Yeni Üyelik
70.
Bölüm

66. Bölüm

@esranurozer

                      

Sertab Erener: Vur Yüreğim

🍏🍎🍏🍎

Uğultu...

Kulakları sağır eden şiddetli bir uğultu!

Acı...

İçime ve bedenime işleyen keskin acı!

Ela; babasıyla benim aramda küçücük bedeni sıkışmıştı. Ağlıyordu. Öyle böyle değil minicik bedeniyle büyük feryatlar kopartarak ağlıyordu.

Patlamanın etkisiyle ben içeriye doğru sırt üstü yere düşmüş, Ela'yı kollarımla sarmalamıştım. Melih ise bütün bedenini bize siper ederek üstümüze abanmıştı.

Her şey o kadar uçuk kaçıktı ki, ne zamanı yakalayabiliyor ne de etrafımızda bağırarak koşan bedenleri.

Melih üzerimizden hızla kalktı ve dizlerinin üzerine çöktü. Ela'yı kucağımdan alıp sürekli adımı seslendi. Gözleri benimle Ela'nın üzerinde hasar tespiti yapar gibi gezdi. Ben yaşadığımız olayın o kadar çok şaşkınlığını yaşıyordum ki, tepkisizdim. Melih'in bağırışları, kimin olduğunu tam idrak edemediğim insanların yakarışları, hiçbiri bana ulaşmıyorduk.

Kulaklarım tek bir sesi duyuyor, gözlerim tek bir kişiyi görüyordu. Kızım...

Silkelenip kendime geldiğimde bir çırpıda ayağa kalkıp babasının kucağında ağlamaya devam eden kızımı kucağıma aldım. Kollarımla küçücük bedenini sardım. Sonra birden içime oturan huzursuzlukla sarsıldım. Zihnim bana Tunç'un adını fısıldadığında elim ayağım titredi ve gözlerimi etrafta gezdirdim.

"Abi..?" bağırışım boğazımı acıtsa da önemsemedim bir kez daha "Abi..?" diye bağırdım.

Ona bir şey olma ihtimali kalbime ağırlık çökmesine sebep oldu. Melih'in bana söylediği hiçbir şeyi duymuyordum. Gözlerimden akan yaşlar görüş açımı bulanıklaştırdığında içimden kendimi telkin ediyordum. "Sadece bizden bir adım öndeydi tek bir adım." İçimde ki yangın yükseldikçe yükseldiğinde var gücümle "Abi..?" diye haykırdım.

Melih kollarımdan tutup beni sarstı ve eliyle başımı bir yöne çevirdi. Bulanıklaşan gözlerimin odağına yerde boylu boyunca yatan Tunç girdiğinde kalbim sıkıştı. Başından yüzüne doğru akan kanlar yüzünü kaplamıştı. Başı Berna'nın dizlerinin üzerindeydi ve Çağlar tam dibinde durmuş Tunç'un başına elindeki bezle tampon yapıyordu.

Başım dönüyor, midem bulanıyor, ayaklarım beni güçlükle taşıyordu. Gözlerim yavaşça etrafı taradığında ilk önce oradan oraya koşturan insanları gördüm sonra, ölen insanları...

Hiç uğruna ölen insanlar...

***

Ölümün kokusu olur muydu?

Eğer şimdi burnumun direğini sızlatan bu yoğun kan kokusunu neye benzettiğimi sorsalardı hiç düşünmeden ölüm kokusu derdim. Ölümün kokusu vardı ve bu koku kana bürünmüştü.

Bir sürü insanın birbirine karışmış bedenlerinden akan kan kokusu...

Bize bir şey olmadığı için sevinemiyordum bile. Biz sapasağlam hastaneye gelirken tam beş koruma patlayan arabayla hayatlarını kaybetmişti. Bizi koruyan insanlar bizim canımız uğruna kendi canlarından olmuşlardı. Eğer Tunç arabayı bahçe kapısının dışına park etmeseydi veya uzaktan kumandayla arabayı açmasaydı biz o patlayan arabanın yanında olacaktık ve muhtemelen o ölen korumalar gibi bizde ölecektik.

Bedenlerimiz yaralanmamıştı ama ruhumuz için aynı şeyi söylemem pek mümkün değildi. Dışımız bahar bahçesi içimiz enkazdı.

Tunç, patlamanın etkisiyle yere düşerken başını kapının sivri kenarına çarptığı için başı yarılmış ve bilincini kaybetmişti. Ela yüksek sesten dolayı korktuğu için onu susturmak kolay olmamıştı. Birde yere düşerken minik sağ elinin sırt kısmı yere sürtünmüş olmalı ki yüzülmüştü.

Patlamanın ardından kendime geldiğimde o kargaşanın içinde her şey o kadar hızlı ilerlemişti ki olup bitenleri yakalayamamıştım. Ne ara ambulanslar gelmişti, ne ara polis ekipleri gelmişti ve biz ne ara ambulanslara binip hastaneye gelmiştik bilmiyordum. Her şey bir anda olup bitmişti.

Hastaneye gelir gelmez Tunç'a hemen müdahale edilmek üzere onu odaya almışlardı. Biz ise Emre'nin ayarladığı bir çocuk doktoruna Ela'yı muayene ettirmiştik. Çok şükür kızımızda önemli bir şey yoktu. Sadece eli yüzülmüş ve şiddetli patlama sesinden dolayı korkmuştu. Uzun bir süre Ela'yı susturmak zor olmuştu.

Şimdi ise hastane odasında bir yatağın ortasında yatan Ela'nın hemen yanı başında bekliyorduk. Ben hemen yanı başına yatağa oturmuştum Melih'te ayaktaydı ve doktorla konuşuyordu. Ela ise ağlamaktan dolayı öyle çok yorulmuştu ki gözleri küçücük kalmış yorgun yorgun bakıyordu bize. İki eliyle hem benim hem de babasının parmağını kavramıştı. Gözlerim ara sıra parmağımı tutan yaralı eline kaydığında nefesim daralıyor, boğuluyor gibi hissediyordum.

Uzanıp dudaklarımı yaralı eline küçücük değdirip öptüm. Ela gözlerini açıp kapattı ve parmağımı daha sıkı tuttu.

Küçücük elinde taşıdığı yara izi kalbimde kocaman bir taş ağırlığındaydı.

"İçiniz rahat olsun Melih Bey kızınız gayet iyi." diye konuşan doktorun sözleriyle bakışlarımı onlara çevirdim. "Sadece sesten dolayı korkmuş ağlamasının sebebi bu ve tabii birde," derken parmağımı tutan elini işaret etti. "Eli yüzülmüş onun içinde reçetenize bir merhem yazacağım, kısa sürede iyileşecektir."

Doktorun sözlerinden sonra Melih'in de gözleri Ela'nın yaralı eline kaydı ve alt dudağını ısırarak derin bir soluk aldı. Öfkeliydi. En büyük öfkesi ise kendineydi. Şuan içindeki fırtınaların koptuğunu biliyordum. O fırtınalar artık içinde değil dışında kopsun istiyordum. Kopsun ki biricik kızımızın gözünden akan yaşların hesabı sorulsun istiyordum.

"Geçmiş olsun." Diyerek odadan çıkan Doktorun ardından Melih'te hemen Ela'nın yanı başına yatağın ucuna oturdu. Masumca bakan Ela'nın gözlerinin içine baktı ve burnunun ucunu öptü. "Babam... Kurban olurum senin bakışına kızım." Parmağını tutan elinin üstünü öptü. "Baban gözünden akan yaşların tek tek hesabını soracak söz. Baba sözü!"

Melih sevdikleri uğruna canını veren bir adam ama şöyle de bir gerçek vardı ki bu kez sevdiklerinin canını yakan kişiyi de seviyordu. Bunu ne kadar dile getirmese de veyahut hiç umursamıyormuş gibi davransa da apaçık ortadaydı. Melih dayısı Fikret Yıldırımı seviyordu. Fikret Yıldırımın bu zamana kadar kafasına sıkmamasının tek sebebi buydu. Ama şimdi kızımızla konuşurken ses tonundaki kararlılığı hissetmiştim.

Ela yattığı yerde mızmızlanarak kıpırdandığında acıkmış olabileceğini düşünerek onu Melih'in varlığını hiçe sayarak kucağıma aldım ve göğsümü açarak süt emmesini sağladım. Tam da tahmin ettiğim gibi Ela göğsümü hızla kavrayıp emdi. Ve ben sırf bu durumu yaşadığım için bile Rabbime bin kez şükür ettim.

"Ahu..?"

Melih'in adımı seslenmesini duymazdan geldim. Hatta ona başımı kaldırıp bile bakmadım. Melih'le konuşmak istemiyordum.

Kırgındım, dargındım ve en çokta öfkeliydim.

Saatler önce o yemek masasında Tunç'u itham ettikleri şeyleri unutamıyordum. Bu durumu kendime yediremiyordum. Kırk yıl düşünsem bile beni destekleyeceğine inanmayacağım Mehmet abi bile bizim yanımızda olduğunu dile getirmişti ama kocam ve adamları acımasızca sözler sarf etmişlerdi. Dördüne de aşırı derecede öfkeliydim.

"Ahu, güzelim bir kere yüzüme bakar mısın?"

Bakmadım.

Ela babasının konuşmasıyla emmeyi bıraktı ama ağzını göğsümden ayırmadan öylece bekledi. Onun bu tatlılığına dayanamayarak gülümseyip elimle saçlarını okşamamla Ela tekrardan emmeye başladı. Melih'in sıkkınca verdiği nefesi işittim. O daha çok böyle sıkkın nefesler bırakmaya devam edecekti.

"Ahu yüzüme bakmayacak mısın? Benimle konuşmayacak mısın?" oturduğu yerden kalktı ve karşıma geçti. Kendisini görmemi istiyordu. "Bak tamam ben biraz fazla çıkışmış olabilirim kabul ediyorum. Konuş benimle gözünü seveyim."

"Konuşmak istemiyorum!" diyerek kestirip attım. Tamamen emmeyi bırakan Ela'yı kucağıma alıp başını boynuma gelecek şekilde tuttum ve küçük hareketlerle belini sıvazladım.

"Ahu ne demek konuşmak istemiyorum? Sen bir benim yüzüme baksana—" birden kapı açıldı ve Melih'le bakışlarımız kapıya döndü. Gelen Birsen teyzeydi.

"Ahu kızım Tunç'un bilinci yerine geldi sizi soruyor, bir bak istersen annem."

"Abim iyi değil mi?" oturduğum yerden kalktım ve Birsen teyzeye doğru ilerledim.

"İyi iyi..." dedi Birsen teyze ve gülümsedi. "Hatta gözünü açar açmaz sizi soracak kadar iyi." Kollarını bana doğru uzattı. "Ver ben Ela'yı tutayım sen de Tunç'u gör kızım."

"Yok, ben Ela'yla abimi görmeye gideceğim." Dediğimde Melih dibimde bitti ve "Ahu..?" diye bir kez daha seslendi.

Birsen teyze Melih'le aramızda olan gerilimin farkında olduğu için önümden çekildi. Ben de Melih'i arkamda bırakıp daha fazla beklemeden Birsen teyzenin yanından geçerek odadan çıktım. Melih'in arkamdan gelme girişiminde bulunduğunu ve Birsen teyzenin "Bırak abisini görsün daha fazla üzerine gitme kızın." Dediğini duydum.

Odadan çıktığım ilk andan itibaren koridor boyunca aralarında mesafe bırakarak bekleyen korumaların hiç birine bakmadım. Hemen az ilerde iki kişilik mavi koltuğa yan yana oturan Kenan amca ve Mehmet abi gözüme takıldı. İkisi de beni görmeleriyle ayağa kalktı ama ben onlarında üzerinden gözlerimi çektim. Koridorun sonundaki odada yatan abimin yanına doğru yürümeye devam ettim.

Odanın önüne yaklaştığımda hemen koridorun sağ tarafına doğru yan yana dizilmiş koltukların üzerinde oturan Osman, Ezgi ve Berna'yı gördüm. Çağlar ve Ufuk'ta ayakta tam karşılarında duruyorlardı ve elleriyle kollarıyla kızlara bir şeyler anlatıyorlardı. Ne konuştuklarını duyamıyordum ya da duymak istemiyordum. Bilmiyorum...

Abimi saçma sapan bir sebepten dolayı suçlayan adamların abimin odasının önünde beklemeleri kadar komik bir durum daha yoktu. Abime karşı yaptıkları imaları nasıl unutmuşlardı? Şaşkındım.

Odanın kapısına yaklaşmama birkaç adım kala beni ilk fark eden Osman oldu. "Yenge..?" dedi oturduğu yerden ayağa kalkmasıyla diğerlerinin de bakışları beni buldu. Osman iki büyük adımda yanıma gelip bir kez daha "Yenge..." dedi. Sesinde ki pişmanlık kırıntılarını hissetmemek mümkün değildi. Ama onlara o kadar çok kırılmıştım ki pişmanlıklarını bile görmek istemiyordum.

Gözlerim asla onlara değmeden birkaç adım ötemde duran odanın kapısına doğru ilk adımı attım ve Osman bir kez daha konuştu. "Yenge bir dakika konuşabilir miyiz?"

"Yenge bir dinleme şansın var mı bizi?" diyen Ufuk'un ardından Çağlar'da söze girdi. "Ufak bir yanlış anlaşılma olmuş onu düzeltmeye çalışıyoruz yenge."

Tepkisizdim.

"Ahu" dedi Berna ve ekledi. "Hadi sen geç Tunç abinin yanına biz buradayız." Kısa bir an gözlerim Berna'nın bal rengi gözlerine kaydı. Ona minnetle bakıp gülümsediğimde bu kez bakışlarım Ezgi'yle buluştu. Onunla da kısa ve samimi bir bakışmanın ardından diğer üçlüyü arkamda bırakarak birkaç adım atarak abimin odasını kapısını bir kez tıklatıp açtım.

İşte abim tam karşımda kanlı canlı duruyordu. Sadece başı sargı beziyle sarılmıştı. Kolunda serum vardı ve gözleri yorgun bakıyordu. Burnumun direği sızladı.

Tunç ile göz göze geldiğimizde uzandığı yerde diklenmeye çalıştı. Hızla yanına ilerledim ve "Abi yavaş ol." Dedim. Tunç çoktan yarı oturur pozisyona gelmişti. "Bir şey olmaz." Derken gülümsedi.

Kollarını kucağımdaki Ela'ya uzattı. "Prensesimi ver bana annesi."

"Abi..."

"Hadi Ahu kucağıma ver de mis gibi kokusunu içime çekeyim."

Ela'yı yavaşça Tunç'un kucağına verdim. Tunç serum takılı kolunun üstüne Ela'yı yatırınca tekrar almak için bir hamle yaptığımda bana kaşlarını çatarak baktı ve Ela'yı almama izin vermedi. Ela'da yerinde oldukça rahattı. Hatta dayısının saçlarını okşaması hoşuna bile gidiyordu. Tunç birkaç kez Ela'nın saçlarından öptü. "İşte benim ilacım bu mis kokulu minik."

Burukça gülümsedim. "Nasılsın abi? İyisin değil mi?" ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

"İyiyim tabi kızım. Hatta turp gibiyim." Yüzünü buruşturdu. "Bakma böyle yattığıma biliyorsun ki hep bu hastane prosedürleri yoksa ben şimdi ayaklanırım. Mecbur yarına kadar burada müşahede altında kalacağız."

Bu haliyle bile beni teselli etmeye çalışıyordum.

"Hem ben en çok neye üzülüyorum biliyor musun?" diye sordu.

"Neye üzülüyorsun?" diye sordum.

"Elif'in beni böyle görecek olmasına." Cıkcıkladı. "Yüzde elli olan şansım kafamdaki bu sargı beziyle yüzde sıfıra indi. Artık Elif benim yakışıklı yüzümü hiç görmez."

"Abi..!" dedim sitemle ve ekledim. "Bu halinle Elif'i mi düşünüyorsun? Ayrıca duyanda yüzünün tamamı sargı beziyle sarılmış sanar. Sadece alnın sarılmış, bu sargı da en fazla bir haftaya açılır."

"Hah işte bak ne güzel söyledin güzelim." Gülümsedi. "Bunu bilmene rağmen sen neden bu kadar çok kendini kasıp üzülüyorsun canını yediğim? Gözlerin neden dolu dolu be güzelim. Ben iyiyim ve her şey geçti."

Akmak için yol gözleyen gözyaşlarım bir bir yanağıma düştüğünde Tunç bir kez daha konuştu.

"Yapma Ahu! Üzme kendini böyle abim beni de üzme."

"Ya sana bir şey olsaydı abi?" bir hıçkırık kaçtı boğazımdan "Ya sen o arabaya..." cümlemin devamını getiremeden hıçkırıklara boğuldum. Tunç "Şişt ağlama..." diyerek tek eliyle kolumdan tuttu. "Düşünme bunları güzelim." Beni kendine çekti ve başıyla yanında ki boşluğu işaret etti. "Gel sende bakayım yanıma."

Sanki dakikalardır bu komutu bekliyormuşum gibi ayağımdaki ayakkabıları çıkartıp abimin yanına uzandım ve başımı göğsüne yasladım. Kolumu beline doğru uzattım hem kızıma hem de abime sarıldım.

"Ooo seninle işimiz var küçük hanım. Koskocaman kadın oldun yetmedi birde anne oldun ama hala küçük bir çocuk gibi davranıyorsun. Ben şimdi ne yapayım yeğenime dayı mı olayım yoksa küçük kız kardeşime abi mi olayım?"

Ağlak bir sesle kıkırdadım ve iyice göğsüne sindim. "Her ikisi de ol abi. Hem dayı hem abi."

Tunç'un küçük kahkahası odayı doldurdu. "Bu dediğin çok mantıklı, her ikisini aynı anda yürütebilirim sanırım." Dedi ve ekledi. "Allah'tan geniş omuzlara ve kaslı bir göğse sahibim. İkinize aynı anda sarılabiliyorum."

Tunç hep böyleydi. Önceliği her daim başkaları olan kalbi kocaman bir adam...

Aramızda kan bağının olmaması kimin umurundaydı ki? Tunç benim abimdi. Her şeyim... Ailem...

Tunç'un göğsüne iyice sokulduğumda zihnime doluşan şeylerle ağlamam şiddetini arttırdı. Tunç o arabayı bahçenin dışına park etmemiş olabilirdi. Ya da arabayı uzaktan kumandayla açmayabilirdi. O zaman ne olacaktı o masum korumaların yanında Tunç'un da mı cesedi olacaktı?

Tunç ölmekten kıl bayı kurtulmuştu. Küçücük bir şans sayesinde kurtulmuştu. Şuan kanlı canlı bedenine sarılmak yerine cansız ölü bedenine sarılıyor da olabilirdim. Bu ihtimallerin hepsi içimde kocaman bir acıya sebep oluyordu. Bu acı beni yakıyor kahrediyordu. Gözyaşlarım bir sel olup aktığında feryadım sesli hıçkırıklara yerini bıraktı.

Tunç benim ağlamamı durdurmaya çalışmamış sadece ufak ufak saçlarımı okşamıştı. Hatta ağlarken kendimi öylesine kaybetmiştim ki Melih'in yanımıza ne zaman geldiğinin farkına bile varmamıştım. Tunç, Ela'yı Melih'e uzattı ve iki koluyla beni sıkı sıkıya sardı. Hiç bırakmayacakmış gibi sımsıkı sarmaladı.

Çok ağladım... İçim dışıma çıkana, içimdeki acı yangın sönene kadar hıçkırarak ağladım.

***

Aradan geçen birkaç saatin ardından şimdi daha iyiydim. Belki ağlayıp içimi döktüğüm için belki de abimi sapasağlam gördüğüm için...

Ben abimin odasına kendimi kapatırken, patlamadan dolayı hastaneye ifade almak için polislerin geldiğini Birsen teyzeden duymuştum. Polisler tek tek herkesin ifadesini almış sadece Tunç ile benim ifadem kalmıştı. Eee tabii birde en büyük detayı unutmamak lazımdı Fikret Yıldırım'da hastaneye gelmiş, yüzsüz gibi geldiği yetmemiş gibi birde hastaneyi birbirine katmıştı.

Koridorda yankılanan sesleri duydum. Bağırışları, küfürleri ve yenilir yutulur olamayan birçok sözleri duydum ama bir kez bile odanın kapısını açıp ne oluyor diye bakmadım. Birbirlerini mi yiyeceklerdi? Durmasınlar yesinlerdi. Benden ve abimden uzak dursunlar da kim kimi öldürüyor, kim kiminle kavgaya tutuşuyor umurumda bile değildi.

Birsen teyzenin, söylediğine göre Kenen amcanın ve kızların ifadelerinde Fikret Yıldırım'dan şüphelendiklerini ifade ettiklerini hatta kendisi ve Mehmet abininde aynı şekilde Fikret Yıldırım'ın adını verdiklerini söylemişti. Böyle bir ifade kullanmaları beni şaşırtmamıştı beni şaşırtan tek kişi Mehmet abiydi.

Mehmet abi sonuçta beni günahı kadar bile sevmezdi. Yanımda olup Fikret Yıldırım'a cephe almasının elbet bir sebebi vardı. Ben sadece onun için küçük bir bahaneydim. Beni bahane olarak kullanıyor ve Fikret Yıldırım'dan intikam alıyordu.

Odanın kapısı bir kez tıklatıldı ve hemen akabinde Fikret Yıldırım'ın kısık ama öfkeli sesi duyuldu. "Ahu, aç şu kapıyı! Ya beni içeriye al ya da sen dışarıya çık!"

Hemen yanı başımda oturan Birsen teyzeyle göz göze geldik. Abim ilaçların etkisiyle uyuyordu. Ela'da kucağımda uyuyordu.

"Ahu..." dedi bir kez daha kapıya vurarak. "Aç kapıyı! Seni görmeden gitmeyeceğimi biliyorsun! Aç hemen kapıyı kırarım bak!"

Birsen teyze sabır diler gibi başını iki yana sallayıp ayaklandığında elinden tutarak onu durdurdum. "Dur anne," derken kucağımda uyuyan kızımı kollarına uzattım. "Sen Ela'yı tut." Birsen teyze bir-iki saniye kadar gözlerimin içine baktı ve sonra Ela'yı kucağına alarak kalktığı koltuğa tekrardan oturdu. Ben de oldukça yavaş ama kendimden emin bir şekilde ayağa kalkıp kapıya doğru ilerledim ve kapının kilidini çevirerek açtım.

Fikret Yıldırım kapıyı açtığım için ilk birkaç saniye afalladı sonra gözleri vücudumda hasar tespiti yapar gibi gezindi. Küçücük bir zaman diliminde derin bir nefes aldığını duyumsadım. Ya da ben böyle hissettim. Benim üzerimde gezen gözleri açık kapıdan içeriye kaydığında kapıyı hızla çekip kapattım.

Kızımı görmek için can atıyordu. Ben ona kızımı gösterir miydim?

"Sen..?" dedi sorar gibi kaşları çatılmıştı. "Kendini benden sakladığın yetmiyormuş gibi birde onu da mı benden saklıyorsun?"

"Sen katilsin!" dedim ağzımdan çıkan kelimeler ucu sivri bir ok olup Fikret Yıldırım'ın gözlerinin içine saplandı. "Masum insanların katili! Annemin katilisin!" sözlerim onun boğazına dolandı. Yutkunamadığına şahit oldum. "Katil birine kızımı gösterecek değilim!"

Gözler hislerin aynasıymış, bunu Fikret Yıldırım'ın gözlerine baktıkça daha iyi anlıyordum.

"Evet, ben katilim." Dudakları varla yok arasında kıvrıldı. "Sende bu katil adamın kızısın! Damarlarında benim kanımı taşıdığını unutma Ahu!"

"Unutmak ne mümkün..?" dedim ve ekledim. "Sayende her günümüz bok gibi geçiyor. Sürekli etrafımızdasın ve sürekli bize, sevdiklerimize zarar veriyorsun." Kollarımı iki yana açtım. "Sebebi ne? Ben senin kızınım. Melih'ten boşanmalıyım. Tunç'tan uzak durmalıyım. Çünkü sen büyük mafyasın ve çok sevgili yeğenine zarar gelmemesi için kızını dizinin dibinde tutmalısın değil mi?"

"Değil..!" diye bağırdı. Ellerini bana uzatıp kollarımdan tutmak istedi izin vermedim geri çekildim. Gözlerini kapattı ve bir-iki saniye kadar soluklandı. Gözlerini tekrar açtığında "Ahu..." dedi daha ılımlı daha kısık bir sesle. "Sakin kalmaya çalışıyorum ama senin bu dik başlı tavrın beni zorluyor kızım."

Gözlerimle etrafı şöyle bir taradım. Herkes neredeydi? Kimse ortalıkta görünmüyordu ve ben bu adamla konuşmanın bana kazandıracak hiçbir şeyin olmadığının farkına vardım.

"Derdini karakolda polislere anlatırsın artık." Dedim gözleri karardı. "Ne yani beni mi şikâyet edeceksin?"

Gözlerinin içine kararlılıkla baktım.

"Sebep..?" dedi ve ekledi. "Babanı neden polislere şikâyet edeceksin?"

Ya bu adam fazla akıllıydı ya da akıllıyım diye ortalıkta geziyordu. Karşımda böylesine pişkin bir şekilde fütursuzca konuşmasının başka bir açıklaması olamazdı. Manyaktı bu adam. Kafayı sıyırmış bir manyak!

"Arabaya bombayı senin yerleştirdiğini biliyorum. "

"Eee biliyorsan ne olmuş yani..?" diye sordu alay eder gibi.

"Senin yüzünden bir sürü masum insan öldü. Sen—"

Büyük bir kahkaha attı. "Ölen insanlar mafya korumasıydı. Mafya korumalarına masum demende acayip gülünç." Dalga geçer gibi gülmeye devam etti. "Amacım başka birinin ölmesiydi ama nasip işte..."

"Sen nasıl bir adamsın ya? Sen benim canıma zarar vermeye kalktın." Diye çıkıştım. "Senin yüzünden benim abim ölecekti!"

Fikret Yıldırım'ın gözlerinden bir karartı geçti. Gülen yüzü anında sertleşti ve "Abin..?" dedi dişerinin arasından tıslar gibi. "Senin abin..."

Tam bu esnada az ilerimizde ki bir odanın kapısı açıldı ve önde iki polis arkasında Melih odadan çıktılar. Melih'in keskin gözleri bizim olduğumuz tarafa döndü ama karşısındaki polis memurları ona ne söylüyorsa bizim yanımıza gelmekten daha çok onların yanında kalmasını sağlıyordu.

"Bana bak bana!" diye bağıran Fikret Yıldırım'ın sesiyle bakışlarımı Melih'ten çekip kızgın bir boğa gibi burnundan soluyan yüzüne baktım. "O kanı bozuk adama abi deyip durma beni çileden çıkartma! Senin abin falan yok! Hele ki o Cevdet itinin oğlu senin abin asla olamaz! Ben buna izin vermem o Tunç'un da nefesini keser, derisini yüzer tuza gömerim!"

Polisleri bile umursamadan bağırarak konuşuyordu. Ben kimseden korkmam dercesine sesini yükseltiyordu. Bu aşağılık tavrı benim sabrımı zorluyordu.

"Bağırınca ne oluyor? Sen kendi gücünü böyle mi gösteriyorsun?" kıstığım gözlerimin hedefi onun benimle aynı renk olan gözlerindeydi. "Eğer güç gösterini bağırarak kanıtlamak istiyorsan, bil diye söylüyorum ben senin gücünden korkmuyorum." Ona doğru tek bir adım attım. "Bilakis bu tavrın komiğime gidiyor."

"Ahu..!" kaşlarını çattı. "Sözlerine dikkat et! Benim asabımı bozma! Senin karşında baban duruyor ona göre davran canımı sıkma!"

"Sen benim hiçbir şeyim değilsin!" gözlerinin içine bakarak "Memur Bey?" diye seslendim. Az ileride iki polisle konuşan Melih'in bakışları bize döndü. Yetmedi polisleri orada bırakıp yanımıza geldi. "Ne oluyor burada?" keskin gözleri dayısıyla benim aramda mekik dokuyordu. "Ne oluyor diye sordum Ahu!"

"Bu adamı polislere şikâyet edeceğim. Abime yaptıklarının cezasını çekecek!"

Fikret Yıldırım burnundan soluyarak bir kahkaha attı. "Şu kanı bozuk adama abi deyip durma! Senin abin falan yok!" avuç içlerini birbirine vurdu. "Ne yaptıysam az bile yaptım. Ben ona kendine bir aile kurması için şans verdim ama o ne yaptı? Aslı'yla aile olmak yerine benim kızıma abi olmayı seçti. Benim kızıma Tunç abi falan olamaz! Bu kez oturduğu evi bombalarım! Yemin olsun Ahu tek bir parçasını bile bulamazsın onun!"

Resmen bana meydan okuyordu. Mafyavari tehditlerle gözümü korkutmaya çalışıyordu. Bu tehditlere boyun eğip, göz yumacağımı sanıyorsa yanılıyordu. Onlar mafyaydı ben değil. Adaleti sağlamak için kendilerine başka bir dünya yaratan mafya yığınlarına rağmen ben kanunlara göre hareket edecektim. "Memur Bey?" diye seslendim ve ekledim. "Ben patlamadan dolayı bu adamdan şikâyetçiyim!"

İki polis birbirlerine bakıp bize doğru adımladığında önde olan polis memurunun telefonunun çalmasıyla durdular. Polis telefonu açtı. Karşı tarafı dinlerken gözleri Fikret Yıldırım'ın üzerinde kilitlendi. Kısa bir konuşmanın ardından "Anlaşıldı." Diyerek telefonu kapattı ve büyük adımlarla yanımıza geldi.

"Fikret Yıldırım." Arka cebinden çıkarttığı kelepçeyi ona doğru uzattı ve bizi dumura uğratacak cümleyi kurdu.

"Evinizde yapılan aramada cesedi bulunan Aslı Ersoy'un ölümünden dolayı tutuklusunuz!"

"Ne..?" ilk tepki Melih'ten geldi. Hemen ardından da Fikret Yıldırım "Na-Nasıl..?" diye konuştu ama bu süre zarfında polisler bileğine çoktan kelepçeyi takmışlardı hatta iki yandan kollarına girip onu çekiştirerek yürüyorlardı.

"Aslı'yı mı öldürdün lan geçmişini siktiğim?"

"Ben Aslı'ya bir şey yapmadım Melih." Gözleri bana kaydı. "Öldürmedim onu."

Polisler onu sürükleyerek çekiştirdiğinde Melih ile bende arkasından ilerliyorduk. Koridordan sağa döndüğümüzde karşımıza Mehmet abi ve Osman çıktı. Bileklerinde kelepçe olan ve polisler tarafından götürülen Fikret Yıldırım'ı böyle görmeleriyle ufak çaplı bir şaşkınlık yaşadılar.

"Ne oluyor?" diye sordu Mehmet abi. Osman ise hala şaşkındı.

"Aslı evinde ölü bulunmuş." Diyen Melih'le bakışlarım anında yüzünü buldu. Kurduğu cümle ona olan öfkemi daha da arttırdı. Tunç'a gelince "Aslı'yı sen hamile bıraktın." diyerek hüküm verdiler. Fikret Yıldırım'a gelince "Ölü bulunmuş. Öldürmüşte değil, bulunmuş!"

Tunç'un Aslı'yı hamile bıraktığına inanıyorlardı ama Fikret Yıldırım'ın Aslı'yı öldürme ihtimaline inanmıyorlardı.

Kırgın gözlerim Melih'in yüzünde sabit kalınca önce ayaklarım adım atmayı bıraktı sonra benimle birlikte Melih'te durdu. Sadece gözlerinin içine baktım. Sözlere gerek yoktu gözlerimden anlasın istedim. İstediğim de oldu beni anladı ama çok geçti.

Yutkunarak "Ahu..." dedi. Gözlerimi gözlerinden çekip arkamı döndüm.

Bir adım attım Osman'ın sesini duydum. "Aslı öldü mü? Karnında bebeği var nasıl ölür?"

Ayaklarım bir bataklığa saplanmış gibi tepkisiz durduğunda bu kez Mehmet abinin sorusu yankılandı hastane koridorunda "Peki ya Rüya..? Rüya yaşıyor mu?"

Tekrardan ayaklarıma komut verip yürüdüğümde Fikret Yıldırım'ın sonlara doğru gittikçe azalan sesiyle söylediklerini duydum.

"Aslı'yı ben öldürmedim. Aslı'nın benim evimde olması bile mümkün değil. Onun iki saat önce Kıbrıs'a gitmesi lazımdı."

***

İnsan doğası gereği doğar, büyür, yaşlanır ve ölür.

Bu ölümler zamanlı ve zamansız hiç fark etmez sonuç olarak insanoğlunun yaratılışında doğmak kadar ölmekte var.

Aslı'nın tıpkı hamile olması gibi ölümü de çok zamansız oldu. Ama en çok zamansız ölümü tadan ise henüz dünyaya bile doğmamış karnındaki bebeğinin ölümüydü. Aslı karnındaki bebeğiyle gömüldü.

Hepimiz cenaze günü sarışın otuzlu yaşların ortasında bir adamın mezarın başında hıçkırarak ağlamasına şahitlik ettik. O feryat eden adamın Aslı'nın karnında ki bebeğin babası olduğunu öğrendiğimizde hepimizden daha çok Çağlar, Ufuk ve Osman şaşırmıştı. Adam Kıbrıs'ta Aslı ile aynı hastanede çalıştıklarını ve orada tanıştıklarını söyledi. Güzel giden ilişkileri Aslı'nın beş ay önce Türkiye'ye dönmek istemesiyle bitirdiklerini ama hala Aslı'ya deli gibi âşık olduğunu söyledi. Aslı'nın hamile olduğunu bile iki gün önce öğrendiğini hatta Aslı'nın tekrardan Kıbrıs'a döneceğini ve vakit kaybetmeden evleneceklerini söylemişti. Hiç durmadan ağlıyor, sürekli aynı feryat içeren cümleyi kuruyordu.

"Sizin Kıbrıs'a gelmenizi beklerken, ölüm haberinizi aldım. İçim yanıyor, size değil mezarınıza sarılıyorum."

İlk, ön otopsi sonuçlarına göre Aslı bir yastıkla boğularak öldürülmüştü ve katilin bir kadın olduğundan şüpheleniliyordu. Olay'ın olduğu gün Fikret Yıldırım'ın evinde ki bütün güvenlik kameraları ne hikmetse bozulduğu için polislerin katilin kim olduğunu bulmaları işlerini zorlaştırıyordu.

Rüya ortalıkta yoktu.

Fikret Yıldırım karakolda sadece bir gün kalmış ne Aslı'dan dolayı ne de patlamadan dolayı ceza almamıştı. Adalet terazisi yine kötü adamlara çalışmıştı.

Kısaca hayat acımasızlığının sivri dişlerini göstererek bizlere gülümsemişti. Ölen ölmüş, kalanlar hayatlarına kaldıkları yerden yaşamaya devam etmişlerdi. Hayat mı acımasızdı yoksa insanlar mı acımasızdı? Bence başa baş kapışırlardı. İkisi de acımasızdı.

Aslı'nın ölümü, Tunç'un hastaneden çıkması derken bir hafta koşuşturmayla geçti gitti. Tunç'u hastaneden çıkarttığımızda itiraz kabul etmeden onu bizim eve getirdim. Onun için misafir odasını hazırlattım ve kendi ellerimle ona baktım.

Bu süre içinde Melih ve o üç adamı Tunç'tan özür dilemişler ve aralarındaki sorunları halletmişlerdi. Benim kalbi güzel abim hemen onları affetmişti ama ben onun gibi hemen affetmeyecektim.

Tunç'a öyle davrandığı için Melih'le aramda iyice bir kopukluk oldu. Onunla mecbur kalmadıkça konuşmuyor tavrımı çok net belli ediyordum. Benden istediği herhangi bir tepkiyi alamayan Melih ise çıldırıyordu. Çıldırmak ne kelime deliriyordu.

Hele o üç adamla asla konuşmuyordum. Konuşmayı bırak yüzlerine bile bakmıyordum. Onların işi Melih'ten daha kötüydü. Hem ben konuşmuyordum hem de sevgilileri tabii Osman'ın sevgilisi Osman'a tavır almamıştı. Aslında Berna ve Ezgi'nin de tavır almasını ben istememiştim ama onlarda haksızlığa uğrayan Tunç'a destek veriyorlardı.

Bütün bu olanlardan tek keyifli olan Mehmet abiydi. Her zaman rahatça eve gelip yemeklerimi yiyen üçlüden daha çok eve gelmeye başlamış ve yediği yemeklerin fotoğrafını çekerek üçlüye atıp koca adam utanmadan onlara nispet yapıyordu. Yani davranışları öyle tuhaf öyle şaşırtıcıydı ki utanmasa bizim kızlarla Whatsapp grubu kuracaktı.

Tunç'un kaldığı odanın kapısını tıklattım içeriden gel diye komut gelince kapıyı açıp içeriye girdim. Tunç yatağa uzanmış telefonuyla ilgileniyordu beni görünce oturuşunu düzeltip elindeki telefonu bıraktı ve gülümsedi. Bende ona gülümseyerek karşılık verdim. Yanına ilerleyip yatağın ucuna oturdum ve elimdeki portakal suyunu ona uzattım.

"Güzelim niye zahmet ettin?" portakal suyunu aldı ve büyük bir yudum içti. "Görende üstümden tır geçti sanacak yahu. Bir hafta oldu iyileştim. Bırak da evime gideyim artık."

"Olmaz!" derken parmağımla daha dün dikişi alınan yarasını gösterdim. "Yara izinin yeri bile henüz geçmemiş." Kaşlarımı çattım. "Hem evde tek ne yapacaksın? Kal işte gözümün önünde. Tam iyileşmeden seni hiçbir yere göndermem abi."

"Kızım bak turp gibiyim." Ayağa kalkıp bir tur döndü. "İyileştim diyorum se—" kapı bir kez tıklatılıp açıldığında Tunç'un gözleri kocaman açıldı ve hemen akabinde Elif'in "Gelebilir miyim?" diyen sesi duyuldu.

Daha ben ne olduğunu anlamadan Tunç birden "Aman..." diye başını tutarak kendini yatağa attı. "Başım döndü. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Şöyle azıcık uzanayım."

Şok içinde Tunç'un çakallığına baktım. Resmen Elif'e doğru yürüyordu, aa pardon yürümek ne kelime bildiğin koşuyordu.

Hala kapı girişinde bekleyen Elif'e "Gel canım." Dedim. Elif küçük adımlarla yanımıza gelip olabildiğince soğuk bir ses tonuyla "Geçmiş olsun." Dedi ve gözleri kısaca Tunç'un yüzüne değdi.

Tunç "Sağ ol." Derken elini alnına koydu. "Ağrılarımda olmasa geçti gitti sayılır."

"Ağrın mı var abi? Hani turp gibiyim diyor—"

"Tabii ağrım var Ahu. Sonuçta patlamanın etkisiyle kaslı..." omuzlarını gererek Elif'e baktı. "Heybetli vücudum yerden yere savruldu."

Gözlerim kocaman açıldı. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Bahsettiği gibi asla olmamıştı patlamanın etkisiyle düşerken başını kapının sivri kenarına vurmuştu. Bu Elif'i etkilemek için yaptığı şeye içimden bana pes dedirtti.

"Öyle mi?" diye şaşkınca konuştu Elif. "Oysaki dedem dedi ki önemli bir şeyi yok sadece başını kapıya çarptığını söyledi."

"Hah kim uyduruyor bunları canım?" diye hayıflandı Tunç. "Bombayla boğuştum diyorum Elif'im."

"Nereden Elif'in oluyormuşum senin?"

Tunç dudağının kenarını kıvırdı ve masumca Elif'in gözlerinin içine baktı. "Tamam, Elif'im olmak istemiyorsan sevgilim ol o zaman."

Tunç gerçekten iflah olmaz bir âşıktı.

"Yavaş..!" dedi Elif ve ekledi. "Ağır ol biraz."

İkisinin birbirine gireceğini anladığımda oturduğum yerden kalktım ve tek tek ikisinin yüzünde gözlerimi gezdirdim. "Ben kızıma bakmaya gidiyorum. Rica ediyorum sizde birbirinizi yemeyin!" dedim ve onları yalnız bırakarak odadan çıktım.

Tunç'un yanına çıkmadan önce salonda oturan Berna'nın kucağına verdiğim kızımı almak için hızlı hızlı merdivenleri indim. Bugün başka bir usluydu hiç sesi soluğu çıkmıyordu. Şimdiye çoktan açıkmış olması lazımdı hatta uykusunun bile gelmesi gerekiyordu. Aynı evin içinde sürekli yan yana olduğum kızımı özlediğimi fark ettiğimde gülümsemeden edemedim.

Merdivenlerin sonuna gelip salona girecekken Çağlar ve Berna'nın sesini duymamla olduğum yerde durup dinledim.

"Berna, güzelim gözünü seveyim bitir şu trip işini. İmanım gevredi kızım." Diyen Çağlar'ın ses tonu sabırsızdı. "Yenge ayrı sen ayrı siktiniz gelmişimizi geçmişimizi!"

"Bebek var kucağımda düzgün konuş! Küfür etme!" diye çıkıştı Berna.

"Allah'ını seversen sen de iki kelam et benimle. Ulan bu nasıl iş anlamış değilim. Sorun yaşadığımız adam bizi affetti sen niye affetmiyorsun kızım?"

"Çağlar, farkında mısın bilmiyorum ama ağzından bir kez güzelim kelimesi çıkarken on kez kızım, lan, ulan ya da küfür çıkıyor."

"Şimdi bununla bizim konumuzun ne alakası var Berna? Konumuz senin Tunç yüzünden bana küsmüş olman. Beni eve almaman!"

"Çok alakası var. Ben zaten sana önceden sinirliydim paşam Tunç abide tuzu biberi oldu?"

"Ulan niye bana sinirli olduğundan benim haberim yok?" diye şaşkınca soran Çağlar'la daha fazla olduğum yerde beklemeyi bırakıp salona girdim. Ama ikisi birbirlerine o kadar çok odaklanmışlardı ki benim geldiğimi bile fark etmemişlerdi. Benim camının içi kızım ise uslu uslu Berna'nın kucağında duruyordu.

"İşte sen hep bunu yapıyorsun Çağlar. Beni sinirlendiriyorsun, yetmiyor çileden çıkartıyorsun ama farkına bile varmıyorsun!" dedi Berna.

"Eee farkına varmıyorsam söyle o zaman sende güzelim. Ne bekliyorsun benim farkına varmadığım şeyin kucağıma vahiy yoluyla inmesini mi?"

"Çağlar..." diye dişlerinin arasından kızgınca söylendi Berna. "Böyle konuşup beni sinirlendirme." Başını salladı. "Al işte söylüyorum. Bana yeterince vakit ayırmıyorsun. Aşırı derecede odunsun. Eve geldiğinde sanki elli yıllık evliymişiz gibi yemek yiyor, televizyonun karşısına geçiyorsun sonrada gidip yatıyorsun."

Çağlar elini Berna'nın saçlarına götürüp usulca okşadı. "Her gece sadece yatmadığımı biliyorsun. Başka güzel şeylerde yapıyoruz."

Berna'nın yanakları kızardığında, ben içimden keşke bu detayı bilmeseydim diye geçirdim. Berna kızaran yüzüne rağmen elinin tersiyle Çağlar'ın saçında olan elini itti. "Uzun bir süre o güzel şeyleri yapmayı bırak benim yatağımda bile yatmayacaksın!" konuşmanın devamının nasıl ilerleyeceğini duymak istemediğimden büyük adımlarla ve ses çıkartarak yanlarına yetiştim. İkisi aynı anda beni fark ettiler.

"Ahu..?"

"Yenge..?"

Ela'yı Berna'nın kucağından alıp kapıya doğru ilerlerken aynı anda da konuştum. "Ben Ela'yı uyutmaya gidiyorum." Salondan çıkıp kucağımdaki mis kokulu kızımla yatak odasına çıktım.

Önce Ela'nın karnını doyurdum sonra da uyuttum.

***

Gecenin bir yarısı terden sırılsıklam olmuş bir şekilde uyandım. Hemen başucumda duran sürahiden kendime bir bardak su doldurup kana kana içtim. Gözüm saate kaydığında gecenin ikisi olduğunu anca idrak edebildim. Ve idrak ettiğim başka bir şey daha vardı. Melih yanımda yoktu. Ya henüz gelmemişti ya da gelmiş ama odaya yanıma gelmek istememişti.

Üzerimdeki yorganı kaldırıp beşiğinde mışıl mışıl uyuyan kızıma baktım. O kadar çok terlemiştim ki üzerimdeki kıyafetler vücuduma yapışmıştı. Saçlarım ensemi yakıyordu. Bu durumda daha fazla duramayacağımı anladığımda yataktan kalkıp duş almak için banyoya girdim.

Üzerimdeki geceliği çıkarttım tam elim sutyenimin kopçasına gittiğinde kapı pat diye açıldı ve biz Melih'le göz göze geldik. Melih'in kararan ela gözleri vücudumda gezmeye başladığında derin bir soluk aldım ve "Çık dışarıya!" dedim.

Çıkmadı. Hatta içeriye girip kapıyı kapatıp kilitledi.

"Çıkmıyorum. Ben de duş alacağım." Gömleğinin düğmelerini gözlerimin içine bakarak açmaya başladı.

"Tamam..." dedim ve kapıya doğru adımladım. "Önce sen duş al ben sonra alırım." Elimi kapıya uzattığım anda elimden tutup önüme geçti. "Çıkmanı istemiyorum."

"Çıkacağım. Bırak elimi."

"Ahu..."

"Bırak dedim!"

Elimi bırakıp bu kez beni belimden sarıp bedenine yapıştırdı. "Bırakmıyorum. Hadi bıraktırsana!"

İkimizde kararlılıkla gözlerimizin içine bakıyorduk.

Melih'in iri elleri çıplak tenimde yavaşça hareket ettiğinde "Yetmez mi Ahu?" mümkünmüş gibi beni biraz daha kendine çekti. "Bu kadar uzaklık, bu kadar hasret yetmez mi?" yüzünü yüzüme yaklaştırdı. İkimizin dudakları arasında tek bir nefes boşluğu varken dudaklarımın üzerine doğru fısıldadı. "Yetmez mi sensizlikten cayır cayır yandığım." Ve dudaklarımızı birleştirdi.

Birleşen dudaklarımızla ağzımı aralayıp Melih'in alt dudağını dişlerimin arasına alıp hırsla ısırdım. Melih acıyla inleyip geri çekildiğinde dudağından kan akıyordu. Beni öperken bunun başına geleceğini tahmin etmeliydi.

"Siktir! Sen ne yaptın Ahu?"

"Sana bırak beni dedim. Dinleseydin beni..!"

"Lan..!" dedi Melih üstüne basarak ve kolumdan tutarak beni ters çevirdi. Kollarının arasında çırpınırken konuştu. "Ne kızım sendeki bu şiddet hali? İliğimi kuruttun. Böyle yaparak beni kendinden uzaklaştıracağını sanıyorsan yanılıyorsun!" sertçe boynumu öptü. "Acayip etkilendim yavrum."

Sinirden dolayı kan beynime sıçradığında kolumun dirsek kısmını karnına geçirdim ve Melih'in gevşeyen kollarının arasından çıktım. "Ahu..." diye öne doğru beni yakalamak için hamle yaptığında bana uzanan kolunu tutup ısırdım. Melih "Siktir! Acıdı lan." Diye inledi.

Serbest kalan bedenimle kapıdan çıkamayacağımı anladığımda duşa kabinin içine girip soğuk suyu açtım ve duş başlığını elime alarak Melih'in yüzüne doğru salladım. "Çekil kapının önünden yoksa seni buz gibi suyla ıslatırım."

Melih başını iki yana salladı. "Islat ulan! Hadi ıslat!" bana doğru adımladı.

"Gelme bak şaka yapmıyorum ıslatırım!"

"Aç suyu ıslat. Kızım sen beni neyle korkutuyorsun? Tam dört aydır soğuk suyla sayende haşır neşirim."

Melih'in adımları hızlandığında duş başlığını Melih'in üzerine tuttum. İlk başta suyun vücuduna değmesiyle irkilen Melih hemen kendini toparlayıp yanıma geldi ve büyük elleriyle elimdeki duş başlığını alıp benim üzerime tuttu. Çığlık atmama fırsat vermeden sürekli suyu başımdan aşağıya tutuyordu.

Küçücük bir boşluğundan faydalanıp duşa kabinden çıktığımda ayağımın kaymasıyla yere düşecekken Melih beni güçlü kollarıyla tuttu. Ama ben onun kolları arasında çırpınmaya devam ettiğim için bu kez ikimiz birden yeri boyladık. Daha doğrusu Melih sırt üstü yere düştü bende hemen onun üstüne düştüm.

Saçlarım iki yandan Melih'in omuzlarının üzerine savruldu. İkimiz de nefes nefese kalmıştık. Sonra birden Melih tek elini belime koydu diğer eliyle saçlarımı yüzümden çekti. Burnumun ucuna bir öpücük bırakıp geri çekildiğinde gözleri en koyu rengini almıştı.

"Şimdi söyle bakalım Ahu... Ben sana ne yapayım?" belimdeki elinin baskısını arttırdı. "Ya da seni sevmeye nerenden başlayayım?"

BÖLÜM SONU

🍎🍏🍎🍏

 

Loading...
0%