Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. Bölüm

@esranurozer

                                                                                                       

Sezen Aksu: Yetinmeyi Bilir Misin?

Kimse boşu boşuna girmemiştir hayatımıza. Ya imtihandır. Ya da armağan...

Adliye koridorunda hemen yanımda oturarak elimi sıkı sıkıya tutan Tunç, benim bu hayattaki armağanımdı. Karşımda oturan Melih ise imtihanım.

Birkaç saat önce beni kollarının arasında sakinleştiren Tunç hazırlanmam için beni odama çıkardı. Rüya ve Duygu'nun mahkemesi akşam olacağı için adliyeye gitmemiz gerekiyordu. Tunç, beni odada bırakıp hazırlanmak için kendi odasına gittiğinde, ilk olarak nişan yüzüğümü çıkardım ve çekmeceye koydum. Hızlı bir şekilde hazırlandıktan sonra dedem, babam ve Tunç'la birlikte adliyeye gitmek için evden çıktık.

Duruşmanın başlamasına sadece dakikalar vardı. Karşılıklı yan yana dizilmiş siyah sandalye şeklindeki koltuklarda oturuyorduk. Benim yanımda babam, dedem ve elimi sıkı sıkıya tutan Tunç vardı. Karşımızda ise Kenan amca, Mehmet abi, Melih ve benim avukatlığımı yapacak Oğuz Bey vardı. Adliyeye geldiğimizden beri bir kez olsun Melih'e bakmamıştım. Ara ara Tunç onunla konuşmuş, bazen babam Kenan amcaya çıkışmıştı. Bunun dışında hiç kimseden başka ses çıkmamıştı.

Duruşmanın olduğu kapı açıldı ve mübaşir ismimizi seslenince ayağa kalkarak içeriye girdik. Biz girdikten sonra elleri kelepçeli bir şekilde Rüya ve Duygu getirildi. Ben davacı koltuğuna oturduğumda Oğuz Beyde beni savunmak için yanıma oturdu. Hâkimin gelmesini beklerken, duruşma salonunun kapısı açıldı. Bakışlarımı kapıya çevirdiğimde Levent'i gördüm. Yeşil gözlerine oturan kırmızı damarlarla gözlerimin içine baktı. Bu bakış özür dilerim der gibiydi. Beni affet diye haykırır gibiydi.

Levent içeriye girdikten sadece üç saniye sonra Tekin, üzerinde avukat cübbesiyle içeriye girdi. Hepimizin şaşkın gözleri Tekin'in üzerindeyken Tekin bize bakmadan hızlı adımlarla davalı koltuğuna yürüdü. Rüya ve Duygu'nun avukatlığını yapacak, içeriye girmesinler diye onları savunacaktı. Artık nasıl gözü dönmüşse benim kendisinin kardeşi olduğumu bile hiçe saymıştı. Şimdi benim yanımda oturup beni savunması gerekirken, o benim karşıma geçerek bana zarar veren insanları savunmayı seçmişti. Şaşkın ve kırgın bakışlarım Tekin'in üzerindeyken babam "Tekin ne yapıyorsun lan sen?" diye kükredi. "Kardeşinin canına kast eden canileri mi savunacaksın hayvan herif?"

Tekin babama bir cevap vermedi. Niye cevap vermediği de muammaydı. Belki de buna verece bir cevabı yoktu. Mavi, ama artık gri olan gözleri, gözlerimi talan ederken, yüzünde hiçbir duygu barındıran bir ifade yoktu. Şuan karşımda yer aldığı için pişman değildi... Tekin zaten benim karşımda yer aldığını ilk doğum günümde Levent'i getirerek göstermişti.

Mavi gözlerinde sıcak şefkati tattığım abim ve orman yeşili gözlerinde huzuru bulduğum çocukluk aşkım...

İkisi bir olmuş, canımı yakan kişilerin canını yakmak yerine onları canı pahasına korumayı ve yanlarında olmayı seçmişlerdi. Beni hiç önemsemeden, hiç dinlemeden, bir kalbimin olduğunu unutarak, yokmuşum gibi davranmayı seçmişlerdi.

Tekin ile bakışmamız Tunç'un bir rüzgâr misali Tekin'in önüne gelerek suratına yumruk atmasıyla son buldu. "Pezevenk! Adi herif!" bir yumruk daha savurdu. "Kardeşimizi öldürmeye kalkanları mı savunacaksın şerefsiz?" diyerek bir yumruk daha atacakken içerideki jandarmalar Tunç'u tutarak yaka paça dışarıya attı. Tekin, üzerini düzeltmeye başladığında Hâkim içeriye girdi ve duruşmayı başlattı.

Duruşma sadece kırk dakika sürdü. Bu kırk dakikada Tekin, bütün mesleki tecrübelerini ortaya sererek Rüya ve Duygu'yu savundu. Ama yine de Rüya ve Duygu'nun hapise girmesini engelleyemedi. Hâkim duruşmayı sanki Melih ile anlaşmış gibi iki ay sekiz gün sonraya attı. Bu süre içerisinde ise Rüya ve Duygu'nun tutuklu yargılanarak ceza evine gönderilmesi kararını verdi. Hâkimin kararından sonra Rüya ve Duygu elleri kelepçeli bir şekilde duruşma salonundan götürüldü. Hâkimde duruşma salonunu terk edince hepimiz salondan tek tek çıktık.

Adliye koridorunda sinirden delirmiş gibi volta atan Tunç'la göz göze gelince, adımlarını bana doğru hızlandırıp beni kollarının arasına aldı. Saçlarımı öptü. "Bitti güzelim." Dedi sinirine hâkim olmak ister gibi. Kollarımı Tunç'a sardım. "Gitmek istiyorum buradan abi. Eve gidelim." Dedim fısıltıyla. "Tamam, güzelim." Diyerek bakışlarını arkamızda kalan dedeme ve babama çevirdi. "Hadi gidiyoruz baba." Dedi. Babam ve dedem yanımıza gelince Tunç, beni saran kolunun birini serbest bırakarak tek koluyla omzumdan tuttu. Çıkışa doğru yürümeye başladığımızda arkamızdan Melih'in "Ahu" diye seslenmesiyle durmak zorunda kaldık. Melih birkaç büyük adımda yanımıza geldi. Gözlerini gözlerime dikti. Elini bana doğru uzatarak "Ahu" dedi bir kez daha.

Melih'in bana doğru uzanan elini hiçe sayarak Tunç'a doğru yaklaştım ve iki elimle kolunu kopartmak ister gibi sıktım. Bu hareketim hem Tunç'u hem de Melih'i şaşkınlıkla dehşete düşürdü. Melih üzerinde ki şaşkınlığı atarak "Konuşmamız lazım." Dedi sakince.

Melih'in konuşmasını hiçe sayarak Tunç'a biraz daha yaklaştım. Başımı kaldırarak Tunç'un afallamış gözlerine baktım. "Beni eve götür abi." Dedim. Melih bana doğru bir adım atacakken. Tunç boşta kalan elini havaya kaldırarak onu durdurdu. "Daha sonra konuşursunuz Melih!"

Melih, alev alan ela gözlerini kapatıp geri açtı. Üzerimi baştan aşağıya süzdüğünde bakışları Tunç'un kolunu kavrayan ellerimde durdu. Sanırım parmağımda nişan yüzüğümün olmadığını yeni fark ediyordu. Bakışları öldürücü bir yavaşlıkla gözlerime çıktı. Gözlerinde yer edinen ela, yeşil damarlarda kor bir ateş vardı. Beni yakmak isteyen kor bir ateş... Dolgun dudakları düz çizgi halindeydi. Elmacık kemikleri belirginleşmiş, sakalları bile bunu gizleyememişti. Dişlerini sıktığını çenesinin seğirmesinden anladım.

Öfkeden kuduran Melih'in alev alan ela gözlerinden gözlerimi çektim ve Tunç'un açık kahve gözlerine baktım gidelim der gibi. Tunç benim ne demek istediğimi anlayarak iyice sardı beni ve çıkışa doğru yürümeye başladık. Adliyeden çıktığımızda bir sürü basın mensubunun akıl almaz sorularına maruz kaldık. Hiç birine cevap vermeden hızlı adımlarla Tunç'un arabasına bindik ve adliyenin önünden ayrıldık.

Yol boyunca dedem ve babamın Tekin'e sitem dolu sözlerini dinledik. Tunç arada bana küçük kafa dağıtıcı şeyler sorarak benimle iletişime girdi. En sonunda eve gelince onları kibar bir dille uyararak yalnız kalmak istediğimi söyledim ve kendimi odama attım.

Yatağın üstüne sırt üstü uzandım, bakışlarımı gri tavana sabitledim. Düşündüm. Öyle çok düşündüm ki... Ama düşündüğüm hiçbir şeyin cevabını ya da faydasını bulamadım. Nasıl hissettiğimi bile bilemiyordum.

Üzgün mü? Kırgın mı? Küskün mü?

Ben nasıl hissettiğimi gerçekten bilmiyordum. Sanki böyle dört tarafı boşluk, dibi görünmeyen bir uçurumun ortasında bulutlara kurulmuş bir salıncakta ölüme sallanır gibi sallanıyormuşum gibi hiçtim. Ne o salıncaktan düşüyordum, ne de sallanmaktan vazgeçiyordum.

Bakışlarımı gri tavandan çekerek cenin pozisyonu aldım yatakta ve her zaman yaptığım gibi kendimi uykunun kollarına bıraktım. Bu kez bir daha hiç uyanmamayı dileyerek gözlerimi kapattım.

***

Sabah gözlerimi odamın kapısının paldır küldür açılması ve akabinde Tunç'un evi inletecek sesi sayesinde açtım.

"Uyan Ahu..." diye resmen bağırıyordu. Gözlerimi ovalayarak yatakta doğruldum ve Tunç'un parlayan gözlerine şaşkınlıkla baktım. "Sabah sabah ne oluyor abi?" diye sordum. Tunç, yanıma gelerek üzerimdeki örtüyü kaldırdı. "Kalk hazırlan. Gidiyoruz." Dedi şen sesiyle. "Nereye?"

Tunç, bütün dişlerini göstererek sırıttı. "Tatile" dedi ve ekledi. "İki gün tatil yapacağız. Kalk hadi daha Berna'yı da evinden almamız lazım." Dedi. Şaşkınlıkla kocaman açtığım gözlerimi ciddi olup olmadığını sorgular gibi gözlerine diktim. Gözlerinde gördüğüm ifade ciddi olduğunu haykırıyordu. Daha sonra gözlerimle üzerini süzdüğümde, üzerinde takım elbise değil de siyah bir kot ve lacivert boğazlı bir kazak olduğunu gördüm. Derin bir nefes alıp "Abi" diye konuşmaya çalıştığımda Tunç beni engelleyerek yataktan kaldırdı.

"Hadi Ahu. Sinirleniyorum ama..." hayıflanır gibi mırıldandı. "Kendine küçük bir çanta hazırla iki gün tatil yapacağız. Üzerini giyin ve aşağıya gel." Diyerek odadan çıktı. Tunç'un bu hallerine ilk kez şahit oluyordum.

Bu kadar kaosun içinde tatil yapmanın ne kadar doğru olduğu da tartışılırdı. Ama ben yine de Tunç'u kırmak istemediğim için hızlıca kendime bir çanta hazırladım. Mavi kotumu ve beyaz boğazlı kazağımı da giydikten sonra, siyah deri ceketimi de giyerek hazırladığım çantayla birlikte aşağıya indim. Tunç, beni görünce elimdeki çantayı aldı dışarıya çıktı. Bende onu takip ederek peşinden ilerledim. Birlikte arabayı bindik emniyet kemerimizi takarken aklıma gelen şeyle bakışlarımı Tunç'a çevirdim.

"Abi bu tatilden Melih'in haberi var mı?" diye sordum. Tunç emniyet kemerini takarak arabayı çalıştırdı. "Sen düşünme şimdi Melih'i falan," arabayı evin bahçesinden çıkartıp ana yola girdiğinde. "O güzel beyninde sadece yapacağımız tatili düşün." Dedi. Huzursuz bir nefes alıp verdim. "Abi gerçekten Melih'le uğraşmak istemiyorum."

"Uğraşma zaten. Kapat bu Melih konusunu." Diyerek konuşmayı sonlandırdı ve yola odaklandı. Yaklaşık yirmi dakika sonra Berna'nın evinin önüne geldik. Berna, bizim gelmemizle evden çıktı ve homurdanarak arabaya yaklaştı. Tunç'ta arabadan inerek Berna'nın elinden çantasını aldı. Bagajı açıp Berna'nın çantasını bagaja yerleştirirken Berna'da arka kapıyı açarak arabaya yerleşti. Bana bir günaydın bile demeden direk çemkirir gibi konuştu.

"Kız Ahu bu Tunç abinin derdi ne Allah aşkına?" ellerini ensesinde biten kısa sarı saçlarından geçirdi. "Ya sabahın dördünden beri bana işkence ediyor. Tatilde, tatil diyerek beynimi yedi."

"İnan ki bende hiçbir şey bilmiyorum Berna." Diyerek dudaklarımı büzdüm. Bu sırada da Tunç arabaya bindi emniyet kemerini taktı. Bakışlarını Berna ile benim üzerimde gezdirdikten sonra iki elinin avuç kısmını birbirine sürttü. Yüzüne yerleştirdiği kocaman bir gülümsemeyle "Evet, hazır mısınız kızlar?" diye sordu aynı anda da arabayı çalıştırdı. "Abiniz size muhteşem bir tatil yaşatacak." Dedi.

Berna ile ikimiz aynı anda Tunç'a gözlerimizi devirdik. Berna arka koltuktan öne doğru kafasını uzatarak "Tunç abi keşke bu yaşatacak olduğun muhteşem tatilden bize daha önce bahsetseydin. Belki biz muhteşem bir tatil yapmak istemiyoruz. Ya da sabahın köründe tatil diye yollara düşmek istemiyoruzdur." Dedi iğneleyici bir sesle. Tunç, Berna'yı önemsemeden arabaya kullanmaya devam etti. Ama daha Berna'yı tanımıyordu ve böyle davranarak Berna'yı kesinlikle susturamazdı. Berna bu kez parmağıyla beni dürttü. "Bir şey söylesene çiçeğim. Haksız mıyım?"

"Çok haklısın." Dedim kıkırdayarak. Berna benden bakışlarını çekerek Tunç'un yüzüne çevirdi. "Tunç abi..." diye seslendi. Tunç "Efendim Berna." Dedi

"Nereye gidiyoruz?"

"Gidince görürsün. Ayrıca arkaya yaslan. Başımın dibinde konuşup durma." Bakışlarını yoldan çekmeden konuşan Tunç, daha şimdiden Berna'nın çenesine isyan etmişti.

Berna tabi ki de Tunç'u dinlemedi ve arkasına yaslanmadı. Bal rengi gözlerini kısarak Tunç'a bir av misali baktı. "Tunç abi, hayır yani şunu çok merak ediyorum. Sen kendi başına bir tatil planlıyorsun eyvallah. Ama insan nereye gittiğimizi söylemez mi? Kış mevsimindeyiz. Yazlık bir alana mı gidiyoruz? Yoksa kar olan bir yere mi? Öyle gelişi güzel hazırladık çantaları, umarım beni sabahın köründe yatağımdan kaldırarak işkence çektirmene değecek bir yere gidiyoruzdur?" nefes bile almadan konuşan Berna'nın sesinden rahatsız olan Tunç'un rengi atmış, kaşları seğiriyordu. Onun bu kadar konuşmaya şimdiye kadar dayanması bile bir mucizeydi. Berna Tunç'un ona cevap vermediğini fark edince "Tunç abi." Diye seslendi.

"Yeter gözünü seveyim Berna. Allah Peygamber hakkı için yeter abim ya! Yemin ederim sen bu çeneyle bir orduyu öldürürsün ha! " Bakışlarını iki saniye kadar Berna'ya çevirdi ve tekrar yola döndü. "Dört saatlik bir yolumuz var! Gideceğimiz yere kadar arkana yaslan ve uyu abicim." Diye konuştu sesinde kızgınlık vardı. Berna, daha fazla zorlamak istemeyerek arkasına yaslandı ve gözlerini kapattı. Tunç'ta Berna'nın susmasıyla derin bir nefes aldı. Bende bakışlarımı pencereden dışarıya çevirdim.

Yol altımızdan bir yılan gibi kayıp gidiyordu. Bakışlarım dışarıyı izliyor, düşüncelerim ise kendi hayatımı sorguluyordu. Ne kadar çok Tunç'u dinlemek istesem de ben Melih'in bana söylediği sözleri unutamıyordum. Sanki üç yıldır yok olduğunu hissettiğim kalbimin varlığını, Melih'in sarf ettiği bu sözlerle hissetmiştim. Kalbim acımıştı... Kalbim kırılmıştı... Kalbimin kırılan sesi Melih'in zehirli yeşiller bulaşan gözlerinin içinde yok olmuştu...

Düşünce denizinde boğulma pahasına yüzerken, yorulduğumu hissettim. Çok yorgundum ama yüzmeyi bırakırsam öleceği mi bildiğimden, durmadan yüzmeye devam ediyordum. Gözlerimi kapattığım da beynimin içinde kaç tane düşünceyi boğarak öldürdüğümün ben bile sayamamıştım.

***

Gözlerimi Tunç'un sesiyle açtım. Berna'da Tunç'un sesini duyarak uyanmıştı. Tunç, yorgun gözlerini bizim üzerimizde gezdirdi. "Geldik kızlar." Dedi. Etrafı görebilmek için pencereden dışarıya baktım. Şaşkınlıkla açılan ağzım ve gözlerimle daha ben Tunç'a bir şey sormadan Berna çığlık çığlığa Tunç'a doğru konuştu.

"İnanmıyorum Tunç abi. Bizi gerçekten kaplıcalara getirdiğini söyleme lütfen? "dedi. Tunç gayet sakin bir sesle, hatta gururla kabarttığı omuzlarıyla "Evet, sizi tatil için kaplıcalara getirdim." Dedi. Berna baygınlık geçirir gibi eliyle kendine hava yaptı.

"Ay gerçekten bu bir kâbus olmalı... Onca yolu kaplıcalarda tatil yapmak için mi geldik?"

Tunç'un gayette rahat hallerine yüzümü ekşiterek baktım. Çünkü bende Berna gibi düşünüyordum. Açıkçası tatil yapmak için kaplıcaya gelebileceğimizi bende düşünmemiştim. Böylelikle Tunç'un böyle şeylerden pek anlamadığını da öğrenmiş oldum.

Pencereden bakışlarımı çekerek Tunç'un parlayan gözlerine baktım. "Abi dört saat sırf kaplıcalarda tatil yapmak için mi geldik?" diye sordum. Tunç kaşlarını havaya kaldırarak "Kaplıca deyip geçme kızım. Burası Afyon'un en iyi termal otellerinden biri." Elini uzatarak yanağımdan makas aldı. "Hem sen demedin mi canım acıyor diye? Al işte iki gün bu kaplıcadaki şifalı suya gir hiçbir şeyin kalmaz."

"Bu öyle şifalı sulardan geçecek bir can ağrısı değil abi."

"Güzelim, biz önce senin bedeninde ki yaraları iyileştirelim. Daha sonrada ruhundakileri iyileştiririz." Diyerek bakışlarını Berna'ya çevirdi. "Sende yeter bayılıp ayıldığın. Kızıyorum bak. İnin arabadan aşağıya, odalarınıza yerleştikten sonra da hep birlikte şifalı sulara gireceğiz. "dedi itiraz kabul etmeyen bir sesle. Arabadan indi hepimizin çantasını bagajdan aldı. Berna ile birlikte arabadan indik. Tunç arabayı kilitledikten sonra otele doğru ilerlemeye başladı. Berna ile bende kol kola onu takip ediyorduk. Berna, bana biraz daha sokularak sır verir gibi konuştu.

"Ahu valla bu Tunç abi delirmiş... Kızım adam bizi Afyon'a kaplıcalara tatil yapmamız için getirdi." Küçük bir kahkaha attı. "Şaka gibi ya..." dedi. Onun bu haline dayanamayarak bende gülmeye başladım. Artık yapacak bir şeyimiz yokta İstanbul'dan buraya gelmiştik bir kere. Bu iki günü ya eğlenerek geçirecektik ya da sitem ederek. Berna ile ilk şıkkı seçerek eğlenmeye karar verdik.

Odalarımıza çıktıktan sonra biraz dinlenmiş ve daha sonra hep birlikte güzel bir yemek yemiştik. Tunç'un ısrarıyla kaplıca sularında saatlerce vakit geçirmiş ve uyumak için odalarımıza çıkmıştık. İkinci günde Afyon'un birkaç yerini gezmiş. Ev yemekleri yapılan bir lokantada yemek yemiştik. Berna'yla birlikte bir sürü fotoğraf çekinmiş, hiç yapmadığımız kadar dedikodu yaparak ikinci günü geçirmiştik. Afyon'da geçirdiğimiz son gün bir kez daha kaplıcanın şifalı sıcak suyundan yararlanmıştık. Tunç, Berna'nın konuşmalarına dayanamadığı için genelde tek başına takılmayı tercih etmişti. Bir ara babamla telefonda konuşurken babama dert bile yandığını duymuştum. "Baba bir insan bir insanı çenesiyle öldürebilirmiş sağ olsun Berna bana bunu çok net bir şekilde gösterdi. "demişti.

Başta Tunç'a bizi buraya getirdiği için sitem etmiştik ama bu iki gün boyunca boş bir sitem olduğunu bize ispat etmişti. İki günü dolu doluya yaşamış ve son gün öğleden sonra otelden ayrılmıştık. Dört saatlik yol boyunca bu kez uyumamış, hatta bir dinlenme tesisinde durarak yemek bile yemiştik. İstanbul'a vardığımızda saat akşam sekizi gösteriyordu. Önce Berna'yı evine bırakmış daha sonrada kendi evimize gelmiştik. Tunç arabayı bahçeye geçirdiğinde, bahçede Kenan amcanın arabasını görmemizle ikimiz birden kaşlarımız çattık. Tunç'la birlikte arabadan indik ve eve doğru adımladık. Tunç cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. Sessiz olmam için parmağını dudağının üstüne koyarak "Şişt" dedi. Adımlarımızı salona doğru attığımızda Kenan amcanın sesi gelmeye başladı.

"Senin ahlaksız kızın yüzünden." Diyordu. Yine beni bir şeyler için suçladığı kesindi. Babam "Sözlerine dikkat Kenan Efendi! Sen benim kızım hakkında böyle konuşamazsın!"

"Konuşurum! Senin kızın yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı! Sırf Rüya'yı kıskandığı için kızcağıza iftira attı! Yetmedi iki gün önce adliyede oğlumun yüzüne bile bakmadı! Ulan gazeteciler çekmiş parmağındaki yüzüğü bile çıkarmış! Sen daha benim kızımın hakkında böyle konuşamazsın diyorsun!" diye kükredi Kenan amca. Füsun Hanımın görüntüleri ortaya çıktığından beri benden nefret eder olmuştu. Sanki içine acımasız, gözü dönmüş bir canavar girmişti ve benden ölümüne nefret etmeye başladı.

"Rüya diye bahsettiğin o kadın benim kızımı az kalsın öldürecekti be adam! Her şeyi geçtim bari kendinden utan! Oğlundan utan! Ahu senin gelinin ondan böyle bahsederken bari insanlardan utan!" diye çıkışan babama Kenan amca aynı sertlikle cevap verdi.

"Senin kızın bizden utansın! Adliye çıkışından beri oğlum perişan halde! Kim bilir ne boklar karıştırmıştır Ahu? Mehmet desen zaten Ahu'nun yüzünden Melih'in yüzüne bakamıyor. Oğlum iki gündür delirmiş gibi öfkesinden önüne gelene çatıyor. Bunların hepsinin sebebi senin o saygısız kızın! Eğer var ya Melih Ahu'yu sevmiyor olsa bir saniye durmam kızının kafasına sıkarım! Ama işte dua et oğlum seviyor!"

Konuşmanın buradan sonrasını dinlemekte istemedim, duymakta. Kenan amcanın sarf ettiği şeylere ne benim verebilecek bir cevabım vardı ne de babamın. Çünkü Kenan amca ve Birsen teyze gerçeği bilmese de biz çok iyi biliyorduk. Melih beni sevmiyordu. Melih beni intikamına kurban ediyordu ve en çok yine Melih beni öldürüyordu. Ama biz bunu Kenan amcaya söyleyemiyor, her zaman olduğu gibi sözlerimizi yutmak zorunda kalıyorduk.

Merdivenleri sakince çıktım ve kendi odama girdim. Üzerimdeki kıyafetleri değiştirerek pijamalarımı giydim. Yatağın üstündeki yorganı kaldırarak içine girdim. Aşağıda olan hiçbir şeyi duymamış gibi uyudum.

***

Sabah uyanır uyanmaz telefonla Sevgi Hanımı arayarak, Melih'in evde olup olmadığını sordum. Sevgi Hanımdan Melih'in şirkete gittiğini öğrendikten sonra telefonu kapattım ve yataktan çıktım. Üzerimi hızlı bir şekilde giyindim. Taksi durağından bir taksi çağırdım. Evin önüne gelen taksiye binerek bir pastane önünde durmasını söyledim. Pastaneden sıcak simit ve poğaça aldıktan sonra tekrar taksiye bindim. Bu kez şoföre Melih'in evinin adresini verdim. Taksi Melih'in evinin önünde durunca çantamdan çıkardığım parayı verdim ve taksiden indim. Eve doğru ilerleyip kapıyı çaldım. Birkaç dakika sonra Sevgi Hanım kapıyı açtı. Sevgi Hanımla girişte kısa bir sohbet ettikten sonra annemin yanına çıktım. Annemin odasının kapısı bir kez tıklatarak içeriye girdim.

Annem yatağında öylece uzanıyordu. Beni görünce yüzüne kocaman bir gülümseme kondurdu. Bende tıpkı onun gibi kocaman gülerek, birkaç büyük adımda yanına yaklaştım ve kollarının arasına girerek sıkı sıkıya sarıldım. Annem eliyle saçlarımı okşadı, başımın üstüne sayısız öpücük bıraktı.

Annemin kollarının arasından çıkarak, elimdeki pastane poşetini havaya kaldırıp salladım. "Senin için simit ve poğaça aldım anne. Birlikte kahvaltı yapalım." Dedim. Annem gülen gözlerle gözlerimin içine minnetle baktı. Annemin yanından kalktım ve pencere kenarında koltuğun önünde duran, beyaz sehpayı kucaklayarak yatağın yanına getirdim. Poşeti açtım, simitlerin ve poğaçaların sarılı olduğu kâğıdı sehpanın üzerine koydum. Simitleri ve poğaçaları da üzerine dizdim. Elime aldığım bir tane poğaçadan bir lokma kopartarak anneme uzattım.

Annem ilk olarak elimde ona uzattığım poğaça lokmasına baktı. Daha sonra buğulu gözlerini gözlerime çıkardı. Elini yüzüme doğru yaklaştırdı ve parmaklarını burnumun üstündeki sargı bezinde gezdirdi. Parmakları burnumun üstünde gezerken, gözlerinden büyük bir gözyaşı döküldü. Sanki gözünden akan bir gözyaşı değil de bir isyandı. Beni bu hayatı yaşamaya zorlayanlara bir isyandı. Beni koruyamadığı için kendine bir isyandı. Annemin yaşlı gözlerine gülümseyerek baktım. Burnumun üzerinde gezen elini tutarak avuç içini öptüm.

"Önemli bir şey değil anne sadece kapıya çarptım." Sesli bir şekilde güldüm. "Beni bilirsin sakarlıkta üstüme yok. "

Annem bana inanmış gibi yaparak başını salladı. Çünkü ikimizde benim kapıya çarpmadığımı çok iyi biliyorduk. Gülümsemeye devam ederek anneme elimdeki lokmayı uzattım annem ağzını açıp lokmayı aldığında. Bende kendi ağzıma bir parça poğaça attım. Hem kendim yiyordum hem de anneme yediriyordum. Gözlerim bir an annemin saçlarına takılınca elimi uzatarak saçlarını okşadım. "Anne "diye heyecanla seslendim. Annemin acı kahve gözleri gözlerimi bulunca devam ettim. "Saçlarını boyama mı ister misin?" kıkırdadım. "Sen kızıl seversin." Dedim. Annemde gülerek onayladı beni.

"Saçların uzamış. Eğer istersen eskisi gibi saçlarını kısa kesebiliriz. Ha ne dersin?"

Annem sanki yıllarca ona bu soruyu sormamı beklemiş gibi başını salladı. Gözlerinin içi gülüyordu. Onun gözlerinin içi gülünce benimde kalbim gülüyordu. Bir süre daha simitleri ve poğaçaları sohbet eşliğinde yedik. Daha sonra ben annemi banyoya götürerek yıkadım. Odasını düzelttim, penceresini açarak içerinin temiz hava almasını sağladım. Saçlarını tarayarak kuruttum. Bütün bunların hepsini yaparken ikimizde çok mutluyduk ve zamanın su gibi akıp gittiğinin farkına bile varamadık. Telefonumu çıkartıp saate baktığımda iki saattir burada olduğumun farkına vardım. Saat öğlen on iki olmuştu. Telefonumdan en yakın taksi durağının numarasını buldum ve bir taksi çağırdım. Annemin yanından kalkarak, toparlanıyorken Melih'in kükremesi evi inletti.

"Sevgi Hanım?" diye avazı çıktığı kadar çok bağırıyordu. Öğlen vakti onu buraya getiren iki seçenek vardı. Ya benim burada olduğumu öğrenmiş olmalıydı. Ya da şirkette onu delirtecek bir şey olmalıydı. "Neden Ahu'nun burada olduğundan benim haberim yok?" diye kükremesiyle eve bu saatte geliş sebebi belli oldu.

Anneme sarılarak yanaklarını öptüm. Çantamı omzuma takarak odadan çıktım ve emin adımlarla merdivenleri indim. Merdivenlerin ortasındayken Sevgi Hanımın telaşlı ve korkulu sesini işittim. "Melih Bey Ahu Hanım haber vermemi istemedi."

"Ne zamandan beri benim sözümün üstüne söz söyleniyor Sevgi Hanım? Değil Ahu feriştahı gelse bana söyleyeceksin!"

Merdivenleri indikten sonra çıkışa doğru adımladım. Dış kapının önünde öfkeden kuduran Melih ve korku dolu gözlerle karşında duran Sevgi Hanımı gördüm. Melih benim geldiğimi fark ederek gözlerini bana çevirdi. Sadece iki saniye kadar kesişen gözlerimizi ilk ben çektim. Bu iki saniyede bile öfkeden boynunda beliren damarları çok net gördüm. Gözlerinin içi kan çanağına dönmüştü. Onu hiç görmemiş gibi hızlı adımlarla kapıya doğru ilerledim. Tam yanından geçip gidecekken "Ahu" diye seslendi sesi az önceki gibi hiddetli değil aksine ürkekti.

Dinlemedim onu kapıyı açtım, tam çıkıyordum ki eliyle kolumu kavradı. "Nereye gidiyorsun?" diye sordu fısıldayarak. Kolumu silkeleyerek elinden kurtardım ve yüzüne bakmadan dışarıya çıktım. Melih'inde benim arkamdan geldiğini sert ayak seslerinden hissediyordum. Bahçe kapısını da açarak çıktım. Melih bahçe kapısına sert bir tekme attı. "Nereye gidiyorsun diyorum?" diye bağırdı. O yokmuş gibi davranmaya devam ettim. Melih bu kez daha ben ne olduğunu anlamadan iki eliyle kollarımdan tutarak beni kendisine çevirdi.

"Sana diyorum lan beni duymuyor musun?"

Elimi göğsüne koyarak onu ittim. İşaret parmağımı ona doğru salladım. "Sakın bir daha bana dokunma!" diye bağırdım. Melih işaret parmağımı saldığım elime çatık kaşlarıyla baktı. "Yüzüğün nerede Ahu?" diye sordu. Ondan bir adım geriye giderek. "Bana dokunma! Benimle konuşma! Sakın bana yaklaşayım deme!"

"Ahu-"

"Senden nefret ediyorum!"

Melih'in kan çanağına dönen gözlerinde büyük bir hayal kırıklığı gördüm. Yüzü sarsıntıyla afalladı. Kaşları çatıktı, çatık olan o kaşlarının ortası titriyordu. Yüzü kaskatı kesildi, omuzları düşmekle dik durmak arasında kendisiyle savaş veriyordu. Gözlerindeki ateş bu kez beni yakmadı. Sadece onu yaktı. Ateşi bu kez bana değil ona zarar verdi.

Taksi yanımda gelip durunca Melih'in sarsılan yüzünden gözlerimi çektim ve taksiye binerek oradan uzaklaştım.

*** 

Hayatın sakladığı acı zaman, karanlığın içinden zehirli tırnaklarını çıkarttı. Çıkarttığı tırnaklarını bu kez ben hariç herkesin kalbine batırdı. En çokta Melih'in kalbine batırdı.

Melih'i en son o gün evinden çıkarken bahçe kapısında taksiye bindiğimde gördüm. Onu görmemin üzerinden tam tamına iki ay geçti. Biz bir kere bile karşı karşıya gelmemiş, birbirimizden olabildiğince kaçmıştık. Sekiz gün sonra Duygu ve Rüya'nın esareti bitecekti. İçeride hem bedenen hem de psikolojik olarak acı çektiklerini Osman'dan duymuştum.

Osman beni her gün gelip gideceğim yere bırakmak için kapımda bekliyordu ama ben onu önemsemeden taksiye binerek gideceğim yere gidiyordum. O izbe fabrikada şahit olduklarımdan sonra Mehmet abi, Osman, Çağlar, Ufuk ve buna Melih'te dâhil olmak üzere hiç biriyle konuşmuyordum. Onları yok sayıyordum.

Melih'le aramızda sorun olduğu çok açık belliydi ve bu kimsenin gözünden kaçmıyordu. Her gün basın benim peşime bir akbaba gibi düşerek fotoğrafımı çekiyor, ikinci güne magazin programına konu malzemesi yapıyorlardı. Yetmiyor bir de gazetelerde manşet atıyorlardı. "Ünlü iş adamı Melih Kılıçaslanın nişanlısı artık parmağına yüzük takmıyor. İkilinin ilişkilerinin çatırdadığı düşünülüyor. Uzun zamandır yan yana görünmeyen ikilinin ağzını bıçak açmıyor. Ayrılık kapıda gibi duruyor. " gibi bir sürü saçma haberler çıkarıyorlardı. Bu durum medyaya yansıyınca doğal olarak herkesi rahatsız ediyordu. Sanırım en çokta Birsen teyze ve Kenan amcayı huzursuz ediyordu.

Birsen teyze iki gün önce beni karşısına almış ve Melih'le aramızda ki sorunun geçmesi için benimle konuşmuştu. Ona ne kadar aramızda bir sorun olmadığını söylesem de zeki bir kadın olduğu için buna inanmamıştı. Çıkan bu haberlerden sonra Kenan amcanın Almanya'da yaşan teyzesi Türkiye'ye gelmek istemiş ve Birsen teyze kadını pek sevmediği için ısrarla bana o gelene kadar aramızı düzeltmemizi istemişti. Kenan amcanın teyzesi Almanya'dan Türkiye'ye beş gün sonra tam Rüyalar ceza evinden çıkmadan üç gün önce gelecekti. Birsen teyze kadını memnun etmek için kendi evlerinde ailecek bir yemek düzenlemek istediğini ve bu yemeğe Füsun Hanımda dâhil olmak üzere katılmamızı kesin bir dille söylemişti.

Aynanın karşısında üzerimi son kez kontrol ettim. Uzun saçlarımı elimle düzelterek iki omzumdan aşağıya bıraktım. Üzerime mavi şişme montumu giydim. Çantamı elime alarak aşağıya indim. Taba rengi çizmelerimi ayağıma giydikten sonra, dışarıya çıktım. Yüzüme çivi gibi çarpan soğuk rüzgârı hiçe sayarak, montuma sarıldım. Bahçe kapısını açtığımda bu kez karşımda Osman yoktu. Çağlar vardı ve havanın soğuk olmasını önemsemeden arabanın kaputuna yaslanmış sigara içiyordu. Beni görünce sigarasından derin bir nefes daha alarak yere attı. Ayağının ucuyla söndürdüğü sigaradan bakışlarını çekerek gözlerime baktı. "Günaydın yenge." Dedi.

Çağlar'dan bakışlarımı çektim ona bir cevap vermeden kaldırımda yürümeye başladım. Benim birkaç adım attığım kaldırıma Çağlar sadece iki adım atarak önüme geçti. "Nereye gidiyorsun yenge?" başıyla arkamızda kalan arabayı işaret etti. "Araba orada bin hadi arabaya." Dedi. Ona cevap vermeden bir adım daha atacaktım ki Çağlar mavi gözlerini bana dikerek "Yenge!" dedi ikaz eder gibi.

"Bin arabaya nereye gideceksen ben bırakacağım seni!"

Ruhsuz, boş bir bakışma geçti aramızda. Çağlar derin bir nefes aldı aldığı nefesi geri verince ağzından çıkan nefes soğuktan dolayı duman şeklinde çıktı. "Hadi yenge! Zorluk çıkarma inan bana ben Osman gibi yumuşak biri değilim. Konuşmuyorsun bizimle eyvallah ama artık yeter abim ayrı, sen ayrı kusura bakma ama siktiniz hayatımızı." Başıyla arabayı gösterdi. "Hadi arabaya geçelim."

Sinirle arabaya doğru ilerledim ve arka kapıyı açarak içine geçip oturdum. Çağlarda sabır diler gibi bir baş hareketi yaptı. Sert adımlarla arabaya gelip sürücü koltuğuna oturdu. Emniyet kemerini takarken dikiz aynasından bana baktı. "Nereye gidiyoruz?" diye sordu. "Berna'nın kafesine." Dedim tok bir sesle. Çağlar arabayı çalıştırdı aynı anda da hem yola odaklanıyor hem de arada dikiz aynasından bana bakıyordu.

"Yenge bak yaşadığın ve şahit olduğun şeyler kolay değil! Kabul... Ama böyle yapma gözünü seveyim. Melih abim iki aydır çıldırmış gibi sağa sola çatıyor. Ogün siz fabrikadan çıktıktan sonra aranızda ne geçtiğini bilmiyorum. Ne olduysa size o günden sonra oldu." Bakışlarımız dikiz aynasında birleşti. "Aranızda ki bu soğuk savaşa bir son verin. Bak yemin ederim yenge Melih abi kendi gölgesiyle bile kavga eder hale geldi. Burnundan soluyor, patlamaya hazır bir bomba gibi." Bakışlarını yola çevirdi. "Ne olur yüzüğünü tak parmağına." Dedi.

Çağlar'ın sarf ettiği hiçbir kelime beni ırgalamadı bile. Melih beni kırıp dökerken bu konuşmaları asla abisine yapmayan bu adamlar söz konusu abileri olduğunda çeneleri düşüyordu. Bakışlarımı yanımdaki pencereye çevirdim ve Çağları dinlemek istemediğimi gösterdim bu hareketimle, zaten Çağlar'da bir daha ağzını açıp konuşmadı. Berna'nın cafesinin önünde duran arabadan indiğimde Çağlar'da benimle birlikte indi. Berna'nın cafesine doğru ilerlerken Çağlar "Yenge" diye seslendi ve devam etti. "Aman deyim sen o çatlak arkadaşını pek dinleme. Seni dolduruşa getirmesine izin verme!" adımlarımı hızlandırdım cafenin kapısını açtığımda Çağlar arkamdan bir kez daha bağırdı. "Akşam seni almaya gelirim yenge!"

İçeri girdiğini gören Berna bana sıcacık gülümseyerek ilgilendiği masadan siparişini almaya devam etti. Bende adımlarımı kasanın olduğu yere doğru attım ve oradaki koltuğa oturdum. Bugün Berna'nın Kafesi oldukça kalabalıktı. Berna siparişini aldığı masadan ayrılarak yanıma geldi. Birbirimize kısaca sarıldıktan sonra birlikte kafedeki müşterilerle ilgilenmeye başladık. Böylelikle bende biraz kafamı dağıtmış oldum. Kafedeki yoğunluk akşama kadar sürmüştü. Son müşteride kalktıktan sonra Berna ile kendimizi koltuklara attık. Birazdan Ezgi'de gelecekti ve kız kıza güzel bir akşam geçirecektik.

Berna kolundaki saate bakarak "Ezgi nerede kaldı?" diye sormasıyla Ezgi ağlayarak kafeden içeriye girdi ve daha ben ne olduğunu anlamadan beni kollarının arasına alarak sıkı sıkıya sarıldı. Kollarını benden ayırmadan ağlamaya devam eden Ezgi'nin sesi cafeyi inletiyordu. Berna daha fazla dayanamayarak konuştu.

"Kız ne oldu böyle ağlıyorsun?"

Ezgi burnunu sesli bir şekilde çekti. Ağlamasının arasından zar zor "Daha ne olsun? Ahu'nun başına gelenler için ağlıyorum." Bir hıçkırık koptu boğazından. "Tatil için memlekete ailemin yanına gittim. Burada sizin yanınızda olamadığım için içim içimi yedi." Dedi. Berna ile göz göze gelerek büyük bir kahkaha attık. Ezgi kollarını benden ayırdı ve yaşlı siyah gözlerini ikimizin üzerinde gezdir. "Komik olan ne var ki siz gülüyorsunuz?" diye sordu.

Berna gülmeye devam ederek "Sanki burada olsan bir şey yapabilecek mişsin gibi dert yanıyorsun ona gülüyoruz kızıl kafa." Gülmesini durdurarak "Senin o cammış sevgilin ve cammış arkadaşları bir şey yapamadı, koruyamadılar ki sen koruyasın." Dedi. Ayağa kalkarak iki elini bir birine sürttü. "Açlıktan ölmek üzereyim. Pizza söylüyorum yeriz değil mi?" diye sorarak telefonundan bir numara tuşladı. Ezgi ile ikimiz aynı anda "Yeriz." derken Berna kulağına götürdüğü telefonun açılmasıyla siparişleri verdi. Gelen pizzaları afiyetle yemiş, kahvemizi içmiş ve olur olmadık her şeyin dedikodusunu yapmıştık. Ezgi eve gitmek için Ufuk'u aradığında ben ayaklanmış ve Çağlar'ın gelmesini beklemeden çağırdığım taksiye bindim eve tek başıma gittim.

Taksi evimizin önünde durduğunda ücreti ödedim ve taksiden indim. Hızlı adımlarla bahçe kapısına geldiğimde kapıyı açacakken adımı duydum. Yönümü sesin geldiği yöne çevirdiğimde Levent'in kızaran yeşil gözleriyle karşılaştım. Üzerinde bu soğuk havaya rağmen sadece siyah bir gömlek vardı. Gömleğinin üsten üç düğmesi açıktı. Sakalları uzamış, kısa saçları eskisine rağmen daha da kısalmıştı. Bana doğru bir adım atınca bende ona doğru bir adım attım. O bana yaklaşmak için bir adım daha attı. Ben ise ona doğru ikinci bir adımı atmadım ve aramızdaki mesafeyi korudum. Levent ona atmadığım adımın ne demek olduğunu anlayarak olduğu yerde kaldı. Gözlerini gözlerime çıkardı. "Ahu..." diye fısıldadı.

Boş gözlerle onun orman rengi olan ama bazı damarlarına kırmızılık bulaşan yeşil gözlerine baktım. Levent elini bana doğru uzatarak bir kez daha "Ahu..." diye fısıldadı. Büyükçe yutkundu. "Seni çok özledim Ahu... Seni o kadar çok özledim ki," elini tam kalbinin üstüne bastırdı. "Buraya söz geçiremiyorum. Çok seviyorum!" dedi acı çeker gibi.

Levent'in bu sözlerine imayla tebessüm ettim. "Sen beni sevmiyorsun Levent!" dedim bir anda. Levent başını iki yana sallayarak "Seviyorum... Çok seviyorum." Derken yeşil gözlerinden bir damla yaş yanaklarına doğru süzüldü. Levent'in gözünden akan yaşa ruhsuzca baktım. Onun ağlaması beni ne mutlu etti ne de üzdü. Sadece karanlık bir arafta bıraktı. Başımı inanmazca iki yana salladım. "Sevmiyorsun!" diye bağırdım.

Levent iki adım atarak yanıma yaklaştı gözlerini gözlerime dikerek acılı bir şekilde yutkundu. Yüzünde ki ifade bir yudum suya muhtaç kalmış gibi bitikti. Elini kaldırarak bana uzattı ve bana dokunamayacağını anlayınca çaresizce kaldırdığı elini geri indirdi. "Yemin ederim ki çok seviyorum Ahu. Sensiz nefes bile alamıyorum." Dedi.

"Bana yalan söylemeyi kes Levent!" diye bağırarak onu susturdum. Elimle göğsüne sert bir şekilde vurdum. "Sen benden vazgeçtin!"

"Hayır, Ahu Hayır!" deli gibi başını olumsuz anlamda salladı. "Ben senden vazgeçmedim. Vazgeçmem! Sen benden vazgeçip gittiğinde bile ben senden vazgeçmedim!"

Geceyi inletecek kadar yüksek bir kahkaha attım. "Sen tamda benden o zaman vazgeçtin!" diye bağırdım. Levent "Ahu" dedi afallayarak.

"Kabul ben senden gittim. Ama sende benim yokluğumda benden vazgeçtin! Kendini en yakın arkadaşımın kollarına attın. Yetmedi iki ay önce mahkemede onun safında yer tuttun! Sen benden vazgeçmedim derken bile vazgeçtin!"

"Ahu her şeyi açıklayabilirim." Yutkundu "Bilmediğin şeyler var!"

"Her şeyi biliyorum. Bilmediğim tek şey senin bana olan yalan sevdanmış!" dedim arkamı dönüp eve doğru ilerleyecekken Levent kolumdan beni tutarak kendisine çevirdi. Gözünden akan yaş yanağında kurumuştu. Gözlerinin içindeki damarların yeşilleri akına bulaşmıştı. "Sarhoştum..." acılı bir nefes aldı. Aldığı nefesi vermeden "Çok sarhoştum Ahu!" dedi. Kolumdaki elini biraz daha sıkarak gözlerimin içine doğru söylediğini anlamamı ister gibi baktı.

"Saçları tıpkı senin saçların gibiydi. Kokusu tıpkı senin kokun gibiydi Ahu. Sen sandım Allah beni kahır etsin sen sandın! Hiçbir şey söylemeden beni bırakıp gittin. Sen gidince ben perişan oldum. Dağıldım Ahu! Sarhoşken burnuma dolan kokunla kendimi kaybettim Ahu. Yemin ederim Duygu'ya dokunurken sana dokunuyormuş gibi hissettim."

Kolumu Levent'in elinden kurtararak göğsünden ittim onu. "Hepiniz yalancısınız! En çokta sen!" işaret parmağımı ona doğru salladım. "Biz seninle bırak öpüşmeyi bir kez bile el ele tutuşmadık. Sen şimdi gelmiş bana sarhoşluğuna sığınarak sen sandım diyerek Duygu ile birlikte olduğunu söylüyorsun!" başımı iki yana inanmazca salladım. "Sanmayacaktın. En çok sen sanmayacaktın!"

Levent sinirle elini saçlarının arasından geçirdi kendi etrafında bir kez döndü ve sinirli bakışlarını bana çevirdi. "İnsanız Ahu. Herkes hata yapar. Duygu benim hatamdı. Sende hata yaptın." Dişlerini öyle sıkıyordu ki gıcırdama sesini duyuyordum. "Rüya söyledi sen o pezevenk Melih'le öpüşmüşsün! Senin yaptığında hata!" dedi. Ona öfkeyle baktım ve bir adım geriye giderek "Melih benim nişanlım!" diye bağırdım. Levent başını havaya kaldırdı ve kışkırtıcı bir kahkaha attı. Gözlerindeki şeytani parlamayla kaşıyla elimi gösterdi.

"Parmağında yüzüğü olmayan nişanlın!" dedi.

"Ben kime ne anlatıyorum ki?" diyerek arkamı döndüğümde gecenin karanlığını yutacak alkış sesi aramıza bir bomba gibi düştü. Alkışlayarak bombayı atan kişi Melih'ti. Bizden az uzağa park ettiği arabasına yaslanmış ve kaşlarını havaya kaldırarak iki elinin avuç içini birbirine sertçe vurarak bizi alkışlıyordu.

İkimizin de bakışları onun üzerindeyken, o gayet sakin bir şekilde alkış çalarak yanımıza geldi. Yüzünde ki ifade sakindi ama bir o kadar da korkunçtu. Kınayan bakışlarını gözlerime çevirdi. "Ahh benim güzel nişanlım..." başıyla Levent'i işaret etti. "Bak bizi ciğeri beş kuruş etmeyen adamların yanında nasılda rezil ettin!" ayıplar gibi cık cıkladı. Zehirli yeşiller bulaşan ela gözlerini gözlerimden çekmiyor, bir kez olsun Levent'e bakmıyordu.

"Arabaya binmen için sadece bir dakikan var Ahu!" dedi ölümcül bir sesle. Levent araya girerek "Sadece konuşuyorduk. Abartmaya gerek yok!" diye çıkıştı sesindeki korkuyu gizleyemeden. Melih gözlerime bakmaya devam ederken. "Sen iki dakika sus ve beni bekle. Birazdan içimde ki medeni Melih'le tanışacaksın." Dedi ve ekledi. "Kırk saniyen kaldı Ahu!" demesiyle arkamı dönüp Melih'in arabasına doğru ilerledim. Kapıyı açıp içeriye girip oturmamla Melih Levent'e doğru döndü ve yumruğunu yüzüne geçirdi.

Levent böyle bir şeyi beklemediği için sarsıldı ama yere düşmedi. Melih ise ağza alınmayacak küfürler ederek bir yumruk daha attı. Daha sonra da Levent'i orada öylece bırakarak arabaya geldi. Sürücü koltuğuna oturur oturmaz emniyet kemerini takmadan arabayı çalıştırdı. Arabanın tekerlekleri karanlık gecede çığlık atarak ses bıraktı. Melih öfkesine hâkim olmak yerine bütün sinirini arabanın hız limitinden çıkarmayı tercih ediyordu. Araba o kadar hızlıydı ki midem bulanmış, başım dönmeye başlamıştı.

Melih normalde iki saat süren ıssız evinin oraya bu hızıyla bir saatte gelmişti. Araba ani bir firenle durunca camdan dışarıya fırlamamak için tutacaklara zor tutundum. Melih arabadan indi benim kapımı açtı. "Beni delirtmeden in çabuk!" dedi. Arabadan inince o önde ben arkada eve girdik. Melih kolumdan tutarak beni salona doğru sürükledi salona gelince elinden kolumu kurtarmaya çalışarak "Bırak beni!" diye çığlık attım. Melih kolumu bıraktı. Öfkeden yanan gözlerimi gözlerime çıkardı. "O adam senin yanında ne geziyordu lan?"

"Sana ne? Bana hesap sorup durmayı kes!

Melih gür kumral saçlarının arasından ellerini sinirle geçirdi. Üzerinde ki ceketi çıkartıp yere attı. "O amına koyduğum şerefsize güldün!" eliyle alnını ovaladı. "Benim gözlerimin önünde o piçe hem dokundun hem güldün lan!" diye kükredi ve bana arkasını döndü. Bende bir hışımla üzerimde ki şişme montu çıkardım ve onun gibi yere attım.

"SENİN DERDİN NE?" diyerek bağırdım karşımda beni sinir eden adama, ağlamamak için kendimle mücadele veriyordum. Ama nafile bir mücadele olmuştu. Çünkü gözyaşlarım yine bana ihanet ederek yanaklarımdan aşağıya süzülüyordu.

Arkası dönük olan Melih bir hışımla bana döndü ve "Ne dedin tekrarlasana?" dedi. Sağ dudağı yukarıya doğru kıvrılmış, ela gözlerinde küçümseyici bir bakış vardı

"Senin derdin ne?" dedim dişlerimin arasından. Aslında avaz avaz bağırmak istiyordum. Ama sadece sinirden dişlerimi sıkmak zorunda kaldım.

"Ben senin kölen değilim! Bana emirler yağdırıp durma!" oldukça öfkeliydim ve ağzımdan çıkanı kulaklarımın duymasını isteyecek hiç değildim.

Melih, hızlı adımlarla aramızdaki mesafeyi kapattı." Ahu hep unutuyorsun... Ben sana istediğim gibi davranırım." Ela gözleri en koyu rengini almış tehlikeliyim diye bas bas bağırıyordu.

"Davranamazsın!" dedim cılız ve kısık bir sesle, cevap vermedi. Gözleriyle gözlerimi işgal etmeye devam etti. Arkasını dönüp çıkışa doğru ilerledi.

Nereden geldiğini bilmediğim bir cesaretle...

"ASLA SENİN İÇİN GÜLMEYECEĞİM! YÜZÜMDE ASLA SANA AİT BİR GÜLÜMSEME OLMAYACAK!" diyerek haykırdım. Melih olduğu yerde bir süre durdu. Bir anda bana dönüp, ateş saçan ela gözlerini, kahve gözlerime dikti.

"Ben bencil bir adamım Ahu. Benim için asla gülmeyecek bir kadının... Gözyaşlarını bile istiyorum" dedi ölüm kokan bir ses tonuyla.

"GÖZYAŞLARI BİLE SADECE BANA AİT OLSUN İSTİYORUM!"

Arkasını döndü ve evden çıktı. İki dakika sonra yanıma gelerek beni kolumdan tuttu ve cebinden çıkardığı nişan yüzüğümü bana göstererek "Hemen! Şimdi bu yüzüğü takıyorsun!" dedi. Kollarının arasında çırpınarak "Hayır! Bırak beni takmayacağım!" dedim. Melih beni tek eliyle sabitleyerek yüzüğü takmaya çalışırken diz kapağına ayağımla vurdum ve Melih'in elinin baskısından kurtulduğumda bu kez sırtına kolumun dirseğini geçirdim. Melih iki büklüm yerde yatarken yanından geçip gidecekken, beni ayağımdan tuttu ve yere yüz üstü kapaklanmamı sağladı.

Ben düşerken benimle birlikte yere düşen vazoya uzanarak Melih'in kafasına geçirdim. Melih'in dudaklarından çıkan iniltiyi önemsemeden yerden kalktım ve bu kez elime aldığım yastıkla Melih'in neresine geldiğini önemsemeksizin vurdum. Melih "Ahu dur!" diye haykırsa da durmadım ve her defasında biraz daha sert indirdim yastık darbelerini. Melih, son anda vuracağım yastığı havada yakalayarak beni üstüne çekti ve daha ben ne olduğunu anlamadan beni altına aldı. Kolunu boynuma yatırdı. İkimizde nefes nefeseydik.

Melih'in kolunun baskısını boğazımdan kurtarmak için tırnaklarımla yüzünü tırmaladım. Melih yüzündeki yanma hissine şaşıramadan bu kez boğazımın üstünde duran kolunu ısırdım. Melih "Ahh..." diyerek beni serbest bıraktığında sürünerek altından çıktım. Az önce Melih'in kafasında parçaladığım vazo parçaları elbisemin açıkta bıraktığı dizlerimi ve kolumu çizmişti ama ben bunları önemsemeden ayağa kalktım. Melih'e bir tekme atacakken Melih benden önce davrandı ve ayağımı kavramasıyla yeri boyladım bu kez "Ahh" diye acıyla inleyen bendim. Ben gücümün yettiği kadar Melih'e hiç acımaksızın vururken Melih bana küçük ama etkili darbeler indiriyordu.

Zaten geçimsiz olan ilişkimiz şimdide şiddetli bir dövüşe dönmüştü. İkimizde birbirimize şiddet uyguluyorduk. İkimizde çığırımızdan çıkmıştık.

Melih'in beni itmesiyle dizlerimin üstüne düştüm ve az önce Melih'in yere düşen silahıyla burun buruna geldim. Bir anda silahı elime alarak Melih'e doğru uzattım. Şimdi karşı karşıya, nefes nefese birbirimize bakıyorduk. Melih, parlayan gözlerle önce elimdeki silaha daha sonra da gözlerime baktı.

"Hadi ateş et Ahu! Beni sen öldür!" dedi.

"Öldüreceğim..." derken gözümden bir damla yaş aktı. Ve işte her şey bu andan itibaren hızla gelişti. Melih silahın ucunu eliyle itti ve iki eliyle yanaklarımdan kavrayarak dudaklarıma yapıştı. Bende sanki bunu bekliyormuşum gibi ellerimi Melih'in ensesine çıkardım ve sertçe öpüşmeye başladık.

Melih beni öyle sert, öyle hiddetli öpüyordu ki dudaklarının dudaklarıma olan öfkesine şaşıp kaldım. Nefesi nefesime karışıyordu. Dili ağzımın içindeydi, dili her yerdeydi... Sanki az önce birbirimizi öldürecek gibi kavga eden biz değilmişiz gibi sertçe öpüşüyorduk. Melih, dilimi dişlerinin arasına alarak ısırdı. Bu hareketi benim onun ağzının içine inlememi sağladı. Nefessiz kalan ciğerlerimize nefes doldurmak için dudaklarımızı ayırdığımızda. Melih dudaklarını alnıma bastırdı.

"Ben hayvan herifin tekiyim." Diye bir itirafta bulundu. Kollarıyla bütün bedenimi sararak göğsüne yapıştırdı beni. "Pisliğin tekiyim..."

Göğsüne iyice yapışarak "Canavarsın." Dedim

"Canavarım." Dedi.

Burnumu göğsüne bastırarak başımı kaldırdım ve gözlerine baktım. "Öküzsün..."

"Evet, ulan öküzde benim, canavarda benim, hayvanda benim. Anasını satayım bugün sen ne istiyorsan ben ondanım.

Bölüm sonu.

Loading...
0%