Yeni Üyelik
8.
Bölüm

7. Bölüm

@esranurozer

                                                                  

Sezen AKSU: Seni Kimler Aldı

Ah zaman, acımasız, zalim zaman; her şeye ilaç bana yara olan zaman. Sabredip bekledikçe geçmeyen acılara gebe bırakan zalim zaman;

Melih'in bana annemi gösterdiği günün üstünden tam bir ay geçmişti. Bu bir ayda Melih'le mecbur kalmadıkça yan yana gelmemiş, aramıza aşılamaz mesafeler koymuştuk.

Tekin, o vahim günden sonra kendini işine vermiş, gerekmedikçe eve bile uğramamıştı.

Tekin'in kendini işine vermesi haliyle Berna'nın da gözünden kaçmamıştı. Şimdi Berna ile onun şirin cafesinde oturuyordum. Bakışlarımı önümde yarısı bitmiş elmalı kurabiyelere diktim. Sabahın erken saatlerinde Berna'nın yıldırıcı mesajları sonucunda gözümü cafede açmıştım. Tekin ile olan ilişkilerini evirip çevirip kaçıncı kez anlattığının sayısını sayamaz olmuştum. Tekin'i çok sevdiği her halinden belliydi, Tekin'de Berna'yı seviyordu. Aşk kavramı bu ikisini bulmuş ve onları bir kalpte birleştirmişti. Benim hayalini bile kuramayacağım kadar imkânsız bir şeyi gözümün önünde yaşıyorlardı.

"Ahu" diyerek kolumu dürten Berna'nın sesiyle bakışlarımı elmalı kurabiyelerden çekip Berna'nın bal rengi gözlerine diktim.

"Kaç oldu sana sesleniyorum. Dinlemiyor musun beni?" diyerek sitem etti. "Dalmışım, hiç farkında değilim."

"Farkında olmadığını görebiliyorum." Diyerek ensesini zor kapatan kısa sarı saçlarını eliyle kulağının arkasına koydu. "Senin aklın nerede çiçeğim?" diyerek sinsice güldü. Başını bana doğru biraz daha yaklaştırdı. Gözleriyle etrafı inceledi, dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Yoksa Melih'in doğum günün için aldığı hediyeyi mi düşünüyorsun?" dedi.

Gözlerim, duyduklarım yüzünden kocaman açıldı. Hala kulağımın dibinde olan Berna'yı dirseğimle itekledim. "Saçmalama Berna" dedim kızgınca. Berna oturduğu koltuğa biraz daha yerleşti ve elmalı kurabiyelerden bir tane alarak ağzına attı. Hızlıca çiğneyip yuttuğu kurabiyeden sonra "Ay ne var canım, sonuçta sen Melih Kılıçaslan'ın nişanlısısın ve bugün senin doğum günün tabi ki de ultra zengin nişanlının sana ne hediye aldığını düşüneceksin." Dedi nefes bile almadan bitirdi cümlesini.

"Tabi canım zorla nişanlandığım ultra zengin nişanlımın doğum günümde alacağı hediyeyi düşünmekten kafayı yemek üzereyim." Dedim. Berna cafeyi inletecek kadar gür bir kahkaha attı. "İşte benim kızım." Diyerek yanaklarıma sulu bir öpücük bıraktı. "Düşünme bu kadar çok Ahu... Hem ben sana bugün düşünmeyi yasaklıyorum." Dedi yalancı bir kızgınlıkla. "İçimdeki kötü gelini ortaya çıkarttırma bana... Valla bak görümce falan demem alırım aklını ona göre." Diyerek elini masaya hafifçe vurdu. Onun bu haline daha fazla dayanamadım ve bende onunkini aratmayacak bir kahkaha attım.

"Hah şöyle gül işte iki gözümün çiçeği." Dedi ve beni kolları arasına aldı. Burada her koşulda yanımda olan tek insandı Berna. Bu hallere sırf beni güldürmek için girerdi ve de başarırdı. Koşulsuzca yanında güldüğüm, ağladığım tek dostumdu.

Berna ile biraz daha oturup sohbet ettikten sonra akşam Melih'in ayarladığı doğum günü kutlamasına hazırlanmak için birbirimizden ayrıldık. Silahlı çatışmadan sonra Melih'in kesin emri üzerine her gittiğim yere beni kendisinin ayarladığı korumayla gidip geliyordum.

Arabada bekleyen Osman, cafeden çıktığımı görünce arabadan indi. Arabanın yanına seri adımlarla ilerleyip Osman'ın benim için açtığı arka kapıya yaklaşıp arabadan içeriye girip oturdum. Osman kapıyı kapattı ve sürücü koltuğuna geçip oturdu. Arabayı çalıştıran Osman dikiz aynasından bakışlarını bana çevirdi. "Yenge saat kaç gibi gelip alayım seni?" diye sordu saygılı bir şekilde.

Benimle dikiz aynasıyla göz teması kuran Osman'a "Senin gelmene gerek yok. Ben Tunç abimle geleceğim." Dedim hiçbir duygu barındırmayan sesimle. "Abimin haberi var mı yenge?" diye soran Osman'a cevap vermedim. Bakışlarımı dikiz aynasından çekip yola odakladım. Sanki sorduğu sorunun muhatabı değilmişim gibi onu duymazdan geldim. Böylelikle Osman'da konuşmanın burada bittiğini anlamış oldu.

Araba yaşadığım evin önünde durduğunda Osman'a hiçbir şey söylemeden arabadan indim. Melih'in çevresinde olan hiçbir şeyi benimsememiş ve onlarla aramda asla bir bağ kurmamıştım. Benim yirmi yılımı tek bir sözüyle silen adamın çevresindeki insanlarla hiç bir şey yokmuş gibi hayatıma devam etmedim. Benim bağ kurduğum insanlar Bursa'da kaldı. Bursa'da bıraktığım hayatımın üzerine başka bir hayat kurmadım. İstanbul'da ben Berna dışında kimsesizdim.

Anahtarla evin kapısını açıp içeriye girer girmez Füsun Hanımın sesini duydum. Ses salondan geliyordu. Adımlarımı salona yönlendirdim, salona girdiğimde Füsun Hanımın babama söylendiğini babamın da Füsun Hanıma tepki vermeden televizyon izlediğini gördüm.

"Allah aşkına Cevdet böylemi duracaksın?" diye sordu Füsun Hanım. Beni fark etmemişti. Yine birileri damarına basmış olacak ki babama söyleniyordu. Sorduğu soruya cevap alamayan Füsun Hanım oturduğu koltuktan ayağa kalkarak babamın karşısına geçti.

"Sen anca böyle otur tamam mı? Melih, resmen doğum günü yemeğine gelmeyin dedi diyorum." Diyerek sitem etti. Ellerini saçlarının arasından geçirerek "Bir şey söyle, bir şey yap!" diye bağırdı. Babam bakışlarını televizyon ekranından çekmeden "Ne yapayım Füsun." Derin bir nefes aldı. "Sanki Ahu'yu çok seviyormuşsun gibi doğum günü yemeğini dert ediyorsun." Dedi haklı bir sitemle. Konuşmanın devamını dinlemek istemedim odama gitmek için arkamı döndüğümde Tunç'la burun buruna geldik. Tunç, elleri pantolonunun cebinde, dudağında yamuk bir gülüşle beni izliyordu. "Kapı mı dinliyorsun Ahu?" diye sordu sesinde ayıplar bir ton vardı.

"Tam olarak kapı dinlediğim söylenemez. Sadece kulak misafiri oluyordum." Dedim sesimde kapı dinlerken yakalanmanın mahcubiyeti vardı. "Sadece kulak misafiri oluyordun?" dedi sorar gibi kaşlarını havaya kaldırarak Tunç.

"Evet." Boğazımı temizleyerek yüzüme samimi bir gülümseme yerleştirdim. "Sadece kulak misafiri oluyordum." Güldüğümü gören Tunç yalancı kızgınlığına bir son verip benimle birlikte gülmeye başladı."Sana bugün kızmayacağım uslu bir kız ol ve git yukarıda doğum günün için hazırlan." Dedi bir abi şefkatiyle; başımı olumlu anlamda sallayıp merdivenlere doğru ilerlerken bir kere daha Tunç'un sesini duydum. "Gözünü seveyim Ahu beni çok bekletme!" diye bağırdı. Onun bu hallerine gülerek odama çıktım. Odama girer girmez kendimi banyoya attım.

***

Karşımdaki boydan aynaya yansıyan görüntümü süzüyordum. Üzerimde siyah, uzun kollu, yerlere kadar uzanan, bir elbise vardı. Elbisede tek dekolte olan sol bacağımdaki derin yırtmacıydı, onun dışında elbisenin her yeri kapalıydı. Belime kadar gelen koyu kahve saçlarımı, düzleştirmiş ve serbest bırakmıştım. Ne kadar makyaj yapsam da yüzümdeki mutsuzluğumu örtemeyeceğim için, sadece kirpiklerimi rimellemiş ve dudağıma pastel tonda bir ruj sürmüştüm. Hazırdım işte kendi doğum günüme ölüden hallice gitmeye hazırdım. Etrafımdaki insanlara yapmacık gülümsemeye, her şey yolunda gibi davranmaya, mutluluktan ölecek gibi bir izlenim yaratmaya hazırdım.

Beni bekleyen Tunç'u daha fazla bekletmemek için aynanın karşısından çekildim. Yatağımın üzerinde duran elbisemle aynı renk küçük çantamı elime aldım ve odadan çıktım. Merdivenlerin başına gelince ayağımdaki topuklu ayakkabılarımın çıkardığı sesin sayesinde Tunç'un dikkatini çekmiştim. Tunç dudaklarıyla bir ıslık çaldı ve oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. "Fıstık gibi olmuşsun güzelim." Diyerek beni kolları arasına aldı. Bende vakit kaybetmeden kollarımı Tunç'un beline doladım. Kulağına doğru "Teşekkür ederim." Dedim kıkırdayarak.

"Babana sarılmak yok mu kızım?" diye soran babamın sesiyle Tunç'tan ayrıldım ve babamın yanına gidip ona da sarıldım. Kollarını bana güven vermek ister gibi saran babama biraz daha sokuldum. Yirmi yılımı heba eden babamı affetmem zor olmadı. Çünkü onu affetmek istedim, ben onu olduğu gibi değil ama kendim böyle görmek istediğim için affettim. Söz konusu annem ya da benim kendi hayatımsa oldukça bencil oluyordum. Başkalarının ne düşündüğü değil de benim nasıl hissettiğim önemli oluyordu. Bende heba olan yirmi yılıma bencillik ederek babamı affetmiş ve geçip giden yirmi yılımı unutmuş gibi yapmıştım.

"Çok güzel olmuşsun kızım." Kollarını benden ayırdı iki eliyle yüzümü kavradı ve dudaklarını anlıma bastırarak sıcacık bir buse bıraktı. "İyi ki doğdun kızım... En güzel yaşlar senin olsun kızım." Diyerek bir kez daha dudaklarını anlıma bastırdı. Mavi gözlerine teşekkür eder gibi gülümseyerek baktım.

"Doğum günün kutlu olsun Ahu... Bizim davetli olmadığımız bu gecede iyi eğlenceler size" diyerek sitemle ve imalı konuşan Füsun Hanımın sesi babamın kollarından ayrılmama yeterli bir sebep olmuştu. Girişte bekleyen Tunç'un yanına ilerlerken bir kez daha konuştu Füsun Hanım "İşte bu kız böyle yabani Cevdet! Baksana bir teşekkür bile etmiyor Ahu Hanım!"

"Anne!"

"Ne var yalan mı?"

"Yeter Füsun!" diye çıkışan babam bakışlarını bize çevirdi. "Hadi siz gidin artık... İyi eğlenceler." Dedi. Kapıyı açıp çıkacakken Füsun Hanımın "Hep bana yeter zaten." Diyerek üste çıkar gibi söylenmesini duydum.

Tunç'un arabasına bindik ve Melih'in ayarladığı yere doğru yola çıktık. Yaklaşık kırk beş dakika süren yolculuğumuzun ardından İstanbul'un ünlü gece kulüplerinden biri olan 'Black Night'ın' önünde durduk. Tunç, arabayı park etmesi için anahtarı görevliye verdi. Benim yanıma gelip koluna girmem için kaşlarıyla kolunu işaret etti. Tunç'un koluna girdim ve gece kulübünün içine girdik.

Gece kulübüne girerken bizi karşılayan kulakları sağır edecek kadar çok yüksek müzik sesi oldu. Geniş bir alan etrafında ikili üçlü şeklinde duran siyah koltuklar, geniş alanın sağında boydan boya bar tezgâhı, tezgâhın biraz ilerisinde yüksek bir alana konumlanmış DJ ve geniş alanda kendini kaybetmiş gibi dans eden insan yığını vardı.

Tunç seri şekilde sol tarafta bulunan kırmızı merdivenlere doğru çekiştirdi beni. Merdivenleri tırmandıkça sesler bir uğultu gibi gelmeye başlamıştı. Sanırım burası elit insanlar için ayrılan bir yerdi. Merdivenler bitince bizi karşılayan yatıştırıcı slow müzik sesi oldu. Tepede yanıp sönen yeşil, sarı ışıklandırma, boş bırakılan küçük bir alan etrafında L şeklinde konumlanmış kırmızı koltuklar ve ortasında bulunan siyah masalar vardı. Bu alanda bulunan altı koltuk vardı ve bizimkilerle birlikte sadece üçü doluydu.

Tam merdivenlerin karşısında ki koltuğa oturan Melih'lerin yanına doğru ilerledik. Bizi fark etmemişlerdi. Masada tam kadro herkes vardı. Berna, Tekin, Mehmet abi, Ezgi, Ufuk, Çağlar, Osman ve hatta Rüya bile buradaydı. Masaya yaklaştığımızı gören İlk Berna oldu, bize doğru el sallayınca masadaki herkesin böylelikle dikkatini çekmiş olduk. Masaya yaklaşınca Berna sanki bugün saatlerce beraber vakit geçirmemişiz gibi beni ahtapot misali kollarıyla sardı. Üzerinde bal rengi gözlerine yakışan haki yeşili, bir tulum vardı. Berna'dan ayrıldıktan sonra Ezgi yanıma gelip samimice sarıldı bana. Onunda üzerinde dizine kadar gelen beyaz bir elbise vardı. Kızıl kıvırcık saçları beyaz elbisesinin üzerine dökülmüş, Ezgi'yi daha da hoş göstermişti. Rüya, oturduğu yerden kalkıp bana sarılmanın gereksiz olduğunu düşünmüş olacak ki sadece başıyla selamladı beni. Buradan çıktıktan sonra bir düğüne gidecekmiş gibi yaptığı makyajıyla iri, çekik mavi gözlerini ön plana çıkarmış, üzerine siyah mini etek ve onu tamamlayacak kırmızı askılı bir gömlek giymişti.

Selamlaşma faslı bitince bizim için hazırlanan masaya oturduk. Dakikalar saatleri kovaladı ve zaman hızlı bir şekilde ilerledi. Akıp giden bu zamanda Ezgi ile Ufuk çocuklar gibi eğlenmiş herkesin yüzünde gülümseme bırakmıştı. Tekin ve Berna birkaç kez aşk dolu bakışmalarıyla dans etmişlerdi. Masada olan bütün herkes kendi çapında eğleniyordu. Ben ise Melih'in yanında öylece oturuyordum ve etrafımda çılgınca eğlenen insanlara bakıyor arada fersiz dudaklarıma inceden bir gülümseme konduruyordum.

Melih'in telefonunun çalma sesi kulaklarıma doldu. Melih, ceketinin cebinde olan telefonu eline aldı, içeride gürültü çok olduğu için burada konuşamayacağını anlayınca yanımdan kalkarak üst kata çıkan merdivenlere doğru ilerledi. Bakışlarımı Melih'ten çekip geniş alanda dans eden Ezgi ve Ufuk çiftine odakladım. Ufuk, Ezgi'ye öyle güzel bakıyordu ki, sanki bu kadar sert ve acımasız biri kendisi değilmiş gibi. Kaybetmekten korkar gibi, yeşil gözlerine hapsetmek ister gibi bakıyordu. Ezgi'nin yanında o mafyavari adam gidiyor yerine on yaşında bir oğlan çocuğu geliyordu. İkisinin bir birine olan aşkı tek kelimeyle, kıskanılası bir şeydi.

Saatlerdir bana işkence gibi gelen doğum günümün bitmesini istiyordum. Burada benim dışımda herkes çok mutluydu ve ben buna daha fazla katlanmak istemiyordum. Gözlerimle etrafı hafiften taradım. Çağlar ve Osman kendi aralarında konuşuyordu, Tunç ile Mehmet abi ellerindeki telefonla ilgileniyordu. Tekin'le Berna birbirlerine yapışmış kendi aralarında konuşup gülüşüyordu. Ezgi ile Ufuk zaten dans ediyordu, masada Melih ve Rüya yoktu. Melih gideli neredeyse yarım saat olacaktı, onun gelmesini beklemek yerine oturduğum yerden kalktım ve az önce onun tırmandığı merdivenleri tırmandım. Yalnız konuşmamız daha iyi olacaktı, ona bir an önce doğum günümü bitirmesini ve eve gitmek istediğimi söyleyecektim.

Merdivenlerin sonuna geldiğimde uzun ince bir koridor beni karşıladı. Koridor sağa sola olmak üzere ikiye ayrılmıştı. Sağ tarafta bulunan yer lavabolara aitti. Sol taraf ise terasa çıkıyordu. Melih'in telefon görüşmesini lavaboda yapmayacağını bildiğim için sol tarafta olan terasa doğru ilerledim. Terasın cam kapısının önüne geldiğimde kapıyı açtım tam içeriye girecektim ki görüş açıma giren Rüya ve Melih'i konuşurken görmemle olduğum yerde durdum.

Kendilerini konuşmaya o kadar çok kaptırmışlardı ki benim kapıyı açtığımı fark bile etmediler. Girişte beklemeye bir son vererek iki adım attım ne konuştuklarını duyabilmek için.

"Asabımı bozma benim Rüya!" dedi Melih dişlerini arasından. "Melih... Görmüyor musun?" diyerek bir adım atarak Melih'e biraz daha yaklaştı. "Sadece bir kez, bir kerecik baksan göreceksin... Ama bakmıyorsun." Diye konuştu Rüya sesinde çaresiz bir yalvarma vardı. Sanki acı çekiyor gibiydi. Melih, damarlarını buradan bile gördüğüm iri ellerini, gür kumral saçlarından geçirdi. Sabrının sınırlarında olduğunu anlamak çok zor değildi. Yukarıya doğru kaldırdı başını ve sinirli bir şekilde "Off..." diye bağırdı.

"Sinirlerimi bozuyorsun Rüya!" diyerek bakışlarını Rüya'nın çekik iri mavi gözlerine dikti. Sinirlerinin bozulmasından Rüya'yı sorumlu tutması çok saçmaydı çünkü kendisinin sinirleri doğuştan bozuktu.

Rüya, Melih'e biraz daha yaklaştı ve narin elleriyle Melih'in kaslı kollarını tuttu. "Melih..." büyükçe yutkundu. Biraz daha yaklaştı. Gözlerimi karşımda anlamlandıramadığım kadar çok yakın duran ikiliye dikmiş sesimi çıkarmadan onları izliyordum. Ne arkamı dönüp gidebiliyordum ne de onlara burada olduğumu belli edebiliyordum. "Melih... "diyerek tekrar konuşan Rüya'nın gözleri beni buldu. Benim duygusuz gözlerim onun kararlı mavi gözleriyle çarpıştı.

Rüya bakışlarını benden çekti, parmak uçlarıyla yükselip dudaklarını Melih'in dolgun dudaklarına yapıştırdı. Saniyelik şaşkınlığa uğrayan gözlerim kocaman açıldı. Rüya, beni görmesine rağmen, bana meydan okuyarak Melih'i öpmüştü. Melih'te benim gibi şaşırmış olacak ki öylece tepkisizce dudaklarında Rüya'nın dudaklarıyla bekledi. Üzerindeki şaşkınlığı atan Melih, Rüya'yı hiç nazik olamayacak bir şekilde itti. Rüya'nın mavi gözleri hala bana bakıyordu. Melih Rüya'nın bakışlarını takip ederek başını benim bulunduğum tarafa çevirdi.

Benim parlayan kahve gözlerim Melih'in dumura uğramış ela gözleriyle kesişti. Aramızdaki mesafeye rağmen gözlerinden akıttığı zehri kendi gözlerimde hissettim. Onları böyle görmek bana hiçbir şey hissettirmemişti. Daha çok mutlu olmuştum. Çünkü Melih'in dudaklarına değen Rüya'nın dudakları benim asla Melih'in Ahu'su olamayacağımı bana haykırmıştı. Yüzüme bugün asla uğramayan keyifli bir gülümseme yerleştirdim ve arkamı dönüp terastan çıktım. Melih'in arkamdan geldiğini hissedebiliyordum. Merdivenlerin başına gelmiştim ki Melih, elleriyle kollarımı kavrayıp beni kendine çekti.

"Nereye gidiyorsun Ahu?" diye sordu dişlerini sıkarak. "Kolumu bırak." Dedim sorusunu hiçe sayarak. Kolumu biraz daha sıkarak "Nereye gidiyorsun dedim?" dedi.

"Aşağıya ineceğim bugün benim doğum günüm ve ben sabaha kadar eğleneceğim." Dedim kinayeli bir ses tonuyla. Melih, gözlerini iki saniye kadar kapatıp geri açtı. Öfkeliydi, bu umursamaz tavrım onu çileden çıkarmıştı. Ela gözleri hangi duyguyu taşıyacağını bilemez gibi fersizleşmişti. Kolumu kavrayan elini serbest bıraktı, sıkkın bir nefes bıraktı az önce Rüya'nın öptüğü dolgun dudaklarından.

"Az önce gördüğün şey..." yutkundu yutkununca hareket eden âdemelmasının çıkardığı sesi duydum. "Yanlış anladın! Göründüğü gibi değil." Diyerek cümlesini tamamladı. Gözlerim benden bağımsız bir şekilde dudaklarına takıldı daha sonra yavaşça gözlerine çıktı bakışlarım. "Gördüğüm şeyin doğrusuyla ve ya yanlışıyla ilgilenmiyorum."

"Ahu..." diye konuşmaya çalışan Melih'i sağ elimin işaret parmağını kaldırıp sus çizgisine parmağımı bastırarak susturdum. Az önce Rüya'nın dudakları olan dudaklarda şimdi benim parmağım ev sahipliği yapıyordu.

"Biliyor musun?" diye sordum. Melih, neyi der gibi gözlerime baktı. Hala parmağım Melih'in dolgun dudaklarının üstündeydi.

"Az önce gördüğüm şey... Bu güne kadar aldığım en güzel doğum günü hediyemdi." Dedim. Melih'in koyu ela gözlerinde şaşkınlığın getirdiği bir afallama oluştu. Sanki görünmez biri zamanı durdurmuş gibi sadece gözlerime bakıyordu. Gözleriyle benimle konuşmak ister gibi ağzını açıp tek kelime etmiyordu. Melih'in afallamış halinden yararlanmak isteyen yanım önce dudaklarının üzerinde olan parmağımı çekmemi sağladı ve daha sonrada arkamı dönüp oradan uzaklaşmama yardımcı oldu.

Melih'i orada bırakıp gittim. Onu arkamda bıraktım ve emin adımlarla aşağıya indim.

Yüzümdeki gülümsemeyle masaya geçip oturdum. Berna bana sokularak "Neye gülüyorsun sen?" diye sordu. Bakışlarımı Berna'ya çevirdim yanağını sıkarak "Şimdi değil... Sana sonra anlatırım." Dedim kıkırdayarak.

Birkaç dakika sonra Melih'te geldi yanıma oturdu ve telefonu çalmadan önce içi dolu olan içki kadehini tek dikişle kafasına dikerek içti. Garsona eliyle yenisini doldurması için işaret etti. Dolan kadehi bir kez daha başına dikti. Bu sırada da Rüya'da masaya teşrif etmişti. Yüzünde bana yakalanmanın verdiği zerre utanç yoktu. Az önce yaşananlar yaşanmamış gibi gelip masaya oturdu ve ortama ayak uydurdu. Ezgi ve Berna aynı anda "Hadi doğum günü pastası gelsin." Diyerek gülüştüler. Onların bu sevinçlerine bende ortak olarak ellerimi birkaç kez çırptım. Bu hareketimle yanımda oturan Melih'in dikkatini üzerime çekerek alev alan gözlerinden nasibimi almış oldum.

Garson, eliyle tuttuğu iki katlı, meyveli doğum günü pastasını masamıza getirip bıraktı. Üzerine yerleştirdiği mumları yaktı ve bir köşeye çekildi. Masada bulunan herkesin aynı anda "İyi ki doğdun Ahu... İyi ki doğdun... İyi ki doğdun... Mutlu yıllar sana..." diyerek çığlık çığlığa bağırmalarının sonunda bütün nefesimle pastanın üstündeki mumları üfleyerek söndürdüm. Garson servis etmek için pastayı önümden aldı, ustaca dilimlediği pastadan herkese verdi ve yanımızdan gitti.

"İyi ki doğdun güzelim." Diyerek elindeki hediye paketini bana doğru uzatan Tunç'a baktım. Gülümseyerek elinden aldığım hediye paketini masanın üzerine bıraktım ve Tunç'a sıkıca sarıldım. "Teşekkür ederim."

Masanın üzerine bıraktığım hediye paketini alarak açtım. İçinden dijital fotoğraf makinesi çıkınca bakışlarımı tekrar Tunç'a çevirdim. "Bir şeylerin fotoğrafını çekmeye bayılıyorsun." Kocaman gülümsedi "Sana başka bir hediye almayı hiç düşünmedim. Bu makine en çok senin eline yakışıyor." Dedi kendinden emin bir sesle. Yüzümdeki gülümseme daha da büyüdü. "Çok beğendim... Teşekkür ederim."

Tunç'la derin bakışmamız Berna'nın şen sesiyle son buldu. "Bu da benim hediyem iki gözümün çiçeği." Diyerek elinde tuttuğu hediye paketini bana uzattı.

Berna'nın uzattığı paketi elime alıp direk açtım. İçinde dış kapağında elma deseni olan bir fotoğraf albümü çıktı. "Çektiğin güzel fotoğrafları bu albümde toplarsın artık." Diyerek kıkırdadı. Kollarımı boynuna sarıp kulağına doğru fısıldadım "İyi ki varsın iki gözümün çiçeği." Dedim. Berna'dan ayrılınca bu kez Ezgi araya girerek bana sarıldı ve elinde tuttuğu hediye paketini bana uzattı. "Bu da Ufuk'la benim hediyem."

Hediye paketini açtım içinden ünlü bir markanın parfüm seti vardı. Bakışlarımı iki aşığın üzerine diktim. "Teşekkür ederim." Dedim. Mehmet abi oturduğu yerden kalkarak elinde tuttuğu paketlenmemiş mücevher kutusunu bana uzattı. "Nice güzel yaşların olsun Ahu... Bu da Rüya ile benim hediyem." Dedi. Mehmet abinin elinde tuttuğu mücevher kutusunu elime aldım, bakışlarımı Rüya'ya çevirdim. Umursamaz bakışlarını gözlerime diken Rüya'ya "Teşekkür ederim." Dedim. Rüya'yla olan düelloları aratmayacak bakışmamız Berna'nın konuşmasıyla son buldu.

"Eee Melih enişteciğim senin hediyen nerede?" ellerini iki kez çırptı. "Ne aldın Ahu'ya" diye sordu. Melih konuşacakken ona izin vermeden direk ben konuştum.

"Melih, bana hediyemi verdi." Dedim. "Ne verdi mi? Biz niye görmedik?" diye şaşkınlıkla soran Berna'ya "Burada gösteremem... Ama sana bizzat anlatacağım." Dedim göz kırparak. Melih, sürekli yenisi dolan içki kadehini bir kez daha başına dikti ve sert bir şekilde biten kadehi masaya bıraktı. Gözleri alev almış, cayır cayır yanıyordu.

"Yenge" diyerek boğazını temizleyen Çağlar benimle birlikte herkesin dikkatini çekmişti. Bütün gözler Çağların üzerindeydi. Çağlar yanında duran Osman'ın omzuna dokunarak kaşıyla bir şeyler işaret etti. Osman, Çağlar'ın ne demek istediğini anlayarak masadan kalktı ve yanımızdan uzaklaştı. "Yenge" diye tekrardan konuşan Çağlar'ı "Yenge demeyi mi öğreniyorsun? Oğlum, sabahtan beri yenge deyip duruyorsun." Diyerek susturdu Ufuk.

"İzin verirsen konuşacağım!"

"Konuşamıyorsun ki... Keşke kâğıda yazsaydın bakarak konuşurdun."

"Hadi lan oradan tırtıl." Diyen Çağlar tekrar bakışlarını bana çevirdi. Ceketinin cebinden rulo şeklinde sarılmış ve ortasından fiyonk şeklinde bağlanmış kurdelesi olan bir kâğıt çıkardı. Benimle birlikte herkes Çağlar'a merakla bakıyordu. "Lan gerçekten de kâğıttan mı okuyacaksın yoksa?" diyerek soran Ufuk'a yandan bir bakış attı Çağlar.

"Yenge bu da Osman'la benim hediyem." Diyerek elindeki rulo şeklinde olan kâğıdı bana uzattı. Elime aldığım kâğıda şaşkınlık ve merakla bakıyordum. Tam kâğıdı açmak üzereydim ki Osman elinde elma dolu bir sepetle masaya geldi ve sepeti benim önüme koydu. "Doğum günün kutlu olsun yenge." Dedi ve elleriyle gözlüğünü düzeltti. Masada olan herkes gibi bende şaşkınca elma sepetine bakıyordum.

"Osman, elmamı aldınız Ahu'ya?" diye sordu Mehmet abi, sesine yansıyan şaşkınlığı gizlemeden. Osman'ın cevap vermesine müsaade etmeden Çağlar konuştu.

"Aslında sadece elma almış sayılmayız. Esas hediye yengenin elinde." Diyerek kaşlarıyla elimde rulo şeklinde sarılı olan kâğıdı işaret etti. Bakışlarımı elimdeki kâğıda çevirip hızlı bir şekilde kâğıdı açtım. Gördüğüm şeyle gözlerim yuvalarından çıkacak kadar çok açıldı. Bakışlarımı Çağlar ve Osman'a diktim. "Bana tarlamı aldınız?" diye sordum şaşkınlıkla. Çağlar'ın soruma cevap vermesine fırsat vermeden Melih, oturduğu yerden kalktı ve elimdeki tapuyu alıp inceledi. Bakışlarını yan yana duran iki iri adama çevirip "Bu ne lan?" diye sordu hiddetle.

Çağlar sakalsız çenesini eliyle kaşıdı, mavi gözlerini bir saniye kadar benim gözlerime değdirdi. Sıkıntılı bir nefes verip bakışlarını Melih'in gözlerine dikti. Ortamda bangır bangır çalan müziğe rağmen bizim masada sessizlik rüzgârları esiyordu.

"Abi yenge en çok elma yemeyi seviyor... Bizde Osman'la elma bahçesi alalım dedik." Gözlerini masada ki herkesin üzerinde gezdirdi, en son benim gözlerimde kaldı gözleri "Fena mı ettik yani?" diye sordu.

Melih'in elinden elma tarlasının tapusunu aldım yüzüme samimi bir gülümseme yerleştirdim. "Çok güzel düşünmüşsünüz." Elimdeki tapuyu havaya kaldırarak salladım "Çünkü ben bu hediyeye bayıldım." Diyerek kıkırdadım. Osman ile Çağlar aynı anda "Valla mı?" diye sordular. "Valla." Dedim.

"Vay hainler beni niye hediyenize ortak etmediniz?" diye çıkıştı Ufuk. Çağlar, gömleğinin yakasını düzeltir gibi yaptı. "Bizim hediyemizde tırtılın ne işi var oğlum." Diyerek güldü. "Yemin ederim kıskanç herifin tekisin sen Çağlar." Bakışlarını yanında oturan Ezgi'ye dikti. "Kelebeğimle benim aşkımı kıskanıyorsun sen." Diyerek cümlesini bitirdi. Ufuk'un bu cümlesine hepimiz güldük. Masada bir anda eğlenceli bir ortam oluşmuştu. Çağlar ve Ufuk'un tatlı atışmaları herkesi güldürmüştü. Buna bende dâhil olmak üzere herkesin yüzünde gülümseme vardı.

Kesilen doğum günü pastalarımızı yemiştik. Hatta ben bir sepet dolusu elmamdan bile yemiştim. Saatler giderek ilerliyordu. Melih'in yüzünde sinir yoktu ama öfkesinden tam arındığı da söylenemezdi. Rüya, Mehmet abi dışında hiç kimseyle muhatap olmuyor sanki asil bir insanmış gibi olduğu yerde oturmuş ara ara şarabını yudumluyordu. Benim sağımda Berna solumda Melih oturuyordu.

Berna ile elimdeki tapuyu inceliyor olmadık hayaller kuruyorduk. Tam bu sırada Tekin, boğazını temizleyerek dikkati üzerine çekti. Bakışlarını benim gözlerime sabitledi. Mavi gözlerinin irisleri koyulaşmış, adeta lacivert olmuştu. Gözlerinin içinde sayısız zafer filizleri yeşermişti. "Ahu..." elini havaya kaldırıp girişi işaret etti. "İşte benim hediyem." Dedi kendinden emin bir sesle. Eliyle işaret ettiği girişe başımı çevirip baktım. Hediye diye adlandırdığı şeyi görünce buza kestim. Böyle bir şeyle karşılaşmayı beklemeyen kalbim, kan pompalamayı unutmuş gibi atmayı bırakmıştı. Gözlerim karşımdaki görüntünün gerçekliğini sorgular gibi öylece bakıyordu. İşte üç yıldır kaçtığım gerçeğim tam karşımda bana doğru adımlıyordu.

Yaklaştı. Yaklaştıkça ormanları barındıran yeşil gözleri netleşti. Kulaklarımda tek bir ses bile yankılanmıyordu, ortamdaki bütün sesler susmuş bir çift yeşil gözler haricinde bütün görüntüler silikleşmişti. Bu görüntü varlığıyla bile nefesimi kesmeye yetmişti.

Bir defa bile dokunamadığım yanağını sakallar kaplamış. Orman yeşili gözlerinde sonbaharın sert rüzgârları vardı. Gür saçlarını kısacık kestirmiş, esmer teni daha da esmerleşmişti. Karşımda gördüğüm adam Bursa'da bıraktığım adamdan çok farklıydı ama bir o kadarda kendisi gibiydi. Masamıza geldi tam karşımda durdu, yeşil gözlerini kahve gözlerime dikti. Benim gözlerimde iflah olmaz bir acı varken, onun gözlerinde zehirli bir hırs vardı. Aramızda ki çığ gibi büyüyen bakışmamız Tekin'in sesiyle son buldu.

"Ahu sana Bursa'dan arkadaşlarını getirdim." Dedi keyifli sesiyle. Ama ben onun kadar keyifli değildim hediye olarak bahsettiği şeyi görmeye hiç hazır değildim. Bakışlarımı Tekin'in parlayan mavi gözlerine çıkardım. Yüzündeki gülümseme benim gözlerimde gördüğü memnuniyetsiz tavırla soldu. Sol tarafımda bulunan Melih'in gözlerinden ateşler çıkıyordu. Berna ise olayları bildiği için nutku tutulmuş bir şekilde gözlerini şaşkınlıkla açmıştı.

"Merhaba, ben Levent Karahan." Diyerek dikkatleri üzerine çekti Levent. Bakışlarımı tekrar Levent'e çevirdim. Yüzünde silik bir gülümseme vardı. Gözlerim yanındaki elinden tutmuş tanıdık kadına değdi. Uzun kemikli parmaklarının sarmaladığı ince narin el, Bursa'daki lise arkadaşım Duygu'nun eliydi. Bakışlarımın birleşmiş ellerinde olduğunu fark eden Levent, Duygu'yu işaret ederek "Duygu Sarcan" bakışlarını gözlerime kilitledi. "Kız arkadaşım." Diyerek tanıttı. Kulaklarımda aynı kelime uğuldayıp durdu, başım dönüyor, midem bulanıyor, yer ayaklarımın altından kayıp gidecekmiş gibi hissediyordum. İyi olmadığımı fark eden Berna, kolumu sıkı sıkıya kavrayarak yanımda olduğunu bana hissettirdi. Yanıma sokuldu fısıltılı bir şekilde "Ahu bu o mu?" diye sordu. Sadece gözlerimi kapatıp açtım. Bu yaptığım hareket Berna'nın istediği cevabı vermişti.

"Melih Kılıçaslan." Diyerek elini uzatarak tanıttı kendini Melih. Elini uzatan Melih'e karşılık Levent'te elini uzattı ve tokalaştılar. İkisi de bir birine meydan okur gibi bakıyordu.

"Doğum günün kutlu olsun Ahu." Diyerek kollarını bana sardı Duygu. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Uzun zaman sonra seni görmek çok güzel." Dedi narin sesiyle."Teşekkür ederim" dedim karşılık olarak, başka bir kelime ağzımdan çıkacak gibi durmuyordu. Bu karşılaşmaya hiç hazır değildim içimden kendime bu geceden sonra onları görmeyeceksin. Onlar tekrardan Bursa'ya dönecek ve sen yeşil gözlü Levent'i üç yıldır yaptığın gibi unutmaya çalışacaksın diye kendime telkinler veriyordum.

Duygu'dan ayrıldıktan sonra Levent elini bana uzatarak konuştu. "İyi ki doğdun Ahu." Dedi. Seni doğduğuna pişman edeceğim der gibi. Az önce Duygu'nun tuttuğu eli sıkmak için elimi uzatıp tuttum. Elleri soğuktu, benim ellerimden bile daha soğuk. Levent'in elleri arasında duran elimi çekmeme sebep Rüya'nın konuşması oldu. "Levent bey bizim hukuk departmanını yapacak olan iç mimar." Dedi.

Melih'le birlikte aynı anda Rüya'ya baktık. Onunda bu işten yeni haberi oluyordu hal ve hareketlerinden bunu anlamam zor değildi. Melih, sinirden dişlerini sıkmış tek kelime etmeden Tekin'le Rüya'yı yakmak ister gibi bakıyordu.

"Rüya," dedi Mehmet abi sanırım onunda haberi yoktu. Rüya bakışlarını Mehmet abiye çevirdi. "Efendim Mehmet abi." Dedi anlamamazlığa vurarak. Ortamın gerginliği masadaki herkesi germişti. Tunç araya girerek hala ayakta bekleyen Levent ve Duygu'yu oturmaları için masaya davet etti. Masaya oturan Levent ve Duygu herkesle tek tek tanıştı. L şeklindeki koltukta karşı karşıya gelecek şekilde oturmuştuk, aramızda sadece siyah masa vardı. Onun hedefi benken benim hedefim onun orman yeşili gözleriydi.

"Demek bizim şirketteki hukuk departmanını yapacak olan mimar sizsiniz Levent Bey?" dedi sorar gibi Mehmet abi. "Evet," diye yanıtladı kısaca Levent. Mehmet abi aldığı cevabı önemsemeden meydan okurcasına "Kusura bakmayın, bizimde bu bilgiden yeni haberimiz oldu da anlamaya çalışıyorum." Dedi.

Levent önünde bulunan içki kadehini dudaklarına götürdü, büyükçe bir yudum aldı. Ağır çekimi aratmayacak bir şekilde kadehi masaya koydu. Kaşının birini havaya kaldırarak Mehmet abiye baktı. "Öyle mi?" diye sordu.

"Öyle!" diyerek araya girdi Melih. Levent gözlerini Melih'in gözlerine sabitledi. İkisi de birbirlerine meydan okur gibi bakıyordu. Benim için ikisi de tek kelimeyle içimde bir yaraydı. Biri yanında oturduğum hayatımı cehenneme çeviren nişanlım. Diğeri karşımda oturan hiç açıklama yapmadan terk ettiğim çocukluk aşkımdı.

Melih'in cehennemine giderken arkamda bıraktığım adam, güçlenerek arkamdan yavaş adımlarla gelmiş bu da yetmemiş gibi cehennem ateşine meydan okumaya kalkıyordu.

Melih, önündeki bugün kaçıncısını içtiğini artık sayamadığım içki kadehini bir kez daha kafasına dikti. "Size de zahmet vermiş olduk... Emin olun haberim olsaydı sizi Bursa'dan buraya kadar yormazdım." Dedi imalı bir ses tonuyla. Levent'te tıpkı Melih gibi önündeki kadehi tek seferde başına dikerek bitirdi. "Çok düşüncelisiniz ama..." bakışlarını iki saniye kadar bana cevirdi ve tekrar Melih'e baktı. "Zaten benim işim İstanbul'da." Diyerek Duygu'nun elini tuttu. "Duygu ile birlikte burada bir ofis açtık." Dedi.

İşte bunu hiç beklemiyordum, Levent'le aynı şehirde nefes almaya dayanabileceğimi hiç zannetmiyordum. O buradayken varlığını hiçe sayabilecek gücü kendimde bulamazdım. Varlığı benim hata yapmama sebep olurdu ve bu da Melih'i delirtmek için yeterli olurdu. Melih'in delirmesi demek benim anneme yaklaşmama engel demekti.

"Öyle mi?" dedi Melih parmaklarının arasında ki kadehi kırmak ister gibi sıkıyordu.

"Öyle!" diye yanıtladı onu Levent. İkilinin arasında ki gerilim bitecek gibi değildi. Duygu "Açılışımız haftaya pazar günü sizlere de davetiye vereceğiz... Açılışa katılırsanız çok mutlu oluruz." Dedi büyükçe gülerek.

Melih, tek kelime etmeden bakışlarını Levent'ten çekti benim kahve gözlerime baktı. Ela gözlerinde harlanarak çoğalan ateşte kendi yansımamı gördüm. Saatlerdir içmesine rağmen hiçte sarhoş gibi durmuyordu. Hatta daha çok yıkılmaz dağları andırıyordu duruşu. Dolgun dudaklarını aralayarak "Gidelim." Dedi. Burada durmak için hiçbir sebep yoktu, hatta şimdiye kadar buradan koşarak uzaklaşmalıydım. "Tamam."

Melih, bir anda oturduğu yerden kalktı, büyük ellerini ellerime kenetleyerek benimde oturduğum yerden kalkmamı sağladı. "Herkese iyi eğlenceler" diyerek ortaya konuştu ve beni elimden çekerek yürümemi sağladı.

"Nereye gidiyorsunuz?" diye soran Tekin'e "Sanane lan!" diye bağırdı. Birkaç adım atmıştık ki adımlarımı durdurdum. Benim durmamla birlikte Melih'te durmuştu. Başını aşağıya eğerek ne oldu der gibi gözlerime baktı.

"Elmalar... Elmalarım orada kaldı." Dedim ağlamaklı bir sesle. Melih kaşlarını çattı, gözlerini kapattı sanki tek derdimiz buymuş gibi sıkıntılı bir nefes verdi ve tekrar gözlerini açtı. Ela gözleri bir cam gibi şeffaflaşmıştı. Gözlerini gözlerimden çekmeden "Osman!" diye seslendi.

"Buyur abi."

"Elma sepetini getir."

Sadece birkaç saniye sonra Osman elma sepetiyle yanımıza geldi. Melih boşta kalan eliyle Osman'ın tuttuğu elma sepetini aldı. Arkasını döndü ve kendisiyle birlikte beni de yürüttü. Melih'in bir elinde benim elim, bir elinde de elma sepeti vardı. Hızlı adımlarla kulüpten çıktık, görevlinin getirdiği Melih'in arabasına bindik. Melih elma sepetini arka koltuğa koydu. Ben o sırada kemerimi takıyordum. Melih'te kemerini taktı ve arabayı oldukça hızlı bir şekilde çalıştırarak kulübün önünden uzaklaşmamızı sağladı. Melih, alkollü olmasına rağmen araba kullanıyor yetmiyormuş gibi birde hız limitini aşıyordu.

Onu hiç bir şey durduramıyordu. Yasaklar ona işlemiyor. Bil hassa o yasakları çiğnemeyi seviyordu. Öfkeliydi, öyle çok öfkeliydi ki bütün öfkesini altımızda akıp giden yoldan çıkarmak ister gibi hızlı araç kullanıyordu. Normal şartlarda bu kadar hızlı araba kullandığı için korkar ve ona durması için yalvarırdım. Ama şimdi içimden onu durdurmak gelmiyordu.

Hissizleşmiştim.

Bugün akıl almayacak şeyler yaşamıştım ve bunları sindirmeye çalışırken oldukça zorlanıyordum. Başım dönüyor, midemde ki yerini beğenmemiş yediklerim dışarıya çıkmak için beni zorluyordu. Kusmak istiyordum, kusup bu içimdeki rahatsızlıktan kurtulmak istiyordum. Ama kalbim için bir şey bulamıyordum. Kalbimin ortasında sızlayan bu boşluk hissine bir çare bulamıyordum. İçime kor ateşler düşüren bu sızıyı nasıl yok edeceğimi bilemiyordum.

Arabanın içinde Melih'in sinirli hırlamalarından başka ses yoktu. İkimizde tek kelime etmiyorduk, neden konuşmadığımızı da bilmiyordum.

O, sustuğu için bende susuyordum.

Kaç saattir sessizce arabanın içinde de ilerliyorduk sayamadım, ama şehirden uzaklaştığımızı fark etmem uzun sürmedi. Arabanın içindeki sessizliği bozarak " Nereye gidiyoruz?" diye sordum. Melih, bakışlarını bana değdirmeden "Kimsenin beni rahatsız etmeyeceği bir yere" dedi dişlerinin arasından tıslar gibi.

"Kimsenin seni bulamayacağı yer neresi işte?"

"O, siktiğim Tekin'e türlü işkenceler düşüneceğim sessiz bir yere!" diyerek hiddetli bir şekilde bağırdı.

Arabayı inleten sesinden sonra kendimi bir köşeye çekerek susmayı tercih ettim. Ayağımızın altında akıp giden asfalt yolun sağı solu boş arazilerle doluydu. Nereye gittiğimize dair hiçbir düşüncem yoktu ama Melih'in öfkesinden az önce nasibimi aldığım için ağzımı açıp soru soramıyordum. Üstüne birde mide bulantım beni zorluyordu ve her an arabanın içine kusabilirdim. Araba taşlı yola girdi bir süre daha sallantılı bir şekilde ilerlediğimiz yol iki katlı, ahşap, bahçeli, bir evin önünde durdu. Melih, seri bir şekilde arabayı evin önüne park etti, arabadan indi ve benim olduğum tarafa gelip arabanın kapısını açtı. Arabanın kapısının açılmasıyla yüzüme vuran sert rüzgâr midemin daha da kötü olmasına yol açtı.

"İn Ahu!"

"Nereye geldik?"

"İn aşağıya Ahu!" diyerek tekrarladı. Dediğini yaptım kendimi zorlayarak arabadan indim. Ayağım taşlı toprak zemine bastığında başım döndü ve düşmemek için Melih'in koluna tutundum. Melih, kolunda olan elime yandan bir bakış attı ve kolunun üzerinde olan elimi kavrayarak beni eve doğru tabiri caizse sürükledi.

Üç basamaklı merdivenleri çıktık. Melih, evin ahşap kapısının sağ tarafında bulunan duvara monta edilmiş yapay çiçek sepetinin içine elini uzattı ve bir anahtar çıkartarak ahşap kapıyı açtı. Açılan kapıyla içeriye girdi ve benimde girmem için başıyla içeriyi işaret etti. Sarsak adımlarla içeriye girdim, etrafta var olan eşyaları başım döndüğü için çift bir şekilde görüyordum. Girişteki geniş solana ilerleyen Melih, benim olduğum yerde hareket etmeden beklediğimi görünce arkasını döndü.

"Ne duruyordun orada? Davet mi bekliyorsun?" dedi kızgınca. Gözlerimi açıp kapatarak kendime gelmeye çalıştım. "Melih..." konuşmaya çalıştıkça midemin içindeki asit daha da kaynıyor ve beni zorluyordu. Melih büyük adımlarla yanıma gelip iki elinin arasına aldı yüzümü "Neyin var senin?" dedi yüzümü inceleyerek.

"Başım dönüyor." Dedim zar zor konuşarak. Melih kaşlarını çatarak yüzümü incelemeye devam etti. Büyük iri elleriyle kollarımı kavradı ve bedenimi bedenine yapıştırdı. "Banyoda elini yüzünü yıkayalım." Dedi başıyla sağ tarafta çapraz bir şekilde duran kapıyı göstererek. Melih'in gösterdiği kapıya yapışık bir şekilde ilerledik. Kapının kulpunu sert bir şekilde tutarak açtı Melih. Banyoya girer girmez boğazıma kadar gelen mide saframı çıkarmak üzereydim. Başım Melih'in geniş göğsüne yaslıydı. Kendimi zorlayarak "Melih, kusacağım." Dedim.

"Böyle bir şey yapayım deme sakın!" diyerek çıkıştı Melih. Derin derin nefes alıp veriyordum gerçekten de canım burnumda dedikleri anı yaşıyordum. Melih hızlı bir şekilde lavabonun önüne getirdi beni, musluğu açıp lavaboya doğru beni eğmesine kalmadan sabahtan beri beni zorlayan mide saframı Melih'in beyaz gömleğine çıkardım.

"Ahu... Öldürdüm kızım seni!" diye çığlık çığlığa bağıran Melih'i hiçe sayarak midemde kalan safrayı lavaboya kusmaya devam ettim. Arkamda söylenen Melih'in sesleri benim öğürme sesime karışıyordu. Bu durumda bile kendini düşünen öküz ruhlu bir herifti. Zaten üzerine kustuğum için yeterince utandığım yetmiyormuş gibi bir de beni kusarken izlemesi kendimi iğrenç hissetmeme sebep oluyordu. Öğürmelerimin arasında zar zor nefes alarak "Lütfen çık dışarıya." Diyebildim.

Arkamdan etrafa yere saçılarak düşen düğmelerin sesi geldi. Daha sonra belimde bir el hissettim, daha ne olduğunu anlayamadan Melih'in elini saçlarımda hissettim. Tek eliyle saçlarımı geriye doğru toplamış ve sırtımı hafiften sıvazlayarak kusmama yardımcı oluyordu. Bu yaptığı hareket içimde ne iyi ne de kötü diye adlandıracağım bir his oluşturdu. Bir süre daha içim dışıma çıkana kadar kustum. Midemde ki bütün safrayı kustuktan sonra "Bitti mi?" diye soran Melih'i başımı sallayarak onayladım. Melih, zaten açık olan musluktan akan sudan yüzüme narince su çarparak bir bebeğe dokunur gibi yüzümü yıkadı. Daha sonra beni lavabonun önünden kaldırdı ve kendisine döndürdü. Üzerindeki gömleği çıkarmış üstü çıplaktı. İki eliyle yüzümü kavradı, başparmaklarıyla yanağımı okşadı. Daha ben ne olduğunu anlamadan bir anda elinin birini belime koyarak birini de dizlerimin altından geçirerek beni kucağına aldı.

İtiraz etmedim başımın çıplak göğsüne düşmesine izin verdim. Vücudundan yayılan karanfil kokusunu ciğerlerime doldurdum. Melih, hızlı adımlarla banyodan çıktı, salondan yukarıya doğru çıkan ahşap merdivenleri seri bir şekilde tek tek çıktı. Bir odanın önüne geldik beni tek eliyle hiç zorlanmadan tutarak kapıyı açtı içeriye geçti ve beni yatağa yatırdı. Sıcak ve güzel kokan göğsünden ayrılan başım yumuşak yatağa değdi. Gözlerimi açamıyordum, bilincim kapanmak üzereyken başımın üstünde saçlarımın dibinde Melih'in ılık nefesini hissettim. "Başımın belası" diyerek dudaklarını başıma bastırdı. Bedenimi hiçliğe sürükleyen en son hatırladığım Melih'in dudaklarının saçlarımda olan baskısıydı. Sonrası kocaman bir hiçti. Sonrası bende yoktu.

BÖLÜM SONU

Loading...
0%