@esranurozer
|

Sezen Aksu: Son Bakış "ANNE..!" Haykırışım boğazımı yırttı. Melih'in sıkı sıkıya tuttuğu elimi çekiştirip bir külçeden farkı olmayan bedenimi sandalyeden sonunda kaldırabildim. Annem dizlerinin üstünde kalbine saplı bir bıçakla bedeni sağa devrildi. Fikret Yıldırım dizlerinin üzerinde anneme doğru sürünürken, Melih hızla yanına adımlayıp Fikret Yıldırımı kenara itti. Annemin yanına diz çöktü. Ben hamileydim ve adımlarım ne kadar hızlı olsa da bir türlü annemin yanına yetişemiyordum. Annem kalbine bıçak saplamıştı. Her yer kan olmuştu. Ölüyordu. Sonunda annemin yanına gelebildiğimde, karnım beni ne kadar zorlasa da yere oturup annemin başını kucağıma aldım. Gözyaşlarım bir sel olup yüzümü yıkarken, elim göğsüne saplı olan bıçağa gitti. Bıçağı tutup çekmek istedim ama Melih'in sesiyle kala kaldım. "Sakın Ahu! Sakın o bıçağa dokunma!" Yaşlı gözlerim, kapkara olmuş ela gözlerini buldu. Melih ayağa kalktı. Gözlerini etrafta bir şey arar gibi gezdirdi. En son yemek masasında duran gözleriyle bir saniye bile düşünmeden masanın üstündeki örtüyü çekti ve etrafa dağılan tabaklara aldırış etmeden, örtüyü elinde top haline getirip annemin göğsüne bıçağa dikkat ederek bastırdı. "Anneni bırak ve yavaşça kalk güzelim." derken kolunu bana uzattı. "Tut kolumdan, destek al benden. Haydi, yavrum anneni doktora götüreceğiz." Duymak istediğim ve beklediğim cümle buymuş gibi Melih'in koluna yapıştım. Bütün ağırlığımı Melih'e vererek ayağa kalkmayı başardım. Hamileydim. Hamile olmasaydım daha rahat ayağa kalkabilirdim. "Canan..." diye haykırdı Fikret Yıldırım. "Canan yaşıyor mu Melih?" Melih, dayısını duymazdan geldi. Annemi hiç zorlanmadan kucağına aldı. Gözleri gözlerimi buldu. "Ceketimden tut Ahu. Bu evden çıkıyoruz." Dediğini yaparak hemen ceketinin ucundan tuttum. Melih'in adımları hızlıydı, ben de ona yetişmeye çalışıyordum. Fikret Yıldırım arkamızdan haykırıyordu. "Canan" diyor "Melih" diyordu hatta salondan çıkacağımız zaman göz ucuyla ona baktığımda ayağa kalkmış bize doğru geldiğini bile gördüm. "Geliyor..." dedim Melih'e ceketini biraz daha sıkarak "Arkamızda." "Arkana bakma! Önüne dön ve sadece yürü Ahu." Dudaklarının arasından bir şeyler daha mırıldandı anlayamadım. Evden dışarıya çıktığımızda annemin dudaklarından bir inilti koptu. "Anne..." dedim. Cevap olarak bir inilti daha aldım. Sonunda Melih'in arabasının yanına geldiğimizde "Cebimden anahtarı çıkart kapıyı aç Ahu." dedi Melih. Elimi cebine attım ve tek seferde anahtarı bularak otomatik tuş kilidiyle arabanın kapısını açtım. "İçeriye geç otur. Anneni kucağına vereceğim güzelim." Arabanın kapısını açtım. Şoför koltuğunun arkasına geçip oturdum. Melih annemi kucağıma olabildiğince dikkat ederek yatırdığında, göğsündeki bezin üstüne elimi koydu. "Bunu böyle bastır Ahu." gözyaşlarım yeniden akmaya başladığında, başımı salladım ve annemin göğsünün üstündeki beze elimi bastırdım. Melih arabadan çıkıp kapıyı kapattığında, Fikret Yıldırımda yanımıza gelmişti. "Melih..." diyerek Melih'in koluna tutunmaya çalıştığında, Melih birden yüzüne yumruğunu geçirdi. Fikret Yıldırım geriye savruldu ama yere düşmedi. "Ulan siktir git karşımdan!" diye hırladı Melih. "Canan'la ben de geleceğim. Onun yanında olmak benim hakkım!" Melih yumruğunu bir kez daha dayısının yüzüne savurdu. Elindeki anneme ait kana dayısının ağzından akan kan karıştı. "Siktirme lan bana haklarını! Çekil git karşımdan. Şimdi elimden bir kaza çıkacak!" "Sen beni engelleyemezsin Melih!" Melih dayısının yüzene bir yumruk daha savurduğunda annemin dudaklarının arasından acılı bir inilti koptu. Onlar orada birbirini yerken benim annem kanlar içinde acı çekiyordu. Tek elimimin avuç içini cama vurdum. "Melih!" ikisinin de gözleri beni buldu. "Ölüyor..." dedim "Annem ölüyor." Melih, Fikret Yıldırımın yakasını bırakıp büyük iki adımda arabaya geldi. Kapıyı açtı, içine geçip oturdu ve hızla arabanın motorunu çalıştırarak Fikret Yıldırımın evinin önünden uzaklaştı. Tek eliyle direksiyonun hâkimiyetini kurarken, diğer eliyle telefonunu çıkarttı ve birini aradı. Aradığı kişi telefonu açınca hızlı hızlı konuştu. "Emre şimdi beni iyi dinle. Canan Hanım kendini kalbinden bıçakladı. Biz hastaneye geliyoruz. Sana şimdi konum atacağım sende bir ekip çıkart bize karşı gel." Sustu. Bir süre karşı tarafı dinledi. Başını usul usul sallayıp dikiz aynasından annemi kontrol etti. "Bıçak hala göğsünde duruyor. Kanaması fazla. Bilinci açık değil ama ara ara inliyor." Tekrardan sustu ve karşı tarafı dinledi. "Tamam. Konum atıyorum. Hızlı ol." dedi ve telefonu kapattı. Bu kez dikiz aynasından gözleri yaşlı gözlerimi buldu. "Ağlama..." dedi fısıldayarak. "Bir şey olmayacak. Hastaneye gidiyoruz." Ağlamam daha da şiddetlendi. Melih arabanın hızını daha da arttırdı. Bir elimle annemin göğsündeki beze bastırırken, diğer elimi saçlarına götürüp okşadım. Melih birkaç kişiyi daha aradı ama ben ona dikkat kesilmedim. Benim bütün dikkatim kucağımda ölü gibi yatan annemdeydi. Gözleri kapalıydı. Yüzündeki can çekilmiş, solgundu. Dudakları hafif aralıktı ve nefesi öylesine cılız, öylesine güçsüzdü ki zar zor hissediyordum. Gözümden akan yaşlar solgun yüzüne düşerken "Anne" diye mırıldandım. "Ne olur beni bırakma. Sakın bırakma anne..." Yüzünü buruşturarak gözlerini araladı. Küçücük açabildiği acı kahve gözleri açık kalmaya direniyordu. Annemin küçücük aralanan gözlerinden bir damla yaş yanaklarına doğru süzüldüğünde, benim gözümden akan bir damla yaş onun yanağındaki yaşın üstüne düştü ve gözyaşlarımız birleşerek bir bütün oldu. Annemin gözyaşına kendi gözyaşım karıştı. Ellerime ise kanı karıştı. "Ahu..." dedi fısıldayarak. "Güzel kızım." Nefesi yetmedi acıyla öksürdü. Annem öksürdü, benim ciğerim söküldü. "Tamam. Konuşma zorlama kendini anne." Elimi yanağına koydum. Yumuşak tenini okşadım. "Hastaneye gidiyoruz. Yorma kendini." Annem yüzündeki elimin üstüne elini koydu. "Beni dinle—" cümlesini bitiremeden bir kez daha öksürdü. "Dinle kızım konuşmak istiyorum." Dikiz aynasından Melih'le göz göze geldim. Ne yüzünde ne de gözlerinde farklı bir duygu yoktu. "Anne." Yanağında duran elimin üstünden elini çekip benim yanağımı avuçladı. Hırıltılı nefesini bir süre düzene sokmaya çalıştı. Nefesinin kendisine yeteceğinden emin olduktan sonra dudaklarını araladı. "Sen hep, her zaman çok uslu bir çocuk oldun. Bir kez bile beni üzmedin. Tek bir kez bile bana keşke dedirtmedin." Gözlerindeki yaşlar arttıkça sesi kısılıyordu. "Sen küçükken de böyleydin." Çektiği acıya rağmen gülümsedi. "Düşer, dizlerini kanatırdın ama canının yandığını bana söylemezdin. Sevmediğin yemeği bile sırf ben üzülmeyeyim diye iştahla yerdin. Sen ben üzülmeyeyim diye çocukluğunu bile yaşayamadın. Bir kere bile bana nazlanmadın. Bir kere bile şımarıkça davranmadın. Sen beni bir kere... Tek bir kez bile incitmedin." Gözümden akan yaşlar bir sel olmuş yüzümü ıslatıyordu. Annemin benimle konuşması, beni duygusal olarak bitiriyordu. Ben bunları konuşmak istemiyordum. Ben sadece annemin varlığını yanımda hissetmek istiyordum. Ben annem ölmesin istiyordum. Ölmesin beni annesiz bırakmasın istiyordum. Annemin kısık gözleri kapandı. Ağzının içinde biriken tükürüğü yutmak için büyük bir çaba verdi ve en sonunda yutkundu. Bir eli yanağımda dururken, diğer elini zorda olsa karnımın üstüne koydu. Karnıma yakın olan başını biraz daha karnıma yaklaştırdı. "Sen dünyanın en güzel annesi olacaksın kızım." Derken dudaklarında yer edinen tebessüm acıyı yansıtıyordu. "Ela, senin gibi bir anneye sahip olacağı için çok şanslı bir çocuk olacak. Sen güçlü bir şekilde kızını büyüteceksin. "Birlikte büyüteceğiz anne." Burnumu çektim. "Seninle birlikte büyüteceğiz." Annem dudaklarını aralamasıyla ardı ardına öksürmeye başladı ve ne olduğunu anlayamadan ağzından burnundan kan geldi. Korkuyla "Anne!" diye haykırdım. Boşta ki elimle annemin ağzından akan kanları silmeye çalıştım. "Melih anneme bir şey oluyor. Durumu hiç iyi değil." Melih arabayı durdurmadan arkasına dönüp baktı. Olabildiğince soğukkanlı davranmaya çalışıyordu. Onun aksine ben oldukça telaşlıydım ve korkuyordum. "Ahu sakin ol." Bana uzattığı peçete kutusunu aldım. "Sakin ol ve annenin yüzünü sil." Arabanın hızını daha da arttırdı. "Ambulans bize karşı geliyor. Çok geçmez karşılaşırız. Yalvarırım sakin ol Ahu." Bir elim annemin kalbinin üstünde duran örtüyü bastırırken diğer elimin titremesine aldırmadan peçete kutusundan gelişi güzel çıkarttığım peçete yapraklarıyla annemin ağzından burnundan akan kanı silmeye çalıştım. "Allah'ım ne olur anneme bir şey olmasın!" "Ahu, ağlama güzelim bir şey olmayacak!" Şu an öyle bir durumdaydım ki, ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. İçim dolup taşıyor, cayır cayır yanıyordum. Kendimi hem büyümüş hem de bir o kadar küçük ve savunmasız hissediyordum. Karnımda kızım, kucağımda annem ve ellerimde kanlar vardı. Annemin kanı. Önce uzaktan ambulansın sesi duyuldu. Sonra annem kapalı olan gözlerini araladı. Ağzında biriken kana rağmen gülümsemeye çalıştı. Gülümsemesinin üzerine gözyaşları aktı. "Ben..." boğazından bir hıçkırık kaçtı. "Ben senin acı çekmene engel olamadım annem. Senin acıyan yaralarını saramadan o yaralar kabuk bağladı. Gözümün önünde eriyip gittin ben seni tutamadım." Ambulansın sesi daha yakından duyuldu ve çok geçmeden karşımızda bize doğru gelen ambulansın varlığı gözlerimin odağına girdi. "Geldiler. Bitti." dedi Melih gaza yüklenerek. "Seni seviyorum bebeğim. Beni affet." Annemin gözleri kapandı. İlk önce yanağımda duran eli boşluğa savruldu. Daha sonra karnımın üstündeki eli... Melih arabayı durdurdu. Arabadan inip görevlilere kapıyı açtı. Ambulanstan inen sağlıkçı annemin nabzını kontrol etti. Arkasında bekleyen sağlıkçıya bir şeyler söyledi. Sonra kısa bir an Doktor Emre ile göz göze geldim. Herkes aceleci, herkes panik halindeydi. Melih bana bir şeyler diyor, ama ben onu duyamıyor, göremiyordum. Gördüğüm tek şey annemin boşluğa savrulan elleriydi. Duyduğum tek şey, annemin son kurduğu cümleydi. Canım yanıyordu. Canım kavruluyordu. Buna rağmen tepkisizdim. Ta ki sağlıkçılar annemi kucağımdan çekip alana kadar. Annemin sıcaklığının kucağımdan çekilmesiyle irkilip kendime geldim ve duran gözyaşlarım tekrardan akmaya başladı. Arabadan inip annemi ambulansa götüren sağlıkçıların arkasından gitmek istedim. Arkasından koşmak, ellerini sıkıca tutmak istedim. Yapamadım. Öylece annemi ambulansın içine bindirmelerini izledim. Ambulansın hareket etmesiyle, Melih koşar adım arabaya bindi ve vakit kaybetmeden arabayı çalıştırdı. Ambulans önde biz hemen arkasında ilerliyorduk. Ambulansın acı acı çalan sireninin sesine içimde kopan feryadın sessiz çığlıkları karışıyordu. Gözümden yaş, dilimden dua düşüyordu. Tekrar tekrar içimden ettiğim tek duam ise annemin ölmemesiydi. "Allah'ım ne olur annem ölmesin." *** Acı boğazıma oturmuş bir yumru görevi görüyordu. Saatler su gibi akıyor, zaman anlamadığım bir şekilde hızla ilerliyordu. Zamanın hiç durmadan geçmesine rağmen ameliyathanenin kapısı bir kez bile açılmamış, annemin iyi olduğunu belirten bir haber gelmemişti. Tam üç saattir annemden iyi bir haber bekliyorduk. Bu üç saat içinde hastaneye gelir gelmez annemi ameliyathaneye almışlardı. Ameliyata Doktor Emre'de girmişti. Melih hastaneye gelene kadar telefonundan birçok kişiyi arayıp hastaneye gelmelerini söylemişti. Buna Ezgi'nin ailesinin yanına giden Çağlar, Ufuk ve Osman'da dâhildi. Hatta babasını bile aramış, Birsen teyzeye durumu anlatmasını istemişti. Ağlamaktan bunu neden istediğini anlamamıştım. Birsen teyze zaten hastaydı ve bir klinikte yatıyordu. Hastaneye gelmesi mümkün değildi. Annemin ameliyata girmesinin ardından, çok geçmeden Fikret Yıldırımda hastaneye geldi. Üstelik tekde değildi. Arkasında bir tabur adamla resmen baskın yapar gibi hastaneye giriş yapmıştı. Ameliyathanenin önü çok geçmeden, Fikret Yıldırım ve Melih'in siyah takım elbiseli adamlarıyla dolmuştu. Hastanedeki insanlar tedirgin olmuş, bulundukları yeri terk etmişlerdi. Herkes pimi çekilmiş bomba gibiydi. Fikret Yıldırım ve Melih hastaneyi inletecek kadar birbirlerine bağırıyorlar, Mehmet abide onlara katılıyordu. Ne söylediklerini, zerre anlamıyordum. Tek yaptığım, dua etmek ve ağlamaktı. Ta ki, Tunç'un "Ahu..!" diye yakaran sesini duyana kadar... Tunç... Benim abim. Anne ve babamızın bir olmadığı ama beni canından bir parça gören abim. "Abi..." dedim fısıltıyla oturduğum yerden ayağa kalktım. Tunç, insan fazlalığını aşarak gözleriyle etrafı tarayarak beni bulmaya çalıştı. En sonunda gözlerimiz kesiştiğinde, adımlarını hızlandırıp yanıma geldi ve beni kollarının arasına aldı.  "Ahu, güzelim." "Abi... Annem ölmesin ne olur." "Şişt tamam ağlama." Beni göğsüne çekti. Sarıp sarmaladı. Elleriyle saçlarımı okşadı. "Ben yanındayım. Her şey düzelecek." Tunç her zaman yanımdaydı. Yanımda olmasa bile arkamda, sağımda, solumda muhakkak hep benimleydi. "Abi..." derken Fikret Yıldırımın hastaneyi inleten sesiyle kıvılcım ateşe dönüştü. "Bana dikleneceğine, benim karşımda duracağına kızımı düşmanımızın oğlunun kollarından al Melih!" İşte her şey bu cümleyle başladı. Fitilin ucu tutuştu ve zaten pimi çekilmiş bomba gibi gezen insanların patlamasına sebep oldu. Tunç'un beni bırakıp Fikret'in üstüne atılması bir oldu. Bundan sonrası ise büyük bir kargaşa, bağırış çağırış, küfür dolu haykırış ve yumrukların tene çarpan sesiyle doldu. Koca hastane mafyaların birbirine girmesine şahit oldu. Kimsenin onları ayırmaya gücü yetmedi. Ne benim çığlıklarım, ne de yardım etmek isteyen insanların gücü bu kavgayı durdurmaya yetmedi. Annem içeride can çekişirken, onlar birbirlerinin canını almak ister gibi birbirlerine vurdular. Ta ki polisler gelip onları ayırana kadar kavgaları sürdü. Şimdi ise ben duvar kenarını yerleştirilmiş üçlü mavi koltuğun ucunda oturmuş ellerime bulaşan kurumuş kanlara bakıp ağlarken, Melih hemen yanı başımda ayakta duruyor, koluma takılan serum şişesini elinde tutuyordu. Doktorum Özlem Hanıma haber verildiği için o yanımdaki boşluğa oturmuş, tansiyonumu ölçüyordu. Özlem Hanımın hemen yanına Tunç oturmuştu. Yaklaşık beş-on dakika önce gelen Çağlar, Ufuk, Osman, Ezgi ve Berna tam karşımda ayakta duruyorlardı. Ezgi ve Berna tıpkı benim gibi ağlıyorlardı. Kenan amca, Mehmet abiyle birlikte Melih'in az ilerisinde yan yana duruyorlardı. Kenan amca sürekli telefonla konuşuyordu. Melih, Tunç ve Mehmet abinin yüzleri yara bere içindeydi. Fikret Yıldırım ve adamlarının da yüzü aynı yaralarla kaplıydı. Polisin gelip olaya el atmasıyla, hastanedeki fazla adam kalabalığı dağılmıştı. Fikret Yıldırım ve iki adamını saymazsak biz bizeydik. Annem hâlâ ameliyattaydı. "Tansiyonunuz çok düşük Ahu Hanım." Özlem Hanımın sesiyle bakışlarımı yüzüne çevirdim. "Sizi bir odaya alsak daha iyi olacak. Biraz istirahat etmeniz lazım." Tansiyon aletini kolumdan çekip aldı. "Sizin için bir oda hazırlayalım." Başımı iki yana salladım. "Hayır, istemiyorum." dedim ve ekledim. "Ben iyiyim burada kalmak istiyorum." "Güzelim..." diye konuşmaya çalışan Melih'i "İstemiyorum!" diye çıkışarak susturdum. Melih, elinin sırt kısmını yüzümde gezdirdi. Parmakları hafifçe yanağımdan gözaltlarıma doğru ilerledi ve hafif dokunuşlarla hem okşadı hem de gözyaşlarımı sildi. "Tamam... Yalvarırım ağlama artık." Cevap vermedim. Sadece başımı Melih'in koluna yasladım. Hiç halim yoktu. Ara ara kasıklarımda küçük sızılar hissediyor, ama hemen o sızılar geri kayboluyordu. Ela, oldukça huzursuz olmuş gibi sürekli karnımın içinde hareket ediyordu. Özlem Hanım, kararımda kesin olduğumu anlayarak kabullenmek zorunda kaldı. Koluma takılı olan artık bitmiş serumun iğnesini kolumdan çıkarttı. Melih'in elinden boşalan serum şişesini alıp, karşımızda duran Osman'a uzattı Beni bırakıp gitmeye gönlü el vermediği içinde yanımdan ayrılmadı. Öyle böyle derken bir saati daha geride bıraktık ama hala annemden iyi bir haber alamadık. Hiç ses soluk yoktu. Başımı Melih'in kolundan kaldırıp karşıma baktığımda, Fikret Yıldırımın bize doğru geldiğini gördüm. Aramızdaki uzaklığa rağmen yüzünün gözünün dağıldığını görmemek mümkün değildi. Fikret Yıldırımın attığı her adım içimdeki öfkenin fitilini harlıyordu. Sanki gözümden yaş değil de öfke akıyordu. İçim dolup taşıyor, nefesim bana yetmiyordu. Aramızda oldukça fazla bir mesafe varken durdu ve tıpkı benimle aynı renk olan gözlerini gözlerimin içine dikti. Alt dudağı titriyor, bu titremeye çenesi de eşlik ediyordu. Şuan karşımda yıkılmak üzere olan bir binadan farkı yoktu. Fikret Yıldırım eski, tehlike arz eden bir binaydı ve kendisi yıkılırken, annemi kendi enkazında ölüme terk etmişti. O, baba olamayacak kadar caniydi. O, katildi. "Kızım..." dedi. Bana böyle seslenirken hiç utanmadı. Azıcık, çok az sesi titredi. Tunç oturduğu yerden kalkıp "Defol git buradan lan!" diye çıkıştı. "Sen kimsin de bana karışıyorsun?" "Abisi." dedi Melih tok sesle. Herkesin bakışları Melih'in üzerine çevrildiğinde cümlesini tamamladı. "Tunç, Ahu'nun abisi oluyor." Fikret Yıldırım, Melih'in söylediklerine öfkelendi ve ateş püsküren gözlerini ona çevirdi. Eliyle Tunç'u gösterdi. "Kızımın abisi bu mu?" bir adım attı. "Bu adam benim kızımın hiçbir şeyi değil!" Tunç ağzını açıp bir şey söyleyecekken Melih onu durdurdu. "Daha fazla karşımızda küçülme ve git Fikret Yıldırım." "Yapma aslanım, gitmeyeceğimi biliyorsun. Kadınım içeride canıyla cebelleşirken, kızımı perişan bir şekilde bırakıp gitmeyeceğimi biliyorsun." İçinde bulunduğumuz durumun vahimliğini göz ardı edebilseydim, gülecektim. Öyle böyle değil kahkahalar atacaktım. Fikret Yıldırımın, davranışlarıyla sözleri birbiriyle çelişiyordu. Sanki bütün bunları onun yüzünden yaşamıyormuşuz gibi 'kadınımı kızımı bırakıp gitmeyeceğim' diyordu. Komikti. Hem e çok komik. "Uzatma Fikret. Melih doğru söylüyor git. Rica ediyorum yıllar önce yaptığın gibi git. Kendi kız kardeşinin hayatını mahvettin. Bırak da kızının hayatı mahvolmasın." Kenan amcanın konuşmasıyla yüzünün rengi anbean değişen Fikret Yıldırım "Kenan!" dedi vurgulu bir şekilde. "Sen benim kim olduğumu unutmuşsun galiba? Yoksa karşıma geçip benimle böyle fütursuzca konuşamayacağını iyi bilirdin. Çok çok iyi bilirdin Kenan!" "Kim olduğunu da nasıl bir adam olduğunu da unutmuş değilim Fikret. Bilhassa seni bildiğim için git diyorum. Git ve gelinimi daha fazla üzme." Bakışlarım Kenan amcaya kaydığında benden gelinim diye bahsederken, sesine yansıyan gururun yüzüne de yansıdığını gördüm. Fikret Yıldırımın ele avuca sığmayan öfkesi daha da harlandı ve adeta haykırdı. "Gelinim dediğin kızın benim kızım olduğunun farkında mısın lan sen? Peki ya Melih ile kuzen olduklarının farkında değil misin?" ellerini iki yana açıp bakışlarını herkesin üzerinde gezdirdi. "Oğlum siz manyak mısınız lan? Bu durumu nasıl kabullenirsiniz? Bu işe hemen son vereceksiniz?" "Allah Peygamber aşkı için bu adam ne zırvalıyor." diye çıkıştı Çağlar. "Anasını satayım bizim derdimiz bize yetmiyormuş gibi bir de bu adamın zırvalıklarını dinliyoruz." Fikret Yıldırım Çağlar'ı umursamadan bakışlarını Kenan amcaya çevirdi ve ameliyathanenin kapısını işaret ederek konuştu. "Canan iyileşir iyileşmez Ahu ile Melih boşanacak! Evli kalmaları mümkün değil." "Sikik sikik konuşup da benim asabımı bozma!" diye hiddetlendi Melih. "Sana mı kaldı lan bizim evliliğimiz? Sabrımın son demlerindeyim bir siktir git!" "Ahu'yla evli kalman canını tehlikeye atar. Boşanacaksınız! O benim kızı—" "Sus..!" bağırdım. "Sus..! Sus artık Allah'ın cezası! Sus konuşma!" Fikret Yıldırımın ateş püsküren gözleri gözlerimi bulduğunda, yüzünde bulunan afallama, gözlerine de yansımıştı. "Kızım..." dedi bana doğru adımlayarak "Ben gerçekleri söylüyorum." "Dur! Sakın bana yaklaşma!" İkiletmeden olduğu yerde durdu. "Git buradan! Ne seni görmek istiyorum ne de sesini duymaya tahammül ediyorum. Git..!" Konuşmamın bitmesiyle eş değer ameliyathanenin kapısı açıldı. İçimde adını koymaya korktuğum hislerin üzerini örttüm. Umut etmek isteyen içimdeki küçük filizin yeşermesi için onu suladım. Umuduma tutunur gibi Melih'in koluna tutunarak oturduğum yerden kalktım. Bize doğru adımlayan Doktorun yüzünde gördüğüm ifadenin yorgunluktan olduğunu içimden geçirerek bu ihtimale inandım. Doktor yanımıza yetiştiğinde ameliyathanenin kapısı bir kez daha açıldı ve bu kez Doktor Emre çıktı. Onun da yüzünde karşımızda duran Doktorun yüzündeki ifadeden vardı. Emre'de yorgundu. Bu ifade yorgunluktandı. "Her şey yolunda değil mi? Durumu nasıl?" diye sordu Melih. "Melih Bey" derken sıkkın bir nefes verdi Doktor ve gözleri önce beni sonra karnımı buldu. Yüzü daha çok durgunlaştı. "Hasta hastaneye geldiğinde zaten durumu oldukça kritikti." İçimdeki umut solarken, ben hâlâ kendimi teselli ettim. Yorgunluktan dedim. Doktor yorgunluktan böyle konuşuyor. Şimdi bize iyi haberi verecek. "Hastanın ameliyat sırasında iki kez kalbi durdu." Melih sertçe yutkundu. Bakışlarını Doktordan çekip hâlâ ameliyathanenin kapısının önünde bekleyen Emre'ye dikti. Emre Melih'le göz göze gelince başını önüne eğmesiyle, ben Melih'in koluna yere düşmemek için sıkıca tutundum. "Biz elimizden geleni yaptık ama hastayı kurta—" "HAYIR..!" diye bağırdı Fikret Yıldırım. "Sakın o cümleni tamamlama!" "Üzgünüm... Başınız sağ olsun." Başımı iki yana salladım. "Hayır, benim annem ölmedi." Gözümden akan yaşlar içimdeki yangını söndürmeye yetmedi. "Anneee..!" Kulaklarımda uğuldayan sesler, Doktorun sesinin üstüne çıkamıyordu. Melih beni kollarının arasına almış, kulağıma bir şeyler fısıldıyor, etrafım insan yığınıyla dolup taşıyordu. Duymuyordum. Görmüyordum. "Anne..." diye bağırmaktan başka hiçbir şey yapamıyordum. "Anne" diye haykırıyor, sesimi duyup yanıma gelsin istiyordum. Sonra birden onun sesini duydum. "Canan" diye feryat figan eden, bütün bu insanların sesini bastıran o katilin sesini duydum. Kan beynime sıçradı. Gözüm döndü, bu hamile halimle nasıl olduğunu ve nereden geldiğini bilmediğim bir güçle Melih'i itip kollarının arasından çıktım. Arkamı döner dönmez birkaç adımda Fikret Yıldırımın yanına vardım ve yakasına yapıştım. "Senin yüzünden!" diye haykırdım. Bana tepki vermedi. Sadece yaşlı gözlerini gözlerime dikti. "Annem senin yüzünden öldü." Yakasını bırakıp göğsünü yumruklamaya başladım. "Her şey senin yüzünden!" Yumruklarımı daha sert göğsüne indirdim. Melih'ler bana engel olmaya çalıştı. Fikret Yıldırım kollarını bedenime sarıp beni onu yumruklamaktan engellemelerine izin vermedi. "Katilsin sen! Pis katil." Ben bağırarak haykırdım. O, gözleriyle haykırdı. "Senin yüzünden! Allah senin belanı versin! Her şey senin yüzünden oldu. Annem senin yüzünden öldü." Boğazımı yarıp geçen yumruyu yutkundum. "Annem... Benim annem öldü." Fikret Yıldırım iyice kollarını bedenime sarıp, beni göğsüne yapıştırdı. Annemin kanı bulaşmış ellerimle Fikret Yıldırımın kolları arasındaydım. Gözüm karardı, yer ayağımın altından kayıp gittiğinde, kendimi annemin katilinin kucağına bıraktım. *** Hiç unutulmayacak yüz anne yüzüdür. (Hz. Muhammed (Sav) ) Annesiz kalmak, bir tabur orduya sahip olmana rağmen savaşı kaybetmek demekti. Hangi koku annenin kokusunun yerini tutardı ki? Hangi sevgi anne sevgisinden üstün gelirli ki? Hangi yokluk annenin yokluğu kadar insanın içini acıtırdı ki? Benim içimde açılan yaraya hangi merhem ilaç olurdu ki? İçim öyle çok yanıyordu ki, ağzımı açsam yangınlar ağzımdan çıkacakmış gibi hissediyordum. Dışımda kasırgalar kopuyor, kopan kasırganın etkisi bedenimde derin yaralar bırakıyordu. Annem ölmüş, ruhu bedeninden ayrılarak beni terk etmişti. Ben ise yaşarken ölüyordum. Bu durumu kaldıramıyordum. Çok ağır geliyordu. Her şeyle savaşmaya gücüm yetmişti ama annesiz kalmaya gücüm yetmiyordu. Cenaze günü gelip çattığında, sanki insanlar annemi bu dünyada uğurlamaya dünden razıymış gibi mezarlığı doldurup taşırmıştı. Cenaze töreni o kadar çok kalabalıktı ki, hani ine atsan yere düşmez denilen cinstendi. Oysaki bizim İstanbul'da hiç tanıdığımız yoktu. Bu gelen insanlarda annemi tanıdığı için değil. Kılıçaslan ailesini tanıdığı için gelmişti. Kalabalık ama bir o kadar da kimsesizdi mezarlık. Aralık ayının sonlarındaydık ve hava cenaze günü şaşırılacak derecede güneşliydi. Tabutun içindeki annemin bedenini kazılan mezarın içine yerleştirilene kadar güneş tepedeydi. İlk üzerine atılan bir kürek toprakla güneş çekildi ve yağmur serpiştirmeye başladı. Yağmura yakalanmamak için alelacele kürekle atılan topraklar annemin üzerini örttü. Yağan yağmur tanelerine kar taneleri de eklendi. Cenaze günü gökyüzü benim gözyaşlarıma eşlik etti. Ben ağladım, gökyüzündeki bulutlar yağmurla karışık karlarını döktü üstümüze. Ben anneme ağlayarak veda ettim. Gökyüzü benim üzerimi ıslatarak bana eşlik etti. Yağmurla birlikte yağan kar taneleri şiddetini yitirip yağmayı bıraktığında, gök yarılmış gibi yağmur hızlandı. Şimdi düşünüyorum da eğer o gün yağmur bu kadar şiddetli yağmasaydı, beni annemin mezarının başından hiçbir Allah'ın kulu kaldıramazdı. Eve geldiğimizde, aynı kalabalığın evde de olduğunu fark ettim. Ev çok kalabalıktı ama ben hiç kimseyi göremiyor duyamıyordum. Sadece kulağımı dolduran boş bir gürültü vardı. Yanımdan bir saniye bile ayrılmayan Melih ve Tunç'un varlığı bile gözüme silik geliyordu. Kızlar, etrafımda pervane dönüyorlar, gözümün içine içine bakıyorlardı. Kenan amca, Mehmet abi ve Osman'lar hepsi benim yanımdaydı. Ama bir eksik vardı. Bu kadar büyük kalabalığın üstünü örten kocaman bir eksik... Annem. Benim annem eksikti. Benim annem ölmüştü. Benim annem artık yoktu. Kalabalığı arkamda bırakıp, yukarıya annemin odasına çıktığımda, Birsen teyzeyi burada görmeyi beklemiyordum. Hele ki annemin yatağının üstüne oturmuş, yaşlı gözleriyle görmeyi hiç beklemiyordum. Birsen teyze kollarını bana açtı "Gel kızım." dedi. Birsen teyzenin klinikten nasıl çıkıp geldiğini deli gibi merak ediyordum ama sorgulamaya mecalim yoktu. Ben hiçbir şeyi sorgulamak istemiyordum. Sadece Birsen teyzenin kollarının arasına girmek ve ağlamak istiyordum. Öyle de yaptım. Birsen teyzenin yanına ilerleyip kollarının arasına girdim. Başımı göğsüne yaslayıp, beline sıkı sıkıya sarıldım. Birsen teyze saçlarımı okşayıp, küçük küçük öpücükler kondururken, aynı anda da "Geçecek, hepsi geçecek" diye fısıldıyordu. Birsen teyze anne olduğu için mi böyle güzel kokuyordu? Yoksa annemin kokusu üzerine sindiği için mi bana kokusu güzel geliyordu? Cenazenin ikinci günü... Yine aynı kalabalık vardı. Gelen giden bitmiyor, insanlar evimizin her yerinde geziyordu. Kuran okunuyor, dualar ediliyordu. Ben ise üzerime giydiğim annemin kıyafetiyle, onun yatağında, onun kokusuyla yatıyordum. Melih, yanıma geliyor, benimle konuşup ilgilenmeye çalışıyordu. Tunç saat başı yanıma çıkıp beni kontrol ediyordu. Ezgi ve Berna benim yanımdan hiç ayrılmıyorlar, odanın dışına mecbur kalmadıkça çıkmıyorlardı. Sevgi Hanım ve Zehra abla gelen misafirlerle ilgileniyor, evi çekip çeviriyorlardı. Birsen teyze, bir bebekmişim gibi elini üstümden çekmiyor, yediğim iki lokmayı bile kendi elleriyle yediriyordu. Özlem Hanım günde bir kez de olsa beni kontrole geliyor, iyi olup olmadığımı kontrol ediyordu. Üstelik bunu yapmasına gerek de yoktu. Çünkü zaten benimle ilgilenen Meltem hemşire yedi yirmi dört yanımdaydı. Hiçbir şey bana iyi gelmiyordu tek iyi gelen annemin kokusuydu. Cenazenin üçüncü günü... Evdeki kalabalık hala eksilmedi. Ela, bugün oldukça huzursuz, sürekli karnımın üçünde hareket edip durdu. Hafiften beni sarsan bir bel ağrım var. Midemde pekiyi değil. Birsen teyze sürekli ağlayıp, iki lokma yemek yediğim için bana biraz kızdı. Bu yüzden de kendimi kötü hissediyor olabilirim. Melih, zorla beni hastaneye götürmeye çalıştı. Bu yüzden onunla tartıştık. Ona küstüm. Ben hamileydim ve annem ölmüştü. O buna rağmen benim üzerime gelmiş, ben hastaneye gitmek istemeyince utanmadan beni Tunç'a şikâyet etmişti. Kesinlikle ona küsmüştüm. Ela'nın bu huzursuzluğu babasına tavır aldığım içinde olabilirdi, bilmiyorum. Ama gerçekten çok hareket ediyordu. Fikret Yıldırım, utanmadan evimize gelmeye kalkışmıştı. Bir de yetmiyormuş gibi benimle görüşmek istemişti. Evdeki kalabalığı bir de bu Fikret meselesi karışmış ve kızılca kıyamet kopmuştu. Bütün bunlar olurken, ben asla odamdan çıkmamış, bağırışlara kulaklarımı tıkamıştım. Annemin kokusu bugün sanki biraz azalmıştı. Birsen teyzenin kızacağını bildiğim halde bunun içinde ağladım. Cenazenin dördüncü, beşinci, altıncı günü de böyle geçip gitti. Bitmeyen kalabalık, bir dolu insan topluluğu ve hiç susmayan sesler. Bunların haricinde bu günlerde Fikret Yıldırım pes etmeden evimize gelmeye ve içeriye girmek için çabalamaya devam etmişti. Sonuç ise hiç değişmemiş, Melih dayısını içeriye almamıştı. Cenazenin yedinci günü... Kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. Artık sesler eskisi kadar çok gelmiyor hatta neredeyse hiç gelmiyordu. Gözyaşlarım olur olmadık akmıyor, burnumun direği sızlamıyordu. Akşama doğru ev tamamen sessizliğe büründüğünde, İnsanların gittiğini kalabalığın dağıldığını anlamam uzun sürmedi. Sonra bir şey fark ettim. Ne annemin yatağında ne de üzerime giydiğim kıyafetlerinde kokusu kalmıştı. Sanki giden insanlar kendileriyle birlikte annemin kokusunu da alıp gitmişti. Üzerimdeki kıyafetin her zerresini kokladım, üstüme örttüğüm yorganın her yerini kokladım. Yoktu. Anneme dair hiçbir koku yoktu. Kokusu uçup gitmişti. Çıldırmış gibi üzerimi koklamaya çalışıyordum. Ezgi'yle Berna beni tutmaya çalışmış ama başaramayınca Melih'i çağırmışlardı. Melih, Tunç ile odaya girdiğinde beni kolları arasına alıp sakinleştirmeye çalışmıştı. "Ahu yapma güzelim. Yapma yalvarırım. Harap ettin kendini. Yapma bu haline dayanamıyorum." derken sesi titriyordu. "Gitmiş..." dedim hıçkıra hıçkıra ağlayarak."Annemin kokusu gitmiş Melih. Geri gelsin. Annem de kokusu da geri gelsin." Melih sadece sarıldı bana. Geçirdiğim küçük çaplı kriz bitene kadar sıkı sıkıya sarıldı. Kendime biraz olsun geldiğimde, işte o zaman dank etti beynime. İşte tam bu an da annemin öldüğünü kabullendim. Meğer insan bu kadar kalabalığın ve kulakları dolduran gürültünün içinde sevdiği birinin öldüğünü kabullenemiyormuş. Ne zaman kalabalık dağıldı. Ben evde sessiz kaldım. Annemin öldüğünün o zaman farkına vardım. Artık farkındaydım benim annem yoktu. Benim annem öldü. *** Zaman görünmez tırnakları olan sinsi bir zehir gibi akıp gidiyordu. Kendi zehirli telaşını insanları da sürükleyerek, ağır ağır ama yaşananları unutturarak geçiyordu. Sahi zaman gerçekten her şeyin ilacı mıydı? Bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyordum. Zaman benim yaralarıma ilaç olmamıştı ama yaralarımın acısını azaltmıştı. Canım artık çok acımıyor, küçücük sızlıyordu. Belki de acımız zaman ilaç olduğu için geçmiyor, alıştığımız için geçiyordu. Son iki gündür bunu düşünüyordum. Annemin yokluğuna neden böyle çabuk alıştığımı? Neden artık her şeyi kabullendiğimi düşünüyordum. Yıllardır, annemden uzakta kaldığım için mi bu düşünceye düşmüştüm? Bilmiyordum. Aklımı istila eden bu soruların cevabını bir türlü bulamıyor, kendimi cevaplayamıyordum. Ama bir şeyin farkındaydım. Benim hikâyemde artık annem yoktu. Annemi kaybettiğim günün üzerinden tam üç hafta geçmişti. Şimdi daha iyiydim ve etrafımdaki insanlar sayesinde biraz toparlanabilmiştim. Ezgi ve Berna benim yatak odamda yatağımın üzerinde oturuyorlardı. Ben de yeni duştan çıktığım için giyinme odasında üzerimi giyinmeye çalışıyordum. Zayıf bedenime rağmen karnım kocaman olmuştu. Siyah triko geniş bir elbiseyi üzerime geçirdim. Hamilelikte tek parça kıyafet giymek daha rahat oluyordu. Çorap çekmecesinden uzun kırmızı çoraplarımı alarak odadan çıktım. Kızlar beni görünce gülümsediler, onlara sadece düz bir şekilde bakarak karşılık verdim. Yanlarına doğru ilerledim ve yatağın boş olan kısmına oturdum. Sırtımı yatak başlığına yaslarken, Berna yardım etti. Çoraplarım elimde kaldı. Ayaklarım çok üşüyordu ama çoraplarımı tek başıma giyemediğim için üşümesine katlanmak zorunda kaldım. Aslında kızlardan çoraplarımı giydirmelerini istesem ikiletmeden yaparlardı ama ben bunu onların yapmasını istemiyordum. Berna "Nasılsın iki gözümün çiçeği?" derken, elini karnıma koyup okşadı. "İyi gördüm seni." "İyiyim..." diyebildim. "Daha da iyi olacağım." "İyi ol Ahu." dedi Ezgi. "Şu haline bak çok zayıfladın. Karnını taşıyamayacak duruma geldin. Ela için iyi ol." Doğru söylüyordu. Aşırı zayıflamıştım ve gerçekten karnımı taşıyamıyordum. Konu kapansın diye "Meltem nerede?" diye sordum. "Aşağıda kayınvaliden ile ilgileniyor." diyen Berna küçük bir kahkaha attı. "Daha doğrusu savaş veriyor desek yeridir. Birsen teyze, kızın senin hemşiren olduğunu öğrendiğinden beri kızı kendi çırağı gibi çalıştırıyor. Şimdide mutfakta senin gözaltların için bir şeyler hazırlıyor, Meltem'i de yardım etsin diye yanına aldı." "Yaa... Ayıp oluyor kıza o bunları yapmak zorunda değil. Keşke engel olsaydınız." dedim sitemle. "Yok, yok." dedi Ezgi ve ekledi. "Meltem bu durumdan hiç şikâyetçi değil. Koşa koşa gitti." Aramızda kısa süreli bir sessizlik oluştu. Sonra ben aklım gelen ve merak ettiğim şeyi sorarak sessizliği bozdum. "Annem klinikten nasıl çıkmış? Yani tedavisi bitmemişti. Onun çıkmasına nasıl izin vermişler?" Ezgi ve Berna aynı şaşkınlık barındıran yüz ifadeleriyle sanki yanlış bir şey söylemişim gibi yüzüme baktılar. Berna yüzündeki şaşkınlık barındıran ifadeyi silerek tek kaşını kaldırarak göz kırptı. "Annem mi dedin sen az önce?" "Evet." "Bu anne dediğin kişi Birsen teyze mi?" "Evet de ne oluyor?" Berna yatakta ayaklarını toparladı ve kendine rahat bir pozisyon aldı. "Ahu canım—" diye konuşacakken Ezgi araya girdi. "Berna sen karışma." dedi. Berna elini havaya kaldırıp gelişi güzel salladı. "Asıl benim, senin karışman gerekiyor. Biz arkadaşız ve Ahu'ya bazı şeyleri hatırlatmak istemem gayet normal." "Ne oluyor ya?" Berna tamamen bana döndü ve ellerimi tuttu. "Ahu tatlım sen Birsen teyzenin sana tokat attığını unuttun mu? Unuttuysan hatırlatayım canım Birsen teyze sana tokat attı. Sen neden hiçbir şey olmamış gibi anne diyorsun?" "Berna Birsen teyzeden sanki kötü biriymiş gibi bahsetmeyi kes. Sen de biliyorsun ki Birsen teyze melek gibi bir kadın. O gün sadece gözü dönmüş, yaptığını haklı bulmuyorum ama birazcık onun tarafından bakmayı denesen ne demek istediğimi anlayacaksın." dedi Ezgi her bir kelimenin üzerine bastırarak. "Evet, Birsen teyze melek gibi bir kadın." Diye cevap verdi Berna ve ekledi. "Ben zaten bunu asla inkâr etmiyorum. Birsen teyzeyi annemden bile daha çok seviyorum. Ama Ahu'ya tokat attı. Ahu'da hemen kabulleniyor, en azından bu yaptığına karşılık olarak Birsen teyzeye anne dememesi daha doğru olmaz mı?" "Olmaz canım! Birsen teyze o gün aklını kaybetti farkındasın değil mi? Kadın kendinde bile değildi. Mantıklı düşünemiyordu. Ayrıca Ahu'ya nasıl değer verdiğini görmüyor musun? Günlerdir, Ahu'nun etrafında pervane gibi döndü." Ezgi gözlerimin içine baktı. "Kusura bakma Ahu." dedi ve bakışlarını tekrardan Berna'ya çevirdi. "Kadın kendi yaşadıklarını unutup Ahu'nun yanında oluyor, sen Ahu kadıncağıza neden anne diyor diye sorguluyorsun Berna. Bu mu gerçekten hak hukuk? Ya sen kendi gözlerinle görmedin mi şahit olmadın mı? Fikret Yıldırımın karşısına dikilip koskoca adama tokat atıp evden kovdu. Kim için yaptı bunu hı? Ahu için yaptı." Berna'nın yüzü kızardı. "Özür dilerim bunları söylemek benim haddime değil ama lütfen Birsen teyzeyi böyle itham etme Berna. Bırak Ahu ile aralarında halletsinler. Biz arkadaş olabiliriz ama onlar bir aile ve aile arasında olan bir soruna müdahil olmak bize düşmez. Hem ben bu olaya ortak olmak istemiyorum, hem de Ufuk böyle bir şeyin içinde olduğum için bana çok kızar. Çağlar abininde sana kızacağını biliyorsun. Lütfen sen karışma!" Ezgi'nin söylediklerin de çok haklıydı. Berna'nın da benim gibi ona hak verdiği aşikârdı. Yüzünün kızarması, başının hafif öne eğilmesi ve ardı ardına yutkunmasının başka bir açıklaması olamazdı. En sonunda da bunu tasdikler niteliğinde "Haklısın..." diye mırıldandı. Ben herhangi bir şey söylemeye gerek duymadım. Birsen teyze benim için her daim önemli biriydi. Onun yaptıklarını unutacak değildim. Bir tokat attı diye ona sırt çevirecek hiç değildim. Birsen teyze benim ikinci bir annemdi. Ezgi'nin telefonu çaldı. Ezgi telefonu cevaplarken "Annem arıyor" diyerek odadan çıktı. Çok geçmeden odanın kapısı bir kez tıklatılıp açıldı. Birsen teyze elinde tepsiyle içeriye girdi. Yüzünde sıcacık bire gülümseme vardı. Tıpkı yıllardır tanıdığım gibi gülüyordu. "Ahu, kızım nasıl oldun annem?" yanıma gelip elindeki tepsiyle yatağın ucuna oturdu. "Daha iyisin değil mi?" "İyiyim anne." Birsen teyzenin yüzündeki gülümsemeye gözleri de eşlik etti. Bir insan gerçekten de gözleriyle gülümseyebiliyormuş. "Aman iyi ol kızım." Tek eliyle tepsiyi sabitleyip diğer elini karnımın üzerine koydu. "Hep iyi olun." Gülümsedim. Berna, Birsen teyzenin elindeki tepsiye uzanıp aldı. "Bunlar ne böyle Birsen anne?" "Bunlar Ahu'nun gözleri için" tepsinin içinde top haline gelmiş ve beyaz bir tül bez ile sarılmış iki parçayı eline aldı. "Bunları gözaltlarına bastıracağız. Morlukları ve şişkinliği indiriyor." "Ne var ki bunun içinde?" diye sordu Berna. "Yeşil çay ile papatyayı demleyip süzdüm. Sonra da bu bezlerin içine koydum. Ilık ılık uygularsak iyi gelir." Elindeki top halindeki bezleri yüzüme doğru yaklaştıracağı zaman Berna elini tutarak ona engel oldu. "Birsen anne Allah aşkına gidip eczaneden bir merhem falan alalım. Bu koca karı işleri bir işe yaramaz. Kız hamile zarar falan eder şimdi." Birsen teyze kaşlarını çattı. "Ne zararı edecek canım? Hepiniz yüzünüze saçma sapan maskeler yapıyorsunuz güzellik uğruna zarar etmiyor da yeşil çayla papatya mı zarar edecek?" "Ay tamam ya ne haliniz varsa görün. Bugün hepinizin bana yükselip, yükleneceği geldi herhalde?" alıngan bir şekilde bana bakarak oturduğu yerden ayağa kalktı. "Ben gidiyorum canım. Kayınvaliden seninle ilgilenir artık. Ben de gideyim sevdiğim beyi bulayım benimle ilgilensin." Dedikten sonra yanaklarımı öptü ve odadan çıktı. Birsen teyze Berna'yı umursamadan elindeki top halindeki bezleri gözlerimin üzerine koydu. Hafif hafif masaj yapar gibi gözlerimin altında üstünde gezdirdi. Ne yalan söyleyeyim gözlerime uyguladığı şey çok iyi hissettirdi. "Meltem aşağıda mı?" diye sordum. "Yok, eve gönderdim." Başımı salladım. Birsen teyze bir süre daha masaj yaptı. Gözümdeki bezler soğuyana kadar masaja devam etti. Sonra bezleri kaldırıp gözlerimin içine baktı. "Ahu..." dedi ve ekledi. "Kızım seni bizim eve götürmek istiyorum ama Melih izin vermiyor. Dağın başında oturuyorsunuz? Her gün gelirken iki saat giderken iki saat yolda zaman harcıyorum." Eliyle karnımı okşadı. "Hem baksana sende iyice ağırlaştın. Doğum yaklaşıyor, bu süreçte bizim eve taşınsanız ben sana ne güzel bakarım." "Anne—" "Öyle hemen kestirip atma. Kenan amcanla aklımız hep burada kalıyor. Melih'i ikna etsen de bize gitsek ha kızım." "Herkes kendi evinde rahat anne!" Melih'in sesiyle Birsen teyzeyle aynı anda kapıya baktık. Kapının önünde üstü başı toz içinde duruyordu. Ne zaman geldiğini kendisi konuşana kadar fark etmemiştik bile. Ayrıca kocamın üstü neden toz içindeydi? "Oğlum, benim içim böyle rahat etmiyor." "İçin rahat etmiyorsa siz babamla gelip burada kalın." Bize doğru yürürken gözlerini yüzümden ayırmadı. "Ahu hiçbir yere gidemez. Biz evimizde kalacağız." Birsen teyze ağzının içinde homurdandığında eline tepsiyi alıp ayağa kalktı. "Sana hiçbir şey söylemiyorum oğlum." Derken bile sesinde hafif bir kırgınlık vardı. "Ben de evime gideyim artık. Yarın yine gelirim. Sevgi çorba pişiriyor iç onu kızım tamam mı?" "Tamam." Eğilip saçlarımdan öptü ve elindeki tepsiyle yatak odasından çıktı. Melih ile odada baş başa kaldık. Melih yanıma doğru adımladı ama bana yaklaşmadı. Eliyle banyonun kapısını işaret etti. "Önce duş alacağım. Sonra sizinle ilgileneceğim yavrum." dedi. Gülümsedim. Gülümsedi. Banyoya girdi. Melih banyodayken, ben de komodinin üzerinde duran telefonumu uzandım ve Tunç'u aradım. Tunç telefonu tek çalışta açtı. "Alo, güzelim?" "Abi..." "Söyle abisinin güzeli. Bir şey mi oldu?" "Yok, bir şey olmadı. Gelmedin bugün yanıma merak ettim de ondan aradım." Tunç'un hafif kıkırtısı ve birkaç hışırtı sesi geldi. "Hep senin bu şerefsiz kocan yüzünden gelemedim bugün güzelim. Köpek gibi çalıştırdı bugün beni. Üstümden tır geçti resmen." Korna sesi duydum. "Cimri kızım senin bu kocan iki kuruş verip adam tutmuyor, bağ bahçe işinde beni çalıştırıyor." "Abi sen araba mı kullanıyorsun?" "Yuh be kızım o kadar şey söyledim sen hiçbirine takılmadın, hiç alakası olmadığı halde arabamı kullanıyorum diye soruyorsun?" cıkcıkladı. "Bu Melih seni de bozmuş." Sesli güldüm. "Gülüşüne ölürüm senin abim. Sen hep böyle gül canını yediğim." Tunç... Beni canından öte can gören biricik abim. Bazı kahramanlar pelerin takmazdı. Tunç'ta o kahramanlardandı. Pelerini yoktu ama beni her koşulda koruyup kollayan bir kahramandı. Tunç'la aramızda bir kan bağına ihtiyaç yoktu. Kim ne derse desin. Tunç benim abimdi. Ben de onun kız kardeşiydim. Öz veya üvey ne fark ederdi ki? Biz aynı kanı taşımayan iki kardeştik. Telefonun ucunda bekleyen Tunç'a birden bire "Seni çok seviyorum abi" dedim. Kahkaha attı. "Ben de seni çok seviyorum güzelim. Ayrıca yeğenimi de çok seviyorum. Cici cici bak kendine, yarın seni ziyarete geleceğim." Dedikten sonra vedalaşarak telefonu kapattık. Melih beline doladığı havluyla banyodan çıktı ve elindeki küçük havluyla saçlarını kurulayarak giyinme odasına girdi. Birkaç dakika sonra sadece altına giydiği gri eşofmanla giyinme odasından çıkıp yanıma doğru ilerledi. Göz göze geldik, bana çapkınca gülümsedi. Önümde durdu. İki eliyle yüzümü avuçlayıp alnımdan öptü. Dudaklarını alnımdan çekmedi birkaç saniye alnımda soluklandı. Sonra ateş gibi yanan dudakları alnımdan, gözlerime doğru bir rota çizdi ve dudaklarını tek tek gözlerimin üstüne bastırmasıyla gözlerimi kapattım. Dudakları durmadı, gözlerimden burnuma doğru sürtünerek geçtiği dudakları burnumun ucunu öptü, burnum ve çenem arasındaki o boşluğa dudaklarını bastırmasıyla, istemsiz bir şekilde alt dudağımı dişledim. Birazdan ateş gibi yanan bu dudakların benim dudaklarımla buluşacağını hisseden dudaklarım çoktan cayır cayır yanmaya başlamıştı bile. Yanmak ne kelime eriyordu. Ama beklediğim gibi olmadı Melih dudaklarımı es geçip hiç acele etmeden iki yanağımı öptü. Sıcak dudaklarından ve nefesinden yüzümün her zerresi nasibini almıştı. Bir tek dudaklarım hariç. En son çenemin üstüne dudaklarını bastıran Melih, birden çekildi ve hiç beklemediğim bir anda dudaklarıma yapıştı. Benim öpmeme izin vermeden hem alt dudağımı hem de üst dudağımı kendi dudakları arasına alıp öptü. Ellerimi boynuna doladığımda dudaklarımı serbest bıraktı. Alnını alnıma yaslayarak solukladın. "Ahu..." nefesi yüzüme çarpıyordu. "Güzel karım." Cümlesinin devamı gelmedi. Gözleri kapalı bir şekilde nefesi düzelene kadar kollarımın arasında alnı alnıma yaslı bir şekilde bekledi. Nefesi düzene geçince gözlerini araladı. En karanlık gecede bile parlayan ela gözlerinin içi geceyi aydınlatmak ister gibi parlıyordu. Bu kez arsız dudakları iki yandan boynuna sarılı olan kollarımı öptü ve nazikçe kollarımı boynundan çekti. Geriye doğru hafifçe kayıp iki elini karnımın üstüne koyup okşadı. "Benim güzel kızım nasıl bugün?" Ela şaşırtıcı derecede ilk kez babasının temasına karşılık vermedi. Onun yerine ben Melih'i cevapladım. "Gayet iyi." Melih, karnımı okşamayı bırakıp yanıma koyduğum kırmızı çoraplarımı eline alıp havaya kaldırdı. "Sen üşüyor musun yavrum?" Omzumu kaldırıp indirdim. "Aslında üşüyor sayılmam. Sadece ayaklarım çok üşüyor." Melih kaşlarını havaya kaldırdı ve elini çıplak ayaklarıma götürüp kontrol etti. "Buz gibi olmuş ayakların. Niye çoraplarını giymedin?" "Giymedim değil, kocaman karnımdan dolayı giyemedim." Söylediğim hoşuna gitmiş gibi dudaklarını iki yana kıvırdı. Oturduğu yerden kalkarak önümde diz çöktü. Önce sağ ayak bileğimi kavradı ve elindeki çorabın tekini ayaklarıma giydirdi. Aynı işlemi diğer ayağıma da yaptı. Ayaklarım şimdi sıcacık olmuştu. Melih ayağa kalktı kapıya doğru ilerledi ve kapının yanında duran kombinin derecesini yükseltti. Tekrar yanıma ilerleyip önümde durduğunda gözlerini gözlerimin içine dikti. "Üşümemen için kombinin ısısını yükselttim. Üzerinde ki elbiseyi çıkartalım da uyuyalım. Sana sarılmak istiyorum. Tenini hissederek uyumak istiyorum Ahu." Başımı onay vererek sallamamla Melih elbisemi çıkartmama yardım etti ve elbise saniyesinde bedenimden sıyrılıp yeri buldu. Yatağa geçtiğimde, ayağımda dizeme kadar uzanan kırmızı çoraplarım ve sadece küçük bir kilot ile atlet vardı. Melih arkama geçip sırtımı göğsüne yasladı. Kolunun birini başımın altından geçirdi diğerini ise atletimin içinden karnıma sardı. Beni iyice göğsüne yaslayıp, burnunu boynuma sürterek kokladı. Dudaklarını şah damarımın olduğu yere birkaç kez bastırıp derince öptü. "Şu dudaklarımın altında atan damar var ya ha işte benim kalbim senin şah damarında atıyor Ahu." Eridim... Bittim. Sözleri iki kaburgamın arasında havai fişeklerin patlamasına sebep oldu. Beni iyice kendine çekti. Bu kez burnu en sevdiği yerde saçlarımdaydı. Saçlarımı kokladı, kokladı ve kokladı. Uykuya dalana kadar saçlarımı koklamaya devam etti. Taki ne zaman nefesi düzene girdi o zaman uyuduğunu anladım. Melih'in uyumasıyla ben de huzurla kendimi uykunun kollarına bıraktım. *** Sabaha karşı belime birden giren ağrıyla uyandım. Ağrının şiddeti o kadar yoğundu ki, dudaklarımdan kopan iniltiye engel olamadım. Zaten uykusu hafif olan Melih, benim iniltimi duyar duymaz uyandı. "Ahu, ne oldu? Canını mı açıttım yoksa?" Başımı iki yana salladım. "Sen bir şey yapmadın..." artan bel ağrım sebebiyle dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ah belim..." dedim ama belim o kadar çok ağrıyordu ki konuşmakta zorlanıyordum. "Belim çok ağrıyor. Yataktan kalkmama yardım et." Melih hızla yataktan doğruldu ve bir elini koltuk altımdan geçirip, diğer eliyle belimi destekleyerek yatakta oturur pozisyona getirdi beni. Sırtıma yastık yerleştirdi. Elleriyle bu kez yüzümü kavradı. "Üzerime bir şeyler giyeyim hastaneye gidelim yavrum." "Gerek yok." Elini tuttum. "Sen belime biraz masaj yap geçer." "Saçmalama Ahu! Hastaneye gitmemiz lazım." Gözleriyle beni süzdü. "Hem emin misin belinin ağrıdığına belki doğum sancısıdır?" "Bel ağrısı olduğuna eminim Melih. Daha doğuma var." Belime saplanan keskin acıyla "Ah..." diye inledim. "Konuşturma beni belim ağrıyor. Çekmeceden kremleri al ve masaj yap lütfen." Melih yüzüme bir süre baktı daha sonra pes ederek başucumda duran çekmeceye uzanıp içinden kremleri aldı. Yan ve rahat edebileceğim şekilde tekrardan uzanmamı sağladı. Atletimi yukarıya sıyırdı ve kremi belime sürmeye başladı. "Böyle hiç içime sinmiyor Ahu haberin olsun." Ellerini belimde ritmik ve hafif bir şekilde gezdirdi. "Hastaneye gitsek daha iyi olacak. Hem senin bu bel ağrılarının bu kadar çok artması hiç iyi değil." Büyük ellerinin belime uyguladığı baskı sebebiyle az da olsa rahatlamıştım bile. Hamileliğin belli başlı sorunlarından biri de bel ağrılarıydı ve ben bel ağrısı çeken anneler kervanındaydım. "Hava iyice aydınlansın Özlem Hanımın yanına uğrayalım biz Ahu." "Gerek yok. Sen masaj yaptıkça ağrım azaldı bile. Hem Özlem Hanım da söyledi bel ağrısı çekmem çok normal." Melih sıkıntılı bir soluk verdi. "Evet, Özlem Hanım bel ağrısı çekmenin normal olduğunu söyledi ama seninki normalin de üstünde bir ağrı haline geldi yavrum." Belimi bırakıp bileğimi tuttu. "Şuna bak ya çok zayıfladın. Zayıflıktan dolayı karnında taşıdığın kızımızın ağırlığını taşıyamıyorsun ve belin bundan da ağrıyor olabilir. Biz gidelim vitamin falan versin sana güzelim." Melih'e cevap vermedim. Kendimi onun şifalı ellerine bıraktım. Melih masaj yaptıkça belimde ağrı falan kalmadı. Kendimi daha iyi hissettiğimde Melih yataktan kalkıp elini yıkamaya gitti. Banyodan çıkıp yanıma geldi ve elimden tutup beni de yataktan kaldırdı. "Saat beş olmuş. Tekrardan uyumayalım. Hazırlan da seni kahvaltıya götüreyim." El ele giyinme odasına girdik ve Melih'in yardımıyla üzerimi giyindim. Melih'te kendi üzerini giydikten sonra yine el ele yatak odasından çıkıp aşağıya indik. Portmantoda duran ceketlerimizi giydik ve evden çıktık. Melih arabasının kapısını açar açmaz, vakit kaybetmeden yolcu koltuğuna geçip oturdum. Ben emniyet kemerimi takarken Melih'te sürücü koltuğuna geçip oturdu ve emniyet kemerini takarak arabayı çalıştırdı. Demir kapının önünde durup korumaların kapıyı açmasını bekledik. Demir kapı açıldı, Melih arabayı bahçeden çıkarttı. Daha arkamızdaki demir kapı bile kapanmadan karşımızda bizim eve doğru gelen siyah arabayı gördük. Melih'in dudaklarının arasından bir küfür firar etti. Arabanın kime ait olduğunu tahmin etmemize gerek bile yoktu. Araba Fikret Yıldırımındı. Araç bize doğru yaklaştı, yaklaştı ve biraz mesafe bırakarak tam önümüzde durdu. Melih, bana yandan bir bakış attı ve sinirle emniyet kemerini açtı. "Arabada kal Ahu." "Ama—" "Sana arabada kal dedim!" diyerek öfkeyle arabanın kapısını açıp indi. Evi koruyan korumalar Fikret Yıldırımın arabasına silah doğrultmuşlardı. Melih silahları indirmelerini söyledi. Onlar anında silahları indirmeleriyle Fikret Yıldırım arabasından indi. Melih ile birbirlerine yürüdüler ve iki arabanın ortasında yüz yüze geldiler. "Her aklın estiğinde evimin önüne gelmeyi kes artık!" dedi Melih sesi hiddetliydi. "Kızımı almak için hiç bıkmadan geleceğim aslanım." "Beni delirtme! Benim sabrımla oynama siktir git." Fikret Yıldırım elini paltosunun cebine koydu. "Kızımı ver gideyim." Bu adam kafayı yemişti. Şu sergilediği tavrın başka bir açıklaması olamazdı. Melih'te benim gibi düşünüyor olacak ki "Kafayı mı yedin sen?" diye bağırdı. "Ben sana karımı vereceğim öyle mi? Yok yok sen sıyırmışsın!" "Melih sana daha öncede söyledim. Bu hayatta herkes benim düşmanım olur ama sen asla benim düşmanım olamazsın. Çekip kafama bile sıksan sen benim düşmanım olamazsın. Bu yüzden kızımı ver gideyim." Fikret Yıldırımın gözleri gözlerimi buldu. Başını iyice dikleştirip "Bak sana ne diyeceğim aslanım." dedi ve gözlerini benden çekti. Melih'e asla gerçek bir babanın söyleyemeyeceği duygusuz bir teklifte bulundu. "Sen bana kızımı ver. Ben de Ahu doğum yapınca senin kızını sana vereyim." BÖLÜM SONU |
0% |