesi.’’ Çok konuşup açıklama yapması onu yormuş olmalıydı, sıkılgan bir tavırla önüne dönerken, ‘’Kısaca onu çıkartıp yok etmeliyiz.’’ dedi durgun bir sesle. İblis onu dinlerken kafasını onaylarcasına sallıyordu fakat aniden, bir şey kafasına son anda dank etmiş biri gibi gözleri yuvalarından çıkacakmışçasına irileşip bana baktı, ‘’Toprak, seni buraya bilerek çekmiş olmasın?’’ dedi dehşetle. Kaşlarımı çatarak ona baktım, ‘’Ne demek istiyorsun?’’ ‘’Asir, dün gece senin Kurtarıcı olduğundan şüphelendi. Tehdidini ortadan kaldırmak isteyebilir. Yüzüne iki güldü diye yelkenleri suya indirme, bence arabaya geri dön.’’ dedi İblis, kafasını yana yatırıp bana ters ters bakarken. Parmaklarını aralamış ve elini hafifçe ters çevirerek karnının önünde tutup arkayı göstermişti. ‘’Yok ya,’’ dedim tereddütle, ‘’Öyle değildir. Hem emin bile değilken neden böyle bir şey yapsın?’’ İblis dudaklarının arasından derin bir nefes verip arkasına yaslandı. Daha da bir şey demedi. Asir’e dönerek, ‘’Nasıl yapacaksın?’’ dedim, tereddüdümü ona yansıtmamaya çalışarak. Yine de endişem her yerden belli oluyordu, anlım kırışmış ve kaşlarımı çatmaktan başımın ön tarafı ağrımaya başlamıştı. Göğsümü döven kalbimi duyduğunu biliyordum. ‘’Hiç Tar öldürmedim, bunu ilk kez deneyeceğim.’’ dediğinde dudaklarının kenarları onları bastırdığından hafifçe büzüştü, ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama korku ve endişeyle çarpılmış ifademi özgürleştirdiğimi düşünüyordum. İblis haklı olabilir miydi? İblis elini kaldırıp, ‘’Al işte,’’ diye mırıldandı ama yine devam etmeden sustu. Bana tuhaf bir şekilde bakıyordu, geri gitmemi ister gibiydi. Asir tepkimi süzerek yutkundu, devamında öyle bir konuştu ki sanki önemsiz bir şeyden bahseder gibiydi. ‘’Silahım var.’’ Elini aniden yukarı kaldırıp avcunu gösterdiğinde gömleğinin kolları usulca yukarı sıyrıldı ve mavi damarları derisinin altına gömülmüş bileği gözlerimin önüne serildi, parmaklarını bir perde misali aralamıştı. Tırnaklarının uzunluğunu gördüğüm an başımdan aşağı kaynar sular döküldü. İnsani olamayacak kadar uzun, vahşiliğini belli edecek kadar parlaktı. Güneşin altında bir bıçağın keskin sırtı misali parlıyorlardı. Öyle korkmuştum ki bir ona bir tırnaklarına bakıp bir adım geri gittim. İblis şaşırmışa ya da korkmuşa benzemiyordu, ‘’Al işte,’’ dedi tekrar, meymenetsiz bir sesle. ‘’Hep bu anı bekliyordum ama bu şekilde beklemiyordum.’’ Suratıma dümdüz bakıp, ‘’Sürprizlerle doluyumdur.’’ dedi korkumu anladığını belli eden durgun bakışlarıyla. Geriye çekilmem hoşuna gitmemişti ama bunu elinden geldiğince kontrol etmeye çalışır gibi hali vardı. Yüzünden okuduğum tek duygu, sebebini anlamlandıramadığım hüzünlü bir derinlikti. Hala temkinliydi ama şu an, bu ana odaklanarak, ‘’Yine de plan yapsaydık… Sonuçta ilk kez deneyeceğini söyledi.’’ dedi İblis, mırıldanarak. Kararsız ve tereddüt kokan bakışları, taşla bizim aramızda gelip gidiyordu. Asir son kez bana baktıktan hemen sonra başını öne doğru çevirdi. Bir şey demeyerek elini taşın üstüne koyup gözlerine perde indirdiğinde saçlarının sanki elektriklenerek yukarı kalktığını fark ettim, gözlerim fal taşı misali aralandı; korku kalbimi avuçladığında tekrar bir adım geri gittim. Sırtını daha net şekilde görüyordum. Kabararak daha da dağınık bir hale dönüşen saçları, üstüne giydiği keten bej rengi gömleğinin uçuşan etekleriyle güzel bir görüntü sergilemişti. Fantastik bir evrende olduğum zihnime dalga dalga vuruyordu. Asir’in ağzından birkaç anlamsız mırıltı duydum, mırıltıları kuvvetlendikçe önümde esen ama bana zerre değmeyen rüzgarın sesini duyuyordum. Rüzgarın sesi bile fısıltılara, fısıltılar yılan tıslamalarına benzemeye başladı. Yalnızca Asir rüzgardan etkileniyordu. Değişik aksanı, kadifemsi sesiyle bütünleştiğinde kulağa ilahi söylercesine bir tını raks ediyordu. Gümüş renginde parlayan kusursuz, soğuk taşın üstündeki harfler turuncu bir renkte parlamaya başladığında nefesim soluğumda tıkılı kaldı. Elini henüz taştan çekmemişti, bir adım daha geri gittim. Toprağa sürtünen ayağımın altındaki taşların sesi korkumu bir kırbaç etkisinde sırtıma vuruyordu. Acizdim ve yapabileceğim bir şey yoktu. Bir anlığına bu duyguları hissettiğim için değil fakat duygularımın esiri olduğum için kendime kızdım. Kalbim yok denecek kadar yavaş atıyor, sıcaklık tenimi avuçluyordu. Aniden çıkan gürültüyle taşın yerinden oynadığını sandım ancak ses taştan değil, büyük bir gürültüyle taşın arkasından çıkan Tar’dan yükselmişti. Çığlığım boğazıma tırmanırken onu bırakmadan ellerimle ağzımı refleksle kapattım. Zihnimdekinden daha canlı, daha karanlık ve elbisesi sarsakça uçuşan zifiri canlıyla karşılaşmak tuhaf hissettirmişti. Soğuk soğuk terlemeye başladığımda İblis’in bile elbisesinin karşımdaki yaratık kadar hızlıca havaya savrulduğunu ve gerginlikten öleceğini hissettim. Taşın tam yanında hareketsizce duruyordu, sanki bana baktığını hissediyordum ama emin değildim. Yüzünden hiçbir şey okuyamıyordum, dipsiz bir kuyudan farkı yoktu çehresinin. Asir taştan elini çekti ve sakince Tar’ı seyretti, bir anlığına omzunun üstünden bana baktığını gözümün kenarından fark ettim ama hareket edemeyecek kadar şoktaydım. Ona bile bakamıyordum, sadece yaratıkla bakıştığımı düşünüyordum. Tabii gözleri varsa. Kaba bir sesle, ‘’Yağmur, arabaya doğru…’’ dedi Asir, kaşlarını sorgularcasına çatarak. Asir beni uyarsa da tehlikeyi anladığımda çok geçti, ‘’Aniden hareket edecek!’’ dedi İblis, zihnimden zoraki konuşarak. O konuştukça beynimin arka taraflarında sinsice ortaya peydahlanan, tüplü televizyonun üstündeki karıncalanmaya benzer parazit dolu ses yankılanıyordu. İblis’inkini bastırıyordu. Gölgemsi yaratık aniden bana doğru uçunca çığlık atarak geriye çekildim. Asir ağzında tuhaf bir küfür savurup ona doğru saldırdı; pençeleri havayı yaran kılıcın sürtünmesi kadar keskin geldi. Tar’ın odağı kayboldu, canavarın pençeleri altından ani hareketle kurtularak sol tarafa doğru yöneldiğinde korku kalbimi sıkıştırdı. Kızıl gözler bir avcının gözleri misali kısıldı ve avından bir an olsun ayrılmadı. Tar’ı gözlerimle takip etmeye çalışsam da o kadar hızlıydı ki nereye gittiğini anlamıyordum. Hızından dolayı birden kayboluyordu, görüşüm beynime yollanan ağır sancıyla bulanıklaşıyordu. Ani giren sancıyla gözlerimi kapatıp karanlıkla buluşurken; elimi başımın iki yanına kaldırıp bileklerimin iç kısmıyla şakağıma bastırdım. Çehrem acıdan kasılmıştı. ‘’Ah,’’ Acı dolu iniltim o kadar kısık çıkmıştı ki benden başka kimse duymadı. Asir’in ön taraflarda hareketlendiğini ve Tar’ı yakalamaya çalıştığını hissediyordum. Başarılı olamıyor muydu yoksa Tar ondan hızlı olduğu için zaferi gecikiyor muydu? İblis’in odası yoğun, tiz bir çınlamayla dolmuştu; duvarlar o çınlamanın etkisiyle titremeye başladığında İblis’in kadehi elinden dehşet bir ağrının sonucuyla düştü. ‘’Lan!’’ dedi İblis, acıdan dolayı ağzını kocaman açıp ellerini kafasının iki yanına koyarak. Gözlerinin kızardığını fark ediyordum, o gölgelerinin arasında bile kızarıklığını fark edebiliyordum. Peki, Tar’da bu niye olmamıştı? ‘’Sikeyim!’’ Mırıldanmış olması bile zihnimdeki o haşin ağrının şiddetini arttırdı. Gözlerimi zar zor aralayarak kirpiklerimin arasındaki bulanık görüntüde Asir’in ne yaptığını çözmeye çalıştım. Ancak etrafta görünmüyorlardı. Kirpiklerimi kırpıştırarak yüzüm hala buruşmuşken, etrafımı kolaçan ettim. Az ötede, nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde Tar’ı iki taşın arasına sıkıştırmış olduğunu ve üzerine doğru resmen atlayışını seyrettim. Havada bir kartal misali durmuştu sanki, yer çekimini reddeden bedeni sanki bir süre havada asılı kaldı ve pençelerini irice açarak Tar’ın üstüne vahşice atladı. Gömleği rüzgardan dolayı karnına iyice yapışmış, karın kaslarını belli etmişti. Tek bir pençe darbesiyle toz olup havaya karışan Tar etraftan silikleşirken Asir’in bedeni iki ayak üstünde dimdik ortada duruyordu. Nefes nefese kalmıştı, sırtının genişlediğini uzak olsa da fark ediyordum. Başı öne doğru düştüğünden kestane rengi saçlarının açık tonunu, ensesini saran dağınık saçlarını seyrettim. Acı beynimin bir köşesinde uyuşurken, İblis’in elleri hala kafasının etrafındaydı. Odadaki çınlamadan eser yoktu ama etkisini öldürücü darbeyle hissediyordu. Duvarlara sinmiş o ölümcül ses, onun zihninde hala sürüyor olmalıydı. ‘’Bitmedi,’’ dedi İblis, inlercesine yüzünü buruşturarak. ‘’Toprak, bitmedi.’’ Kaşlarımı çatarak ona baktım, ne demek istediğini çözmeye çalışırken Asir’in arkasını dönüp bana dehşetle bakışı gözümün önüne geldi. Onu, çehresini saran ifadesini çok geç fark etmiştim. Kızılları şaşkınlıkla aralanmıştı, bakışları aşağı inerken benimkilerde onunkileri takip ederek bedeninde aşağı indi. Tek eli karnının tam önünde avcu göğe doğru bakmış şekilde duruyordu. Yüzündeki ifadenin sebebini çözmeye çalışırken yoğun bir çınlama etrafı sardı ve başım bir anlığına döndü. Yerimde yalpaladım ama dimdik durmayı başardım. Asir bana doğru gelirken, ‘’Yağmur!’’ diye bağırdı, o dehşet içinde olan tını göğe doğru yükselip her yeri kuşattı. Etrafımda yayılan rüzgarın uğultusu kesik kesikti ama rüzgarı hissetmiyordum. Sanki derinliği sonsuz olan bir mağaranın duvarlarındaki meşaleler gümleyerek yanıyordu. Etrafım karanlığa yavaş yavaş boğulduğunda İblis derin bir nefes verdi ve etrafına gözlerini zoraki açarak bakındı, eli alnına giderken ‘’Siktir, ürediler.’’ dediğini duydum. Korkuyordum ve hareket edemeyecek kadar dehşete kapılmıştım. Asir’in yüzündeki o ifade bana hiç yardımcı olmuyordu. Ayağımı toprağa hafifçe sürttüm ve geriledim ancak Asir, elini aniden kaldırıp durmamı işaret ettiğinde bıçak kadar keskin halde duraksadım. İblis’le beraber aniden tepki göstermişlerdi, ‘’Ani hareket yapma!’’ demişti, zoraki bağırarak. Parazitler zihnime hücum ederken onun sesini bastırıyordu ve emrini bana ulaştırmak için bağırmak zorunda kalıyordu; cümlelerinden çok köpek iniltilerine benzer acı dolu sesini duymak kalbimi yaralıyordu. Şu an kendimi korumak zorundaydım, çünkü İblis’i korumamın tek yolu buydu. Yutkundum, harelerim yuvalarında usulca döndü ve çevremi fazla hareket etmeden kolaçan ettim. Tar’ı andıran yaratıklardan bir sürü vardı ve çevremizi kuşatmışlardı, hepsinin öfkeli ve kinli olduğunu hissediyordum ama yüzleri uzaydaki karadeliği anımsatıyordu. Her birinin, karadeliğe benzer simasının tam ortasında bir çukur vardı ve çehresinin etrafını içe doğru çekiyordu. Dehşetle önüme dönerken kalbimin sesi her yeri kuşatmıştı, soğuk soğuk terlediğimi hissettim. Sık nefesler, dudaklarımı yırtarcasına dökülüyordu. Sırtımdan kayan ter damlasını bile hissediyordum fakat bedenimi ısıtmak yerine beni üşütüyordu. Fısıldayarak ‘’Asir…’’ dedim dehşet içinde. Asir bir şey hissetmiş olmalıydı ki bakışları ilk baştaki Tar’ı yakalamak isteyen avcının bakışları kadar keskin bir hal aldı. Kararlılıkla aniden bana doğru koşmaya başladığında kalbim son kez gümledi. Koyu gölgeler, sanki bir ayinden çıkmışçasına hızlıca bana doğru hücum ederken Asir’in kararlılık maskesi aniden düştü, hala bana doğru koşarken şaşkın dolu siması onların arasında kayboldu. Bense, Tar’ın çocukları arasında sıkışıp yere yığıldım. Derinlerden gelen bir ses, ‘’Bazı kötü ruhlar her zaman aramızdadır, ihtiyar.’’ dedi. Sesin sahibi çok gerçekçi ve tanıdıktı; karanlığı kuşatmış koridorlarımda uzanarak gelirken sanki ışık saçıyorlardı. Işık sönünceye ve her taraf karanlığa bürününceye kadar o sesi takip ettim. ‘’Bazılarıysa, onlardan bahsedersen gelirler. Onlar, aramızda dolanan kötü ruhlardan daha korkunçtur.’’
Tekrar merhaba, Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Nasıl olduğu hakkında yine bir fikrim yok ama ilham eksikliğinden dolayı bayağı zamana yayınca da daha kötü olduğunu düşünüp uzatmak istemedim. Gerçekten elimde olmayan sebepler vardı, sizi bu kadar bekletmek istemezdim. Anlayışınız için teşekkür ederim. Lütfen emeğimin karşılığını verin. Yıldızı bir dahaki bölüme kadar parlatıp bana destek olun, yorumlarınızı bekliyorum. Görüşürüz.
|
0% |