@esranurozer
|
Ahmet Kaya: İçimde Ölen Biri Var 🍎🍏🍎 "Güneş batıp gün karardığında, gecenin zifiri karanlığında saat tam gece yarısını gösterdiği vakit ben büyük bir zevkle Cevdet'in derisini yüzeceğim. Bu şerefe dâhil olmak istersen dayın seni bekliyor olacak aslanım." Çok uzaklardan cılız bir ses fısıldadı; kıyametin kopması yakındır. Boğucu bir sessizlik vardı ve bu sessizlik çanının ucunda ölüm ıslığı çalıyordu. Her yere saçılan kanı göremiyordum ama kokusunu burnumun ucunda hissediyordum. Yaşanacakların vahimliğini en derinden hissediyordum. Melih'in elinde tuttuğu kanlı notun bitti diye düşündüğümüz karanlık cehennemi yeniden başlatacağını hissediyordum. Fikret Yıldırım karanlığı ele geçirmiş ve savaş zırhlarını giymiş, çoktan kılıcı Melih'i hedef almıştı. Kulakları sağır eden ölümcül sessizlik içinde bulunduğumuz durumu giderek vahimleştiriyordu. Saniyeler hızla akıyor, hemen önümde duran adamın ela gözlerine yansıyordu. "Melih..?" dedi Mehmet abi sessizlik dağıldı. "Notta yazanlar... Gerçek mi?" konuşurken sesindeki yırtıcı hayvanın pençeleri boğazını parçaladı. Hissettim. "Mehmet abi..!" dedi Melih vurgulayarak. "Bunun saçmalık olduğunun farkında değil misin sen?" elindeki kâğıdı salladı. "Çok saçma amına koyayım!" "Ne var o kâğıdın içinde?" diye soran Tunç birkaç adımda Melih'in yanına geldi ve elini uzatıp kâğıdı aldı. Melih, Tunç'un kâğıdı almasına engel olmadı. Sinirliydi ama bir o kadarda rahattı. Tunç'un gözleri kâğıdın içindeki notta gezinirken kaşları anbean çatıldı. Gözlerini kâğıttan çekip Melih'in gözlerinin içine baktı. "Bu..." dedi kâğıdı usul usul sallarken. "Bu notta yazanlar gerçek mi lan?" "Kafayı mı yediniz?" diye çıkıştı Melih. Sert bakışları Tunç ve Mehmet abinin yüzünde dolandı. "Gerçekten kafayı mı yediniz?" Tunç, kıstığı gözlerini Melih'in gözlerine dikti. Yüz ifadesi elinde tuttuğu kâğıdın içinde yazanlara inandığını ispatlar gibiydi. Kıstığı gözlerinin içindeki açık kahverengi irisler keskinleşmiş, Melih'i hedef almıştı. "Karşıma geçip çatır çatır babamı öldürdüğünü söyledin." Tunç'un ses tonunun ilk kez buz gibi olduğuna şahitlik ediyordum. "Şimdi ise intikam diye inim inim inleyip, uğruna hayatımızı siktiğin dayın babamın ölmediğine dair sana not gönderiyor. Söylesene hanginiz doğrusunuz? Ya da..." derken Melih'e doğru tek bir adım attı. "Hangimiz kafayı yedik?" "Cevdet Demir'i öldürdüm!" Melih'in hırlar gibi sarf ettiği kelimeler Tunç'a ulaşmadı. Tıpkı haftalar önce yemek masasında Tunç'un onlara ulaşmayan kelimeleri gibi... "Aslanım..." diye araya girdi Mehmet abi. "Eğer gerçekten Cevdet Demir'i öldürme—" "Ne lan? Neyden bahsediyorsun amına koyayım. Cevdet Demir'in gerçekten yaşadığına bütün aklınla inanıyor musun? Gerçekten onu öldürmediğime ve onun dayımın eline geçtiğine ciddi ciddi inanıyor musun?" Melih hiddetle bağırdı. Mehmet abinin bakışları koyulaştı ve sertçe yutkundu. Hayır, inanmıyorum veyahut evet inanıyorum demedi. Sessiz kaldı. Sessiz kalması bile Melih'i öfkelendirmeye yetti. Sırtı gerildikçe gerildi, boynundaki damarlar patlayacakmış gibi şişti. "Bir şey söylesene! Cevap versene lan!" Mehmet abi bakışlarını kaçırdığında Ufuk "Yok artık amına koyayım. Mehmet abi sen Melih abiyi mi sorguluyorsun?" diye çıkıştı. "Saçmalama Mehmet abi." diye araya giren Osman'dan sonra sözü Çağlar aldı. "Eğer o beynin Melih abiyi sorgulamak gibi bir hataya düşüyorsa, git sık kafana Mehmet abi!" Üç adam Mehmet abiye yüklenirken, Melih sadece ona bakıyordu. Tunç'un gözleri ise Melih'in yüzünü talan ediyordu. Herkes birbirinden bir açıklama bekliyordu. "Benim sorgulayıp sorgulamamın ne önemi var?" diye en sonunda sessizliğini bozdu Mehmet abi. "Bütün yer altı bu durumu konuşuyor. Beyaz masanın mafya üyelerinin ağzında bu konu var. Fikret Yıldırım notu bilerek beyaz masaya bırakmış ben bile ustura Necmi'den öğrendim." Gözleri Melih'i buldu. "Beyaz masada oturan bütün mafyalar Fikret Yıldırım'a inanmışlar. Senin Cevdet Demir'i öldürdüğüne inanmıyorlar, hem de buna sebep Ahu'yu gösteriyorlar." "Ahu ne alaka?" diye soran Berna'nın sorusu havada asılı kaldı. Tunç "Ne demek Ahu'yu sebep gösteriyorlar?" diye sorunca az önce Berna'nın sorusunu yanıtlamayan Mehmet abi Tunç'un sorusunu yanıtladı. "Melih'in karısı için Cevdet Demir'i öldürmediğini, öldürdü gibi gösterdiğini düşünüyorlar. Beyaz masa Fikret Yıldırım tarafından kuruldu. Fikret Yıldırım'ın sözü onlar için her şeyden daha önce gelir." "Ben sikerim lan onların önceliğini!" diye bağırdı Çağlar. "Abimin ne zaman yalan söylediğini görmüşler? Cevdet Demir'i öldürdü!" "Çağlar doğru söylüyor. Cevdet Demir öldü! Melih abim öldürdü!" dedi Ufuk. Osman'da başını salladı. "Hepimiz Melih abinin Cevdet Demir'i öldürdüğünü biliyoruz. Bunu en çokta Fikret Yıldırım biliyor. Mezarlıkta Melih abi Cevdet'i öldürdüğünü söyledi." "Ulan madem çok güvendiğiniz abinizin babamı öldürdüğünü savunuyorsunuz az önce Mehmet abininde söylediği şeylere bir cevabınız var mı? Babamın cezaevinden hastaneye kaldırıldıktan sonra Fikret Yıldırım tarafından kaçırıldığını söyledi? Eğer babam öldüyse Fikret Yıldırım kimi kaçırdı?" iki elini başının yanına koydu. "Çıldıracağım..! Eğer gerçekten Melih babamı öldürdüyse Fikret Yıldırım kimin derisini yüzmeyi planlıyor?" "Fikret Yıldırım'ın bir palanı var. Beyaz masayı Melih'in üstüne kışkırtıyor." dedi ve ekledi Mehmet abi. "Güç gösterisi yapıyor. Melih'in öfkesine yenik düşüp yanına gelmesini istiyor. Beyaz masaya bakın ben hala bu masanın hâkimiyim Melih'i bile ayağıma getirdim demek istiyor." "Başarılıda oluyor." Dedi Melih sonunda sessizliğini bozararak. "Baksana kendi dost dediğim adamlarım bile benden şüphe duyuyorsa düşmana ne hacet var?" "Abi..." diyen üç adamın sesine Mehmet abinin "Melih..." diyen sesi eklendi. Melih elini havaya kaldırıp hepsini susturdu. "Susun! Hiçbirinizin açıklamasını dinlemek istemiyorum." Sesine yansıyan gazabın çırpınışını duyumsadım. Sonra sesi mümkünmüş gibi daha da serleşti. "Ben Melih Kılıçaslan'ım! Hiç kimsenin ayağına gitmem! Hiç kimsenin tuzağına düşmem!" başını usul usul salladı. "Mehmet abi..?" diye seslendi. "Söyle aslanım." "Tam iki saat içinde beyaz masada herkesi topla! Fikret Yıldırım'a haber uçur. Herkesi karşımda göreceğim! Ben değil o benim ayağıma gelecek!" "Melih aslanım bu—" "Sorgulama! Konuşma! Sadece dediklerimi yap!" Mehmet abi istemeyerek başını salladığında Melih'in bakışları tek tek Çağlar, Ufuk ve Osman'ı buldu. "Hazırlıklara başlayın on dakikaya çıkıyoruz." Dedi ve arkasını döndü. Göz göze geldiğimizde adımları sekteye uğramış gibi durdu. Yanımdan geçip gidebilirdi ama o gitmek yerine benden izin ister gibi gözlerimin içine bakıyordu. Ben bu sırada ne mi yapıyordum? Sözlerimle değil ama gözlerimle gitme diye haykırıyordum. Gitmesini istemiyordum, çünkü giderse tekrar mafya Melih olacağını biliyordum. Ayakta durmak beni oldukça zorluyordu. Gücümü kızımdan almak ister gibi Ela'yı göğsüme bastırdığımda Melih'in gözleri gözlerimden kızımıza kaydı. Aramızda yaşanan sessiz ama bir dolu anlam yüklü bakışmamız Tunç'un konuşmasıyla bozuldu. "Bende toplantıya katılacağım. Size güvenmiyorum. Babamı gerçekten öldürüp öldürmediğine anca böyle inanırım Melih." Melih'in bakışları Tunç'u bulduğunda "Beni zorlama Tunç. Cevdet'i öldürdüm!" "Neden sana inanayım?" dediğinde cümlesindeki vurgu tıpkı o yemek masasında onu suçladıklarıyla aynıydı. "Öldürdüm demen senin doğru söylediğini ispat etmez." Tunç Melih'i o gün onun söylediği cümlelerle vuruyordu. "Yavaş gel Tunç." Diye araya giren Çağlar'a doğru döndü Tunç ve kaşlarını çatarak konuştu. "Siz de bana katılmıyor musunuz?" "Tunç..!" diye dişlerinin arasında tısladı Melih. Ama Tunç'un durmak gibi bir niyeti yoktu. En büyük darbesini sona saklamıştı. Acımadı ve öfkeden gölge düşen acık kahverengi gözlerini Melih'in koyulaşan ela gözlerine dikti. "Ne var..? Ben senden her şey beklerim... Sonuçta sen Fikret Yıldırım'ın yeğeni değil misin? Bu ayrıntıyı unutmamak gerekir!" Tunç'un söylediği her bir söz taş olup Melih'in göğsüne çarptı. Tunç'un ne yapmak istediğini çok iyi anlamıştı. Aslı konusunda ona söylenen her bir sözü gerisin geriye Melih'in yüzene vurmuştu. Gün olmuş kervan dönmüş ve Tunç o kervanı ele geçirmişti. Melih tek kelime etmeden yüzüme dahi bakmadan hızla adımları merdivenleri döverek yukarıya çıktı. Ortamda oluşan kargaşaya kulak astım ve bende Melih'in arkasından yukarıya çıktım. Odaya girdiğimde Ela'yı beşiğe yatırdım ve giyinme odasına girdim. Melih üzerini değiştiriyordu. O kadar öfkeliydi ki sürekli küfür ediyordu. "Gidecek misin gerçekten?" diye sordum. Adımlarımı temkinli bir şekilde atarak yanına yaklaştım. "Gitme..! Gidersen iyi şeylerin olmayacağını hissediyorum." "Ahu, gideceğim." Siyah gömleğinin düğmelerini seri bir şekilde ilikledi. "Gideceğim ve o beyaz masanın etrafında toplanan benim söylediklerimde şüpheye düşen herkesin gelmişini geçmişini sikeceğim!" Siyah ceketini üzerine giydi. Baştan aşağıya simsiyaha bürünmüştü. "Melih—" "Beni engellemek için boşuna çaba harcama Ahu. Gideceğim dedim bitti!" "Şimdi öfkelisin biliyorum abimin söyledikleri de seni sinirlendirdi." Konuştukça Melih'in kaşları çatıldı. Ama ben durmadım konuşmaya devam ettim. "Ama abimin kötü bir niyeti yoktu. Sonuçta sizde ona Aslı konusunda böyle yargısız infaz yapmıştınız o da kendince senden öcünü böyle alma—" "Şuan karşımda durup benimle böyle konuşurken ciddi misin Ahu?" Melih'in kısık ama iliklerimi bile titreten ses tonu beni ürpertti. Gözleri avını parçalamak ister gibi gözlerimin içine bakıyordu. Sanki dudaklarımdan çıkacak tek bir cevabı dişleriyle paramparça edecek gibi bakıyordu bana. Öfkeli ama bir o kadar da sakin duruyordu. Siyahlara bürünmüş acımasız bir Azrail gibi ürkütücüydü. "Evet," dedim ve ekledim. "Abim o gün suçsuz olduğunda ne hissettiyse şuan sende tam olarak öyle hissediyorsun!" "Abini de sikeyim! Hissiyatını da sikeyim!" yumruğunu sertçe duvara geçirdi yerimde sıçradım. "Uzatacaksın değil mi Ahu? Taa yedi ceddine kadar uzatacaksın! Hiç unutmayacaksın, ısıtıp ısıtıp önüme koyacaksın!" "Bana bağırma!" diye bağırdım. "Bağırttırma!" diye bağırdı ve bir kez daha yumruğunu duvara vurdu. "Sen de beni zorlama! Bağırttırma! Kalbini bana kırdırtma!" Son sözleri bu oldu yanımdan hızla geçip gittiğinde, kapıyı da aynı hızda kapattı. *** Melih Kılıçaslan'ın anlatımıyla... Ben bir şeytan tarafından yetiştirilen bir ateştim. Şeytanı bile yakacak olan ateş. Dayım; çocukluğumu elimden çalan, benim annesiz kalmama sebep olan adam. Bu hikâyenin tek Şeytanı. Sabrımın bittiği yerdeydim. Patlamanın ardından daha haftalar geçmişken, böylesine bir atak yapmasını beklemediğim için hazırlıksız yakalanmıştım. Ve benim bütün sabrım bitmişti. Şeytan olan Fikret Yıldırım kendi elleriyle ateşe çevirdiği benim tarafımdan cayır cayır yanacaktı. Onu kendi acımasız silahıyla vuracaktım. Bugün bu toplantıda beyaz masa kana boyanacaktı. Ormanlık yola saptığımda Çağlar'ı aradım tek çalışta açılan telefonla "Her şey hazır mı?" diye sordum. "Söylediğin her şey hazır sayılır abi. Az önce Mehmet abiyle konuştum toplantıya bütün mafyaların katılacağını söyledi. Ufuk'ta Doktor Emre'yi yanına almış mezarı kazmaya başlamışlar bile en geç yarım saate cesedi çıkarmış olurlar. Osman çoktan toplantı yapılacak yere gitti. İstediğin gibi her bir açıya dinleme cihazı ve kamera yerleştirdi. Bizim depoda kendi kontrol edecek." "Tunç..?" dedim "O ne yapıyor?" Çağlar hırlar gibi bir ses çıkarttı ama sonra kendini hızla toparladı. "Abi Tunç Osman'ın yanında. Evde yaptığı atarlı giderli halleri yok şimdi. Toplantıya da katılmayacak Osman'la birlikte depoda kameraları inceleyecek. Şaşırtıcı ama bize ayak bağı olmuyor aksine yardımcı oluyor. Sen bunları düşünüp dert etme abi her şey kontrol altında. Plan tıkır tıkır işliyor." Tunç'un bana ihanet edeceğini zaten hiç düşünmüyordum. Olmadık bir zamanda davranışlarıma kırıldığı için acısını eline geçen kozla çıkartmak istedi. Onu anlıyordum. Ne yapmaya çalıştığını da anlıyordum. "Var mı başka bir şey?" diye sordu Çağlar. "Var..." dedim ve arabayı Hüseyin amcanın eski kullanılmayan tek odalı kulübesinin önünde durdurdum. "Fransa'da olan Ziya'ya ulaş ve bir saat içinde Canan Hanımın tedavi gördüğü kliniği boşaltmasını söyle ve tam saat gece yarısını gösterdiğinde kiniği patlatsın!" "Kusura bakma anlamadım abi. Sen şimdi diyorsun ki Fikret Yıldırım'ın Canan Hanım öldükten sonra kendisinin aldığı ve Canan Hanımın odasına kilit vurduğu klinikten mi bahsediyorsun?" Çağlar'ın tek tek ayrıntılarıyla vurguladığı sorusunu "Evet!" diye yanıtladım. Savaş zırhlarımı giymiştim bir kere. Öyle kuralı kuralı oynamak yoktu. Yaptığım hamleler bedeninde değil içinde yara bırakmalıydı. "Dayımın satın alıp sakladığı anılarını yok edeceğim. Ziya bu patlama işini titizlikle halletsin!" "Tamam abi. Hemen ayarlıyorum!" Telefonu kapattım ve arabadan indim. Ayağımın altında ezilen taşlaşmış toprağın çıkarttığı ses buz gibi esen rüzgârın uğultusuna karışıyordu. Rüzgâr sert ve güçlü bir şekilde esiyordu. Sanki böyle kuvvetli eserse bedenimi ve ruhumu esir alan ateşi söndüreceğini düşünüyor gibiydi. Rüzgâr esiyor, benim ateşim daha da yükseliyordu. Kulübenin kapısının iki yanında hazır olda bekleyen korumalar saygıyla bana bir baş selamı verdiklerinde selamlarına başımı sallayarak karşılık verdim. "İçeride mi?" diye sordum, öfkeyle. "Evet, içeride Melih Bey. Başında iki koruma bekliyor." Aldığım cevapla başımı sallayıp içeriye girmek için bir adım attığımda korumalar benden önce davranıp benim için kapıyı açtılar. İçeriye girdim ve kapıyı kapattım. Zaten küçücük olan kulübenin içinde gözlerim direkt onunla karşılaştı. Ali Kemal; dayımın en has adamı... Mehmet abinin babası. Ama ne baba sırf Fikret Yıldırım için oğlunu ardında bırakarak yıllarca dayımla birlikte ölü olarak yaşamayı göze alarak oğlunun yaşarken ölmesine sebep olan baba gibi baba! Kulübenin küçüklüğünden dolayı aramızda anca beş-altı adımlık bir mesafe vardı. Siyah bir sandalyenin üstüne oturtulmuştu. Her iki yanında korumlar duruyordu. Gerçi korumalar olmasaydı da kaçabilecek gibi durmuyordu. Yaşlıydı. Nefes alırken bile solukları kesik kesik çıkıyordu. Hatta şuan sandalyede dik bir şekilde zar zor oturuyordu. "Melih Kılıçaslan, demek bütün bu cümbüşün sebebi sendin." Derken etrafı kırışmış gözlerinin hedefi gözlerimdi. "Bu cümbüşe gerek yoktu. Söyleseydin ben kendim gelirdim evlat." "Cık... O zaman tadı çıkmazdı. Böyle daha zevkli ihtiyar." Aramızda düz bomboş bir bakışma geçti. "Ne istiyorsun evlat?" diye sordu. Sesinin titremesi meraktan değildi, bunu çok bariz hissediyordum. "Sen ne duymayı bekliyorsun?" iki adım atarak aramızdaki mesafeyi azalttım. "Ya da bildiklerini duymaktan mı korkuyorsun?" Sesli güldü ama yaşlı bedeni ve ciğerleri bu gülmeye yetecek kadar nefes sağlayamadığından öksürmeye başladı. En sonunda kesilen öksürüğüyle derin bir nefes alıp yüzüme baktı. "Dayına karşı böyle mi meydan okuyorsun evlat? Benden sana bir tavsiye yapma! Benim dayına olan bağlılığımı biliyorsun... Tüm dünya biliyor." "Biliyorum..." başımı ağır ağır salladım. "Tıpkı Mehmet abinin bana olan bağlılığı gibi seninde dayıma olan bağlılığını biliyorum." Gözlerinden gecen anlık kara sis yüzüne yansıdı. "Mehmet abinin seninle olan tek benzerliği bu körü körüne bağlanmak. Onun dışında Mehmet abi asla sana benzemiyor Ali Kemal!" "Mehmet benim oğlum!" dedi ve sustu. Devamını getirmeye onunda cesareti yoktu. Mehmet abinin hayatını mahvederken oğlu olduğunu göz ardı ettiği gerçeklik üzerine çöktü. "Beni bununla sınamaya mı geldin Melih? Beni oğlumla öldürmeye mi geldin? Eğer öyleyse ben zaten ölü bir adamım. Daha önce ölmüş olan adam bir kez daha ölmez!" "Hayır!" dedim, sertçe. "Ne seni sınamaya geldim. Ne de seni kendi ellerimle öldürmeye geldim." "Peki, o zaman neden buradayım ben?" diye sordu. Yüzüne ve sesine yansıyan merak öylesine baskındı ki, bunca zamandır beni hiç tanımıyormuş gibi bakıyordu. "Öleceksin..!" dedim gözleri büyüdü. "Ama bu ne benim elimden olacak nede Mehmet abinin elinden olacak! Ama yinede bugün burada öleceksin!" "Benimle dalga geçiyorsun!" Gayriihtiyarî gülümsedi. "Ölmeme Fikret Yıldırım asla izin vermez! Hele damarlarında benim kanımı taşıyan oğlum babasının ölmesine göz yummaz!" "Hangi babası..?" diye sordum. "Yıllar önce ölen babası mı?" "Melih Kılıçaslan ateşle oynuyorsun. Fikret'i benimle vurmaya çalışıyorsun görebiliyorum." Yutkundu. "Ölürüm... Ben Fikret Yıldırım için bir saniye bile düşünmeden ölürüm!" "Merak etme öleceksin! Nasıl öldüğünü uğruna öldüğün Fikret Yıldırıma zevkle izleteceğim. Sen öleceksin, Fikret Yıldırım'ın kılı bile kıpırdamayacak! Bu sahneyi Mehmet abiyle zevkle izleyeceğiz!" "Mehmet beni öldüreceğini biliyor mu?" sesi ilk kez titredi. Nefes alırken zorlandı. "Ölmemi o mu istedi." Ağır ağır başımı salladım. "Evet, ölmeni o istedi ama ne gariptir ki seni bizzat kendisi öldürmek istemedi. Eline senin kanını bulaştırmak istemedi." Kollarımı göğsümde birleştirip kaşlarımı çattım. "Ne acı değil mi? Sen yaşarken son kez canlı olarak yüzünü bile görmek istemedi." "Melih..." gözlerini kapattı. "Yapma!" Durmadım, görünmez yumruklarımı tam göğsünün üstüne indirmeye devam ettim. "Ama sana bir haberim var. Oğlun bizzat kendisi nasıl ölmen gerektiğine karar verdi." Gözlerini ışık hızıyla açtı. "12 bıçak darbesi..." dedim ve ekledim. "Tam karnından 12 kere bıçaklanarak öleceksin! Tıpkı annesini 12 kez karnından bıçaklayarak öldürdüğün gibi sende karnından 12 kez bıçaklanarak öleceksin! Bu oğlunun sana layık gördüğü bir ölüm. Sevinmelisin..!" "Hayır..!" diye haykırdı. Umursamadım arkamı döndüm. "Hayır, Melih..!" dedi adımlarım kapıya kadar yetişti. "O kadın ölmeyi hak etti. Ben o kadın gibi ölmeyi hak etmiyorum!" kapıyı açtım. "Mehmet doğduğunda bile beni sevmedi. Ölmeyi hak etti. Kalbinde ben değil başkası vardı. Ben ona insaf ettim kalbindekiyle onu öldürdüm. Ben o kadınla bir değilim!" Kapıyı sertçe kapattığımda bile sesi kulübenin dışına kadar geliyordu. Kulaklarım sesine sağır oldu. Adımlarım sekteye uğramadı. Arabama bindiğim gibi kulübenin önünden uzaklaştım. Araba orman yolunda hızla ilerlerken Mehmet abinin beyaz masaya herkesin eksiksiz geldiğini söyledi. Beni bekliyorlardı. Biraz daha beklemeleri gerekiyordu. Üç saat sonra yanlarına gidecektim. Tam üç saatin sonunda toplantı yapılacak depoya gittiğimde deponun gizli yer altına açılan- beyaz masanın olduğu odaya doğru yavaş adımlarla ilerledim. Dar ve penceresiz koridorda odanın içindekilerin sesini duyuyordum. "Saatlerdir burada bekliyoruz Mehmet! Bizi buraya topladı ama kendisi ortalıkta yok! Ne zaman gelecek Melih Kılıçaslan?" diyen kişi Rıfat'tı. Silah kaçakçısı tek göz Rıfat. "Evet, saatler oldu. Kıçımız koltuklara yapıştı amına koyayım. Nerede kaldı bu adam?" diye konuşan kişi ise ustura Necmi'ydi. "Az sabırlı olun!" dedi Mehmet abi. "Gelecek..!" Bu iki adam en sabırsız olan mafyalardı. Raconun büyüğünü keserler ama benim karşıma gelince süt dökmüş kediye dönerlerdi. Fikret Yıldırım'dan çekinirlerdi ama benden ise deli gibi korkarlardı. Şimdi bu masada oturmalarının tek sebebi benden korkmalarıydı. Demir kapının önünde elleri önlerinde bekleyen iki adamıma kapıyı açmaları için bir baş işareti yaptım. Demir kapıyı iki adam bütün kuvvetlerini kullanarak açtıklarında, çıkan gürültülü ses kulakları tırmaladı. İçeriye girdiğimde beyaz masanın etrafında oturan herkes ayağa kalktı. "Bir şey mi diyordunuz beyler duyamadım?" Yan yana oturan Rıfat ve Necmi birbirine bakıp sıkıntıyla nefes verdiklerinde tam karşılarında oturan ve beyaz masanın en yaşlı mafyası kara Aziz konuştu. "Senin ne zaman geleceğini konuşurduk Kılıçaslan. Malum saatlerdir seni bekliyoruz." Cevap vermedim beyaz masanın başköşesine benim için yerleştirilmiş, aslan kafası işlemeli koltuğa oturdum. Sağımda Mehmet abi oturuyordu. Çağlar ise hemen sol tarafımda ayakta hazırda bekliyordu. Sol tarafta bana yakın olan kısımda kara Aziz, onun yanında kasırga Süleyman ve Kelleci Hasan oturuyordu. Karşılarında Mehmet abinin yanı başına sırasıyla tek göz Rıfat ve ustura Necmi oturuyordu. Benim karşıma tahtadan derme çatma bir sandalye yerleştirilmişti. Bu eski sandalyeyi Fikret Yıldırım için yerleştirmelerini istedim. "Beklemeseydiniz!" dediğimde hepsinin şaşkın bakışları yüzümü buldu. "Fikret Yıldırım'ın yapacağı gösteriyi izlemeye gitseydiniz!" hepsi sus pus oldu. "Eminim ki Fikret Yıldırım'ı deri yüzerken izlemek size daha çok zevk verirdi!" dedim. Kasırga Süleyman boğazını sesli bir şekilde temizledi. "Yapma Melih Fikret Yıldırıma inansaydık burada değil senin dediğin gibi onun yanında olurduk." "Hepinizin," derken elimi masaya koyup parmaklarımla ritim tuttum. "Fikret Yıldırama inandığınızı biliyorum. Bu masada karşımda oturuyor olmanız bu gerçeği değiştirmiyor!" "Evet, şahsen ben inandım." Dedi kelleci Hasan. "Sonuçta Fikret Yıldırım büyük mafya! Bu beyaz masayı bile o kurdu. Daha sen üç yaşında çocukken senin için üzerinde oturduğun koltuğu yaptırdı. Fikret Yıldırımın adı geçtiğinde önünü ilikleyen nice mafyalar bilirim ben. Rusya ve Fransa'yla yaptığı işleri duydukça nasıl tüylerimin diken diken olduğunu bilirim." Bakışlarını masadaki adamların üzerinde tek tek gezdirdi ve en son benim gözlerimde durdu. "Fikret Yıldırımın canlı canlı adamların dersini yüzüp tuza gömdüğüne kaç kez şahitlik ettim – ettik saymayı bıraktım." "Eee sadede gel Hasan!" dedi Mehmet abi. "Demem o ki, Fikret Yıldırıma inanmamak olanaksız!" kaşları havaya kalktı. "Eee senin durumunda ortada Melih. Evlendikten sonra masadan uzaklaştın. Bu işlerden yavaşça elini ayağını çekmeye çalıştın. Dayınla aranda sıkıntı çıktı sen tekrardan masaya döndün!" Arkama yaslandım. Konuştuklarını hiç umursamadan öylece tepkisizce dinledim. "Fikret Yıldırım benim dayım değil düşmanım!" masadan uğultu şeklinde sesler yükseldiğinde ben kolumdaki saate baktım. 23:40'ı gösteriyordu. Gece yarısına tam yirmi dakika kalmıştı. "Bugün buraya Fikret Yıldırımla olan düşmanlığımı size de ilan etmeye geldim!" Demir kapı gürültüyle açıldı ve ilk önce Fikret Yıldırımın "Aslanım..." diyen sesi duyuldu. Sonra da kendisi göründü. Az önce benim için ayağa kalkan masadaki adamlar Fikret Yıldırım içinde ayağa kalkacaklarken gözlerinin içine bakmamla gerisin geriye yerlerine oturdular. Fikret Yıldırım büyük bir kahkaha attı. "Demek beni böyle karşılıyorsunuz?" bakışları karşımda duran derme çatma tahta sandalyeye kaydı. Kahkahası kesildi, yüzünde belli belirsiz bir gülümseme kaldı. "Olsun..." derken sandalyeye doğru ilerleyip tam karşıma oturdu. "Seninle aynı masada karşılıklı oturacaksam her şey olsun." Kolumdaki saate tekrar baktım. "Senin burada ne işin var tam gece yarısında Cevdet Demirin derisini yüzüyor olman gerekmiyor muydu?" Başını salladı. "Eee sen gelmeyince ben senin ayağına geleyim dedim aslanım." Masaya doğru eğildi. "Biz seninle düşman değiliz!" Bende masaya doğru eğildim ve gözlerinin içine baktım. "Düşmanız..!" dedim. Gözlerimizden çıkan alevler masayı yakacak kıvama gelmişti. "Nasıl yani? Cevdet yaşıyor mu yoksa yaşamıyor mu?" diye sordu tek göz Rıfat. "Cevap ver!" dedim öfkeyle. "Yaşamıyor." Dedi ve arkasına yaslandı. "Blöf yaptım. Melih Cevdet'i öldürdü." Masadaki herkes but kesilmiş gibi kala kaldıklarında Fikret Yıldırım bir kez daha konuştu. "Melih'in kendisine gelmesi gerekiyordu. Bende dayısı olarak blöf yaptım ve onu kendine getirdim." Hissizce gülümsedi. "Hem fena mı oldu. Sizin içinde dayı yeğeni karşı karşıya görmek sürpriz oldu." "Son yedi dakika abi." Diye kulağıma fısıldadı Çağlar. Başımı salladım ve masadakilere hitaben konuştum. "Eee o zaman beyler hazırsanız benimde bir sürprizim var." Gözlerimi Fikret Yıldırımın gözlerinin içine diktim. "Dayıma..!" diye cümlemi tamamladım. Masadakilerin gözleri Fikret Yıldırım ve benim üzerimde mekik dokurken "Çalıştır videoyu Çağlar." Dememle Çağlar duvara monte edilen projeksiyona ilk videoyu yansıttı. Herkesin bakışları videoya odaklandığında, Fikret Yıldırımda gözlerini benden çekip projeksiyonun ekranına kaydı. Gece yarısına tam bir dakika vardı. Siyah ekranda beşten geriye doğru geri sayım başladı ve biten sayımla ekranda Canan Hanımın tedavi gördüğü Fransa'da ki klinik belirdi. "Sakın..!" diye hırladı Fikret Yıldırım. "Sakın Melih sakın..!" "On..." dedim gözlerinin içine bakarak. "Dokuz, sekiz." "Melih..!" "Yedi, altı." Dedi Mehmet abi. Onu Çağlar takip etti ve "Beş, dört." Dedi. Fikret Yıldırımın kahve gözleri karardı. "Üç, iki, bir..." Klinik havaya uçtu. Ekranı patlamadan dolayı çıkan alevler kapladı. Fikret Yıldırımın kahverengi gözlerine yansıdı o alevler. Sonra gözlerini kapattı kısa bir süre nefesini düzene sokmaya çalıştı. Gözlerini açmasını sabırla bekledim. Gözlerini açtığında içine yansıyan kaybediş duygusunu görmeyi bütün sabrımla bekledim. Ağır ağır gözlerini açtığında, Canan Hanımı bir kez daha gözlerinde gömdüğünü gördüm. "Sen benim düşmanımsın! Ben düşmanımın canını 'Cananını' elinden alırım." "Sen benim düşmanım değilsin!" dişlerinin arasından tısladı. "Asla düşmanım değilsin." Gülümsedim. "Sürprizim bitmedi daha, devam et Çağlar." Der demez Çağlar ikinci videoyu açtı. Ekranda mezarlık belirdi. Mezarlıkta bir dolu koruma vardı ve en önemlisi Doktor Emre ve Ufuk iki mezarın arasında duruyorlardı. Mezarın biri kazılmış boştu. Diğeri ise doluydu. Ekran Ufuk ve Emre'yi tam yakınlaşıp gösterdiğinde boş mezarın başucunda duran tahtadan mezar taşını eline aldı Ufuk. Tahtadan mezar taşında Cevdet Demirin adı yazıyordu. Ufuk, mezar taşını dolu mezarın başının ucuna sapladı ve yerde duran diğer tahtadan mezar taşını eline aldı. Herkes pür dikkat ekrana kilitlenmişti. Ufuk boş mezarın başının ucuna elindeki tahtadan mezar taşını sapladı ve kameranın görüş acısından çıkmasıyla mezar taşında yazan Ali Kemal Kozcu ismi kabak gibi ortaya çıktı. Fikret Yıldırım bir hışımla ayağa kalktı. "Bu ne demek oluyor lan?!"kükreyişi masadaki herkesi yerinden sıçrattı. "Ali Kemal'in adı niye orada yazılı?" Ekran tekrar karardığında "Cevdet Demire yeni mezar kazdırdım ve onun eski mezarına Ali Kemal'i gömeceğim." Dedim ve ekledim. "İzle..!" Ekran tekrar açıldı ve bu kez Ali Kemal'in olduğu kulübe ekrana yansıdı. Her iki tarafında ellerinde bıçak olan iki koruma iki kez başlarını sallayıp bıçağı havaya kaldırdığında "Hayır..!" diye bağırdı Fikret Yıldırım tam bu esnada Ali Kemal karnına ilk bıçak darbesini yedi. "Durdur şunu Melih!" dedi Fikret Yıldırım bir bıçak darbesi daha aldı en has adamı. Mehmet abi üçüncü bıçak darbesinde daha fazla dayanamadı ve başını yan tarafa çevirdi. Fikret Yıldırımın dur çığlıklarının arasında Ali Kemal tam 12 kez bıçak darbesi yiyerek kanlar içinde bir sandalyenin üstünde son nefesini verdi. "Lan..!" diyerek sandalyeye çöktü Fikret Yıldırım. Avuç içlerini sayısız masaya vurdu. "Durdur lan..! Durdur..!" "Sen benim düşmanımsın Fikret Yıldırım! Ben düşmanımı en güvendiği yerden vururum onu kimsesiz, güvensiz bırakırım." Bakışlarımı masada oturan adamlara çevirdim. "Hepiniz şahitsiniz Fikret Yıldırım benim düşmanım!" Oturduğum koltuktan kalktım."Buda sana son ikazım olsun Fikret Yıldırım. Ben düşmanıma hiç acımam!" Fikret Yıldırımı arkamda bırakıp bir adım attığımda "Melih..." diye seslenmesiyle olduğum yerde kaldım ve ağır hareketlerle önümü dönüp omumla göz teması kurdum. "Biz seninle düşman değiliz aslanım. Seninle asla düşman olmayacağım." Kaşlarımı alayla havaya kaldırdım. O ise bu tavrıma karşılık gözlerini kısarak bana baktı. "Dünyayı karşıma alırım. Dünyayla düşman olurum ama seninle asla düşman değilim." Oturduğu sandalyeden ayağa kalktı. "Evet, canıma acımadın. Evet, en güvendiğim yerden vurdun. Başımla gözüm üstüne. Elbette bunun bir hesabı görülür." Gözleri gittikçe kararıp kahverengi irislerinde alevler çıktığında ardı ardına yutkundu. "Bende senin nefesini kendi ellerimle alıp seni nefessiz bırakım, ödeşmiş oluruz aslanım." Vurguladığı şeyle aniden iki kaburgamın arasına sert bir tekme yemiş gibi sarsıldım. "Merak etme böyle 12 bıçak darbesiyle değil. Tam kalbin ilan ettiğin şah damarına küçük bir bıçak darbesiyle nefesini keserim." Her şey bu dakikadan itibaren oldu. Kalbimdeki korku beynimi tetikledi. Çocukluğum, gençliğim, intikamım her şey bir toz bulutu olup uçtu. Belimden çıkarttığım silahın emniyet kilidini açıp Fikret Yıldırımın tam kalbini nişan alıp tek bir el ateş ettim. Fikret Yıldırım kalbinin tam iki santim üstünden kurşun yemesine rağmen bana gülümseyerek baktı. Yere yığılmadan önce "Aslanım..." dedi fısıldayarak ve tahta sandalyeyle birlikte sırt üstü düştü. Etrafta ona doğru koşuşturan adamların sesleri kulağıma bir uğultu şeklinde geliyordu. Mehmet abi ve Çağlar'ın adımı seslenmeleri bana bir türlü yetişmiyordu. Benim gözüm kulağım yerde benim silahımdan çıkan kurşunla kanlar içinde yatan Fikret Yıldırımdaydı. Tek bir kurşunla çocukluğumun tek kahramanı olan dayımın katili oldum. *** Ahu Kılıçaslan'ın anlatımıyla... Ellince arayışımada cevap vermeyen Tunç'u bir kez daha aradım. Telefon tam kapanacakken Tunç telefonu cevapladı. "Alo, Ahu..." sesi cılız ve yorgun geliyordu. "Abi... Çok şükür sonunda telefonumu açabildiniz? Hepinizi kaç kez aradım hiç biriniz açmadınız. Hayır, kaç saattir yoksunuz öldüm meraktan. Gece iki oldu ya. Melih yanında mı?" Telefondan ses gelmeyince kapattı mı diye kulağımdan çekip baktım. Konuşma hala devam ediyordu. "Abi..?" diye seslendim. "Orada mısın?" Tunç'un sıkkın nefesi telefonu doldurdu. "Buradayım Ahu." "Ne oluyor? Melih nerede?" aklıma gelen kötü ihtimallerle elimi kalbime koydum "Yoksa ona bir-" "Sakin ol Ahu." diye sözümü kesti Tunç. "Melih iyi. Çıktı o gelir birazdan eve." "Kötü bir şey olmuş, ne oldu? Söyle abi ne oldu?" "Oldu bir şeyler Ahu." Tunç'un sesi titredi. Aldığı nefesler hep sıkıntılıydı. "Melih..." dedi kötü haberi duyurur gibi adını telaffuz etti. "Fikret Yıldırımı vurdu." "Ne!?" "Vurdu. Gözünü bile kırpmadan vurdu. Başına büyük bela aldı. Eğer Fikret Yıldırımın burulduğunu Rusya'da ki bağlantıları duyarsa Melih için hiç iyi olmaz." Telaş bütün vücudumu esir altına aldı ve ben tir tir titremeye başladım. "Nasıl yani abi? Melih'e bir şey olmaz değil mi?" "Eğer Fikret Yıldırım ölürse ve bunu Rusya duyarsa Melih bir sürü düşman edinmiş olacak. Bunu diyeceğim aklımın ucundan bile geçmezdi ama Fikret Yıldırımın şuan ölmemesi lazım Ahu. Sen bu kadar savunmasızken, Ela daha çok küçükken bu adamın ölmemesi lazım. Melih, siz onun hayatında varken savaşamaz. Onların kaybedecek hiçbir şeyleri yok ama Melih'in var." Duyduklarım kalbimde kocaman bir boşluk açtığında Tunç'a başka bir şey söylemeden telefonu kapattım ve yatak odasına çıktım. Beşiğinde uyuyan kızıma bakıp sessiz hıçkırıklara boğuldum. Ağladıkça Melih'e öfkelendim. Bizi düşünmeden hareket ettiği için ona içimden defalarca saydırdım. Ağladıkça öfkem azalmadı aksine daha çok arttı. Sadece gece lambasının aydınlattığı yatak odasında yatağın üstüne oturmuş, sırtımıda yatak başlığına dayamış Melih'i bekliyordum. Zaten o da yaklaşık yarım saat sonra eve geldi. Sessiz evin içinde merdivenden gelen ayak seslerini duydum. Birkaç adım sesi daha ve sonra odanın kapısı sessizce açıldı. Karanlığın içinde Melih ile gözlerimiz kesişti. O, yorgun baktı. Ben ise öfkeli. Sadece baktı, baktım, baktık. Bir süre bekledikten sonra gözlerini gözlerimden çekmeden içeriye girdi. Kapıyı yavaşça kapattı ve sırtını kapıya yasladı. "Nasıl böyle bir şey yaparsın? Nasıl bizi düşünmezsin?" "Ahu..." "Nasıl bu kadar bencil olabiliyorsun Melih?" öfkeli olmama rağmen sesimin titremesine engel olamadım. "Ya sen sırf güç gösteri yapacaksın diye neden kızımızı tehlikeye atıyorsun?" Melih'in gözleri saniyelik bir zaman diliminde Ela'nın beşiğine kaydı. Ama gözlerini çok uzun tutamadı beşikte ve tekrar benim gözlerimi buldu. "Ne biliyor musun Melih suçun büyüğü bende. Sana güvenip bu tehlikeli hayatına rağmen hamile kaldım-" "Sus Ahu!" Susmadım. Dilimin kemiği yoktu. Öfkemi onu acıtarak çıkartmak istedim. "Sen, bizi düşünmeden hareket ediyorsun. Daha kızımız minicikken patır patır adam öldürüyorsun. Katil oluyorsun. Değişmek için çaba sarf etmiyorsun. Her zaman olduğu gibi yakıp yıkıyorsun." "Evet! Ben tam senin söylediğin gibiyim Ahu!" "Kötüsün..!" dedim ve ekledim. "O silahı çekerken bir kez bile bizi düşünmeden hareket ettiğin için kötüsün." Öfke beni ele geçirmişti kendimi durduramıyordum. "Sen baba olamayacak kadar kötüsün." Cümlem biter bitmez elimi ağzıma kapattım. Melih'in gözlerinde gördüğüm ölü yakarış anında söylediklerim için beni pişman etti. Böyle bir şey söylemek istemiyordum. Kelimeler bir anda dudaklarımdan döküldü. "Melih özür dilerim. Be-Ben öyle söylemek is—" "Aklısın Ahu..." dedi ve ekledi. "Ama bir kere be..." acıyla inledi. "Bir kere sadece bir kere Ahu..." sertçe yutkundu. Sanki sözleri değilde ben boğazına yumru olmuşum gibi ardı ardına hiç durmadan yutkundu. "Beni anlamaya çalış. Beni bir kere gör... Yahu bir kere kendini benim yerime koy..!" Gece lambasının aydınlattığı odada Melih'in koyulaşmış ela gözlerinin kederiyle yüzleştim. "Neden yaptın diye sorma! Bunu sana yaptırmaya ne mecbur etti diye sor. Sen neden kötüsün diye sorma! Seni kötülüğe ne bulaştırdı diye sor!" Karanlık mı üzerime geliyordu, yoksa Melih'in sesine yansıyan savunmasız tını mı? "Evet," dedi bir itirafa hazırlandığını haykırır gibi. "Yaptım..! Hiç acımadım. Elime bir kez daha kan bulaştırdım." Cılız ışığın içinde gözlerinden gözlerime uzanan lavların yakıcılığını hissediyordum. Tıpkı onu ilk gördüğüm gün gibi bakıyordu gözleri. Acımasız ve hissizdi. "Vurdum onu..! Tam kalbinin iki santim üstünden vurdum." Boğazını yarıp geçen acı nefesi yutkundu. "Nefesimi benden almak istedi. Bende onun nefesini kestim." Gözleri gittikçe kararıp, ela irislerine gölge düşürdüğünde dudakları bir kez daha aralandı ve sanki boğazı yırtıcı bir hayvanın pençeleri tarafından parçalanıyormuş gibi fısıldadı. "Fikret Yıldırım'ı kalbinden tek bir kurşunla vurdum..!" "Melih ben—" "Sen beni anlamasan da olur Ahu. Ben seni hep severim." "Melih..." bir hıçkırık kaçtı boğazımdan engel olamadım. "Baba olamayacak kadar kötü olsam da. Sen beni baba yaptığın için ben mutluyum Ahu." Hıçkırıklarım sesli bir ağlayışa dönüştü. "Özür dilerim Melih. Ben boşboğazlık ettim. Sen kötü bir baba değil—" "Ahu..!" diyerek sözümü kesti. "Boşuna nefesini tüketme!" hissizce gülümsedi. "Korkma da. Ben seni de kızımı da korurum. Hep korudum, hep korumaya da devam edeceğim!" Kapıdan sırtını ayırdı ve banyoya doğru ilerledi. Bende hemen yataktan kalkıp arkasından ilerledim. Banyonun kapısına geldiğimizde Melih'in telefonu çaldı. Melih cebinden çıkarttığı telefonun ekranına baktığında Mehmet abinin adını gördüm. Melih telefonu açıp kulağına koydu ve Mehmet abinin sesi duyuldu. "Melih, Fikret Yıldırım öldü." BÖLÜM SONU. |
0% |