@esmos.m
|
"Yalan" Ne kadarda korkunç bir kelime değil mi? Sözcük kulağa geldiğinde bile tüyleri diken diken yapıyor. Peki böylesine korkunç bir kelime, iyilik için kullanılabilir mi? Bazıları kendi iyiliği için kullanırken bazılarıysa başkalarının iyiliği için kullanır. Eskiden başka birinin iyiliği için yalan söylemeyi hiç doğru bulmazdım. Sonuçta onun iyiliği olup olmadığını herhangi biri bilemez. Fakat bugün anladım ki herkesin iyiliği için söylenebilen yalanlar varmış. Bugün benim, arkadaşlarıma beraber yola çıkacağımızı söylemem gibi. Solis'in gücünü öğrendikten sonra hiç kimseye güvenemezdim, en yakın arkadaşlarıma bile. Ayrıca nelerle karşılaşacağımı bilmiyordum. Bu sebeple tek başıma gidip arkadaşlarımı tehlikeye atmamak en mantıklısıydı. Bu yalan hepimiz için daha iyi olacaktı. Saat gece yarısı olduğunda sırt çantamı alarak odamın kapısına yöneldim. Kapıyı yavaşça açtım ve gördüklerimle hızla geri kapattım. "Beraber gitmeye ikna olduğuna inanmamı bekleme benden Ayçıl." Kapıyı tekrar açtığımda bunları kafamda kurmadığımı anlamış oldum. Gökay sırt çantasını önüne takmış bana bakıyordu. "Ne işin var senin burada?" Bağırmamış olsam da sanırım biraz tersleyerek konuşmuştum. "Ne demek ne işin var burada? Seninle geliyorum işte. Bunu anlamamış olamazsın herhalde." Koridorun ortasında konuşarak herkesi uyandırmamak için Gökay'ın kolundan tutup odama doğru çektim. "Hayır anlamadım çünkü gelmiyorsun." "Buna sen karar veremezsin Ayçıl. Senin istemeyeceğini tahmin edip diğerlerine haber bile vermedim zaten. Bırak da en azından ben olayım yanında." Sesinin hafif yükselmesi pek hoşuma gitmese de peşimi bırakmayacağını anlamıştım. Eminim ki ben tek başıma gitsem bile peşimden gizlice gelirdi. "Tamam o zaman beraber gidelim. Fakat yanımdan ayrılmak yok." Yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle bana baktı. "Niye, özler misin?" Göz devirip sorusunu yanıtladım. "Sebebinin bu olmadığını ikimizde biliyoruz Gökay." "Tamam tamam sustum. O zaman yola koyulalım Ayçıl. Nereye gidiyoruz, aklında bir plan var mı?" "Kafamda bir şeyler var ama net değil. Senin bir fikrin var mı?" Kaşlarını çatıp biraz düşündükten sonra akına bir şey gelmiş olacak ki yüzü gülmeye başladı. "Biz nereye gideceğimizi bilmiyorsak o zaman bilen birinden yardım alabiliriz." Kaşlarımı çattım. "Mesela kimden?" "Aça'dan. Sonuçta uzun zamandır hayatta ve eminim ki işimize yarayabilecek bilgilere sahiptir." Kesinlikle haklıydı. Aça bize yardım edebilirdi. "Çok iyi bir fikir ama küçük bir pürüz var. Şimdi yola çıksak kısa sürede orada oluruz. Gecenin bir vaktinde Aça'yı uyandıramayız ki." "Haklısın, bu çok bencilce olur. O halde yola sabah çıkalım." "O da olmaz. Gün aydınlanmadan saraydan gitmemiz gerek. Yoksa bizimkiler, onlar gelmeden gitmemizi istemezler." "O halde şimdi çıkıp köyün yakınlarında kamp kuralım. Gün ağardığında ise Aça'nın yanına gideriz. Nasıl fikir?" "Katılıyorum. O zaman gidiyor muyuz?" Başımı olumlu anlamda salladım. "Gidiyoruz." Çantamı yerden alarak kapıya yöneldim. Gökay da hemen arkamdan geliyordu. Kısa bir süre sonra kendimizi sarayın bahçesinden çıkarken bulduk. Çantalarımızı tekrar önümüze takarak uçmaya hazırlandık. "Gökay, yanımdan ayrılmak yok." Diyerek anlaşmamızı hatırlattım. "Kraliçenin emrine uyacağız mecbur." Dedi gülerek. Bende gülümsedim ve beraber havalandık. Aradan zaman geçmesine rağmen hala tekrar uçabildiğime inanamıyordum. Rüzgarı saçlarımda hissetmek hayatımdaki en güzel duyguydu. Siyah saçlarım karanlık gökyüzünde özgürce savruluyordu. Yeşil elbisemin eteği en az saçlarım kadar hareketliydi. O sırada Gökay'a baktım. Hem benimle gelecek kadar, hem de bizimkilere haber vermeyecek kadar düşünceliydi. Umarım verdiği sözü tutarak yanımdan ayrılmaz. Çünkü ona karşı bir güvensizlik beslemek istemiyorum. Gökay'ın kahverengi gözleri bana döndüğünde gözlerimi kaçırdım. "Ne düşünüyorsun bakalım bana bakarak? Evet, bence de çok yakışıklıyım." Utanarak gözlerine baktım tekrar. "Hayır, onu düşünmüyordum." Tek kaşı havaya kalktı. "Yakışıklı olduğumu kabul ediyorsun yani?" Yanaklarımın kızardığını hissederek havanın karanlık olmasına şükrettim. "Yakışıklısın evet. Bunu inkar edemem." "Ama başka bir şey düşünüyordun." "Teşekkür etmek istiyordum, beni yalnız bırakmadığın için." "İyi de sen yalnız değilsin ki. Seni yalnız bırakmayan çok iyi kalpli arkadaşların var. Sana öz kardeşinden daha çok iyilikleri dokundu. Onlar senin kardeşlerin." Yüzüme bir gülümseme yayıldı. Fakat bu mutludan çok hüzünlü bir gülümsemeydi. "Fakat kardeşlerimden hiçbiri bugün benim gizlice çıkacağımı tahmin edemedi." Bu cümle dudaklarımdan çıkana kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Hemen ardından düşünce süzgecinden geçirmeye fırsatım olmadan bir cümle daha firar etti dudaklarımdan. "Ama sen ettin." Sanki benim düşüncelerim değildi bunlar. Sanki düşünemiyordum. Sanki, beynimle değil de kalbimle konuşuyormuş gibiydim. Bunu kendim istedim, farkındaydım. Yalnız çıkacaktım bu yolculuğa. Eğer Gökay gelmeseydi, tek başıma gitmekten vazgeçme yalanıma ikna olsaydı bu kadar üzülmezdim. Fakat üzülmemin asıl sebebi; daha tanışalı bir ay bile olmayan birinin anladığını, çocukluk arkadaşlarımın anlayamamasıydı. Bunun için ne kadar kırıldığımı şuan anlamıştım. Ben kırılmasam bile kalbim kırılmıştı. Sol gözümden düşen bir damla ile Gökay bana paniklemiş bir halde baktı. "Bu doğru değil! Yani benim tahmin etmem doğru fakat onlar da tahmin ettiler. Onları, senin yanında yalnızca benim gitmem için ikna ettim. Yoksa hepsi seninle gelecekti ve Solis'e karşı daha savunmasız olacaktık." Yere diktiğim gözlerimi Gökay'a çevirdim. "Gerçekten mi, onlara kızmayayım diye yalan söylemiyorsun değil mi?" Başını hızla olumsuz anlamda sağa sola salladı. "Yemin ederim Ayçıl." Gökay'a gülümseyerek baktığım sırada aşağıdaki miniperi kasabasını gördüm. "Bak! Gelmişiz bile." Elimle küçük kasabayı işaret ettim. "Yakınlarda boş bir arazi vardı, istersen orada kamp kuralım." Başımı olumlu anlamda salladım ve en son kaldığımız araziyi aramaya koyuldum. "Ayçıl, gel peşimden bu tarafta." Gökay'ın olduğu tarafa gittiğimde boş araziyi hemen tanıdım. Aşağı indiğimiz gibi çantalarımızdan çiçek çadırlarımızı çıkartıp ektik. "Sabah erkenden yola koyulacağız Gökay. İkimizin de uyuması gerek." dedim çiçek çadırıma girmeden hemen önce. Hemen ardından uluyan bir kurt sürüsü sesi geldi. O sırada hiç beklemediğim bir şey oldu. Gökay bir anda havaya sıçradı. O tüm diyarı yerinden oynatabilecekmiş gibi duran geleceğin kralı gitmiş, yerine etrafına korkuyla bakan kedi misali bir adam gelmişti. Gülmemek için kendimi ne kadar zor tutsam da anında kahkahalara boğuldum. Gökay bana alıngan bir bakış attı. "Küçükken bir kurt tarafından kovalanmıştım, ondan ürktüm biraz." Hala güldüğümü görünce sesini yükselterek devam etti. "Gülmeyi bıraksan diyorum artık. İşte dediğim gibi küçükken öyle bir şey yaşayınca üstümde etkisi kaldı öyle." Kahkahamın verdiği etkiyle akan gözyaşlarımı sildim. Zorda olsa kendimi durdurup ciddileşmeyi başarmıştım. Gökay'a doğru döndüğümde karanlıktan yüzünü net göremesem de kızardığına emindim. "Tamam tamam inanıyorum sana. O zaman beni güldürecek başka bir şeyin yoksa ben yatmaya gidiyorum." Deyip çadırıma yöneldiğimde bir kurt uluması daha duyuldu. Gökay'a baktığımda korkuyla yanıma doğru geldiğini gördüm. "Ayçıl! Normalde senden bunu asla istemem. Fakat lütfen senin çadırında, yerde uyuyabilir miyim?" Sorusuyla bir an afallayıp karanlıktan dolayı net göremediğim yüzüne baktım. "Sen ciddi misin?" "İnan bana şuan ciddi olmamak için her şeyimi verebilirdim." Biraz düşünüp cevabımı verdim. "Madem yerde yatacaksın, o zaman gel. Zaten şurada birkaç saat kaldı güneşin doğmasına." Başını sallayıp kendi çadırına girdi ve kısa süre sonra yorganı ve yastığıyla geri geldi. Ben onu kapıda beklerken benden önce çadırıma girdi. Bende çadıra girdiğimde yatağımın yan tarafına yer yatağı yaptığını gördüm. Gökay'ın yatmasını beklemeden yatağıma yerleşerek ona sırtımı döndüm. Aklım benden bağımsız bir şekilde hareket ederek Aça'nın söyleyebilecekleri şeylerin tam listesini çıkarıyordu. Bu listenin başında olansa en korktuğum olasılıktı. Konu hakkında hiçbir fikrinin olmaması... Acaba Solis'e güçlerini veren yaşlı kadın kimdi ve oraya kanatsız nasıl çıkmıştı? Sonuçta Solis'in anlattıklarına göre oldukça yüksek bir yerde yaşıyordu. Oraya tırmanmasının da kolay olacağını hiç sanmıyordum. Peki ya böylesine kudretli bir güce nasıl sahip olabiliyordu, ve en önemlisi bu gücü nasıl aktarabiliyordu? Kafamdaki sorular yüzünden beni uyku tutmazken Gökay'ın düzenli nefeslerinden, çoktan uyuduğunu anlamıştım. Kesinlikle temiz havaya ihtiyacım vardı. *** "Günaydın Ayçıl. Sen ne zaman uyandın?" Güneş kendini daha yeni göstermeye başlamışken çadırın önüne bir taş çekip üstüne oturmuştum. Arkamdaki çadırdan gelen Gökay'ı gördüğümde ise ona döndüm. "Uyuyabildin mi diye sorsan daha doğru olurdu aslında." Ayılmaya çalışır gibi ellerini saçlarında ve yüzünde gezdiriyordu. "Neden uyumadın ki? Dinlenmen gerekiyordu." dedi çatallaşmış sesiyle. "Horlamalarından uyuyabildim sanki." Dediğimde saçlarında olan eli utançla aşağıya kaymıştı. Yüzündeki derin mahcubiyet duygusunu görünce daha fazla dayanamayıp gülmeye başladım. "Merak etme, sadece şakaydı. Horlamadın. Sadece, uyuyamadım o kadar. Kafam bu aralar biraz fazla konuşuyor sanırım." Gökay anında rahatladı ve tekrar gülümsemeye başladı. "Sırt çantamda biraz konserve yiyecek vardı, istersen alabilirsin. Uyumadıysan eminim çok acıkmışsındır." Gelen soğuk rüzgarla siyah saçlarım uçuştu ve hafiften bir titredim. Kalkıp çiçek çadırıma "İşin bitti." Dedikten sonra Gökay'ında aynı şeyi hiç girmediği çadırına yaptığını gördüm. "Teşekkür ederim fakat ben meyve topladım gece. Onlardan yedim yani. Fakat sen yemek istersen biraz daha zamanımız var. Fakat ben yerinde olsaydım o konserveleri şimdi değil de etrafımızda hiç yiyecek bulamayacağımız zamanlar için saklardım. Yani ben kendi çantamdaki konserveleri o zamanlar için saklıyorum da ondan söyledim." Başını, anladığını ifade eder gibi sallayınca ayaklandım. "O zaman yola koyulabiliriz. Kasaba hemen arkamızda zaten." Dediğimde konuşmadan başını tekrar salladı ve havalandık. Konuşmaya ya da bir şeyler düşünmeye fırsat kalmadan kasabaya geldik. Birkaç kişiye kraliçeyi sorunca ona haber vermeye gittiler. Miniperiler, son karşılaşmamızdan beri bize daha sıcakkanlı davranıyorlardı. "En son geldiğinizde hikayesini anlattığınız miniperi Lori kanatlarına kavuşabildi mi?" Diye sordu pembe saçlı miniperi. Oldukça meraklı ve umutlu bakıyordu küçük gözleriyle. "Maalesef henüz kanatlarını geri getiremedik. Fakat en yakın zamanda yeniden sağlığına kavuşacağına eminim. Çünkü onu asla yalnız bırakmayacak ve onun için her şeyi yapacağım." Miniperinin gözlerindeki merak gitmiş, yalnızca umut kalmıştı. Ardından küçük elleriyle kolumdaki miniperi dövmeme dokunmaya başladı. Hafifçe okşuyordu sanki Lori bunu hissedebilirmiş gibi. "Lori çok şanslı." Derken gözleri hala dövmemdeydi. "Bir şey sorabilir miyim?" Dedi başını bana çevirerek. "Tabii ki." Sorup sormamakta tereddüt ediyor gibiydi. "Bir miniperi ile bağ kurmak nasıl hissettiriyor? Yani sen nasıl hissediyorsan Lori de aynı şeyleri hissediyordur eminim." Miniperiden gözlerimi kaçırıp gökyüzüne doğru baktım. "Açıkçası bunu anlatabileceğimden emin değilim. Sanki o olmadan diğer yarın yok olurmuş gibi. Hiçliğe gömülür ve o bataklıktan asla çıkamazmışsın gibi. Sanki... Sanki yaşam devam eder fakat ruhunun bundan haberi olmazmış gibi. Yani demek istediğim Lori benim ruhumdan bir parça. O olmazsa bende olamam." Küçük miniperi derin bir nefes verdi. Sanırım onu biraz fazla kedere boğmuştum. "En büyük hayalim bir periyle bağ kurmaktı. Fakat sonra bunu çok nadir bir olay olduğunu çünkü sadece kraliyet ailesi üyeleriyle bağ kurulabildiğini söylediler. Bende mecburen bu hayalimden vazgeçtim. Fakat sizin adınıza mutluyum. Umarım Lori'yi kurtarabilirsin." Ciğerlerim çektiğim derin nefeste birçok duygu yüklüydü. Bunların en önemlisiyse umuttu. Aklıma gelen soruyla tekrardan yanımdaki küçük dostuma döndüm. "Senin ismin neydi?" Tekrar bana döndü. "Elena." Ona kocaman gülümsedim. "Tanıştığıma memnun oldum Elena." "Bende öyle." Konuşmamız tam bitmişti ki Elena'nın arkasında Kraliçe Aça'yı gördüm. "Ben izninizle sizi yalnız bırakayım." Diyerek kraliçesine selam verdikten sonra Elena oradan ayrıldı. "Merhabalar majesteleri. Sizi bu kadar erken bir saatte rahatsız etmek istemezdik fakat size danışmamız gereken önemli bir konu var." "İsterseniz daha müsait bir yerde konuşalım, kraliçe Ayçıl." Başımı yukarı aşağı salladıktan sonra saraya giden kraliçe Aça'yı takip etmeye başladık. Aça sarayın geniş bahçesine geldiğinde durdu ve bize doğru döndü. "Sizi dinliyorum. Umarım yardım edebileceğim bir konudur." Derin bir nefes alarak anlatmaya başladım. "Kız kardeşim Solis, bana yaşlı bir kadından bahsetti. Sürgün edildiği yıllarda oldukça yüksek bir dağdaki mağarada bulmuş onu fakat kanatları yokmuş. En önemlisiyse bu kadın Solis'e insanları yönetebilme yeteneği vermiş." Kraliçe Aça'nın gözleri açılmıştı. Oldukça düşünceli görünüyordu. "Solis herkesi kukla gibi oynatabiliyor, bunu kendi gözlerimle gördüm. Bu kadını bulmalı ve ondan bu güçleri almanın bir yolunu bulmak zorundayım. Yoksa etrafımdaki kimseye güvenemem. Lütfen bana yardım edebileceğinizi söyleyin." Aça'nın yüzündeki düşünceli ifade yerini ciddi duruşuna bıraktı. Gökay da ben de ona meraklı gözlerle bakarken nihayet dudaklarını araladı. "Bahsettiğiniz kadın hakkında kesin bir bilgim yok." Deyip durakladığında gözlerimdeki umut ışığının söndüğünü hissettim. "Fakat hakkında efsaneler olan çok önemli bir kadın olduğunu biliyorum. Efsanedeki kadın o mu bilmiyorum fakat efsane şöyle: Yüzyıllar önce Emesya diyarında oldukça meraklı bir prens varmış. Bu prensin tek hayali bilinmeyen, daha önce kimsenin ayak basmadığı diyarları keşfetmekmiş. Bir gün kral olduğunda bu hayalini gerçekleştirmiş. Yeni adalara ayak basmış, hiç bilinmeyen peri kabilelerine ulaşıp onlara kucak açmış. Hatta o yıllarda Emesya krallığının neredeyse üç misline kadar genişlediği söylenir. Bir gün kral küçük bir kabile daha bulmuş. Kabilede bir kadına aşık olmuş ve onunla evlenmek istemiş. Fakat kadın onunla evlenmek istememiş çünkü başka bir adama aşıkmış. Kral o sıralarda aşkından yataklara düşmüş. O kadın için dünyaları verebilecek ve onu kraliçe yapabilecekken kendi küçük hayatında kalmak istemesini asla anlayamamış ve bunu kaldıramamış. Aradan geçen haftalardan sonra kral, aşık olduğu kadının düğün haberini almış. Hemen ardından aşkının düğününe giderek ondan bir şey almak istemiş. Kadın kralın kalbini çalmışken kral da kadından bir şey çalmak istemiş. Kral, kadının düğün yeminin okuyacağı sırada kadının ve müstakbel eşinin karşısına dikilerek aşkından hesap sormuş. Kral bunun bir işe yaramayacağını anlayınca müstakbel eşinin boynuna hançer dayayarak onu tehdit etmiş. Fakat o anda bir şey fark etmiş kral. Kadın onla evlenmeyi kabul etse bile asla kalbini kazanamayacakmış. Bu sebeple gözünü karartmış ve sevdiği kadının aşkını oracıkta öldürmüş. Kadın yere düşüp kanlar içindeki sevdiğinin başında feryat ederken o nazik boynundan, hiç çıkartmadığı kolyesi düşüvermiş. Kral ise ondan bir hatıra kalsın diyerek kolyeyi aldığı gibi oradan ayrılmış. Fakat çok kısa bir süre sonra bu kolyenin sıradan bir kolye olmaktan çok uzak olduğunu öğrenmişler. Bu kolyenin uzundaki taş, tüm gezegeni yerinden oynatabilecek kadar güçlü bir taşmış. Bu taşa ise 'EVREN TAŞI' adını vermişler. Fakat çok geçmeden bu taşın peşinde çok karanlık bir yaratık olduğunun farkına varmışlar. Bu kadın ölüm kadar karanlık, toprak kadar yaşlıymış. Bembeyaz saçlarıyla ve simsiyah kanatlarıyla gerçek bir cadıya benziyormuş. Bu yaşlı cadı kolyeyi almaya çalışsa da kral buna izin vermemiş ve kadını mağlup ederek olabilecek en kötü cezaya çarptırmış. Söylentiye göre cadının kanatlarını yırtarak uzak bir dağın mağarasına hapsetmişler." Yutkunamadım. Kelimenin tam anlamıyla ne diyeceğimi bilemediğim bir noktadayım. Dudakların bir açılıp bir kapanırken Gökay'ın konuştuğunu duyunca rahatladım. "Peki sizce efsanedeki o cadı, Solis'e büyü veren kadın mı?" Kraliçe Aça başını olumlu anlamda salladı. "O olduğunu sanıyorum. Ayrıca söylentiye göre bu mağara, Luna diyarında yer alıyor." Gökay'ın "Benim topraklarımda." Diye fısıldadığını duydum. Aça gülümseyerek baktı Gökay'a "Evet, prens Gökay. Mağara bildiğim kadarıyla Luna'nın kuzey dağlarından birinde. Umarım yarımcı olabilmişimdir. Müsaadenizle gitmem gerek." Dedi Aça ve gülümseyerek havalandı. "O zaman Luna'ya gidiyoruz." Dedim neşeyle. "Eminim ülkeni özlemişsindir." Yüzündeki ifadeyi tam olarak anlayamamıştım fakat buna aşırı sevindiğini söyleyemezdim. "Evet, kesinlikle çok özledim." Yüzündeki gülümseme tamamen yapmacıktı. "Bu yapmacık yüz ifadeni yolda konuşuruz. Fakat şimdi yola çıkmalıyız, önümüzde uzun bir yol var." Miniperi kasabasından ayrılırken Elena'ya da hoşça kal demeyi ihmal etmedim. Önümüzde uzun bir yol vardı ve sonucunun nereye varacağını bilmiyorduk. Fakat beni asıl korkutan ne yolculuk, ne de yaşlı kadındı. Asıl korktuğum şey günlerce Gökay ile bunca zaman nasıl iletişim kuracağımızdı. Hayattaki en sevmediğim şey kesinlikle bir seyahate, daha yeni tanıştığın biriyle çıkmak. Hayır yani ne konuşabiliriz ki; En sevdiğim renk mor, senin ki ne mi? *** Cankuşlarım nasılsınızz<3 Umarım yeni bölümümüzü sevmişsinizdir. Evren taşı hakkında biraz daha bilgi edindiğimiz bir bölüm oldu. Açıkçası ben hikayeyi yazarken çok eğlendim, umarım sizde eğlenmişsinizdir. Sizce bu kadın gerçekten efsanedeki cadı mı? Ayçıl tek başına gitmek istedi fakat Gökay buna izin vermedi. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Peki ya Luna diyarında acaba bizi neler bekliyor? Gökay ile Ayçıl tüm yolculuk boyunca yalnız olacaklar gibi görünüyor. Acaba bizi neler bekliyor. Son olarak şunu sormak istiyorum. Kitap şuana kadar sizce iyi ilerliyor mu? Lütfen saygı çerçevesi içerisinde kitabın artılarını ve eksilerini yazar mısınız? |
0% |