Yeni Üyelik
9.
Bölüm

8. BÖLÜM: KÜLLERİNDEN DOĞAN ANKA KUŞU

@esmayzc

Merhaba sevgili okur,

Umarım bölümü keyifle okursun!

Başlamadan önce emeğimin karşılığını vermeyi unutma!

Bölüm şarkısı: Ruelle – Deep End

8. BÖLÜM: KÜLLERİNDEN DOĞAN ANKA KUŞU

 

Bazen bir insanın kini, bir şeytanın kibrinden bile yoğun ve tehlikeli olurdu. Bazı insanlar kendilerine yapılanları unutmazdı, öfkeleri küle dönüşüp kalbinin altında pusu kursa da bir olay meydana gelir ve o kül, bir ankanın doğduğu yere dönüşürdü. İntikam ateşi, o kuşun kanatları gibi kabardıkça kabarır ve ihtişamlı bir hale bürünürdü.

Görenlerin gözünü kör, yaklaşanları da kül ederdi.

Zihnimin derinlerindeki o karanlık kuyulardan yankılanan bir ses, ‘’Ölülerle yaşayanlar arasındaki fark nedir,’’ dedi. Zamanın içinde akan su misali etrafa yayılan o ses, anneanneme aitti. Klasik hikayelerine başlamadan önce bana bazı sorular sorardı; bazıları çok saçma ve cevabı olmayan sorularken, diğerleri efsaneyle bağlantılı olabiliyordu. Bir süre düşündüğümü hatırlıyorum, hatta karşısında otururken dünyadan soyutlanmama yetecek kadar uzun bir süre düşündüğümü.

Şömineden yayılan ateşin sıcaklığını zihnimdeki o anıda bile hissetmiştim. Çıtırtılar kulaklarımda patlıyordu, ateş yüzümün yarısını ısıtırken bedenimin sıcakladığını hissediyordum. Anneannem tekli koltukta oturmuş, bana tepeden bakıyordu. Tek elini tekli koltuğun kenarına dayamıştı. Ateş onun yüzüne de yansıyor, harelerini daha canlı ve parlak gösteriyordu.

İblis o sıralar kapısını kapatır, bu laflamaları pek dinlemezdi. O yüzden anneannem geldiğinde onun yerinde yeller eserdi, eğer o olsaydı bana çok güzel bir cevap verebilirdi. Uzun bir süre sonra, ‘’Fark yoktur,’’ demiştim, kırmızı-yeşil harelerinin derinlerine bakarak. Yüzünde tek bir kırışıklık yoktu, ancak tek kaşını kaldırarak devam etmemi beklediğinde alnında hafifçe katlanmalar oluşmuştu.

‘’Her iki tarafta onlara verilen süre zarfında yaşar.’’

Gülümsediğini hatırladım fakat o hayal, zihnimde o kadar solgun durdu ki karanlık koridorlarımın arasında kayboldu. Bir mekanizmanın ruhumu ön taraftan tırnaklarını geçirip çekiştirdiğini hissettim, sonra o anı arkamda kaldı ve tıpkı zamanın binlerce yapboz parçasını andıran anılarına karışıp kayboldu. Birden kendimi ormanda yürürken buldum. Orman tanıdık geliyordu, insan evi bildiği yeri kolay unutmazdı.

Evime yakın yerlerdeki ağaçların arasında geziniyordum. Bu sefer İblis benimleydi, etraf karın altına gömülmüştü. O yüzden ağaçların sıska dalları üşüyor, etraf cansız bir rengin kucağına düşmüş görünüyordu. Toprağın üzerine yağan karların üstüne bıraktığım ayak izlerinin yeri kısa sürede kapanıyordu. Ayak izlerinin üstüne devrilen kar taneleri zamanın acımasızlığını suratıma damgalıyordu.

İblis’le nadiren susardık, böyle durumlarda aklından ne geçtiğini merak ederdim. Onu tanıdığım andan beri merak eder dururdum zaten. Kendini göstermez değildi ama istediği şekilde gösteriyordu. Onu tamamen, tüm çıplaklığıyla tanıyor sayılmazdım.

Keşke tanıyor olsaydım.

Eğer tanısaydım, neden hüzünlü gözlerle etrafı seyrettiğini biliyor olurdum. Her kar yağışında nedenini anlamadığım bir şekilde hüzünlenirdi. Tek elinde kadehinin içinde girdap gibi dönen kırmızı şarabının suyunu seyrettim, İblis’in bakışları dalgındı ve yağan karları seyrediyordu.

Dudaklarına hüzün yağmuru sardı, ‘’Cehennemde de kış var, biliyor musun Toprak?’’

Sessiz kaldım. ‘’Fakat oradaki karlar bile yanıyor. Bense soğuk karın arzusunu hissetmek istiyorum.’’ Sözlerini her zamanki gibi zihnimde öğüttüm, tam kapısının önünde bedenim dikilip yüzüne baktı. ‘’Bazen kafanın içinde ölüp ateşini unutmuş kar tanesine dönüşmek istiyorum.’’

Şarabından aniden yudum aldığında sadece onu seyrettim, boğazındaki adem elmasının bir ip gibi kayışını izledim. Yumuşak bir şekilde boğazımdan kayan tükürüğü hissettim, kapının eşiğinde dikilen bedenimin gözleri yanıyordu.

Yine konuşmadım. İblis suskunluğumdan güç alıyor gibi konuşmaya devam etti, ‘’Kar tanelerinin her biri farklı bir şekildeymiş.’’ dedi saf bir heyecanla. Gözlerini kocaman aralamış bana bakıyordu, ardından onları usulca kıstı ve tüm iblisleri kıskandıracak şekilde gülümsedi. ‘’Bu da binlerce farklı ölüm demek...’’

Kapının eşiğindeki bedenim gülümseyerek ona baktı. Yaşamayı seven biri değildim ama bunun için de çabalardım. İblis’imse benden tamamen farklıydı; hiçbir zaman yaşamak hatta var olmak bile istemezdi ve bunun için çabalardı.

‘’Ölümü bu kadar arzulama. Her ölüm yeni bir başlangıç değildir, İblis.’’

Başını onaylarcasına sallarken bile bana bakmadı, gözlerini giderek hüznün gölgesi sardı. ‘’Keşke.’’ diye fısıldadı. Aniden o görünmeyen el tarafından tekrar göğsümden tutulup farklı bir ana sürüklendim. Korkuyla sıkışan kalbim, bir tehlikenin habercisi gibiydi ama normal görünen, sıra sıra arkalara dizilmiş okul sırasından birine oturmuştum.

Beyaz tahta önümde olasılıkları bol, yolları farklı geleceğin cansız bedeni gibi duruyordu. Başımı aşağı eğerek zemine baktım. Ayakkabılarımın altında hala kar vardı. Bu da, delirmediğimin ispatıydı. Sınıfta tek olmam dışında sorun yoktu. Sınıfın camlarından dışarı baktığımda kar tanelerinin yere süzülüşünü gördüm, sonra aniden yağmur bastırmaya başladı ve kar tanelerini öldürüp attı.

Yutkundum, sınıf giderek yağmurun kaosundan karanlık bir hal almaya başladı. Bir şey hissetmem gerekiyor muydu? Gerekiyordu fakat zaten, o uğursuz his kalbimi çepeçevre sarmıştı. Neredeydim? Kendi okul sıralarımdan birinde miydim?

Arkamdan gelen kıkırtının sahibi tanıdık gibiydi, mekanik ve parazitli sesini duyuyordum. Ne erkekti, ne kadın. Sınıfta yankılanan tek gürültüydü. Tek değil miydim? Arkama dönmek istesem de dönemiyordum, mecburen tahtaya bakmaya devam ettim. Bir şimşeğin mavi ışığı sınıftaki loş karanlığı yarıp geçti, mavi ışık beyaz tahtanın yüzüne de tokat misali çarpıp yok olduğunda o kısacık sürede arkamdaki karaltının sahibini ayırt edebildim.

Çok geçmeden her taraf tekrar loşluğa büründü. Bir el tarafından sarıp sarmalanan kalbim, atmayı durdurdu sandım fakat canlıydı. Her atışında nefesim darlaşıyordu, belki de kalbimi saran elin sahibi arkamdakiydi.

Nefes nefese, ‘’Sen kimsin?’’ dediğimde sesim korku dolu değildi; sanki onu biliyor ama şahsen tanımıyordum. Cevap vermeyeceğini düşünüyordum, uzun bir süre de sessizliğin arasında oturduk. Duvardaki saatin gürültüsünden başka bir ses yoktu. Yağan yağmur camlara vururken bile ses çıkartmıyordu fakat şimşeğin gürültüsünü duyuyordum.

Omzumun üstünden, başımı fazla arkaya çevirmeden göz ucumla onu kontrol ettim. İşaret parmağını kaldırmış önümdeki bir yeri işaret ediyordu sanki, kaşlarımı çatarak önüme döndüğümde tahtaya yazılan kalemin tok sesini duymam bir oldu. Dehşetle aralanan gözlerimle tahtada, hiç kimse yokken yazılanlara baktım.

Tahta kalemi görünmez bir el tarafından kullanılıyor gibi havada süzülüyor, bazen aşağı yukarı hareket ediyordu. Arkamdakinin sinsice sırıttığını hayalimde görür gibi oldum. ‘’Dratres os freyea zedur, brea dratres os vier freyea zedur. (Ölüm her canlıya yaklaşır, fakat sana herkese olduğundan da yakın.)’’

Tahtada yazılan eski M’rice’ydı; anlıyordum ama tek tük… Yine de hiç iyi şeyler hissetmiyordum, midem kazanın içine koyulmuş da kendi öz sıvısını kaynatıyor gibiydi. Kasılıyordu, soğuk soğuk terliyordum. Arkamdaki varlığın sırada hareket ettiğini hissettim, tahta uğursuz bir sesle gıcırdamıştı. Çok geçmeden öne doğru başını uzatmış omzumun üstünden, benimle beraber tahtaya bakıyordu.

Gözümün kenarıyla ona baktığımda dudaklarımdan dökülen nefesler sıklaşmaya başladı. İblis’e benziyordu ama İblis değildi.

Sırıttı, sırıttığını ağzının olduğu taraftaki boşluktan anlamıştım. Dişleri yoktu. ‘’Dratres os freyea zedur,’’ dedi mekanik sesiyle, boğazından yükselen parazitler çıngıraklı yılanın kuyruğundaki sese benziyordu. Başını bana doğru çevirdiğinde hafifçe eğdi, benim kafam öne doğru baksa da onunla göz göze geldim.

Ağzını araladı, boğazından yine parazit dolu ses yükseldi. ‘’Nefin,’’ dedi gürültülü sesiyle, ‘’Adım, Tar.’’ Sırıtmaya devam ederek birden yok olduğunda göğsümü saran sıkıntı her tarafa bulaşmıştı sanki. Tar yok oldu, arkasında yükselen kıkırtısı tüm sınıfı doldurup zihnimin koridorlarında çoğaldıkça çoğaldı. Tar yok oldu ama çocukları her bir sıraya teker teker kuruldu.

Sınıfın duvarlarında yankılanan farklı bir ses duydum; Tar’ın kıkırtısını taş fırlatılan suyun üstündeki ses gibi geriye doğru attı. Dalga dalga çoğalmaya başladı ve ses, gittikçe sınıfı talan etmeye başladığında Tar’ın çocuklarının her bir kafası aniden beni hedef aldı.

‘’Yağmur!’’ diyen ses, derinlerden geliyordu, endişeliydi. Sesin sahibi yoktu ama kulaklarımda çınlıyordu. Çocuklar, öfkeyle bana bakmaya başladıklarında dehşet de peşlerinden gelmeye devam etti. ‘’Yağmur, aç gözünü!’’ Kendime geldiğimde çığlık çığlığa kaldığımı fark ettim. O kadar gür bir sesle çığlık atıyordum ki sustuğumda nabız gibi atan o yoğun sessizlikte kulaklarım çınlamaya başladı.

Etrafıma bakıyordum, bir yatakta terden sırılsıklam olmuş vaziyette doğrulmuştum. Sık nefesler göğsümü paramparça ediyordu. Ağladığımı bile son anda fark ettim.

Yanaklarımdan yol çizerek devrilen gözyaşlarım kurumaya yüz tutmuştu. Bulanık gördüğüm etraf netleştiğinde karşımda çoktan bir çift kızıl göz belirmişti. Bileğimi saran kuvvetli parmaklar, bir kolumu tutan elin gücü beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Gözlerini endişeden dolayı aralamış, kaşlarının uçlarını birbirine yaklaştırmıştı.

Derin bir nefes verirken ‘’Nihayet,’’ dedi gözlerini yumarak. Fısıltısı etrafı kuşattığında, ruhumu sıkıp saran huzursuzluk yavaşça ortamı terk etmeye başladı. Bileğimi saran sıcak parmaklarına odaklandım, yanağımdan yine gözyaşı yuvarlandı ve başparmağının tepesine düştü.

Konuşamıyordum, yutkunarak başımı kaldırıp ona bakarken çenem titredi. Göğsümü titreten nefeslerim içeri tıkılmış ve etrafı sarsıyordu; içimdeki atışları kalp ritmine benziyordu. Etrafıma alık alık baktım, yağmur yağıyordu, damlaların camlara vuran çırpınışlarını duyuyordum. Etraf soğuk olsa da benim için iyiydi, soğuk beni gerçekliğe sürüklüyor zihnimi dinç tutuyordu.

Asir gözlerini tekrar araladığında yüz ifadem nasılsa, bileğimdeki elini oradan çekip diğer kolumu sardı. Yumuşak davranıyordu, ondan beklenmeyecek şekilde merhametliydi. Güven veren dokunuşu karşısında camdan ayırdığım gözlerimi ona doğru çevirdim.

Bir iç çekerek, burnum aktığında yüzüne baka baka sümüğümü geri çektim. Yüzünü buruşturmadı, aksine tuhaf bir şekilde beni kendine doğru çekti. Yüzü benimkine doğru yaklaşırken, tek elini kolumdan çekerek enseme doğru götürüp başımı omzuna bastırdı. Parmaklarını ense kökümün üstündeki saçlarımda yoğun şekilde hissederken; diğeri belimi sardı.

Burnumun ucu tişörtüne dokundu, yine iğrenmedi. Islak kirpiklerimi kırpıştırarak karşımdaki düz duvara baktım. Beni içine hapsetmek istercesine dokunuşları sertleşti. Kalbim dört nala koşarken tişörtünden yayılan orman kokusuyla gözlerimi sakince yumdum, tuhaftı ama kokusu beni sakinleştiriyordu.

‘’Geçti,’’ dedi fısıldayarak, nedense fısıltısında nedenini bulamadığım kinin bedenini soludum. ‘’Geçecek.’’

Tekrar sesini duyduğumda ifadesizdi, o yüzden az önceki düşüncemi kovaladım. Omzu yüzünden boğuk çıkan sesimle, ‘’Korkunçtu.’’ dediğimde çığlık attığımdan dolayı boğazımı sanki alevler sarmıştı, sesim çatlaktı. ‘’Biliyorum.’’ Güçlü kolları arasında omuzlarım sarsıldı, bir iç çektim. Dudaklarımın arasından dökülen nefesim titrekti.

‘’Yağmur,’’ dedi, bana sarıldığından dolayı omzumun üstünden konuşuyordu; o yüzden sesini daha net duyuyordum. Karanlıkla bakıştığım gözlerimi hafifçe aralayarak beyaz, düz duvara baktım. Başımın arkasını okşadığında parmakları, saçlarımın üstünden aktı geçti. Dokunuşu karşısında kedi gibi mayıştım, araladığım gözlerimi tekrar kapattım.

‘’Sen o’sun değil mi?’’

‘’Kim?’’ Meraklı çıkan sesim hala çatlaktı, mırıltı halindeydi. ‘’Bazıları Nefin der, bazıları Kuzgunlar Kraliçesi…’’ dedi, omzumun üstünden boşluğa doğru. İçinde ne mücadeleler verdiğini göremedim ama onları duyuyordum. ‘’Bazıları Kurtarıcı...’’ diye devam etti, boğuk yükselen sesiyle.

‘’Sen o’sun değil mi?’’ dedi, tekrar. Ani gelen cesaretle başımı boynuna doğru götürdüm, burnum tenine sürtündüğünde kaşlarım çatıldı. Arkamda metalik bir sürtünme sesi duyduğumu sanmıştım, ses çok ama çok kısık yükselmişti, dikkatli ve temkinliydi. Kınından çıkan hançer sesine benziyordu.

Göğsümü saran huzursuzluk giderek çoğalmaya başladığında boynundan başımı kaldırıp gözlerinin derinlerine baktım. Başını usulca yana doğru eğmiş, ifadesizce suratımı incelerken kızıl hareleri oynuyordu. Kestane rengi saçları dağınıktı ve perçemleri alnını örtüyordu.

Tek gözünün kenarını şüpheyle kıstı, cevabımı bekliyor olmalıydı. Fısıldayarak, ‘’Sanırım.’’ dedim, ona bakmayı sürdürürken. Huzurun yerini çok geçmeden huzursuzluk sarmaya başladı, cama çarpan yağmurun şiddeti arttı ve her tarafı karabasan bulutları sardı.

Suratından hayal kırıklığının izlerinin geçtiğini sandım, ‘’Çok yazık,’’ dedi dudaklarıma doğru fısıldayarak, sıcak nefesini yüzümün her yerinde hissettim. Kurumuş dudaklarımı daha da kuruttu sanki.

Aniden sırtımda keskin, acı dolu bir darbe hissettiğimde nefesim soluk borumu tıkadı; omuzlarım dikleşti ve göğsüm sert göğsüne çarptı. Dudaklarımın arasından verdiğim nefes, sırtımdaki acıyı hançerledi ve boğazımdan acı dolu bir inilti yükseldi. İniltim bile kısıktı, güçsüzlüğümü her yönden belli ediyordum.

İrileşmiş gözlerim, giderek kısıldı ve kirpiklerimin arasından bulanıklaşan görüntüyle onun ifadesiz duran simasına bakarken dehşetle yutkundum, acı damarlarıma giderek yayılıyordu. Sırtımdan boşalan ter, aktığı gibi soğuyordu ama yaranın etrafı ateş gibi yanıyordu. Ben bıçaklanmış mıydım?

Keskin yüz hatları bulanıklaşan görüntü sayesinde daha da karanlığa bürünürken başımın sert omzuna düştüğünü fark ettim. Sırtım yanıyor, damarlarımda kan yerine acı akmaya devam ediyordu. Hala gözlerimi kapatmamıştım, omzuna düşen başım zonklamaya başlamıştı. Yarım yamalak bakındığım tek yer, gri tişörtüydü.

Sabah benimle gülerek kahvaltı yaptığı tişörtü.

‘’O ruhu kabullenmediğin sürece, benim ellerim arasında çok can vereceksin Erkuran.’’

Sesi giderek uzaklaştı, gözlerimi kapattığımda sanki toprak üstüme yağmaya başladı. Artık ne soğuğu ne de sırtımdaki o bıçak darbesinin keskin acısını hissediyordum.

Bilincime bir gün ışığı misali dolan beyaz ışık, beni derinlerden sürükleyerek kendime getirdi. Uzun kirpiklerim birbirine sımsıkı sarılmışçasına zoraki aralandığında perdesiz camdan yükselen gün ışığı, gözbebeklerime ilişti. Bir süre ahşap tavanı seyrederek kirpiklerimi kırpıştırdım. Durgun ve bomboş hissediyordum, hafızam hala kabuslarımın etkisini üstünde taşıyordu.

Korkuyordum, korkudan yatağın içinde titriyordum. Üstüme battaniye örtülmüştü, sırtım yumuşak yatağın içine gömülmüştü. En son ne olmuştu?

Zihnimin arşiv odasına dalıp çok değil, birkaç saat öncesini araştırmaya koyulurken anı defterimdeki siyah boşluktan ibaret olan mürekkepleri yok sayarak sayfaları hızlıca çevirmeye devam ettim.

Son sayfaya gelene kadar her şey film şeridi gibi gözümün önünde tekrar canlanmıştı. Tar ve onun çocuklarını hatırladım, çocukları üstüme hızlıca süzülürken Asir’in o karanlıkta kaybolan simasını… Dehşet içinde sırtımı doğrultup etrafa bakındım.

Oda boştu, zihnim karma çorman olmuştu. Aklı başında bir insanla, şizofrenin aklı arasındaki farklardan biri de, rüyayla gerçeği birbirinden ayırt edememe sorunsalıydı. Şu an gerçekte miydim yoksa hala rüya mı görüyordum? Gün ışığı odanın zeminine doğru akmaya başladığında çoktan her tarafı talan etmişti.

Odanın içinde uçuşan tozlar, gün ışığıyla beraber parlıyorlardı. Yatağın içinde hareket edemeyecek kadar yorgun hissediyordum. Üstümden koca bir tır geçmişti, kaslarımı ezmiş ve üstümden bir kez daha geçmiş gibiydi. Her tarafım ağrıyordu, tüm kaslarım kasılıyor ve bedenime ağır geliyorlardı.

Asir’i görememem, rüyada olup olmadığımı bir kez daha kontrol etmeme neden oldu. Merak etmesi gerekmiyor muydu? Dur bir, neden etsindi ki? Aklıma uçuşan son anıların arasında onun endişeli yüzü, etrafımı saran gölgelerin arasından çıkıverdi. O bakışlarda endişe görmüştüm zaten, beni merak etmesi ihtimaller arasında olmalıydı.

Doğrulmaya çalışıp sırtımı yatak başlığına dayama sürecim bile sancılıydı. Sırtımı bir bıçakla kazıyorlardı sanki, bacaklarımın üstüne beton koymuşlar gibiydi; hareket ettikçe boğazımdan anlamsız mırıltılar ve inlemeler döküldü. Nefes nefese sırtımı yatağın sert başlığına dayayıp kafamı geriye yasladım ve gözlerimi usulca kapattım.

Yorgundum. Ruhen mi fiziksel olarak mı, emin olmadığım bir yorgunluktu. Beynim de yorgun hissediyordu. Ağzımda ekşimsi, beni rahatsız edecek kadar kuru bir hisle tat vardı. Gözlerimi kapattığımda onu düşünüp onunla bağlantı kurmam daha kolay oluyordu. Gözlerimi kapatır kapatmaz aklıma aniden zihnimde susmak bilmeyen o gölge düşüverdi.

Sahi, İblis neredeydi?

Zihnimin, hatta etrafın olduğundan daha sessiz olduğunu şimdi fark etmiştim. Rüyayla, gerçekliği ayırt edemeyişim de bu yüzdendi çünkü gerçek yalnızlığın acı dolu haykırışını duyuyordum. Sessizliği.

Zihnimde hiç var olmamış yeni bir var oluştu, sessizlik. Kafamın içi roman sayfalarının arasındaki kelimeler kadar dolu, o doluluğun çevresiyse dilime varamayacak kadar engellerle çevriliydi. Şimdi o gürültülü yankının arasında gizlenmiş olan varlığın tüm benliğini, buram buram ruhumun dehlizlerinde hissederken acı acı yaşayarak tadıyordum.

Şimdi, hiç kilitli olmayan ama kilitli olmamasına rağmen hiç uğramaya gerek duymadığım kapının önündeydim. Elim yumruk halinde sert kapıya yakın bir şekilde havada asılı kalırken, ayaklarımın topuklarıyla yukarı aşağı bedenimi kaldırıp indirerek heyecanlı bir bekleyişin saf koynunda uyukluyordum. Müdürün odasının önünde bekleyen küçük, kimsesiz bir çocuk gibiydim. Yüz derisi on yaşlarında, bana benzeyen biri gibi.

Kapıyı tıklatmadım. Kapının tokmağını çevirmedim. Yine de kapıdan uzaklaşmadım.

Yine de, sesimi duyması için yalvarırcasına ‘’İblis…’’ dedim, mırıldanarak. Mırıldansam da fısıldasam da, binlerce kilometre uzakta da olsam beni duyardı. Duyar ve cevap verirdi; o beni anlardı. Nasıl hissettiğimi bilirdi. ‘’İblis?’’ Ses gelmedi. Kapısının etrafından simsiyah, sarmaşığın kolları misali uzanan dallar sarkıyor ve koridorlarımın duvarlarını sarıyordu.

Her kapıyı kapattığında laneti yüzüme yumruk misali iniyordu. Onu kendiyle bırakıp ona bir zaman tanıdım ve yine gerçekliğe dönüverdim. Yataktan kalkacak takatim yoktu ancak bunu yapmak zorundaydım. Asir’in de nerede olduğunu merak ediyordum. Battaniyeyi üstümden çekip bacağımı aşağı sarkıttığımda hamile bir kadın gibi yavaş hareket ediyordum.

Her hareketimde kaslarımdaki o dayanılmaz ağrı kendini belli ediyordu. Yüzüm amansızca buruştu ve dudaklarımı acıdan birbirine bastırıp ayağa kalktım. Soğuk direkt, bana bol gelen tişörtün üstünden tenimi ısırdı. Bacaklarımı sararak geçti. Tüylerim şaha kalkmıştı, ürpererek ilerlemeye başladığımda aniden durdum.

Şaşkınlıkla önümdeki boş duvarı seyrederken yavaşça aşağı doğru baktım. Artık koktuğuna emin olduğum kazağımın yerini, gri tişört aldığını fark ettim. Tişört mü? Benim üstümde?

Kolları sarkık, boyu uzundu ve bana oldukça büyük geliyordu. Yine de omuzlarım geniş olduğundan onu taşıyordum. Elimle tişörtün eteklerini kavrayıp çekiştirdim ve dümdüz bir çarşaf gibi gözlerimin önüne serdim; altımda sadece külotla duruyordum. Yine de görünmüyordu. Kısa bir elbise giymiş gibiydim.

Kafam karışık bir halde hala tişörtün eteklerini tutarken, başımı yukarı kaldırıp bir süre düşündüm. Tişörtü ben baygınken üstüme geçirmiş olmalıydı. Neden? Aklıma gelen sahneyle beraber gözlerim usulca aralandı, yanaklarıma ısı yükselmeye başladığında kafamı iki yana sallayarak kapıya doğru yürüdüm.

Görmüş müydü? Yok canım.

İblis olsa fena kızardı.

Düşünme. Hatırlamıyordun, baygındın. Yine de bunun hesabını sor.

Siyah saçlarım belime çarpıyordu, dağınık bir görüntüde olduğumu biliyordum fakat o kadar bitkin hissediyordum ki aynaya bakacak takatim bile yoktu. Açlıktan mı yoksa Tar’ın zihnime bıraktığı oyunlardan mı, emin olamadığım bir yorgunluk vardı üstümde.

Adımlarım yavaşça koridorda ilerledi, yürürken sırtıma bir ağrı saplandı. Uzun bir süre uyumama rağmen her tarafım ağrıyordu. Ayak tabanlarıma batan yerdeki o pürüzü hissediyordum. Ne biçim zemindi? Yüzümü buruşturarak merdivenlere doğru yürüdüm, basamaklardan aşağı inerken bile uyuşuk davranıyordum. Evde herhangi bir ses yoktu.

Merdivenleri inmeyi bitirip sonuna geldiğimde karşımdaki tekli koltukta uyuyan Asir’i gördüm. Kollarını göğsünde birleştirmiş, sakin bir şekilde nefes alıp veriyor ve gözlerini kapatmış uyuyordu. Bu melek görüntüsünün arkasındaki canavarı, kabuslarımda net olarak görüyordum ama gerçekte böyle biri miydi? Yoksa… Beni sırtımdan bıçaklayan o kişi miydi?

Üstündeki keten gömleği çıkarmamıştı, kollarını göğsünde birleştirdiğinden pazuları daha çok ortaya çıkmış, gömleğinin altından belli oluyordu. Altındaki kot pantolonu bacak bacak üstüne attığından dolayı gergindi ama kendisi oldukça rahat oturuyordu. Yüzü her zamankinden daha ciddiydi; kaşları hafifçe çatıktı. Kabus görüp görmediğini merak ettim.

Zihnimde, İblis’in kapısını tekrar kontrol ettiğimde hala kapalı olduğunu görüp önüme döndüm. Bu kadar uzun süre kapı ardında kalması hoşuma gitmemişti. Boşluklar çukurlara dağıldı ve çukurlardan azar azar parçalar doğmaya başladı; zihnim en son İblis’i nasıl gördüğünü hatırlamaya çalışıyordu.

Tek tük hatırlıyor gibiydim ama emin değildim. Gölgeler, tıpkı bana olduğu gibi onu da rahatsız etmişti. Ben bayıldığımda o ayakta mıydı? Onu hatırlamıyordum. Onu düşünmeyi bırakıp yavaş olmaya özen göstererek Asir’e doğru ilerlemeye başladım. Hava, az önce aydınlıktı ama şimdi, salonun büyük penceresinden gökyüzünü rahatça görebiliyordum. Gri bulutlar kabararak etrafı kuşatıyordu.

Salon da kararmaya başlamıştı. Ondan gözlerimi alamıyordum. Dibine kadar geldiğimi son anda fark etmiştim. Hala ifadesini koruyor, ağır ağır nefes alıp veriyordu. Kirpikleri tepeden baktığımda ve kapalı olduğunda daha gür ve uzun görünüyordu. İşaret parmağımı kaldırıp kaşlarının tam ortasına doğru götürdüm, nefesimi ne zaman tuttuğumu da bilmiyordum ama onu uyandırmamaya çalıştığımdan olsa gerekti.

Parmağım, sıcak tenine hafifçe baskı uyguladığında kaşlarının ortasındaki o çukurun yerini gevşeklik aldı. Dudaklarımda belli belirsiz gülümsemeyle parmağımı geri çekecekken aniden kaldırdığı eliyle bileğimi kavrayıp parmakları arasında usulca sıktı. Beni hafifçe kendine çektiğinden ağzımdan şaşkın dolu boğuk bir çığlık koparttım ve irice açılmış gözlerimle ona bakmayı sürdürdüm.

Elimi son anda koltuğun kenarına dayayıp üstüne düşmekten kurtulmuştum. Yine de kalbim, göğsüme darbeler atmaya başlamıştı. Gözünün tekini kısmış, yüzündeki o mahmur ifadeyle bana bakmaya başlamıştı. Ateş parçası gözleri olabildiğince daha parlak duruyordu.

Loşluk düşen salonun tam ortasında beliren bir çift lazer ışığı gibiydiler. Bir yüzüme, bir sıkı sıkı tuttuğu bileğime bakarak toparlanmaya çalıştı ama hala bileğimi bırakmadı. ‘’Uyanmışsın.’’ dedi, boğuk ve çatallı çıkan sesiyle. ‘’Ne yapıyordun?’’

Gözlerimi kaçırdım ve etrafımı seyretmeye başladım; bu kısa sürdü, tekrar şüpheyle kısılmış gözlerine indirdim bakışlarımı. Kalbimin sesini duyuyor muydu? Sırtım hafif eğik duruyordu, bileğimi tuttuğunda hafifçe beni kendine çektiğinden diğer elimi son anda koltuğun kenarına dayamış ve üstüne düşmekten kurtulsam da yüzlerimizin mesafesi yakındı.

Kendimi k-dramalardaki o klişe sahnelerden birindeymişim gibi hissediyordum.

‘’Ben,’’ dedim yutkunarak. Aklım her zamankinden daha hızlı çalışıyordu ve kelimeler zihnimin boş alanında dans ediyordu. Aniden, ‘’Seni selamlıyordum.’’ dedim.

Utanmamam gerekliydi, kafamda sessizliğini hala sürdüren ve kış uykusuna yatmakta kararlı İblis’im olmadığında utandığım zamanlarda böyle saçmalıyordum. Yarım yamalak sırıtan Asir’in kaşları çatıldı, ‘’Ne yapıyordun?’’ dedi anlamsızca yüzünü buruşturarak.

Gergin bir şekilde kesik kesik gülerek, ‘’Günaydın!’’ dedim saçmalamaya devam ederek, dibinde bağırdığımda. Yüzü bu sefer daha çok buruştu, ‘’Sesini kıs.’’ dedi sert olmayan bir tavırla, zira hala yarım yamalak gülümsemekle meşguldü. Alayla, ‘’Senden daha iyi duyuyorum.’’

Ateşten daha sıcak olan tenimi umursamamaya çalışarak elim hala havada, göğüs kafesime darbeler vuran kalp atışlarımın arasında öylece ayakta dikilerek Asir’e bir süre bakmaya devam ettim. ‘’Affedersin.’’ dedim yumuşak bir sesle. ‘’Bırakır mısın?’’ Eline indirdiğim bakışlarımla talimat vermiştim ama bırakmadı.

Yüzüme bakarak, ‘’Tişört yakışmış.’’ dedi, ne zaman fark ettiğini bile bilmediğim o anda. Hiç üstüme baktığını görmemiştim. Ardından bileğimi yumuşakça bırakıp ellerini koltuğun kenarlarına yasladı. Elimi koltuğun kenarından çekerek sırtımı dikleştirdiğimde unuttuğum o ağrı baş gösterdi ve yüzüm kağıt misali buruştu.

Fark ettirmemeye özen göstererek diğer, uzun koltuğa oturdum. Koltuk beni içine hapsettiğinde bacaklarıma çok sancılı sayılmayan bir ağrı saplanıp geçti. Gözlerini üstümden ayırmayan Asir, ‘’Ağrın mı var?’’ dedi. Başımı sallayıp hala titremekte olan ellerimi nereye koyacağımı bilemeyerek birbirine kavuşturdum.

Başını sallayıp önüne döndü. ‘’Tar’ın etkilerinden biri, geçer birkaç saate.’’

Başımı salladım. ‘’Tişörtü ne zaman giydirdin?’’ dediğimde çok geçmeden yanıt verdi.

‘’İzinsiz gelişti her şey, malum uyuyordun.’’ dedi ve aklına son anda bir şey gelmiş gibi gözleri fal taşı misali aralandı. Ardından bakışlarını bana doğru çevirdi ve ellerini aniden kaldırıp açarak iki yana salladı, ‘’Bakmamaya özen gösterdim, merak etme.’’ dedi, abuk sabuk özür dilemeye çalışırken.

Ardından ellerini sakince iki yana doğru indirip devam etti, ‘’Bayıldığında yağmur yağıyordu, sırılsıklam oldun. Üstündekiler de kokmaya başladığından artık değiştirme vakti geldi diye düşündüm.’’

Öküz. Bunu ona söylesem… Ne olurdu acaba?

Onun yerine rahatsızca tebessüm ederek, ‘’Sağ ol ya.’’ dedim ağzımın içinde. ‘’Çok naziksin.’’

Alay etmedi ama manidar bir şekilde, ‘’Hiç değilse iyi tepki verdin.’’ dedi, ‘’Sapık diye bas bas bağıracağını düşünüyordum.’’

Sinir kat sayımla oynama sürecine karşılık yine bozuk bir tebessüm ettim, ‘’Kıyafetlerim nerede?’’ dediğimde, ‘’Kirlide.’’ dedi, bekletmeden. ‘’Hala oradalar.’’ Anladığımı belirtircesine kafamı salladım, ‘’İyi.’’ dedim fısıldayarak. Bu sohbet boyunca önüne dönük bir şekilde, bana bakmadan konuşuyordu ancak son kelimede yüzüme bakmış, kafasını yana eğmişti.

Yanlış anladığını düşünüp, ‘’Ben hallederim yani.’’ dediğimde çenesini kaldırıp indirdi ve yandan bir bakış atıp tekrar önüne döndü. İblis hala ortada yoktu. ‘’Ne kadar süre uyudum?’’

Dudaklarının kenarlarını sarkıtıp bir süre düşündü ama düşünmesi kısa sürdü. ‘’Üç gün. Bir şey kaçırmadın, zaman dışında.’’ dedi, normal bir şekilde. Şaşkınlıkla, ‘’Üç gün mü?’’ dedim, sesim istemsizce yükselmişti.

Tonlamama fazla takılmadan kafasını tekrar salladı, umursamaz görünüyordu. ‘’Nasıl hissediyorsun?’’

Gözleri yüzümü tararken bir şey kaçırmak istemiyor gibiydi, kaşlarını hafifçe çatarak öylece bekledi. Ne düşünüyordu? Tek omzumu silktim, ‘’Bilincim yoktu,’’ dedim, rahatlıkla. ‘’Pek bir şey hatırlamıyorum, o yüzden fazla etkilemedi beni.’’

Tek kaşını kaldırdı, ‘’Yani, seni korkutmadılar ya da bilinçaltınla oynamadılar?’’ Sorusu, söylediklerimi teyit edercesine, sanki farklı bir şey söylüyormuşum da nabzımı ölçüyormuş gibi gelmişti. Sorusu kabuslarımı doğurdu, kirpiklerimi boş boş kırparak ona bakmayı sürdürdüm.

‘’Evet.’’

İstediğim gibi bir cevap verememiştim, titrek çıkan sesim yalan söylediğimi bas bas bağırıyordu. Ancak şu durumda yalan söylememden çok bilinçaltımı nasıl bildiği önemliydi. Uykumda sayıklamış mıydım yoksa Tar’ın etkilerini bildiğinden mi bunu demişti?

Tek elini koltuğun kenarından çekerek bacağının üstüne koyarak bekledi, ‘’Yalanlar konusunda,’’ dedi gözlerini kısarak bana bakarken, dudaklarında pis bir sırıtış belirdi. ‘’Ne demiştin? Manipüle tekniği mi?’’ Yutkunarak, ‘’Sayıkladım mı?’’ dedim alayını görmezden gelerek.

Güldü ama bu samimiyetten ve neşeden yoksun bir gülüştü. Yine de inanılmaz bir melodiydi. ‘’Evet, kalbin yeteri kadar sayıkladı.’’ Başımı fark ettirmeyecek kadar az şekilde aşağı eğerek ona alttan bir bakış attım, ‘’Tüh.’’ dedim alayla, ‘’Bir onu dizginleyemiyorum.’’

Gülümsedi, ‘’Halimden memnunum.’’ Kaba bir sesle fısıldaması kalbimde hoş bir etki bırakmıştı. Her şeye rağmen gülümsedim, bir süre konu bittiğinden olsa gerek bakıştık. Ardından sessizliği derin bir nefes vererek bozdu ve o nefesi, bakışlarımızın birbirinden kopmasına da vesile oldu.

‘’İyi olmana sevindim, Rea.’’

Normal bir sesle, normal bir şey söylemiş gibi kendimi iyi hissettirecek bir cümle kurmuştu. Kelimelerin sıcaklığına inanıyordum ve Asir dıştan sert biri olsa da kelimeleri kullandığında aslında sert biri olmadığını fark ediyordunuz. Neden hapse atılmıştı, neden düzeni bozma gereği duymuştu? Şimdi bunları merak ediyordum.

Tebessümle, ‘’Teşekkür ederim.’’

İblis olsaydı, belki de gardımı bu kadar sarstığı için hem ona hem bana küfrederdi. Kabuslarımdaki o canavar hala olabilirdi, yüzüme gülüyor olması içindeki diğer kişiliğini yok etmiyordu. Sessizlik aramızda uzun süregelen bir kelimeydi. O süreçte yüz ifadesinden bir şey okuyamadım; ta ki konuşana kadar.

Kaşlarını gözle fark edilmeyecek kadar ustaca kaldırıp indirirken, ‘’Bana kızgın mısın?’’ dedi aniden, yumuşak bir sesle. Kafasını yana yatırmış, kızıl harelerini benimkilere dikmiş, dikkatlice bakıyordu. Tepkimi ölçmeye çalışıyordu, ifadesizce onu seyretmeye devam ettim. İfadesizliğim, sorunun aniliği ve şaşkınlığımdan dolayı kaynaklıydı.

Devam etme amacı güttü, ‘’Seni koruyamadım diye?’’ Sesindeki tatlı ılıklığı duyuyordum, genelde kalın ve kaba çıkan sesini öyle soft bir hale bürümüştü ki içten içe şaşırmıştım.

‘’Kızgın değilim,’’ dedim, ‘’Neden öyle olduğumu düşündün?’’

Umursamazca, ‘’Aklımda kalmasın diye sordum.’’ dedi. ‘’Sonuçta düşünceler de insanı öldürür.’’

Bir süre aval aval suratına baktım, o da bana öyle bakıyordu. Kalbim hızlanmaya başladığında onu umursamamaya çalışırken dudağımın kenarı titreyip kıvrıldığında, kızıl irisleriyle öyle bir bakış attı ki tatlı bir şekilde kıkırdamaktan kendimi alamadım. Bozuntuya vermedim, ‘’Böyle konuşunca yaşın belli oluyor.’’

Dudakları aralandı, bir şey diyecekmiş gibi oldu ama sonra vazgeçip onları birbirine bastırdı. Kaşlarını yukarı kaldırdığında alnında satır çizgileri oluştu; aynı anda kafasını yana eğdiğinde, omuzlarımı sarsarak tekrar güldüm. Konuşmadan da düşüncelerini belli eden ikinci kişi olabilirdi. Birincisi, İblis’ti.

Bana öyle bakmaya başlamıştı ki bakışlarının derinliğinin sıcaklığından dolayı utanıp dudaklarımı birbirine bastırdım ve sustum.

Yine de tekrar baş gösteren gülme isteği, yüreğimi karıncalandırdığında elimi ağzıma götürüp parmaklarımı yumuşak etime bastırdım. ‘’Ya,’’ dedim, zoraki ciddiyete bürünüp elimi ağzımdan çekerken. Hala bakışlarında en ufak oynayış ya da değişim görmemiştim, ‘’Affedersin.’’

‘’Affedildin.’’ dedi, çok ağır bir olgunlukla. Yüzüne kısa bir süre bakıp dayanamayarak kahkaha attım. Burnundan sabredercesine derin bir nefes bıraktı ve gülmekle gülmemek arasındaki o ince ciddiyetle suratıma bakmaya devam etti. ‘’Özür dilerim.’’ dedim tekrar, zoraki kendimi durdurarak. Gülme isteğime engel olamıyordum. Zaten duygularımı bir kez ortaya çıkarttığımda onları zoraki engelleyen biriydim.

Bozuntuya vermeyerek gülmeye çalışsa da dişlerinin arasından, ‘’Sabrımı sınama,’’ dedi, yine de sesinde sert bir tını yoktu, daha çok yumuşak bir üslupla emir taşıyan bir ağırlık vardı. Öksüre öksüre gülüşlerimin arasına engel tıkadım ve sonunda kıpkırmızıya dönmüş suratımla susmayı başardım.

Sustuğumdan iyice emin olduktan sonra, ‘’Aç mısın?’’ dedi, konuyu değiştirerek.

‘’Aslında değilim ama yerim.’’

Kısa şekilde gülüp ayağa kalktı, ‘’Mutfağa.’’ dedi emir vererek. ‘’Bana yardım edeceksin.’’

Ellerini cebine sokarak tam ilerleyecekti ki hala oturduğumu fark edip tepeden bana baktı. ‘’Ama her tarafım ağrıyor,’’ dedim boynumu büküp ona alttan alta bakarak. Bir süre yüzümü inceledi, ardından dudaklarına surat ifademden etkilenmediğine dair manidar bir gülümseme yerleştirdi. ‘’Hareket edersen ağrıların azalır. Hadi.’’

Önden ilerlemeye başladığında geniş sırtına ters ters bakıp ‘’Bu nasıl mantık ya…’’ dedim söylenerek, ayağa kalkmaya çalışırken. Bacaklarıma binen kuvvetle ağzımdan boğuk bir inilti firar etti; omzunun üstünden halime kısaca baktı ama sonra önüne dönüp ilerlemeye devam etti.

Gıcık.

Mutfağa doğru ilerlediğimde ondan önce varmış olmamı sorguladım. Nasıl bir hırsla yürüdüysem, Asir arkama geçmişti. Mutfak kapısından içeri girer girmez bahçenin açık kapısıyla karşılaştım. İçeri soğuk sızıyordu, titreyerek oraya doğru yürüyecektim ki bir tıslama sesi aşağı taraftan kulaklarıma doldu.

Aniden duraksayıp irileşmiş gözlerimle yavaşça aşağı baktığımda hareketsizdim ancak zeminde görünen, simsiyah pullu gövdesi kıvrılmış hayvanı görür görmez o kadar sakin kalamadım. Kalbim korkuyla irkildiğinde boğazımı yırtan çığlığı serbest bıraktım.

Yüzüm korkuyla sarsılıp irkildi, ‘’Yılan!’’ diye çığlık atıp arkama döner dönmez sert göğsüyle çarpıştım. Alnım çarpmanın etkisiyle zonklasa da korkuyla onu düşünemeden boynuna atlayıp bacaklarımı yukarı kaldırdım ama bana yardım etmediği için ayaklarım aşağı inerek zemine bastı. Omzumun üstünden yılana baktığımda buraya geldiğini gören beynim mantığını çalıştıramadı ve direkt olarak Asir’in üstüne tırmanmaya çalıştım.

Şaşkınlığından sıyrılan Asir’in o esnada, ‘’Yağmur, bekle.’’ dediğini işittim ama elim keten gömleğinin yakasını çoktan kavradı. Şaşıran ve ne yapacağını bilemeyen Asir’in eli de nereye varacağını bilemiyor gibiydi. Bacaklarımı hızlıca kaldırıp gövdesine sardığımda bu sefer bana yardım ederek elini belime koyup sakince beklemeye başladı. Arada sırada korkuyla, ‘’Yılan!’’ deyip duruyordum.

Zemine doğru omzumun üstünden bakarak yılanın konumunu öğrenmeye çalıştım ama onu göremedim. Belime doğru uzanan saçlarım hoplamamın etkisiyle önüme doğru düşmüş, görüş alanımı kapatıyordu.

Eli belimi sımsıkı kavramıştı, bacaklarımı tutmamaya özen gösteriyordu. Zemindeki yılanın hareketi hızlıydı, nereye gittiğini bile anlayamadan tekrar tıslama sesini duyduğumda sesin masanın altından geldiğine emin oldum. Diğer yandan, Asir’in sıcak nefesi boynuma doğru akıyor ve aklımı dağıtıyordu. Korkuyla atan kalbimi sakinleştirmeye çalışırken Asir’in boğuk sesini duydum.

‘’Yağmur,’’ dedi, ‘’O benim.’’

Korkudan dolayı hızlı hareket eden kaslarım ağrımaya başlamıştı, omurgama saplanan acıyla yüzüm kağıt misali buruştu. ‘’Ne?’’ dedim önüme dönerek, karşımdaki kemikli surata baktığımda. Kızıllarının üstüne göz kapaklarını indirmişti, kaşları çatık bir halde dururken gülercesine nefes bıraktı, ‘’Vaxor.’’ derken gözlerini tekrar usulca aralayıp bana bakmıştı.

Cehennem zebanilerin nefesi bile ancak bu kadar sıcak olurdu. İçinde fırın mı taşıyordu bu adam? Yüzüme üfleyen nefesi, kıpkırmızı kesilen suratımı buhar edecekti neredeyse. Şaşkınlıkla ona bakmayı sürdürürken artık sakindim ama yılandan korktuğumu bildiğinden dolayı yerinde hareket ediyor ve ondan uzaklaşmaya çalışıyordu. Zeminde hızlıca hareket eden yılandan bile hızlıydı hareketleri.

Başım dönmeye başlamıştı, dünya ayaklarımın altında sallanıyordu. Yine de gerçekliğe bürünen Asir’in gözlerine tutunuyordum. ‘’Ne?’’ dedim tekrar, ağlamaklı sesimle zemine bakarak. Ağrılarım artmıştı ama utancımın önüne bile geçememişlerdi, sırtım ve bacaklarımın kasları öyle ağrıyordu ki Asir’in kucağında hareket etmezken bile benim için zor bir hale büründüler.

Tekrar zemindeki vücudu simsiyah pullarla kaplı hayvana bakarken, ki sahibine yaklaşamadığı için ayrı kızgındı ve bu hareketlerini daha da hızlandırıyordu, onun Vaxor olduğundan emin oldum. Bahçe kapısı aralık olduğundan dolayı oradan gelen başka yılan olduğunu düşünmüş ve olayı yanlış anlamıştım. Genelde Vaxor, Asir’in bedeninde oluyordu.

Sesim içime kaçmış gibi tizdi, ‘’Ben başka yılan sandım.’’ dedim tekrar, Asir’in yüzüne bakarak. Gülmekle gülmemek arasında gidip gelirken alt dudağını sertçe ısırıp ifadesizliğe bürünmeye çabaladı ama saniyeler geçtikçe başarısız oluyordu. Yakasını tutan elimi çektiğimde nereye koyacağımı bilemediğimden bu sefer geniş omzuna tutundum, kemikli omzu avcumun içinde kasıldı.

Hala usul usul daire çiziyorduk, sanki yılanla dans ediyor gibiydik. Bacaklarım açılmıştı ama oraya bakmıyordu, yine de yanaklarıma binen sıcaklık gözlerime yansıyor ve ondan başka her yere bakmama neden oluyordu.

Halime bakıp dayanamayarak sırıttığında çekinerek suratına baktım, bu onu daha çok güldürdü. Kafasını yana doğru çevirip yeni yeni çıkan sakallarıyla selamlaşmama neden oldu. Göz kenarları gülüşünden dolayı kırıştı ama bu onu daha sempatik bir hale bürümüştü. Omuzları sarsılacak şekilde gülerken elimin altındaki omzunu utançtan daha da sıktım.

Yarım yamalak sırıtışla, ‘’İnmeyecek misin, yerin rahat herhalde?’’ dedi manidar bir tavırla bana tek kaşını kaldırarak bakarken. Kalbim yakınlığımızdan dolayı gümbür gümbür atıyordu; yüzüm bir güneşten daha sıcaktı ve derime batan parmakları da bulunduğum konumu bas bas bağırıyordu. Düşündüklerimin aksine, ‘’Gelir.’’ dedim mırıldanarak, utançtan mora dönerken.

Tekrar güldü ama bu kısa sürdü, parlayan gözlerle suratımın her zerresini incelerken, ‘’Çünkü sahibiyim. Uyurken onu kontrol edemiyorum, çıkmış olmalı.’’ dedi, dibimde olduğundan fısıldayarak. ‘’Hım,’’ dedim mırıltı halinde. Benim aksime rahatça, ‘’Hım.’’ diyerek tekrarladı, dalga geçerken.

İnmeye çalıştığımda sadece hareketlenmiştim ama korkudan zemine ayak basamıyordum. Bunu fark ederek belimdeki parmaklarını daha bir sıktı. Yılanın Krasa’ya yaptıkları gözlerimin önüne geliyordu, onu ürkütmüştüm ve bana saldırması an meselesiydi. Ezrial bile onu ürkütürsen ters teper demişti. Sahibine benim yüzümden gelemiyor olması da onu bu kadar öfkelendirmişti, ya bana saldırırsa? Utançla fısıldadım, ‘’İneyim bari.’’

Düşüncelerimin aksine söylediğim cümleye erkekçe kıkırdadı, ‘’İyi in, bari.’’ dedi hala alay ederken. ‘’Taşımaya devam ederdim seni de yaşım gereği, belimi ağrıttın.’’ dedi, kızıl harelerine sinmiş o alayla. Az önce onunla dalga geçtiğim anı suratıma çarpıyordu. Evet, şu an. Şimdi.

‘’Özür dilemiştim.’’

Sesim içime kaçmıştı, ince çıkıyordu. Hala Vaxor’dan uzaklaşmak için hareket ediyordu. Gülümseyip duraksayıp ‘’Hadi Rea,’’ dedi alayla, beni bırakırcasına belimdeki elini gevşetirken. Yakalarına daha bir yapışıp onu bırakmadığımda öne doğru sarsıldı, ben kafamı çekmesem çok yaklaşırdı ve tuhaf bir sahne yaşardık. Afallayarak yüzüme şaşkın şaşkın baktıktan sonra aniden toparlanıp omzuyla beraber sırtını da dikleştirdi.

Mırıldanarak, ‘’Tamam ama yüksek yere bırak beni.’’ dediğimde sabır çekercesine derin bir nefes verdi, nefesi yüzümü buhar etti sandım. Dikkatlice yürümeye başladığında ellerimin arasında buruşan yakalarını daha sıkı tuttum. Dilini damağına sertçe vurup tekrar gülerken beni tezgaha doğru taşıyordu.

Hafifçe eğildiğinde belimdeki elleri gevşedi, beni soğuk mermerin üstüne bırakır bırakmaz geri çekileceğini sandım ama bir süre öylece yüzüme bakıp durdu. Olduğundan daha yakındı, kirpikleri aşağı düşerken kızıl hareleri dudaklarıma ve gözlerime bakıp duruyordu. Pembemsi, dolgun dudaklarında büyüleyici bir tebessüm vardı. ‘’Çok yaramazsın.’’

Kaşlarımı havaya kaldırarak suratına bakmaya devam ettiğimde, ‘’Rea, artık bırak.’’ dedi gülerek. O sırada parmaklarımın hala yakalarını sımsıkı tuttuğunu fark ettim. Utanarak onları geri çekerken Vaxor, nihayet sahibiyle buluştu. Paçasından içeri sızıp yukarı tırmanırken bile Asir’in suratında tek bir mimik oynamadı, sadece önümden çekilip yanımda dikilirken bana arada sırada bakıp sırıtıyordu.

Azar azar ciddileşirken iç çekip, ‘’Hiç gülesim yoktu,’’ diyerek önüne doğru döndüğünde bile hala sessizlik içerisinde içimde öğütmeye çalıştığım o utancı hissediyordum.

Tezgahtan sızan soğuk, kalçama oradan da sırtımdan yukarı tırmanıyor ve beni titretiyordu. Tişörtle duruyordum ve Naenia’nın hava koşulları hiç düzgün değildi. Sabah günlük güneşlikken şimdi yağmur yağıyordu, bahçe kapısı hala aralıktı. İçeri giren soğuk bile Asir’i rahatsız etmiş olmalıydı ki tezgahtan uzaklaşıp arkasına döndü ve oraya doğru ilerleyip gürültüyle kapıyı kapattı.

Soğuk rüzgarın mutfaktaki sesi kesildi. Hareketlerini göz ucumla takip ediyordum, saçlarımı düzeltip yanan yanaklarımı daha bir ön plana çıkarttım.

Büyük bir olgunlukla, ‘’Ne yapalım?’’ dedi, az önceki olayın üstünde durmazken. Burak olsaydı kesinlikle beni doğduğuma pişman ederdi. Beyaz kapağı aralayıp onunla bakışmamı sağlarken suratı onun arkasına saklanmıştı. Sadece hareket eden kollarını takip ediyor ve dolaptan gelen gürültüyü dinliyordum. Orta boy tencere çıkartıp onu tezgahın üstüne bıraktıktan sonra kapağı kapattı ve tencereyi alıp ocağın üstüne koydu.

Benden ses çıkmayınca kafasını çevirip bana baktı. Ona tepeden bakarak, düşünürmüş gibi gözlerimi kıstım; kirpiklerimin arasından yüzüme dikkatlice bakışını yok sayıp ‘’Güzel soslu bir makarna.’’ dedim, belki onu fazla hafife alıyordum ancak bu kadarı bize yeterdi zaten. Parmaklarını şaklatıp dairesel şekilde döndürürken, ‘’Tamam!’’ dedi ve gereksiz enerjisi samimi bir gülümseme yerleştirdi suratıma.

‘’Çorba?’’ dediğinde kafamı sallayarak onu onayladım. ‘’Tabii ki, olmazsa olmaz.’’

‘’Buzdolabında hazır vardı, ısıtacağım sadece.’’ dediğinde kafamı salladım. Ocağın altını mavi bir alevle gümleterek açtığında makarna tenceresinin içine sürahiden su koyup tekrar kapağını kapattı ve kaynamaya bıraktı. Ardından alt tezgahın çekmecelerinden birini aralayıp düzenli görünen ıvır zıvırların arasında makarna poşetini bulup tezgahın üstüne bıraktı, o sırada da çekmeceyi tekrar kapatmıştı.

Hareketlerini bacaklarımı sallayarak, iki elimin avuç kısmını tezgahın kenarına dayayarak seyrediyordum. Zihnimdeki o boşluğu dolduramıyordum, sessizlik benim için alışılagelmiş bir faktördü ancak zihnim için aynı şeyi söyleyemezdim. Ruhum asla sessizliğe alışkın değildi.

İblis aklıma gelip gelip duruyordu ve Asir konuşmadıkça kendimle baş başa kalma sürem artıyordu. O yüzden çıplak ayaklarımı labirentimin koridorlarında turlatmaya başladım. Dümdüz duvarlardan, ışıksız yollardan ve hiç ayak basmadığım toprakların önünden bile geçerken sessizlik ruhumu öldüren yegane silah haline geldi.

Sonra, siyah kapının önünde durdum.

Kapının altından sopsoğuk bir hava akımı geliyordu, içerisinin morga dönüştüğünü bile düşünmüştüm. Duvarlara doğru yayılan siyah sarmaşıklara benzer lanet aurasının uçları bile artık kıvrık duruyordu ama hala uzunlardı. Kirpiklerimi kırpıştırarak kapının altından ışık bile sızmayan o boşluğa baktım.

Artık kapının altından soğuk değil, fısıltılar yükselmeye başladı. Kaşlarımı çatarak oraya dikkatlice bakmaya başlarken aklımdan geçenler hiç hoş şeyler değildi. İblis’e ne oluyordu? Hala orada mıydı yoksa bu ses ona mı aitti? Hayır, onun sesini kendi sesim gibi biliyordum. Her bir tınısını, her bir değişimini, sesindeki parazitlere kadar her bir tonunu biliyordum. Ona ait değildi ama ondan başkası yoktu, o kapı ardında?

İlk defa bu durumla karşı karşıyaydım, ne yapacağımı bilemeyerek başımı kaldırıp görkemli kapıyla göz göze geldim. ‘’İblis?’’ dedim mırıldanarak, kapıya doğru. Kapı sesimi yuttu ama içeriye doğru taşımadı. Onun yerine kapının altından sızan fısıltıların şiddeti arttı, birkaç adım geri atıp korkuyla sıkışan kalbimi dinledim.

‘’İblis, iyi misin?’’

Garip bir aksanla, garip bir tıslamayla beraber çıkan fısıltılar hiç aşina olmadığım bir dile aitti. M’rice değildi. Öne atılarak kapıya art arda avcumun içiyle vurmaya başladığımda hala onun adını sayıklıyordum. Korkunun yanında ruhumun kenarından başlayarak kemiren bir duygu dahil oldu. O duygu, korkuyu daha da büyüttü ve dehşetin kollarına bıraktı.

‘’İblis!’’

Kapı aralanmadı, ardından herhangi bir ses gelmedi ve fısıltıların yerini ağır bir sessizlik aldı.

‘’Yağmur,’’ dedi derin bir ses, başımı sola doğru çevirip koridorun sonundaki ışığa baktım. Omzuma çarpan elle irkilerek yerimde hopladığımda kalçam tekrar soğuk mermerle buluştu ve şaşkınlıkla aralanan gözlerim Asir’inkilerle karşılaştı. ‘’Ne oldu lan birden?’’ dedi ilk defa kaba bir cümle kurarak, yüzüme bakarken.

‘’Ne oldu?’’ dedim ama sesimin çatallı çıktığını son anda fark ettim. Yanağım kurumuştu, elimi yukarı kaldırıp yanağıma götürdüğümde ağladığımı idrak edip şaşırdım. ‘’Hiçbir şey söylemedim ama sen ağlamaya başladın.’’ dedi tuhaf bir şekilde suratıma bakarken. Kaşlarını çatmış, kızıl irisleri gözlerimle yanaklarıma doğru yol çizmişti.

‘’Bilmiyorum,’’ dedim tek omzumu silkerek, burnum akınca hiç çekinmeden çektim. Yüzünü buruşturmak yerine tezgahın üstünde duran rulo kağıt mendilden bir tane kopartıp uzattı. Elindeki peçeteyi alıp önce burnumu sildim ve katlayıp avcumun arasında tuttum.

Ben ona, o bana bakarken bir soru soracaktı ki ocaktan gelen kaynamış su sesi düşüncelerini böldü. Ağzı kısa bir süreliğine kapandı ve ocağa doğru dönüp kapağı kaldırdı. Kabaran su aşağı inerken makarna poşetini boşaltarak içine tuz atıp haşlanmaya bıraktı.

‘’O siktiğimin Tar’ın etkisinden mi acaba?’’ diye kendi kendine mırıldanırken, ağlamayı kesip şaşkınlıkla ona bakmaya başladım. Bana değil ocağın üstünde, kapağı kapatılmış tencerenin içine bakarken söylemişti bunu. Kaşları çatık bir halde öylece dikilirken, bakışlarımın yoğun etkisiyle kafasını çevirip bana baktı.

‘’Az önce küfür mü ettin?’’ dediğimde kaşlarını daha fazla çatarak, ‘’Yo,’’ dedi.

Başımı sallayıp, ‘’Ettin ettin.’’ dedim, düzelmeye başlayan çatallı sesimle.

‘’Etmedim.’’

‘’Ettin!’’ dedim itiraz istemeyen sesimle. Kaşlarını kaldırıp, ‘’Ettiysem ne olmuş?’’ dedi ve inanılmaz bir şekilde konuyu değiştirmeyi başardı. Aklım bir süre İblis’i ve o kapının altındaki fısıltıları unuttu. Güldüm, ‘’Çocuk gibisin.’’

Kafasını yana eğerek kaşlarını kaldırdığında, aynı zamanda da ağzını kıpırdatıp ‘’Ne olmuş?’’ dedi hayali bir şekilde, harfleri telaffuz ederken. Haline ve suratına bakıp tekrar güldüm ama bu sefer bir şey söylemedim. ‘’Hala Tar’ın etkisi altında olabilirsin.’’

Bana doğru yaklaşıp elini tezgahın üstüne koydu ve hafifçe yana doğru eğildi, ‘’Ne gördüysen unut, o gerçek değil.’’ Başımı sallayıp son kez burnumu hafifçe içeri çekerken yüzüne bakmaya devam ettim. Suratı buruştu, ‘’Aklıma birini getirdin, çekme şunu.’’ deyip elini tezgahtan ayırdı ve buzdolabına doğru adımladı.

‘’Kimi?’’ Merak yine içimde kabarmaya başlamıştı. Aniden önümde duraksayıp, dudaklarına tatlı bir tebessüm yayarak ‘’Tanımadığın biri.’’ deyip üstü kapalı bir şekilde cevaplayarak konuyu kilitledi.

Tekrar hareketlenerek buzdolabına yürürken sırtını seyrettim. Dudağımın üst kısmı yukarı kıvrıldı ve ona ters ters bakmaya başladım. İnatla burnumu çektiğimde sabır çekercesine bir nefes bırakıp kafasını yana yatırıp buzdolabını sesli bir şekilde araladı, beyaz ışıklar kemikli suratına yansıdığında bir süre rafları kızıl gözleriyle taradı.

Harika gözleri, açık bir tona büründü ama hala bu güzelliğine rağmen dünyanın en uğursuz göz rengine sahipti.

Şeytan’ın gözü olarak bilinen kızıl göz, kitaplarda da filmlerde de oldukça kullanılırdı ve bunlar en çok canavarlara yakıştırılırdı. Fakat biliyordum ki aslında şeytanın gözü, kızıl değil, kömür karasıydı. Tıpkı sessizliğini koruyan ve kalbimin üstünde kabarık, gri bulutlar bekletmeye devam eden İblis’imin gözleri gibi.

Asir bir canavarın gözlerine sahipti, böyle olmasına rağmen nasıl bu kadar yumuşak olabiliyordu? O gözlere rağmen nasıl bu kadar iyi davranabiliyordu? Oyunculuk muydu yoksa gerçekten böyle biri miydi? Onu tanımıyordum, söylenenlere kulak assaydım da tanımayacaktım. Hangisi daha doğruydu?

Keşke İblis kafamda dırdır etmeye devam etseydi de bu sorumun karşılığını alabilseydim.

Kalçam uyuşmaya başlamıştı, sırtım hala ağır bir tır tarafından eziliyormuşçasına ağrıyordu. Kalkacak halim yoktu fakat bu anın uzun olmayacağının da bilincindeydim. Buzdolabından çıkarttığı dört domatesi, birkaç kıvırcığın yapraklarını aldıktan sonra ayağıyla kapağını kapatıp havalı bir şekilde önümden geçti ve onları tezgahın üstüne bıraktı.

Ardından yine tezgahın köşesindeki ahşaptan yapılmış bıçak standından bir tane keskin bıçak aldı. Kesme tahtasını alt tezgahın kapağını aralayıp aldıktan sonra onu da tezgahın üstüne tok bir sesle koydu. Suyu açıp domatesleri ve kıvırcıkları yıkadıktan sonra sadece iki domatesi kesme tahtasında doğramaya başladı. Sadece bıçağın tok vuruşlarla kesme tahtasında bıraktığı hareketler aklımda kaldı, sonuca baktığımda doğranmış domateslerle karşılaşmıştım.

Bıçağı o kadar usta bir şekilde kullanmıştı ki düşmanı olarak karşısına geçmek istemezdim. Beni lime lime yapardı.

‘’Var ya, o kadar yardımcı oluyorsun ki…’’ dedi imalı bir sesle, küçük tencerenin içine doğradığı domatesleri koyarak. İçine yağ döküp bekledi. Bozuntuya vermeden, ‘’Ne var ya? Her yerim ağrıyor dedim.’’ dedim küçük bir çocuk gibi. Hiç etkilenmeyerek dümdüz bir ifadeyle, ‘’Ben de hareket edersen ağrın azalır dedim,’’ dedi. ‘’Biraz söz dinle.’’

Ocağın önünden geçerek tekrar kesme tahtasının önüne geçti ve bu sefer kıvırcıkları doğramaya başladı. Tahtaya vurduğu darbeleri büyülenmiş gözlerle seyrederek, ‘’Bu nasıl mantık ha?’’ dedim dikleşirken. Kafasını tahtadan kaldırıp yüzüme bakmaya başlarken bile hareketlerini göz ucuyla takip ettiğini biliyordum, çünkü hala kıvırcıkları takır tukur doğruyordu.

‘’Dinle,’’ dedi gözlerimin derinlerine bakarken. ‘’Bir savaş meydanında herhangi bir darbeyle yere çakıldığında orada öylece durmazsın değil mi?’’ Kaşlarını kaldırarak devam etti, ‘’Onca acıya rağmen ayağa kalkarsın ki bir daha dayak yeme. Ağrılarını da tıpkı o zamanda olduğu gibi, ancak hareket edersen unutursun; hatırladığın ağrılar her zaman sana acı verir.’’

İfadesizce kızıl harelerine bakmayı sürdürerek öylece bekledim, bir öğrencinin öğretmeninden nutuk dinlemesi gibiydi şu an hissettiklerim. Bir süre istifini bozmadan öylece bakmayı sürdürdü, alnındaki satır çizgileri kaşlarını indirdiğinde kaybolsa da hala tek kaşındaki yaranın çizgisi orantısız bir şekilde belli oldu.

O yara nasıl olmuştu acaba?

Bakışmanın uzunluğundan dolayı, ‘’Şimdi, kalk ve hareket et.’’ deyip tuhaf bakışmamızı sonlandırmak istedi.

Yine de kolay pes etmeyen tarafımla, ‘’Bir şeyi unutuyorsun,’’ dedim gözlerinin derinlerine meydan okurcasına bakarken. Tek kaşımı kaldırıp çenemi hafifçe yukarı dikleştirmiştim. Halimi göz ucuyla süzdükten sonra önüne dönüp domateslerden birini eline aldı, ‘’Neyi?’’ dedi aynı zamanda, karşılık olarak. Aklımı kurcalayan kelimelerin dansına kapıldım, bunu söyledikten sonra ne söylemem gerekiyordu ki?

Son anda aklıma gelenleri fütursuzca söyleyiverdim, ‘’Bende cesaret yok. Şu an olması gerektiğinden daha rahat, daha seviyeli bir ortamdayım. Hareket etmemi gerektirecek bir durum yok.’’

Birden doğramayı kesip kafasını yukarı kaldırdı, bir süre tavanı inceledikten sonra aniden gözünün kenarıyla bana baktığında kalbim tekledi. Dili ağzının içinde dans ediyordu, kafasını eğerek tamamen bana dönerken ‘’Sen de bir şeyi unutuyorsun,’’ dedi tehlikeli olabileceğini varsaydığım o ses tonuyla. ‘’Cesaret için biraz korku lazım.’’

Bıyık altı gülümsese de hala tehlikeli bir ifadeye sahipti, kızıl gözleri lazer misali parlayıp söndüklerinde sertçe yutkunarak ona bakmaya başladım. Karnım kasılmaya başlamıştı, kirpiklerimi kırpıştırarak yüzünün aldığı o ifadeden kendimi korumak istedim. ‘’Korkmak ister misin?’’ dedi, ölümcül bir dozla sesini bastırarak.

Bu kadar gerilime dayanamayan kalbimin emriyle tezgahın yanlarından destek alarak aşağı atladığımda rahat davranmaya çalışıyordum, yüzüm kasılmıştı ve hala tehlikeyle yarım yamalak sırıtan surat ifadesini inceliyordum. ‘’Kalktım bile.’’ deyip etrafıma bakmaya başladım. Kafasını sallayıp, ‘’Görüyorum, Rea.’’ dedi, manidar ama ciddi bir ifadeyle.

‘’Şimdi buzdolabındaki çorbayı çıkar. Unuttum.’’

Başımı sahte bir buyurganlıkla eğip kaldırdım ve ‘’Peki, efendim.’’ deyip arkamı döner dönmez buzdolabının kapağına sarılmam bir oldu. Onu kızdırmamam lazımdı, neye kızıp kızmayacağını bilmiyordum; en ufak şeyi bahane bile edebilirdi ve şu an İblis yoktu. Yani savunmasızdım.

Beyaz ışığın sardığı buzdolabı raflarına bakarken, sağ tarafımdan gelen lavaboya dökülmüş suyun sesini duydum. Makarnanın suyunu dökmüştü. Kaşları çatık bir halde duraksayıp giderden akan sıcak suya baktı, ‘’Dökmese miydim acaba lan?’’ dedi kendi kendine konuşarak.

Cevap vermeden önüme döndüm ve kahvaltılıkların ve içkilerin olduğu rafları es geçerek sadece küçük çorba tenceresini çıkarttım. Aslında ağrılarımın çoğu gitmişti, biraz sızlıyordu o kadar. Birkaç saate geçeceğini söylemişti zaten, yine de iş yapmak istemiyordum.

Çelik kulpları oldukça soğuktu, parmaklarım donmuştu. Acele ederek tencereyi ocağa taşırken Asir, makarnanın tenceresine yağ katıp tekrar makarnayı tencerenin içine koyup karıştırmaya başlamıştı. O sırada da domates sosunun fokurdadığını görmüştüm. Ona da karabiberle tuz ekleyip son kez karıştırıp altını kapattı.

Ocağın altını açıp çorbayı da kaynatmaya bıraktığımızda bu sefer kesmeyi bitirmiş salatanın malzemelerini tezgahın üstündeki kapağı açarak küçük bir yassı tabak çıkartıp içine koydum. Tuzunu yağını ve limon suyunu da katıp karıştırmaya başladım. Kısa sürede masayı da hazırlamıştık, zaten iki çatal kaşık ve iki tabakla hazırdı sofra.

Ağrılarımın çoğu gerçekten de azalmıştı, hatta acının bittiğini de düşünmüştüm.

Çorba tenceresini de ocaktan alıp tezgahta kaseleri doldurmaya başladı. Ardından masaya getirip önüme koyar koymaz kendi tabağını da alıp karşıma oturdu. Adını bilmediğim bir çorba yapmıştı, güzel kokuyordu ya da aç olduğumdan bana öyle gelmişti.

Gümüş renkte kaşığı elime aldım, soğuk metal parmaklarıma baskı uyguladı. Kaşığı çorbaya daldırdığımda hareketlerim duraksadı, ona alttan bir bakış attım çünkü durmuş ve beni seyrediyordu.

Kızıl hareleri bir bana bir çorba arasında gelirken kısıklardı. Ben de onu taklit ederek gözlerimi kıstım, ‘’Zehir mi kattın?’’ dedim, çorbayı usulca dalgalandırarak. Gözlerimi ondan ayırmıyordum. Şaşkınlıkla kaşlarını kaldırıp indirirken boş bulunup, ‘’Ne?’’ dedi, kısık sesle. Tatlı görüntüsüne bıyık altı gülümsedim.

Ona cevap vermeden önüme döndüğümde çorbadan yudum almaya yakın, başını eğerek pür dikkat beni seyretmeye devam etti. İçemeden yine durduğumda derin bir nefes vererek sırtını dikleştirdi, kaşıktan ayırdığı gözleri yine benimkileri buldu. Kirpiklerimi kırpıştırıp, ‘’Sorun ne?’’ dedim, söylenerek.

Başını eğerek çorbaya daldırdığı kaşıktan kendi yudum aldı, ‘’Hiç,’’ dedi tek omzunu silkerek, ‘’Ye, ye.’’

Havaya kaldırdığım kaşıktan sonunda yudum alabilmiştim. Tekrar bana kalkan bakışlarıyla göz göze geldim, kaşığı ağzıma atar atmaz damağıma öyle rezil bir tat yayılmıştı ki bir süre karşımdaki adamla sessizce bakışmaya devam ettik. Ağzımdaki tat, çok yoğun bir ekşi tadındaydı, yemek beyaz renkteydi.

Boğazıma alkol dayıyorlarmış gibi bir acımsı tatla geçiyordu, geçtiği yerleri yakıyordu ve sonunda damakta dayanılmaz, yoğun ekşi bir tat bırakıyordu. Zoraki yutkunuyordum. Bakışlarımı çorbaya indirip tekrar yudum alırken ifadesizliğimi koruyordum. Tuhaf bir şekilde.

Ağzım çorbayla dolu bir halde kasemdeki beyaz sıvıyla bakışmaya devam ettik. Bir yandan bana bakan gözlerin beklentisini de fark ediyordum. Bu nasıl bu kadar berbat olabilirdi? İçimi tatlı hoş bir karıncalanma sardı, gülmek istiyordum ama yanlış anlar diye de gülemiyordum.

Dudaklarımı birbirine bastırıp çorbayla bakışmaya devam ederken tekrar yudum aldım, ‘’Güzel.’’ dedim, zoraki yutkunarak ona bakarken.

Beklentiyle baktığı kızıl irisleri hoş bir şekilde kısıldı ve dudaklarına tebessüm yayıldı. ‘’Afiyet olsun.’’ dedi tekrar, bu sefer memnun bir halde önüne döndü ve yemekten yemeye devam etti. Bir ona bir daldırıp ağzına götürdüğü çorbaya hem dikkatle hem gizli bir şaşkınlıkla bakıyordum. Bana farklı mı vermişti? Neden o şeyi şevkle yiyordu?

Çorbaya tekrar bakıp yudum alırken yine o yakıcı hisle beraber mideme yuvarladım. Yüzümü nedense ifadesiz tutmayı başarıyordum, ekşi bir tadı olmasına ve boğazımdan zoraki geçmesine rağmen bayağı ifadesizdim. Berbat, tek bir kelimeyle! İğrenç bir şey yememe rağmen sırıttım ve yudumlar almaya devam ettim.

En sonunda çorbayı sağ salim bitirmiştim. Masadan ayrılıp tezgaha gitmek için sırtını bana döndüğünde mide sıvım o yoğun ekşilik sebebiyle ağzıma doğru tırmandı, boğazım genzimle beraber o sıvıyla yandı; elim ağzıma gitti ve bir süre öylece bekledim. Dilim ağzımın içinde yılan misali kıvrılıyor, tükürük bezlerim yoğun şekilde çalışıyordu.

Yutkundum, yutkundum ve o çorbayı tekrar geri gönderdim. İblis olsa halime acımakla gülmek arasında gidip gelirdi.

Yaptığı makarna klasik spagettiydi ve ondan emindim çünkü önümde yapmıştı. Tabağımıza makarnaları koyduktan sonra küçük tencereyi yine ocağa koyup iki tabakla bana doğru yaklaştı, önüme koyduğu makarna tabağına baktım. Üstündeki sos güzel görünüyordu, ağzımdaki o berbat tadı yok etsin diye çatalımı direkt makarnaya doladım.

Domates soslu makarna ağzıma gittiğinde bu sefer hoş bir tatla karşılaşmıştım. Neyse ki sosu da makarnayı da düzgünce yapabilmişti.

Umursamazlığın getirdiği ani bir tavırla, ‘’Neden sormadın?’’ dedi, makarnayı ağzına atarken. ‘’Neyi?’’ dedim ağzım makarnayla dolu bir şekilde. Harfler o yüzden boğuk yükselmişti. Hem ağzıma hem gözlerimin arasında mekik dokuduktan sonra başını eğdi ve tekrar makarnayı ağzına atarken gözlerimin içine baktı.

‘’Xiya’yı.’’

Boğazımdan aşağı kayan makarna, son anda genzime kaçarak nefesimi kesti. Sürekli gelen bir şiddetle öksürmeye başladım, Asir istifini bile bozmadan bardağa su doldurdu ve önüme bıraktı. Kıpkırmızı olmuş suratımla nefes almaya çalışırken titreyen elim, su bardağını kavradı. Suyu dudaklarıma götürürken bile hafifçe öksürüyordum.

Bir süre çölde kalmış biri gibi suyu kana kana içtim, genzime takılan makarnanın nihayet yemek borumdan aşağı kaydığını hissettiğimde bardağı dudaklarımdan ayırdım. Derin bir nefes eşliğinde, sulanan görüş alanımla suratına bakarken hala istifini bozmayarak makarnasını çiğniyordu.

Doğruydu. Tüm bu ağrılarımın ve korkunç zihin oyunlarının sebebi Xiya’ydı ama aklıma uyandığımdan itibaren bir türlü düşmemişti. Kötü bir sahip olma yolundaydım. Aklıma İblis’in söyledikleri düşmeden önce, Asir düşüncelerimin önüne set çekti ve yumuşak bir şekilde konuştu.

‘’Farkındayım ki, ikiniz arasında henüz bir bağ oluşmadı. O yüzden onu merak etmemeni yargılamıyorum.’’ Kendisine de doldurduğu suyu yudumladıktan sonra bardağı masaya bırakırken, kızıl hareleri yakıcı bir aurayla benimkilere kilitlenmişti. ‘’Aynı zamanda insanların her hayvanı, her zaman yüksek bir seviyede sevmesi gerektiğini de düşünmüyorum. Bu olacaksa zorunluluktan değil, içten gelen bir duyguyla olmalı.’’

Utanmıştım, durduk yere sıcak basmıştı ve gözlerimi kaçırıp mahcup bakışlarımı tabağımın içine daldırdım. ‘’Kendini kötü hissetme.’’ dedi tekrar. Bu sefer mırıltılı bir şekilde konuştum, ‘’Aslında onu önemsemiyor değilim, sadece aklıma bir an gelmedi.’’ dediğimde beklemeden karşılık verdi. ‘’Bu bağınız kurulmadığından kaynaklanıyor.’’

‘’Ne oldu ona?’’ dedim tekrar aynı şekilde mırıldanarak. Aklıma düşürdüğünden beri merak etmeye başlamıştım, yine de bu sahtelik gibi geldiğinden yüzüm yoktu doğru düzgün sormaya. Bakışlarımı yukarı kaldırıp kaşlarımın altından ona bakmaya başladığımda ufacık bir tebessümle bana bakıp ciddileşerek önüne döndü.

Çatalının ucuyla makarnasını eşelerken, ‘’Tar’ın peşinden gittiğini düşünmüyorum. Yol kenarında ağacın tepesinde buldum. Tırmanmış ama inememiş.’’ Umursamaz bir ifadeyle burun kıvırdı, ‘’Belki başka bir av için gitti, belki de Tar’ın etkisinden korkup kaçtı.’’ diye devam etti.

‘’Şimdi nerede?’’

‘’Av peşinde.’’ dedi erkekçe kıkırdayarak, ‘’İçeri sokamadım bir türlü.’’

‘’Sen?’’ dedim kaşlarımı şaşkınlıkla havaya kaldırarak, ‘’Onu içeri sokamadın?’’ Kafasını sallayıp, ‘’Evet,’’ dedi. ‘’Tilkilerle anlaşamam.’’

‘’Zor kullanırsın sanıyordum.’’ dedim devam ederek, ‘’Biraz zoru farklı yönden seven birine benziyorsun.’’

Yaptığım imayı kavrasa da sesini çıkartmadı, aksine sabırla karşılık verdi. ‘’Gerek duymadım, hem bana kızardın.’’ Ona kızacağımdan mı çekinmişti yani? Bu durum mu onu durdurmuştu yoksa gerçekten gerek mi duymamıştı? Ona uzun bir süre baktığımı fark edince alayla tek kaşını kaldırdı, ‘’Yapsa mıydım? Ne istiyorsun?’’

Aceleyle ‘’Yok yok, yapmadığın iyi olmuş.’’ deyip önüme döndüm. Makarnayı bitirmeye çalışırken sessiz kaldık ve bir süre konuşmadık. ‘’O tilkiyle aranı yapmaya bak, Yağmur.’’ dedi birden, kirpikleri kızıllarını örtüyordu ve başını eğmiş yemeğiyle ilgileniyordu.

Sessizliğimi kullanarak onu cevapsız bıraktım fakat beni uyarmaya devam etti. ‘’Nadir tilkiler çok zeki ve güçlü yaratıklardır. Onu yönetebilirsen çok güçlü bir silah elde etmiş olursun.’’ Ardından keskin bakışlarıyla karşılaştım, sözümü dinle diye bas bas bağıran kızıllarına karşılık sadece anladığımı belirtircesine bir baş selamı verdim.

Ondan sonra sadece çatallarımızın tabakta bıraktığı o rahatsız edici sesle yemeği bitirdik. Masayı kaldırmada yardımcı olurken yine aklıma İblis düştü.

Neredeydi ya? Uzun bir süre gelmemiş olması beni huzursuz ediyordu. Kapısının önünde bağdaş kurup gecelerce, günlerce ağlayasım vardı. O ağladığımda gelirdi, üzüldüğümde hissederdi, beni teselli etmek için her zaman yanımda olurdu. Birbirimizden arada sırada nefret etsek de, bana kızsa da asla benim kötülüğümü isteyen biri olmamıştı.

Aramızda saydam bir cam vardı, ben o camın arkasında onu seyrediyordum. O bazen beni görmezdi ama ben onun kömür karası gözlerine bakmayı sürdürürdüm. Bazı zamanlar rolleri değişirdik, o cam hala aramızdayken beni sessizlik içinde seyrederdi; gözlerimin derinlerine bakar, ruhumu deşer ve sırtıma çizik attığı hançeriyle onu kanatırdı. Sonra o kanı kendi temizler, kendi diker, yaramdan kendi öperdi.

Ben böyle biri tarafından yetiştirilmiştim.

Kendi zihnimde.

Onun gelmesini, yine zihnimde susmak bilmemesini istiyordum. Ruhumu tüketecekse bile bunu kendisi varlığıyla yapmalıydı, yokluğunda değil. Biz asla ayrılmazdık, benden ayrılmamalıydı; o yeminimizi hatırlamalıydı.

‘’Yine daldın,’’ dedi Asir, bulaşıkları olduğu gibi lavaboda bırakırken. ‘’Temizleme, bırak.’’ Temizleyesim yoktu zaten. Mutfaktan beraber çıkarken hala sessizdim, bu onu huzursuz mu ediyordu bilmiyordum ama arada sırada kafasını eğip yüzümü inceliyor sonra tekrar önüne dönüyordu.

O salona doğru döndü, benim de peşimden geldiğimi sanıyordu ancak ben mutfağın girişinde bekledim. İblis’in birkaç gün önce zihnime fısıldadığı cümle aklıma takıldığında bakışlarım boş koridorun sonuna doğru yöneldi. Kiler sandığı ama aslında gizli bir kapı olan çıkıntılı yere baktım, merdivenlerin dibinde gizli bir davetle elini uzatmış bana bakıyordu.

Ayaklarım o tarafa çekilmişçesine bağımsız ilerlerken bakışlarım hala kapıdaydı. ‘’Nereye?’’ dedi, arkamdan gelen ses. Sorgulayıcıydı ve bu sorgulamanın içi temkinlikle doluydu. Kalbimin teklemesine aldırış etmeden yutkundum, ifademi toplayarak arkamı döner dönmez kızıllarıyla karşılaştım.

Elleri cebinde başını aşağı eğmiş, tek kaşını kaldırarak bana bakıyordu. Kaşının üstündeki yaranın üstüne dağınık saçından firar eden perçemi sarkmıştı, ev haliyle bile ne kadar çekici olduğunu biliyor muydu acaba?

Düşüncelerimin suratıma yansımasına fırsat tanımadan, ‘’Aşağıya. Kitap olduğunu söylemiştin,’’ dedim düz bir ifadeyle. ‘’Sıkılıyorum, biraz sayfa karıştırırım dedim.’’ diye devam ettim, yarım yamalak sırıtışla.

Ellerini cebinde ağırca bana doğru yürüdü, ‘’Aşağıdaki kitapların çoğu M’rice yazılı. Anlayacak mısın?’’ dediğinde benimle gelip gelmeyeceğini alttan alta ima yapıp yapmadığını sorguladım. Onun da benim kadar yüzü ifadesiz duruyordu fakat gözler, kalbin aynası derlerdi. Aşağı inmemi istemediğini sezsem de mecburdum.

Tek omzumu silktim, ‘’Yarım yamalak biliyorum, bir şeyler öğrenmem gerek nihayetinde.’’ dedim yarı dürüst olarak ve gözlerinin içine bakarak devam ettim. ‘’Sonuçta buraya ne için geldiğimi bile bilmiyorum.’’

Kafasını onaylarcasına salladı, hala tereddütlüydü. Yine de beni engellemedi, ‘’Yardıma ihtiyacın olursa çağır.’’ dedi düz bir şekilde. Gözlerimin derinlerine bakarak kirpiklerini hafifçe kıstı, ‘’Anlayacağını sanmıyorum, Yağmur.’’ Gözlerimi kaçırdıktan sonra gülümsedim, ‘’Olsun. Eğer yardıma ihtiyacım olursa haber ederim. Sağ ol.’’ dedim ve arkamı dönerek kapıya doğru ilerlemeye başladım.

Çaktırmadan rahat bir nefes vermiştim. Oraya indiğimi haber etmesem bile anlayacaktı her halükarda, arkasından iş çeviriyormuş gibi davranacağıma apaçık bir mazeret uydurup gözü önünde araştırma yapardım ben de. Gizli kapağın nasıl açılacağını bilmediğimden bir süre düz, koyu kahverengi kapıyla bakıştım. Hala yan tarafta durmuş elleri cebinde hareketlerimi takip ediyordu.

Av mıyım ya? Beni bir sal.

Rezil olma durumunu bile düşünmeden tırnaklarımla kapının kenarından tutup çekmeye çalıştım fakat kapı açılmadı. Kulpu da yoktu. Dümdüz duvar misali karşımda dikilirken; yan taraftan boğuk bir kıkırtı yükseldi. ‘’Avcunun içiyle üstüne biraz baskı uygula, Rea.’’ dedi aynı sesin sahibi.

Boğazımı temizleyerek utancı içimde öğüttüm ve kirpiklerimi kırpıştırarak dediğini yaptım. Önce hafifçe içeri gömülen kapı sonra tok sesle bana doğru yaklaştığında geriye çekilerek ona müsaade ettim.

Güzel.

Düşüncemin aksine utanmanın verdiği gereksiz özgüvenle söylendim, ‘’Ne biçim kapı?’’

‘’Gizli bir kapı.’’ diyerek alayla karşılık verdi. Gözümün kenarıyla beni nihayet yalnız bıraktığını gördüm, istifini bozmadan sırtını bana doğru dönerek merdivenlerden yukarı tırmanmaya başlamıştı. Ahşap merdivenlerin gıcırtısı kulaklarıma çarpıp bir süre sonra yok oldu. Derin bir nefes vererek karanlık odaya doğru adım attım.

Bodrum katına iniyormuşum gibi merdivenler önüme sıra sıra dizildiler. Çelikten yapılmış merdivenlerin üstüne basar basmaz duvara yapışık olan floresan lambalar uyanmaya başladı ve cızırtı çıkartarak önüme ışık yaydı. Çelik merdivenlerden inerken çıkan metalik sese aldırış etmeden inmeye devam ettim ve görünenin, düşünülenin aksine geniş bir odaya çıktım.

Burası oldukça büyük ve genişti. Evin altında resmen bir kitaplık değil, bir kütüphane saklıydı.

Duvarların tamamı kitaplarla çevriliydi, açıkta kalan yerlerse tuhaf formüllerle doluydu. El çizimi oldukları barizdi ve onları Asir’in yapıp yapmadığını şaşkınlıkla sorguladım. Bilim adamı mısın sen? Tuhaf tuhaf etrafımı süzerken ortada kürsü olduğu bariz olan yüksek bir yer buldum. Sandalyesi olmayan ağaçtan yapılma büyük bir masa vardı ve üstünde birkaç kitap yığılıydı.

Yüksek tavanlı olan yerde tek bir pencere dahi bulamadım fakat buna rağmen etrafta tek bir toz tanesi bile yoktu. Kitap kokuları burnuma misafir olduğunda derin bir iç çekerek hala merdivende olduğumu fark edip tamamen aşağı indim ve orta alana doğru yürüdüm. Nereden başlayacaktım ya? Etrafta bir sürü kitap vardı ve kitapları taşıyan raflar tavana doğru yükseliyordu.

Meraklı bakışlarım etrafı süzerken bir öksürük sesi kulaklarımı dikmeme neden oldu. Gözlerim irice açılarak etrafıma bakmaya başladım, hareketlerim fevriydi, sağıma soluma bakarken öksürük sesinin beynimin bir oyunu olduğunu düşünüp rahatlayacaktım ama aynı sesi tekrar duymuş olmam gerilememe neden oldu.

Korkuyla çarpan kalbimi susturmayı deneyerek etrafımı endişeyle taradım. ‘’Kim var?’’ dedim korkudan titreyen sesimle, aynı zamanda hala çevremi tarıyordum. ‘’Buradayım, yabancı.’’ dedi çatlak bir ses, ‘’Karşında.’’ Çevreme baktığım gözlerim, yuvalarında ağır ağır dönerek tam karşımdaki kürsüye odaklandı.

Masanın üstünde oturan oldukça küçük birini görür görmez çığlık attım. Kırışıklarla çevrili olan suratı, çığlığım karşısında daha da buruşarak değişik bir şekle büründü. Gözleri çekik ve mavinin en açık tonundaydı. Kül rengi tene sahipti, kulakları sivri ve uzundular. Yarım yamalak dökülen kısa saçları omzuna doğru değiyor ve uzun, yamalı elbisesiyle çirkin görünüyordu.

Ne biçim yaratıktı bu? İrileşmiş gözlerimle ve korkuyla çarpan kalbimin yansıması olan sık nefeslerle karşımdaki kişiye bakarken eğilen sırtımı dikleştirdim ve kendime çekidüzen vermeye çalıştım. Hala şaşkınlıkla karşımdaki kişiye bakıyordum. ‘’Öğrenmek istediklerin raflarda, bilmediğin ne varsa aklımda.’’ dedi çatlak sesiyle, mani okurcasına.

‘’Kimsin?’’ dedim tekrar, tuhaf konuşmasını es geçerek. Bir cüce olamayacak kadar ufak, peri olamayacak kadar çirkindi. Etli ve kül renginden daha koyu dudaklarının kenarlarını sarkıttı, ‘’Herkese göre Cin, ona göre Boşluk’tan ibaretim.’’ dedi, umursamaz bir ses ve tavırla. Harfleri azıcık uzatarak, ‘’Oldu,’’ dedim ağzımın içinde, gözlerimi ondan ayırarak çevreme bakarken.

Nefeslerimin kontrolünü yine elime almıştım, kalbim hala sertçe darbeler atsa da artık ilk anki kadar korkmuyordum. ‘’Ne yaparsın?’’ dedim solumda duran raflardan birine yaklaşarak, ‘’Öğrenmek istediklerin raflarda,’’ dedi bilge bir tavırla, baştaki cümlesini tekrarlayarak. ‘’Ne istersen hemen bulur, önüne koyarım.’’

M’rice konuşur sanıyordum ama Türkçe konuşması da işime gelirdi tabii. ‘’Ben nereden başlayacağımı bilmiyorum,’’ dedim aklım karmakarışık bir halde, ciltli kitapların sırtlarına bakarak. Hepsi eski görünüyordu, yüzleri sararmış ve yırtık pırtık duruyorlardı. ‘’Bilmediğin ne varsa aklımda.’’ dedi, tekrar Cin ya da her neyse. ‘’Sormak istediğini sor, bilmen gerekeni cevaplarım.’’

Başka cümle bilmiyor musun ya?

Kitaplardan gözlerimi ayırmayarak, ‘’Asir dönemiyle alakalı bilgi edinmek istiyorum.’’ dedim, ardından bakışlarımı Cin’e çevirerek devam ettim. ‘’Kafes’e girmeden önceki zamanlar.’’

Bacak bacak üstüne attığında kül rengine bürünmüş ayak bileği, elbisenin altından göründü. ‘’Yalanlarla dans eden gerçek kapının arkasında, yaralı canavar ölüm kıyısında.’’ dedi karşılık olarak. Öyle dikkatli baktı ki mavi gözlerinin ruhumu çekip emdiğini düşündüm, kirpiklerimi kırpıştırarak ona dikkatli bakmaktan vazgeçip kitaplara doğru yöneldim.

‘’Ne demek bu şimdi?’’ dedim tekrar ona bakarken, aklımla mı oynuyordu yoksa bozulmuş muydu?

İstifini bozmadan karşılık verdi, ‘’Merak ettiklerin dudaklarımın arasında.’’

Aklımı çorbadan farksız yapıyordu. Sorduğum sorular büyük bir soru işaretiyle geri dönüyordu. Fısıldayarak, ‘’Anlamıyorum seni.’’ dedim, sakin olmaya çalışarak gözlerinin derinlerine bakarken. Mavi gözlerden hoşlanmazdım, buz mavisi gözleri sandığımdan daha çok şey barındırdığını hissettiriyordu. Boş değil, dolu bakıyordu fakat ben o doluluğu anlamıyordum.

İblis olsaydı…

‘’Kitap. Bana okuyabileceğim bir bilgi ver.’’

‘’Kabul edildi, yabancı.’’ dedi ve elini kaldırarak işaret parmağını dik bir şekilde tutarak hayali daire çizdi. Karşımdaki raflardan büyük bir gürültü duydum, merak dolu bakışlarım yukarı tırmandı ve tavana en yakın duran rafların kımıldadığını gördüm.

Boğazından garip bir mırıltı çıkartıp ‘’Burada değil,’’ dedi Cin ve tekrar parmak salladı, o raf dolu bir şekilde hareket ederek yana doğru kaymaya başladı ve peşi sıra yine nereden çıktığını göremediğim dolu bir raf meydana geldi.

Raf büyük bir gürültüyle yerine oturdu.

Ardından geniş, büyük kapaklı bir kitap o rafın arasındaki diğer kitapların arasından çıkarak havada süzüldü. Masanın üstüne doğru uçan kitaba ağzım şaşkınlıktan beş karış aralık bakakaldım. Masanın üstüne yavaşça konulduğunda bile hareketsizce hala uçtuğu yere bakıyordum. Dudaklarımı kapatarak ifademi toplayıp Cin’in oturduğu masaya doğru yaklaştım, kürsünün yerde kalan tabanına tırmanıp tok seslerle yürüdüm ve masanın arkasına geçtim.

Kapak Ertha kitabının kapağına benziyordu, mor ve mavi rengin karışımında bir renge sahipti ve üstü ciltliydi. Kapağı kaldırıp sayfalarını çevirdiğimde bej renkli kalın kağıt hışırdadı. Cümleler yarım yamalak, M’rice ve Türkçe karışımıydı. Ne anlama geldiklerini çözmem zordu ama yine de bakabileceğim kadarına bakmak istedim.

Sayfalar çevrildi ve aralarda bomboş sayfalar yakaladım. Tıpkı Ertha’da olduğu gibi. Boynuma ağırlık veren kolyemin zinciri yanarak tenimi acıttı, dişlerimi bastırıp okyanus mavisi taşın parlaklığına baktım. Tişörtümün altında parlıyor ve kendisini belli ediyordu. Kitaptaki boş sayfanın üstü siyah, parlak mürekkeple belirmeye başladı. Sanki sayfanın üstü beliren harflerle yanıyordu.

‘’Erkuran.’’ dedi Cin şaşkınlıkla, irice aralanan gözleri mavi irislerini daha da ortaya çıkarttı. ‘’Size yabancı dediğim için özür dilerim, Kraliçe’m.’’ dedi Cin ayağa kalkarak bana doğru ilerlerken. Yerimde dursam da omuzlarımla göğsümü geriye doğru çekerek ona tepeden bakmaya başladım, bana yaklaşsın istemiyordum.

Yerinde durdu ve ciddi suratıma aynı ciddiyetle bakmaya başladı. Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırarak, ‘’Kraliçe?’’ dedim sorgularcasına. ‘’Kuzgun.’’ diye karşılık verdi, esrarengiz bir sesle. ‘’Haddim değil fakat yönünüzü şaşırmışsınız.’’ dedi büyük bir ciddiyetle suratıma bakarken, gözleri parlıyordu ama bu parıldayışın saygıdan mı yoksa şaşkınlıktan mı olduğunu kavrayamadım.

‘’Doğru yön, gerçek bir pusulanın parıldayışıyla bulunur.’’

‘’Söylediklerini anlamıyorum, Cin.’’ dedim, ‘’Ne Kraliçe’yim ne de Kuzgun.’’ diyerek son kez devam ettim. Sesimde sabrımın son demlerini kullandığımı belli eden bir tizlik vardı, ‘’Yönümü kaybetmedim, pusulam da yok.’’ Kafasını aşağı eğdiğinde seyrek saçlarının arasındaki kafa derisi göründü, ışığın altında parlayan deriye gizliden gizliye buruşmuş yüzümle baktım.

Derin bir nefes verip tekrar kafasını kaldırdığında ifademi ustalıkla toplamayı başarmıştım. Mavi gözleri her zamankinden daha ciddi, daha itaatkardı. Dudaklarından dökülen cümleler gerçekliği ve yaşadığım durumu bir kez daha sorgulamama neden oldu. ‘’Aklınız karışmış, Kraliçe’m.’’ dedi durgun bir şekilde, ‘’Düşmanlarla dostlar, kurtlarla tilkiler bir arada olamaz.’’

Kurt ve düşman derken Asir’den mi bahsediyordu acaba? Fakat ben de ne dost, ne tilkiydim. ‘’Sen benim Kraliçe olduğumu nereden çıkarttın ya?’’ dedim kaşlarımı havaya kaldırarak ona dikleşirken. ‘’Halime baksana, Kraliçe’ye benzer yanım mı var?’’ Güldü ama gülüşü bir makineden veya İblis’in parazitli sesinden daha rahatsız edici, daha sertti. ‘’Özür dilerim, Kraliçe’m.’’ dedi büyük bir saygıyla, gözlerimin içine bakarak.

Koyu dudaklarına hala tebessüm ev sahipliği yapıyordu. ‘’Tar’ın nefesi hala ensenizde,’’ dedi fısıldayarak, parlayan gözlerle bana alttan alta bakarken. Avcunun çizgilerini belli edecek şekilde bana doğru göstererek bir adım attı ve kitabımın başucuna yaklaştı. Elbisesinin etekleri masayı azıcık süpürüyordu. Boyu ve omuzları elbiseyi taşıyamıyordu.

‘’Ve o taş, sadece Nefin soyuna aittir.’’

‘’Ne olmuş?’’ dedim devam etmesini bekleyerek, sabrım karşısında ben bile şaşırıyordum ve İblis olsaydı şu an merdivenleri tırmanıyor olurduk. ‘’Nefin soyu, en gizli düşmanın en güçlü Kraliçe’sini saklar ve Tar, ancak ve ancak Kuzgun’un kokusunu alırsa belirir.’’

Kaldırdığı elini yavaşça aşağı indirdi ve gözlerini gözlerimden ayırmadan dikkatlice konuşmaya devam etti, sesi olduğundan daha kısık ve kimsenin duymak istemediğini belli edecek kadar basıktı. ‘’Beklenen kişi olduğunuzdan eminim.’’

Mırıldanıp ‘’Başından beri emindin,’’ dedim, kendimden emin bir tavırla ona bakarak. Büyük bir aydınlanma sadece küçük bir detayla ortaya çıkmıştı. Tar’ın nefesinin ensemde olduğunu söylediğinde anlamalıydım, baştan beri bana yabancı deyip durmuştu fakat bu süreçte kolyeyi beklemişti. Kolye ortaya çıktığında güya hatasını saklayıp özür diledi.

Boynumu eğerek saçlarımın arasında bozuk bir sırıtış gösterdim, dilim dişimin çıkıntılı üstünde gezindi. Aptal yerine koyulmaktan nefret ederdim.

Sert çıkmasına özen gösterdiğim ses tonumla, ‘’Cin.’’ dedim kafamı kaldırıp. Korku ve endişeyle beni kandırışının aydınlanmasını yaşayan bana baktı, kirpiklerimi kısarak küçük boyuna gözdağı verdim. ‘’Bir daha beni kandırma.’’ Kafasını sadece bir kez sallayıp mahcupluğa bürünse de toparlanması zor olmadı.

Hım, bunu kullanarak bir süre yaşayabilirdim. Hala Kraliçe olduğumu düşünmüyordum ya da bir güce sahip olduğumu sanmıyordum. İçimde yeşeren bir şey yoktu, güç patlaması ya da herhangi bir ışık saçmıyor veya rastlamıyordum. Ben normal, sıradan bir insandım ama bunu bilmelerine gerek yoktu. Bir süre.

Gerçek Kurtarıcı ortaya çıkana kadar.

Kitabın sayfalarındaki karman çorman kelimelere baktım. Sadece Türkçe kelimeleri ayırt eden gözüm, yanarak çıkan harflerin önüne geçti ve kayboldu. Aklım daha da bulandı ve suyun yüzüne atılan taş misali fikirler derinlere kadar gömüldü. Bomboş sayfadaki Eski M’rice kelimelere baktım, bunların görünen sayfalardan daha inandırıcı ve gerçek olduğu hissim kabarmaya başladı.

Kelimeleri anlamadığımdan ve gerçekle artık yüzleşmenin vakti geldiğinden dolayı, ‘’Ben hiçbir şey bilmiyorum. Bana yardım et.’’ dediğimde boğazındaki hayali pürüzü fazla ses çıkartmadan temizledi ama konuştuğunda hala pürüzlü bir ses tonuna sahipti.

‘’Artık merak ettiğiniz ne varsa, yukarı çıkıp ondan öğrenin. Size saygım sonsuz olsa da efendime de karşı gelemem, onun bilgilerini araştıracağınıza bence yeteneklerinizi veya konumunuzu araştırmanız daha akıllıca olur, Kraliçe’m.’’ dedi, büyük bir saygı taşıyan itaatkar sesiyle. ‘’Siz artık burada olduğunuza göre büyük bir savaşın eşiğinde olacağız. Düzen ancak yeni bir savaşın sonunda ortaya çıkacak.’’

Gözlerinin derinlerine bakarak, ‘’Bana sadece Kurtarıcı hakkında herhangi bir bilgi ver.’’ dediğimde başını eğip derin bir nefes verdi, ufacık nefesi göğsünden taşarken ne düşündüğünü merak ettim. Bir süre sessizce kitabın üstündeki harflere baktı, ardından parmağını sallayıp aynı hareketi yaparak yeni bir kitabın havada süzülüşüne neden oldu.

Kitap usulca karşıma geçip hala havada asılı durarak sayfalarını karıştırmaya başladığında artık ne korktuğumu ne de şaşırdığımı hissediyordum. Hissizdim. Karşımdaki kitabın sayfasını karıştırmasının sonlanmasını bekledim, nihayet sonlandığında bir dize meydana geldi. M’rice kelimelerle yazılıydı ancak çevirebiliyordum.

‘’Görünenler aslında görünmeyenler kadardır,

Tıpkı yalanlarla doğruların birleştiği an gibi.

Yaşam her zaman varla yok arası bir yerdedir;

Ve geçmiş her zaman geleceğin üstüne örtülüdür.’’

Bir dertti, iki dert oldu der gibi satırların üstünde dolanan bakışlarımın odağı Cin’e doğru indi. Kaşlarını kaldırıp yandan yandan olsa da hala alttan bana bakan, aklımla alay ettiğini bas bas bağıran gözleriyle karşılaştım. Gözleri öyle söylese de mimikleri itaatkar, dudakları dümdüzdü. ‘’Düşüneceğim,’’ dedim kafamı salladıktan sonra, ona taviz vermeyerek.

Kafasını bir kez indirip kaldırdıktan sonra elini aniden savurdu ve kitap kendi rafına doğru uçup boşluktaki yerini aldı. ‘’Ben tekrar geleceğim.’’ deyip masanın arkasından çıktım ve merdivenlere doğru ilerlemeye başladım.

Aklımdaki sorular, bir değil iki olmuştu ve ben nereden başlayacağımı, nasıl devam edeceğimi veya işin sonunda bana ne olacağıyla ilgilenmeye başlamıştım.

‘’Ne zaman isterseniz.’’ dedi, arkamdan bana doğru seslenerek.

Çelik merdivenleri çıkarak gizli kapıdan dışarı çıktım. Asir meydanda görünmüyordu. Açık olan salona doğru yürüyüp tam ortada vazgeçtim ve dış kapıya yöneldim. Hala tişörtle olsam da üstüme montumu geçirmiştim, beni idare ederdi.

Kapıyı açtığımda kararmaya başlamış hava beni rüzgar eşliğinde selamladı. Siyah saçlarım dalgalanarak yüzümü açığa çıkarttı ve soğuk, direkt olarak suratımla bacaklarıma saldırdı.

Yine de oralı olmadan derin bir nefes çektim, ciğerlerime dolan hava tam karşı taraftan gelen orman kokusuydu. İçimdeki tüm huzursuzlukları ve kafa karışıklığını söküp almıştı sanki, sıcak bir şekilde tebessüm ederek verandanın solunda duran sallanan sandalyeye oturdum. Sandalye yamuk bir pozisyondaydı. Yanımda duran küçük pencereden salonu da görebiliyordum.

Yağmur dinmişti, soluk ve cansız görünen çimenleri ıslatmış toprağı çamur etmişti. Verandanın merdivenleri ıslanmıştı, diğer taraflar kuruydu. Göğsümün içi sarsılsa da ellerimi ceplerime sokarak bacaklarımı birbirine kapattım ve derin bir nefes bıraktım. Ağzımdan çıkan buhar hemen kayboldu. Karşımdaki dağlara ve dağların üstünü tamamen örten ağaçlara baktım.

Yaprakları sallanıyor, hışırdıyordu. Etraf güzel ve huzur veren bir görüntüye sahipti. Gökyüzü korkunç görünse de ve her gördüğümde kalbimi yerinden hoplatacak şekilde dehşete düşürse de ona da giderek alışıyordum. Bahçenin tam ortasında zıplaya zıplaya buraya gelen bir varlık gördüğümde refleks olarak başım o tarafa dönmüştü. Gözlerimi kısarak kirpiklerimin arasından beyaz tilkiyi ayırt ettim. Titreye titreye gelirken kuyruklarını yukarı kaldırmış, zıplayarak koşuyordu.

Şaşkınlıkla, ‘’Xiya!’’ dedim heyecanla, ona bakarken. Ayağa istemsizce kalkarak hayvanı bakışlarımla takip ettim. Merdivenleri tüylü pençelerini vurarak tırmandı ve arkasında pati izlerine benzeyen sulu ve çamurlu izler bıraktı. Beni görünce heyecanlandı ya da ben öyle düşündüm, çünkü kuyruklarını pervane şeklinde döndüre döndüre sevincini belli etti ve dibimde kaşla göz arasında bitti.

Tüylerinden firar eden damlalar bacaklarıma sıçrasa da sesimi çıkarmadan oturdum ve onu kucağıma çektim. Montumun arasına aldığım hayvanın beyaz tüyleri ıslaklıktan sönmüş ve birbirine yapışmıştı. Titreyen bedeni, sıcak montumun içinde resmen mayıştı.

Tüyleri ıslaklıktan dolayı birbirine yapışmış ve sönük dursa da elimi daldırdığımda tüylerini kabartıyor ve beni selamlıyordu. Avcum beyazlığın içine daldı ve orada atan kalbini avuç çizgilerimde bile hissettim.

Kalbimi heyecandan çırpındıran ve mahcuplukla harmanlanmış utanç hissini yayan varlığa baktım. Mucize gibi bir şeydi, bu mucize beni bulmuştu ama ben onun önemini kavrayamıyordum. Ne zaman kavrardım? Asir’in dediği gibi belki de ona bir isim bulmakla başlayabilirdim. Ne olursa olsun, ne düşünürsem düşüneyim ona bir isim vermek zorundaydım.

İsimler hayatımızda bıraktığımız en önemli imzalardan biriydi. Kişi ölse de adıyla anılırdı, yeryüzünden silinse ve toprağın altına karışsa bile adıyla çağrılırdı. Kimliğimizi, karakterimizi ve en önemlisi ruhumuzu oluşturan önemli bir faktördü. Montumun kanatlarını kapatıp onu orada sakladım ve çiselemeye başlayan yağmuru seyrettim.

‘’Sana ne desem?’’ dedim dalgın bir şekilde, çamurun üstüne düşen yağmur damlalarını seyrederek. Karanlık bir kuyu misali görünen gökyüzünden intihar eden damlalar, yere her düştüğünde sim gibi bir görüntü sergiliyordu. Çamura düşen damlalar bir senfoni oluşturarak kulaklarıma doluyordu.

Ormanı gürleten büyük bir rüzgar akımı duydum, ağaçlar yapraklarını sallayarak bayram etti. Yağmur gelirken çok güzel şeyler getiriyordu, nimet ve bereketin yanı sıra insanın içini ferahlattıran bir hisle geliyordu.

İsimler aklımda dönüp dururken boşluğa bakıyor gibiydim. Pamuk? Bir tilkiye verilecek bir isim değildi. Bulut? Çok sıradan. Renkli? Kuyruklarından yola çıkarak düşündüğüm klişe bir isimdi. Ardından Xiya’nın bana hissettirdiklerini düşündüm. Onu kaybettiğimde aklımı kaçıracak kadar çok endişelenmiş ve korkmuştum. Hatta İblis’e bile geçmişti, bırakıp gitmemi söyleyen bencil birini bile yoldan çevirmiş ve bana yardım etmesini sağlamıştı.

Cesurdu, Tar’ın peşinden gittiğini düşünsem de veya ona gitmemiş olsa bile Kızıl Diyar’da savunmasız bir şekilde dururken hiç korku nedir bilmemişti. Tanımadığı bana yaklaşmış ve hatta sinsice bana oyunlar oynayarak kalbimi fethetmeye çalışmıştı. Hatırladıklarıma karşılık dudaklarımda bir sırıtış belirdi.

‘’Ne fenasın,’’ dedim kendi kendime, aslında küçük dostumla konuşarak. Kararımı vermiştim, belki beni kurtarmayacak ya da kahramanım olmayacaktı ama kişilik özelliklerine baktığımda onda bu potansiyeli görüyordum. Ayrıca kendisi kurtularak hayatta kalmayı başarmıştı, ben sadece aracı olmuştum.

Hafifçe başımı eğerek, ‘’Sana Reha diyeceğim,’’ dedim Xiya’ya doğru fısıldarken. Montumu aralayıp sıcaktan mayışarak gözlerini kapatan hayvana baktım. Seslenircesine fısıldarken, ‘’Reha.’’ dedim tekrar, hayvan tek gözünü aralayarak sesin nereden geldiğini düşündü sonra saf saf bakmayı bırakıp tekrar gözünü kapattı. Kıkırdadım.

İçeriden ışık yanınca bakışlarım o tarafa döndü, Asir salonun ışığını aralamış ve bitkin bir halde tekli koltuğuna kurulmuştu. Bacaklarını iki yana açarak kafasını geriye yaslarken ne düşündüğünü merak ettirecek şekilde tavanı seyretmeye başladı. Elinde tuttuğunu son anda fark ettiğim sigara paketiyle şaşkınlık geçirdim, içiyor muydu?

Kızıl harelerini indirip paketten bir dal çıkarttı ve dudaklarında dengeledi. Ardından çakmak yardımıyla elini siper ederek ucunu yaktığında ateş yüzünün bir kısmını aydınlattı ve sigaranın ucu turuncuya bürünüp söndü. Onu seyrederken dumura uğramıştım, bir kal gelmişti. Kızıl harelerini kaldırdığında o keskin bakışların aslında bitkin değil, üzgün olduğunu fark ettim.

Ne olmuştu birden?

Kaşlarım merak duygusuyla çatılırken, pencerenin ardında kalmaya devam edip yağmurun altında onu seyretmeyi sürdürdüm. Sigarasından derin bir nefes çekip dumanı bir süre ağzının içinde bekletti, ardından derince üfleyerek ortalığı duman etti. Elini koltuğunun yanına düşürdükten sonra kafasını tekrar geriye yaslamıştı. Dumanlar başının çevresinde dolanıp duruyor, çok geçmeden havada kayboluyordu.

O sırada hiç tahmin etmediğim bir şey oldu.

Zihnimdeki o görkemli siyah kapı, gıcırdayarak aralandı. İçeri girme duygumu bastırarak o tarafa döndüm.

Şaşkınlık kapısının altından beraber sürüklendi ve İblis, kömür karası hareleriyle beni selamladı. Özlemden dolayı dolan gözlerimi kırpıştırarak ona baktım. Yüzünde bok yemiş gibi bir ekşilik, dudaklarını büzmüştü. Suratı aynı görünse de ruhunu bile gördüğüm o gölge, artık bana yabancıydı.

Bakışlarına bir kar yığını örtülmüş kadar soğuktu; ifadesi koca bir buz kütlesinden daha donuktu; atan kalbi, hareket etmeyecek kadar sessizdi. Tek hareket eden ve bana aşina olan şey, etrafına yayılan o kalın siyah sis tabakasıydı. Boşluğa düşmüş gibi oldum hatta beni uçurumun kenarından itmişler gibiydi.

Zemine doğru uçuyordum ama henüz yere çakılmamıştım. Havada savruluyordum.

Onda gördüğüm değişikliklerle zemine çakılma hızım o kadar artıyordu. Elindeki kadehi tutuş şekli bile değişmişti. Parmakları arasında her zamankinden daha çok gevşek tutuyordu ve sağ elinde tuttuğu kadehini artık sol elinde tutuyordu. Terazinin kefeleri tek bir gecede değişmiş, adalet arayışına girmiş çaresiz bir insan evladı gibiydim.

Ben şaşkınlığımdan sıyrılamadan, ilk karşılaşmamızda olduğu gibi ilk başta o konuşup düşüncelerimi köşelere dağıttı. ‘’Seni tekrar görmek güzel,’’ dedi ama eski samimiyetini yakalayamadım. Öylesine söylenmiş bir söz bile insanın kalbini bu denli yaralayabilir miydi? Farklı bir ruh içine kaçmıştı sanki, gözleri bile bana yabancıyken onu nasıl tanıyabilirdim?

Ona burukça gülümserken aslında en son ki düşünceme gülüyordum. Onu hiç tanımış mıydım ki?

‘’Seni de.’’

Gözleriyle önce suratımı, ardından tüm vücudumu yavaşça taradı. ‘’Neden üstünde tişört olduğunu sorabilir miyim?’’ dedi, aniden.

Nasıl anlatacağımı bilmediğimden değil ama üşendiğimden ifadesizce, ‘’Uzun hikaye.’’ dedim.

Kaşlarını yukarı kaldırdı, rahatlıkla ‘’Seks?’’ diye sorduğunda şaşkınlık ve ani gelen sıcak basmasıyla ona bakarken, ‘’Ne?’’ dedim hafifçe bağırarak, ‘’Saçmalama!’’ Gözlerini benden ayırırken hala umursamaz görünüyordu, ‘’Bir de evet deseydin…’’ dedi, homurdanarak. ‘’İblis, yok öyle bir şey!’’ dedim tekrar, kendimi aklamaya çalışırken.

Derin bir nefes verirken dumanları etrafa her zamankinden daha hızlı yayıldı, ‘’Aman,’’ dedi yüzünü buruşturarak, ‘’Bağırma kulağımın dibinde. Anladık, seks yok.’’

‘’Sonsuza kadar sana kaldım ben,’’ dedim ona ters ters bakarak, ‘’İçin rahat olsun.’’

Yarım yamalak sırıttı fakat bu sırıtışa rağmen bile yorgun görünüyordu, ‘’Halimden memnunum.’’ dediğinde gülümseyerek ona baktım ama aslında aklıma gelen sahneyle tebessüm etmiştim. Aniden bakışlarına gölgeler sürüsü indiğinde ruhunun ani değişikliğine şaşırmadan edemedim.

Göz kapaklarını yarı kapattı ve bana bakmayı sürdürdü. İlgisiz, soğuk ve umursamaz duruyordu. Son derece kayıtsız duruyordu. ‘’Neredeyiz?’’ dedi, davasına kısa bir ara vermiş de geri dönmüş biri gibi. ‘’Sen yokken kütüphaneye indim, Asir dönemi hakkında birkaç bilgi edinmeye çalıştım ama kitapların çoğu Eski M’rice’la yazılı. Bulabildiğim kaynaklar varla yok arası.’’ dedim, onu şüpheyle kısılan gözlerimle baştan aşağı tararken.

Bakışlarıma aldırmadan kafasını benden çevirip yan tarafa doğru baktı. Asir oradaydı. ‘’Kurtarıcı hakkında yazılanlar?’’ dedi hala Asir’e bakarak. ‘’Bir yazı buldum, tam yazı da sayılmaz. Birkaç cümleden oluşuyor.’’

Bakışlarını kayıtsız diyebileceğim şekilde usulca kırparak bana doğru döndü. Hala yarım yamalak, uyku sersemi biri gibi bana bakıyordu. Yüzünde hoşnutsuz bir ifade saklıydı ve dikkat etmiştim de onu gördüm göreli kadehini dudaklarına götürmemişti. Kalbime batanlar karamsarlığın okları mıydı yoksa onda gördüğüm değişimlerin getirdiği bir sancıdan mı ibaretti?

Yok olur muydu yoksa batmaya devam eder miydi?

‘’Ee,’’ dedi devam etmemi bekleyemeden, sabırsızlıkla. ‘’Söylemek için neyi bekliyorsun?’’ Dişlerinin arasında harfleri eze eze konuştuğundan kelimeler tıslamaya benzer bir halde dökülmüştü. Sesindeki mekaniklik hala oradaydı. İrkilip yutkundum, şaşkınlıkla aralanan gözlerim durduk yere kasılan ifadesini taradı.

‘’Sakin ol.’’ dedim mırıldanarak, ‘’Hatırlamaya çalışıyordum.’’ Fısıltım karşısında derin bir nefes verdi ve ifadesini değiştirmeye gerek duymadan buzdan farksız bakışlarını üstümden ayırmadan ilk defa kadehinden yudum aldı. İçkisinden içer içmez parmaklarının kasıldığını fark ettim, sırtını geriye yasladı ve dudaklarından çektiği altın kadehini yana doğru düşürdü.

Yüzü değişmedi. Bakışları değişmedi.

‘’Görünenler aslında görünmeyenler kadardır, tıpkı yalanlarla doğruların birleştiği an gibi…’’ dedim ve kafam karışmış bir halde odağımı ondan ayırarak kenara bakmaya başladım. Neydi? Kaşlarım istemsizce çatıldı. Aklımın dağılması, İblis’in sert ifadesinden kaynaklıydı. Beni dövecekmiş gibi bakması, aklımın durmasına neden oluyordu.

‘’Şiir mi okuyorsun şimdi?’’ dedi, dümdüz bir şekilde. Yine de bu sakinliğinin ardında yatan öfkeyi sezebiliyordum, bu bana yaşama sevinci bile verdi. Kenardan ayırdığım gözlerimi tekrar ona çevirdim, şaşkınlıkla, ‘’Ne?’’ dediğimde derin bir nefes verip burnundan soludu. ‘’Bunlar…’’ dedi yarım ağız, pasif öfkesini belli edercesine sırıtarak. ‘’Tam anlamıyla saçmalıktan ibaret.’’

‘’Sanmıyorum.’’ dediğimde uzaktan yansıyan ufacık bir ışık gördüm. O ışık, hatırlayamadığım cümlenin devamını ayaklarıma kadar süpürdü. Kelimeler dudaklarımdan aniden döküldüğünde İblis’in aralanan ağzı kapandı. ‘’Yaşam her zaman varla yok arası bir yerdedir ve geçmiş her zaman geleceğin üstüne örtülüdür.’’

Dudaklarını birbirine bastırıp kafasını eğdi ve derin bir nefes verip yarım ağız sırıttı. Fakat başını kaldırdığında o ifadesi bile çoktan dağılmıştı. Tüm ciddiyetiyle, ‘’Daha fazla devam etme.’’ dedi. ‘’Saçma sapan Kurtarıcı’yı övmekle ünlü bir şair bulmuşsun ve bana onun şiirini okuyorsun.’’ dedi yüzünü anlamsızca buruşturarak.

‘’Bence bunlar ipucu.’’ dediğimde boğazından anlamsız mırıltılar çıkarttı; dudaklarını birbirine bastırmış kaşlarını çatıp başka bir yöne bakmıştı.

Kıstığı kirpiklerinin arasından parlayan o kuzguni gözleri, öfkeden parlıyordu. ‘’Bir düşünelim,’’ dedi tüm öfkesine rağmen pasif çıkan o sesiyle. ‘’İlk cümleyi söylemeyeceğim bile, o ne anlama geliyor…’’ dedi kafasını yana doğru hafifçe eğip kaldırarak, çenesini büzerek baktığı yöne bakmayı sürdürürken. ‘’Bilmiyorum bile.’’

Fazla üstünde durmadan devam etti, ‘’Yalanlarla doğruların birleştiği an gibi.’’ dedi kadehinden yudumlarken. ‘’Yalanlarla doğrular birleştiğinde elde ne kalır, biliyor musun?’’ diye devam etti ama ne söyleyeceğimi bile beklemeden, ‘’Hiçbir şey!’’ diye bağırdı. ‘’Koca bir hiçlik!’’ Tepkileri o kadar aşırıydı ki, kapalı kapılar ardında kalırken ona ne olduğunu merak etmeye başladım.

Yalnız mı hissetmişti? Benim aklımla oynadıkları gibi onunkiyle de oynamış olabilirler miydi?

‘’Bu da ilk cümlenin mantıksızlığını öne çıkartan bir sonuç haline geliyor.’’ dedi İblis, düşüncelerimi bir bıçaktan daha keskin halde bölerek. Hala bana bakmıyor, boş duvarın köşesine odaklanmış sanki tüm bu sözleri ona anlatıyordu. ‘’Yaşam her zaman varla yok arası bir yerdedir ve geçmiş her zaman geleceğin üstüne örtülüdür?’’

Sonunda dayanamayıp sinir bozucu bir ifadeyle güldü; sırıtışı bir ay parçası kadar parlaktı ve gölgeleri arasında doğdu. ‘’Tatarus bana yardım etsin,’’ dedi alayla mırıldanarak. ‘’Bunlar zaten tüm dengeyi şaşırtan şeyler. Dengeyi şaşırtan şeyin de tam ortasındayız!’’ Sonunda sesini yükselterek bakışlarını düz duvardan ayırdı ve öfkeden koyulaşmış kuzguni bakışlarını üstüme yöneltti.

Derin bir nefes verip sakinleşmeye çalıştı ama neden öfkeli olduğunu da kendi de bilmiyor gibi kafasını kaldırıp tavana bakmaya başladı. ‘’Tüm her şey Naenia’yı ifade ediyor!’’ dedi tekrar, düz duvara anlatırmış gibi suratıma kelimeleri çarparak. Köpürmesi dinmiş gibi dikleşen omuzlarını indirdi ve sırtını geriye yasladı. Bana öyle aşağılayıcı bir şekilde baktı ki kalbimin hareket etmediğini hissettim.

‘’Sence Kurtarıcı, bu kadar boş laflamalarla bulunacak ya da görevi dümdüz bir şekilde anlatılacak biri mi?’’ Derin bir nefes verip sakinleşmek için gözlerini kapattı ve bir süre öylece bekledi. Gözlerim dolmaya başlamıştı, bana bağırmasını kaldırabilirdim ama kelimeleri, nedendir bilinmez ucu sivri birer oka dönüşüp kalbime hücum ediyordu.

O camdan duvarın arkasındaydım ve o cam kırılmak üzereydi ama kırıkları üstüme yağacaktı.

‘’Ne yaptın bu süreçte?’’ dedi, aniden saldırmaya devam ederek. ‘’Bensiz ne bok yedin?’’

Düşünürmüş gibi yaparken gözlerimi kısmıştım, çenem ağlama eşiğinde titredi ama asla sesim titremedi. ‘’Üç gün uyudum, uyandığımda sen yoktun ve ben de ne yapacağımı bilemedim. En mantıklı seçenek kütüphaneye inip bir şeyler aramaktı.’’ dedikten sonra kırgın kırgın, ‘’Çünkü varlık, yokluktan iyidir.’’ dedim.

Kömür karaları, ruhumu delmeyi bırak ezmek istercesine bakmayı sürdürdü. ‘’İyi, peki.’’ dedi bakışlarına tezat düşecek şekilde sakince. ‘’Yalnız bir sıkıntı var, hala yokluk içindesin.’’

Ona tepeden bakmaya başladım, ‘’Sanmıyorum.’’ dedim inatlaşarak. Gülercesine nefes bıraktı, parazitli ve mekanik sesi duvarlarda yankılandı ve benimle her zerresiyle dalga geçti. ‘’Ne?’’ dedi, ne var gibi alayla, ‘’Şiiri tekrar okuyacaksan geçti onun son tarihi.’’

‘’Cin dedi ki,’’ dediğimde bakışları Asir’den tekrar bana döndü. ‘’Tar ancak Kuzgun’un kokusunu aldığında belirirmiş ve ben Kraliçe’ymişim.’’ Elini kaldırıp durmamı işaret ederken yüzü buruştu, ‘’Ne? Ne Cin’i?’’ dedi parazitli sesiyle. Bu sefer sakindi ama bu sakinliğin ve sessizliğin arkasında da büyük bir gürültünün saklı olduğunu biliyordum.

‘’Kütüphanede bir Cin’le karşılaştım. Kütüphanede yardımcı.’’ dedikten sonra devam ettim, ‘’Bana Kraliçe diye hitap etti ve nedenini sorduğumda bildiğin şeyler... Kolyeden ve soyumdan bahsetti.’’

‘’Bunu bana niye şimdi söylüyorsun?’’ dedi dişlerinin arasından, ‘’Şiiri okuyacağına bu detaydan bahsetseydin.’’ Onu ilk defa bu kadar öfkeli görüyordum, normalde bana karşı olan öfkesi saman alevi gibi olurdu. Tamamen kızmış olmazdı ya da kızsa bile iki dakika bile sürmezdi. Bu bir şeylerin yolunda gitmediğinin işaretiydi.

Oralı olmadan karşılık verdim, ‘’O şiiri de o gösterdi ve ondan sonra sana bahsedecektim. Lafı ağzıma tıkadın!’’

Aldırmadı. ‘’Soy ve kolye, bunlar eksik kanıtlar. Bize sağlam ve sarsılmayacak bir kanıt lazım ki senin Kurtarıcı olduğundan emin olalım.’’ dediğinde kaşlarını çattı, ‘’İlk defa biri sana Kraliçe dedi değil mi? Neden Kraliçe deniyor ki senin gibi bir vasıfsıza?’’ dedi devam ederek, bana meydan okurcasına bakarken.

Kalbimi kırıyordu, kırık parçalar ruhuma batıyordu ve ruhumdan onları çekip ayırsam da iyileşmeyecekti. Ruhum zamanla daha da yıpranacak, daha da kanayacaktı. Hissettiklerime rağmen tek omzumu silktim, ‘’Ne bileyim?’’

Alt dudağını ısırıp gözlerini başka bir odak noktasına kaydırdı, düşünceli ve dalgın görünüyordu. Sonra ifadesini toplayıp alt dudağını dişlemekten vazgeçti ve, ‘’Bilsen şaşardım.’’ diyerek homurdandı. ‘’Her şey Tar’la bağlantılı. Bir daha karşılaşmaya götüm yemez ama karşılaşmak zorundayız Toprak.’’ dedi bana geldiğinden beri ilk defa lakabımla seslenerek.

Alt dudağını sivri diliyle yalarken o siyah et parçası kaşla göz arasında içeri saklanmıştı, alt dudağı ıslaklıktan dolayı parladı. ‘’Senin Kurtarıcı olduğundan emin miyiz? Tar sana boşuna gelmiş olamaz.’’ dedi düşünceli bir sesle, bu sefer sesinin desibeli sakindi ama ona bakmaya cesaret edemiyordum. Yine o sert bakışlarıyla karşılaşacaktım, emindim.

Benden cevap alamayınca devam etti, ‘’Tar sana geldiğinde herhangi bir şey hissettin ya da gördün mü?’’

‘’Hayır.’’ dedim mırıldanarak. Konuştuğumdan dolayı çenem titremişti ama bunu görmedi mi yoksa umursamadı mı bilmiyordum. ‘’Bana yalan söyleme. Bir güç patlaması ya da zihin oyunları?’’ dediğinde burukça gülümsedim. ‘’Ya sana?’’

‘’Ne?’’

Ona döndüğümde bulanıklaşan irislerimi fark etti, şaşkınlıkla ifademe bakarken gülümseyişimi bozmadan devam ettim. ‘’Uzun bir süre gelmedin. Sana bir şey yapıldı mı?’’ Bir süre sessizlik içinde ifademi seyretti, boş boş, ‘’Hayır.’’ dedi. ‘’Benimle ilgilenme.’’ Kayıtsız şekilde devam etmişti. Güldüm. ‘’Salak mısın sen?’’ dedim, ‘’Zihnimdesin. Nasıl ilgilenmeyeyim?’’

‘’Boş ver işte.’’ dedi, üstüne bastırarak. ‘’Herhangi bir etkisi oldu mu?’’ dedi devam ederek, keskin şekilde.

‘’Hayır.’’

‘’Güzel.’’ Yutkundu ve bakışlarını kadehine indirerek bir yudum aldı. ‘’Ya da güzel falan değil. Tar’ın neden sana saldırdığını bilmiyoruz. Bilmemiz lazım. Asir bunun hakkında bir şey söyledi mi?’’

Tek omzumu silktim, ‘’O da emin değil.’’

Korkarak mı yoksa çekinerek mi emin olamadığım bir ses tonuyla, ‘’Aşağıya indiğinde Asir’e yakalandın mı?’’ dedi pür dikkat bir tavırla suratımı seyrederken. Onu tekrar kızdırmak istemiyordum ama yalan söylediğimi de bakışımdan anlardı, o yüzden dürüst olarak sessizce kafamı salladım. Dudaklarının arasından pes edercesine nefes verip gözlerini usulca yumdu ve tekrar araladı.

Kızmasından korktuğumdan düşüncelerinin önüne kapkalın bir set çektim ve aceleyle konuştum. ‘’Cin bile gerçekleri öğrenmek istersem ona sorabileceğimden bahsetti.’’

Alt dudağını yalayıp öylece bekledi ve bana bir süre bakıp durduktan sonra, ‘’Cin manyak herhalde.’’ dedi İblis gevşekçe gülerek. ‘’Keçileri kaçırmış.’’ Ardından tekrar dalgın bakışlarını Asir’e doğru çevirdi. Ben de o ona doğru döndüğünde bundan istifade, pencereden içeri doğru baktım. Hala yorgun ve anlamını bilmediğim şekilde üzgün görünüyordu.

Sigarasından içerken rahattı, kafasını geriye yasladığından boynu tamamen açıktı ve her yutkunduğunda adem elması sallanıyordu. İblis, ‘’Zaten anlamaması işten değildi,’’ dedi devam ederek, Asir’in aşağı inip inmediğimi saklayamayacağımdan bahsettiğini kavramam uzun sürmedi. ‘’Cin Asir’e, Asir seni Cin’e postalıyorsa ortada bir şey dönüyor demektir.’’

Böyle düşünmemiştim. Asir beni Cin’in varlığını bilerek neden aşağı inmemi istemiş olabilirdi? Bir şeylerden emin olmak istediği barizdi, bunu yüzüme karşı yaparak değil arkamdan iş çevirerek, beni kandırarak mı elde etmeye çalışmıştı? ‘’Ne düşünüyorsun?’’ dedim, düşüncelerimi ona söylemekten çekinerek.

Bana yandan bir bakış atıp sakince cevapladı. ‘’Konuşalım.’’

‘’Konuşalım mı?’’ dedim alayla, ‘’Hani bu ‘’manyaklık’’tı?’’

Dümdüz bir ifadeyle bana baktıktan sonra aklına bir şey gelmişçesine göz kapaklarını yarım yamalak indirdi, ‘’Sence biz akıllı mıyız?’’ Sessizliğimi yine bir yanıt olarak alıp sadece bozuk bir tebessüm vermekle yetindi. Zaten üşüdüğümden ve yağmur iyice bastırmaya başladığından dolayı ayağa kalktım.

Dikkatlice kalkmaya çabaladım çünkü Reha hala uyuyordu. Montumun içinden onu kucaklayıp içeri girdiğimde evin buhar misali sıcaklığı yüzüme çarptı. Reha’nın nasıl hissettiğini anlamıştım zira kısa süreliğine her şeyi unutarak mayıştım. Montumu çıkartıp askılığa asarak salona doğru ilerlemeye başladığımda önce Reha’yı koltuğun üstüne sonra onun yanına ben oturdum.

Koltuk ben oturur oturmaz beni içine çekti. Burnuma akın eden sigara kokusu keskindi, yüzüm istemsizce buruştu. Asir’e doğru döndüm, istifini bozmamış hala gözleri kapalı şekilde duruyordu. Parmaklarının arasında dengelediği sigarası bitmek üzereydi. Bunu sezmiş olmalıydı ki o an kafasını kaldırıp sigarayı yanına çektiği, koltuğun dayanağının üstündeki kül tablasına bastırdı.

‘’İçiyor musun?’’ dedim sorgularcasına, merak etmiştim. Sigara içmekten ve onun kokusundan zerre hoşlanmazdım. Yine de içenlere karşı önyargım yoktu. Keskin bakışlarını bana doğru kaldırdı, ‘’Çok nadir,’’ dedi, bozuk sesiyle. ‘’Öyle kafamın dağılması için.’’

‘’Önemli bir şey mi var?’’ dedim, merak içinde dikkatlice suratını incelerken. Keskin hatları kasılmıştı, sorum üzerine daha diken üstünde oturdu; fakat son anda bir şey düşünmüşçesine rahatladı ve iyice koltukta yayıldı. ‘’Yok,’’ dedi geçiştirircesine, ‘’Bir şey aklıma geldi de. Bugün Kuskut’un 7’si.’’

‘’Kuskut?’’

Alnımda üçüncü bir göz varmış gibi bana baktıktan sonra, ‘’Ay ismi.’’ dedi. ‘’Bilmiyor musun?’’

İblis elini şakağına dayarken yüzünde yarım yamalak tebessüm, baygın bakışlarla Asir’e bakmaya başladı, ‘’Hee,’’ dedi, sonra dalgalı şekilde. ‘’Bir bu eksikti, amına koyayım. Bu yaştan sonra ayları ezberleyeceğiz bir de.’’

‘’Neyse,’’ dedim geçiştirerek, ‘’Ne var Kuskut’un 7’sinde?’’

Sorum karşısında afalladı ama yine son anda bir şey düşünmüş gibi afallayışını kısa sürede toparladı. Dudaklarına hüznün en güzel yansıması, keskin bakışlarına hüznün boyası bulaştı. ‘’Benim savaşım.’’

Ne diyeceğimi bilememiştim, tüm kelimeleri unutmuş da dilim dönmüyormuşçasına ona bakmayı sürdürdüm. Sessizliğimden yararlanarak cam sehpanın üstüne bıraktığı sigara paketini aldı ve içinden bir dal sigara daha çıkarttı. Ardından keten gömleğinin sol cebinden bir çakmak çıkartıp tekrar dudaklarının arasına dengelediği sigaranın ucunu yaktı.

Kızılları parlayıp söndüler ve bakışları odağını kaybetmiş birer ok gibi herhangi bir yere saplandı. Yere bakıyor gibiydi ama bakışları oraya ait değildi. Onun tam yanında arkama doğru yaslandım ve bir süre sessizlikle beraber onu dinledim. Onun sessizliğini. Yutkundu, ardından daldırdığı bakışlarını okyanusun dibinden çekmiş de gün yüzüne çıkarmış gibi bana doğrulttu.

Kaşlarını kaldırıp indirirken hiç indirmediği o çelikten maskesini yüzünde tutmayı başardı. ‘’Rahatladım,’’ dedi her zaman ona yakıştırdığım kaba sesiyle, kafasını bir şeyi onaylarcasına sallayıp tekrar yutkundu. Gözlerimde nasıl bir ifade vardı ve o ifade nasıl yüzümün her köşesine yavaşça sindi bilmiyordum fakat gözleri o kadar sertleşti ki, beni mi yoksa düşüncelerini mi öldürmek istediğini bir süre düşünmek zorunda kaldım.

İfademi toparlamam için geçti. İblis kaşlarını alayla kaldırarak yarım ağız sırıttı ama sırıtışından da samimiyet akmadı. ‘’Rahatladı?’’ dedi, titrek çıkan mekanik sesiyle. Buram buram alay ediyordu. ‘’Tam olarak ne için?’’

‘’Neden?’’ dedim çatlak sesimle. Boğazımdaki hayali pürüzü temizleyerek sustum.

Güldü, ‘’Birisi fark etti.’’

Ben de yarım yamalak bir şekilde tebessüm edip tekrar sessizlik içinde onu bekledim. İblis de sessizdi ve tıpkı onun gibi geriye yaslanarak altın kadehinden yudumladı. Bakışları, onunkilere kilitliydi.

Sigarasından bir kez daha içti ve parmaklarının arasına dengeleyerek elini koltuğun kenarına yasladı. Dudaklarının arasından çıkan duman yoğundu. ‘’Merak ettiklerini bana sorabilirsin,’’ dedi Asir, durgun bir şekilde. ‘’Boşluk’u rahatsız edip eline ne geçti sanki?’’ diye devam etti, kesikçe gülerek. Kızıl harelerindeki hüznün sebebini bilmiyordum ancak fırsattan istifade öğrenebilirdim.

İblis de güldü ama bu onun dilinde pasif öfkesini saklayan bir gülüştü. ‘’Puşt, öyle bir şey söyledi ki anasını satayım; bir kararsızlığa düştüm şimdi.’’ Sövüşünü görmezden gelmeye çalışarak renkli gözlerimi, onun kömür karası gözlerine diktim. Bana dönmüştü, ‘’Konuşmasak mı?’’ dedi yüzünü buruşturarak.

‘’Öyle ya da böyle, yanlış veya doğru; bir şeyler bilmek zorundayız İblis. Düşman olacaksak bile bir şeyleri ondan öğrenmem yararıma olabilir.’’

Kafasını sallayıp devam etmemi işaret etti, ‘’Ne yaparsan yap.’’ dedi sonunda da pes ederek.

‘’Herkes gibi savaşı merak ediyorum,’’ dedim Asir’e bakarak, dik bir duruşum ve kendime güvendiğimi belli eden bakışlarım vardı. ‘’Gerçek savaşı, sebepleri ve sonuçlarıyla.’’ dedim bastırarak.

İkiletmeden cevap verdi, belki de onun eşref saatine denk gelmiştim. Bence bunları normal bir kafayla, sıradan bir günde anlatmazdı. ‘’Her şey ırk savaşından dolayı başladı,’’ dedi aniden. ‘’Melez’ler, Safkan’lar tarafından hor görüldü. Cadı’lar ve Büyücü’ler arasında savaş başladı; Kurt’ların bile kendi arasında bir çatışması oldu. Bölge, sınır çizme olayının boyutu artık sürü savaşına kadar çıktı. Vampir’ler delirmişçesine kan akıtmaya devam ettiler. Her şeyin düzeni çoktan bozulmuştu.’’

Sigarasından tekrar içip dumanı ağzında bir süre tuttu ve üfledi. ‘’Düşünülenin veya bilinenin aksine, ben Melez’im.’’ dediğinde ona şaşkınlıkla baktım. İblis bile, ‘’Siktir!’’ demişti aniden şaşkınlıkla bağırarak.

Bakışlarındaki o bitikliği bana göstermekten çekinmeden bana doğru döndü. ‘’Beni canavar diye çağırmalarının nedeni bu.’’

Zemine çarpan boncukların her biri farklı bir ses çıkarttığında bakışlarımı ondan ayırıp cam sehpanın ortasına baktım. Sonra o boncuklar köşelere dağılmadan hemen önce, ‘’Nasıl yani? Hangi…’’ dedim sustum ve devam ettim, ‘’Tam olarak…’’ dedim ama kelimeler dilime vurup geri çekiliyordu.

Doğru kelimeyi seçemiyordum, bunu fark etmiş olmalı ki iç çekip devam etti. ‘’Yarı Cadı, yarı Kurt’um ama ne taraf daha baskınsa daha çok o olursun.’’ diye devam ettiğinde benden gözlerini ayırmıyordu. ‘’Kurt’um.’’ dedi son anda, noktayı koyarcasına net sesiyle.

Hayret etmiştim, ‘’Sırf Melez’sin diye mi sana canavar dediler?’’

‘’Tabii yaptıklarım da söylenenleri kısmi olarak doğruladı. ‘’ dedi, başını alayla sallarken. Kaşlarımı çatıp devam edecektim sorgulamaya fakat benden önce davrandı, ‘’İnsanlar bilmedikleri şeylerden korkarlar, Yağmur.’’ dedi, düz tavırla aynı zamanda keskin sesiyle.

‘’Ben kimseye kendimi açıklama gereği duymadım. Mahkeme sırasında da, ondan önce de, kafesten çıktığımda da. Gerçek Asir’i merak ediyorsun ya,’’ dedi devam ederek, bakışlarındaki o alayla. ‘’Söylesene, sana onu gösterdiğimde yanımda bu kadar rahat durabilecek misin?’’

Sorusundan ilk defa korktuğumu ve o sorunun doğurduğu sonuçları, ilk defa bu kadar net bir şekilde endişeyle hissettiğimi fark ettim. O yüzden sondaki soruyu es geçip başka bir şey dedim.

‘’Kurt’larla Cadı’ların birleşmesi…’’ dedim ve bir süre bekledim, ‘’Bilmiyorum tabii gerçekte nasıl,’’ dediğimde devam etmemi hala sabırla bekliyordu. Tek kaşını kaldırarak, kıstığı gözleriyle, ‘’Ne biliyorsun?’’ dedi benden uzun bir süre cevap alamayınca.

‘’Yanlış diye biliyorum. İki farklı, iki güçlü türün birleşmesinden oluşan bir bebek sonuçta.’’ dediğimde kelime seçimlerime mi yoksa kendisine mi güldü bilmiyorum ama kafasını geriye yatırarak bozuk denilebilecek şekilde kahkaha attı. İblis’se, ‘’Yazık, delirdi.’’ deyip kadehinden yudumladı. Fakat öyle bir şekilde devam etmiştim ki, kafası geriye hala yatıkken ve gülüyorken aniden sustu. İblis bile bana şaşkınlıkla baktı.

‘’Seni o kafese bir gün çıkarmak için değil; aslında öldürmek için attılar değil mi?’’

Yavaşça başını aşağı eğdi ve keskin bir şekilde suratımı inceledi, şaşırdığını alttan alta düşen maskesinden anlamıştım ama toparlanması uzun sürmedi. Daha sert, daha yapışkanlığı yüksek ciddi bir maske yerleştirip devam etti. ‘’Sandığımdan daha zekisin,’’ dedi alay taşımadan.

‘’Yine de Tanrı’ların lanetinde hasar vardı. Bunu bilerek mi yaptılar, emin de değilim gerçi ama laneti okuduklarında şunu araya sıkıştırdılar. Yağmurlu bir gecede, Kanlı Ay mağaranın yönünü değiştirdiğinde biri gelecekti. O kişi, beni kafesten çıkartan tek kişi olacaktı.’’

İblis’le şaşkınlıkla birbirimize baktık, ‘’Ben mi?’’ dedim elimi göğsüme yaslayıp şaşkınlığımı gizlemeden.

Kaşlarını kaldırarak, ‘’Sen.’’ dedi, eliyle beni göstererek. ‘’Zaten bu yüzden, çoğunluğun dikkatini çekerken senin beklenen kişi olduğundan şüpheleniyorlardı.’’

‘’Neden böyle bir şey söylesinler ki?’’ dedi İblis, dişlerinin arasından. ‘’Asıl lanet bu lan!’’ dedi bana bakarak, bir bana bir ona bakıyordu ve gözlerinden şaşkınlığın emareleri okunuyordu. ‘’İkinizi de yakmanın bir yolunu bulmuşlar. Kurtarıcı aslında Asir’i kurtaracaktı belki de.’’ Teori oluşturduğunu biliyordum, o yüzden sessizlikle onu dinledim.

‘’Herkesi kurtarmanın önemini ve boyutunu bilmiyorum ama Kurtarıcı demelerinin ilk sebebi, belki de buydu. Tanrı’ların laneti, ikinizin üzerinde Toprak. Buradan çıkmamız gerekli, ne olursa olsun.’’

Asir parmaklarının arasındaki sigarayı tekrar dudaklarına götürerek derin bir nefes aldı, dumanın yoğunluğundan kızıl hareleri kısılmıştı. Ardından tekrar yanına indirdiğinde dudaklarından firar eden dumanın yoğunluğunu seyrettim.

‘’O sıralarda seni durduracak olan bir kişi bile mi yoktu?’’ dedim, sesimdeki o acımayı ona belli etmemeye çalışırken. Bazı insanların dostları veya arkadaşları olurdu, bazıların ailesi olurdu; onlar kötü bir şey yapmalarına engel olurlardı. Bazı insanlar bunlardan yoksunlardı ve en şanssız kişi olarak doğmuş olurlardı. Asir şanslı mıydı yoksa şanssız mı?

İblis araya karıştı, ‘’Kızım onun kimsesi yok.’’ dedi, ‘’Bakışlarından anladım.’’ Sigaranın külünü kül tablasına serptikten sonra tekrar ağzına götürmeden önce, ‘’Benim arkadaşım yok.’’ dedi, keskince. ‘’Gerek de yok.’’ İblis elini kaldırıp ben demiştim bakışlarından attı. Elinde artık bitmek üzere olan sigaranın sonunu kül tablasına tamamen bastırarak onu söndürdüğünde, çanaktan son kez duman yükselip havaya karıştı.

Kül tablasının yanında duran beyaz paketten tekrar bir sigara çıkarttı, ‘’Ailemse o savaşta ölmekle meşguldü.’’ dedi, dudaklarına dengelediği yeni bir sigarayla. Kalbim onun için yoğun bir şekilde sancıdı, ardından o sancı yerine ateşten sular dökülmeye başladı. İçimi saran sıcaklık, yoğun bir acıma duygusu muydu yoksa ailesizliğin ne demek olduğunu bilen tarafım mıydı? Bilmiyordum ama onu kendime daha yakın hissetmeme neden olmuştu.

Çakmağı gömleğinin cebinden çıkarttıktan sonra başparmağıyla sürttü, ucu alev alan çakmağı, bakışlarını indirip sigaranın ucuna değdirdi. Ateş yüzünün bir kısmını aydınlattı. Sigaranın ucu turuncu bir renge büründü, ardından sönerek kül rengini aldı. Yanaklarında çukurlar oluşurken aynı çukur şakaklarında da doğdu; sonra parmaklarının arasına dengeleyip tekrar indirdi.

Hareketlerini pür dikkat seyrederken aslında aklımdaki soruyu sorma cesaretini toplamaya çalışıyordum. Üstüme de atlayabilirdi sonuçta. Yine de cesaret, heyecanın arkasından göründüğünde dudaklarımın arasından çıkan kelimelere engel olamadım. ‘’Senin çıkarttığın savaşta mı?’’ dedim, mantık hatasını kaldırmaya çalışırken.

İblis bozukça gülerken, ağzının içinde homurdandı. ‘’Toprak için bir dakikalık saygı duruşu.’’

Bakışlarını bana öyle bir çevirdi ki o yavaşlıkta beni sonunda öldüreceğini düşündüm. Dumanların arasında beliren kızıl hareleri, anlam veremediğim bir parıldayışa ev sahipliği yapıyordu. Dudaklarından dökülen duman havaya karışıp yok oldu. Yumuşakça yutkundum, gerginlikten içten içe kasılıyordum ama bakışlarına tezat şekilde yumuşakça karşılık verdi, ‘’Evet.’’ deyip bir süre bekledi. ‘’Yetişemedim. Sonra da delirdim.’’

Pes etmiyordum ve hiçbir şeyin sindirilmesine fırsat tanımıyordum. Söylediklerinden o kadar aklım karışmıştı ve heyecanlanmıştım ki bir soru, anında diğer soruya gebe kalıyordu. Elimi kaldırarak, ‘’Bir dakika,’’ dedim kaşlarımı çatarak, ‘’Delirdiğin için aslında savaşı başlattın değil mi? Ondan önce normaldi her şey.’’

İblis de şaşkınlıkla bana baktı, ‘’Aslında savaşı o başlatmadı mı diyorsun?’’ dediğinde kafamı salladım. Benimki de teoriydi.

Asir güldü ama bu samimiyetten uzak bir gülüştü. Kalın sesi yine soft bir hale bürünmeyi başarmıştı, ‘’Çok mu içiyorum?’’ dedi sigarasına kısa bir bakış atarken, ardından tek kaşını kaldırıp alttan alta bana bakıp sırıttı. ‘’Fazla açık ediyormuşum gibi geldi.’’

‘’Ben çok zekiyim,’’ dedim boş bir gururla karışık ego yaparken. İblis’le beraber aynı anda gülüşü genişledi ve kafasını geriye yatırarak bozuk bir kahkaha attı. İblis susarken, o ‘’Evet, öylesin.’’ dedi alay taşımayan sesiyle. İblis’inse aklına farklı bir şey takılmıştı. ‘’Neden canavar diye anılan birini, üstelik hor görülen bir Melez’i, en önemli konuma getirsinler? Nizam Koruyucusu? Bu doğuştan gelen bir yetenek değilse sence, tüm her şeye rağmen aptal cesareti değil midir bu?’’

Bana da mantıklı gelmişti. İblis’in sorusunu kısaltıp sordum, ‘’Neden seni Nizam Koruyucusu yaptılar? Sonuçta Melez olduğunu söyledin.’’

‘’Vay,’’ dedi bana büyülenmiş gözlerle bakarken, ‘’Güzel sorular bunlar. Şaşırtıyorsun beni Rea.’’

İblis böbürlenerek, ‘’Ben şaşırtıyorum.’’ deyip arkasına yaslandı. İkisine de gülümseyip sessizce cevabını bekledim. Bacak bacak üstüne atmaya devam ederken, bu sefer koltuğa yasladığı diğer elini bacağının üstüne koydu. Sigarasından tekrar çekerken yanaklarında çukurlar oluştu, dudakları arasından dökülen dumanın kokusu burnuma dolsa da oralı olmadım. Aslında sigara kokusundan nefret ederdim, yine de şu an beni rahatsız etmedi.

‘’Öncelikle bu soruya cevap vermek için şunu açıklığa kavuşturalım.’’ dediğinde bana dikkatlice bakmaya başlamıştı. Yutkundu, yutkununca boğazındaki o çukur yine sallandı. Tek gözünü şüpheyle kısıp bana bakarken, ‘’Melez’ler hakkında ne biliyorsun?’’

‘’Kitaplarda okuduklarımdan ve filmlerde gördüklerimden mi bahsediyorsun?’’ dedim gevşekçe sırıtırken. Kafasını ciddiyetle sallayıp devam etmemi bekledi. Bir süre düşünüp doğru kelimeleri seçmeye çalıştım, koridorlarımdan bana doğru koşan sahneler gördüğüm filmlerden ve okuduğum kitaplardan alıntıydı.

İblis’le bile bakıştık. Sonunda dilime ulaşan kelimeleri bekletmeden ortaya saçtım. ‘’Güçsüzler. İki türün birleşiminden oluşan ırk, iki gücü de dengeleyemediğinden veya birleştiremediğinden dolayı güçsüz konuma düşerler. Arafta kalan insan gibi olurlar.’’ dedim sonlara doğru toparlamaya çalışarak, kelimeleri seçerken.

Beni dikkatlice dinledikten sonra başını olgunlukla salladı, ‘’Yanlış.’’ dedi sonra, ciddiyetle. ‘’Aksine bir Safkan’dan daha güçlü oluruz.’’ Bu tüm dengeleri şaşırtan bir cümleydi. Okuduklarıma ve gördüklerime karşıydı; tamamen yanlış geliyordu. ‘’Ne?’’ dedik İblis’le beraber.

‘’Sen de diyorsun, iki farklı ve iki güçlü tür birleşirse onlardan doğan çocuk neden güçsüz olsun?’’

‘’Sebebini açıkladım,’’ dedim sorgularcasına, şaşkınlıkla ona bakarken.

Kaşlarını çatarak devam etti, kızgın görünmüyor aksine bir yanlışı düzelten öğretmen edasıyla duruyordu. ‘’Mantıklı sayılsa da okuduğun kitaplardan, izlediğin filmlerden oluşan bir mantık. Gerçek hayat böyle değil, Yağmur. Biz, dizginlenmesi en zor fakat gücümüzü kontrol altına aldığımızda da en güçlü olan ırkız.’’

Bu yüzden Safkan’ların nefretini kazanmış olabilirlerdi. Çünkü Safkan’lar kadar bilinen güçlü bir ırk, aslında kimse tarafından sayılmayan ırktan ibaretti. Melez’ler gelene kadar onlar sayılırlar, Melez’ler geldiğinde onların yardakçıları konumuna düşerlerdi. Irk savaşının başlangıcını da belki de onlar imzalamışlardı. Zihnimdeki taşlar gürültüyle yerlerine otururken Asir derin bir nefes vererek devam etti.

‘’Tanrı’lar da bunun bilincindeydi. Beni dizginlemek için Nizam Koruyucusu konumuna getirdiler. Cadı olarak en önemli yeteneğim, zamanı durdurmaktı. Kurt tarafımla, Cadı tarafımı birleştirdiğimde yapacaklarımdan korktular. Zaten o zamanlar durdurulması güç biriydim, beni ve gücümü engellemenin bir yolu olarak bana önemli bir görev vermeye karar verdiler.’’ dedi, dudaklarında kibir dolu bir sırıtış belirdi ama bana değil, karşısındaki koridorun boşluğunu seyrediyordu.

‘’O zamanlar pimi çekilmiş bir bomba gibiyken, Tanrı’larsa o bombayı ellerine alıp zamanı geldiğinde patlatmanın yolunu buldular.’’

İblis, ‘’Şerefsizler, kullanıp atmışlar resmen. Sonra da tüm suçu Asir’e yıkmışlar.’’ dedi dişlerinin arasından.

İblis’i es geçerek, ‘’Sen cezanı çekmiş, artık sakin ve olgun görünen birisin. Neden hala izlendiğini düşünüyorsun?’’ dediğimde kısık sesle güldü. Gözlerinin kenarları kırışırken bile asla samimiyet içeren bir gülüş değildi, kaşlarını kaldırarak bana baktığında dudaklarındaki o gülüş soldu. ‘’Gerçekten rahat duracağıma inanmıyorlar, sen olsan inanır mıydın?’’

Kendimden emin bir şekilde, ‘’Ama rahat duracaksın, değil mi?’’ dediğimde bir süre düşündü, ardından sakin duran suratında tehlikeli bir sırıtış meydana geldi. Şaşkınlıkla ona baksam da o karşıya bakarak alayla tek gözünü kısıp, ‘’Bilmem,’’ dedi manalı şekilde, ‘’Ruh halime göre değişir.’’

Olduğu yerde durmazsa; Tanrı dedikleri kişilerin ki bunlar bence korktukları Leva, Mavera ve Azer oluyordu, ne yapacaklarını düşündürdü bana. Cin bile bir savaşın geleceğinden bahsediyordu ve ben, içten içe beni öldüren bir duygunun var olduğunu biliyordum. Asir’le savaşmak istemeyen korkunç bir duyguydu; zaman geçtikçe ve onu tanıdıkça büyüyor ve sonumu hazırlamak için orada olacağından kendine cellat elbisesi dikiyordu.

‘’Bizim düşman olacağımızdan bahsediyorlar,’’ dedim sesimin titremesini engellemeyi başararak.

Karşıdan gözlerini çevirip bana doğru baktığında kızıl irislerinde tuhaf bir parıldayış geçti. Yine de aklarındaki o kırmızı iplikler, ne düşündüğünü ya da ne hissettiği konusunda fikir ayrımına düşmeme sebebiyet verdi. ‘’Yani, eğer Kurtarıcı’ysam.’’ diyerek ekledim. Kaşlarını birbirine yaklaştırdığında ortasında derin bir çukur oluştu ve o yara kırıştı, ‘’Düşman mı?’’ dedi sadece, başımı sallayarak susmayı denedim.

Dudakları arasından derin bir nefes bırakıp kül tablasına sigaranın ucunu bastırdığında, ‘’Ancak yoluma çıkarsan.’’ dedi keskin sesiyle. Sigaranın ucunu iyice bastırdı, ‘’Yanımda yürüme kararı verirsen, neden düşman olalım?’’ deyip elini oradan çekti. Bu bir tehdit miydi? Hareketlerini öyle ima dolu şekilde yapmıştı ki bunu düşünmeden edememiştim.

Kesin bir şekilde, ‘’İnsanları öldürmem.’’ dediğimde kesikçe güldü. ‘’Öldür demedim. Daha planımı bile bilmiyorsun.’’

Kaşlarımın uçlarını bilmişçesine kaldırıp indirirken, ‘’Anlat.’’ dedim çenemi de aynı zamanda kaldırarak, ‘’Belki o zaman karar veririm.’’

Tekrar güldü fakat bu sefer gülüşünde alay dolu samimiyetten vardı, ‘’Henüz değil,’’ dedi kaşlarını çatıp aynı zamanda sırıtırken. ‘’Önce bir kendini bul, Rea. Önce bir emin olalım, Kurtarıcı olup olmadığına.’’ Tek gözünü kırpıp dudağının kenarındaki gülümsemeyle devam etti, ‘’Sonuçta Tar sana boşuna gelmiş olamaz.’’

İblis kafasını sallarken sessiz kalsa da, benim aklımda dönenler susmama engel oluyordu. ‘’Sence neden bana gelmiş olabilir?’’ dediğimde, aslında onun nabzını tehlikeli bir şekilde ölçüyordum. Bu benim ölümüme, gerçek kişiliğimi ortaya çıkartmama veya onu bana karşı düşman haline getirebilirdi. Ben istemesem bile. Yine de kaderin en büyük yeteneklerinden biri de, insanın istemediği şeyleri burnunun dibinde bitirmesiydi.

Omuzlarını dikleştirip arkaya yaslanırken bana göz ucuyla baktı, kemikli suratı yine duygular mezarlığına dönüştü. Çünkü hiçbir mimik yakalayamıyordum, artık o gözlerindeki hüznünü bile toprak altına gömdüğünü görüyordum.

‘’Bence,’’ dedi bir süre daha bekleyerek, kelimeleri seçerken dikkatli davranmaya çalışıyordu. ‘’Mephisto’nun söylediği gibi bir Şeytan Kovucu olabilirsin,’’ dediğinde kaşlarım bu sefer çatıldı, ‘’Sen orada değildin.’’ Yaramazlık yaptığı belli olan bir çocuk gibi mahcupça gülerken, yakalanmışlığın getirdiği bir sebeple de kaşları çatıldı. ‘’Of,’’ dedi dudaklarının arasından, ‘’Ne pot ama.’’

İblis halini bıyık altı gülümseyerek izlerken, baygın bakışlarla onu seyrediyordu. ‘’Sanki bilerek yaptığını bilmiyoruz.’’ dedi alayla, ‘’Devam et koçum.’’

‘’Her neyse,’’ dedi Asir de pek üstünde durmayarak geçiştirirken. ‘’Ama bence değilsin, Mephisto nadir yanılır ama yanıldığında da aslında onun altında başka bir gerçek yatar.’’ Aklım bulanık bir haldeydi, artık o okyanusun dibini de yüzünü de seçemeyecek haldeydim. Midem bulanmaya başladığında elimin titreyişini saklamak için kollarımı kavuşturdum.

‘’Ne demek istiyorsun?’’ dediğimde sakince karşılık verdi; fakat kızıl gözleri hareketlerimi pür dikkat inceliyordu. Onu ilk gördüğümde kalın duvarlarının arasında durduğunu ve o canavarın gerçekten dışarı çıktığında her şeyi kaosa sürükleyeceğini düşünmüştüm. O duvarların arasına sadece avını çekmek için kullanır gibi gelmişti; hala öyleydi.

Bu ifadesi tehlikeliydi, bir şeyleri anlamlandırmaya çalıştığını gösteren ve belki de içindeki canavarın gerçek yüzünü ortaya çıkartmasını sağlayacak sebepler arayan bir ifadeydi. Uyanışın en tehlikeli olduğu evresiydi.

O yüzden sakin kalmaya çalışıyordum ama bir bomba içimde patlamak üzere sarsılıyordu, o yüzden hareketlerime yansıtmamaya çalışırken bile zaman benim aleyhime işliyordu. ‘’Ne olduğunu bilmiyorum, Yağmur.’’ dedi uzun gelen bir süre sonra, ‘’Sadece Erkuran soyuna ait bir Kurtarıcı vasfı taşıyabileceğin ihtimali üzerinde teori üretebilirim.’’ dedi.

‘’Eğer o soyun son üyesiysen,’’ dediğinde kızıl irisleri parlayarak ruhumu yakmaya başlamıştı. Öyle dikkatli, öyle yoğun bakıyordu ki bakışlarının altında eridiğimi düşünmeye başlamıştım. Yine de ondan gözlerimi ayırmıyordum, titrek bir nefes bırakıp devam etmesini bekledim. ‘’Benden bile tehlikeli ve bir o kadar tehlikedesin demektir.’’

İblis bir bana bir ona bakarken, ‘’Bunu bize söylemesi ne kadar doğru?’’ dedi. Asir’se devam etti, ‘’Neden böyle bir şey söylediğimi düşünüyorsundur,’’ dediğinde İblis tavana veya etrafa bakınmaya başlarken ben hala dümdüz bir ifadeyle suratına bakıyordum. ‘’Çünkü kan sudan yoğundur, Erkuran.’’ dedi tehlikeli bir ses tonuyla; havadaki yoğun ve gerici atmosferi solurken içimdeki o bombanın patlamak üzere olduğunu seziyordum.

‘’Kurtarıcı’lar zamanında iyilik perileri değildiler. İşte bu sebepten beklenen kişinin omuzlarındaki yük o kadar basit değil.’’

Yutkundum, yutkunduğumda tükürüğüm bile kasılan boğazımdan zoraki geçti. Midem söylenenleri sindiremediğinden dolayı çalkalanmaya başlamıştı, ağzımın içindeki tükürük bezleri bile yoğun bir şekilde çalışıyordu. Dehşet hissediyordum ama bir o kadar da hissizdim. Ne düşünmem ve ne yapmam gerekiyordu?

Hissettiğim şey, omuzlarıma binecek olan yükün ağırlığı mıydı? Bende hiçbir şekilde ışık yoktu, güç patlaması da yoktu ki. Herkes neden sadece soyumdan kaynaklı benim son üye olduğumu düşünüyordu? Bu bile beni bir yay kadar germeye yetiyordu. Kalbim patlamak üzereyken sakinleşmeye çalışarak tekrar yutkundum, bakışlarımın odağı Asir’den çoktan çekilmiş yere odaklıydı.

İblis’e de bakamıyordum ama tüm bu zaman boyunca sessizce kalmayı sürdürdü. ‘’Sana dedim ki,’’ dedi Asir omuzlarını hafifçe eğerek, kaşlarının altından yüzüme bakarken. Başımı kaldırıp keskin yüz hatlarına sahip olan ifadesiz suratına baktım, kızılları o kadar ifadesiz değildiler; sebebini bilmediğim bir alay, bir nefret, bir öfke saklıyorlardı. ‘’Umarım sandığım kişi çıkmazsın.’’

Aklımda Salmon Sürüsü’ndeki o gecede bana söyledikleri canlandı, ağacın altında oturup sohbet ederken bana bunu söylemişti. Neden olduğunu o zamanlar anlamamıştım ama şu an anlıyordum. Onun gözlerinde yanan bir ateş parçası gördüğümde geri çekilmeliydim, o an anlamalıydım. O gözlerde gördüğüm şey, sıradan kızıl gözler değildi, bir ankanın intikam taşıyan kanatlarıydı.

Zaman her zaman aleyhime işlerdi ama ben olabilecek en kötü zamanda, düzenin bile olmadığı bir yere gelivermiştim. Kimseye güvenmemem gerekiyordu ama yine güvenmeyi seçmiştim, çünkü yapacak bir şeyim yoktu. Bilgisiz ve cahilin en önde gideniydim, işte o yüzden birkaç kat daha dikkatli ve temkinli olmak zorundayken olamamıştım. İblis’in tüm uyarılarına rağmen.

‘’Başını eğme, imkanın kadar inkar et.’’ dedi zihnimdeki o güçlü kişi, güçlü çıkan sesiyle.

Başımı kaldırarak bu sefer Asir’in tamamen kızıllarına odaklandım, ‘’Ben,’’ dedim, ‘’Henüz Kurtarıcı olup olmadığımı bilmiyorum.’’

Kafasını kısaca sallayıp ‘’Evet,’’ dedi tehlikeli bir şekilde, kalın sesine harmanlanan o tuhaf tınıyı da duydum. İçindeki canavar açığa çıkmak üzereydi ama ne zaman çıkacağını Tanrı bilirdi. Tehlikeli serzenişinin arasından parlayan alayıyla da devam etti, ‘’Dua et, sen çıkma.’’ dedi yarım ağız sırıtarak. ‘’Çünkü tek bir gecede, herkes tarafından hem beklenen hem de beklenmeyen tek kişi olabilirsin.’’

Yine o kızıl gözlerin derinliklerinde parlayan o kuşun kanatlarını gördüm. Yükselerek alçalırken bile parlıyorlardı ve sanki zihnimin tam ortasında çığlık atıyordu.

 

Tekrar merhaba ballar,

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Oy vermeyi ve bölüm hakkındaki düşüncelerinizi yazmayı unutmayın.

Görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%