@esmayzc
|
Merhaba sevgili okur, Heyecan ilk günkü gibi benimle, düşüncelerinizi merak ediyorum. Lütfen sessiz kalmayın. Bölüme başlamadan önce, kurgunun zeminindeki çatlakları doldururken kurguyu da azıcık değiştirdiğimi bilmenizi istiyorum. Karakterler aynı kaldı, isimleriyle beraber fakat bulunduğu pozisyonlar vs. değişti. Ayrıca M’rice dili yarattım ve size bir Naenia Evren’i sundum. M’rice dili tamamen bana aittir, kendi uydurduğum kelimelerdir. Bazı hiç duymadığınız isimler/lakaplar ve kelimeler de bana aittir, okurken anlayacaksınızdır. O yüzden, lütfen emeğimin karşılığını vermekten çekinmeyin, uzun bir süreçti aynı zamanda sancılıydı da. Sizi bekletmekten hoşlanmıyorum, o yüzden arayı kısa tutmak için elimden geleni yaptım. Arayı çok fazla açtığımı düşünebilirsiniz ama bir kurgu ne kadar düzenlenebilirse ve bu ne kadar zaman alırsa o kadar geç kaldım. Neyse… Paragraf arası yorumlarınızı okumayı halatla çekiyorum hehehe. Okuyun, daha sonra oylamayı unutmayın. Wattpad’de de yüklüdür. Keyifli okumalar! Unutmadan Devil Like You nasıl İblis’in şarkısıysa; Asir’in şarkısı da ektedir: Black Veil Brides - Lost It All GİRİŞ Eski bir savaş meydanında bırakılan acıları, ancak yeni bir savaşla unuttururdun. Geçmişin mahkeme süreci ağırdı, sancılıydı ama geleceğe taşınan adımlar ne kadar sağlam olursa o mahkemeden en az hasarla kurtulurdunuz. Gökyüzündeki Güneş ve Ay’ın aynı anda yukarıda asılı durması, nizamın çoktan bozulduğunun bir belirtisiydi. Güneş sönmüş bir cesede bürünmüş, Ay tüm çıplaklığıyla ve bedenindeki o siyah lekelerle kendini parlayarak göstermişti. Yağmur sokaklara, yanmaktan kül olmuş harabelerin üstüne düşüyor ve bulunduğu ortamdaki kirleri söküp almak istercesine bastırıyordu. Yine de kötülük her yerdeydi; kötü olan geçmişte kaldıysa bile gelecekte yaşayanlar için bile kötülük hiçbir zaman yok olmamış demekti. En az gecenin örttüğü karanlık çarşafı andıran kuzguni, kestane rengindeki saçlar kir pas yüzünden görünmeyen beyaz tenli yüzünde sönük kalıyorlardı. Genç adam bacağındaki ve kaşının tam üstünde açılmış yaraya göre kendinden taviz vermiyor, attığı sağlam adımları geleceğe doğru taşımak için çırpınıyordu. Elinde tuttuğu Drusus Kılıcı’nın ucu koyulaşmış kaldırıma sürtüyor, siyah isli zeminde kıvılcımlar çıkararak kulakları tırmalayan keskin bir ses bırakıyordu. Adam kafasında taşıdığı düşüncelerin ağırlığıyla hiçbir şeyi duymazken bacağındaki yaraya, akan kana rağmen sağlam ilerlemeye devam etti. Birden zamanda yayılan parazit önüne çıkmış gibi duraksadı. Metalin etrafa yaydığı uğursuz sesi kesildi. Kestane rengi saçlarının kirden görünmeyen beyaz alnına düştüğü perçemlerin altından, omzunun üstünden geriye baktı. Kinle yoğrulan kızıl gözleri kısıldı. Arkasında bir yangın bırakmıştı, bir savaş başlatmış ve o savaşta binlerce yaratığın canını almıştı. Geriye kalanlar… Unutulmuş olanlardı. Kafasında dönen tilkilerin kuyruklarını birbirine bağlayarak ilerlemeye devam ederken bu sefer umursamaz görünüyordu. Yılların yükünü omzuna vermişçesine ağır ağır, omuzları düşük bir şekilde ilerlerken kafası asla yere eğilmiyordu. Gözlerinin altındaki morluklara rağmen, kızıl gözleri hala dinç bakıyordu. Alnına yazılmış kadere boyun eğmek, acizlerin yapacağı işti. Asla kendisine yazılan kadere boyun eğmeyecekti. Tanrı’lara teslim olmayacaktı. Dik yürüyecek, eğer ezkaza durumda burnu yere düşse dahi onu yerden kaldırmayacaktı. Omuzları taşıdığı her acıya rağmen dimdikti. Omuzlarına binen moloz yığınlarının altında ezilen gücü, özgüveni ve kendinden emin duruşu kaldırıyordu. Damarlarında asil, saf bir kan taşıyordu. Soğuğun kirli yüzüne vurduğu ve dudaklarını kan kırmızısına döndürdüğü adamın ağzından kalın, ilahi bir sese benzeyen mırıltılar yükseldi. Ona öğretilen kuralları, alayla, şarkı mırıldanırcasına söylüyorken bile boğuk ve kalın sesi ölümcül bir aura besler gibiydi. ‘’Dratres os freyea zedur, (Ölüm her canlıya yaklaşır.)’’ Islak zeminde yürürken yağmur suyu ayağının altında şapırdadı, aldırmadan mırıldanmaya devam etti. ‘’Taryes igonas ustyra im dratres, (Yaşam, ölümü öldüren tek şeydir.)’’ Neredeyse gülecekti. Neredeyse. Dudaklarında belli belirsiz kıpırtıyı son akli dengesini yitirmemek için sonraya sakladı. Metalin sivri ucu yerde kıvılcımlar çıkararak sürtünürken, gümüş metal sırtından akan kopkoyu kırmızı bir kan sivri ucuna doğru iniyor; kılıcın sırtındaki belli belirsiz el yazması kuralın üstünü kapatıyordu. Adam yorulmuş ve tükenmişti. Yine de ağırlığını kalın bir kitap gibi ortaya koyuyordu. Sokaklar küle dönmüş, yanan harabelerden belli belirsiz yükselen siyah dumanlar gökyüzünü karaya bulamıştı. Dolunay tepede tüm ihtişamıyla parlarken ruhunda uyuttuğu kurdu bastırmaya çalışan genç adam, dişlerini sıka sıka ilerliyordu. Gözlerini bulamış kanlar bir bir önüne gelirken yutkundu, duraksadı. O sırada sağ tarafında, yıkılmış harabenin molozlarının üstünde çömelmiş bir çocuğun içli ağlayışına tanık oldu. Kulakları dikilerek gelen sese yöneldiğinde geleceğe doğru yönelen bedenini yana doğru çevirmeden, sadece gözlerinin ucuyla sağına bakındı. Saçları altın sarısı iki yanından toplanmış bir kız çocuğu kafasını bacaklarının arasına saklamış, ince kollarını etrafına sararak yüzünü göstermiyordu. İçli içli ağlayışı kulakları tırmalarken omuzları titriyordu. ‘’Arimo, arimos… (Anne, anneciğim…) Henüz daha yeni kini kucaklamış kalbi merhametle atmaya başladığında adımları çocuğa doğru kaymaya başladı. Kanlı Ay kadar yuvarlak ve kırmızının en güzel tonunu taşıyan gözleri hem şüpheyle hem de içini gıdıklayan bir merhametle kısılmışlardı. Derinlerden gelen bir sesle, ‘’Vo’ur, (Çocuk.)’’ dedi adam, hissettiklerinin aksine sert sesiyle. Kız çocuğu burnunu çekerek, yanan gözleriyle kafasını yavaşça kaldırırken adam neredeyse yüzünü buruşturacaktı. Mavi, boncuk misali parlayan dinç gözler adamı bulduğunda irice açıldı; adam korkudan mı yoksa başka bir sebepten mi olduğunu anlayamadığı o ifadeyi fazla düşünmedi. Yere yavaşça eğildiğinde kızın da kafası onunla beraber aşağı iniyordu. Kız çocuğu okyanusun dibinden daha koyu lacivert gözlerini kaldırıp karşısında eğilen adama bakarken tekrar burnunu çekti. Adam bu sefer belli belirsiz bir şekilde yüzünü buruşturdu. Kız çocuğu, adamın kaşında gördüğü yarayı hemen tanıdı. ‘’Asir…’’ dedi kız çocuğu korkarak, geriye doğru çekilirken. Kalçasının üstüne düşmüştü. Asir hiç oralı olmadan, çocuğun hareketine burun kıvırarak baktı. ‘’Arimo mau, odea? (Annen, nerede?)’’ dedi, adam kaşları çatık bir halde. Kalbi kız çocuğu için az kalsın unuttuğu merhametle çarpacakken o duygunun önünü elindeki, metali kana bulanmış Drusus Kılıcı’yla kesiverdi. Kimseye göstereceği bir merhamet kırıntısı bile olmayacaktı. Bu saatten sonra işlediği tüm kirli günahların sebebi sadece, Tanrı’lardı. ‘’Ti dratres, (Öldü.)’’ dedi kız çocuğu, dolu gözleriyle aşağı bakarak. Bir damla yaş, sadece molozlardan dolayı tozlanmış yanağına devrildi. Adam boğazından derin bir mırıltı çıkarttı, ‘’Dratres os freyea zedur, (Ölüm her canlıya yaklaşır,)’’ dedi, rüzgarda dalgalanan bayrak kadar dalgalı bir sesle. Bu sefer ona öğretilen kuralla dalga geçmiyordu. ‘’Vo’ur,’’ dedi adam, gözlerini kırpmadan kız çocuğunun yumuşak yüz hatlarına bakarak. ‘’Hirae mau is truesta, vo’ur? (Acına son vermemi ister misin, çocuk?)’’ Kılıcının kanlı sırtında yazılı olan kural mavi bir ışıkla belli belirsiz parladı. Çocuk o parıldayışın farkında olmadan kafasını iki yana salladı, ‘’Mirende, (İstemem.)’’ dediğinde kılıç tekrar sessizliğe büründü. ‘’Estes, maur kreita tesdente, (Öyleyse, benim kim olduğumu unut,)’’ dedi adam, kızıl gözlerini karanlık göğe kaldırırken. ‘’Dratres os freyea zedur oma miaur zedur, (Ölüm her canlıya yaklaşacağı gibi bana da yaklaşacak.)’’ Yaralı bacağındaki sızıya aldırmadan uyuşan acıyla beraber ayağa kalktı, gözleri tekrar çocuğun sarı saçının tepesine indiğinde hiçbir şey hissetmeden önüne döndü. İlerledi. ‘’Leva, Azer, Mavera.’’ diye mırıldandı, Asir. Sesinde hiç başlamamış bir savaşın acıları vardı. Sesinde her canlının sonunu getiren ve her canlının sonunun başlangıcı olan ölümün kokusu vardı. Tehlike çanları o gece, Dolunay’ın tam altında çalmaya başladı. ‘’Ölüm herkese yaklaşacak.’’ İpe dizilen yılların bayatlığı geleceğe uzanırken hafıza o pamuk ipliğine sarılıydı. Canavar, mat ve karanlıkta bile parlamayan kürkünün içinde atan kalbini yıllar önce unutmuştu ama geçmiş, o kadar acımasızdı ki onu kendi zihnine esir düşürmüştü. En az Kanlı Ay kadar yuvarlak olan gözler, soğuğu bir duman gibi içine çekti. Soğuğun kokusunu keskin bir şekilde alıyordu. Demir parmaklıklar ardında bıraktığı ruhu onu terk edeli yıllar olmuştu. Hesap, Tanrı’ların Tanrı’sına verilirdi; o da en ağır hesabı acımasız bir Tanrı’nın önünde vermişti. Demir parmaklıklar ardındaki karanlığa saklanırken işlediği tüm şeytanların kirli işlerini sırtına bindirdi; yine de gıkı bile çıkmadı. Herkes hak ettiğini yaşardı. Birden, ‘’Zedur, (Yaklaş.)’’ dedi, canavar ruhunun bir kısmını uyuşturan kinle. Sesi derinlerden, gırtlağını titreştiren hırıltısından doğmuştu. Önünde bir yılanın yarım bedeni gibi yukarı uzanan merdivenlerden gelen ayak seslerini duyduğunda, ‘’Zedur,’’ dedi tekrar, sivri diliyle. Öyle sert bir şekilde söylemişti ki merdivenlerdeki adımlar duraksadığında gardiyanın hızlıca atan kalbinin soluk izlerini duydu. İşte o zaman sesini alçak, yumuşak tutmasında bir sakınca görmedi. Atan kalp tatlıca soluyan bedenden yükseliyordu; kanlıydı, gerçekti ve dişlerini sızlatacak kadar yoğundu. Hiç hissetmediği yaşamın gerçeğiyle sımsıcaktı. Daha tatlı bir şekilde, boğazdan gelen hırıltısını saklayarak, ‘’Le’a morta maur, (Sevgilim.)’’ dedi ağlamaklı. İçinde gülen şeytanın kahkahasını kulaklarına taşıdığında yüzündeki pis ifadeyi karanlığın içinde bir yapboz parçası misali sakladı. Yalvarır bir tonla, ‘’Le’a morta, zedur, zedur…(Sevgilim, yaklaş, yaklaş…)’’ dediğinde tekrar, merdivenlerde duyulan adım seslerini keza duydu. Kanlı gözlerine ölümün gölgesi bindi. Gözlerindeki o sessizliğin yanında her zaman vahşi parıltı yatardı. Herkes hak ettiğini yaşardı. Genç, bakımlı gardiyanın uzun gölgesi merdivenlerin dibine düşerken siyah kauçuk botunun ucu da göründü. ‘’Vera?’’ dedi masum sesli adam, sorgularcasına. Bir insanın zihnine düştüğünüzde eninde sonunda oradan kurtulurdunuz, fakat bir canavarın zihnine düştüğünüzde oradan bir daha kurtulamazdınız. O yüzden, ona gümüş bir tepside dişinin kovuğuna yetmeyen bir et parçasını taşıyan adamın, gerçek bir yemek olması bile acımasız Tanrı’nın suçuydu. Herkes hak ettiğini bulur, hak ettiğini yaşardı. ‘’Le’a morta,’’ dedi canavar, içli içli sesine bulaştırdığı ağlamaklı bir halle. ‘’Mista rau, weura zedur mau? (Özledim seni, niye bana yaklaşmıyorsun?)’’ dedi içli bir şekilde ağlayarak, kurbanının zihninde bir zaaf gibi taşıdığı o kadının narin sesini, kendi sesine benzeterek. Gardiyanın hızlı adımları kulaklarına dolduğunda, mahzenin is kokan duvarının yukarısında küçük demir parmaklığın arasındaki dolunay, kırmızı bir tona bürünmeye başlıyordu. Kanlı Ay kendini yavaş yavaş gösterirken canavar azılı dişlerini yarım ay gibi sırıtarak dışarı vurduğunda her şey için çok geçti. Karanlık, gölgeden daha koyu bir pençe, demir parmaklıkların arasından çıkarak gardiyanın sıcak yüreğini kavrarken kanlı bir kalp ayak dibine düştüğünde gecenin o sessizliğinde bir kırbaç gibi yankılanan ses, gardiyanın kısa süren boğuk çığlığıydı. Kanlı Ay, kendini tüm ihtişamıyla göstererek parladı. O gece, yağan yağmur bir lanetin başlangıcıydı. Ve o gece, asla yaşanmamalı; yağmur asla dinmemeliydi.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Umarım keyif almışsınızdır! Oylarınızı ve yorumlarınızı dört gözle bekliyorum! Beklemede kalın! |
0% |