Yeni Üyelik
25.
Bölüm

24. Bölüm

@esranurozer

                                         
         

Burkay: Sevme Beni

"Annen Canan Kaya'nın kaybından dolayı tutuklusun." diye konuşan polise şaşkınca bakıyordum. Bakışlarım yavaşça yanında bekleyen ve bana doğru elindeki kelepçeyi uzatan polise kaydı.

Polis elindeki kelepçeyi sertçe bileklerime takarken Birsen teyze araya girdi.

"Bir yanlışlık olmalı." Bileğimi kavrayan kelepçenin üzerine elini koydu. "Çıkartın şu saçma şeyi."

"Hanımefendi biz işimizi yapıyoruz." Diye konuşan bıyıklı polis, bahçe kapısında bekleyen polislere eliyle bir işaret yaptı. İki tane polis koşar adım yanımıza geldiğinde "Alın suçluyu." Dedi tok sesiyle. Bakışlarım hızla bıyıklı polise çevrildiğin de, Birsen teyze "Ne suçlusu?" diye kızgınlıkla sitem etti, eli ise hala kelepçeli bileğimde sabitti.

"Yanlışlık olmalı diyorum size beni duymuyor musunuz?"

Ne duyuyorlardı, ne de dinliyorlardı.

Bıyıklı olan polis "Hadi! Ne duruyorsunuz?" dediğinde iki polis kollarımdan tutarak beni evin içinden çıkardılar. Böylelikle Birsen teyzenin eli bileğimde olan hakimiyetini kaybederek boşluğa doğru savruldu. Ben kollarımdan tutan iki polisin yardımıyla polis aracına doğru götürülürken, Birsen teyze arkamdan hızlı hızlı yürüyor, telaşla konuşuyordu.

"Ahu, kızım sakın korkma! Kesinlikle bir yanlış anlaşılma olmuştur. Şimdi Melih'i arayacağım, sakin ol kızım."

Polis aracına bindirildim. Her iki yanıma da polisler otururdu. Kapı kapanacakken en son duyduğum şey Birsen teyzenin telefonun diğer ucundaki Melih'e "Oğlum yetiş Ahu'yu götürüyorlar." Sözü oldu.

*** 

Yaşadığım bu hayatta bir suçlu olarak yargılanmadığım kalmıştı. Hem de annemin kaybına sebep olan bir suçlu olarak yargılanmamdı.

Polislerin beni evden almalarının ardından karakola getirilmiş ve vakit kaybetmeden azılı bir suçluymuşum gibi sorguya alınmıştım.

Saatlerdir sorgu odasında, aynı sandalyenin üzerinde kıpırdamaksızın oturan bedenim can çekişiyordu. Ruhum ve bedenimin acısı birebir eşit derecedeydi. Ruhum arada şaha kalkarak içime bilmediğim, daha önce hissetmediğim korkuları serpse de hissettiğim acı en nihayetinde yine bana zarar veriyordu. Az önce bana sorduğu soruların cevabını almasına rağmen tatmin olmayan polis gitmiş ve beni burada yalnız bırakmıştı.

Bulunduğum odanın, karanlık bir zindanı andıran, korkunç soğuk duvarları vardı. Ellerim, ayaklarım terlemişti ama bunun bir ziyanı yoktu. Çünkü tam şakağımda oluşan acı, beni esir almış ve saç diplerimin bile ağrımasına sebep olmuştu. Geçen her dakikada ağrı şiddetleniyordu. Zihnim bulanıktı, neden burada olduğumu düşünmek istiyordum ama düşüncelerim bile bulanıklaşan zihnime sızmak istemiyordu.

Sorgu odasının kapısı gürültülü bir ses çıkartarak açıldı. İçeriye elinde mavi dosya ile giren bıyıklı polis, şüpheci gözlerini üzerimden ayırmadan masanın diğer ucundaki sandalyeyi çekip karşıma oturdu.

"Evet..."

Bıyıklı polisin tok sesi, oldukça öfkeliydi. Gözlerini önündeki mavi dosyaya indirip eliyle kapağını açtı. Gözleri ölü bir yavaşlıkla tekrar gözlerimi bulduğunda "Annen..." dedi ve duraksadı.

"Canan Kaya nerede?"

"Annem hasta ve tedavi görüyor." Dedim, daha önceki polislere de söylediğim gibi. Karşımdaki polis hissizce güldü. İkimizin arasında ki masaya doğru biraz eğildi ve dumanlı kahve gözlerini gözlerime dikti.

"Ya da şöyle sorayım. Annenin ölüsü nerede?"

Polisin sorduğu soru kafamdan aşağıya bir kova dolusu buzlu su dökülmüş gibi beni ürpertti. Dehşetle açtığım gözlerim, polisin sert çehresinde gezindi.

"Söylesene?" dediğinde, sesi soğuk odada yankılanarak kayboldu. "Şimdi her şeyi itiraf et!"

"Anlamıyorum..." korkuyla yutkunup, kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım. "Burada neden olduğumu da, annemin öldüğünü söylemenizi de anlamıyorum."

Polis, masadan geriye çekilerek, sırtını sandalyeye yasladı. Yüzünde var olan soğuk kışkırtıcı bir imayla gözlerini kıstı.

"Eğer bana doğruları söylersen, en az cezayı alman için sana yardım edebilirim." Ellerini birleştirip parmaklarını çıtlattı. "Aksi taktir de ben sorguyu bitireceğim. Ve seni alıp götürecekler. Mahkemeye çıkacaksın..." mümkünmüş gibi gözlerini biraz daha kıstı. "Seni temin ederim ki bunca yıllık tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Hakim senin gözünün yaşına bakmadan seni cezaevine tıkacak." Dedi.

Karşımda beni saçma bir sebepten suçlayan gözü dönmüş polise baktım. "Annem hasta diyorum! Hasta! Ölmedi..." daha da şiddetlenen şakağımı parmaklarımla ovdum. Doğru kelimeleri bulmaya çalışır gibi "Bakın." Dedim "Gerçekten bir yanlış anlaşılma olmuş olmalı? Benim burada olmam çok saçma!" dediğimde polis bir hışımla ayağa kalktı.

"Demek saçma?" diye sordu. Bulunduğumuz odada birkaç adım atıp, kendi etrafında turladıktan sonra, elini kalın ensesine attı. Gözleri sorgu odasının kapısına takıldı ama fazla oyalanmadan tekrar benim gözlerimi buldu.

"Üç yıl önce..." diyerek başladığı cümle, benim hayretle büyüyen gözlerimi gördüğünde, yarıda kesildi. Birkaç saniye düşünür gibi yüzüme baktı ve artık konuşmasının gerektiğine kanat getirerek cümlesini tamamladı.

"Anneni terk edip babana gelmişsin ve o günden sonra anneni gören olmamış."

Gözlerimi içimdeki acının üstünü örtmek ister gibi kapattım. Bir an nefes alamadığımı hissettim. Bulanık zihnim git gide daha da bulanıklaşırken, ben karşımda bana ahkam kesen bu polise "Ben annemi öldürmedim. Aksine annem yaşasın diye babama geldim!" dediğimde polis tok bir kahkaha attı. Attığı kahkahadan dolayı, yüzümü buruşturup gözlerimi açtım. Polis, yüzündeki sinsi sırıtışı sildi, eliyle az önce kalktığı sandalyeyi çekti ve tekrar karşıma oturdu.

"Evet..." dedi. "Tekrar başlayalım. Canan Kaya nerede?"

Yıkılmışlıkla omuzlarımı düşürdüğüm de, polisin ben ne söylesem bana inanmayacağını artık anlamıştım. Tükenmişliğin verdiği bir hissiyatla sesli bir iç geçirdim. Polis benim konuşmayacağımı anlayarak "Dur ben sana yardımcı olayım." Diyerek söze kendisi girdi.

"Yirmi yaşında genç bir kızdın. Annen ile küçük bir cafe işletiyordunuz ve deyim yerindeyse kendi yağınızda kavrulup gidiyordunuz." Derken birkaç saniye es vererek önündeki dosyada gözlerini gezdirdi.

"Sonra sıradan bir gün annen hastalandı. Hastalığı onu yatağa bağladı ve sen sadece yirmi yaşında bir genç kızdın. Yaşıtların gibi dışarıda gezip dolaşmak varken sen evde yatalak annene bakıyordun. Zaten maddi yönden çokta iyi olmayan durumunuz annenin hastalığıyla daha da kötü bir hal almaya başlayarak olan bütün parada suyunu çekmişti. "

Söyledikleriyle beni nasıl bir yıkımın içine attığının farkına varmadan sıradan bir hikaye gibi anlatımına devam eden polise sadece kinle bakıyordum. O ise anlattığı hikayenin yarım kalmasından hoşnut olmayarak, konuşmasını sürdürdü.

"Ve sonra bu hayatı yaşamanın senin hakkın olmadığını düşünmüş olacaksın ki... Seni her defasında ret eden evlilik dışı dünyaya gelmene sebep olan babamın yani, Cevdet Demir'in yanına gittin." Önündeki dosyayı sert bir şekilde kapattı. "Ve işte her şey o günden sonra başladı!" diyerek ellerini birbirine vurdu.

"Demir ailesi iflas etmiş, isimleri Melih Kılıçaslan tarafından silinmişti. Ellerinde ne var ne yoksa Melih Kılıçaslan almış onları ortalıkta bırakmıştı. Ama sonra birden sen çıka geliyorsun. Televizyon programları, magazin gündemi, gazetelerin ikinci sayfa haberlerinde boy boy haberlerini okuyor ve görüyoruz. Tek bir eksik var o da annen Canan Kaya."

Karşımda korkunç duran polisin mi sesi soğuktu, yoksa sorgu odası mı? Anlayamadım. Terli ellerime rağmen üşümeye başlamıştım.

"Hadi bana hikayenin geri kalanını, doğru bir şekilde anlat küçük Hanım."

"Ben zaten saatlerdir doğru olan şeyleri anlatıyorum!"

"Yalan söyleme!" diyerek avuç içini masaya sert bir şekilde vurdu. "Cezaevine girmekten korkmuyor musun?"

"Yalan söylemiyorum!" dayanılmaz bir hal alan başımın ağrısı konuşmamı bile zorlaştırıyordu. "Beni suçladığınız şeyin altı dolu olsun lütfen. İşinizi düzgün yapıp iyice araştırmış olsaydınız annemin ölmediğini ve gerçekten tedavi olduğunu öğrenmiş olurdunuz!"

Aramızda boş anlamsız bir bakışma geçti.

"Öyle mi?" diye soran bıyıklı polise "Aynen öyle!" diye yanıt verdim.

Polis boynunu iki yana yatırıp çıtlattı. Ellerini kalın ensesine koyup sertçe ovaladı. Dumanlı kahve gözlerinde gecen duygu, sabrının son sınırlarında olduğunu haykırır niteliğindeydi. Kaşları öyle çok çatılmıştı ki neredeyse arasındaki boşluk kaybolmuş tek kaş gibi görünüyordu. Oturduğu yerde iyice diklenerek dirseklerini masaya dayadı.

"Baban seni evladı olarak kabul etti çünkü iflas etmişti. Melih Kılıçaslan'ın sana olan zaafını kullanması ve bu alemde var olması gerekti. Ama annen sizin ayağınıza bağ olacaktı. Sende bu zengin hayatı yaşamak için zaten hasta olan anneni öldürdün!" dediğinde önündeki mavi dosyayı tekrar açıp birkaç sayfa çevirdi ve benim önüme attı.

"Bak, Bursa'da ki evinizin etrafında ki kamera görüntüleri." Eliyle hızla diğer sayfayı çevirdi. "Mahalle sakinlerinin ifadeleri, hiç biri anneni ve seni o günden sonra görmemiş."

Gözlerim ifadelerin üzerinde gezerken polis bir kez daha konuştu.

"Belki seni sevgili saygın nişanlın Melih Kılıçaslan kurtaracak ama... Ben senin bu akşam hakim karşısına çıktığında bir sonraki dava gününe kadar tutuklu yargılanmanı sağlayacağım."

Sarf ettiği kin dolu sözlerle içim ürperirken sorgu odasında telefon melodisi yayıldı. Polis oturduğu yerden kalkarak kapının yanında duvara manto edilmiş avizeli telefonu açarak kulağına koydu. Hiçbir şey söylemeden karşı tarafı dinledi ve yine hiçbir kelam etmeden telefonu kapattı. Seri adımlarla yanıma gelip önümdeki mavi dosyayı toplayıp eline aldı. Dumanlı kahve gözleriyle üstün körü beni süzüp, en son gözlerimde durdu.

"Avukatın seninle görüşecekmiş..." dedi dalga geçer gibi güldü. "Kesin şimdi sana mahkemede söylemen gereken yalanları sıralayacaktır." Dediğinde sesi alay doluydu.

Yüzünde ki gülümseme birden silindi ve gözlerinin içine yansıyan kararlılıkla gözlerime baktı. Yüzünü yüzme yaklaştırıp sır verir gibi konuştu.

"Bana iyi bak! Ben Salih Erdal... Bu mesleğe gönül vermiş, bir polisim. Hayatım boyunca üstü örtülmüş suçları aydınlattım. Senin de üstünü örttüğün suçu aydınlatacağım ve hak ettiğin cezayı olmanı sağlayacağım!"

Arkasını dönüp hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerledi ve kapıyı açtı. Açtığı kapının ardından Melih'in şirketinde hukuk departmanının müdürü olan avukat Oğuz Bey içeriye girdi. Az önce adının Salih olduğunu öğrendiğim polis dışarıya çıkmadan önce "Sadece beş dakika" bakışları bir silahın namlusundan çıkan serseri bir kurşun gibi gözlerimi delip geçti. "Daha sonra suçluyu mahkemeye çıkması için adliyeye götüreceğiz." Dedi ve dışarıya çıkarak kapıyı kapattı.

Oğuz Bey hızla yanıma geldi. Karşımdaki sandalyeyi çekip oturdu. Masaya doğru eğilip yüzünü yüzme yaklaştırdı. "Ahu Hanım merak etmeyen her şey kontrolümüz altında. Ceza almamanız için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Benimle birlikte abiniz Tekin Beyde avukatlığınızı üstlendi." Eliyle gözlüğünü düzeltti. "Zaten Melih Bey sizin ceza almanıza izin vermez. Siz sadece mahkemede annenizin Fransa'da tedavi olduğunu söyleyin." Dedi, her bir kelimeyi tek tek anlatarak.

Bir tepki vermeden öyle Oğuz Bey'in yüzüne bakıyordum. Az önce Melih'in benim asla ceza almama izin vermeyeceğini söyleyen her şeyden bir haber olan Oğuz Bey'e sadece bakıyordum. Bilseydi Melih'in beni her defasında cezalandırdığını, hayatı bana dar ettiğini, yinede böyle fütursuzca konuşur muydu?

Aklımın içinde geçen düşünce beni güldürmüş ve bunu dışarıya yansıtmama sebep olmuştu. Gülmeye başladığımda Oğuz Bey şaşkınca "Ahu Hanım?" diye seslendi. Oğuz Beyi aldırış etmeden gülmeye devam ettiğimde, Oğuz Bey bir kez daha "Ahu Hanım..." dedi ve ekledi. "Siz iyi misiniz? Her şey yolunda mı?"

İyi değildim. Ve hiçbir şeyde yolunda değildi. Ama bunu Oğuz Beyin bilmesine gerek yoktu. Yüzümdeki gülümsemeyi silip normal halime döndüğümde, Oğuz Beyin az önce bana söylediği şeylerin hepsini eleyerek, asıl merak ettiğim şeyi sordum.

"Tekin abim gerçekten benim avukatlığımı mı yapacak?"

"Evet, bütün aileniz ve Melih beyin ailesi burada. Tekin Bey saatlerdir deli gibi çalışıyor sizi en iyi şekilde savunmak için. Melih Bey deseniz sizi yaka paça buraya getirdikleri için ilgili mercilere soğuk terler döktürüyor. Her şey kontrolümüz altında. Sadece sizin hakim karşısında konuşacaklarınız kaldı. Siz benim söylediklerimi söylerseniz, bir sonraki duruşmaya kadar tutuksuz yargılanırsınız ve biz o süreye kadar annenizin hayatta olduğuna dair bütün delilleri toplar ve annenizi hakim karşına çıkartırız. Böylelikle dava da düşer." Tek solukta bitirdiği cümleden sonra derince bir nefes aldı.

"Peki, kim beni suçlu gibi ihbar etmiş?" diye sordum. Oğuz Bey sıkıntılı bir şekilde bir nefes bıraktı. "Biz de bilmiyoruz Ahu Hanım. Kimin olduğunu sır gibi saklıyorlar. Hep birlikte birazdan mahkemede görülecek davada öğreneceğiz." Dediğinde sorgu odasının kapısı açıldı.

Salih komiser ve yanında iki tane kadın polisle içeriye girdi. "Süreniz doldu." Diyerek kadın polislere başıyla beni işaret etti. Esmer olan kadın polis yanıma geldi ve elinde tuttuğu kelepçeyi bileklerime geçirdi. Kelepçenin soğukluğu tenimi yalayıp geçerken, kıvırcık saçlı olan diğer kadın polis kolumdan tutarak beni ayağa kaldırdı. İki kadın polis kollarımdan tutmuş hazır ol da beklerken Salih komiser "Götürün!" dediğinde kadın polisler kollarıma daha da sıkı yapışıp beni sorgu odasından çıkarttılar.

Emniyetin polis kaynayan koridorunda iki polis kadının yardımıyla yürürken görüş açıma ailem girdi. Birsen teyze Kenan amcanın omzuna başını yaslamıştı. Melih, Mehmet abi ve Tunç takım elbiseli bir adamla konuşuyorlardı. Tekin oturduğu yerden elinde tuttuğu tabletle bir şeylere bakıyordu. Babam da hemen Tekin'in yanında baktığı şeye bakıyor, ara sıra dudaklarını oynatıyordu. Dedem tek başına oturmuş muhtemelen bu olaya dayanamayarak sıkışan kalbinin üstüne elini koymuş bekliyordu. Benim koridorda onlara doğru yaklaştığımı ilk dedem fark etti.

"Ahu torunum..." diyerek oturduğu yerden seslendiğinde diğerlerinin de beni fark etmelerini sağlamıştı. Benim gözlerim ise gözleri yaşlı bir şekilde, eli kalbinde duran dedemin yüzündeydi.

Daha dedem oturduğu yerden kalkamadan Melih, Tunç ve Tekin üç büyük adımda yanıma geldiler. "Ahu..." diye endişeli bir şekilde fısıldayan Melih'in yüzüne bakmadım. Kadın polisler beni kollarımdan çekiştirerek durmadan emniyetin çıkışına doğru ilerliyorlardı.

"Sakın korkma Ahu. Birazdan bitecek bu saçmalık." Dedi Tekin. Sesi hem kararlı, hem de endişeli çıkmıştı. Tekin bile benim için endişelenmişti. Bu bile beni rahatlatmıştı, çünkü artık biliyordum ki beni böyle bir suçtan şikayet eden Tekin değildi. Tekin bu kez düşman değildi.

Tunç ve babam hemen yan yana yürüyor. Kadın polislere iki dakika durmaları için tabiri caizse yalvarıyorlardı. Melih birkaç kez daha "Ahu" diye seslenmiş ama her defasında seslenmesi yanıtsız kalmıştı. Emniyet binasından çıktığımızda, gecenin soğuk rüzgarı çivi sertliğiyle yüzüme vurdu. Adliyeye gitmek için bindirileceğim polis aracının kapıları sonuna kadar açıktı. Arabaya bindirilmeme ramak kala dedemin "Ahu benim bahtsız torunum!" diyen sesi geceyi ortadan ayırmak ister gibi beni olduğum yerde durdurdu. Benim durmamla kadın polislerde durmuştu. Arkamda kalan dedemi görmek için yavaşça başımı arkaya çevirdim. Dedem titreyen ellerini göğsüne koymuş, yaş oturmuş yıllanmış gözlerini gözlerime dikmişti. Sadece birkaç saniye süren bakışmamızı ben sonlandırıp önüme döndüm.

Başımı önüme eğmemle uzun kahve saçlarım iki yandan yüzümü kapattı. Arabaya bindiğimde dahil başımı kaldırmadım. Arkamda kalan ailem benim mahcup olduğum için başımı eğdiğimi düşünüyorlardı. Ama benim başımı verdiğim karardan dolayı eğdiğimden bir haberlerdi? Boynumun ben doğduğumda bükük olduğundan bir haber oldukları gibi, şimdide içimdeki savaştan bir haberlerdi?

Acı görünmezdi ama hissedilebilirdi. Birçok kez benim acımı görmedikleri için kızdığım insanlara, en çokta hissedemedikleri için kızgındım. Hadi görünmeyen acıyı görmediler. Peki, hiç mi hissetmediler?

Babamın gözü döndü para için en yakın arkadaşının koynuna sevdiği kadını yani annemi soktu. Annem, babamı nasıl sevdiyse bir insanın kalbiyle oynamakla kalmamış, o adamın bu dünyadaki nefesini keserek öldürmüştü. Ve bütün bunlar olurken ben daha dünyaya gelmemiştim. Ama yine de bunun sucu bana kesilmiş ve yirmi yıl boyunca babasız yaşamıştım.

Yirmi yıl sonra babama kavuşmuştum ama bu kez de annemle cezalandırılmıştım. Melih sanki dayısını ben öldürmüşüm gibi annemden alamadığı bütün hıncını benden almış, insanların yanında beni küçük düşürmüştü. Her kaçmaya çalıştığımda beni bir köleymişim gibi, hep acımasızca cezalandırmıştı.

Üç yıl önce bana iki seçenek sunmuştu ve iki seçenekte benim yararıma değil zararımaydı. Annemin yaşaması için yaptığım seçenekten şimdi öylesine pişmandım ki, bunu anlatmaya kelimelerim bile yetmezdi. Annem yaşıyordu ama ne ben onu görebiliyordum ne de o beni. Böyle yaşamayı kimse kabul etmezdi ama işte ben o gün bu seçeneğin doğru olduğunu düşünerek böyle bir karar vermiştim. O güne tekrar gitme şansım olsaydı hiç düşünmeden diğer seçeneği seçerdim. O zaman bu yaşadıklarım boşuna olmazdı.

Sadece dakikalar önce verdiğim elzem kararımdan beni hiç kimse döndüremeyecekti. Bunun için geç bile kalmıştım. Bu intikam oyununu ben kurmamıştım ama ben bozacaktım.

***

Yarım saate geçkin bir süredir hakim davayı görüyordu. Mahkeme salonunda dedem, babam, Tunç aynı yerde yan yana oturuyorlardı. Birsen teyze, Kenan amca ve Mehmet abide hemen onların yanında oturuyorlardı. Melih, tek başına oturmayı tercih etmiş ve onların önünde oturuyordu. Avukatlığımı yapan Tekin ve Oğuz Bey duruşma başladığından beri durmaksızın beni savunuyorlardı. Ben ise suçlu için ayrılan yerde öylece bomboş oturuyordum. Hakim davayı sürdürürken Tekin söz isteyerek ayağa kalktı.

"Sayın Hakim Bey size daha öncede belirttiğim gibi Canan Kaya sağlık durumundan dolayı yurtdışında tedavi görüyor. Öldüğü gerekçesiyle suçlanan müvekkilim Canan Kaya'nın öz kızıdır. " elindeki kağıtların önünü hakime döndürdü.

"Bakın Canan Kaya'nın hasta olduğunu gösteren Bursa'daki hastane kayıtları."

Hakim Tekin'in gösterdiği kağıt parçalarına bakma gereği duymadan sert sesiyle konuştu.

"O bana sunmuş olduğunuz kayıtlardan haberim var sayın avukat. Bana Canan Kaya'nın yaşadığına dair bir kanıt gösterin."

Oğuz Bey hızla ayağa kalkıp "Sayın Hakimim o zaman size bu dosyayı sunayım." Dediğinde elindeki dosyayı yanına gelen mübaşire uzattı. Mübaşir dosyayı alıp hakimin önüne koyduğunda hakim yanındaki savcı ile dosyaya bakarken Oğuz Bey konuşmasını sürdürdü.

"Canan Kaya'nın yurtdışına tedavi için giderken adına tahsis edilmiş ambulans uçağın bütün dekontları önünüzde duruyor. Canan Kaya ölü değil. Bir hassa kendisi iyileşebilmek için tedavi görüyor."

Hakim gözlüğünü çıkarttı bakışları kısa bir an beni buldu ve tekrar Oğuz Beye döndü.

"O halde kızı bu kadını neden hiç ziyarete gitmedi. Bunun içinde bana bir uçak bileti, daha başka bir delil sunacak mısınız sayın avukat?" dediğinde Tekin Oğuz Beyin cevap vermesine müsaade etmeden ayağa kalkıp "Sayın Hakimim şöyle açık-" diye konuşacakken hakim bey elindeki tokmağı masaya vurdu. "Size sormadım avukat Bey." Diyerek Tekin'i susturdu.

"Evet, avukat bey var mı bana sunacağınız bir delil?" dediğinde Oğuz Bey doğru kelimeleri bulabilmek adına birkaç saniye es verdi ve daha sonra "Ahu Hanım annesini öyle görmeye dayanamadığı için ziyaretine gidemiyordu." Dedi

Oğuz Beyle göz göze geldiğimizde ona ayakları başının üstünde duran bir uzaylıymış gibi baktım. Hakim Oğuz Beyin cevabından pek tatmin olmamış olacak ki "Evet sizi yeterince dinlediğimi düşünüyorum." Bakışları mübaşiri buldu. "Suçlu Ahu Demir'i şikayet eden Levent Karahan'ı dinlemek için çağırın." Dediğinde acı, bir zehir gibi içime yerleşti.

Levent demişti... Belki en çok ben senin canını yakacağım. En çok ben seni hayal kırıklığına uğratacağım. Yeri geldiğinde senden bile vazgeçeceğim demişti. Ve dediğini bir yeminmiş gibi yapmış, beni bile isteye öldürmüştü.

Mübaşir kapıyı açıp Levent'in ismini zikrettiğinde bakışlarım yakıcı bir hisle kapıya döndü. Levent yeşil gözlerine oturan sisli bir acımayla gözlerime baktı. Hakimin karşına geçmek için attığı her adımda benden kilometrelerce uzağa gidiyordu. Her attığı adım tokat misali kalbimin en derinlerine oturuyordu. Ben Levent'ten bile isteye vazgeçmemiştim ama o benden bile isteye vazgeçmişti.

İnsan ölümüne sevdiği bir insandan aynı şekilde ölümüne soğur muydu? Ben Levent'ten soğumuştum. Yeşil gözleri artık ferah bir orman gibi bakmıyordu.

Onun yeşil gözleri ölü bir bataklıktan başka bir şey değildi. Beni kurtarmak adı altında kendi bataklığında boğmaktan başka hiçbir şey değildi.

Levent'i burada görmeyi beklemeyen Tekin sesli ve şaşkın bir şekilde "Nasıl?" dedi. Levent, Tekin'e bakmak yerine gözlerini bana dikmişti. Bende Levent'e. Arkamda kalan Melih'in keskin sesi adeta mahkeme salonunu inletirken, kargaşaya Tunç'ta dahil oldu.

"Lan pezevenk sen böyle bir şeyi nasıl yaptın?" diyerek oturduğu yerden bir hışım kalkıp Levent'e saldıracakken Mehmet abi ve Tunç onu zar zor tuttu. Hakim elindeki tokmağı birkaç kez sertçe masasına vurdu. "Sessizlik! Herkes rahat dursun atarım dışarıya!" diye bağırdı.

Melih, Mehmet abinin, Tunç'un ve ona engel olmaya çalışan görevlilerin elinden sirkelenip kurtuldu. Yerine sakince oturduğunda işaret parmağını levent'in üzerine doğru sallayıp "Çek o gözlerini Ahu'nun üstünden!" diye tısladı zehirli bir yılan gibi.

Levent, kargaşadan dolayı olduğu yere sabitlenmiş ayaklarına komut vererek hakimin tam karşısına geçti. Hakim Levent'e "Sizi dinliyorum. Bildiklerinizi anlatın." Dedi.

"Ben Canan teyzeyi çocukluğumdan beri tanırım hakim Bey. Yıllarca aynı mahallede komşuyduk. Canan teyzenin benim üzerimde çok emeği vardır." Dediğinde göz ucuyla bana baktı. Üzerimde emeği çok var diye konuşurken çoktan o emeği hiçe saydığından bir haberdi.

"Canan teyze çok hastalandı. Biz bütün mahallece toplanıp kendimizce elimizden geldiği kadar aramızda para topladık. Canan teyzenin kafesini sattık ama yinede hastalığı için yeterli parayı denkleştiremedik. Canan teyzenin öyle kimi kimsesi yoktur hakim Bey, bir kendisi bir de kızı. Canan teyzenin durumu kötüye gidince Ahu..." iki saniye duraksayıp yutkundu. "Kızı Ahu onları istemeyen babasından borç istemek için İstanbul'a geldi. Ve bir daha geri dönmedi. Onun gidişinin ardından Canan teyzede yok oldu. Ben Ahu Demir'i şikayet ettim çünkü Canan teyzenin sağlık durumundan endişeliyim. Daha öncede kendisine birçok kez Canan teyzenin nerede olduğunu sordum ama kendisi her seferinde bana kaçamak cevaplar verdi."

Levent nede güzel anlatıyordu her şeyi böyle. Kendi gördüklerini yorumlamış, beyninin içindeki sorulara istediği cevabı bulamayınca, beni bir saniye bile düşünmeden ateşe atmıştı.

"Ben sadece gerçekler ortaya çıksın istiyorum hakim Bey." Dedi. Hakim savcı ile göz göze gelip "Başka eklemek istediğin bir şey var mı?" diye sordu. Levent "Hayır." Diye yanıtladığında Hakim başını sallayarak arkada kalan sandalyelerden birine oturmasını işaret etti. Önünde ki dosyada üstün görü gözlerini gezdirdikten sonra "Ahu Demir." Dedi kurşun geçirmez bir sesle. Gözlerim Hakimin üzerinde dururken, oturduğum suçlu koltuğundan ayağa kalktım. Kısa bakışmamızın ardından hakim sert sesiyle konuştu.

"Senin hakkındaki suçlamaları az önce dinledin. Peki, sen bu suçlamalara ne diyeceksin?" diye sordu.

Hakime verebileceğim tek cevap kocaman bir sessizlikti. Hakim biraz daha bekleyip "Ahu Demir!" diye seslendi uyarı dolu sesiyle. Ama ben yine sessizdim.

"Annen nerede kızım? Konuşsana!"

Konuşmayı unutmuştum. Yada ben artık dilsiz olmayı seçmiştim.

Tekin ve Oğuz Bey huzursuzca yerlerinde kıpırdanıyorlardı. Benim konuşmamam onları da strese sokmuş olmalıydı. Tekin araya girerek "Hakim Bey-" dediğinde hakim hiddetle elindeki tokmağı masasına vurdu. "Size söz hakkı vermedin avukat Bey! Sorularımı Ahu Demir yanıtlayacak!" gözleri tekrar beni buldu.

"Anneni öldürmüş olduğundan söz ediliyor. En son annen senin yanında görülmüş ondan sonra kimse anneni görmemiş. Annen nerede?"

Hiçlik dolu bir sessizlik...

"Susma hakkını mı kullanıyorsun?"

Buna da cevap vermediğimde Melih sinirle oturduğu yerden ayağa kalktı. "Konuşsana Ahu!" diye bağırdı. "Bir cevap ver konuş!"

Hakim elindeki tokmağı birkaç kez masaya vurdu. Tokmağın ucuyla Melih'i göstererek "Eğer bir daha konuşursan seni dışarıya atarım." Dedi.

"Peki, başka bir soruya geçeyim o halde." Derken bakışları yanında oturan savcıyı buldu. savcı ile sessizce gözleriyle anlaştıktan sonra tekrar gözlerini gözlerime dikti.

"Annen yaşıyor mu?"

Bu sorunun üzerine saatlerce belki günlerce düşünmem gerekirdi. Ya da belki de arkamda kalan Melih'in gözlerinin içine bakmalı ve annemin yaşayıp yaşamadığını ona sormalıydım. Ama ben bunların hiç birini yapmadım. Sadece bildiğim bir cevabı verdim.

"Bilmiyorum..." dedim.

Telaffuz ettiğim kelime dudaklarımdan dökülür dökülmez mahkeme salonunda ölüm sessizliği oldu. Ölüm sessizliğini ise ilk bozan Levent'in "Ne?" diye mırıldanmasıydı. Daha sonra Tekin ve Oğuz Beyin elindeki kalem gürültülü bir şekilde masaya düştü ve mahkeme salonunda tiz bir ses çıkardı. Kendi ailemi ve Melih'i göremiyordum ama hepsinin ayrı ayrı dumura uğradığını çok iyi biliyordum. Hakim "Başka söylemek istediğin bir şey var mı?" diye sorduğunda, tek kelimelik bir cevapla "Yok..." dedim. Hakim tekrar yan tarafında bulunan savcıya dönüp kendi aralarında bir şeyler konuştular. Daha sonra gözleri iki saniye kadar benim gözlerimde oyalandı ve önündeki dosyaya döndü.

"Karar!" dedi. Sert sesiyle hepimiz ayağa kalktık. Hakim önündeki dosyadan bir sürü kanun sayısı ve gerekçesini okudu. Ama ben hiç birini algılayamadım. Sona doğru geldiğimi hissediyordum. Midemin içinde asitli bir madde varmış gibi sürekli midemi kaynatıyordu. Gözlerim açıktı ama göremiyordum. Kulaklarım sağır değildi ama duyamıyordum. Ta ki Hakimin son sözlerine kadar.

"Sanık Ahu Demir'in mahkemede sorulan sorulara cevap vermemesi ve avukatlarının yeterli deliller sunamaması nedeniyle bir sonraki iki ay sonra olacak duruşma gününe kadar tutuklu yargılanmasına karar verilmiştir!"

Hakimin sözleri silah etkisi yaratıp içerideki herkesi vurduğunda, Melih benim bulunduğum yere atlayarak kolumdan sertçe tuttu. "Niye yaptın bunu?" diye bağırdı. Yanımda duran görevli jandarmalar beni Melih'in elinden kurtarmaya çalışıyorlardı. Ama Melih koluma öyle bir yapışmıştı ki neredeyse bedenimden ayrılacaktı.

"Neden yaptın Ahu?" gözleri kanlı alevlere ev sahipliği yapıyordu. Benim gözlerim ise ilk kez benim arkamda durarak yaş akıtmıyordu. Öylece Melih'in gözlerinin içine bakıyordu. "Bana bak Ahu. Baktığın her yerdeyim. Nefes aldığın her soluktayım. Sen benden iki ay kaçsan ne olur? Ben seni bir ömür hayatıma mühürlemişim!" dediğinde içeriye gelen diğer jandarma görevlilerinin de yardımıyla Melih'in elinden beni kurtarmışlardı. Melih'i yaka paça dışarıya çıkardıklarında hala "Ahu..." diye bağırıyordu.

Hakim mahkemenin sakinleşmesiyle duruşmayı nihayet sonlandırmış ve beni cezaevine sevk etmişti. Yanımda duran jandarmalar tekrar bileklerime soğuk kelepçeyi taktıklarında kollarıma girerek beni mahkeme salonundan çıkardılar. Arkamdan gelen ailemin yüzüne bakmadan adliyeden çıkmış ve yine aynı şekilde görevli aracına bindirilmiştim. Araç hareket ederek adliyenin önünden uzaklaştığında, başımı yerden kaldırmıştım.

Artık bitmişti. Melih Kılıçaslan'ın pençelerinden kurtulmuştum. Ben içeriye girdiğimde Melih'in anneni boşuna tedavi ettirmesine gerek yoktu. Belki daha kötüsünü yapar annemi öldürürdü ama en azından ziyarete gidebileceğim bir mezarı olurdu. Bu düşünce gözümden birkaç damla yaş akmasına sebep olmuştu. Annemi yaşatmayı becerememiştim ama en azından acı çekmeden ölmesini sağlayabilmiş oldum.

Göz yaşlarım artık dur durak bilmez bir hal aldığında, zihnimde düşünme yetisini kaybetmişti. Bugün benimle ilgili olan her şey kaybetmiş ilk kez ben kazanmıştım.

Ben Melih Kılıçaslan'ın cehenneminden kaçmayı başaran ilk kar tanesiydim. Kaçabildiğim kadar kaçmalı, uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşmalıydım...

*** 

Kafamın içi ölü düşüncelerle dolu bir mezarlık gibiydi. Aynaya ne zaman baksam gördüğüm bir ölüydü. Çocukluğumun, gençliğimin ve yaşlılığımın ölüsüydü... En çokta gördüğüm ruhumun ölüsüydü.

Sinsi bir ok zamanın ortasına saplandı. Zaman yaralarımı sarmadı ama ruhum kendi başına iyileşmeyi artık öğrendi. Yıllarca konuşuyordum ama duyulmuyordu. Bende konuşmamaya karar verdim.

Cezaevine gireli tam dokuz gün olmuştu. İki kişilik ranzalı yatağın üst katında sırt üstü yatıyordum. Gözlerim yine rutubetleşmiş tavanı çürütürken. Kalbim annemin acısıyla sızlıyordu. Geçen bu dokuz gün boyunca ellerinde ki zenginlik ve saygınlık imkanlarını kullanarak benimle görüşme ayarlayan ailem ve Melih'le bir kez bile görüşmemiştim. Sarılmak için can attığım Tunç'la bile görüşmemiştim. Gardiyan her ismimi çağırdığında yattığım yerden asla kalkmamış ve o görüşmeye gitmemiştim.

Melih'in sinirden kudurduğunu adım gibi biliyordum ama burada bana istediği gibi yaklaşamadığı için bu durumu pek umursadığım söylenemezdi. Üç yıldır kendi intikam ateşinde beni yakan Melih hiç şüphesiz şuan kendi ateşinde cayır cayır yanıyordu.

Gece yarısı olduğundan dolayı koğuşta düzenli nefes alışverişlerinden başka hiçbir ses yoktu. Benim ise gözlerime uyku denen meret bir türlü uğramıyordu. Bunun sebebi ise gündüzleri durmadan uyuyup geceleri düşüncelerimle savaşmak için uyanık kaldığımdan dolayıydı. Koğuşun demir kapısı hafif bir gürültüyle açılınca hemen gözlerimi kapattım. Açılan kapının ardından akabinde birkaç adım sesleri geldi. Yatağımın sallandığını hisseder gibi olduğumda ağzımın üstüne iri bir el kapandı.

Gözlerimi şok geçirerek kocaman açtığımda iri yarı erkek bir gardiyanın ağzımı kapattığını gördüm. Gardiyanın ellerinden kurtulmak için çırpındığımda, gardiyan boşta kalan diğer eliyle bedenimi kavradığı gibi beni yataktan indirdi. Yataktan aşağıya indiğimizde sallandığı için alt katta yatan mahkum kadın uyandı. Gardiyan sert bakışlarıyla kadına uyuması için işaret ettiğinde kadın gözlerini tekrar kapatıp uyudu. Ben ise küçücük bedenimle çırpınıyor gardiyanın kollarından çıkmaya çalışıyordum. Ama bu pek işe yaramıyor, hatta canımın daha çok yanmasına sebep oluyordu.

Gardiyan beni sürükleyerek koğuştan çıkardığında demir kapının dışında bekleyen kadın gardiyana "Kapıyı kilitle ve sessiz ol!" diyerek emir verdiğinde beni sürüklemeye devam etti. Bir süre sonra gardiyanın elinden kurtulamayacağımı anladığımda çırpınmayı bıraktım. Birkaç parmaklıklı demir kapıyı geçtikten sonra uzun koridor boyunca ilerlemeye başladık. Labirent gibi ilerlediğimiz koridorda asansöre bindik ve gardiyanın tuşladığı kata çıktık. Asansörden inince ilk olarak sağ taraftaki koridora girdik biraz daha ilerledikten sonra sola döndük ve tam karşıda duran kahverengi kapıya doğru sürüklendim. Gardiyan kapıyı çalmadan açtı ve beni içeriye doğru hafifçe iterek kapıyı suratıma kapattı.

Kapanan kapıya yaklaşıp kapı koluna asıldım ama gardiyan kapıyı kilitlediği için bu girişimim bir işe yaramadı. Nerede olduğumu anlamak için arkamı döndüğümde kalbimin hızla atmasını sağlayacak, gözlerimi korkuyla açmama sebep olan Melih'in varlığıyla neredeyse düşüp bayılacaktım. Ayak ayak üstüne atarak oturduğu koltukta, dudağına yerleştirdiği sigarasını içiyordu.

Sigaradan firar eden siyah gri dumanlar bile gözlerindeki yangını görmemi engelleyemiyordu. Melih'in tılsımından kurtularak arkamı tekrar döndüm ve var gücümle kapıyı yumruklamaya başladım. "Kimse yok mu? Açın kapıyı!" diye bağırıyor, kapıyı sert bir şekilde yumruklamaya da devam ediyordum. Arada göz ucuyla Melih'e baktığımda Melih'in istifini bozmadan rahatça oturduğunu gördükçe korkuyla kapıyı daha sert yumrukluyor, avazım çıktığı kadar kapıyı açmaları için bağırıyordum. Ama benim serzenişimi hiç kimse duymuyordu.

Kapıyı yumruklamak için kaldırdığım elim daha kapıya inmeden havada asılı kaldı. Melih elimden beni sert bir şekilde çekiştirip az önce kendisinin oturduğu tekli koltuğun karşısındaki koltuğa oturttu. "Kes artık viyaklamayı!" karşıma geçip oturdu. "Anlat dinliyorum!" derken cebinden sigara paketini çıkartıp içinden bir dal sigara aldı. Aldığı sigarayı dudaklarının arasına yerleştirip ucunu tutuşturdu. Derin bir nefesi içine çektiği dumanı yüzüme doğru üfledi.

"Evet, Ahu dinliyorum seni. Anlat!"

Sigarasının ucundaki kıvılcım, tam ortamızda duruyordu. Sanki söyleyeceğim yanlış tek bir kelimeyle ikimizi de yakmaya hazır gibi duruyordu. Ben Melih'ten çok korkuyordum ve kaçtığımı düşündüğüm korkum gelip beni bulmuştu. Kendimde bulduğum son bir güçle fısıltı gibi konuştum.

"Ne anlatayım?"

Melih'in bakışları sert bir manevrayla bana yöneldiğinde, koyu ela gözlerine yansıyan ateş beni ürküttü. Sigarasının bitirmeden küllüğe bastırıp söndürdü. "Görüşmeye neden çıkmadığını anlat! Mahkemede neden konuşmadığını anlat! Benden kaçabilmek için nasıl ceza evine girdiğini anlat!" dedi sakin sesiyle.

Gözlerimi gözlerinden çekerek başımı önüme eğdim. Dizlerimin üstünde birleştirdiğim parmaklarımı hafifçe oynatıyor odak noktamın Melih olmasından kendimce sıyrılıyordum.

"Kaldır başını Ahu!"

Kaldırmadım... Gözlerine bakınca korkudan nefes bile almak zorlaşıyordu.

Melih aramızda duran siyah ahşap sehpayı sinirle yan tarafa devirdi. "Sana kaldır kafanı dedim Ahu! Benim asabımı bozma!" başımı yavaşça kaldırdığımda Melih bu kez hissizce güldü "Benden korkuyorsun?" ellerini saçlarının arasından hınçla geçirdi. "Sikeyim! Benden korkuyorsun! Ama yine de o küçücük aklınla benden kaçmaya çalışıyorsun!" devrilen sehpaya bir tekme attı. Sehpa tamamen aramızdan çıktığında Melih gözlerindeki ateşe beni hapsetmek ister gibi gözlerime baktı.

"Dokuz gün lan! Tamı tamına iki yüz on altı saattir seni göremiyorum! Sesini duyamıyorum! Nefesini hissedemiyorum ulan! Sense görüşlere çıkmıyorsun!"

Gözlerimi gözlerinden çekmek istiyordum ama sanki bunu yapmaya gücüm yokmuş gibi gözlerim onun gözlerinde kenetlenmeye devam etti.

"Bu dokuz günde ne olduğunu hiç merak etmiyor musun Ahu?" diye sordu. Sesinde bir aslanın dişine bulaşan kanın kokusu gizliydi. "Mesela Levent itini nasıl siktiğimi merak etmiyor musun? Ona dünyayı nasıl dar ettiğimi seni şikayet etmek için bile adını aldığı ağzını nasıl zevkle siktiğimi merak etmiyor musun?" diye sordu.

Korkuyla hızlanan kalbim göğüs kafesimi delip geçerken titrek bir sesle "Et- Etmiyorum." Dedim kekeleyerek. Melih tek kaşını alayla havaya kaldırdı. Dudaklarını sinsice kıvırdı. Arkasına rahat bir şekilde yaslandı. "O halde senin merak ettiğin bir şey yoksa... Benim merak ettiklerime geçebiliriz." Dedi, yüzündeki gülümseme yok olup kaşları çatıldığında, korkutucu ciddi haline bürünmüştü.

"Neden yaptın?"

Korkuyla yutkundum. Melih'in sakin sesi birazdan kopacak fırtınanın habercisiydi. Hal ve hareketleri beni korkutuyordu. Sanki o bir sahipti bende onun kölesiydim ve köle olarak ona yanlış yapmışım gibi bana hesap sorması korkumun kalbime bile yayılmasını sağlıyordu. Bakışlarımı yavaşça Melih'in gözlerinden çektim.

İkimizde yaralıydık ama her zaman olduğu gibi en çok yaralar bende olduğundan alttan alan ben olmalıydım. Daha fazla yara almak istemiyordum. Tek istediğim tekrar koğuşa gidip yatağıma yatarak rutubetli tavanı izlemekti.

"Ahu beni delirtme! Neden yaptın?"

"Özür dilerim." Dedim. Sesim cılız ve fısıltılı çıkmıştı. Bakışlarımı sarı renkli duvara sabitlemiş öylece bakıyordum. "Neden?" diyerek haykırdı Melih. Onun sesi oldukça yüksek çıkmıştı. Bakışlarımı sarı renkli duvardan ayırmadan, "Özür dilerim." Dedim oldukça sakin bir sesle. Benim kadar sakin olmayan Melih, oturduğu koltuktan bir hışımla kalkıp yanıma geldi. Kollarımdan tutup beni bir çırpıda ayağa kaldırdı.

"Kes aynı şeyi papağan gibi tekrarlamayı Ahu!" dedi dişlerinin arasından tıslayarak. Yine öfkelenmiş ve kendini kontrol altına almaya çalışır gibi bir hali vardı. Ama kollarımı koparacak kadar sıktığının farkında bile değildi. Derin bir nefes alıp "Ben özür dilerim." Dedim, başka bir cümle kurmak istemiyordum. Ama bu Melih'i daha da çıldırttı. Kollarımda olan elini biraz daha sıkıp, beni hiçte nazik olmayan bir şekilde duvara yasladı ve kendisiyle duvar arasında sıkıştırdı.

"Özür dileme!" diyerek öyle bir bağırdı ki gözlerimi sımsıkı kapattım. "Aç gözlerini Ahu." Kollarımdan sarstı. "Neden yaptın?" gözlerimi açtım. Karşımda avını parçalamak için bekleyen bir Şahinin bakışlarını andıran ela gözlerine baktım. Kollarımdaki elinden kurtulmak için onu var gücümle ittim. Benden beklemediği bu tavır yüzünden bir adım geri gitmek zorunda kaldı.

"Unutmak istedim!" derin bir nefes alıp, sesimin ve nefesimin yettiği kadar var gücümle "Unutmak istedim!" diyerek bir kez daha bağırdım. Sağ elimin avuç içini göğsüme vurarak "Ben sadece unutmak istedim." sesim titredi ama durmadım. "Yaşadığım ve yaşattığın her şeyi unutmak istedim." boğazımdan bir hıçkırık kaçtı. "Seni unutmak istedim. kendimi unutmak istedim... Ben Melih'in Ahu'su olduğumu unutmak istedim." dedim, gözlerimden düşen yaşlarla birlikte.

Az önce ittiğim için aramıza giren bir adımlık mesafeyi tekrar kapatarak bana yaklaştı Melih. Ela gözleri, kahve gözlerimi delip geçmek ister gibi bakıyordu. İki elini de kaldırıp yüzümü avuçlarının arasına aldı. Başparmaklarıyla sürekli yenisi akan gözyaşlarımı sildi.

"Asla Melih'in Ahu'su olmayı unutamazsın." Sesi sert ve netti. "İzin vermem." Başını iki yana sallayıp "Asla buna izin vermem Ahu."

Melih benim sığındığım adam olmamalıydı... Bunu kabullenmem mümkün değildi. Yüzümü ellerinin arasından kurtarmak için elimle onun elini ittirdim ama Melih yüzümü bırakmak yerine, kendi yüzünü yüzüme yaklaştırdı ve dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

Birkaç saniye dudaklarımın üstünde öylece bekledi. Daha sonra sanki beni içmek ister gibi dudaklarımı öpmeye başladı. Benim karşılık vermemem onu daha da çıldırdı ve öpüşü giderek şiddetlendi. Dişlerinin arasına aldığı üst dudağımı ısırdığında ağzım açıldı ve Melih'in dili ağzımın içine kaydı. Dili bütün hakimiyetini ağzımın içine göstermek ister gibi durmuyordu. İkimizin de nefesi tükendiğinde Melih dudaklarını dudaklarımdan ayırdı. Derin soluklar alırken dudaklarını anlıma bastırdı. "Sen benim Ahu'msun... Sadece benimsin." Alnımdan öptü. Başını aşağıya eğerek gözlerimin içine parıltıyla baktı.

"Hazırlan bir hafta içinde evleniyoruz!" dediğinde şaşkınlıktan açılan dudaklarımın üstüne güçlü bir öpücük kondurdu. "Bu gece burada son gecen yarın gün ağardığında çıkmış olacaksın." Dedi.

"Nasıl?" dedim şaşırarak. Ama bende neye şaşırdığımı bilmiyordum. Bir haftaya Melih'le evleneceğime mi, yoksa yarın cezaevinden çıkacağıma mı? Hangisine şaşırdığım kocaman bir muammaydı.

"Sana ne söylesem de bir anlamı olmayacak Ahu. Bunu biliyorum ama ben senden vazgeçemem. Seni ne kadar çok kırdığımı, ne kadar çok üzdüğümü ne kadar çok ağlattığımı biliyorum." Elinin birini yüzümden çekip elimi tuttu. Tuttuğu elimi tam kalbimin üstüne yerleştirdi. "İşte tam burası Ahu. Beni sana karşı alaşağı etti. sana yaptıklarım için beni affet demeyeceğim. Çünkü bende sana yaptıklarımdan dolayı hiç affetmedim kendimi." Dediğinde boştaki elimle ağzını kapattım.

Bazı şeyleri anlamam biraz geç olurdu ama Melih'in bu söylediklerinin bir aşk itirafı olduğunu anlamıştım. Hem de uzun sürmeden hemencecik. Melih ağzını kapattığım elime küçük küçük öpücükler konduruyordu.

Bir elim Melih'in dudakları istila ederken diğer elimin altında Melih'in hızlı hızlı atan kalbi vardı. Gözlerim yaşlıydı ama aynı zamanda da şaşkınlıkla kocaman açılmıştı.

"Sen..." dedim doğruluğunu kanıtlamak için "Sen bana..."

Melih dudağının üstündeki elimin ortasına büyük bir öpücük kondurdu. Elimi dudaklarının üstünden çekti.

"Ben sana aşığım kedicik..." yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Şaşkınlıktan kocaman açılan gözlerimi tek tek öptü. "Seni seviyorum."

Bulunduğumuz odamı dönüyordu yoksa benim başım mı anlayamadım. Melih'in itirafı kalbimin tam ortasına pimi çekilmiş bir bomba bıraktı. Melih beni bu saatten sonra asla bırakmazdı. İntikamı bitse bile beni hapis ettiği kafesin kapısını açmaz daha da beter kilit vururdu. Gözlerimden birer birer düşen yaşlar boynum boyunca süzülüyordu. Melih gözyaşımı usulca takip ettikten sonra gözleri yaşlı gözlerimi buldu.

"Ağlamandan nefret ediyorum Ahu."

"Ama beni en çok sen ağlattın. Beni en çok sen üzdün. Sendeki yerimi sürekli bana hatırlatıp beni paramparça ettin. Şimdi gelmiş bana seni seviyorum diyorsun." Başımı iki yana inanmazca salladım. "Sevme beni Melih. Ne olur beni azad et ve sevme!"

"Olmaz Ahu... Bu söylediğin imkansız."

"Ben senden korkuyorum Melih. Ben senden nefret ediyorum. Yeri geliyor seninle hiç tanışmamayı diliyorum ama..."

"Ama..." dedi Melih cümlemin devamını getirmem için.

"Ben seni sevmiyorum." Dedim.

"Biliyorum." Dedi hiç şaşırmadan. "Ama inan ki bu benim umurumda bile değil Ahu. Çünkü ben seni seviyorum."

"Melih-" diye konuşmaya çalıştığımda Melih beni kollarının arasına alarak sarıldı. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Konuşmamız bitti. Şimdi sen gidip uyuyacaksın. Sabah kalktığında da buradan çıkacaksın. Ve dediğim gibi bir hafta içinde evleneceğiz."

Bir kolu beni ahtapot gibi sarmaya devam ederken Melih, diğer eliyle telefonunu cebinden çıkartıp birini aradı. Karşı taraf telefonu açınca Melih "Buraya gel." Dedi ve telefonu kapattı. Birkaç saniye sonra odanın kapısı tıklatıldı. Melih kollarını benden ayırıp elimi tuttu. Kapıya doğru ilerleyip kapıyı açtı. Kapının önünde beni buraya getiren gardiyana "Ahu'yu götür." Dedi. Gardiyan saygıyla başını sallayıp nazikçe kolumdan tuttu. Koridor boyunca ilerlerken Melih hala arkamızdan bakıyordu. Gardiyan ise beni buraya getirdiğinin aksine bu kez oldukça nazik davranıyordu bana karşı.

Kaldığım koğuşun önüne gelince gardiyanın kapıyı açmasını bekledim. Açılan kapıyla direk içeri girip kendi yatağıma çıktım. Yorganı kaldırıp içine girdiğimde, yüzümü yorganla kapattım.

Zehir yüklü düşünceler beynimi zorlarken, aynı anda da annemi düşünüyordum. Melih'in cehenneminden kaçtığımı düşünürken, daha da içine battığımdan bir haberdim. Gözlerim ağlamaktan acıyordu. Kalbim de acıyordu ama onun acısının neden olduğunu bir türlü bulamıyordum.

Gece zifiri karanlıktı. Birazdan gün ayacak ve ben tekrardan Melih'in esaretine girecektim. Melih az önce buradan çıkacaksın demişti ve ben adım gibi biliyordum ki Melih dediğini yapardı.

***

Bir yığın insan tanıdım ama hep yalnızdım...

Melih dediğini yaparak beni cezaevinden çıkarmıştı. Bunu nasıl yaptığını defalarca sorgulamama rağmen bana istediğim cevabı vermemişti. Ben içimdeki öğrenme isteğini yenemeyerek Tekin'e ayrı Oğuz Beye ayrı sormuştum ama ikisi de bana bu olayı çok kurcalamamamı ve adalet kanunlarının Melih gibi adamlara pek işlemediğini söylediler. Bir yerde haklı oldukları gün gibi açıktı. Gerçekten de adalet kanunları Melih gibi adamlara işlemiyordu.

Cezaevinden çıktığım günün akşamı Melih iki aileyi de toplayıp bir hafta içinde evleneceğimizi kesin bir dille söylemişti. Bu duruma kendi ailem özellikle de Tekin karşı çıksa da Melih hiç birini dinlememiş ve sözünün üstüne söz söyletmemişti.

Evleneceğim haberini duyan Berna kendi kabına sığamamış ve soluğu benim yanımda alarak, en trend gelinlik modelleri olan dergileri bana getirmişti. Tabi Ezgi ve Aslı'nın da desteğini unutmamak gerekirdi. Aslı ve Ezgi benim en başından beri ne çektiğimi bilmiyorlardı. Bu sebepten dolayı onların bu gereksiz heyecanlarını anlayabiliyordum. Ama Berna ilk andan itibaren benim ne çektiğimi biliyordu onun böyle heyecanla bana gelinlik seçmesini anlayamıyordum.

Bunu onunla da konuştuğumda beni karşısına almış bir anne şefkatiyle bana öğüt vermişti. "Bak güzelim ben senin acını hiçe saymıyorum. Aksine çok mutlu olmanı istiyorum. Melih sana aşık olduğunu itiraf etmiş ki zaten ben bunu biliyordum. Senin hayatına Melih'ten başka biri giremez ki zaten buna Melih izin vermez. Ben sadece bir defa yaşayacağın bu duyguyu en güzel bir şekilde yaşamanı istiyorum ne olur sende anı yaşa ve mutlu ol." Demişti.

Biz bu konuşmanın üzerine birbirimize sarılıp içimiz dışımıza çıkana kadar ağlamış, daha sonrada düğünümde giyeceğim gelinlik modelini seçmiş ve dikmesi için bir modacıyla anlaşmıştık.

İki gece sonra kına gecem olacaktı, ondan sonra da düğün olacak ve ben artık üçüncü ve son kez soyadımı değiştirerek 'Kılıçaslan' olacaktım. Berna'nın yoğun ısrarı sonucunda kına gecesi onun kafesinde olacaktı. Düğün için ise Birsen teyzenin çok istediği lüks bir mekan tutulacaktı. Beş gündür süren koşuşturmada bize yardımını esirgemeyen Füsun Hanım, Birsen teyzeyle hiç olmadığı kadar iyi anlaşmış evde değişmesi gerek şeylerin alış veriş listesini ben ne kadar gerek olmadığını söylesem de ikisi beraber çıkarmış ve tek tek ilgilenmişlerdi.

Şimdi ise kına gecesinde giyeceğim kıyafet ve bindallı için ünlü bir moda evindeydik. Gelinlik seçme işi kına kıyafeti seçme işinden daha kısa sürmüş ve neredeyse dikimi bitmişti. Ama kına kıyafetini bir türlü seçemiyorduk. Saatlerdir belki elli tane bindallı giymiş sonunda kırmızı dantelli bir bindallı da karar kılmıştık. Ama kına kıyafeti için aynı şeyi söylemem pek mümkün değildi.

Üzerime giydiğim su yeşili kolları ince çaprazlı elbiseyle kabinden çıktım. Koltuklarda oturmuş beni adeta jüri üyesi gibi beklen kızların yanına gittim. Birsen teyzeyle Füsun Hanım yan yana oturmuş, Ezgi, Berna ve Aslı her ihtimale karşı etraftaki kıyafet modellerine bakıyorlardı. Görüş açılarına ben girdiğimde ilk Füsun Hanım konuştu.

"Ay bu renk sana pek gitmedi sanki Ahu ben beğenmedim."

"Doğru bende pek beğenemedim." Diyerek Birsen teyzede onayladı. Kızlarda aynı fikirde olduklarını belirtmek ister gibi başlarını salladıklarında yeni bir elbise daha denemeye maruz kalacağımı anladım.

Aslı elinde tuttu zümrüt yeşili, etek kısımları tül detaylı, kolları dantel kalın askılı olan bir elbiseyi bana uzattı. Vakit kaybetmeden elbiseyi aldım ve kabine girdim. Elbiseyi bir çırpıda üzerime geçirdiğimde kabindeki aynada şöyle bir baktım kendime. Elbise sanki benim içim dikilmiş gibi tam üzerime oturdu. Kalın askılı dantel kol omuzlarımdan aşağı düşmüş köprücük kemiğimi ve boynumu gözler önüne sermişti. Belime kadar dantel olan kısım tam oturmuştu. Belimden sonra uçuş uçuş tüller genişliyordu. Kesinlikle bu elbise tamamdı.

Kabinden çıktığımda beni bekleyenlerin yanına gittim. Hepsinin onay ve beğeni dolu sözcüklerinden sonra sonunda kına kıyafetimi de seçmiş olduk. İşimiz bittiğinde moda evinden çıktık. Dışarıya çıktığımızda Melih arabasının içinde bekliyordu. Gözleri kısa bir an benim gözlerimi buldu. Daha sonra arabadan inip yanımıza geldi. Yanımızda bu kadar insanın hatta annesinin olmasını bile umursamadan beni kolları arasına alıp başımın üstüne bir öpücük kondurdu. Kollarından beni ayırıp elimi tuttu. Bakışlarını Birsen teyzeye çevirdi.

"Anne bizim Ahu'yla işimiz var siz gidin." Diyerek beni arabaya doğru çekiştirdi. Arabaya geçip oturduğumda o da sürücü koltuğuna oturdu. Emniyet kemerini taktı ve arabayı çalıştırdı. Yol ayağımızın altında akıp giderken ikimizde sessizdik. Melih kendi evinin olduğu yola girince yerimde tedirgince kıpırdandım.

Melih tedirgin olduğumu anlayarak elimi sıcak avucunun içine alarak öptü. Araba Melih'in evinin önünde durunca arabadan indik. Melih kapıyı çaldı, Sevgi Hanım kapıyı açtı. Melih, Sevgi Hanımla konuşmamıza izin vermeden beni merdivenlerin oraya doğru çekiştirdi. Aheste aheste merdivenleri tırmandıktan sonra, Melih beni eskiden annemin kaldığı odaya doğru çekiştirmeye devam etti. Odanın kapısını açtı ve beni içeriye geçirdi. Bakışlarım ölüm yavaşlığıyla annemin yatağına kaydığında kesinlikle böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemiyordum. Hızla başımı Melih'e çevirdim.

Melih gördüğüm şeyin doğru olduğunu ispat etmek ister gibi gülümseyerek başını salladı. Tekrar gözlerim yatağa kaydığında gerçekle yüzleştim.

Gerçekti kesinlikle gerçekti.

"Annem buradaydı..."

BÖLÜM SONU

 

Merhaba ballı çöreklerim ben geldim. Sizlerden küçük bir ricam var daha önce hikayeyi Wattpad'te okuyan ve tekrardan burada okumaya başlayan okurlarım spoiler içerir yorumlar yapmazsanız sevinirim. Sizleri burada görmek beni ekstra mutlu ediyor ama hikayeyi ilk kez okuyacak okurlar için her spoiler hikayenin heyecanını kaçırıyor, bu ricamı dikkate alırsanız çok seviyorum. Sizleri seviyorum ve kocaman öpüyorum.😘💜

 

Loading...
0%