@esranurozer
|
Bölüm Şarkılarımız🎶 🍏🍎🍏 "Bazı adamlar, incitmeden sevemezdi. *** "MELİH..!" Acı; sesime, tenime, gözyaşıma bulaşan acı. İçime kıymık gibi batan acı oradaydı. Kanlar içinde yerde yatıyordu. Koşuyordum ama bir türlü ona yetişemiyordum. Yollar uzuyor, gece daha çok karanlığa bürünüyordu. Kulaklarımda uğuldayan bağırış seslerine ardı ardına patlayan silah sesleri karıştığında, gözyaşlarımdan dolayı bulanıklaşan gözlerimin odağına yere yığılan Rüya'nın bedeni girdi. "Melih..!" diye bir kez daha haykırdığımda, dermanı kalmayan ayaklarım beni daha fazla taşıyamadı ve dizlerimin üzerine çöktüm. Aramızdaki mesafeyi bir türlü kapatamıyor, Melih'e yetişemiyordum. Durmadım, sert zeminin dizlerimi parçalamasına aldırmadan dizlerimin üzerinde sürünerek en sonunda Melih'e yetiştim. İki elimle yüzünü kavradım ve başını kucağıma yatırdım. Dudaklarından firar eden acı dolu inleme gözyaşlarımın şiddetlenmesine sebep oldu. Bir elimle yüzünü avuçlarken diğer elimle göğsünden oluk oluk kan akan yarasına bastırdım. Acısını almak istiyordum. "Şiştt..." dedim hıçkırıklarımın arasında zar zor. "Yorma kendini. Bir şeyin yok, ufak bir yara." Bunu söyleyen dilim kavruldu. Elime bulaşan kanın sıcaklığı yaranın ufak olmadığını kanıtlar niteliğinde, akmaya devam etti. Melih yarasının üstüne duran elimin üstüne elini koydu. "Ah-Ahu..." dedi. Kesik kesik alıp verdiği nefesi, benim nefesimi kesti. "ABİ..!" Çağlar üstünden çıkarttığı ceketi Melih'in yarasının üstüne bastırdı. Tıpkı benim gibi dizlerinin üstüne çöküp yeri göğü inletircesine Osman'a bağırdı. "KENDİNE GEL OSMAN! MELİH ABİ KAN KAYBEDİYOR, ARABAYI GETİR!" Bu anı bir kez daha yaşamıştık. O zaman da Melih'e bir şey olmamıştı. Şimdi de olmayacaktı. Osman, koşarak arabanın oraya gittiğinde Mehmet abinin sesini işittim. "Aslanım..." dedi. O da dizlerinin üstüne çökmüş Melih'in yüzüne bakıyordu. Eğer yanlış görmüyorsam ağlıyordu. "İyi olacaksın aslanım." İyi olmak zorundaydı. Saçma sapan iki kurşun yarası onu benden, kızımızdan alamazdı! Almamalıydı. "Çabuk ol Osman! Çabuk ol!" Mehmet abinin bağırışı büyük bir feryattı. "Çok kan kaybediyor, çabuk ol!" gözü yaşlı, sesi umutsuzdu. "Ah-Ahu..." Melih'in cılız çıkan sesinin aksine sanki ciğerleri yerinden sökülüyormuş gibi ardı ardına şiddetli öksürdü. "Şişt, tamam." Kan bulaşan tek elimle Melih'in yüzünü kavradım. "Ben buradayım, konuşarak zorlama kendini canım." Melih'in dudakları varla yok arası iki yana kıvrıldı ve uğruna öldüğüm ela gözlerini kapatan göz kapaklarını araladı. Göz göze geldik. Benim gözlerim yaşlı, onun gözleri acı doluydu. Kocamın gözlerine acı bulaşmıştı. Bu acı ela gözlerine hiç yakışmamıştı. "Eğer ben..." "Melih..." Konuşmasın istiyordum. Söyleyeceklerini duymak istemiyordum. Gözleri gidecek gibi bakıyordu. Dudaklarının arasından firar eden soluklar veda eder gibiydi. "Eğer bana," kesik bir nefes alıp gözlerini kapattı ve güçlükle yutkundu. "Bir şey olursa-" Başımı hızla iki yana salladım. "Olmayacak! Sana hiçbir şey olmayacak!" dedim. Osman, arabayı yanımızda durdurdu. Çağlar ve Mehmet abi Melih'i taşımak için hareketlendiğinde, Melih elimin üstünde olan eliyle iyice elimi kavradı ve yüzünde ki elimin üstüne de diğer elini koydu. Kapanmak üzere olan ela gözleriyle gözlerimin içine baktı. "Kızımı sana, seni de kızıma emanet ediyorum." Yutkundu. "Birbirinize emanetsiniz." İniltili bir nefes bıraktı. "Bursa'ya evimize gidin!" "Hayır, Melih! Hayır!" Melih genişçe gülümsedi. "Duyuyor musun?" kaşları çatıldı. "Kızımız ağlıyor. Hadi yanına git, daha fazla ağlamasın! Ağlamasına dayanamıyorum." Kaşlarını daha çok çattı "Seninde ağlamana dayanamıyorum." Melih bir an da şiddetli bir şekilde öksürmeye başladığında, Çağlar ile Mehmet abi iyice ayaklandı ve Melih'i kaldırmaya çalıştıklarında Melih'in öksürüğü kesildi ama bu kez ağzından dolu dolu kanlar aktı. "MELİH..!" diye bağırdım. Her şey bu saniyeden sonra gerçekleşti. İlk önce Melih'in ela gözleri kapandı sonra yarasının üstünde duran elimin üstündeki eli gevşedi. En sonunda da yüzünü avuçlayan elimin üstündeki eli boşluğa savruldu. Çağlar ile Mehmet abi Melih'i hızlı hareketlerle arabaya bindirdiğinde, kucağımdaki boşluk kalbime saplandı. Gece mümkünmüş gibi daha da karardı. Şarkılar sustu. Şiirler bütün anlamını yitirdi. Melih, giderse her şeyim giderdi. Ben, onu kaybetmek istemiyordum. Bizim hikayemiz böyle saçma sapan bitemezdi. Bitmemeliydi! *** Bu benim, kaçıncı kalabalığın içinde yalnız kalışımdı? Bu benim, kaçıncı zifiri karanlığa hapsoluşumdu? Bu benim, kaçıncı acıyla mücadelemdi? Peki, daha ben kaç kez kaybetme korkusu yaşayacak, kaç kez kaybetme korkusuyla ölüp ölüp dirilecektim? Daha kaç kez kalbimde kaybetmenin korkusunu en derinden hissedecektim? Yoruldum. Öyle çok yoruldum ki, ne kaybetmek istiyorum ne de kaybetmemek için savaşmak... Sadece bitsin istiyorum. Artık bitsin. Saatlerdir hastanedeydik. Kaç saat olduğunu bilemeyecek kadar zaman kavramını yitirmiştim. Çünkü benim kocam vurulmuştu. Kocam gözlerimin önünde vurulmuştu. Şu an bulunduğumuz koridor ne kadar sakin ve sessiz olsa da saatler önce burası tam anlamıyla bir yangın yeriydi. Bağırışlar, feryatlar, gözyaşları en yüksek seviyedeydi. Bu koridor saatler önce bir annenin evlat acısıyla yüreğinin dağlanmasına şahitlik etmişti. Birsen teyze; bir kez daha evlat acıyla yanıp kavrulmuştu. Haykırışları, yakarışları, acı feryadı kulaklarımdan bir türlü gitmiyordu. Kimse onu tutamıyor, hiç kimseyi duymuyordu. Birsen teyzeyi hiçbir sözcük teselli edemiyor, hiçbir sarılış yakarışını durdurmuyordu. Çünkü o bir anneydi. Evlat acısının ne demek olduğunu daha önce en ağır bir şekilde yaşayan bir anne... O, bir kere 'oğlum' diye yakardı; biz bin kez öldük. Kenan amca perişan bir haldeydi. Gözleri yaşlı, boynu bükük, omuzları düşüktü. Birsen teyze gibi yeri göğü inletmiyordu ama içinde fırtınalar kopuyordu. Görüyordum, hissediyordum. Kenan amca sessizce, kendi suskunluğunda oğlunun acısıyla kahroluyordu. Herkes eksiksiz buradaydı. Ufuk ile Ezgi bile... Sadece saatler önce çok mutluyduk... Rüya, gözünü bile kırpmadan Melih'i vurmuştu. Melih canıyla cebelleşirken, Rüya Mehmet abinin silahından çıkan kurşunla ölmüştü. Mehmet abi, burada en çok ağlayanlardan biri de oydu. Öyle çok ağlıyordu ki, görende Melih öldü sanacaktı. Mehmet abinin böyle umudunu kesmiş gibi ağlaması sinirlerimi bozuyordu. Normalde kalkıp etraftaki herkesi sarsıp 'kendinize gelin lan Melih'e bir şey olmayacak' diyerek avaz avaz bağırması gerekirken, o ölünün arkasından ağlar gibi sessiz bir kabullenişteydi. Sanki Melih'in yaşayacağına inanmıyor gibi davranıyordu. Mehmet abinin böyle davranması hepimizi en derinden korkutuyordu. En çokta beni... Melih ile ölümün yan yana gelmesi bile kalbimin ortasına büyük bir yumruk yemişim gibi hissettiriyordu. Korkuyordum. Hem de çok korkuyordum. Melih'i hastaneye getirir getirmez direkt ameliyata almışlardı. Melih içeride canıyla cebelleşirken, biz dışarıda ölüp ölüp diriliyorduk. Yaklaşık yarım saat kırk dakika gibi bir zaman sonra ameliyathanenin kapısı açılmış ve bir hemşireyle Doktor Emre çıkmıştı. Melih çok kan kaybettiği için kana ihtiyaç olduğunu söylemişlerdi. Bunun üzerine Tunç ve Melih'in iki adamının kanı uyduğu için kan vermişlerdi. Mehmet abi Doktor Emre'nin koluna yapışıp "Melih nasıl? İyi olacak değil mi?" diye sordu. Emre, Mehmet abinin gözlerinin içine öyle fersiz, öyle umutsuz baktı ki, herhangi bir cümleye gerek yoktu. O bakışta iyi şeyler yoktu. Ama yinede "İnşallah abi." Dedi. "Elimizden geleni yapıyoruz. Dua edin." Emre'nin bakışı ve bu sözlerinden sonra Mehmet abi çöktüğü duvar dibinden bir daha kalkamadı. Ne o duvar dibinden kalktı ne de ağlamayı bıraktı. Şimdi ise hastane koridorunda, ellerimde Melih'in kurumuş kanlarıyla kızım kucağımda, ağlayarak bekliyordum. Tek yaptığım durmadan dua etmek ve ağlamaktı. Ben ne kadar ağlıyorsam Ela bir o kadar sessizdi. Hastaneye geldiğimizden beri bir kez olsun sesi çıkmamıştı. Öyle uslu, öyle sessiz kucağımda duruyordu. Bakışlarımı, kollarımın arasında duran kızıma çevirdiğimde babasıyla aynı renk gözleriyle göz göze geldim. Tıpkı babası gibi bakıyordu. Ela'nın bütün fiziksel özellikleri babasının kopyasıydı. Bir eliyle iki parmağımı kavramış, diğer eliyle de sadece saatler önce babasının boynuma taktığı kolyenin ucundaki elmayı tutuyordu. "Ahu?" saçlarımda hissettiğim dokunuşla bakışlarımı Ela'dan çekip Tunç'a baktım. "Ağlama artık abim. Ver Ela'yı bana git elini yüzünü yıka kendine gel güzelim." Ela'yı kollarımla biraz daha sarmaladım ve başımı olumsuzca iki yana salladım. "Ben kendimdeyim abi." "Ahu," dedi Tunç bir kez daha ve önüme gelip dizlerinin üstüne çöktü. Bir eliyle Ela'nın tuttuğu elimi tuttu diğer eliyle de Ela'nın yüzünü okşadı. "Yapma böyle Ahu. Şu iki saatte perişan oldun. Hadi kendini düşünmüyorsun Ela'yı da mı düşünmüyorsun?" Titreyen çenemle zar zor dudaklarımı araladım. "Düşünüyorum..." diye mırıldandım. Gözümden bir bir akan gözyaşları yanaklarımı ıslatıyordu. "Madem düşünüyorsun, toparla kendini. Git bir elini yüzünü yıka, her yerin kan. Kızın için ayakta dur. Bak iki saattir Ela'yı emzirmek için bile oturduğun yerden kalkmadın." Tunç'un sözleri beynime şimşek gibi çaktığında yaşlı gözlerim Ela'nın durgun yüzünü buldu. Gerçekten de hastaneye geldiğimizden beri Ela'yı hiç emzirmemiştim. Oysa Ela sürekli acıkan bir çocuktu, buna rağmen bir kez olsun mızmızlanıp emmek istememişti. Sanki kızım babasının yokluğunu hissetmiş gibi hiç ağlamıyor, usluca duruyordu. Ela'nın bütün nazı niyazı babasınaydı. Babası olmadığında böyle durgun oluyordu. "Ela'ya yazık değil mi abim?" "Abi..." "Şişt... Toparla kendini. Kızın için yap bunu. Kalk hadi." Derken Tunç gözleri şefkatle gözlerimin içine bakıyordu. "Buradan hiçbir yere ayrılamam abi." Bir hıçkırık kaçtı boğazımdan. "Biz kızımla babamızı bekliyoruz." "Yine beklersiniz Melih'i güzelim. Böyle harap etme kendini lütfen, zorluk çıkartma kalk! Ağlamak neye çare olmuş ki?" eliyle yüzümdeki yaşları sildi. "İstediğin kadar ağlasan ne olacak? Sen ağladın diye her şey tersine mi dönecek?" Ağlamamın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini biliyordum ama elimden ağlamaktan başka bir şeyinde gelmediğini biliyordum. Çaresizdim. Hem de çok çaresiz... "Ağlama..! Gözünü seveyim artık ağlama Ahu!" Ağlama demesi kolaydı. Kolay olmayan ağlamamı durdurmaktı. Ne içime söz geçirebiliyordum ne de gözyaşlarıma, ben ağlamamı durduramıyordum. Hemen yanı başımda bir hareketlilik hissettiğimde Tunç'la aynı anda başımızı kaldırıp baktık. Birsen teyze perişan bir halde Zehra ablanın kolundan tutmasıyla zar zor ayakta duruyordu. Yüzü solgun gözlerinin içine ağlamaktan kan oturmuştu. "Ahu, kızım." dediğinde gözyaşları yanaklarına doğru süzüldü. "Melih'e hiçbir şey olmayacak. Benim yavruma hiçbir şey olmayacak. Ben bu umuda tutunup ayakta duruyorsam sende kendi yavruna tutunarak ayakta duracaksın! Kalk kuzumun kuzusunun karnını doyur." "Anne—" "Kalk Ahu! Melih ölmüş gibi yas tutma ayağa kalk!" Boğazımdan kaçan hıçkırıklarla başımı salladığımda Tunç kalkmam için kolumdan tuttu. Tunç'un yardımıyla ayağa kalktığımda, Tunç'un yanına Berna geldi ve benim koluma girdi. Birsen teyze ile Zehra abla önde ilerlerken bende Berna'nın yardımıyla arkalarından yürüdüm. Ameliyathaneden çokta uzakta olmayan bir odaya girdiğimizde Birsen teyze kendini hasta yatağına zar zor atarak uzandı. Ben ise ellerimdeki kurumuş kanı yıkama gereği duymadan odanın içinde bulunan tekli koltuklardan birine oturdum ve direkt göğsümü açtım. Ela ağzının içinde mırıldanarak açık olan göğsümün ucunu minicik dudaklarıyla kavrayıp hızlı hızlı emmeye başladı. İki minik eliyle de sanki ben kaçacakmışım gibi göğsümü tutmuştu. Ela hızlı hızlı hiç durmadan emiyor, sonra emmeyi bırakıp dudaklarının arasından şikâyet eder gibi mırıltılar çıkartıyor daha sonrada tekrar emmeye devam ediyordu. Bir süre aynı şekilde emmeye devem eden Ela ağlar gibi homurdandığında onu kucağımda çevirerek diğer göğsümü açtım. Ela aynı iştahla diğer göğsümü de kavrayıp karnını doyurmaya kaldığı yerden devam etti. Parmağımın sırt kısmını yumuşacık yüzünde gezdirdim. "Çok mu açıktın annem sen?" karşılık olarak cılız bir mırıltı aldım. Dudaklarımı başının üstüne bastırıp küçük küçük öpücükler bıraktım saçlarının arasına. "Özür dilerim bebeğim." "Ben Melih'i çok emziremedim. Sadece kırkı çıkana kadar emdi." Birsen teyzenin konuşmasıyla hepimiz ona baktık. Birsen teyze ise sırt üstü yatağa uzanmış, gözlerini de tavana dikmişti. Bir an da sesli bir şekilde güldü. "Bebekken upuzun sarıya yakın saçları vardı." Zehra abla sesine yansıyan telaşla "Birsen..." dedi. Birsen teyze gülmeye devam etti. Gözlerini tavandan ayırmadan iki elini havaya kaldırıp bize gösterdi. "Şu kadarcık bir şeydi. Kucağıma almaya korkardım. Hele kokusu..." duraksadı. "O bebek kokusu hala burnumda." Berna ile Zehra abla ağlayarak yanına gittiler ve yatağın ucuna oturdular. "Birsen, bana bak." dedi Zehra abla. Ama Birsen teyze gözlerini tavandan çekmeden gülmeye devam etti. "İlk konuşmaya başladığında baba dedi. Oğlumuz ilk baba dediği için Kenan bir çocuk gibi sevindi. İlk gülüşü, ilk yürüyüşü, ilk kez okula gidişi yedi yaşına kadar yaptığı her şey gözlerimin önünde, hiçbirini unutamıyorum." Ardı ardına seslice yutkundu. "Ama yedi yaşından sonrası bende yok. Yedi yaşından sonra benim zihnimde yer edinen tek görüntü bir camın arkasında bana bakan ela gözlü bir çocuktan başka, oğlumla ilgili hiç anım yok." Birsen teyzenin tavırları beni korkutuyordu. Daha öne evladını kaybettiği için aklını kaybeden bir kadın bir kez daha evlat acısıyla aklını yitirebilirdi. "İçim yanıyor. Ben Melih'e her baktığımda yedi yaşında tek başına bıraktığım hali gözlerimin önüne geliyor. O benim hâlâ yedi yaşındaki oğlum. Benden giderse dayanamam." Kahkahalarının yerini ağlama hıçkırıkları aldığında daha fazla dayanamayarak yüksek sesle bağırdım. "ANNE..!" Yüksek sesimden dolayı kucağımdaki Ela olduğu yerde sıçradı. Birsen teyze bakışlarını tavandan çekip bana baktı. Her şeyi yeni yeni idrak ediyormuş gibi gözlerini kapatıp başını iki yana salladı. "Birsen iyi misin?" diye sordu Zehra abla. Elleriyle Birsen teyzenin ellerini tutmuş, gözlerinin içine bakıyordu. "İyiyim." dedi Birsen teyze ve ekledi. "Merak etme delirmedim Zehra!" Birsen teyzenin normal konuşması üzerine Zehra abla derin bir nefes aldı. Hepimizin sinirleri gerilmişti. Birsen teyze şimdilik normaldi ama bence gözetim altında olması gerekiyordu. Henüz çok kısa bir süre önce akıl hastanesinden çıkmıştı, tekrardan psikolojik sorunlar yaşayabilirdi. Birsen teyzenin tekrardan aklını kaybetmesinden çok korkuyordum. Bakışlarım kucağımda uyuya kalan Ela'ya kaydığında, göğsümü kapattım. Yanağını öpmek için yüzüne eğildiğimde kasıklarıma çok şiddetli bir ağrı girdi. Ağrı o kadar şiddetliydi ki bir an nefesimin kesildiğini sandım. Elim kasıklarımın üzerine gittiğinde sıktığım dişlerimin arasından "Ahh..." diye bir inilti kaçtı. "Ne oldu Ahu?" diye sordu Berna. "Bilmiyorum, herhalde stresten kramp girdi." dedim ve ekledim. "Ela'yı kucağımdan alır mısın?" Berna yanıma gelip uyuyan Ela'yı kucağımdan aldı. Kasıklarımdaki ağrı da çoktan yerini küçük bir sızıya bırakmıştı. Zehra abla "Ahu canım siz Birsen'le biraz burada dinlenin isterseniz." Dediğinde Birsen teyze uzandığı yataktan doğruldu. "Ben dinlenmek falan istemiyorum. Bu kadar dinlenmek yeterli ameliyathanenin önüne gidelim." dedi ve yataktan kalkarak odadan çıktı. Zehra abla da onun arkasından çıktı. "Ahu sen kalıp dinlen istersen. Çok perişan oldun." "Yok, ben iyiyim." Başımla kapıyı işaret ettim. "Hadi sende git. Ela'yı abime ver ben de elimi yüzümü yıkayıp geliyorum." Berna bir an itiraz edecek gibi oldu ama bakışlarımdaki kararlılığı gördüğünde mecburen kabullenerek odadan çıktı. Berna'nın çıkmasıyla odanın içinde bulunan lavaboya girdim. Karşımda duran aynaya bakmamaya çalışarak musluğu açtım ve elimdeki kurumuş kanları çıkartmaya çalıştım. Ellerimi iyice sabunlayıp, hiç kan lekesi olmadığına emin olduktan sonra suyla iyice duruladım. Yüzüme birkaç kez su çarptım. Soğuk su yüzüme temas etmesiyle birazda olsa kendime gelmiştim. Musluğu kapatıp köşede duran kâğıt havluya uzandığımda az önceki keskin ağrı kasıklarıma bir kez daha saplandı. Ağrının geçmesi için derin derin nefes alıp lavabo tezgâhını iki elimle tutup destek aldım. Ama ağrı geçmek yerine daha da şiddetlendi. Daha fazla dayanamayarak dizlerimin üstüne çöktüm ve bu kez iki elimle kasıklarıma baskı uyguladım. "Ahh..! Allah'ım bu nasıl bir ağrıdır?" Ağrı bir türlü geçmek bilmiyordu. Elim ayağım boşalmış, bedenimi ter basmıştı. Ağrının şiddetiyle "Ahh..!" diye bağırdım. Bir süre bu dayanılmaz ağrıyla olduğum yerde bekledim. Sonra ağrı yavaş yavaş yerini sızıya bıraktı. Biraz daha dizlerimin üstünde bekledim. Kendimde ayağa kalkacak gücü bulduğumda lavabo tezgâhından destek alarak ayağa kalktım. Kasıklarımdaki sızı hala devam ediyordu ama dayanılmayacak gibi değildi. Hızlıca elimi yüzümü yıkadım ve lavabodan çıktım. Odadan da çıktıktan sonra yavaş adımlarla koridorda ilerledim. Ameliyathanenin önüne geldiğimde, gözlerim ilk olarak kızımı aradı. Tunç'un kucağında yatan kızımı görmemle içim rahatladı. Tunç'un yanına ilerledim ve tam oturacakken ameliyathanenin kapısının açılmasıyla elim ayağım buz kesti. İçeriden önde iki tane doktor hemen onların arkasında ise Emre vardı. Hepimiz ayaklanıp ameliyattan çıkan doktorların yanına ilerlediğimizde benim bakışlarım Emre'nin yüzündeydi. Eğer yorgunluktan dolayı Emre'nin yüzündeki bitik ifade belirmişse bile ben bu ifadeden hiç hoşlanmamıştım. "Oğlum nasıl Doktor Bey?" diye sordu Kenan amca. Ayakta zor duruyordu her an yıkılabilirdi. "Bir şey söyleyin oğlum nasıl? Emre, Melih iyi değil mi?" "Sakin olun beyefendi." Diye konuştu sonunda hafif kilolu olan Doktor ve ekledi. "Oğlunuz hastaneye getirildiğinde çok fazla kan kaybetmişti. Karın boşluğuna isabet eden kurşunu çıkartmak zor olmadı ama—" "AMA NE!?" diye bağırdı Çağlar. "Emre ne dut yemiş bülbül gibi sessiz duruyorsun amına koyayım Melih abim iyi mi lan?" Emre çıtını bile çıkartmadan başını öne eğdiğinde, yerin ayağımın altından kaydığını hissettim. Ayakta durmak için yanımda duran Tunç'un kolundan tuttum. "Ama..." diyerek tekrar konuşmaya kaldığı yerden devam etti Doktor. "Kurşunlardan biri hemen kalbinin iki santim aşağısına isabet etmişti ve gerçekten kurşunu çıkartmak için hem biz hem de hasta çok mücadele verdik. Kurşunu sonunda çıkarttık ama hastanın ameliyat sırasında kalbi durdu." Tam bu an da benim de kalbimin durduğuna yemin edebilirdim. Dizlerim titriyor, nefesim kursağımda asılı kalıyordu. Birsen teyze "Oğlum..!" diye bağırdığında çoktan dizlerinin üzerine düşmüştü bile. "Uzun uğraşlar sonucunda hastayı hayata döndürüp kalbinin atmasını sağladık. Hasta şu an hayatta birazdan yoğun bakıma alacağız. Biz elimizden gelen her şeyi yaptık gerisi hastanın yaşam mücadelesine ve Allah'a kaldı." "Ne diyorsun lan sen?" Ufuk sertçe çıkıştı. "Emre konuşsana lan!" "Abi zorlu bir ameliyat oldu." Dedi Emre. Bunu söylerken sesi titredi. "Her şeye hazırlıklı olun." "Her şeye hazırlıklı olun derken neyden bahsediyorsun?" diye sordu Osman. Titreyen çenesini dişlerini sıkması bile durduramamıştı. "Ölümden mi bahsediyorsun?" dediğinde iki Doktor başlarını öne eğerek yanımızdan uzaklaştılar. Korku, usul usul bedenimi tesiri altına alırken yaşlı gözlerim Emre'nin yüzünü buldu. İçimden ne olur 'hayır' desin diye yalvardım. Yüzünün her bir santiminde gözlerimi gezdirdim. Emre'nin yüzünde küçücük bir umut aradım ama yoktu. Sonra gözünden akan bir damla yaşın yavaşlığıyla başını aşağı yukarı salladığında, dünya durdu. Bütün sesler sustu. Etrafım karanlığa büründü. Ölüm boğazıma yumru gibi oturdu. Başım mı dönüyordu yoksa bulunduğum yer mi bilmiyorum ama içimde ki acıyla yarışır cinsten kasıklarıma saplanan ağrıyla gerçek dünyaya döndüm. Biri sanki kasıklarıma bıçak saplıyordu. Ağrının şiddeti nefesimi kestiğinde bacaklarımda hissettiğim sıcak sıvıyla gözlerim bacaklarıma kaydı ve iki bacağımdan da şerit halinde inen kırmızı sıvıyı görmemle iki elimi birden kasıklarıma bastırdım. "Ahh hayır, Allah'ım..." diye çığlık attım. Tunç ne olduğunu anlamak ister gibi yüzüme bakarken, Ezgi çığlık çığlığa "Ahu..!" diye bağırdı. Her şey bu saniyeden sonra oldu. Yer bildiğin ayaklarımın altından kaydı ve ben ellerim kasıklarımda yere düştüm. Hissettiğim acı o kadar yoğundu ki, sanki canım çıkıyordu. Etrafımda çığlık çığlığa koşturan insanları bulanık görmeye başladığımda karanlık beni çoktan kendi kollarına çekmişti bile. Bilincim kapanmadan önce tek algıladığım ses Ela'nın ağlama sesiydi. Belki canım çıkmıyordu ama biliyordum içimden bir can çıkıyordu. *** Acının tadı olur muydu? Acı her zerreme yayılmıştı. Acı; bir zehirdi, bir damlası bütün bedenine yayılıyor öldürmüyor ama içimi çürütüyor. Acının tadını hissediyordum. Damağıma yayılan ve yutkundukça kursağıma takılan bu acının tadı başkaydı. İki kaburgamın arasında hissettiğim bir acı vardı. Bir taş kadar ağır, bir ateş gibi yakıcıydı. Ben bu acıyı tam olarak tanımlayamıyordum. Neye benzetsem eksik kalıyor, hiçbir kelimeyle bu acıyı anlatamıyordum. Bu acının adı; evlat acısıydı ve evlat acısını anlatacak hiçbir sözcük yoktu. Bebeğimi kaybetmiştim. Evlat acısı çekiyordum ve bu acı beni yakıyor, yıkıyor, paramparça ediyordu. Acıyla kahroluyordum. Hayatımın iki dönemi vardı. Birincisi; anne olup Ela'yı kucağıma aldığım an. İkincisi: daha varlığından bile haberdar olmadığım bebeğimi kaybettiğim an. Ben bebeğimi kaybetmiştim. Her şey o kadar karmaşıktı ki aklım almıyor, kalbim dayanmıyordu. Sanki bir kâbusun içindeydim ve birinin beni uyandırmasını bekliyordum. Çünkü ben uyanmak istesem de tek başıma bunu başaramıyordum. Birinin beni bir an önce uyandırması gerekiyordu, bu kâbusun artık bitmesi gerekiyordu. Gözlerimi araladığımda kasıklarımda hissettiğim sızı ve içimdeki boşluk hissiyle elim benden bağımsız karnımın üstünü bulmuştu. Elimle defalarca kez karnımın üstünü okşadım, defalarca kez elimle bebeğim duruyor mu diye karnımı yokladım. Yoktu, gitmişti. İnanmak istemedim. Gittiğini iliklerime kadar hissetmeme rağmen onu kaybettiğime inanmak istemedim. Karnımda olmadığını bildiğim halde onu orada bulacakmışım, orada hemen elimin altında hissedecekmişim gibi iki elimle karnımı tuttum. Ama yoktu. "Bebeğim..." diye mırıldandım. Bırak sesimi dudağımdan dökülen kelimeler bile titredi. Çenem zangır zangır titriyor, gözyaşlarım akmak için gözpınarlarımı zorluyordu. "Bebeğim..."dedim bir kez daha. Odanın içinde duran hiç kimseden ağlamaktan başka ses çıkmazken Tunç yanıma gelip hızla beni kollarının arasına aldı. Kolları beni öyle çok sıkıyordu ki, sanki acımı sarılarak almak istiyordu. Göğsüne yaslı duran başımdan dolayı göğsünün titrediğini çok net hissediyordum. Bir elim karnımda dururken diğer elimle Tunç'un kolunu tutup sıktım. "Abi bebeğim..." dedim ama cümlemi tamamlayamadım. "Geçecek Ahu." derken başımın üstünden öptü. "Hepsi geçecek abim." "Bebeğim benden gitti mi abi?" İnsan çok iyi bildiği şeyin bile cevabını başkasının ağzından duymadan tam anlamıyla inanmak istemiyordu. Ben de bebeğimin gittiğini biliyordum ama inanmak istemediğim için birilerinin ağzından duymak istiyor, bu vahim gerçekle yüzleşmek istiyordum. "Bebeğin cennete gitti abim." Tunç'un dudaklarından dökülen gerçek yüzüme tokat misali indiğinde gözlerimden yaşlar bir bir süzüldü. İçimdeki yangın giderek arttı. İçimi yakan acıyı haykırmak istiyordum. Haykıramadığım acı ise gözümden yaş olarak akıyordu. Bu öyle bir acıydı ki ağlayınca da geçmiyordu. Tunç'un kolları arasında hıçkıra hıçkıra ağlarken, Berna ve Ezgi'nin de bana sarıldığını hissettim. Üçünün de tek kurduğu cümle "Her şey düzelecek hepsi geçecek Ahu." durmadan bunu söylüyorlardı. Ama geçmeyeceğini benim gibi onlarda çok iyi biliyorlardı. Geçecek diye hem beni hem de kendilerini kandırıyorlardı. Hiçbir şey geçmiyordu. Tunç'un kollarında o kadar çok haykırarak ağladım ki, artık ne feryat edecek bir sözüm ne de gözümden akan bir yaşım kaldı. Ağladım, ağladım ve ağladım. Sonra birden aklıma kızım geldi; Ela. Başımı Tunç'un göğsünden kaldırdım ve ağlamaktan kızaran gözlerinin içine baktım. "Abi kızım nerede?" diye sordum. Tunç iki eliyle yüzümü avuçlayıp okşadı. "Ela, Elif'in yanında güzelim merak etme." Derken başımın üstünden öptü. "Bana kızımı getir abi." "Güzelim sen biraz dinlen Ela'yı sonra—" "Lütfen abi, kızımı görmek istiyorum. Git kızımı getir bana." Tunç, şefkatle gözlerimin içine baktı. Sonra yavaşça başını salladı. Parmakları yanağımı okşarken bir kez daha başımdan öptü ve geri çekilerek odadan çıktı. Tunç'un odadan çıkmasıyla Ezgi ve Berna'ya bakarak konuştum. "Melih..." yutkundum. "Melih'in durumu nasıl?" Ezgi, boğazından kaçan hıçkırığı engellemek ister gibi eliyle ağzını kapattığında gözlerinden yaşlar süzülüyordu. En az o da benim kadar üzgündü ve bebeğimi kaybetmem onu çok etkilemişti görebiliyordum. Üzülmesini de anlıyordum. Ne de olsa o da karnında bir can taşıyordu ve benim ne hissettiğimi burada en iyi anlayanlardan biriydi. Ezgi'nin konuşamayacağını anladığımda bakışlarım direkt Berna'yı buldu. Berna'nın da durumu bizden iyi değildi. O da çok ağlamıştı, kızarmış burnu ve gözaltları bunu kanıtlar niteliğindeydi. "Melih'in durumunda bir değişiklik yok. Hâlâ yoğun bakımda ve uyanmadı." Derin bir nefes aldı. "Hepimiz dua ediyoruz, İnşallah Melih iyileşecek." Burukça gülümsedi. "Zaten iyileşmekten başka şansı mı var o Melih Kılıçaslan iyileşecek ben inanıyorum." Benimde tek temennim buydu. Melih'in iyileşeceğine dair olan umuduma bütün gücümle asılmıştım. Titreyen sesimle "İnşallah." dedim ve kendi acımın üstüne kapatarak "Peki ya annemler nasıl?" diye sordum. Berna sıkıntılı bir soluk verdi. "Birsen teyze sakinleştiricilerin etkisiyle baygın gibi yatıyor. Bir türlü kendini toparlayamadı ağzından oğlumdan başka bir şey çıkmıyor. Senin düşük yaptığını da bilmiyor, söyleyemedik." Yanaklarına süzülen yaşı elinin tersiyle sildi. "Kenan amcada çok perişan, tansiyonunu ne yaptılarsa bir türlü düşüremiyorlar. Kenan amcayla Birsen teyze bir odada kalıyor. Başlarında Zehra ablalar bekliyor. Doktorlar Melih'in yanına kimsenin geçmesine, izin vermemesine rağmen Çağlar, Ufuk, Osman ve Mehmet abi ise yoğun bakımın önünden bir saniye bile ayrılmadılar." Hepimiz için zor bir durumdu, kader diyerek kendimizi avutamayacağımız kadar olayların nasıl geliştiğini biliyorduk. Melih'in vurulması asla kader değildi. İhmal ve zamanında yapılması gereken yapılmadığı için vurulmuştu. Rüya'nın çok önceden hayatımızdan komple çıkması gerekiyordu. Rüya'yı öyle ödül verir gibi Kıbrıs'a elleriyle göndermişlerdi ve Rüya zamanı geldiğinde gözünü bile kırpmadan Melih'i vurmuştu. Rüya takıntılı bir kızdı. En başından daha beni dövdürdükleri gün adalete teslim edilmeli veyahut hiç gün yüzü görmemek şartıyla bir hastaneye kapatılmalıydı. Ama bunu yapmamışlardı. Adalette benim devlette benim diyerek Rüya'nın cezasını kendileri kesmişti ve Rüya onların kendi çapında sağladıkları adalet sayesinde burunlarının ucuna kadar girdi yetmedi Melih'i vurdu. Odanın kapısının yavaşça aralanmasıyla bakışlarımız kapıyı buldu. Sarışın otuzların sonunda Doktor olduğunu düşündüğüm kadın yanımıza doğru ilerledi. "Uyanmışsın." Dedi ve elinde tuttuğu dosyadan bir şeye baktı sonra bakışları beni buldu. "Kendini nasıl hissediyorsun?" Bomboş gözlerle kadının yüzüne baktım. "Kasıklarımda ağrı var." dedim. "Düşük yaptın, kasıklarında ağrı hissetmen çok normal canım. Birkaç güne ağrın tamamen geçecektir. Zaman--" Doktor kadının konuşması odanın kapısının açılmasıyla yarım kaldı. İçeriye Tunç'la Elif girdi. Ela, Elif'in kucağında usluca duruyordu. Ela'nın yorgun bakan ela gözleri beni bulduğunda Elif'in kucağında çırpınarak ağlamaya başladı. Ben yatakta toparlanıp otururken Elif hızlı adımlarla yanıma doğru ilerledi. Kollarımı uzatıp kızımı kucağıma aldığımda, Ela minicik elleriyle bana sarıldı. Ela'nın mis kokusu bile kalbimin içine dolup taştı. Boynunu defalarca koklayıp tombul yanaklarını öptüm. Boncuk boncuk bakan gözlerinden akan damlalar içime ateş düşürdü. Nasılda içli içli ağlıyordu. Ela minicik dudaklarıyla boynumda, yüzümde meme aranmaya başladığında bakışlarımı Doktor kadına çevirdim. "Kızımı emzirebilirim değil mi?" kadın başını olumlu anlamda salladı. "Geçmiş olsun." Dedi ve odadan çıktı. Ben Ela'yı emzirmek için uygun bir pozisyon alırken, Tunç ile Elif'te odadan çıktı. Onların ardından Ezgi ile Berna'da çıktığında biz kızımla baş başa kaldık. Göğsümü açmamla Ela'nın göğüs ucumu kavraması bir oldu. Hala gözlerinden yaşlar akıyor, süt emerken ağzının içinde mırıldanıyordu. Hatta ara ara göğsümü bırakıp değişik sesler çıkartarak bana bir şeyler anlatıyordu. Daha çok sitem eder gibi bir hali vardı. "Çok mu ağladın sen bebeğim?" yine aynı mırıltılı sesler çıkarttı. Yumuşacık olan saçlarını okşadım. "Baban seni ağlattığımı duymasın." Göğsümü bırakıp kocaman açtığı gözleriyle gözlerimin içine baktı ve sanki söylediğim şeyleri anlayıp bana cevap veriyormuş gibi sesler çıkarttı ve tekrardan emmeye devam etti. "Evet, annem niye kızımı ağlattın diye baban çok kızar." Eğilip boynunu öptüm. Bu kez göğsümü bırakmadan güldü ama bu kısa sürdü ben bir yere kaçacakmışım gibi iki eliyle birden göğsümü kavradı ve emmeye devam etti. Ela, karnı doyana ve şikâyetleri bitene kadar emmeye ve benimle değişik sesler çıkartarak konuşmayı sürdürdü. Ben de hiç susmadan onunla konuştum. En sonunda karnı doyan Ela göğsümün üstünde uykuya daldığında onunla birlikte bende yatağa uzandım ve kızımın mis gibi kokusunu çekerek gözlerimi kapattım. Aklımda ise tek bir şey vardı. Uyandığımda Melih'in de uyanmış olması... *** "Ahu..?" Biri adımı sesleniyordu. Ses tanıdıktı ama ben uyku ve uyanıklık arasında olduğum için sesin tam olarak kime ait olduğunu çözemiyordum. "Ahu..?" Gözlerimi açmaya çalıştım ama kirpiklerim birbirine geçmişti. Sanki birileri kirpiklerimi birbirine düğümlemişti. Yorgunluktan dolayı mı uyanamıyordum yoksa ağladığım için mi gözlerim açılmıyordu, bilmiyordum. "Ahu..?" Bu kez diğerlerinden daha yüksek bir tonda adımı seslenen kişinin kim olduğunu çözmüştüm. Bu adımı seslenen kişi Mehmet abiydi. Kendimi zorlayarak gözlerimi araladığımda üzerime doğru eğilmiş Mehmet abinin yüzüyle karşı karşıya geldim. Mehmet abi hızla doğruldu. "Sonunda uyandın!" dedi sitem eder gibi. "Biraz daha uyanmasaydın neredeyse öldün diye Doktor çağıracaktım." Bu durumda bile bana laf vurarak iğneleyici bir tavırla konuşan Mehmet abinin yüzüne bomboş baktım ve hemen bakışlarımı yanımda yatan kızıma çevirdim. Ela hâlâ mışıl mışıl uyuyordu. Yatakta doğruldum "Ne oldu?" diye sordum ve telaşla ekledim. "Yoksa Melih'e bir şey mi oldu?" "Telaş yapma!" derken Mehmet abinin kaşları çatıktı. "Aslanıma bir şey olmadı, olmayacakta!" alt dudağını dişlerinin arasına alıp başını iki yana salladı. "O çokbilmiş Doktorların ne söylediği umurumda bile değil, Melih uyanacak!" Mehmet abinin, Melih'e ne kadar düşkün olduğunu bilmeyen yoktu. Melih'e bir şey olursa diye bile düşünmüyordu. Ona göre Melih'e bir şey olması ihtimaller arasına bile giremezdi. Mehmet abi, Melih ile ölümü yan yana getirip cümle bile kurmuyordu. "Bakma bana öyle!" dedi sesi kısık ama sözleri baskındı. "Sende aklından Melih'e bir şey olma ihtimalini geçirmeyeceksin! İnsanların ne söylediği umurumda değil. Doktorların anlamadığım uzun cümleler kurması da umurumda değil." Çok fazla öfkeliydi. "Onlar daha Melih'i tanımıyorlar." Dedi. Gözlerimi Mehmet abiden çekip bakışlarımı tavana diktim. Ne söylemek için yanıma geldiyse bir an önce söylesin ve gitsin istiyordum. "Sen de Melih'i tanımıyorsun Ahu!" demesiyle bakışlarım anında Mehmet abiyi buldu. "Ne..?" dedim. "Duydun." Gözü dönmüş gibi bana bakıyordu. "Melih'i hiç tanımıyorsun, sadece tanıdığını sanıyorsun. Ama emin ol onu hiç tanımıyorsun." "Mehmet abi—" "Kesme sözümü." Sabırsız ve aceleci bir tavırla konuşmasına devam etti. "Herkes bir olmuş Melih'in durumun kötü olduğundan bahsediyor. Her şeye kendimizi hazırlamamız gerektiğini söylüyorlar ama bilmiyorlar ki bahsettikleri kişi Melih Kılıçaslan! Ve yine bilmiyorlar ki Melih Kılıçaslan kendi için değil ama Ahu'su için ölüme kafa tutar." Hiçbir şey anlamıyordum, sadece Mehmet abiye bakıyordum. "Madem Melih uyanmıyor," derken gülümsedi. "Senin için yaptıkları boşa gitmesin değil mi?" sesindeki rengin değiştiğini hissettim. "Senin başın ne zaman dertte olsa Melih hep bir adım arkandaydı. Hep yanında, yanı başındaydı. Sen daha küçük bir kız çocuğuyken de bu böyleydi şimdide böyle olacak." Elini havaya kaldırdığında anca fark edebildiğim siyah bir defteri yüzüme doğru salladı. Bakışlarında yer edinen kararlılık bas bas bağırıyordu. "Melih ile senin hikâyenizin nasıl başladığını bizzat annenden öğrenmek ister misin?" sesindeki tınıda yırtıcı bir hayvanın çığlığı vardı. "Melih'in nasıl böyle bir insana dönüştüğünü annen anlatsın sana Ahu." elinde tuttuğu defteri bana uzattı ben almayınca defteri kucağıma bıraktı. "Melih'i annen tanıtsın sana Ahu." "Ne dediğini anlamıyorum.." dedim. "Melih ile annemin ne alakası var? Şimdi bu söylediklerin ne alaka Mehmet abi?" "Oku..!" dedi gözleri gittikçe koyulaşırken, sertçe yutkundu. "Sadece o defterin içini oku!" Bakışlarımı kucağımda duran deftere indirdiğimde, defteri elimle kavradım. Birkaç saniye siyah deftere öylece baktım. Bu defterin içinde ne yazıyordu bilmiyordum ama içinde her ne yazıyorsa benim hoşuma gitmeyecekti, hissediyordum. "Melih bu defteri sana verdiğimi hissedecek ve sırf benim gelmişimi geçmişimi sikmek için uyanacak. Melih uyanacak!" dolan gözlerine rağmen gülümsedi. "O hep seninle ilgili olan şeyleri hissetti. Şimdi de hissedecek ve senin için uyanacak!" başını öfkeyle iki yana salladı. "Çünkü seni canından bile daha çok sever." Yutkundum. Bazen insan söyleyemediği her şeyi yutmak zorunda kalıyordu. "Muhakkak defteri oku. Seni geçmişle baş başa bırakıyorum Ahu." dedi Mehmet abi ve arkasını dönüp odadan çıktı. Beni elimde tuttuğum siyah defterle baş başa bıraktı. Gözlerim elimde tuttuğum defterin üzerindeyken, saniyeler hızla akıyordu. Bu defterin içinde yazanları hem okumak istiyordum hem de okumak istemiyordum. İkilemde kalmıştım. Beynimde sürekli aynı cümle yankılanıyordu; ya okuduğun için pişman olursan? Durdum ve sadece birkaç dakika düşündüm. Ben bu defteri okumalıydım. Pişman olurum veya olmam ama bu defteri kesinlikle okumalıydım. Bütün cesaretimi toplayıp derin bir nefes aldım ve defterin kapağını açtım. İlk sayfada, tam orta kısımda büyük harflerle annenin adı yazıyordu. Sayfa onun dışında bomboştu ikinci sayfayı çevirdiğimde kısa bir yazı beni karşıladı. Bir kez daha derin bir nefes aldım ve yazılanları okumaya başladım. 13 Mayıs, 1996 Hamileliğimin beşinci ayındayım. Bugün doktor randevum vardı, sonunda bebeğimin cinsiyetini öğrendim. Kızım olacak. Adını da onun istediği gibi Ahu koyacağım. Hem kızımda adını sevdi ne zaman adıyla seslenip karnımı okşasam kıpırdıyor. Az önce Füsun'la telefonda konuştuk, ona da söyledim bir kızım olacağını. Ama sonra söylediğim için pişman oldum. Füsun'u seviyorum ama onunla artık telefonda konuşmaya bir son vermem lazım. Kendime not; Füsun'u tamamen hayatımdan çıkartacağım. İlk sayfada ki yazı burada son buluyordu. İkinci sayfayı çevirdim. 01 Eylül, 1996 Hamileliğimin sekizinci ayındayım. Şu an karşımda bir haber programı açık gündem Kılıçaslan ailesi. Fikret Yıldırım öldükten sonra aklını kaybeden Birsen Kılıçaslanın hâlâ akıl hastanesinde olmasını haber yapmışlar. Küçücük oğlunun annesinden ayrı kalmasını konuşuyorlar. Yalan yok ben de Melih'e üzülüyorum ama benimde bebeğim doğmadan babasız kaldı. Eğer Fikret, beni bir kez olsun dinleseydi belki de sonumuz böyle olmayacaktı. Füsun'u artık eskisi kadar çok aramıyordum. Aramıza yavaş yavaş mesafe koyacak sonra da onu hayatımdan tamamen çıkartacaktım. Üçüncü sayfayı çevirdim. 14 Ekim, 1996 Sabah saat 08:50 de doğum yaptım ve Ahu'yu kucağıma aldım. Ben artık anneydim. Hastaneden çıkıp, kızımla eve geldiğimde ilk işim Füsun'u arayıp bir daha onunla konuşmak istemediğimi söylemek oldu. Füsun'un itiraz etmesine fırsat bile vermeden telefonu kapattıktan sonra telefonu da hattı da kırıp attım. Füsun da yoktu, artık tek başımaydım. Annem deftere bu yazıları günlük tutar gibi değil de not tutar gibi yazmıştı. Şimdiye kadar üç sayfa okumuştum ama değişik hiçbir şey yoktu. Yazdıkları zaten bildiğim şeylerdi. Yavaşça diğer sayfayı çevirdim. 22 Kasım, 1998 Allah'ım iki yıldan sonra ilk kez bugün takip edildiğimi hissettim. Bir göz sanki sürekli beni ve Ahu'yu izliyordu. Pastaneye gelen herkesten şüphe eder oldum. Hatta adamın birini Fikret'in has adamı Ali Kemal'e benzettim. Belki de Ali Kemal ölmemişti ve Fikret'in intikamını almak için öldü olarak kendini gösteriyordu. Her şey olabilirdi. Fikret ne kadar tehlikeliyse Ali Kemal'de o kadar tehlikeliydi. Kızıma bir şey yapabilirlerdi, çok dikkatli olmalıydım. Cevdet ile Ahu'yu buluşturacaktım. Eğer bizi gerçekten takip eden birileri varsa Ahu'nun Cevdet'in kızı olduğuna bilmelilerdi. Hiç istemesem de Ahu'yu Cevdet'e gösterecektim. Zaten Ahu daha iki yaşındaydı ve Cevdet'le buluştuğunu hatırlamayacaktı bile. Hızla diğer sayfayı çevirdim. 03 Mart, 2001 Ahu'yu babası konusunda artık öyle kolay kandıramıyorum, sürekli babasını soruyor. Cevdet'in fotoğraflarını sarılarak uyuyor, bu beni kahrediyor. Çoğu zaman o fotoğrafları yırtıp atmak istiyorum ama susmak zorundayım. Ahu gerçek babasının Fikret olduğunu öğrenmemeli. Hele başkaları, asla ama asla öğrenmemeli. Özelliklede Cevdet Ahu'nun Fikret'in kızı olduğunu öğrenirse Ahu'yu kendi elleriyle Fikret'in düşmanlarının önüne atar. Susmaktan başka çarem yok. Okuduklarım beni giderek şaşkına çeviriyordu. 25 Ağustos, 2005 Mehmet, Melih'i de alıp Bursa'ya gelmiş, bugün onları Ahu'nun okulunun yanındaki parkta tesadüfen gördüm. Yaşadığım korkuyla Ahu'yu kucakladığım gibi nasıl eve geldim bilmiyorum. Korktuğum başıma geldi ve Melih ile Mehmet Ahu'yu öğrendi. Bir şeyler düşünmeli ve bir çare bulmalıydım. Bunlar gözünü bile kırpmadan benim kızımı öldürürdü. Elimden hiçbir şey gelmezse bile her şeyi göze alıp Melih'in karşına geçip Ahu'nun kuzeni olduğunu söyleyecektim. Melih kuzenini mecburen korumak zorunda kalacaktı. En başta da Cevdet'ten. Annemin deftere yazdıkları şaşkınlığımı giderek hat safhaya çıkartırken, daha ne kadar şaşırabilirim diye düşünerek defterden bir sayfa daha çevirdim. 10 Haziran, 2006 Bugün bütün planlarımı alt üst eden bir şey oldu. Melih ile Ahu karşı karşıya geldiler ve ben onları sessizce izlemekten başka hiçbir şey yapamadım. Her şeyi planlamışlardı kızımı elma şekeriyle kandırıp ayağına kadar getirtmişti. Mehmet'le bir olup neredeyse Ahu'yu öldürecekti. Ama yapmadı, Ahu'yu öldürmekten vazgeçti. Aramızdaki onca mesafeden ve yüzünü kapatan şapkayla gözlüğe rağmen Ahu'ya nasıl baktığını gördüm. Ahu'ya kıyamadı. Saçlarından tokasını alırken bile ellerinin titrediğini gördüm. Planımı komple değiştirdim. Melih benim kızımı koruyacaktı ama kuzeni olarak değil. Kendime not; ölsen bile Melih'le Ahu'nun kuzen olduğunu sakın söyleme Canan. Gözümden akan yaşlara engel olamadım nefesim daraldı. Annem her şeyi bilerek yapmıştı. O gün Melih'in benim tokamı aldığını bilmesine rağmen günlerce benimle birlikte tokamı aramıştı. Bunu bana nasıl yapabilmişti? Vakit kaybetmeden defterin diğer sayfasını çevirdim. 09 Ocak, 2009 Melih Kılıçaslan defalarca kez Ahu'yu kaçırıp öldürmek için Bursa'ya geldi hiçbir gelişinde bunu yapamadı. Artık farkındaydım iş Ahu'yu öldürmekten çıkmıştı Melih Ahu'yu görmeye geliyordu. Son iki aydır da kızımı uzaktan izleyen iki tane adamı fark etmiştim. O adamlar Melih'in adamlarıydı. Melih kızımın peşine koruma takmıştı. Bir kez daha kararımın ne kadar doğru olduğunu fark ettim. Melih kesinlikle Ahu'yla kuzen olduklarını bilmemeliydi. 16 Eylül, 2010 Bugün Ahu'nun liseye başladığının ilk günüydü ve ne hikmetse hayırsever bir iş adamından burs almaya başlamıştı. Hayırsever iş adamı da Melih Kılıçaslandan başkası değildi. Fikret yaşıyor olsaydı yere göğe sığdıramadığı yeğeninin asla istemediği kendi çocuğuna burs verdiğini gördüğünde ne tepki verirdi acaba? Fikret, zamanında benim çocuğa ihtiyacım yok. Melih var o bana yetiyor demişti. Şimdi düşünüyorum da kızımla benim yalanlar içinde yaşamamız Melih'in de yüzünden oldu. Fikret'in vazgeçilmezi olmasaydı belki de Fikret bizim de bir çocuğumuz olsun isteyecekti. Sırf bu yüzden Melih'in de acı çekmesini istiyordum. 02 Şubat, 2012 Ahu genç kız olduktan sonra iyice hırçınlaştı. Sürekli babam da babam deyip duruyor. Babasının yokluğuna birde ergenlik psikolojisi eklenince babasını görmek istemesine ne kadar engel olsam da Cevdet'in yanına gitti. Cevdet, Ahu'yu Melih öğrenmesin diye sırf onu Melih'ten korumak için ona sert çıkışmış, bir daha buraya gelme demiş Ahu'da buna acayip içerlenmiş. İki gündür bir poşetin içine elma doldurup parka gidiyor ve elma yiyerek ağlıyor. Güya Cevdet Ahu'yu Melih'ten koruyacak ama bilmiyor ki bir bank ötesinde Melih oturuyor. 20 Haziran 2014 Bugün artık tamamen Melih'in Ahu'ya âşık olduğunu anladım. Ben anladım ama Melih daha aşkının farkında bile değil. Ahu'nun yanına erkek sinek bile yaklaşmasına izin vermiyor, hep bir korumacı tavır hep bir takip peşinde. Ahu, Levent'ten hoşlanıyor, Levent ise Ahu'ya kör kütük âşık. Bugün Ahu'nun lise mezuniyeti vardı ve Levent aylardır dans kursuna gidiyordu sırf Ahu'yla dans edebilmek için ama maalesef dans edemedi çünkü mezuniyetinin olacağı mekâna giderken polisler onu durdurmuş ve gözaltına almışlardı. Bu işi yapanda Melih'ten başkası değildi. Yıllar geçtikçe Melih Ahu'ya hükmetmek istiyordu. Ahu'yu yanına almak için atakta bekliyordu. O günler çok yakındı hissediyordum. O gün gelene kadar da susacaktım. Ahu'nun canı bir yanarken Melih'in canı bin yanacaktı. Sırf bu yüzden susmaya devam edecektim. 07 Nisan 2016 Az önce Ahu İstanbul'a gitti. İki ay önce beynimde oluşan kötü huylu tümör yüzünden konuşamıyor ve yürüyemiyordum. Ahu kendini parçaladı, sırf beni tedavi ettirmek için elimizde avucumuzda ne varsa hepsini sattı. En sonunda da Cevdet'ten para istemek için İstanbul'a gitti. Bu gidişinin dönüşü olmadığını adım gibi biliyordum ama onu yinede durdurmadım. Melih'i az çok tanıyordum, Ahu'nun İstanbul'a geldiğini öğrenir öğrenmez ayağına gelen fırsatı değerlendirecek Ahu'yu yanına alacaktı. Kızım bir daha asla gülemeyecekti, canı yanacak hor görülecekti. Bunların başına geleceğini bildiğim halde sustuğum için belki de Allah'ta beni böyle konuşma yetimi alarak cezalandırıyordu. Ahu'nun canının çok yanacağını biliyordum ama sırf Melih gerçekleri öğrendiğinde yaptıklarından dolayı kahrından ölsün diye sessiz kalmaya devem edecektim. Melih, dayısının günahını çekmek zorundaydı, ucu Ahu'ya dokunsa bile çekmeliydi... Gözümden durmaksızın akan yaşlara engel olamıyordum. Okuduklarım gerçek olamazdı annem her şeyi bile bile benim hayatımı nasıl mahvederdi? Melih'ten bile isteye kuzen olduğumuzu nasıl saklardı? Onun bana âşık olmasını nasıl beklerdi? Melih'in içinde beslediği kini söndürmek yerine nasıl onun içindeki intikam hırsını harlardı? Annem, Fikret'ten öcünü almak için nasıl hiç sucu günahı olmayan ben ve Melih'in hayatını değiştirecek şeyleri susardı? Allah'ım bütün bunları benim uğruna canımı bile verdiğim annem nasıl yapardı? İnanmak istemiyordum. Bütün bu olanlara sinsice susmuş olduğuna inanmak istemiyordum. Hiç mi çektiğim acılar, içini acıtmamıştı. Annem yaşasın diye ölüp ölüp dirilmiştim. Ne acılar çekmiş, ne hakaretler işitmiştim. Üvey annenin elinde kaç gece aç, susuz yatmıştım. Annem de en az Fikret Yıldırım kadar kötüydü. Defterin son bir sayfası kalmıştı ve ben okuyacağım satırlarda öğreneceğim şeylerden deli gibi korkuyordum. Ağlayarak, elim titreye titreye son sayfayı çevirdim. 02 Şubat, 2017 Tam 10 ayın sonunda bugün Ahu'nun yüzünü küçücük bir ekrandan gördüm. Bu ayrı geçirdiğimiz 10 ayda nasılda zayıflamış, kötüleşmişti. Büyük ihtimalle Füsun'un yüzünden doğru dürüst yemek yiyemiyordu. Oysa Ahu'nun yemek yemeyi ne kadar çok sevdiğini biliyordum. Gözlerinde ki ışık sönmüştü, gözaltlarında mor halkalar vardı. Bu eziyetlere dayanamaz ve kaçar sanmıştım, kaçmamıştı. Onu karşımda böyle çaresiz gördüğümde sadece gözümden yaşlar aktı. Ameliyatımın başarılı geçmesine ve konuşmaya başlamama rağmen ona iyileştiğimi söylemedim. Hep yaptığım gibi sustum. Ahu'yu Melih'in ellerinden kurtarmak için içimden bir şey yapmak gelmedi. Melih'in acı çekmesi için bir kurban vermem gerekiyordu, bu kurban Ahu oldu. Fikret yüzünden içimi dışımı kaplayan büyük bir nefret vardı. Bu his giderek büyüyor ve ben sırf bu yüzden Melih'ten nefret ediyordum. Fikret'in onu canından çok sevmesinden nefret ediyordum. Bana bir sürü hayaller kurdurduktan sonra, tek bir darbeyle hayallerimi yıkıp kendi çocuğu yerine Melih'i kabullenmesinden nefret ediyordum. İçimde dolup taşan bir yangın vardı. Ne Melih'in yedi yaşındayken annesiz kalması ne de Birsen'in bebeğini kaybedip delirmesi içimi soğutuyordu. Ben Melih yaşarken kahrından ölmesini istiyordum. Bunun içinde Ahu'yu gözden çıkartmam gerekiyordu. Melih, içinde beslediği intikam duygusuyla Ahu'ya hissettiği aşkın arasında kaldıkça öfkelenecek ve bütün hırsını Ahu'dan çıkartacaktı. Ahu'ya acıdan başka hiçbir şey vermeyecek ve onu hep üzecekti. Ahu üzüldükçe, Melih kahrından ölecekti. Eğer, o güne kadar yaşarsam uygun bir zamanını kollayacak ve Ahu'yla Melih'in kuzen olduklarını söyleyeceğim. İşte esas o zaman Melih yıkılacaktı. Hem kuzeniyle evli olmuş olacak hem de İntikam uğruna canını acıttığı Ahu'nun masum, suçsuz ve günahsız olduğu gerçeklik onu tüketecekti. İnşallah kahrından Ahu'nun kolları arasında can verirdi. Bazen bu düşüncelerim beni bile kendimden soğutuyordu ama bu hikâyenin başlamasına Fikret sebep olmuştu. O Melih'i Veliahdı ilan etmesiydi, benim hayallerimi yıkmasaydı ben böyle düşünmezdim. Şimdi ikimizde eşittik, ben bu kadere kızımı feda etmiştim. Fikret'te yeğenini feda edecekti. Küçük kızıma not; Ahu, anneciğim eğer bu defter olurda senin eline geçerse, sakın bana yazdıklarım ve sana yaşattığım yalanlar için kızma. Bu satırları senin için yazarken çok utanıyorum ama yinede senin affını istiyorum. Telafisi olur mu bilmiyorum ama yaşadığın yaşattığım her şey için senden özür dilerim. Eğer, bu satırları okurken Melih'in yanında değilsen ve kendine bir hayat kurduysan şanslısın demektir. Ama hala Melih'in yanındaysan ve ona âşıksan senin için planladığım her şey boşa gitmiş olacak. Kendi kazdığım kuyuya körlemesine düşmüş olacağım. Eğer olurda Melih'e âşık bir kadın olarak bu satırları okuyorsan, susarak Melih'in ve senin hayatını bu denli değiştirdiğim için özür dilerim kızım. Melih'in intikam hırsının bir canavara dönüşmesini sessizce izleyip o canavarın önüne seni attığım için özür dilerim. Hayatını bir hiç uğruna mahvettiğim için senden gözümü bile kırpmadan vazgeçtiğim için özür dilerim. Ben sana anne olmayı başaramadım ama sen bana çok güzel bir evlat oldun. Affet beni kızım... Bütün yaşadığım her şey bir film şeridi gibi gözlerimin önünden hızla akıp geçiyordu. Bursa'dan İstanbul'a kadar her şey bir bir önümde belirdi. Yaşadığım zorluklar, döktüğüm gözyaşları... Ben kim için bütün bunlara katlanmıştım? Annem için... Ağladığımda benimle birlikte ağlamıştı, yalanmış. Melih'le kavga ettiğimizde saçlarımı kestirirken bana engel olmuştu, yalanmış... Annemin, benim için yaptığı her şey koca bir yalanmış. Çok kez yaralanmış, çok kez ağlamış, çok kez incinmiştim ama hiçbiri annemin gerçek yüzünü görmem kadar acıtmamıştı içimi. Annem; uğruna canımdan bile vazgeçtiğim ama yanında canımın ufacık kıymeti olmayan kadın. Annem mi daha kötüydü yoksa Fikret mi? Okuduklarımı sindirmem kolay olmayacaktı. Sanki buz gibi bir havada başımdan aşağı kovalar dolusu soğuk sular dökülmüştü. Melih, bu defterin içinde yazanları bilmesine rağmen nasıl bu kadar sakin kalabilmişti? Şimdi daha iyi anlıyordum annemden neden hoşlanmadığını, annemin söylediklerine neden inanmadığını ve her defasında 'bir kez Ahu, sadece bir kez annene neden biz bunu yaşıyoruz diye sor?" dediğini şimdi çok iyi anlıyordum. Melih'in kahrından benim kollarımda can vermesini isteyen annem, kendisi kanlar içindeyken Melih onu kolları arasında hastaneye taşımıştı. Defterde, Birsen teyzenin bebeğinin düşmesinin onun için umurunda olmadığını yazan annemi en iyi hastanelerde tedavi ettirmişti Melih. Hayatımızı alt üst etmişlerdi. Kaderin bizim için çizdiği bütün yolları yalanlarıyla farklı değiştirmişlerdi. Kendilerine bir hikâye kurmuşlar, kurdukları hikâyede mutluluğu bulamadıkları için günah keçisi olarak bizi seçmişlerdi. Bizim hikâyemiz onların hikâyesine bağlı değildi. Ben bu oyunu bozar, o hikâyeyi yazan kalemi kırardım. Derin bir nefes alıp, elimin tersiyle yanaklarımı ıslatan gözyaşlarımı sildim. Kasıklarımda baş gösteren sızıyı önemsemeden yavaşça yataktan kalktım. Kendimi toparlamak için birkaç saniye yataktan destek alarak ayakta bekledim. Sonra yatağın ucunda duran ayakkabılarımı ayağıma geçirdim ve hâlâ uyuyan Ela'yı kucağıma alıp odadan çıktım. Uzun koridorda yavaş adımlarla yoğun bakıma doğru ilerledim. Yoğun bakımın önünde oturan herkesin bakışları benimle buluştuğunda, ben sadece Mehmet abiye bakıyordum. Mehmet abiyle gözlerimiz kesişti. Aramızda geçen sessiz bakışmadan sonra Mehmet abinin dudakları iki yana kıvrıldı. Benim buraya neden geldiğimi anlamıştı. "Yenge?" diyerek oturduğu yerden kalktı Çağlar ve Tunç'la birlikte yanıma geldi. "Niye buradasın?" "Melih'i göreceğim!" dedim. "Boşuna yoruldun buraya kadar yenge, içeriye kimseyi almıyorlar." Kollarını uzatıp Ela'yı almak istedi, vermedim. "Senin de dinlenmen lazım yenge." Tekrar kucağıma uzandı ve bu kez Ela'yı kucağına aldı. "Gel amcam." Ela, yeni uyanmış uyku sersemliğiyle Çağlar'a bakıyordu. "Emre nerede?" diye sordum. "Buradayım yenge, buyur?" arkamdan gelen Emre'nin sesiyle ona döndüm. Yanıma gelmesini beklemedim ve ona doğru adımladım, ortada buluştuk. "Hemen şimdi Melih'i görmek istiyorum Emre." Emre afallamış vaziyette yüzüme baktı. "Olmaz yenge, yoğun bakıma giremezsin!" "Gireceğim!" Gözlerime yapma der gibi baktı. "Yenge inan ba—" "Ben kızımla Melih'in yanına gireceğim!" işaret parmağımı yüzüne doğru tehditvari bir şekilde salladım. "Sen sokacaksın beni!" "Yenge zor şeyler istiyorsun." Dedi sitemle. "Küçücük çocuğu yoğun bakıma nasıl sokayım?" Şu an bana inanılmaz sert bakıyordu. "Ahu'yu Melih'in yanına geçireceksin Emre!" Mehmet abinin konuşmasıyla bakışlarımız onu buldu. "Bak geçirebilir misin diye sormuyorum, geçireceksin diyorum!" Emre sıkıntıyla bir nefes verdi ve yardım dilenir gibi gözlerini tek tek Çağlar, Ufuk, Osman ve Tunç'un üzerinde gezdirdi. Hiçbirinden istediği yardımı alamayınca, pes ederek "Tamam," dedi ve ekledi. "Ama sadece sen Ela'yı içeriye alamam!" Emre'nin konuşmasını duymazdan gelerek Çağlar'ın kucağında sessizce duran kızımı kucağıma aldım. "Kızımla birlikte babamızın yanına gireceğiz!" Emre bezmiş bir tavırla yüksek sesle oflayarak yoğun bakımın girişine doğru ilerledi, ben de onun arkasından yürüdüm. Emre, sayesinde pratik bir şekilde üzerimizi giyinip Melih'in yanına girdik. İki yana açılan kanatlı kapının önünde durduğumuzda Emre "Fazla uzun kalamazsın yenge, sadece beş dakika." Dedi. Kanatlı kapı iki yana açıldığında "Tamam," derken gözlerim çoktan Melih'i bulmuştu bile. Kablolara bağlı bir şekilde yatakta yatıyordu. Öyle yorgun, öyle solgun duruyordu ki, yaşadığına makinelerden yükselen sesler olmasa inanmayacaktım. Öyle ölü gibiydi yatışı. Melih'in yüzüne öyle dalmıştık ki anca Ela'nın ağlamasıyla kendime gelebildim. Adımlarımı Melih'e doğru attıkça Ela kucağımda çırpınıyor, babasına bakarak dudaklarını büze büze ağlıyordu. Babasına gitmek istiyordu. Melih'in yatağının ucuna oturdum ve Ela sakinleşsin diye Melih'in elini tutup parmağının birini Ela'nın tutmasını sağladım. Ela babasıyla temas eder etmez ağlamayı bırakmıştı. "Özledi seni," gözümden akmaya başlayan yaşlar konuşmamı zorlaştırıyordu. "Tam babasının kızı!" Melih'ten ses yoktu hala tepkisizce uyuyordu. "Uyanmalısın artık Melih." Ela'nın parmağını tuttuğu elini usulca karnımın üstüne koydum. Üçümüzün de eli karnımın üstünde birleşti. "Sen yokken, ben hiçbir şeyin üstesinden gelemiyorum." Yutkundum. "Bebeğimizi bile koruyamadım. Uyanmalısın Melih, bebeğimizi kaybettik uyanmalısın!" Sanki uçurumun kenarındaydım ve küçücük bir rüzgârın çıkmasıyla bedenim uçurumdan aşağıya yuvarlanacaktı. Dayanamıyordum. Nefes alamıyor, yutkunamıyordum. "Korkuyorum..." karnımın üstünde duran elinin sırt kısmını okşadım. "Seni kaybetmekten korkuyorum." Sağ gözümden akan yaş dudağımın kenarında durdu. "Her şeyi öğrendim. Geçmişin bütün gerçeklerini... Her—" elimin alında olan elinin oynadığını hissettim. Kalbim hızla attı ve Melih'e biraz daha yaklaşıp fısıldadım. "Uyanmalısın, daha bana yaptıklarının hesabını vereceksin. Uyanmalısın, çünkü ben daha ömrümün sonuna kadar senin başının etini yiyeceğim." Karnımın üstünde olan eli küçük küçük hareketlendi. Gözümdeki yaşlar bir sel olup aktı. Hem gülümsüyor hem de ağlıyordum. "Sen bir sürü çatışmaya girip sağ çıktın. Eğer, aptal Rüya'nın kurşunuyla ölürsen seni boşarım! Uyan!" Ve bilimsel olarak kanıtlanmış şey bizim üzerimizde de işe yaramıştı. Sevgi iyileştirirdi. Sevgi, yaraları sarar insanı hayata bağlardı. Melih ela gözlerini zar zor araladığında neredeyse çığlık atacaktım. Başarmıştı... Sonunda uyanmıştı. Hızla oturduğum yerden kalkarak kucağımda Ela'yla kapıya doğru koşturdum. "Doktor çağırıp geliyorum. Sakın biz gelene kadar uyuma!" kapı açılır açılmaz çığlık çığlığa Melih'in uyandığını söyledim. Doktorlar içeriye girerken, herkes mutlulukla haykırıyor, birbirlerine sarılıyorlardı. Bütün bunlar olurken ben ne mi yapıyordum? Ela'ya sıkı sıkıya sarılıp Allah'a şükrediyordum. Kim ne derse desin, bizim hikâyemiz var oluş hikâyesi değildi yok oluş hikâyesiydi. Biz yoktan var ederek kendi hikâyemizin kahramanı olmuştuk. İmkânsızı başarmış, ateş ile buz olarak bir olmuştuk. Esas şimdi, bizim hikâyemiz başlıyordu. *** 4 Yıl SONRA... Güne gözlerimi telefonumun melodisiyle araladım. Ben yatakta doğrulana kadar çağrı sonlanmıştı. Daha yatakta doğru dürüst toparlanamadan telefonun melodisi bir kez daha odanın içini doldurdu. Uzanıp telefonu elime aldım ve ısrarla beni arayan Birsen teyzenin çağrısını cevapladım. "Alo Anne..?" "Alo, Ahu..? Neredesin kızım sen, niye telefona geç cevap veriyorsun? Biraz daha telefona cevap vermeseydin evden çıkıp Bursa'ya gelecektim." "Anne bu kadar vakit kaybetmene gerek yok. Bana ulaşamazsan Melih'i arayabilirsin." Boğazımdan bir kıkırtı kaçtı. "Hiç birimize ulaşmazsan sevgili kumamı ara, ona kesin ulaşırsın. Çünkü kendisi benden daha çok kocam ve kızımla vakit geçiriyor." "Ay o Mehmet niye sizinle birlikte Bursa'ya gitti ki? Yok, biz en iyisi Zehra'yla birini bulup Mehmet'in başını bağlayalım." Büyük bir kahkaha attım. "Anne, sen hiç bu işe karışma Mehmet abi asla evlenmez." Birsen teyze telefonun ucundan ağzının içinde homurdandı. "Sen şimdi bırak Mehmet'i falan Ela nasıl? Benim minik paşalarım nasıl, yoruyorlar mı seni? Şimdi Bursa çok sıcaktır, sen hamile halinle sıcağa zor dayanırsın." Birsen teyze sorularını sıralarken, elimi şişkin karnımın üzerine koydum. Evet, hamileydim hem de ikiz. İki tane paşa annesi olacaktım. Hamileliğimin beşinci ayını doldurmak üzereydim ve Ela'da olduğu gibi zorlu bir hamilelik geçirmiyordum. Bol bol yemek yiyordum ve asla midem bulanmıyordu. Bel ağrısı hiç çekmiyordum. Düşük tehlikesi yoktu. Ve en önemlisi, Melih'le özgürce sevişiyorduk... "Ahu sana diyorum duymuyor musun beni?" Birsen teyzenin kulağımı tırmalayan sesiyle daldığım düşüncelerden sıyrıldım. "Ne dedin anne duymadım." "Ne zaman döneceksiniz kızım?" "Yarın Melih'in doğum günü var. Çağlar'lar ve Tunç abimler buraya gelecek, birkaç gün tatil yaptıktan sonra döneriz." Dedim. Birsen teyzeyle biraz daha sohbet ettikten sonra vedalaşıp telefonu kapattık. Bu dört yılda çok şey olmuştu. Mesela Tunç sonunda Elif'ten karşılık almış ve üç ay önce evlenmişlerdi. Tunç'la Elif evlendikten sonra Adana'ya yerleşmiş birlikte bir çiftlik kurmuşlardı. Ayda bir kez yanımıza geliyorlar veya biz yanlarına gidiyorduk. Berna'da muradına erenler kervanına katılmıştı. İki yıl önce Çağlar'la nikâh masasına oturmuştu. Şimdi ise kendisi sekiz aylık hamileydi ve bir oğlu olacaktı. Ezgi ile Ufuk'un bir erkek çocukları olmuştu ve adını Umut koymuşlardı. Umut o kadar uslu bir çocuktu ki, hiç sesi çıkmıyordu. Ela'yla çok iyi anlaşıyorlardı. Meltem ile Osman ise birkaç ay önce nişanlanmışlardı. Meltem özünde iyi bir kızdı ama bir türlü bize yakın davranışlarda bulunmuyordu. Aramızda hep bir mesafe vardı. Melih'in doğum gününe onu da çağırmıştım ama işi olduğunu söyleyerek davetimi geri çevirmişti. Osman tek gelecekti Bursa'ya. Yataktan yavaşça kalkıp banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp banyodan çıktıktan sonra tek parça salaş bir elbiseyi üzerime geçirdim ve odadan çıktım. Merdivenleri inerken mutfaktan gelen Mehmet abi ve Ela'nın sesini duydum. "Ela fıstığım söyle bakalım kim daha güzel omlet yapıyor?" "Babam." "Hadi oradan!" Mehmet abi yine her zaman ki gibi sinirlenmişti. "Tamam, başka soru soruyorum. Kim daha güçlü?" "Babam." Dedi Ela. Başka birini söyleyeceğini düşünmek saçma olurdu zaten. Mehmet abiyse yine çocukla çocuk olmuş, cevabını bildiği soruları Ela'ya soruyordu. Bu soruların cevabı hep babamdı bu hiç değişmiyordu. "En güzel oyunu kim oynuyor seninle Ela?" "Babam." "Kimi daha çok seviyorsun?" "Babam." "Ela, iyi düşün bak seni gezmeye götürmem. Kimi daha çok seviyorsun." "Ben babamı seviyorum. Babam, babam, BABAM." Bu konuşmanın sonu hiç iyiye gitmiyordu. Birazdan birbirlerine gireceklerdi onlar birbirlerine girmeden ben merdivenleri inip yanlarına geçtim. "Günaydın," dedim gür sesimle. Ela sesimi duymasıyla kayarak sandalyeden indi ve koşarak yanıma gelip bana sarıldı. Küçük kolları yalnızca karnımı sarabiliyordu. Geri çekildiğinde elinden tutup masaya doğru ilerledim ve az önce kalktığı sandalyeye oturmasını sağladım. Yanaklarına sulu bir öpücük bırakıp yanındaki sandalyeye oturdum. Bakışlarımı suratı sirke satan Mehmet abiye diktim. "Melih nerede?" diye sordum. Başıyla balkon kapısını gösterdi. "Balkonda telefonla konuşuyor." "Anne bak." Ela tabağındaki peynirli omleti bana gösterdi. "Mehmet amcam bana yaptı." Mehmet abinin gözleri bir an parladı ve Ela'ya doğru eğilip, "Ela fıstığım en güzel omleti ben yapıyorum değil mi amcam?" diye sordu. Ela "Hayır," diyerek başını iki yana salladı. "En güzel babam yapıyor." "Hay senin babanı..." "Eee..." diyerek içeriye girdi Melih. "Devamını getir ne olmuş babasına." "Bu kız niye her şeyde seni söylüyor ya? Olmamış bu yenisini yapın!" Melih, Mehmet abiye gözlerini devirerek baktı ve yanıma gelip saçlarımın üstünü öptü. Daha sonra boş sandalyeye oturmak yerine Ela'yı kucaklayıp kendisi oturduktan sonra Ela'yı dizlerinin üstüne oturttu. Başını boyun girintisine sokup koklayarak öptü. Baba kız her saniye aşk yaşıyorlardı. "Sen benim kızımı kıskanıyorsun Mehmet abi." Ela kucağında kıkırdadı. "Yemeğini yedin mi kızım?" Ela başını salladı. "Doydun mu peki?" yine bir baş sallama. "O zaman hani benim öpücüğüm." Ela, kollarını Melih'in boynuna dolayıp sakallı yanaklarına küçük küçük öpücükler kondurdu. Onları izlemeyi bırakıp karnımı doyurmak için ufak ufak bir şeyler atıştırdım. Bir süre sonra Mehmet abi ve Ela sanki az önce onlar birbirleriyle atışmamışlar gibi birbirleriyle şakalaşmaya başladılar. Ela çocuktu, Mehmet abi Ela'dan daha çocuktu. Karnımın üstünde Melih'in elini hissetmemle bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gülümseyerek bana bakıyordu. "Paşalarım nasıl?" "Gülümsedim. "Oldukça iyiler, uslu uslu duruyorlar." dedim. Yüzündeki gülümseme daha da genişledi ve eğilip yanağımdan öptü. Önüme döndüm ve kahvaltıya devam ettim. Kahvaltımızı yaptıktan sonra masayı toplamış ve Ela'nın üzerini değiştirdikten sonra Mehmet abiye emanet ettim. Amca yeğen gezmeye gideceklermiş. Yukarıya odama çıktım. Melih'le baş başa denize girsek fena olmazdı. Siyah bikinimi çıkartıp üzerime giydim. Bikininin boyundan geçen askısını bağlarken, kapı açıldı ve Melih içeriye girerek yatağa gelişi güzel oturdu. Gözleri uzunca vücudumda dolandıktan sonra karnımda durdu. "Hayırdır yavrum?" gözünü kırptı. "Niye giyindin böyle?" "Hava çok güzel, tam denize girmelik." Derken boydan aynada kendimi süzüyordum. "Birlikte yüzmeye gidelim. Denize girmek istiyorum." "Benim canım başka şeyler yapmak istiyor." Dedi kışkırtıcı bir ses tonuyla. Dudaklarımın üstünde dilimi gezdirdim. "Ne gibi şeyler..?" diye sordum. Melih'e göz göze geldiğimizde sertçe yutkundu. Ela gözleri giderek kararıp beni şehvetle karışık günaha sürüklerken, Melih, aniden ayağa kalktı. "Şu an sana neler yapmak istediğim hakkında bir fikrin var mı?" Yavaş adımlarla yanıma ilerledi. "Denizde yüzmek yerine..." Alt dudağını inler gibi ısırdı. "Birbirimizin ıslaklığında kaybolabiliriz." Melih, konuştukça kasıklarımda tatlı bir karıncalanma oluşuyordu. "Hımm..." Diye mırıldandım. Gözlerimi koyulaşmış gözlerinin içine diktim. "Çok merak ettim şimdi bana ne yapmak istiyorsun?" Zaman geçtikçe ve biz yaş aldıkça ikimizde oldukça arsız ve doyumsuz olmuştuk. Özelikle de Melih, adam elinden gelse beni yataktan çıkartmayacaktı. Eee tabii bu durumun benim hoşuma gitmediğini söylersem yalan olurdu. Melih tam karşıma geldiğinde, kemikli elinin sırt kısmını yanağım boyunca sürttü diğer eli ise çoktan belimi kavramıştı. "Aklından nelerin geçtiğini biliyorsun. Mesela senin dolgun dudaklarını öperek şişirmek istiyorum." Dudaklarını dudaklarıma bastırıp geri çekildi. Bu hareketi bile beni heyecanlandırdı. "Senin o küçücük kadınlığının tadına..." Cümlesini tamamlayamadan dudaklarımızı birleştirdi. Bunu bekleyen dudaklarım onun dudaklarını ihtiyaçla kavradı. Öpüşmemiz sert, öpüşmemiz hırçındı. Dudaklarımın kuruduğunu hissettim, aldığım soluk bile bana ıstırap veriyordu. Melih hırlayarak geri çekildi, gözlerini yumdu ve alnını alnıma yasladı. "Seni istiyorum." dedi. "Senin içine girmek istiyorum yavrum. Teninde soluklanmak istiyorum." Ellerim benim bilincim dışında onun omzuna dokundu. Tam gözlerinin içine bakarak, "Soluklan..." diye fısıldadım. "Tenim tenine muhtaç." Dudaklarım, kelimeleri telaffuz etti an yüzüme kan oturmuş yanaklarım cayır cayır yanmaya başlamıştı. Her seferinde Melih beni hem çok utandırıyor hem de çok arsızlaştırıyordu. Şu an yine iki duygunun arasında sıkışıp kalmıştım. Melih ifadesiz yüzüne rağmen alev alev yanan ela gözleriyle gözlerimin içine bakıyordu. Eli usulca hareketlendi ve sütyenimin boynumu saran kalın askısını hiç zorlanmadan tek hamlede açtı. Askılar boynumda gevşeyip yavaşça omuzlarımdan aşağıya sarktı ama tam anlamıyla göğüslerimden düşmedi. Göğüslerinin ucuda dâhil olmak üzere sütyen hâlâ göğüslerimde duruyordu. Melih işaret parmağını göğüs oluğumdan başlayıp boynuma doğru sürtüğünde sesli bir soluk verdim. Hareketleri oldukça yavaştı. Sanırım amacı beni çıldırtmaktı. Eli sinsice sırtıma kaydığında, sırtındaki kopçayıda ustalıkla açtı ve sütyen göğüslerimi serbest bırakarak üzerimden aşağıya kaydı, karnımın üstünde takılacak gibi oldu ama takılmadan şişkin karnından da geçip ayaklarımın üstüne düştü. Melih tenimde kayan avuç içini çıplak göğüs ucuma bastırdı. Sıcak avuç içene temas eden göğüs ucum anında uyarılıp sivrileştiğinde Melih'in dudakları haylazca iki yana kıvrıldı. "Bunu nasıl başarıyorsun?" diye sordu. "Her seferinde beni iliklerime kadar çıldırtmayı nasıl başarıyorsun?" Melih'e baktım ilk kez istek onu kör etmiş gibi görünüyordu. Oysa biz hep ve her zaman birbirimize dokunuyor, birbimizin teninde kayboluyorduk. İki elimle iyice omuzlarına tutundum. Ayakta beklemekten yorulmuştum. Melih, belimde ki eliyle beni kendine çekti. "Ne çabuk yoruldun yavrum, daha seni sevmeye başlamadım bile." Demesiyle beni sıkıca kavradı ve bir an da kucağına aldı. Düşme korkusuyla sıkıca boynuna sarıldım. "Bacaklarını belime dola." "İndir beni Melih, düşeceğim şimdi." Beni duymadı. "Bacaklarını belime dola güzelim." diye tekrarladı. Melih yapamayacağımı fark edince iki elini kalçalarıma dayadı ve bir an da beni yukarıya çekip iki bacağımı da beline dolamamı sağladı. Melih beni kucağında yatağa taşıdı ve oldukça yumuşak bir şekilde sırt üstü yatağa uzanmamı sağladı. Oldukça aceleci ve sabırsızca üzerinde ki tişörtü çıkartıp kenara attı. Altındaki eşofmanıda boxerla birlikte bacaklarından sıyırdığında, tamamen çıplak kaldı. Gözlerim ağır ağır alt tarafına indi ve gördüğüm sertleşmiş erkekliğiyle ardı ardına yutkunduğumda Melih kiloduma parmaklarını bir kanca gibi geçirip bacaklarımdan sıyırdı. Melih beni yatakta aniden tutup çevirdi. İniltiyi anımsatan, titreten sesimle "Melih..." diye haykırdım. Dizlerimin üstünde, sırtım ona dönük vaziyette duruyordum. İki elimin avuç içini yatağın yumuşak zeminine yaslamıştım. Hemen arkamda ise Melih'in bedeni vardı. Melih bir eliyle boynumu sarmalarken, diğer eli sakinleştirici bir şekilde karnımı okşuyordu. "Melih..." diyebildim bir kez daha. Melih boynumda duran eliyle başımı geriye doğru çekip sakallı yüzünü yanağıma sürttü. Eliyle karnımı destekleyip başımı olabildiğince geri çektiğinde artık aletini tamamen kalçamda hissediyordum. "Ahh Ahu, beni hissediyor musun?" diye sordu. Tahammül seviyem tükenmişti, hissetmek ne kelime kadınlığım onun erkekliğinin sertliğiyle zonkluyordu. "Lütfen," dedim tükenmişlikle "Eziyet etme bana!" Melih boynumu serbest bıraktı ama tek eli hâlâ karnımın üstünde destekleyici vaziyette duruyordu. İyi ki de duruyordu, çünkü Melih karnıma destek vermeseydi, titreyen dizlerim beni daha fazla taşıyamayacak ve ben yüz üstü yatağa düşecektim. Melih'i elini kalçamın üstünde hissetmemle derin bir nefes aldım. Melih yavaşça kalçamın üstüne vurdu. "Ah," dudaklarımdan firar eden inilti hoşuna gitmiş olacak ki tekrardan kalçamın üstüne vurdu ve bu kez diğerinden daha sertti vuruşu. Benimle birlikte yüksek sesle inledi. Vurduğu yeri avuç içiyle okşayıp kalçamı öptü. Geri çekildiğinde erkekliğini kalçamda hissetmemle artık kısık kısık inliyordum. Erkekliğini kalçam boyunca kaydırıp kadınlığıma sürtünmeye başladı. Hissettiğim şehvetle aklım başımdan uçmuş tırnak diplerime kadar titriyordum. "Ah, yavrum yanıyorsun." Yüksek sesle hırladı. "Sıcaksın..." Sürtündü. "Islaksın..." Bir kez daha sürtündü. "Seni öyle sert..." "Melih..." Nefes nefese adını söylediğimde sertçe kadınlığıma sürtünmeye devam etti. Altında resmen kıvranıyordum. Melih iyice kendini kalçalarıma bastırıp "Al beni içine." Diye fısıldamasıyla kendini kadınlığımın içine itmesi bir oldu. Kadınlığımın duvarını zorlayan erkekliğinin baskısıyla çığlık attım. Kasıklarımda acı verici aynı zamanda da zevkli bir sızı vardı. Melih bir süre içimde öylece bekledi. Sonra sık nefeslerinin arasında "İyi misin?" diye sordu. "İyiyim," diye inledim. "Devam et." Melih tek eliyle Saçlarımı toplayıp enseme bir öpücük kondurdu ve yavaşça içimde hareket etti. Aynı zamanda tek eliyle kalçamı okşuyor, tek taraflı kalçamı aralıyor kadınlığımı olabildiğince genişletmeye çalışıyordu. "Hâlâ çok darsın, duvarının beni nasıl sıkı sıkıya sardığını hissediyor musun?" Sertçe kendini içime itti. "Ahh, bitiyorum kızım sana? Nasıl da aklımı başımdan alıyorsun." Giderek hızlanan hareketleri beni zirveye çıkarttığında iniltilerimiz odada yankılanıyordu, bedenim tir tir titreyip elim ayağım terledi. Kasılmaya başlamıştım sona geliyordum. "Sikeyim, çok güzelsin." Diğer elinide karnımda sabitledi. "Gel bana güzelim. Sıvılarını akıt etrafıma." Dudaklarımdan firar eden iniltilerle, sona geldiğimde Melih içimdeyken kendimi ona bıraktım. Ben sona gelmenin etkisiyle, nefes nefese inlerken, Melih sertçe içime çarpmaya devam etti. En sonunda o da sona yaklaştığında hızla içimden çıkıp, kalçalarımın üstüne boşaldı. Sıcak sıvının kalçalarımın üstünden kaydığını hissediyordum. Melih sık nefeslerinin arasında üzerimdeki baskısını çekti ve yatağın başucunda duran kağıt havluyu uzanıp aldı. Kağıt havluyla, kalçalarımdaki kendine ait sıvıyı sildikten sonra yavaşça beni yatakta çevirdi ve sırt üstü yatmama yardımcı oldu. Eğilip karnımın üstüne dudaklarını bastırdı. Dizlerinin üstüne çökerek yatağa uzandı ve kolunu hafifçe kaldırıp beni göğsüne çekti. "Biraz dinlen, sonra duş almamız lazım." diye mırıldandı. İyice göğsüne sokuldum. Beni kollarıyla sarmaladı. Burnunu saçlarıma bastırdı. "Ölürüm senin mis kokuna kurban olduğum." dedi. Melih'in sıcacık nefesi beni uykuya davet ediyordu. O kulağıma güzel sözler söyledikçe ben iyice kendimden geçiyor, uyumamak için direncim kalmıyordu. Bir süre sonra da tamamen gözlerim kapanmıştı. Uykuya yenik düşmeden önce son duyduğum şey ise Melih'in fısıltılı sesiydi. "Seni seviyorum güzel karım." *** Tarih, 26 Haziran'dı bugün benim yakışıklı kocamın doğum günüydü. Bu yüzden bugün burada bütün aile toplanmıştık. Yemekler hazır olup masaya geçtiğimizde yine aynı coşkuyla yemeğimizi yemiş, bol kahkahalı sohbet etmiştik. "Yeter artık Berna, daha fazla yeme! Bak yemek yemeye devam edersen sana pasta yedirmem!" Çağlar'ın uyarısıyla Berna yemek yemeyi bıraktı ve elini karnına koyup gözlerini Çağlar'a dikti. "Ben keyfimden mi yemek yiyorum ha? Oğlum istiyor diye yiyorum." "Hiç oğlumu karıştırma. Doktoru duydun, yemene dikkat et fazla kilo aldın, senin yediklerinin bebeğe faydası yok dedi. Kendini firenle dedi." Gerçekten de Berna hamileliği aşırı abartmış ve haddinden fazla kilo almıştı. Oturduğu yerden bile zar zor kalkar hale gelmişti. Çağlar ile Berna'nın atışmasına Ezgi ve Ufuk'ta girince olay iyice kızışmıştı. Tunç ile Elif yeni evli olduklarını belli edercesine masanın bir köşesinde cilveleşirken, garibim Osman'a Mehmet abi düşmüştü. Masada herkes kendi âleminde takılmayı sürdürürken yavaşça masadan kalkıp bahçeden mutfağa girdim. Melih için aldığımız pastayı dolaptan çıkarttım, üzerine mumları yerleştirirken, belime dolanan kollarla irkildim. Hemen ardından Melih'in nefesini boynumda hissettim. "Korktum, niye sessizce geliyorsun?" dedim yalancı bir sistemle. Melih boynumu öptü. "Ben sessiz değilim yavrum sen fazla dalgınsın" dudaklarını yanağıma sürttü. Kendimi toparlayıp bedenimi ona döndürdüm. "Hadi bahçeye çık. Pastanı getireceğim." Uzunca gözlerimin içine baktı ve dudaklarını küçük bir temasla dudağıma bastırdı ve bahçeye çıktı. Kısa bir zaman sonra da ben elimde pastayla bahçeye çıktım. Pastayla bahçeye giriş yapmamla doğum günlerinin meşhur şarkısını alkışlayarak söylemeye başladık. "İyi ki doğdun Melih... İyi ki doğdun, İyi ki doğdun mutlu yıllar Melih..." Pastayı Melih'in önüne koydum. Ela koşarak Melih'in kucağına atladı. "Canım babam." Melih, Ela'yı göğsüne bastırdı. Tam pastanın üstündeki mumları üfleyecekken Tunç "Dur..!" diye bağırdı. "Mumları üflemeden önce dilek tut." Melih'in koyulaşmış ela gözleri beni buldu ve tek koluyla Ela'yı kucağında sabitleyip, diğer koluyla beni belimde kendine çekti. Önce Ela'nın yanağını öptü sonra da benim yanağımı öptü. Başını eğip iki kez de karnımdan öptü. Gözleri gözlerimin içine işlerken konuştu. "Benim bütün dileklerim kabul olmuş, yanımda, sağımda, solumda, sol yanımda. Benim tek dileğim, ailem." "İyi ki..." Diye fısıldadım. "İyi ki..." Diye benim gibi fısıldadı. Bütün zorluklara göğüs gererek, çokça ağlayarak, haksızlığa uğrayarak, yalanlarla savaşarak, acıtarak, yanarak, yakarak biz Melih'le bir hikâye yazmıştık. Hikayemiz muhteşem değildi belki ama bizim hikayemizdi. Ateş olan bir adamla, buz olan bir kadının hikayesiydi. Ne ateşin söndüğü ne buzun eridiği, yana yana birleşip Buz Yanığı olmanın hikayesiydi. -----SON----- Çiçeklerim, Buz Yanığı hikâyemizin sonuna geldik. Bu süreçte desteğinizi benden esirgemediğiniz için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Hepinizi tek tek öpüyorum, tek tek sarılıyorum. Mendillerinizi tam olarak burada çıkartıyorsunuz. Öhöm öhöm... Bir iki ses deneme. 🤧 Vedalardan hiç hoşlanmam. Aşırı duygusalım. 😢Bu yüzden sizlere veda etmeyeceğim. Sizinde bana veda etmenizi istemiyorum. Buz Yanığı final olmuş olabilir ama biz başka hikâyelerde sizinle yine buluşacağız ve ben yine sizi her fırsatta mıncırarak seveceğim. Binlerce kez iyi ki diyorum, iyi ki sizleri tanımışım. Var olun, sağ olun ballı çöreklerim. ♥️🙏🏼 Ha bu arada şunu da ekleyeyim. Buz Yanığı final yaptı ama bu demek değil ki bir daha hiç bölüm gelmeyecek. Final yapmış olabiliriz ama bizim yayımlanacak 2 özel bölümümüz daha var. Takipte kalmaya devam edin.♥️ Hepinizi mıncırarak öptüm ve kaçtım. Hoş çakalın... Sağlıcakla kalın... 🍏🍎🍏 |
0% |