Yeni Üyelik
24.
Bölüm

23. Bölüm

@esranurozer


                                                            

Yıldız Tilbe & Kıvırcık Ali: Al Ömrümü Koy Ömrünün Üstüne

Mezara dikilen çiçek öleni diriltmez.

Annem, ne zaman uzaklara dalsa veya saçlarımı okşasa hep bu cümleyi kurardı. O zamanlar, bu cümlenin ne anlama geldiğini anlayamıyordum. Ama şimdi bu cümlenin benim hayatımda ki önemi paha biçilemezdi.

Melih'in dayısı Fikret Yıldırım ölmüştü. Onu benim annem ve babam öldürmüştü. Birsen teyze bu dünyada tek varlığı olan abisinin acısına dayanamamış ve karnında taşıdığı bebeğini kaybetmişti. Acısı bu kadar da sınırlı kalmamış, bu yaşadıklarını kaldıramayarak akıl sağlığını yitirmişti. Ve bütün bunlar olurken Melih sadece yedi yaşında küçük bir çocuktu. Beş yıl boyunca annesini bir klinikte belli saatlerde uzaktan görerek büyümüş, büyüdükçe içine intikam tohumları ekmişti. Anne sevgisinden mahrum kalan bir çocuk ne kadar hırçınlaşırsa o kadar çok hırçınlaşmış, acımasız bir insana dönüşmüştü.

Melih Kılıçaslan, ailesinin başına gelen bu kötü olayı kimin yaptığını bulmak için, gecesini gündüzüne katarak, hiç durmadan araştırmış. Mehmet abinin yardımı ve babasının desteğiyle güçlendikçe güçlenmiş. On dört yaşına geldiğinde ise, hiç ummadık bir anda dayısını kimlerin öldürdüğü video eline geçmişti. İşte o videodan sonra her şey çorap söküğü gibi geldi. Çünkü Melih artık kime hayatlarını dar edeceğini öğrenmişti. İlk olarak her bir ayrıntısına kadar babamı araştırmış, daha sonra da bana ulaşmış ve intikamını ilmek ilmek işlemeye başlamıştı.

İntikamını yavaş yavaş devreye sokmuş. Önce babamın elindeki bütün mal varlığını almış, daha sonrada sık sık bahsettikleri masadan babamı kovarak kendisi başa geçmişti. Benim varlığımdan haberdar olduğunu söyleyerek ona psikolojik baskı uygulamış. Babam bütün itibarını ve servetini kaybettiği gün ben annemin hastalığı için babamın evine para istemeye geldiğimde, Melih intikam oyunun en vurucu başlangıcı başlatmıştı. Babamı ve ağabeylerimi kendi şirketinde emir altında işe başlatmış ve beni annem karşılığında tehdit ederek kendi cehennemine habis etmişti.

O gün İstanbul'a geldiğimde yirmi yaşındaydım ve üç yıl boyunca Melih'in aşağılamalarını, etraftaki insanların bana paragöz biri gibi bakmalarını. Melih'in adamlarının benim çektiğim bütün acılara göz kapattıklarını dün gibi hatırlıyordum. Üç yıl boyunca Melih'in esaretinden her kaçmaya çalıştığımda beni annemle cezalandırmış, kaçtığım için beni bin pişman etmişti. Nişanlanacağımız gün bile kaçmıştım ama pişman olup geri dönmek isterken Melih'e yakalanmış, onun tarafından sürüklenerek nişana gitmek zorunda kalmıştım. Melih'le nişanlandıktan sonra bile başıma bir sürü olay gelmişti. Ama Melih'in intikam hırsı bir milim bile azalmamıştı. Ben her şey yoluna girer dedikçe Melih kendine her defasında intikamını hatırlatıyor ve ateşiyle herkesi, en çokta beni yakmaktan vazgeçmiyordu.

Çünkü hiçbir pişmanlık duygusu, Melih'in ölen dayısı Fikret Yıldırımı geri getirmiyordu. Anemin de dediği gibi. "Mezara dikilen çiçek öleni diriltmiyordu..."

Gözlerim kapalıydı ama uyumuyordum. Beynimin içinde kendimle yaptığım bu iç muhasebeye bir son vermem gerekiyordu. Ama buna anneme olan bencilce sevgim izin vermiyordu. Melih'in yaşadığı acıları hiçe saymak istiyordum. Çünkü bu benim kolayıma geliyordu. Onun baktığı pencereden bakmak istemiyordum ama yine her zamanki gibi bencillik yaparak, o benim baktığım pencereden baksın istiyordum. Daha fazla düşünmenin akıl sağlığıma bir yararı olmayacağını kanaat getirerek gözlerimi araladım. Melih'i görebilmek için yavaşça arkamı döndüğümde boş yatakla karşılaşmamla, yerimden sıçradım.

Deliye dönmüşcesine gözlerimle etrafı taradığımda, Melih'in yokluğuyla neredeyse ağladım ağlayacaktım. Odada yoktu, banyodan seste gelmiyordu. Gözlerimi tekrar yatağa çevirdiğimde, Melih'in başucundaki komodinde gümüş bir tepsi, tepsinin içinde ağzı kapaklı tabaklar ve kırmızı büyük bir elma vardı. Elmanın üzerine yapıştırılmış bir not olduğunu fark ettiğimde, yatakta dizlerimin üzerinde sürünerek komodinin yanına geldim. Elmanın üstündeki notu elime alarak okudum.

"Uyandığında sakın sahibini kaybetmiş yavru kedi gibi etrafı ayağa kaldırma Ahu! Bir işim var onu halledip geleceğim. Ben gelene kadar uslu bir kedi ol ve tepsinin içindekileri ye."

Yüzümdeki aptal sırıtışla okuduğum notu gümüş tepsinin içine bıraktım. Tepsinin içinde üç tane kapaklı tabak vardı. Elimi birine uzatıp açtığımda içinden elmalı kurabiye çıktı. Hiç vakit kaybetmeden bu kez ikinci tabağın kapağını açtım. Bunun içinde ise elmalı turta vardı. Dilimle dudaklarımı yaladıktan sonra üçüncü tabağında kapağını açtım ve içinden elmalı profiterol çıkmasıyla büyükçe yutkundum. Parlayan gözlerimi gümüş tepsiden çekerek kapının üstünde çapraz bir şekilde duran saate baktım. Saat öğlen bir buçuğu gösteriyordu. Bakışlarımı saatten çekerek yataktan indim. Koşar adımlarla banyoya gidip elimi yüzümü yıkadım ve tekrar koşar adımlarla yatağa gelip oturdum. Gümüş tepsiyi kucağıma yerleştirdim. Gözlerimi en sevdiğim elmalı tatlıların üzerinde gezdirdikten sonra ilk tercihimi elmalı kurabiyeden kullanarak elimi kurabiye tabağına uzattım.

Kurabiyeden ilk lokmayı aldığımda ağzımda hıyır hıyır dağıldı ve elmanın o ekşimsi tadı damağıma yayıldı. Hızlıca çiğneyip ikinci lokmayı da aynı hızda ağzıma attım. Sonra elmalı turtadan kocaman bir lokma aldığımda tadı enfes denecek kadar mükemmeldi. Yarısını yediğim elmalı turtayı bırakarak en sona sakladığım elmalı profiterol tatlısını tabağıyla önüme çektim. Kaşığı profiterol tabağına daldırıp kocaman bir lokma aldım. Elmanın mayhoş tadı ve bitter çikolatalı sosun birleşmesi anca bu kadar güzel olabilirdi. Melih bu elmalı profiterol tatlısını nereden almışsa tadı Berna'nın yaptığından bile daha güzeldi. Hiç beklemeden ikinci kaşığı ve hemen ardından üçüncü kaşığı da aldım. Kaşığı bir kez daha tabağa daldırdığımda kapı açıldı ve bütün ihtişamıyla Melih içeriye girdi.

Melih kapının girişinde bir eli kapının kolunda bekliyordu. Üzerine oturan siyah gömleğinin üstten üç düğmesi açılmıştı. Saçları hoyratça dağılmış, kaşları alayla yukarıya kalkmıştı. Ela gözleri en koyu rengini almış, uzun kirpikleri sivri ok gibi gözlerinin etrafını sarmıştı. Kumral teni soğuktan olsa gerek daha da koyulaşmıştı. Doldun dudakları da soğuktan nasibini alarak kızarmıştı. Sakalları... Benim saçlarımın takılacağı kadar uzamıştı. Bu düşünce zihnime sızınca kıkırdamadan edemedim. Melih'te benim kıkırdamamla birlikte kapıyı kapattı. Dolgun dudaklarını yamuk bir şekilde kıvırdı. Bana doğru adım atarken, ela gözleri arsızca beni süzüyordu. Yanıma yaklaşınca bir dizini kırarak yatağa çöktü. Sıcak nefesi yüzümü yalarken fısıldadı.

"Neye gülüyorsun kedicik?"

"Hiç..." yutkunarak gözlerimi kaçırdım. Tepsideki elmalı profiterolü gösterdim. "Yemek ister misin?" diye sordum.

Melih hala anlamadığım bir şekilde bana bakıyordu. Başını olumlu anlamda sallayıp "İsterim..." dedi.

Profiterolün içinde olan kaşığı bu kez Melih için doldurdum. İçimden elimin titrememesi için dua ederek kaşığı Melih'in ağzına uzattım. Melih, gözlerimin içine bakarak ona uzattığım tatlıyı yedi. Ağzına tatlıyı alır almaz yüzünü buruşturarak zar zor yuttu.

"Ne oldu?" diye sordum. "Beğenmedin mi?"

Melih yüzünü buruşturmaya devam ederek başını iki yana salladı. "Beğenmedim..." diyerek daha ben ne olduğunu anlamadan kucağımda duran gümüş tepsiyi alıp komodinin üstüne koydu. Bakışlarını tekrar benim gözlerime çevirdiğinde, dudaklarını haylaz bir şekilde kıvırdı. "Ama ben bir şeyin daha tadını merak ediyorum." Derken büyük elleriyle yüzümü avucunun içine aldı.

"Ne- Neyi?"

"Bunu..." demesiyle dolgun dudaklarını dudaklarımın üstüne bastırdı. Küçük ama soluğumu kesecek bir öpücük bıraktıktan sonra dudaklarını dudaklarımdan ayırdı. Parlayan ela gözlerini şaşkınlıktan kocaman açılan gözlerime dikti. Yüzündeki haylaz gülümseme devam ederken. "Ne bakıyorsun öyle far görmüş kedi gibi?" dedi. Melih'in söylediği söze dayanamayarak gülümsedim.

"Tavşan olmasın o?"

"Cık... Senden olsa olsa kedi olur." Sağ eli saçlarıma çıktı ve nazikçe okşadı. "Benim çirkin kedim."

Kaşlarımı sinirle çattım. Ne utanmaz bir adamdı bu böyle az önce dudakları dudaklarımı talan ederken çirkin olduğum gözüne görünmüyordu. Her fırsatta bana çirkin diyordu. Sonuçta herkes kendisi gibi Yunan heykeli doğmuyordu.

"Genelde herkes beni çok güzel buluyor. Bir tek sen bana çirkin diyorsun." Diye çıkıştım. Melih yapma ya der gibi kaşlarını kaldırdı. "Kimmiş o seni güzel bulan pezevenkler?" diye sorunca, gözlerimi kocaman açtım.

"Genel olarak herkes dedim. Erkekler demedim."

"Diyemezsin de zaten. Tek bir erkeğin adını ağzına alırsan, senin o dudaklarını yakarım haberin olsun." Diyerek elini hem saçımdan hem de yüzümden çekti. "Yemin ederim beni delirtiyorsun Ahu! Asabı mı bozuyorsun! Sinirlerimi de bozuyorsun!" dizini dayadığı yataktan ayağa kalktı. Boynunu iki yana yatırarak çıtlattı. "Birde erkek demedim diyor." Diyerek homurdandı. Elini dağınık saçlarından sertçe gezdirdi. "Hasbin Allah!"

Çatık kaşlarımla ona bakmaya devem ettim. Durduk yere öfkeleniyordu. Ruh hali ergenler gibi değişkendi. Kendisi bana bir sürü şey söylüyordu, ama ben ona tek bir şey söylediğimde asabı bozuluyordu beyefendinin. Bakışlarım üzerindeyken Melih sinirine hâkim olmaya çalışarak gömleğinin düğmelerini açıyordu. Bakışlarım kısa bir an gömleğin düğmelerini açan eline kaydığında, çatık kaşlarım düz halini aldı. Melih'in kemikli elinin parmak kısmındaki eklemleri parçalanmış ve kanıyordu. Yüzümdeki şaşkınlığı silemeden yataktan indim. Melih'in önünde durduğumda, gömleğin son düğmesini açıyordu. Elimle elini tuttum. "Eline ne oldu?" diye sordum.

"Önemli bir şey değil." Derken delici bakışları yüzümü talan ediyordu. Benim gözlerim onun yaralı elini incelerken bile yüzüme baktığını hissediyordum. "Ama kanıyor..." diye mırıldandım. "Kanasın..." dedi tıpkı benim gibi mırıldanarak. Başımı kaldırıp gözlerine baktım. Beni yakmak isteyen, yok etmek isteyen, parçalara ayıran, gözlerine baktım. Birbirimize öyle derin, öyle tuhaf bakıyorduk ki, ikimizde şaşkındık.

Bakışmamızda iki ölü ruhun soluksuzca öpüşmesi vardı. Kanata kanata, sertçe sevişmesi vardı.

Melih aramızda ki, derin bakışmayı dolgun dudaklarını oynatarak bozdu. "Seni öldürmeye kalkan şerefsizleri dövdüm." Dedi, itirafta bulunarak. Ondan böyle bir itiraf beklediğim söylenemezdi, ama bunu duyduğuma da şaşırmamıştım. Beni şaşırtan Melih'in benimle bir şeyler paylaşmasıydı. Ben sorduğumda hemen söylemese bile, bir şekilde bana sorduğum sorunun cevabını vermesiydi. Ya Melih değişmişti. Ya da benim gözüme bir perde inmiş ve Melih'i görmek istediğim şekilde görüyordum.

Elimin içinde olan elini çekerek saçlarıma dokundu. Her fırsatta saçlarıma dokunmayı sevdiğini biliyordum. Ya da ben kendimi kandırıyor, Melih'in saçlarımı sevdiğine kendimi inandırıyordum. Saçlarımı uzunca okşadıktan sonra, parmaklarının yardımıyla bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

"Sana zarar vermek için bile akıllarından geçirdikleri varlığının, başkasının zihninde dolanmasına tahammülüm yok Ahu!"

"Neden?" otuz iki dişimi göstererek sırıttım. "Yoksa sen manyak mısın?"

"Ahu!" diye bağırınca, yüksek sesten dolayı yüzümü buruşturdum. Ama yine de pes etmedim. Melih'in iki yana açılan gömleğinden tutarak göğsüne yanaştım. Çenemi sert kaslı göğsüne dayadığımda, gözlerim şah damarını kaplayan bizim simgemiz olan dövmeye kaydı. Gözlerimi dövmede fazla oyalandırmadan, Melih'in ela gözlerine baktım.

"Kabul et." Dedim tabiri caizse bir kedi gibi sırnaşarak "Adımı söylemeyi seviyorsun."

Melih bana gerçek olup olmadığımı sorgular gibi baktı. Gerçek olduğumu ispat etmek ister gibi gülümsediğim de, Melih gözlerini devirdi. Başını sana inanmıyorum der gibi salladı. Büyük elleriyle gömleğimi tutan ellerimi bir çırpıda silkeledi. "Ben kime ne anlatmaya çalışıyorum ki..." diye homurdanarak arkasını döndü ve giyinme odasına girdi.

Birkaç saniye onun arkasından sırıtarak bakmaya devam ettim. Daha sonra ayaklarıma komut vererek bende giyinme odasına doğru ilerledim. Küçük çıplak ayaklarımın parkede bıraktığı ses içimi gıdıklarken, giyinme odasına girdim. Melih'in sırtı bana dönüktü ve üzerinde gömleği yoktu. Ağzının içinden bir şeyler mırıldanarak tişörtlerin olduğu dolabı karıştırıyordu. Sanırım bana fena halde öfkelenmişti. Sessizce adımlarımı Melih'e doğru attım. Tam arkasında durduğumda, parmak ucumda yükselerek, zorda olsa şah damarındaki dövmeyi öptüm.

Melih, dudaklarım şah damarına değdiği ilk an kasıldı. Kasılan sırtı gevşemeden bir kez daha öpünce Melih "Siktir Ahu" diyerek bir hışımla önünü döndü ve güçlü kollarıyla belimden tutarak beni geri geri yürüttü. Sırtımı çamaşır dolabına yasladı ve kendisiyle çamaşır dolabının arasında sıkıştırdı. Sanki uzunca bir süre soluksuz kalmış gibi derin derin soluklar alıyordu. Gözlerinin içinde daha önce görmediğim bir parıldama vardı. Gözleri dudaklarım ve gözlerim arasında mekik dokurken, arada büyükçe yutkunuyordu.

"Ne yapıyorsun Ahu?" diye sordu, kızgınlıkla.

Az önce bir cesaretle yaptığım şeye çoktan pişman olmuştum. Çünkü Melih'in aç bir aslan gibi bana bakmasından korkuyordum. Korkuyla açtığım gözlerimle Melih'e bakmaya devam ederken "Ben şey, teşekkür etmek istedim sadece..." dedim. Melih ne demek istediğimi anlamayarak kaşlarını çattı. Çatılan kaşlarının ortasında oluşan çukurda sabrının son demleri vardı. Seslice yutkundum. Sesimin titrememesi için içimden dua ederek "Bana getirdiğin tatlılar için, teşekkür etmek istedim." derken Melih, bana iyice yaklaşarak aramızdan havanın bile geçmesine izin vermeyecek şekilde dibimde durdu.

"Ben de bir şey yapmak istiyorum..." yutkundu. Gözlerim yutkununca hareket eden âdem elmasına takıldı. Bir insanın âdem elması bile güzel olur muydu? Melih'in âdem elması bile çok güzeldi. "Ben seni..." diye mırıldanan Melih'le gözlerimi, gözlerine çıkardım. Ama Melih benim gözlerime değil, dudaklarıma bakıyordu. "Öpmek istiyorum." Dediğinde kalbim artçı bir heyecanla atmaya başladı.

Melih'i öpmek istiyordum, ama bunu ona söylemem mümkün değildi. Bende en kısa yolu seçerek omuzlarımı silktim. Melih'in dudaklarında bir gülümseme belirdi ve ben daha ne olduğunu anlamadan Melih'in gülümseyen dudakları, benim dudaklarımla buluştu. Alt dudağım Melih'in dolgun dudaklarının arasında ezilirken, daha fazla beklemeden bende Melih'e karşılık verdim.

Öpüşmemiz birden alevlendi ve birbirimizin dudaklarını parçalara ayırmak ister gibi öpüşmeye başladık. Melih'in dudaklarının dokunuşu beni benden alırken, düşmemek için kaslı kollarına tutundum. Melih ise dudaklarımı kana kana içerken eli de boş durmuyordu. Elleri üzerimde ki, kendisine ait olan bol tişörtün etek kısmından bir yılan gibi kayarak içime girdi. İri ve sıcak eli sırtımda gezerken, parmağındaki nişan yüzüğünün soğukluğu tenime değinde ürpersem de geri çekilmedim. Öpüşmemiz giderek alevlendiğinde, Melih'in dili ağzımın içine sızdı. Dili yolunu kaybetmiş gibi ağzımın içini talan ediyordu. Dillerimiz birbirine değinde Melih ağzımın içine doğru boğukça inledi. Nefessiz kalmıştık ama bu bile bizi durdurmaya yetmemişti. Melih'in dudakları dudaklarımı, elleri tenimi tarumar ediyordu.

Nefessiz kalmaya daha fazla dayanamayarak Melih'in alt dudağını ısırdım. Melih hırıltılı bir ses çıkartarak inledi ve dudaklarını, dudaklarımdan ayırdı. İkimizde nefes nefese kalmanın etkisiyle ciğerlerimizi havayla doldurduk. Melih alnını alnıma dayadı birkaç saniye kadar soluklandıktan sonra tekrar dudaklarıma yapıştı. Bu kez eli sırtımı rahat bırakarak karnım boyunca gezindi. Yavaşça göğüslerime çıkan elinin varlığıyla aklıma içimde sütyenimin olmadığı geldi. Melih'in daha fazla ileriye gitmesini istemediğim için rahatsızca kıpırdandım ve dudaklarımı çektim. "Melih" diye mırıldandım soluk soluğa. Melih nefesini kontrol altına almaya çalışarak "Söyle, kurban olduğum." Dedi.

"Elini çek." Gözlerimi utançla kaçırdım. "Daha fazla ileriye gitme."

Melih elini yavaşça tişörtümün içinden çekti. Kollarıyla beni sıkı sıkıya sardı. Bende ellerimi onun çıplak göğsüne koydum ve başımı kaldırarak yüzüne baktım. Onun da bana baktığını gördüğümde tekrar gözlerimi kaçıracakken Melih'in "Ahu" diye seslenmesiyle zar zor gözlerimi gözlerinde sabitledim.

"Sen benimsin... Senin bende ki yerin-" diye konuşmaya çalışan Melih'in dudaklarını elimle kapattım.

"Sende ki yerimi biliyorum. Yemin ederim sende ki yerimi şaşırmadım. Ama ne olur sen söyleme." Dedim birden hızlıca konuşarak.

Az önce hayatımda yaşadığım en güzel anlardan birini yaşamışken ve Melih'in efsunlu dudaklarında soluklanmışken, şimdi onun ağzından kırıcı sözler duymak istemiyordum. Melih'in kaşları öfkeyle çatıldı, dişlerini sıktığı için belirginleşen elmacık kemikleri gözler önüne serildi. Dudağının üstünde olan elimi elinin arasına aldı ve avuç içime kocaman bir öpücük kondurdu.

"Sana o gün o sözleri söylediğim ağzımı sikeyim. Hayvan herifin tekiyim..." avuç içimi bir kez daha öptü. "Seni böylesine kırdığım için Allah benim belamı versin." Dedi.

Ne zaman dolduğunu bilmediğim gözlerimden birkaç damla yanağıma doğru süzülünce Melih yüzümü ellerinin arasına alarak gözyaşlarımı sildi. Dudağını alnıma bastırırken "Ağlama" diye fısıldadı. Kollarımı Melih'in beline sardım ve göğsüne sokularak sarıldım.

Hayat işte, ne gariptir ki beni korkup kaçtığım adamın kollarında ağlatıyordu. Canavar diye bahsettiğim adamın kollarını bana sığınak yapıyordu. Ateşinden korktuğum adamın, ateşine beni meftun ediyordu. Hayat benimle hep kurallarına göre oynamıştı ama ben bu kurallara uymamıştım. Tıpkı şimdi kollarına teslim olduğum adamın da yaptığı gibi ben kuralları hiçe saymıştım. Melih cehennem ateşiydi, bende buz parçasıydım. Ona yaklaşırsam öleceğimi bildiğim halde yaklaşmaya devam etmiştim. Ben ateş olan bir adam da yok olmayı seçtim.

Melih saçlarıma sayısız öpücükler bırakırken, kollarıyla da beni sıkı sıkıya sarıyordu. Sanki az önce alev alıp tutuşan, çılgınlar gibi öpüşen biz değilmişiz gibi birbirimizin kollarında soluklanıyorduk. Böyle kaç saniye, ya da kaç dakika durduk bilmiyorum ama kapının çalmasıyla ayrılmak zorunda kaldık. Kapı zili bir kez daha çalınca Melih gözlerini kapatıp geri açtı. Elleriyle bugün kaçıncı kez tuttuğunu unuttuğum yanağımı bir kez daha tuttu. "Bizim çocukları çağırmıştım. Onlar geldi galiba." Alnımdan öptü. "Kızlar da gelecekti." Demesiyle kapı bir kez daha alacaklı gibi çaldı.

Melih ellerini benden ayırdı ve tişörtlerin olduğu dolaba yaklaşarak eline rast gele gri bir tişört alıp üzerine giydi. Birkaç büyük adımda yanıma geldi. "Sakın aşağıya böyle ineyim deme." Diyerek dudağımdan öptü. "Tamam mı?"

Başımı tamam der gibi sallayınca Melih bir kez daha dudağımdan öperek "Tamam mı dedim Ahu?" diye sordu.

"Tamam" deyince yanımdan uzaklaşarak giyinme odasından çıktı. Melih odadan çıkarken kapı bir kez daha çaldığında Melih'in öfkeyle bir küfür savurduğunu duyumsadım.

Melih'in odayı terk etmesine rağmen olduğum yerden kıpırdamadan bekliyordum. Melih bana aşağıya inme demişti, ben ise olduğum yerden kıpırdamaya bile çekiniyordum. Dakikalar önce Melih'le öpüştüğümüzde daha önce hiç tatmadığım bir duyguyu tattım. Karnımın içinde sayısız kanadı alev alan kelebeklerin uçuştuğunu hissediyordum. Ya ben psikopat bir manyaktım. Ya da Melih'le takıla takıla onun gibi bir ruh hastası olmuştum. Çünkü az önce Melih'e böylesine bir istekle çekilmemin başka bir açıklaması olamazdı.

Melih beni sevmiyordu. Bende Melih'i sevmiyordum. Ama anlamadığım bir güç bizi birbirimize itiyordu. Bize bizden başka bir seçenek sunmuyordu. İkimizde çok farklıydık. Onun cehennem ateşi, karnımın içinde uçuşan kelebeklerin bile kanadını tutuşturacak kadar çoktu.

Melih'in nedenleri vardı, benim ise beklentilerim. Bizden olmazdı. Olmamalıydı!

Zihnimi meşgul eden derin düşüncelerden, kapının açılması ve hemen akabinde Melih'in "Ahu" diye seslenmesiyle sıyrıldım. Melih giyinme odasına girdiğinde ben hala sırdım çamaşır dolabına dayalı bir şekilde bekliyordum. Melih beni baştan aşağıya süzüp, yanıma doğru adımladı.

"Sana aşağıya inme dedim Ahu. Burada böyle bekle demedim." Dedi sakince. Elinde tuttuğu çanta şeklindeki poşeti bana uzattı. "Aslı'dan senin için kıyafet getirmesini istemiştim."

Elimi uzatarak çantayı Melih'in elinden aldım. Çantanın içine üstün körü bakarken Melih'in sesiyle bakışlarımı yüzüne çevirdim.

"Üzerini değiştirip aşağıya in yemek yiyeceğiz. Herkes burada."

"Tamam"

Melih benden onay aldıktan sonra giyinme odasından çıkacakken aklıma gelen şeyle "Melih" diye seslendim. Melih ne oldu der gibi yüzüme bakınca onu bekletmeden konuştum. "Tunç abimi de çağırayım mı?" diye sordum, sesim küçük bir çocuğun babasından çok istediği oyuncağı almasını ister gibi hevesli çıkmıştı. Melih burun kemerini parmaklarının arasına sıkıştırdı. "Ahu" diye seslendiğinde "Lütfen Melih" diyerek sözünü kestim. Melih benim ısrarcı olduğumu görünce istemeye istemeye başını olumlu anlamda salladı ve odadan çıktı.

Üzerimi değiştirmeden önce yatağın yanındaki çantamdan telefonumu çıkartıp Tunç'u aradım. İlk çalışta açılan telefonla "Abi" diye seslendim.

"Efendim güzelim."

"Melih'in evindeyim. Herkes burada sen de gelsene?"

Tunç, sıkkın bir nefes bıraktı. Gelmek istemediği apaçık ortadaydı. Ama ben onunda burada olmasını istiyordum. Telefonda derin bir sessizlik olunca "Abi" diye seslendim. Tunç "Ahu, güzelim ben gelmesem?" dedi sorar gibi.

"Ama abi Aslı'da burada." Dememle Tunç "Sen ciddi misin?" diye resmen haykırdı.

"Evet"

"Yarım saate oradayım güzelim. Görüşürüz." Diyerek telefonu suratıma kapattı. Onun bu haline gülümsedim. Tunç'a aşk çok güzel yakışmıştı. Tekrar giyinme odasına gidip Aslı'nın benim için getirdiği kıyafetleri çantadan çıkarttım. Siyah tayt, sıfır yaka mavi bir tişört ve siyah iç çamaşırlarını üzerime giydim. Tişörtün önü oldukça kapalıydı, sanırım bu konuda Melih, Aslı'yı uyarmıştı. Saçlarımı salık bırakarak odadan çıktım.

Aşağıya inmeden annemin odasına onu kontrol etmek için girdim. Annem yatağında mışıl mışıl uyuyordu. Saçlarını eski hali olan kızıla boyamıştık, yüzü ilk geldiği güne nazaran daha canlı duruyordu. Annem yavaş yavaş iyileşiyordu ama bir türlü ne konuşabiliyor ne de yürüyebiliyordu. Annemi uyandırmamak için başucuna yaklaştım saçlarını öptüm. Yanındaki komodinin üzerinde duran sürahiden bardağına su doldurdum. Yanında bulunan Aslı'nın arada ona okuduğu kitabı alarak pencere kenarındaki sehpanın üstüne koydum ve odadan çıktım. Aşağıya inmek için merdivenlere yaklaştığımda Berna'nın çığlığını duydum.

"Sen ne tür bir hayvansın?" diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Onun bağırma sesine aşağıdan gülme sesleri karışıyordu. Bu kız kiminle böyle tartışıyordu? Hızlıca merdivenleri indiğimde Berna bir kez daha bağırdı. "Dağ ayısı!"

Merdivenleri bitirip salona geçtiğimde, görüş açıma Melih'in görüntüsü ardından "Ne oluyor burada? Diye kükremesi kulaklarımı doldurdu. Berna, Melih'in kükremesiyle dudaklarını bir çocuk gibi büzerek "Enişteciğim..." dedi. Herkes gibi şok olmuş gözlerle gözlerimi Melih ile Berna'nın üzerinde gezdirdim. Berna büzüşmüş dudaklarını oynatarak konuşmaya başladı.

"Bu adamı kov sen enişteciğim." Eliyle karşı çaprazda duran Çağları işaret ediyordu. "Bana hayvan gibi davranıyor. Kov sen onu. Hem ben Ahu'nun en yakın arkadaşıyım." Dedi nispet yapar gibi. Ama unuttuğu bir şey vardı. Karşısında ki adam Melih Kılıçaslan'dı ve ona nispet yapmak pek akıl işi değildi. Gözlerim Melih'in vücuduna takıldığında gerildiğini boynundaki damarların kalınlaşmasından anlayabiliyordum. Berna, birkaç adım atarak "Enişteciğim" diyerek Melih'e sarılacakken koşar adımlarla ikisinin arasına girdim ve Berna'nın bana sarılmasını sağladım.

"Berna ne yapıyorsun canım?" diye sordum dişlerimin arasından. Berna benim kollarımdan çıkarak Çağlar'a döndü. Eliyle Çağlar'ı gösterdi.

"Bu adam beni çıldırtıyor Ahu! Sinirlerimi bozuyor ya." Diye hayıflandı. Bakışlarım Çağlar'ı bulduğunda onun hiçbir şey yokmuş gibi soda içerek televizyon izlediğini gördüm. Benim canım arkadaşım kendi kendini boşu boşuna yiyordu çünkü Çağlar onu pek takmıyordu. Berna'yı sakinleştirmek için kolunu sıvazladığımda, arkamızda kalan Melih'in homurdanarak mutfağa gittiğini gördüm.

"Ne yaptı sana Çağlar?" diye sorduğumda Berna burnundan çıkardığı öfkeli dumanlarla Çağlar'a baktı.

"Ahu benim cafeme geldi ve bütün müşterilerin önünde beni omzuna atarak arabasına bindirdi." Sinirle ellerini kısa saçlarından geçirdi. "Beni müşterilerime rezil etti! İnsan değil bu ayı. Hem de dağ ayısı!" Berna'nın sözlerine içeride ki herkes gülmeye başlayınca, Berna daha da sinirlendi. Bir anda yanımdan fişek gibi bir hızla kaçarak Çağlar'ın yanına geldi ve kolunu ısırdı.

Çağlar dakikalardır koruduğu sakinliği Berna'nın bu hareketiyle sonlandırarak eline aldığı yastığı Berna'nın suratına attı. "Bela mısın kızım? "Başını iki yana sabır diler gibi salladı. "Cık, cık çattık ya!"

İkilinin atışmasına içeridekiler kendini kaptırmışçasına gülerken gözlerimi onların üzerinde gezdirdim. Osman ve Aslı ayrı ayrı tekli koltuğa oturmuşlardı. Ufuk ikili koltuğa oturmuş sevgilisi Ezgi'yi de kollarıyla sarmıştı. Melih ve evin çalışanı Sevgi Hanım ortalıkta yoktu. Çağlar ile Berna ise birbirleriyle kedi köpek gibi dalaşıyorlardı. Mehmet abi ne hikmetse buraya gelmemişti. Ufuk gülmesinin arasından zar zor konuşarak "Vur Berna! Kafasına kafasına vur! Hiç acıma." Dediğinde, bu kez bende güldüm.

Ezgi, Ufuk'un kollarından çıkarak yanıma geldi ve beni sıkı sıkıya sararak yanağımı öptü. Bakışlarını Aslı'nın üzerine çevirdi. "Aslı ile tanıştınız mı Ahu?" diye sorunca, Aslı ile birbirimize bakarak gülüştük. Ezgi, "Hmm, anlaşılan tanışmışsınız."dedi ve tekrar Ufuk'un yanına giderek kollarının arasına girdi. Bende bir görümce edasıyla Aslı'nın yanına giderek oturduğu koltuğun koluna oturdum. Dudaklarımı Aslı'nın kulağına yaklaştırarak "Birazdan Tunç abim de gelecek." Dedim fısıldayarak. Aslı'nın yanakları kızarmaya başlarken kapı çaldı.

Çağlar, dakikalardır Berna'nın ahtapot misali kendisine darbe indiren kollarından kurtularak kapıyı açmaya gitti. Birkaç saniye sonra Tunç'la birlikte tekrar salona girdiğinde, Berna'dan olabildiğince en uzak köşeye oturdu. Tunç ise bakışlarını kısaca salonda gezdirmiş ve Aslı'yı görmesiyle bakışlarını onun üzerinde durdurmuştu. Parlayan gözlerle ve emin adımlarla bize doğru yaklaştığında, başımın üstüne bir öpücük bırakmış, bana nasıl olduğumu sorma gereği duymadan Aslı'ya "Nasılsın Aslı?" diye sormuştu. Aslı'da Tunç'un ona böyle bakmasıyla utanarak gözlerini kaçırdı ve fısıltı gibi çıkan sesiyle "İyiyim. Sen nasılsın Tunç?" dedi.

Aslı bana bile hanım derken Tunç'a adıyla seslenmesi beni şaşırtmıştı. Belki de aralarında çoktan bir şeyler başlamıştı. Liseli âşıklar gibi birbirlerine kaçamak bakışlar atarlarken Osman'ın sert çıkan sesiyle herkesin bakışları Osman'ı buldu.

"Aslı! Ne oluyor?"

"Ben, şey-" diye gevelemeye çalışan Aslı'nın yardımına kahraman Tunç yetişti.

"Bir şey olduğu yok!" bakışlarını herkesin üzerinde gezdirip en son Aslı'nın kehribar gözlerinde durdu. "Ben Aslı'ya aşığım!" demesiyle Osman bir panter gibi Tunç'a saldıracakken Ufuk onu zor tuttu.

"Lan bıraksana beni duymadın mı ne dedi şerefsiz?" Ufuk'un kollarından kurtulmaya çalışarak debelendi. "Lan Ufuk sikecem şimdi seni! Herif kardeşimize aşığım dedi. Sen daha beni tutuyorsun. Bırak lan beni!"

"Dur lan hemen saldırıya geçme! Aslı'yı bir dinleyelim koçum!"

Osman tabi ki de durmadı. Bu kez öfkeli bakışlarını Çağlar'a dikti. "Sen orada ne duruyorsun lan?"

Çağlar, mavi gözlerini kısarak Osman'a baktı. Sonra bakışlarını ağlayan Aslı'ya çevirip, üzerini baştan aşağıya süzdü. Gözleri Tunç'u bulduğunda yüzünü memnuniyetsizce buruşturdu. "Ne yapayım lan?" mavi gözleri Tunç'un üstündeyken "Aslı..." diye seslendi. Aslı oturduğu yerde huzursuzca diklendi. "Efendim Çağlar abi." Demesiyle Tunç Aslı'nın önüne geçti. "Ben Aslı'yı seviyorum." Kaşlarını çatmıştı. "Niyetim ciddi. Evleneceğiz."

Çağlar hırıltılı sesler çıkartarak Tunç'a bakıyordu. Benim canım abim Aslı'yı savunacağım diye çok yanlış bir zamanlama yaparak konuşmuştu. Berna'da benimle aynı fikirde olduğunu belirtmek ister gibi oturduğu yerden kalkarak yavaşça yanıma geldi. "Bence Tunç abi kafasına sert bir darbe almış Ahu. Yoksa aklıselim hiç kimse bu ortamda böyle hoyratça konuşmaz." Dedi bir tespitte bulunur gibi.

"Oğlum sayıyla mı veriyorlar lan sizi bana?" diye çıkıştı Çağlar. "Senin adın Aslı mı?" sakinleşmek için sakallarını kaşıdı. "Birde niyetim ciddi diyor. Senin niyetini sikeyim oğlum!"

Tunç, Çağlar'ın sert konuşmasını takmayarak hemen arkasında ağlayan Aslı'ya döndü ve elinden tuttu. Aslı'da sanki bunu bekliyormuş gibi Tunç'un eline sıkı sıkıya yapıştı. Berna, Ezgi ve buna bende dâhil olmak üzere gözlerimizi kocaman açarak ikilinin kenetlenen eline baktık. Osman bu görüntüden sonra bir yırtıcıya dönüşerek, Ufuk'un kollarından kurtuldu ve Tunç'un yakışıklı suratına bir yumruk savurdu. Tunç'un yüzü yan tarafa doğru savrulunca bizim ağzımızdan çığlık nidaları döküldü. Osman bir kez daha Tunç'a yumruk attı. Ama Tunç ne Aslı'nın elini bırakıyordu ne de Osman'a karşılık veriyordu. Osman bir kez daha vurmak için elini kaldırdığında Tunç'un önüne geçtim ve Osman'ın yumruğu böylelikle havada kaldı.

"Dur artık Osman!"

"Önümden çekil yenge!"

Osman'a sen ciddi misin bakışı attıktan sonra, elimle Aslı'yı gösterdim. "Aslı yetişkin bir kız kendi kararlarını kendisi verebilir. Ayrıca Tunç abim kötü biri değil. Şiddet uygulamadan insanca konuşabilirsiniz."

Osman'ın bana cevap vermesine fırsat kalmadan salonda alkış sesi duyuldu. Herkesin bakışları alkış sesinin geldiği yöne dönünce, bende bakışlarımı o yöne çevirdim. Ve Melih'in bütün ihtişamıyla salon girişinde kapı pervazına yaslanarak, tek kaşı havada alkış çaldığını gördüm. Onun bu görüntüsü ne kadar korkutucu dursa da, bir o kadar da çekiciydi. Herkesin bakışları Melih'in üzerindeyken onun o delici koyu ela gözleri benim üzerimdeydi. Yaslandığı kapı pervazından çekildi. Alkışlamaya devam ederek sert ve yavaş adımlarla bizim yanımıza geldi ve tam önümde durdu.

Tek kaşını havaya kaldırarak kollarını göğsünde birleştirdi. Gözlerini gözlerimden ayırmadan, dudaklarını hissizce iki yana kıvırdı.

"Sende yetişkin bir kızsın ama kendi kararlarını veremiyorsun!" dedi, yaşadığım her şeyi yüzüme vurmak ister gibi. Ona boş gözlerle bakmaya devam ettiğimde "Tabi ki de Aslı kendi kararlarını verecek bir kız. Çünkü Aslı kendi istediği hayatı yaşayabilecek biri, başkasının istediği hayatı değil!" derken dilinden dökülen sözcüklerin, bir bıçak olup benim kalbime battığından bir haberdi.

Her zaman ki gibi kırıcı oluyordu. Sindiremediği bütün olayların hesabını bana kesiyor, pişman olacağını adı gibi bildiği halde kalbimi hoyratça sağa, sola savurmaktan da geri durmuyordu.

"Babası kötü olan birinin iyi olduğuna neden inanalım?" dediğinde Aslı ağlamaklı bir sesle "Melih abi!" diye araya girdi. Ama Melih Aslı'yı duymazdan gelerek gözlerimin içine bakmaya devam etti. "Ne demiş atalarımız... Babanın sanatı oğla mirastır!"

Sözleri ucu yeni bileylenmiş keskin bir bıçak gibiydi. Bıçak Melih'in dilindeydi ve hiç durmadan bir bana bir de Tunç'a batıyordu. Battıkça kanatıyor, ama bunu bu salonda olan hiç kimse göremiyordu. Melih'in sarf ettiği acımasız sözlere bir sürü şey söyleyebilir, akla gelinmeyecek cevaplar verebilirdim. Ama ben sadece başımı olumlu anlamda sallayarak susmayı seçtim. Bağırıp çağırınca zaten bir şey olmuyor, yine en çok benim canım yanıyordu.

Melih, bana konuşmadan önce susmayı öğretmişti...

Salonda bir sürü insan olmasına rağmen, ölüm sessizliği gibi bir sessizlik vardı. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Melih'in zehirli dili susmuştu ama gözleri sessiz haykırışını bana kusuyordu. Yine ela irislerinin etrafına zehirli yeşiller bulaşmış, gözbebeğinin yeşil ela çizgileri birbirine karışmıştı. Gözlerinin derinliğinde çıkan alevlerin içinde benim kendi yansımam hapis olmuştu. Melih'in gözleri, benim yansımamı bile yakmıştı...

Bakışmamız da kaç mevsim geçirdik, kaç yaz oldu. Kaç kış geçti. Sonbaharın dökülen yaprakları sanki bizden kaparcasına kaç kez döküldü. İlkbaharda bizim için tek bir çiçek bile açmadı. Mevsimler bile bize karşı çıktı. Melih'in cehennemi beni kendine kabul görürken, benim cennetim Melih'i asla kabul görmedi. Melih cennetime kabul görmek için kılını bile kıpırdatmadı. Aksine kötüleşti de kötüleşti. Cehennemin kavruk, kor ateşini intikamıyla yaktı. Ömrüme kafes olup, ayaklarıma bir pranga takarak beni hiç acımadan kendi cehennemine attı.

Ortamdaki ölüm sessizliğine bomba gibi düşen, açık televizyondan gelen son dakika haberi oldu. Hepimizin bakışları ekrana çevrildiğinde, Mehmet abinin Rüya'yı kolunun altına alarak adliyeden çıktığını gördük. Levent ve Duygu'da arkalarından geliyordu. Ekranda gördüğümüz kadarıyla Duygu ve Rüya'nın yüzü yara bere içindeydi.

" İstanbul'un ünlü iş adamı Melih Kılıçaslan'ın nişanlısı Ahu Demir'i darp ettikleri gerekçesiyle iki ay önce tutuklu yargılanan Rüya Çelik ve Duygu Sarcan az önce tahliye edildi. Hâkim delil yetersizliğinden ikilinin tutuksuz yargılanmasına karar verdi."

Haberini sunan muhabir başka bir habere geçtiğinde ilk tepkiyi Berna verdi. "Nasıl ya? Bunları nasıl serbest bırakırlar?" diye sordu.

Az önce ahkâm kesen erkekler, Berna'nın sorusuna tek bir cevap veremediler. Hatta onlar şaşırmadılar bile, çünkü bugün Rüya ve Duygu'nun hapisten çıkacağını biliyorlardı. Her şeyi Melih ayarlamıştı. Onların hapise girmesini de, hapisten çıkmasını da ve hatta iki ay boyunca hapiste şiddet görmelerini de... Hepsi Melih Kılıçaslan'ın istedikleri doğrultusunda kurulmuştu.

Bakışları mı arka çaprazımda duran Tunç'a çevirdiğimde hala Aslı ile el ele olduklarını gördüm. Boğazımı temizleyerek "Abi" diye seslendim. Tunç gözlerimin içine derin derin bakarken "Eve gidelim mi? Ben çok yorgunum." Dediğimde Melih ve Berna aynı anda "Ahu..." diyerek seslendiler. Tunç sıcacık gülümsedi "Gidelim..." derken boşta kalan elini bana uzattı. Beklemeden uzattığı elini tuttuğumda Tunç gözlerini Aslı'ya çevirdi. Aslı Tunç'a başını sallayarak sessiz bir onay verdiğinde, Tunç bir elinde sevdiğinin elini, diğerinde benim elimi sıkı sıkıya tutarak çıkışa doğru adım attığında Melih "Tunç!" diye kükredi. Tunç hiç istifini bozmadan çıkışa doğru yürümeye devam ettiğinde. Melih bir kez daha kükredi.

"Ahu'nun elini bırak ve olduğun yerde kal!"

Tunç olduğu yerde kalmadı. Yürümeye devam etti. Melih yeri inletecek sert adımlarla yanımıza geldi ve tam bizim önümüzde durdu. Gözleri Tunç'un üzerindeyken sert bir şekilde boşta olan elimi tutarak beni kendine çekti. Gözlerini Aslı ve Tunç'un üzerinde gezdirdikten sonra, bakışlarını arkamızda kalan Berna, Ezgi, Ufuk, Çağlar ve Osman'ın üzerinde tek tek gezdirdi. İşaret parmağını hepsinin üzerinde gezdirdi. "Eğer ben gelene kadar biriniz buradan gitsin kafasına sıkarım!" Bu kez işaret parmağıyla Tunç'un göğsünü dürttü. "Ben gelene kadar yerinden kıpırdama!" bakışlarını Aslı ile birleşmiş ellerine çevirdi. "O elini de çek Aslı'nın elinden!" dedi.

Tunç, Melih'in ikazını umursamadan Aslı'nın eline sıkıca tutmaya devam etti. "Bırakmayacağım! Asıl sen benim kardeşimin elini bırak!" dedi ikaz eder gibi. Melih kaşlarını alayla havaya kaldırdı. "Kardeşin benim nişanlım!" dedi üstüne basarak.

"Aslı'da benim sevdiğim kadın!" bakışları kısa bir an gözlerimi buldu. "Ama Ahu senin sevdiğin kadın değil! Ahu nişanlanmaya zorladığın kadın!" Sesi bu itirafı yaparken titredi ama kendini çabucak toparlayarak "Ben Aslı'nın elini bıraksam ne olur ki? Aslı benim elimi bırakmaz!" dedi. Melih sinirlendi, sinirlendiği elimi kopartmak ister gibi sıktığından belli oluyordu.

"Aslı!" Diye sert sesiyle çıkıştı Melih. "Hemen buraya gel!"

Aslı, gözlerini Melih'ten kaçırdı. Boşta olan eliyle Tunç'un kolunu tuttu. "Melih abi, lütfen." Dedi fısıldayarak. Tunç, yüzüne yerleştirdiği samimiyetten uzak bir gülümsemeyle Melih'in gözlerinin içine gördün mü bak der gibi baktı.

"İnsanları yönetmeyi bırak Melih Kılıçaslan! Birilerini zorla kendi hayatına dâhil etme." Bakışları gözlerime çevrildiğinde "Ahu..." diye selendi. "Yanıma gel abim"

Melih'in elinin esaretinden kurtulmak için bir adım attığımda, Melih benden önce davrandı ve beni elimden çekiştirerek merdivenlere doğru yürüdü. Aynı anda da konuşuyordu.

"Sakince otur ve beni bekle Tunç! Geleceğiz birazdan."

Merdivenleri hızlı bir şekilde çıktıktan sonra Melih'in odasının önüne geldik. Melih kapı kolunu sert bir şekilde kavrayıp açtı. Açtığı kapıyı yine aynı sertlikle kapatarak sırtımı kapıya dayadı. Bir eliyle elimi tutmaya devam ederken diğer elini başımın hizasında kapıya dayadı ve bedenini bana yasladı. Gözlerinden çıkan alevlerle gözlerimi yakıp geçiyordu. Ağzından ve burnundan çıkan sıcak nefesi yüzümü yalayıp geçiyordu. Kokusu ölümü çağrıştırır gibi buram buram karanfil kokuyordu.

"Sen..." dedi alıp verdiği nefesinin arasından "Sen beni delirtiyorsun Ahu!"

Aramızda boş anlamsız bir bakışma geçti. Melih gözlerini kapattı. Derin soluklar alıp vermeye devam ederken "İlk fırsatta elimi bırakmaya hazırsın Ahu..." dedi. Gözleri hala kapalıydı. Kaşları da çatıktı...

"Benden gidebilmek için fırsat kolluyorsun. Ve bu benim canımı çok sıkıyor Ahu!" derken aslında kendisiyle bir savaş halinde olduğunun farkında bile değildi. Melih, kapattığı gözlerinin ardında beni izlerken, ben gözlerim açık bir şekilde onu izliyordum. Gözlerim yüzünün her zerresinde gezdiğinde kendime hâkim olmayarak sakince konuştum.

"Sende her fırsatta beni üzüyorsun. Ve bu da benim canımı çok sıkıyor!"

Melih gözlerini bir anda açtı. Yüzünü bana biraz daha yaklaştırdı. Yakınlığımız yine zirve yapmıştı. Burunlarımız birbirine değiyor, dudaklarımızın arasında milimlik bir mesafe vardı.

"Üzülmeni istemiyorum..." dedi, birçok kez beni öldürürken.

"Üzülüyorum... Beni sen üzüyorsun."

Melih'in koyu ela gözleri daha da koyulaştı. Kapıya dayalı elini kapıdan çekti ve başımın üstüne koydu. Elini başımdan saç uçlarıma kadar nazikçe gezdirdi. Bu hareketi birkaç kez tekrarladıktan sonra parmaklarını saçıma dolayarak bir tutam saçı burnuna yaklaştırıp kokladı. "Üzülme Ahu." Sesi boğuk bir inilti gibiydi. Parmaklarının arasında duran saçlarım bir yılan misali Melih'in parmaklarını sarmalarken, Melih burnunu boynuma sürttü ve derin bir nefes aldı.

"Sana daha öncede söyledim. Ben senin kırılabileceğin bir adam değilim."

Melih'in burnu boynumu huylandırsa da sesimi çıkarmadım. Boynumda gezen burnunun yerini dudakları alınca "Melih" diye seslendim. Melih beni duymazdan gelerek şahdamarımın tam üstünü somurarak öptü.

"Ama sen Ahu bana kırılmaktan geri durmadın. Tabi bende seni kırmaktan..." Bir kez daha aynı şekilde şahdamarımı öptüğünde canımın acısına dayanamayarak "Ahh..." diye mırıldandım. Melih başını boynumdan çekerek gözlerimin içine baktı. Kaşıyla boynumu işaret ederek "Bu senin cezandı Ahu. Bir daha benim elimi bırakırsan bu kadar ucuz kurtulamazsın!"

Melih canımı yaktığı için mi yoksa ben Melih'e nazlanmak istediğim için mi bilmiyorum ama dudaklarımı çocuk gibi büzerek ağlamaklı bir şekilde Melih'in şaşkın gözlerine baktım.

"Boynumu acıttın. Kaç dakikadır elimi tutuyorsun elimde acıyor." Burnumu sesli bir şekilde çektim. "Az önce benimle öpüştün, her fırsatta bana dokunuyorsun. Bu da hiç hoş değil! Öpüyorsun, sonra beni üzerek ağlatıyorsun." Gözüm dolmaya başlayınca kendimi birazcık daha sıkarak bir damla yaşın süzülmesini sağladım. "Bırak beni. Ben abimle birlikte eve gideceğim." Dediğimde, Melih'in yüzü artık şekilden şekle giriyordu. Sürekli beni alaşağı eden Aslancık, küçük bir kedinin oyununa gelmişti.

Melih, elinin içinde olan elime bir öpücük kondurduktan sonra bıraktı. Hal ve hareketleri ne yapacağını bilmeyen bir oğlan çocuğu gibiydi. İki eliyle yanağımı tutarak "Ahu" diye fısıldadı şaşkınca. Ben bir kez daha sanki ağlıyormuş gibi burnumu çektiğimde Melih "Şişt tamam." Alnımı öptü "Neren acıyor kurban olduğum?" diye sordu. Elimle boynumu işaret ettim. Melih az önce somurarak acıttığı boynuma ferah nefesini üfledi. Ardından da küçük küçük sayısız öpücük bıraktı. Dudaklarını boynumdan çektikten sonra gözlerime telaşla bakarak "Geçti mi?" diye sordu.

Melih'e cevap vermek yerine kollarımı beline sardım. Başım sert göğsüne yasladığında, Melih'te beni kaslı kollarıyla sarmaladı. Birkaç saniye böyle hareketsiz bekledikten sonra "Melih" diye seslendim bir çocuk gibi. Melih "Hım" diye mırıldanınca konuşmama devam ettim.

"Eğer Tunç abim ve Aslı'nın birlikte olmasına izin verirsen daha çabuk geçecek canımın acısı."

Melih sinirle "Ahu!" diye dişlerinin arasından tısladı ve beni kollarının arasından çıkarmaya çalıştı. Ben Melih'in kollarından çıkmamak için tabiri caizse onun göğsüne bir koala gibi yapıştım. Melih benim onu bırakmayacağımı anlayarak pes etmek zorunda kaldı. Sık sık derin nefesler alıp veriyordu. Kolları da beni sarmıyor iki yana doğru yere sallanıyordu.

"Ahu, sinirleniyorum bak! Çek ellerini, bırak hemen beni!"

"Bırakmak istemiyorum." Diyerek omzumu silktim. Çenemi göğsüne dayadım ve öfkeden alev topuna dönen ela gözlerine nazlanarak baktım. "Böyle bakınca tıpkı canavarlara benziyorsun!" dediğimde Melih "Ahu!" dedi hiddetle.

"Ne olur karışmasan? Sorun çıkarmasan yani. Hem sende biliyorsun ki Tunç abim iyi birisi. Tunç abime güvendiğini biliyorum. Onun yanlış yapmayacağını adın gibi biliyorsun. Sen az önce abimi sevdiği kadının önünde küçük düşürdün. Bir kendine bak gözünü seveyim. Sen beni sevmemene rağmen elini bırakmaya kalktığım için öfkeden delirdin. Ama onlar birbirlerini seviyorlar, sen onları zorla ayırmak istiyorsun."

Melih sinirle "Ne zaman karşılaştılar ki bunlar birbirlerine âşık oldular?" diye sorunca çenemi biraz daha göğsüne bastırarak konuştum. "Senin ıssız evinden döndüğümüz gün Tunç abim beni almak için buraya geldiğinde gördüler birbirlerini. Demek ki ondan sonra da görmeye devam etmişler." Dediğimde Melih sıkkın bir nefesi burnundan verdi.

"İzin verecek misin?"

"Ahu-"

"Lütfen Melih! Ne olur" diyerek sözünü kestiğimde. Melih gözlerini iki saniye kadar kapatıp geri açtı. "Tamam, ulan buna da tamam!" dedi, kızgınca.

Melih'in kızgınlığını hiçe sayarak otuz iki dişimi de göstererek güldüm. Melih zaten çatık olan kaşlarını biraz daha çatarak, eliyle burnumun üstüne bir fiske vurdu. "Demek beni oyuna getirdin kedicik."

Acıyan burnumu kırıştırdım. "Tam olarak oyun sayılmaz. Gerçekten canım acıdı." Derken aynı anda da Melih'in belinden kollarımı çekiyordum. Melih'in bedeninden biraz uzaklaşarak "Artık aşağıya inelim mi?" diye sordum. Melih, gözleriyle baştan aşağıya beni süzdükten sonra gözleri boynumda takılı kaldı. Benim açtığım mesafeyi bir büyük adımda kapattı. Uzun saçlarımı nazikçe tutarak boynumdan aşağıya saldı. Boynum saçlarım sayesinde kapanmıştı. "Saçların böyle kalsın, boynunda iz çıkmış."Dediğinde elimi boynuma götürecekken Melih elimi elinin içine aldı "Hadi aşağıya inelim." Diyerek kapıyı açarak odadan el ele birlikte çıktık.

Salona girdiğimde üçlü koltuğun ortasında Tunç ve Aslı el ele bir şekilde oturuyorlardı. Aslı'nın yüzü kırmızı renginin en koyu tonu almıştı ve başı sanki suç işlemiş gibi eğikti. Tunç ise omuzları dimdik bir şekilde oturuyordu. Tunç'un yanına Berna oturmuşken, Aslı'nın yanı da Ezgi oturmuştu. Bu iki deli kız kendilerince âşıkları koruyorlardı. Çağlar tekli koltukta rahatça televizyon izliyordu. Osman'da Çağlar gibi tekli koltuğa oturmuştu ama o televizyon izlemek yerine öldürücü bakışlarıyla Tunç'u izliyordu. Ufuk, Osman'ın yanında ayakta duruyor Ezgiye arada kızgın bakışlarını sunuyordu. Melih'le birlikte içeriye girdik ve ikili koltuğa yan yana oturduk. Herkesin bakışları bize döndüğünde Melih işaret parmağını havaya kaldırarak salladı.

"Bir kez söyleyeceğim. Bir daha tekrarlamayacağım! Aslı ile Tunç'a karışmayacaksınız. Sevsinler bakalım birbirlerini... Ama Tunç oldu ki bu kız senin yüzünden üzülürse, senin gelmişini geçmişini sikerim ona göre!"

"Yok, Valla üzmek yok! Ben ciddiyim evleneceğim!" diyerek heyecanlı bir şekilde bağırdı Tunç. Çağlar, Tunç'un bu çıkışına göz devirerek "Hay senin evlenmene" diye söylendi. Sonra boğazını temizleyerek "İnşallah kardeşimizi üzersin de seni öldürmemiz için bize fırsat sunarsın Tunç efendi!" diye konuşan Çağlar'a sert bir şekilde baktığım da Çağlar mavi özlerini kocaman açarak "Kusara bakma yenge ben uyarımı yapıyorum sadece." Dedi.

Melih oturduğu yerde dikleşerek "Tamam, Her neyse artık! Umarım söylediklerim anlaşılmıştır." Dedi.

Tunç gür sesiyle "Anlaşıldı!" deyince dayanamayıp kıkırdadım. Melih kısa bir an gözlerinin ucuyla bana baktı. Bakışlarını benden çekerek "Ufuk" diye seslendi.

"Buyur abi."

"Lahmacun sipariş et yiyelim."

Ufuk Melih'i başıyla onayladıktan sonra sipariş vermek için telefonunu da alarak mutfağa gitti. Böylelikle Aslı ile Tunç'un aşk konusu kapanmış oldu.

***

Zaman hızla akıp gitmişti. Ufuk'un sipariş ettiği lahmacunları yemiş ve bir güzel karnımızı doyurmuştuk. Herkes eski moraline geri dönmüştü. Osman bile artık Tunç'u öldürecek gibi bakmıyordu. Ama Berna ile Çağlar tartışmalarını bir türlü bitiremiyorlardı. Berna, Çağlar'a akla gelinmeyecek şeyler söylüyor, Çağlar ise Berna'yı hiç dinlemiyordu. Berna hırsını alamayarak Çağlar'a içindekileri kusuyordu onu sinir edebilmek için ama Çağlar sinir olmak bir yana bu durumdan oldukça zevk alıyordu. Çünkü konuşmuyor konuşmuyor, tam Berna sustuğunda onu bir cümleyle çılgına çeviriyordu.

Şimdi ise hep birlikte oturmuş kahve içiyorduk. Kahvemiz bittikten sonra herkes evine gitmek için kalkacaktı. Ben Berna ile yan yana oturuyordum. Ezgi, Tunç ve Aslı'nın yanında üçlü koltuktaydı. Ezgi heyecanlı sesiyle "Kızlar" diye seslenince bakışlarımız Ezgi'yi buldu.

"Yarın alışverişe gidelim mi? Sonra da kuaföre gideriz!"

"Çok iyi olur" diyerek el çırparak konuşan Berna gözlerini Aslı'ya dikti. "Sen de geleceksin gelin Hanım."

Aslı utanarak gülümsedi "Gelirim." Dedi.

Berna, bu kez bal rengi gözlerini bana çevirdi. "Ahu" diyerek beni baştan aşağı süzdü.

Eliyle saçlarımın ucundan tuttu. "Kuaför fikri çok güzel olur. Hem baksana saçların çok uzamış, kestiririz. Belki rengini de değiştirmek istersin." Dedi.

Berna'ya cevap vermek için ağzımı açmamla Melih'in boğazını gıcık varmış gibi temizlemesiyle kapatmak zorunda kaldım. Bu bana bir uyarıydı.

"Saçlarını kestirmeyi de, rengini değiştirmeyi de aklından bile geçirme Ahu!"

Melih'in sözleri salonun ortasına bomba etkisi yaratarak düştüğünde, Berna gözlerini kocaman açarak "Enişteciğim..." diye haykırdı. Berna'yı kolumla dürttüğümde, Berna elini ağzına kapatıp gülmesini engellemeye çalıştı. Melih ise Berna'ya onu öldürmek ister gibi bakıyordu. Berna kendini toparlayarak Melih'in gözlerine baktı.

"Ulu orta yerde böyle aşkını haykırmamalısın bence Melih." İmalı bakışları Çağlar'ı bulduğunda "Maazallah nazar falan değer aşkınıza. Ne de olsa gözleri mavi olan insanlar var." Eliyle kulağının ucunu tutup dişlerine vurdu. "Allah korusun gözü renkli insanlar gözüyle devirir sizi." Demesiyle Melih ve Çağlar hariç hepimiz sesli bir şekilde güldük. Çağlar oturduğu koltukta yayılarak Berna'nın suratına sinsice baktı.

"Senin gibi boş çenemle insanları devirmektense, Allah vergisi mavi gözlerimle devirmeyi tercih ederim."

Berna'nın yüzündeki gülümseme yok olurken eliyle kendini gösterdi. "Sen bana ne demek istiyorsun? Çok konuştuğumu mu ima ediyorsun sen?" diye çıkıştı. Çağlar, Berna'ya soktuğu lafın rahatlığıyla koltuğa iyice yayıldığında, Berna sinirle kükredi.

"İnşallah sevgilinle kahve içerken seni hapşırma tutarda ağzında ki kahveyi sevgilinin yüzüne püskürtüp rezil olursun!"

Şaşkınlıklar içinde Berna'nın ettiği bedduaya bakıyordum. Çağlar elinde kahve fincanıyla oturduğu yerden kalkarak Berna'nın önünde durdu. Kahvesinden bir yudum aldı ve aldığı yudumu içmeden Berna'nın yüzüne doğru hapşurdu. Çağlar'ın ağzının içindeki kahve Berna'nın yüzüne püskürdü. Berna çığlık çığlığa oturduğu yerden kalkarak Çağlar'a vurmaya başladığında herkes artık katıla katıla gülüyordu.

Berna'yı sakinleştirmek biraz zaman alsa da sonunda başarmıştık. Daha sonra da kendi evimize gitmek için ayaklandığımızda, ben anneme bakmak için yukarıya çıktım. Annemin odasının kapısını çalmadan açtım. Annemin hala uyuduğunu gördüğümde ses çıkarmadan odadan çıkacaktım ki başucundaki kitap dikkatimi çekti. Kaşlarım çatık bir şekilde kitaba baktıktan sonra pencere kenarındaki sehpaya gözüm kaydı. Aşağıya inmeden önce annemin başucundaki kitabı o sehpaya koyduğumdan emindim ama şimdi kitap buradaydı. Belki de Sevgi Hanım ya da Aslı annemin odasına girmiş ve kitabı onların buraya koymuş olduğunu düşünerek sessizce annemin odasından çıktım. Aşağıya indiğimde herkes dış kapının önünde beni bekliyordu.

Melih'in yanında durdum. "Sevgi Hanımı göremedim." Dedim. Melih göz ucuyla bana baktı "Sevgi Hanım yok izinli." Dedi, afallamış gözlerim Melih'in yüzünü çürütürken Berna'nın "Hadi Ahu" diye seslenmesiyle bakışlarımı çekmek zorunda kaldım.

Tunç abim Aslı, Berna ve beni kendi arabasına bindirmişti. Yol boyunca Berna'nın söylenmelerine maruz kalmış, Çağlar'a akla gelinmeyecek beddualar etmesini dinlemiştik. Tunç Berna'nın konuşmasına daha fazla dayanamayarak ilk onu eve bırakmıştı, daha sonra da Aslı'yı eve bırakmış ve kendi evimize doğru yola çıkmıştık.

Eve geldiğimizde saatin de geç olmasıyla, sessizce odalarımıza çıkmıştık. Günün yorgunluğunu üzerimden atmak ister gibi hemen kendimi uykunun kollarına bırakmıştım.

***

Kızlarla sözleştiğimiz gibi sabah hep birlikte buluşup alışverişe gitmiştik. Bizi alışveriş merkezine Melih'in kesin kararıyla Osman getirmişti. Saatlerce alışveriş yapmış, sonra da kuaföre gitmiştik. Melih'in beni elli kez saçımı kestirme konusunda ki uyarısını dinleyerek sadece saçımda ki kırıkları aldırmış ve kişisel bakımı yaptırmıştım. Kuaförden çıktıktan sonra bir şeyler yiyebilmek için yemek bölümüne çıktık. Boş bulduğumuz bir masaya geçtiğimizde hepimiz hamburger sipariş ettik. Siparişlerimizin gelmesini beklerken, kulağıma yan tarafımızda konuşan kadınların sesi geldi.

Göz ucuyla kadınlara baktığımda iki kişi olduklarını gördüm. İkisi de otuzlu yaşlardaydılar, biri esmerken diğeri kumraldı. Sosyetik oldukları giyim tarzlarından oldukça belli oluyordu. Esmer olan "Elindeki yüzüğü gördün mü?" diye sordu ve devam etti. "Bu kız kim biliyor musun?"

Kumral olan "Bilmiyorum, kim?" diye sorunca, esmer olan kısık ama benim duyabileceğim bir sesle cevap verdi. "Melih'in Ahu'su."

Masamıza siparişlerimiz geldiğinde, kadınları duymamış gibi yaparak patatesten ağzıma attım. Ama esmer kadın benim hakkımda konuşmaya devam etti.

"Hani şu iflas eden Demir'ler vardı ya bu kız onların kızı. Melih'e borç karşılığında verilmiş."

"Ya, böyle bir şeyi duymuştum ama gerçekliğinden pek emin değilim açıkçası. Melih Kılıçaslan'ın nişanlısına âşık olduğu söyleniyor." Diye yanıtladı onu kumral kadın.

Esmer olan sesli bir şekilde kahkaha atınca kızlarında dikkatini çekmişti. Kadın bizim ona baktığımızı önemsemeden önündeki adını bilmediğim yeşil renkli içecekten bir yudum aldı.

"Ah canım, söylentilere pek kulak asmamak lazım. Ama görünen köyde kılavuz istemiyor işte. Para karşılığında birlikte olmanın adını da aşk diye telaffuz ediyorlar!" dediğinde benim iştahım hepten kaçtı.

Kızlarda bunu fark etmişlerdi. Daha yarısını bile yemediğim yemeğimi bıraktım. Kızlarla göz göze gelmemeye özen göstererek "Kalkalım mı?" diye sordum. Berna, öfkeli bakışlarını arka çaprazımızda oturan ve benim hakkımda konuşan iki kadına dikti. "Ahu, çiçeğim. Biz niye kalkıyoruz bu utanmazlar kalkıp gittin!" diye kızgınlıkla çıkıştı. Ezgi "Berna doğru söylüyor Ahu." Diyerek Berna'yı onayladı.

Esmer olan kadın sanki az önce benim hakkımda hiç konuşmamış gibi gülüp alttan alttan bana laf sokmaya devam ettiğinde artık sabretme sınırlarımı çoktan aşmıştım. Dokunsalar ağlayacak kıvama gelmiştim. Bu halimi Aslı fark ettiğinde eliyle kolumu sıvazladı ve tok sesiyle "Artık kalkalım kızlar!" dedi.

Kızlar benim üzerime gitmeyerek onayladılar ve birlikte alışveriş merkezinden çıktık. Yine aynı şekilde Osman'ın arabasına yerleştiğimiz de hiç birimizden ses çıkmıyordu. Osman herkesi evine bıraktığında araba da sadece ben kalmıştım.

Arabada yalnız kalmanın verdiği rahatlıkla dakikalardır içimde taşıp coşan duyguyu serbest bıraktım. Ve gözümden akan yaşlara engel olamadım. Osman dikiz aynasından arada bana bakıyor, sonra tekrar yola dönüyordu. Bir ara dayanamayarak "Yenge iyi misin?" diye sordu. Benden cevap alamayınca önüne dönerek arabayı kullanmaya devam etti. Bir ara telefonla konuştuğunu duyar gibi oldum ama zihnim ne konuştuğunu ve kiminle konuştuğunu anlayamayacak kadar bulanıktı. Ben ise o iki kadına söylemek isteyip de söyleyemediğim ne varsa gözyaşlarımla döküyordum. Araba Melih'in şirketinin otoparkına girip durduğunda ağlamaktan Osman'a tepki bile verememiştim.

Osman arabadan indi ve biraz uzaklaştı. Osman'ın uzaklaşmasıyla arabanın arka kapısı açıldı. Açılan kapıdan önce Melih'in karanfil kokusu daha sonra da kendisi gelip yanıma oturdu. Çatık kaşlarıyla kızgınca bana baktı.

"Neden ağlıyorsun?" diye sorunca başımı yere eğdim, saçlarımın önüme doğru dökülmesini sağlayarak yüzümü sakladım. Melih sert bir şekilde çenemi tutarak yüzümü, yüzüne döndürdü.

"Sana neden ağlıyorsun dedim!" diye bağırdı. Öfkesi beni korkuturken, eli çenemi acıtıyordu. Titreyen elimle çenemin üstünde baskı kuran elinden kurtulmaya çalıştıkça Melih, tutuşunu daha da sertleştirdi. "Ahu!" diye tısladı dişlerinin arasından. "Benim asabımı bozma neden ağlıyorsun?"

Neden ağladığımı biliyordu... Bilmese bile az çok tahmin edebiliyordu. Ama sırf bana eziyet olsun diye benim ağzımdan duymak istiyordu. Çenemde olan eli git gide sertleşirken daha fazla dayanamayarak "Senin yüzünden." Diye fısıldadım. Melih'in gözleri artçı bir sarsıntıyla açıldı. Eli çenemi serbest bıraktığında kaşları, tıpkı dudakları gibi düz çizgi halini almıştı. Açılan gözlerini kısarak gözlerime baktı. "Ne?" dedi anlamaya çalışır gibi.

"Duydun işte. Senin yüzünden." Dedim, bu kez fısıltılı değildi sesim.

Melih gerilen yüzünü saklama gereği duymadan "Ahu..." diye beni ikaz ettiğinde, kendime hâkim olamayarak avuç içimle göğsüne vurdum. "Ne Ahu ne?" tekrar ağlamaya başladım. "Senden nefret ediyorum. Senin yüzünden insanların benim arkamdan konuşmalarından nefret ediyorum!" göğsüne bir kez daha vurdum. "Ben borç karşılığında sana satılmadım tamam mı?" ağlamam şiddetlendiğinde Melih kollarıyla beni sararak kendine çekti. Yüzüm göğsüne yapıştığında "Bırak beni!" diye çırpındım.

Bırakmadı... Daha da sıkı sardı beni. Kemiklerimi kırmak ister gibi sıkı sıkıya sardı bedenimi. Çırpınmalarım bir işe yaramadığın da hıçkırıklarımın arasından güçsüzce bir kez daha haykırdım. "İntikamından da senden de nefret ediyorum!"

Melih'in göğsüne sindiğimde ona böyle yenildiğim için kendime kızdım. Onunla baş edebilecek gücü bulamadığım için güçsüzlüğüme kızdım. Beni bu hayatı yaşamaya mecbur bırakan anneme ve babama kızdım. Her şeye sebep olan karanfil kokulu bir adamın kokusuna aldanan kalbime kızdım. Ben beni ben yapmaktan çıkartan her şeye kızdım. Ama yinede ateş olan bir adamda yok olmaktan geri durmadım.

***

Bana sorsalardı en çabuk geçen şey ne diye zaman derdim. Hiç acıması olmadan hızlı hızlı ömrümüzden çalarak geçiyordu.

Arabanın içinde Melih'in göğsünde hıçkıra hıçkıra ağladığım günün üstünden tam iki hafta geçmişti. Bu iki hafta öyle durgunda değil bildiğin çalkantılı, itişmeli kalkışmalı geçmişti. Kenan amcanın teyzesi Renan Hanım basın toplantısı yapmış ve yaptığı basın toplantısında Almanya'dan Türkiye'ye kesin dönüş yaptığını açıklamıştı. Yetmemiş kendisinin gözünde bir melek olan Rüya için ceza evinden çıktığı için parti düzenleyeceğini açıklamıştı. Yani Renan Hanım kısaca sahalara geri döndüğünü göstererek bana gözdağı vermek istemişti. Ama işte herkes gibi onun da unuttuğu Melih Kılıçaslan faktörü vardı.

Renan Hanımın Rüya için düzenlediği partiye bir sürü sosyete ve basın mensubu davet edilmişti. Parti günü gelip çattığında, Renan Hanım ve Rüya'nın hayalleri yarım kalmıştı. Çünkü Melih, partiye Mehmet abinin gitmesini yasaklamıştı. Kenan amca zaten yeni düzene girdiği oğluyla ilişkisini bozmak istemediği için o partiye katılmamıştı. Birsen teyze Renan Hanımı sevmediği için ve artık Rüya'ya mesafeli davrandığından dolayı partiye gitmeyi aklından bile geçirmemişti. Böylelikle Renan Hanım ve Rüya'nın ihtişamlı partisine Kılıçaslan ailesinin ve Mehmet abinin katılmaması bir gölge gibi düşmüştü.

Gazeteler ve magazin programları partiyi değil de, partiye katılmayanları konuşmuştu. Melih böyle bir hamle yaparak sessizce, hiç hissettirmeden Renan Hanımı cezalandırmış oldu. Ve bu durum beni oldukça mutlu etti. Melih, böyleydi işte çevremizdeki insanlar beni üzdüğünde onları hiç acımadan cezalandırıyor, ama kendisi beni üzmekten geri durmuyordu. Onun mantığı benim olan benimdir! Başka biri benim olana dokunursa onu yok ederim mantığıydı...

Çayları tepsiye koyduktan sonra mutfaktan çıkıp salonda hazır olan kahvaltı masasında oturan ailemin yanına gidip çayları tek tek servis ettim. Kendi yerime oturup tabağıma kahvaltılıklardan alırken, Tunç'un sorusuyla bakışlarımı ona çevirdim.

"Seni Osman mı bırakacak güzelim?"

"Evet abi."

Babam boğazını temizleyip "Nereye gidiyorsun kızım?" diye sordu. Mavi gözlerini hafiften kısmış bana bakıyordu. Yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle "Berna'nın yanına gideceğim baba." Dedim, babam başını olumlu anlamda sallayıp çayından büyükçe bir yudum aldı. "Git tabi kızım. Melih'in evi ve bizim ev dışında başka bir yere gittiğin yok." Dedi.

"Alınıyorum ama baba" diyerek kocaman reçelli ekmeği ağzına tıktı Tunç. "Ben kardeşimi kaplıcalara bile götürdüm."

Tunç'un hayıflanır gibi konuşmasına hepimiz gülümsedik. Dedem, gülümsemekle yetinmeyip Tunç'un omzunu sıktı. "Eşek herif. İşin gücün haytalık." Dedi.

Kahvaltımızı arada sohbet ederek bitirdiğimizde, telefonum çaldı. Cevaplamak için telefonu elime aldım ve ekranda Birsen teyzenin adını görmemle cevaplayıp telefonu kulağıma koydum.

"Efendim Birsen teyze?"

"Ah Ahu nasılsın canım?"

Heyecanlı konuşmasına tebessüm ederek "İyiyim. Siz nasılsınız?" diye sordum.

"Bende iyiyim kızım. Ben seni görmek istiyorum eğer senin için de uygunsa arkadaşının cafesinde görüşelim mi bugün Ahucuğum?"

Birsen teyzeyi kırmak istemiyordum. Zaten Berna'nın yanına gidecektim. Bakışlarımı masadakilerin üzerinde gezdirdim ve telefonun diğer ucunda bekleyen Birsen teyzeye "Tamam görüşelim." Dedim. Birsen teyzeyle öğleden sonra dört gibi buluşmak için sözleşip telefonu kapattım. Dedem masadan kalkmak için ayaklandığında "Güzel torunum elinden bir kahve içerim." Dedi. Tam dedeme cevap verecekken Tekin'in sesini duymamla öylece kala kaldım.

"Elinden tabi kahve içersin dede." Seri adımlarla masaya yaklaşıp bir sandalye çekip oturdu. Bakışları babamı bulurken, "Sende içer misin baba?" diye sordu alaycı bir tavırla. Tunç, Tekin'in bu davranışına sinirlenip masadan kalkacakken babam elini Tunç'un elinin üstüne koyarak durmasını sağladı. Bakışları Tekin'in mavi gözlerini bulduğunda oldukça ılımlı bir sesle "Oğlum senin derdin ne?" diye sordu.

Tekin güçlü bir kahkaha atıp eliyle bir zeytini ağzına attı. "Benim derdim ne öyle mi?" zeytin çekirdeğini çıkartım masaya bıraktı. "Benim derdim belli baba! Asıl sizin derdiniz ne?" bakışları beni buldu. "Dert diye adlandırdığınız şeyin gerçekten dert olup olmadığını merak ediyorum!"

Tunç "Tekin!" diye çıkışınca Tekin gözlerini benden çekti ve Tunç'a baktı. "Ne var abi? Doğruları söyleyince hepiniz başıma kaplan kesiliyorsunuz!" gözlerini hepimizin üzerinde gezdirip en son babamın gözlerinde durdu. "Baba" diye seslendi.

"Ahu'yu koruyabilmek için kendi hayatımızdan feragat ettik. Hepimiz kendimizden bir şey kaybettik. Ama o utanmadan bizim çektiklerimizi hiçe sayarak baş düşmanımızın annesiyle gelin- kaynanacılık oynuyor. Sürekli Melih'in dibin de. Hepimiz bir hiç uğruna boşu boşuna harcanıyoruz!" diyerek bağıra bağıra kustu içindeki zehri.

Başına gelen her şeyden beni suçluyordu. Benim başıma gelen her şey onların yüzünden değilmiş gibi Tekin kolayı seçiyor ve beni suçluyordu. Babam sinirle burnundan soludu "Tekin oğlum artık ben sana ne diyeceğimi bilmiyorum? Kapılmışsın bir şeylere sürükleniyorsun. Biz senin arkandan gelmiyoruz diye bize öfkeleniyorsun. Ah oğlum bu yaşadığımız hayatta ki tek suçsuz Ahu. Ve bunu sende çok iyi biliyorsun!" dedi tane tane sakince anlatarak.

Tekin boş gözlerle babama bakıp oturduğu yerden kalktı. "Size afiyet olsun. Ben yeterince doydum sayenizde" diyerek salondan çıktı ve hemen ardından sert bir şekilde kapanan dış kapının sesi geldi.

Babamlarla göz göze gelmemeye özen göstererek masadaki kahvaltılıklardan birkaç parça alarak mutfağa girdim. Dolaptan kahve yapmak için cezve çıkardım. Suyu ayarlayıp kahveyi koyduktan sonra altını yaktım. Kahve fincanlarını ve doldurduğum suları tepsiye yerleştirdim. Pişirdiğim kahveyi fincanlara boşaltıp yanına da küçük lokumlardan koyarak tepsiyi elime aldım. Az önce Tekin'in konuşmalarına hiç şahit olmamışım gibi yüzüme gülümseme yerleştirip mutfaktan çıktım. Yüzümde ki gülümsemeye şaşkınlık içinde bakan aileme yaklaşarak kahvelerini onlara verdim. Dedem yaşlılıktan kırışmış elinin birini yanağıma koyup okşadı. Bu onun dilinde teşekkür etmekti.

Onlar kahvelerini içerken masayı toplayıp, bulaşıkları makineye yerleştirdim. İşim bitince kendi odama çıkıp kısa bir duş aldım. Çamaşır dolabımı açıp içinden iç çamaşırlarımı ve yeşil triko bir elbise aldım. Üzerimi hızlıca giyindim, saçlarımı da kurutup ördüm ve örgümün ucunu sol göğsümün üstüne yerleştirdim. Yüzüme krem sürüp dudaklarıma bordo bir ruj sürdüm. Siyah deri ceketimi üzerime giydikten sonra, siyah kol çantamın içine telefonumu ve cüzdanımı yerleştirip, dolaptan siyah botlarımı da elime alarak aşağıya indim. Salona girmeden, dış kapıya doğru ilerleyip içeridekilere haber vermek için seslendim. "Ben çıkıyorum." Kapıyı açıp beni bahçe kapısının önünde bekleyen Osman'ın yanına ilerledim. Osman'la birbirimize kısa bir baş selamı verdikten sonra arabaya geçip oturdum.

Osman sürücü koltuğuna oturup, göz ucuyla bana baktı. "Nereye gidiyoruz yenge?" diye sordu. "Berna'nın cafesine..." dediğimde Osman başını sallayarak emniyet kemerini taktı ve arabayı çalıştırdı.

***

Kısa bir süre sonra Berna'nın cafesinin önüne gelmiştik. Arabadan inmek için elimi kapıya uzatmıştım ki Osman'ın bana "Yenge" diye seslenmesiyle durdum.

"Ben geçen şey olduğunda..." diye sıkkınca konuşmaya çalışan Osman'a sadece bakıyordum. Osman eliyle gözlüğünü düzeltti, sanki boğazında kocaman bir yumru varmış gibi boğazını temizledi. "Yenge geçen Tunç'a çıkıştığım için kusura bakma. Ben sadece kardeşimi korumak istedim."

Osman'ın yüzüne uzun uzun bakıp dudaklarımı hissizce kıvırdım. "O zaman sende kusura bakma Osman!" dedim. Osman şaşkınca kaşlarını çatarak "Ne?" dedi.

"Tunç abim size çıkıştığı için sende kusura bakma diyorum Osman. Ne de olsa o da kardeşini korumak istiyor." Dedim ve Osman'ın cevap vermesine müsaade etmeden arabadan indim.

Berna'nın cafesine doğru adımladım. Kapıyı açmak için elimi uzattığımda kapı birden açıldı ve Füsun Hanım görüş açıma girdi. Ben şaşkınca Füsun Hanıma bakarken Füsun Hanım otuz iki diş sırıtarak bana bakıyordu. Ben daha üzerimden şaşkınlığımı atamadan Füsun Hanım beni daha da şaşkına çevirecek bir hareket yaparak bana sarıldı. Kollarıyla beni mengene gibi sararken kulağıma doğru şen sesiyle konuştu. "Nasılsın Ahucuğum?"

"İy- iyiyim siz nasılsınız?" diye sorduğumda kekelememe engel olamamıştım. Füsun Hanım kollarını benden ayırdı ve tıpkı Tunç'un gözleri gibi açık kahve olan gözlerini gözlerime dikti. "Çok iyiyim." Kısa bir an bakışları arkamızda bize şaşkınca bakan Berna'ya kaydı ve tekrar bana döndü. "Bende Berna'yı ziyarete geldim. Şimdi de gidiyorum zaten." Diyerek gülümsedi. Berna'ya dönüp el salladı daha sonra yanımdan geçip gidecekken aklına bir şey gelmiş gibi birden önünü tekrardan bize döndü.

"Ahu" dedi ve devam etti. "Bir ara Berna ile bana gelin o Renan cadısıyla nasıl başa çıkacağınızın taktiğini size veririm." Diyerek göz kırptı. "Hadi ben kaçtım. Görüşürüz kızlar." Dedi ve cafeden uzaklaştı.

Şaşkınlık içinde Füsun Hanımın arkasından bakıyordum. Berna yavaşça yanıma gelip parmağıyla kolumu dürttü. "O neydi kız öyle?" diyerek başıyla Füsun Hanımın boşluğunu gösterdi. "Bilmiyorum." Diyerek Berna'yı cevapladığımda, Berna cafenin kapısını kapattı ve açık olarak yazılan tabelanın yönünü kapalı olarak değiştirdi.

"Bugün hiç müşteri çekecek durumda değilim. Az önce eski kayınvalidemi ağırladım. Birazdan da arkadaşımın kayınvalidesi gelecek. Kendime bugün izin veriyorum." Dedi

Berna'nın koluna girerek onu pencere kenarında bir masaya oturttum. "Hadi sen otur burada ben de bize kahve yapayım." Derken aynı anda da çantamı ve deri ceketimi çıkartıyordum. Mutfak kısmına gidip ısıtıcıya su koyup çalıştırdım. Kupa bardakları dolaptan çıkartıp tezgâhın üstüne koydum. Kahveyi ve süt tozunu da ekledikten sonra "Berna elmalı kurabiye var mı?" diye selendim.

"Buzdolabında elmalı tart var Ahu ondan ye!"

Buzdolabından aldığım elmalı tarttan iki tane büyük dilim kesip tabaklara koydum. Isıtıcının içindeki su kaynadığına dair düğmesi tık diye ses çıkartınca ısınan suyu kupaların içine doldurdum. Hazırladığım her şeyi tepsiye koyarak mutfak bölümünden çıktım. Berna'nın yanına geldiğimde, kahvesini ve tartını önüne koydum. Berna beni baştan aşağıya süzüp sinsice sırıttı. Ona ne oldu der gibi bir bakış atıp karşısındaki koltuğa oturdum.

"Giymişsin dizlerinin üstünde yanlarından iki parmak yırtmacı olan bir elbise amaa..." amanın a'sısını gereksiz uzatarak kurduğu bu cümleyi kuşkulu gözlerle bakarken "Eee..." dedim devam etmesi için.

"Zengin ve yakışıklı enişteciğim kızmasın sana sonra." Derken sinsice sırıtmaya devam ediyordu. Kahvemden kocaman bir yudum aldım, elimi boş ver der gibi sallayıp "Sen onu bunu bırak da Füsun Hanım niye seni ziyarete gelmiş onu anlat." Dedim.

Berna bilmiyorum der gibi dudaklarını büzdü. Kahvesinden bir yudum aldı. "Bilmiyorum ki bende." Diyerek bir yudum daha aldı sıcak kahveden. "Ben de çok şaşkınım buralarda bir işi varmış gelmişken bana uğramak istemiş. Çok oturmadı zaten."

"Füsun Hanıma bir şeyler olmuş Berna. Geçende Renan Hanımla yemek yediğimizde beni savundu biliyor musun?"

"Şaka yapıyorsun?" bal rengi gözleri kocaman açıldı. "İnanamıyorum!"

"Bende..."

Berna ile göz göze gelip ikimizde aynı anda kahkaha attık. Seviyordum bu deli kızı. Bana iyi geliyordu. Birlikte oturup konuşmaya başladığımızda hiç olmadık şeyleri bile masaya yatırıp onun hakkında konuşabiliyorduk. Zaman su gibi akıp giderken vaktin nasıl böyle hızlı geçtiğinden bir haberdik. Berna biten kahve kupalarını eline alarak ayağa kalktı. "Bize yeniden kahve yapacağım." Dediğinde cafenin kapısı açıldı ve bakışlarımız otomatikman kapıya çevrildiğinde gelenin Levent olduğunu gördük. Ben telaşla oturduğum yerden kalktığımda Berna oldukça yüksek bir sesle bağırdı.

"Kapalıyız. Kapıda ki kapalı olduğumuza dair yazıyı görmediniz mi? Çıkın dışarıya lütfen!"

Levent, Berna'nın sözlerine alayla güldü ve kapıyı kapatarak içeriye girdi. Bize doğru adım attığında, benim korku dolu bakışlarım cam duvardan görünen dışarıdaydı.

Osman arabanın kaputuna yaslanmış bir şekilde gözlerini bize dikmişti. Kulağına koyduğu telefonla Melih'le konuştuğunu biliyordum. Levent'in buraya geldiğini en ince ayrıntısına kadar Melih'e aktarıyordu. Boğazıma düğümlenen yumrunun gitmesi için yutkundum. Tam o sırada Osman telefonu kapatıp cebine koydu ama yerinden de kımıldamadı. Sanırım Melih ona beklemesini söylemiş olmalıydı. Osman'a odaklanan gözlerim Berna'nın sesiyle Levent'e çevrildi.

"Çıkın diyorum size, beni duymuyor musunuz?"

Levent başını iki yana sallayıp "Cık, cık, cık" dedi ayıplar gibi. "Ahu'nun böyle kötü arkadaşı olmazdı, ama demek ki İstanbul ona kötü arkadaş edindirmiş..."

Berna şuh bir kahkaha attı. "Nasıl bir arkadaş olmalıydım mesela? Senin gibi değişken mi? Yoksa sevgilin gibi sürtük mü?"

Levent'in yeşil gözlerinden öfke fışkırdı, gülen yüzü anında solarken, kaşları sinirle çatılmıştı. "Her neyse" dedi ölümcül bakışlarını Berna'nın yüzünden çekip bana bakarak "Ben Ahu'yla konuşacağım!"

"Konuşmak istemiyorum. Melih gelmeden git buradan!" dedim.

Levent hadi ya der gibi çatık olan kaşlarını kaldırdı. Bana doğru hızlı adımlar attı ve tam karşımda durdu. Gözleri beni baştan aşağıya süzdü ve en son sağ elimde nişan yüzüğümde takılı kaldı. "Demek barıştınız..." gözleri tekrardan gözlerimi buldu. "Biliyor musun Ahu? Barışmanız umurumda bile değil!"

"Eğer burayı hemen terk etmezsen polisi arayacağım." Diyerek araya giren Berna'yı Levent "Ara gelsin tabi bu benim için çok iyi olur. Belki Ahu'da polislere annesinin nerede olduğundan bahsetmek ister!" diyerek durdurdu. Berna ile göz göze geldiğimizde ikimizde seslice yutkunduk. Levent dudaklarına yerleştirdiği zafer gülümsemesiyle gözlerime bakarken, yavaşça tekrar gözleri yüzüğümü buldu.

"O parmağına taktığın yüzük değil Ahu! O seni başka bir hayatı yaşamaya mecbur bırakan gizli bir kelepçe!" dediğinde dehşete düşmüş bir şekilde "Levent!" dedim.

Levent gözlerini yüzüğümden çekip gözlerime çıkardı. Bana bir adım daha atıp eliyle göğsümden aşağıya süzülen örgülü saçımı tutmaya çalıştığında kendimi geriye çektim. Gözlerini yıkılmış gibi kapattı. Alnının ortasında bir damar belirginleşti ve bir kalp gibi atmaya başladı. Gözlerini yavaşça açtığında, yeşil harelerinin etrafı kızıla boyandı.

"Tam üç yıl... Üç yıl Ahu! Senden haber alamadan gidişinin ardından tam üç yıl sabrettim! Gittiğin günü hatırlıyor musun?"

Hatırlıyordum. Ama hatırlıyorum diyemedim.

Sadece "Levent..." diye mırıldandım.

"Ben Hatırlıyorum Ahu. Unutmak istesem de unutamıyorum. Ben o günü hiç unutmuyorum."

Yeşillerine kızıl karışan, bir zamanlar içimi titreten adam, şimdi içimi yakmak ister gibi gözlerini yaşla dolduruyordu. Tükenmişlikle çaresizce bana bakıyordu. Aramızda sadece üç adımlık bir mesafe vardı ama sanki kilometreler varmış gibi birbirimize yaklaşamıyorduk. Levent, derin bir nefes aldı. Aldığı nefesten dolayı bir kalkan gibi şişen göğsüne dikkat kesildiğimde, Levent'in tekrar konuşmasıyla bakışlarım onun yeşil gözlerini buldu.

"Tam üç yıl önce senin beni sessiz sedasız terk ettiğin gün gittim o parka. Senin üzüldüğün zaman elma yiyerek ağladığın banka oturdum, bekledim. Ben senin bana gelmeni bekledim. Kaç saat, kaç gün bekledim bilmiyorum Ahu ama bekledim. Geleceğini umut ederek bekledim ama sen gelmedin! Senin gidişinin ardından bir gün seni televizyonda sıradan bir magazin programında gördüm. Bana gittiğinden bahsediyorlardı. Her şeyi bırakıp babana gittiğini konuşuyorlardı. Annen yoktu ortalıkta, sanki biri Canan teyzeyi bir yerlere saklamış gibi yok olmuştu..."

"Levent annem hastaydı biliyorsun?" diye araya girdim. Levent, gözlerindeki yaşa rağmen dudaklarını hissizce kıvırdı. Sanki ben ona hiçbir şey söylememişim gibi konuşmaya devam etti.

"Çok sinirlendim Ahu. Bu yaptığını bir türlü kendime yediremedim. Senin bizi, kendini hatta anneni bile paraya değiştiğini düşündükçe öfkeden kudurdum. Üç yıl boyunca köpek gibi çalıştım, seni ve aileni araştırdım. İstediğim güce yetişene kadar gecemi gündüzüme kattım. Her saniye seni unutabilmek için Allah'a yalvardım. Ama olmadı Ahu..."

Orman yeşili gözlerinden iri bir damla yaş firar etti. Gözyaşı yanağına doğru süzüldü süzüldü ve kısacık sakallarının arasına karışıp orada kurudu. Levent'in gözyaşını gören gözlerim çoktan yolunu bulmuş gibi akmaya başladığında Levent "Ağlama..." dedi.

"Ben her gece ağlaya ağlaya sana kızarak uyudum. Ve her sabaha seni en başından severek uyandım!"

Levent bir adım atarak aramızdaki üç adımlık mesafeyi iki adıma indirdi. Orman yeşili gözlerine yerleşen kararlılıkla "Canan teyze nerede Ahu?" diye sordu. Ona ne yapacağını bilemez bir şekilde baktığımda gözlerimi kaçırıp bir yardım istemek için Berna'ya çevirdim. Ama Berna'nın da benden kalır yanı yoktu. O da tıpkı benim gibi ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Levent, başını histerik bir şekilde salladı "Ahu" dedi tok bir sesle.

"Şüphelerim vardı ama artık eminim. Sen bu hayatı yaşamaya mecbur bırakılmışsın." Gülümsedi "Ve ben bu mecburiyetin ne olduğunu az çok tahmin ediyorum."

"Saçmala ve hemen kafemi terk et!" diye bağırdı Berna "Ahu ve Melih birbirlerini seviyor. Bu yaptığın hiç doğru değil. Hem kendini hem Ahu'yu zor duruma sokuyorsun! İkinizin de hayatında başka birileri var. Herkes kendi yoluna baksın!" dedi sert sesiyle.

Levent bana bakmaya devam etti. Gözlerinden gözlerime akın eden duygu ben bu söylediklerinize inanmıyorum diye haykırıyordu. Bir adım daha bana attı ve aramızda sadece bir adımlık bir mesafe bıraktı. Kokusu burnuma doluyordu ama Melih'in kokusunu duyduğumda hissettiğim şeyi hissedemiyordum.

"Bulacağım Ahu... Seni mecbur bırakan bu şeyden kurtaracağım. Bunu yaparken belki kalbini kıracağım, canını çok acıtacağım. Seni çok ağlatacağım ama yine de seni kurtaracağım. Gözyaşını boşu boşuna akıtmayacağım göreceksin. Yapacağım şeylere hazırlıklı ol! Benimle ilgili hayal kırıklığına uğrayacaksın. Ben kendimden geçeceğim yeri geldiğinde de en çok senden geçeceğim. Ama yolun sonunda yan yana geldiğimizde birbirimizin kanayan yerlerini birlikte saracağız."

Yaşlı gözlerimi dehşetle açıp Levent'in kararlı gözlerine baktığımda, Levent aramızdaki son adımı da kapatmak için bana doğru adım attığında, cafenin kapısı gürültülü bir şekilde açıldı ve hemen ardından Melih'in gür sesi aramıza bomba gibi düştü. "Seni ölümüne sikerim pezevenk!"

Korkulu bakışlarım Melih'in heybetli vücudunu bulurken, Melih avını parçalamaya hazırlanan aç bir aslan gibi Levent'e bakıyordu. Berna, telaşlanarak Melih'e doğru ilerledi. "Levent'te şimdi gidiyordu." Dedi. Ama Melih, Berna'yı eliyle ittirip sert adımlarla yanımıza geldi. Levent'in ceketinin yakasından tuttu. "Senin benin nişanlımın etrafında ne işin var lan puşt!" diye kükredi.

Levent yakasından Melih'in ellerini kurtarmaya çalıştı ama başarılı olamayınca o da Melih'in ceketinin yakasına yapıştı ve gözlerinin içine bakarak "Sana ne?" dedi. Ne olduğunu anlayamadan Melih birden Levent'te kafa attı. Levent yediği kafa darbesiyle yere düşerken burnu kanamıştı.

"Senin gelmişini geçmişini sikerim lan!"

Berna ile benim çığlıklarım havada uçuşurken, Levent yerden kalkarak, eliyle kanayan burnunu sildi. "Elinden geleni ardına koyma Kılıçaslan! Ne yaparsan yap ben her zaman Ahu'nun etrafında olacağım."diyerek Melih'in öfkesinden faydalandı ve yumruğunu yüzüne geçirdi. Melih, Levent'in attığı yumruktan zerre etkilenmeden Levent'in üstüne yürüyerek boğazına yapıştı ve Levent'ti masaya sırt üstü yatırdı.

"Hiç üşenmem seni burada evire çevire sikerim oğlum!"

Levent'in yüzü nefes alamadığı için kızarmaya başladığında hızlı adımlarla yanlarına gidip Melih'in kolunu çekiştirdim. "Bırak öldüreceksin şimdi." Dediğimde, Melih hızla gözlerini bana çevirdi. Gözlerinin içinde iliklerime kadar hissettiği ateş benim içime düştü. Melih Levent'in boğazını serbest bıraktı ama serbest kalan elini sert bir şekilde yüzüne vurmayı da ihmal etmedi. Levent acı içinde inlerken Melih kolumu kopartmak ister gibi sıkıca kavradı. "Yürü gidiyoruz Ahu!" diyerek beni peşinden sürükledi.

Kafenin çıkışına doğru ilerlerken Melih'i ne benim dur diye söylenmelerim ne de Berna'nın durdurma çabaları durduramamıştı. Tam dışarıya çıkacakken arkamızdan Levent'in sert sesi duyuldu.

"Ahu... Canan teyze nerede?"

Melih yönünü Levent'e dönmeden göz ucuyla bana baktı ve sertçe beni yürütmeye devam etti. cafeden çıkmış arabaya doğru sürüklenirken Birsen teyze görüş acımıza girdi. Bizi böyle gördüğü için tedirgince bize doğru yaklaşıp gözlerini Melih ile benim üzerimde gezdirdi. "Oğlum ne oldu?" diye telaşlıca sorduğunda, Melih Birsen teyzeyi duymazdan gelip yürümeye devam etti. Bu kez Birsen teyze arkamızdan seslendi.

"Eee oğlum nereye götürüyorsun kızcağızı? Biz görüşecektik Ahu'yla."

"Sonra anne! Sonra!" diyerek beni kendi arabasına boş bir çuvalmışım gibi bindirdi. Kapıyı sert bir şekilde kapattıktan sonra Osman'ı yanına çağırdı ve ona bir şeyler söyledikten sonra sürücü koltuğuna oturup kapıyı sert bir şekilde kapattı. Arabanın kontağını çalıştırdı ve tekerleklerin acı bir çığlık atmasını sağlayacak hızla arabayı cafenin önünden uzaklaştırdı.

Arabayı öyle hızlı kullanıyordu ki yanından geçtiğimiz arabaların etrafından zikzak çizerek ilerliyorduk. Ben göze batmamak için sessizce gözyaşı dökerken, Melih benim aksime ağza alınmayacak, bir insanın oturup üzerinde saatlerce düşüneceği küfürler ediyordu. Onun bu hali beni deli gibi korkuturken, aynı zamanda da bu hızla kaza yapmamak için içimden dua ediyordum.

"O pezevenk neden senin yanındaydı Ahu? Neden senin burnunun dibinde duruyordu?"

Cevap vermedim. Şuan çok sinirliydi ve benim vereceğim bütün cevaplara daha da öfkelenecek, beni paramparça edecekti.

"Hey sana soruyorum. Bana bir cevap ver!" gözlerini yola sabitlemiş direksiyonu sıkı sıkıya iki eliyle tutuyordu. "Beni ikiletme!"

"Melih, be- ben bilmiyorum..." dediğimde Melih gözlerini birden yoldan çekerek bana baktı. "Bilmiyorsun?" dedi sorar gibi. Evet der gibi başımı hızla salladığımda. Melih, direksiyona eliyle vurdu.

"Beni delirtme Ahu! Beni senin canını yakmaya zorlama!" diye tısladı dişlerinin arasından. Ben ağlamaya başlayınca derin bir nefes alıp "Sana fazla mı yüz verdim Ahu? Olduğundan fazla mı yumuşak davrandım da sen benim sınırlarımı ihlal ettin." Gözleri yol ile benim aramda mekik dokurken "Seninle bir anlaşma yapmıştık Ahu... Annen karşılığında Levent'ten uzak duracaktın. Ama sen bugün o anlaşmayı bozdun. Levent senin burnunun dibine geldi ve sen onun sana yaklaşmasına izin verdin. Böylelikle anlaşma bitti Ahu... Annen hemen bu akşam gidiyor!"

"Melih..." dedim korkuyla "Ne olur yapma! Yemin ederim benim bir suçum yok. Ben Birsen teyzeyle görüşecektim. O bir anda geldi. Yemin ederim Melih ben ona yaklaşmadım. Anlaşmaya sadık kaldım. Ne olur annemi gönderme..."

"Göndereceğim... Ve sen Ahu anneni bir daha rüyanda bile göremeyeceksin!" dediğinde, başımı hızla iki yana salladım. "Yapma Melih..."

"Ne yapmayayım ha ne yapmayayım? Sen sırf o adamın canı acımasın diye beni durdurmaya kalktın! "Sözleri acımasızca içimi yakarken o konuşmaya devam etti. "Ben bir şey yapmadım Ahu. Her şeyi sen yaptın. Annenin buraya gelmesi de senin elindeydi gitmesi de. Sen kendi ellerinle annenin gitmesine sebep oldun."

"Ben sadece sizi ayırmak için kolunu tuttum. Ne olur yanlış yorumlama. Bunu bana yapma Melih."

"Ne fark eder o piç senin yanına yaklaştı. Yetmedi senin etrafında hep olacağını söyledi." Elini sert bir şekilde direksiyona vurdu. "Ah onu orada öldürmeliydim!" diye hırıltılı bir şekilde homurdandı.

Çaresizce gözlerimi kapatıp düşünmeye başladım. Melih'i bu kararından kesinlikle vazgeçirmem lazımdı. Bir kez daha annemin benden gitmesine katlanamazdım. Onunla sakince anlayabileceğim bir dille konuşmalıydım. Gözlerimi yavaşça açıp oturduğum yerden yan bir şekilde dönüp yüzüne baktım ve "Melih" diye seslendim. Melih'in bakışları saniyelik gözlerimi bulup tekrar yola döndüğünde derin bir nefes alıp konuştum.

"Herkes yaralı Melih... İnsanlar inandıkları şeyin arkasından hep giderler. Senin de yaptığın gibi. Bak kaç yıldır tutturmuşsun bir intikamdır, önüne kim çıkarsa acımadan ezip geçiyorsun ve intikamının peşinden gidiyorsun."

"Yani..." dedi sabırsızca

"Yani, sen benim hayatıma dâhil olmadan önce benim başka bir hayatım vardı. Ve senin görüşmemi yasakladığın o insanlar da benim hayatımdaydı. Üç yıl önce hiçbir şey söylemeden onları terk ettim." Melih'in bakışları git gide kararıyordu onlar diye bahsettiğim kişinin Levent olduğunu ikimizde çok iyi biliyorduk ama Levent demek yerine onlar diye hitap etmek bu durumda en iyi olan şeydi.

"Öylece tamam deyip kabullenmesini beklemek çok saçma olurdu değil mi? Şimdi arayış içinde ama yemin ederim ben bir karşılık vermedim. Eskide kaldı benim için, hem de çok eski de."

Melih alayla karışık şeytani bir tınıyla gülümsedi. "Eski de kaldı?" diye sordu anlamaya çalışır gibi "Eski de kaldı." Dedim başımı onaylar gibi sallayarak. Melih arabayı otobanın ortasında aniden durdurdu. Arabanın ani durmasıyla öne doğru savrulacakken Melih beni kollarımdan tutarak sabitledi. Yüzünü yüzüme yaklaştırdı.

"Kalmayacak! Eski de bile kalmayacak!" alev alev yanan gözleri gözlerimi talan ederken, kızgın nefesi yüzümü yalayıp geçiyordu. "Levent'ti bırak aklından geçirmeyi, onun yüzüne benzeyen bir yüz gördüğünde bile yolunu değiştireceksin! Levent hiç doğmamış gibi, onu hiç tanımamış gibi davranacaksın!" otobanın ortasında durduğumuz için yanımızdan geçen araçlar korna çalıyordu. Ama bunu ikimizde önemsemiyorduk. "Eğer sen onu yok sayamıyorsan ben onu ebediyen yokluğa uğurlarım!" diye beni tehdit ettiğinde, gözlerimi korkuyla kocaman açtım.

"Levent'ti öldürecek misin?" diye sordum.

Melih'in alev alan ela gözlerinin etrafına zehirli yeşiller bulaştı. Kollarımda olan ellerini biraz daha sıkarak canımı acıttı. "O amına koyduğum it herifin adını ağzına alma!" diye kükredi. Ve beni tiksinir gibi ittirerek kollarımı serbest bıraktı. Arabayı çalıştırarak tekrar sürmeye başladığında gözlerini yoldan ayırmadan konuştu.

"Yine de bu yaptığın cezasız kalmayacak Ahu! Annen gidecek!"

Seslice ağlamaya başladım. Melih'e ne söyleyebilirdim ki? Ona söyleyeceğim hiçbir şeyin hükmü yoktu. Dediğini hep yapıyordu. Ağlamam şiddetlendikçe Melih arabanın hız limitini arttırdı. Ben üzüntümü gözyaşımla dökerken, o öfkesini arabanın hızından çıkartıyordu. Yol boyunca bir kez bile Melih'e bakmadan durmadan ağladım. Melih ise arada bana bakıyor sonra tekrar yola dönüyordu. Melih kendi evimin önünde arabayı durdurunca ona hiç bakmadan arabanın kapısını açtım. "Ahu" diye bana seslenmesine rağmen yüzüne bakmadan arabadan inip eve girdim. Kendimi odama attığımda yatağıma uzanarak hıçkıra hıçkıra ağladım.

***

Melih dediğini yaparak annemi benim vedalaşmama izin bile vermeden göndermişti. Annemin gitmesinin üstünden iki gün geçmişti. Bu iki günde ben odamdan hiç çıkmamış hiç kimseyle konuşmamıştım. Birsen teyze belki beni elli kez aramıştı ama ben onunla bile konuşmamış, telefonlarını açmamıştım. Yatağımda uzanmış ağlamaktan ağrıyan gözlerimle boş tavanı izliyordum. Saat öğleden sonra ikiyi gösteriyordu ve ben sabah uyandığımda çok susamama rağmen yataktan kalkıp su içmemiştim. Artık susuzluktan acıyan boğazımın acısına dayanamayarak yavaşça yataktan kalktım. Sarsak adımlarla odamdan çıkarak mutfağa indim. Buzdolabını açıp içinden soğuk suyu aldım. Bardağın içine suyu doldurup ilk yudumu içtiğimde boğazım acımıştı. Bu acıyı önemsemeden iki bardak suyu içip mutfaktan çıktım.

Tam kendi odama tekrar çıkacakken kapı çaldı. Duymazdan gelip merdivenlere doğru ilerledim ama kapının ardında kim varsa kapıyı hem yumrukluyor hem de ziline basıyordu. Kapıyı açmak için dış kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açmamla Birsen teyzeyi gördüm. Birsen teyze telaşlı yüzüne rağmen dudaklarına bir gülümseme yerleştirdi ve kollarını bir anda belime sardı.

"Seni çok merak ettim kızım." Diyerek belimi eliyle okşadı. "Kaç gündür arıyorum açmıyorsun. Bende en son çare buraya gelmeye karar verdim." Kollarını benden ayırıp "Beni içeriye davet etmeyecek misin?" diye sordu.

Birsen teyzeyi içeriye davet etmek istemiyordum ama bunu ona söyleyemediğim için mecburen içeriye davet etmek zorunda kaldım. Birsen teyze salona girip üçlü koltuğa oturdu ve eliyle yanında ki boşluğa iki kez vurup "Gel şöyle yanıma otur." Dedi, yüzüme yerleştirdiğim zoraki bir gülümsemeyle "Size kahve yapıp geliyorum" dedim ama Birsen teyze elini boş ver der gibi sallayıp "Kahveyi sonra yaparsın. Gel sen yanıma şöyle." Dedi.

Yavaş adımlarla Birsen teyzenin yanına gidip oturdum. Birsen teyze gözlerindeki şefkatle yüzüme bakıp eliyle saçımı okşadı. "Ahu kızım..." dedi ve ekledi. "Seninle konuşmak istediğim bir konu var yavrum." Gözlerine dinliyorum der gibi baktığımda Birsen teyze alnıma sıcacık bir öpücük kondurdu ve beni kolları arasına alarak başımı göğsüne yasladı. Tıpkı çocuğunu göğsüne yatıran bir anne gibi sarıyordu beni. Birsen teyzenin elleri saçlarımı okşarken, benim başım onun göğsüne yaslıydı.

"Ben daha beş yaşındaydım annem ve babam öldüğünde. Zaten hayal meyal hatırlıyorum onların ölümünü Ahu. Bir abim vardı işte oda daha on üç yaşındaydı. Bizim öyle durumuzda pekiyi değildi. İki odalı bir evde yaşıyorduk. Yani abim öyle söylüyor. Bahçede abim beni salıncakta sallarken evde yangın çıkmış ve yanan evde babamla birlikte annem yanarak ölmüş." Elleri saçlarımı hiç durmadan okşamaya devam ediyordu. "İşte Ahu onlar ölünce biz abimle baş başa kaldık. Kimse bize sahip çıkmadı. Abim daha on üç yaşındayken bana sahip çıktı, hem annem, hem babam, hem de abim oldu. Çalıştı çabaladı, bana bakabilmek için bir sürü pis işe bulaştı. Sırf beni bırakmamak için yapmadığı şey kalmadı. Sonra bir gün abim gidiyoruz Birsen dedi. Onu hiç sorgulamadım ve geldik İstanbul'a. Ve her şey ondan sonra hızla gelişti abim çok zengin oldu saygın, sözü geçen biri oldu. Ben yine onu sorgulamadım. Kenan ile tanışıp evlendik, Melih dünyaya geldi. Benim de abim dışında bir hayatım oldu ve ben bunu abiminde tatmasını çok istedim. Ama abim hayatına birini almadı, yıllar geçti Melih büyüdü ve abim bir kadına âşık olduğundan bahsetti."

Konunun benim anneme geleceğini hissederek yerimde kıpırdandım ama Birsen teyze beni sıkıca sarmaya ve saçlarımı okşamaya devam etti.

"İşte her şey ondan sonra tuhaf bir şekilde ilerlemeye başladı Ahu. Ben tekrar hamile kaldım. Daha iki aylık hamileyken abim âşık olduğu kadın tarafından öldürüldü." Birsen teyzenin sesi ağlamaklı gelmeye başladı. "Ahu işte ben o zaman anladım benim tek ailem abimmiş, onun ölümünü kaldıramadım ben, kafayı yedim. Karnımdaki bebeğimi kaybettim ama abimi kaybettiğim acının üstüne geçemedi bu acı. Küçücük oğlumu yalnız bıraktım, büyümesini göremedim. Abimin acısı öyle içime oturmuştu ki ben kendi oğlumun içine serpiştirilen kötülüğü göremedim Ahu. Ona o zaman kör olan gözlerim şimdi de sana kör oluyor..." seslice yutkundu.

"Senin ne kadar acı çektiğini biliyorum ama sırf oğlum seni çok seviyor diye senin acını görmezden geliyorum Ahu."

Birsen teyzenin sözleri taş olup içime oturduğunda gözümden akan yaşlara engel olamadım. Oğlunun beni sevdiğini söyleyen, bu kadına ne diyebilirdim ki. Abisi benim annem ve babam yüzünden ölmüş, bir sürü acı çekmek zorunda kalmış ve oğlunun içine kötülük eken insanların benim ailem olduğunu bilerek nasıl ona bir şey söyleyebilirdim ki?

"Sende Melih'i sevsen Ahu... Onu sevmeyi bir kez denesen daha az acı çekersin." Dediğinde güç almak ister gibi Birsen teyzeye sıkıca sarılıp gözyaşlarımı serbest bıraktım.

Birsen teyzenin kollarının arasında ne kadar süre ağladım bilmiyorum. Kendime gelmeme sebep olan şey kapının çalması oldu. Birsen teyzenin kollarından ayrıldım, yüzümü elimle sildim ve ikimiz birden oturduğumuz yerden kalkarak kapıya doğru adımladık. Kapıyı açtığım an durdum, karşımda iki tane üniformalı polis görmeyi beklemiyordum.

Birsen teyze ile göz göze geldikten sonra bakışlarımı tekrar karşımdaki polislere çevirdim. O an bahçe kapısının oraya park edilmiş iki tane polis aracını ve bir grup polisinde o araçların yanında olduğunu gördüm. Ne olduğunu anlamaya çalışır gibi kapının önünde bekleyen polislere tekrar baktığımda, uzun boylu bıyıklı olan polis "Ahu Demir sen misin?" diye sordu.

"Evet, benim..."

Bana soru soran polis yanındaki polise kaşıyla beni göstererek bir işaret verdi. İşareti anlayan diğer polis arka tarafından çıkardığı kelepçeyi bana doğru uzattı.

"Annen Canan Kaya'nın kaybından dolayı tutuklusun."

BÖLÜM SONU

Loading...
0%