@esranurozer
|

Yasemin Göksu: Aldı Gitti İflah olmaz, hastalıklı bir düşünceye sahibim. İnsanların söyledikleriyle değil kendi gözlerimle gördüğüme inanan ve kendi gözlerimle görene kadar da peşini bırakmayan takıntılı bir insanım. Tıpkı yıllar önce annemin, babam konusunda beni uyarmasına, babamın beni güzel karşılamayacağını bana defalarca söylemesine rağmen, annemi dinlemeyip babamla ilk kez görüşmeye gittiğimde. Uğradığım hayal kırıklığımı kendi gözlerimle şahit olduğumda babamla bir daha görüşmek istemedim. Şimdi de Melih, beni Levent konusunda defalarca uyarmasına rağmen Levent'le bizzat konuşup görüşmek istedim. Yine hayal kırıklığına uğrayacağımı ve en çok benim üzüleceğimi bildiğim halde Levent'le konuşmaya geldim. Melih, kapının girişinde bütün heybetiyle duruyordu. Dudaklarımdan bir fısıltı gibi dökülen ismini bile duymamıştı. Bakışlarımız kesiştiğinde, Melih'in ela gözlerinde yanan ateşte kendi yansımamı gördüm. Melih bakışlarını benden çekerek Levent'e baktı. "Beni aramak için hiç zahmet etme! Ben olmam gereken yere senin ruhun duymadan gelirim!" "Melih Bey yanlış anladınız, lütfen buyurun oturup konuşalım." Diyerek koltukları gösterdi Levent. Melih, Levent'in konuşmasını hiçe sayarak ona arkasını döndü ve sert adımlarla bana doğru ilerlemeye başladı. Adımları öyle yıkılmaz, öyle sertti ki, her attığı adımda sanki kor ateşleri bırakıyordu ardında. Gözlerinde yanan ateşi içime akıta akıta, bana adımlıyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki, seni bu yaptığına pişman edeceğim der gibi, ölüm senin için az bile der gibi, küllerim bile kalmayana kadar beni yakmak ister gibi bakıyordu. Kendisini benim gözümden görse, acımasız bir Azrail olduğunu anlar mıydı? Adımlarını tam dibimde durdurdu, sol eliyle, sağ kolumun dirseğini kavradı. Benimle konuşmadan bile canımı yakabiliyordu, kolumu tutuşu sert değildi. Canım fiziksel anlamda acımıyordu ama ruhsal çöküntüyü gözleriyle bile bana yaşatıyordu. Levent, olduğu yerden hızlıca yanımıza gelerek olaya müdahale etmek ister gibi bir kez daha konuştu. "Melih Bey, bakın Ahu sadece ziyarete geldi." Sesinde buz gibi bir tedirginlik vardı. Melih'in bana fiziksel bir zarar vereceğini düşünüyor olmalıydı. Ama Melih'i tanımıyordu, Melih bedenimde değil ömürlük sürecek ruhumda yaralar açardı. Levent'in konuşmasına bir tepki vermedi Melih, kolumda duran elini biraz daha sıkarak beni çekiştirecekken Levent elini kolumu kavrayan Melih'in elinin üstüne koyarak onu durdurdu. "Yanlış anladınız diyorum, bırakın Ahu'yu." Dedi, sesinde korumacı bir tını vardı. "Sakın! Hemen çek elini!" dişlerinin arasından tıslar gibi sarf etti kelimeleri Melih. Levent elini çekmedi, boşta kalan eliyle sol kolumu kavrayıp kendine çekecekken Melih, Levent'in Yüzüne yumruğunu geçirmesiyle Levent dengesini kaybederek yere düştü. "Senin elini sikerim! Kime dokunuyorsun lan sen?" diye kükredi. Levent'in yüzüne yediği yumruğa gözümden akan yaşlardan başka bir tepki veremedim. "Yürü Ahu" dedi ve beni boş bir çuvalmışım gibi sürükleyerek Levent'in odasından çıkardı. İkinci katı hızlı bir şekilde inerken Melih'i ne karşımıza çıkan Duygu ne de arkamızdan seslenen Levent durduramadı. Binadan çıkıp güvenlik görevlisini de geçince, karşı kaldırıma park edilmiş Melih'in arabasını ve hemen arkasında park edilen Ufuk'un arabasını gördüm. Ufuk arabasının kaportasına yaslanmış bizi bekliyordu. Binadan çıktığımızı gören Ufuk yaslandığı yerden doğrularak üzerini düzeltti. Ufuk'un yeşil gözleriyle gözlerim kesişince Ufuk başını yere eğdi. Bu hareketiyle beni Melih'e söyleyenin Ufuk olduğunu anlamış oldum. Yeşil gözlü bir adama gelirken, başka yeşil gözlü bir adam tarafından gambazlanmıştım. Melih, beni kendi arabasına doğru sürükledi, arabanın yanına geldiğimizde. Ufuk'un yeşil gözleri kolumu kopartmak ister gibi sıkan Melih'in eline kaydı. Daha sonra Melih'in yüzüne çevirdiği bakışları afallamasına sebep oldu. Melih'in yüzünde ne gördüyse "Abi yengeyi ben bırakayım eve." Diyerek konuştu. Sanırım oda Melih'in bana fiziksel bir zarar vereceğini düşünmüştü. Ruhumda açtığı yaraları hiçe sayarak böylesi bir şeyi düşünmesi bile çok tuhaftı. Benim burada olduğumu Melih'e söyleyince başıma bunların geleceğini bilmiyormuş gibi beni Melih'ten korumaya çalışması çok ironiydi. Melih, arabanın kapısını açarak beni içeriye itti. Kapıyı kapatmadan "Depoya gidiyoruz beni takip et." Dedi ve kapıyı sert bir şekilde çarparak kapattı. Sürücü koltuğuna geçen Melih arabayı çalıştırdı, çalışan arabayla bakışlarımı yanımdaki pencereye çevirdim. Binanın girişinde üzgün gözlerle bize bakan Levent ve hemen yanında dudağına buz torbası koyan Duygu'yu görmemle gözlerimden birkaç damla daha yaş aktı. Araba binanın önünden giderken, ben sessiz gözyaşları döküyordum. Arabaya bindiğimizden beri Melih ağzını açıp tek kelime etmedi. Beni götürmek istediği depo üç yıl önce beni kendi cehennemine hapsetmek için seçenek sunarak hayatımı karattığı depoydu. Biliyordum bu yaptığımı yanıma bırakmayacak ve beni zorlayacak bir şeye sürükleyecekti. Çünkü Melih, bu depoyu sadece acımasız kararlar verirken kullanıyordu. Beynimin içindeki düşünceler yılan misali beynimi talan ediyordu. Yol ayağımızın altından akıp gitti, zaman geçti ve biz deponun önüne geldik. Melih arabadan indi, benim kapımı açmama fırsat vermeden kendisi açtı ve beni kolumdan kavrayarak arabadan indirdi. Bakışlarını arkamızda duran Ufuk'a çevirdi. "Sen burada bekle." Dedi ve beni binaya doğru sürükledi. Ellerini kolumdan çekmedi asansörü çağırdı, asansöre girdik ve en üst katta olan depoya çıkmak için düğmeye bastı. Üst kata gelen asansörden çıktık ve deponun bulunduğu kapıyı anahtarla açtı Melih. Beni içeriye geçirdi, kapıyı sert bir şekilde kapattı ve tıpkı üç yıl önce olduğu gibi, siyah tekli koltuğun üzerine oturttu beni. Kendisi oturmayı gereksiz bularak ayakta beklemeyi tercih etti. Oturduğum için bana tepeden bakıyor ve karşısında küçüldükçe küçülmemi sağlıyordu. Yüzünü elleriyle sıvazlayıp bıkkın bir nefes bıraktı dudaklarından. "Neden Ahu?" dişlerinin arasından tıslayarak sorduğu soruya verecek bir cevabım yoktu. "Neden o piç herifin yanına gittin? Bu yaptığından haberimin olmayacağını mı düşündün?" Sorduğu sorulara gözyaşlarımdan başka verebilecek tek bir cevabım yoktu. Böyle olacağını düşünmek istememiş ve fevrice hareket etmiştim. Şimdi karşımda avını parçalara ayırmak için dişlerini bileyleyen bir aslana benzeyen Melih'e verebilecek cevabım yoktu. "Senin bu kendini bilmez başına buyruk hallerinin sebebi sana olduğundan fazla yumuşak mı davranmam Ahu?" diye sordu sesine kızgınlıkla karışık anlamaya çalışır bir tavır bulaşmıştı. "Cevap ver bana!" diye bağırdı. "Ben sadece konuşmak istedim." Dedim boğazımdan kaçan bir hıçkırıkla. Melih söylediğim şeye sinirden gülerek benimle aynı hizaya gelebilmek için dizlerimin dibine çökerek iki eliyle yüzümü kavradı."Konuşmak istedin." Dedi sorar gibi, başımı olumlu anlamda salladım. Melih alnını alnıma dayadı, gözlerini kapatarak uzun gür kirpiklerinin yanağına gölge düşürmesine izin verdi. "Ona nasıl baktığını gördüm. Bana ihanet ederken ona nasıl baktığını kendi gözlerimle gördüm." Dedi. Şok olmuş gözlerle hala gözleri kapalı duran Melih'e baktım. "Sana ihanet etmedim." Dedim, Melih gözlerini bir anda açtı önce alnını alnımdan çekti daha sonra ellerini yüzümden çekerek ayağa kalktı. "Sen o piçin yanına giderek bana ihanet ettin Ahu!" diye bağırdı. Öfkesini kontrol altına alamıyor, sağa sola saldırmak istiyordu. Hızlıca başımı hayır der gibi iki yana salladım. Melih, ellerini gür kumral saçlarından sinirli bir şekilde geçirdi. Sağ elinin işaret parmağını bana doğrultu. "Sen benim hayatımda nesin biliyor musun?" diye sordu. Benim cevap vermeme izin vermeden tekrar konuştu. "Sen benim intikam puzzlem da küçük bir parçasın. Önemsiz ama puzzle bitirecek olan bir parçasın." Sesi kurşungeçirmez derecede sertti. "Benim hayatımda ben isteyene kadar var olacak ve birleştirdiğim intikam puzzle bittikten sonra etrafa dağılarak yok olacak bir puzzel parçasısın Ahu." Dedi sesinde yer edinen acımasız tını bütün iliklerime işledi. İntikamını aldıktan sonra yok olacağımı her defasında yüzüme haykıran Melih'in bu acımasız sözleri ilk defa canımı açıttı. Benden söz ederken değersiz bir parça olduğumu ilk kez yüzüme haykırmıştı. Bir insan nasıl hem bu kadar cehennem ateşi, hem de soğuk bir buz kütlesi olabilirdi ki? Melih oluyordu işte, gözlerinde iflah olmaz ateşler varken, dudaklarından öldürücü soğuk kelimeler dökülüyordu. Sarf ettiği acımasız kelimelere gözümden akan yaşlarla birlikte "Hata yaptım, özür dilerim." Dedim. "Sen hep hata yapıyorsun, sonrada özür diliyorsun Ahu! Sana yapma dediğim ne varsa yapıyorsun!" Bakışları gözlerimi, sözleri ise içimi acıtıyordu. "Sana ne zaman arkamı dönsem, sivri zehirli tırnaklarını sırtıma geçiriyorsun." Dedi, beni öldürmek ister gibi. Sessiz akıttığım gözyaşları şiddetli fırtınalara dönmüş durdurulamaz bir hal almıştı. Melih boynunu iki yana yatırarak çıtlattı. Zehirli yeşillere boyanmış ela irislerini gözlerime sabitledi. Gözlerimin en derinine inmek ister gibi baktı, baktı ve baktı. "Buraya neden geldik biliyor musun?" diye sordu. Yaşlı gözlerle gözlerine niye der gibi baktım. "Yaptığın hatanın bir cezası olacak Ahu." Derin bir nefes aldı ve bir adım bana doğru attı. "Ve ben yine yüce gönüllülük yaparak sana ödeyeceğin bedel için seçim hakkı vereceğim." Dedi buz gibi ruhsuz sesiyle. Korku bütün bedenime yayıldı ve tir tir titrememe sebep oldu. İkimizde biliyorduk ki, Melih'in seçim diye adlandırdığı şeyler hep onun yararına olacak, seçen tarafı yok edecek şekilde olurdu. "Melih," diye konuşmaya çalıştığımda elini havaya kaldırarak "Çık, çık, şimdi değil Ahu seçeneklerini sunduğumda konuşacaksın." Dedi ve deponun bir köşesinde olan masaya doğru ilerledi. Etrafında dizilmiş sandalyelerden bir tanesi tek eliyle sürükleyerek tam karşıma getirip koydu. Sandalyeye oturdu ve aramızdaki boy farkını en aza indirmiş oldu. Benim dizim onun uzun bacaklarına değecek kadar yakındık. "Şimdi seç bakalım. Annen mi? Deden mi? Baban mı? Tunç mu? Tekin mi? Berna mı?" diye tek tek sakince sordu bana. Ne demek istediğini anlamaya çalışır gibi yüzüne bakıyordum ama sert yüz hatlarından ne demek istediğini anlayamıyordum. Anlamadığımı fark eden Melih "Bana bir isim söyle, saydıklarımdan hangisi?" diye sordu. "Neden?" büyükçe yutkundum ve boğazımdaki kuruluktan bir nebze olsun kurtulabildim. "Neden birinin ismini söylemek zorundayım?" diye sordum. Melih dizlerinin üstüne dirseklerini dayayarak yüzüme doğru yaklaştırdı yüzünü. Nefesi yüzümü talan ederken dolgun dudaklarını aralayarak "Çünkü sen bana bir isim vereceksin ve bende verdiğin isimle seni cezalandıracağım." Dedi sesine yansıyan tehlikeli tını tüylerimi bile havaya kaldırmıştı. "Melih, saçmalama bu insanların ne suçu var?" diye bağırdım. "Kıs o sesinin ayarını benim asabımı bozma!" diyerek o da benim gibi bağırdı. "Melih lütfen, bir daha gitmeyeceğim Levent'in yanına."dedim "Yanlış cevap, seçenekteki isimlerden birini söyle." Dedi umursamaz bir tavırla. Başımı iki yana sallayarak "Yapamam" dedim "İsim söyle Ahu." Dedi beni hiçe sayarak. Gözlerine, yalvaran gözlerle baktım. Bu söylediği şeyi yapamayacağımı anlatmak ister gibi baktım. Eğer ona bir isim verirsem, yapacağı şeyleri düşünmek bile istemiyordum. Beni yakacaktı, hiç acımadan içime kor ateşler bırakarak beni tüketecekti. Ona asla bir isim söylemeyecek ve onun seçim adı altında sunduğu zaferi ona vermeyecektim. "İsim söylemeyeceksin." Dedi sorar gibi "Söylemeyeceğim." Dedim çatallaşmış sesimle. Melih kaşlarını alayla havaya kaldırdı, dudağını kenarını yukarıya doğru kıvırdı. "Peki" dedi ve oturduğu yerden kalktı. Cebinden çıkardığı telefondan birinin numarasını tuşlayıp kulağına koydu. Açılan telefonla birlikte "Yukarıya gel Ufuk." Dedi ve telefonu kapattı. "Ayağa kalk." Diye bana emretti. Dediğini yaparak ayağa kalktım, elini belime koyup beni kendine çekti ve dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Bugünü unutma Ahu... Seni öyle bir cezalandıracağım ki keşke bir isim söyleseydim diye kendini yiyip bitireceksin." Dedi, sıcak nefesi kulağımı talan ediyor, konuştukça hareket eden dudakları kulağıma değiyordu. Kapı çalındı, Melih bir adım geriye giderek aramızdaki yakınlığı bitirdi. Kolumdan beni tutarak çalan kapıya doğru ilerledi, kapıyı açtı. Kapıda bekleyen Ufuk'a "Ahu'yu stüdyoya bırak, Ezgi'yi de Ahu'nun yanına getir ve işin bitince hemen buraya gel." Dedi. "Tamam, abi," diyen Ufuk'la birlikte asansöre doğru ilerledik. Asansöre geçtik giriş katın düğmesine bastık ve hareket eden asansörle aşağıya indik. Ufuk'un arabasının arka kapısını açarak oturdum, Ufuk'ta sürücü koltuğuna geçerek kemerini taktı ve arabayı çalıştırdı. Sükûnetle geçen araba yolculuğumuz Ufuk'un "Yenge" diye bana seslenmesiyle son buldu. Bakışlarımı dikiz aynasından benimle göz teması kurmaya çalışan Ufuk'a diktim. "Kusura bakma yenge abime söylemek zorundaydım." Dedi sesine yansıyan mahcubiyetle. Yeşil gözlerinde üzüntü kırıntıları vardı, benim için üzülmüştü ama yine aynısı olsa beni Melih'e bir saniye bile düşünmeden ispiyonlardı. Konuşmasına karşılık vermediğim için bir kez daha "Yenge" dedi, bakışlarımı dikiz aynasından çekerek dışarıyı izlemeye başladım. Bu hareketimle onunla konuşmak istemediğimi bizzat belli etmiştim. Benim Ufuk'a tavır almak için hiçbir haklı sebebim yoktu. Ufuk benim bir yakınım ya da arkadaşım değildi. Melih'in güvenilir dostu benim için abisine yalan söyleyemez ya da susamazdı. Ama yinede kırılmaktan ya da tavır almaktan kendimi alamıyordum. Stüdyonun önüne gelince Ufuk'a tek kelime etmeden arabadan indim ve kapıyı sert bir şekilde kapattım. Demir kapıyı açarak içeriye girdiğimde bahçede bulunan hamakta oturan Berna'yı gördüm. Berna ile gözlerimiz kesişince koşar adımlarla yanına gidip kollarımla boynunu sarıldım. Sanki saatlerdir ağlayan ben değilmişim gibi Berna'nın kollarında hıçkırıklara boğuldum. İçim dışıma çıkana kadar ağladım, üzüntümü, hayal kırıklığımı, gözyaşlarımla akıtmak ister gibi ağladım. Berna hiç konuşmadan sadece eliyle sırtımı sıvazlayarak sakinleşmemi bekledi. Artık akmayan gözyaşlarımla biraz daha sakinleşebildiğimde kollarımı Berna'dan ayırdım. Birlikte hamağa oturduk, Berna ince parmaklarıyla yüzüme yapışan saçlarımı kulağımın arkasına koydu. "Ne oldu Ahu? Hadi anlat bana canım." Dedi bir kız kardeş şefkatiyle "Levent'e gittim." Berna elleriyle saçlarımı okşuyordu. "Levent'in yanındayken Melih geldi." Dedim, Berna'nın saçımda gezen elleri duraksadı. "Ne dedin sen? Melih mi geldi dedin?" diyerek bal rengi gözlerini kocaman açtı. Başımı salladım, Berna elini ağzına kapatarak "İnanamıyorum Ahu, Melih seni öldürür kızım." Diyerek konuştu, ağzının üstünde eli olduğu için sesi boğuk çıkmıştı. Berna'nın biten cümlesiyle duran gözyaşlarım tekrar akmaya başladı. Berna beni kendine çekerek başımı göğsüne yasladı. "Şşt tamam ağlama, ne olduğunu güzelce anlat sen bana." Diyerek saçlarımı okşamaya devam etti. Bütün olanı biteni Berna'ya eksiksiz anlattım. Böylece kendimi biraz daha iyi hissetmiştim, Berna beni dinlerken ara da şaşırmış ve çokça da sinirlenmişti. Kendimi biraz daha toparladığımda dün akşam konuştuğumuz ama Berna'nın yüz yüze konuşmak istediği Tekin konusunu açtım. "Tekin'le aranızda bir sorun mu var?" dan diye direkt sordum. Berna bu konuşmanın olacağını ve bu konuşmadan kaçamayacağını bildiği için derin bir nefes bıraktı havaya "Evet var." Dedi "Ne oldu?" diye sordum. Berna "Ahu" diyerek gözlerini kapattı, söylemek istediği şeyi söylerken zorlanıyordu. "Ben Tekin'in Levent'i bilerek getirdiğini düşünüyorum." Dedi. "Yok, canım" diyerek güldüm. Berna gözlerini devirdi " Dahası da var gülme" diyerek kızdı. Bakışlarıyla bahçeyi taradı biraz daha bana yaklaşarak "Levent'in buraya gelme planını Rüya ile birlikte kurduğunu düşünüyorum." Dedi, yüzümdeki gülümseme yok oldu "Yapmamıştır, ya hadi diyelim yaptı bunu sen nereden anladın?" diye sordum. "Hani sen Tekin'i takip etmiştin hatırladın mı?" bal rengi gözleri hatırlayıp hatırlamadığımı teyit etmek ister gibi bakıyordu. Başımı hatırladım der gibi sallayınca "Hıh işte o günden sonra Tekin kendini işine verdi diye sana sürekli sitem ediyordum bunu hatırladın mı?" "Evet" "İşte o zamanlar Tekin kendini işe değil de Rüya ile birlikte Levent'i nasıl getirelim diye planlara vermiş." "Bunu sana Tekin mi söyledi?" diye sordum "Hayır bizzat şahit oldum." Dedi sanki o ana gitmiş gibi sinirlendi. "Nasıl şahit oldun?" "Biz senin doğum gününden iki gün önce dışarıya çıkmıştık. Tekin'e sana ne hediye alacağını sordum ve bana hediyeyi söylemedi. O sırada telefonu çalınca ekranda Rüya'nın ismini gördüm, Tekin'le birlikte aynı hukuk departmanında çalıştığı için ilk başta şüphelenmedim. Ama sonra Tekin telefonu cevapladığında Rüya'ya her şey ayarladığımız gibi oldu buradan dönüş yok merak etme demişti. Şimdi düşünüyorum da bu konuda Tekin'in parmağı olduğuna adım kadar eminim Ahu." Diyerek derin bir nefes aldı. "Ayrıca Levent mekândan içeriye girdiğinde Rüya'yla Tekin'in göz göze gelerek gülmelerini de yakaladım." Berna'nın kurduğu cümleler gözlerimin fal taşı gibi açılmasına sebep oldu. Tekin'in böyle bir şey yapacağına inanmak istemiyordum ama yapmazda diyemiyordum. "Yapmış mıdır böyle bir şeyi?" diye sordum "İlk başta ben de yapmış mıdır diye kendimi yiyordum Ahu. Ama Melih, Tekin'in elinden mesleğiyle alakalı yetkileri alınca tam anlamda emin oldum. Maalesef ki yapmış Ahu." Dedi Berna "Off anlamıyorum Levent'e nasıl ulaşmışlar?" diye sitem ettim. Berna gözlerini kısarak" Bende Tekin'in o Rüya yılanıyla nasıl işbirliği yaptığını anlamıyorum." Diyerek sitem etti benim gibi. Elimle kolunu sıvazlayarak "Aranıza saçma sapan şeyleri sokarak üzmeyin birbirinizi." Dedim. Berna bakışlarını gözlerime sabitleyip "Yapamıyorum Ahu Tekin'i çok seviyorum ama bu yaptığını midem kaldırmıyor." Dedi sesi acı yüklüydü. Ağzımı açıp konuşacakken demir kapının açılması beni susturdu. Ezgi elinde tuttuğu pastane poşetiyle gülerek yanımıza doğru ilerliyor, aynı anda da boşta olan eliyle bize el sallıyordu. Üzerinde renkli kişiliğini yansıtan küçük çiçekli mavi bir elbise vardı. Hızlı adımlarla yanımıza geldi ve ilk olarak bana sarıldı daha sonrada Berna'ya sarıldı. Hamakta biraz köşeye kayarak Ezgi'ye de yer açtık. "Hayırlı olsun stüdyon Ahu." Diyerek sıcacık gülümsedi. "Teşekkür ederim" dedim sesimin sıcak çıkmasını umarak. Ezgi elinde tuttuğu pastane poşetini havaya kaldırarak gösterdi. "İçinde elmalı kurabiye ve taze sıkılmış portakal suyu var. "diyerek poşeti bana uzattı. "Ufuk seni istemeden üzmüş sanırım, bunları sevgilim adına sana aldım özür niyetine." Dedi otuz iki dişini de göstererek sırıtıyordu. Önce Ezgi'nin elindeki poşete daha sonra da Ezgi'nin siyah gözlerine baktım. Ezgi poşeti almayacağımı düşünerek kucağına koydu. "Bak Melih abiyle nasıl bir ilişkiniz var bilmiyorum ve buna karışmak benim haddim bile değil. Ama Ufuk benim sevdiğim adam bugün seninle ilgili bir raporu Melih abiye söylediği için senin ona kırıldığını düşünüyor ve bunun için üzülüyor." Büyükçe yutkundu "Çok zor ama onları böyle kabul edemez misin? Bir eğitimci olarak bunu senden istemem çok saçma ama insan sevince her şeye kör sağır oluyormuş. Ben de onların işlerine kör sağır oldum işte." Dedi, içindekileri bize anlatmış ve en güzel arkadaşlık için zeytin dalı uzatmıştı. Berna ile ikimiz de aynı anda poşete elimizi uzatınca Ezgi'nin siyah gözleri bir inci gibi parladı. Ezgi'nin aldığı elmalı kurabiyeleri ve portakal suyunu birlikte yedik. Stüdyoyu birlikte gezdik ve en ince detaylarına kadar nasıl düzenleyeceğimizi konuştuk. Olmadık şeyler hayal edip, olmadık şeylere güldük. Saçma sapan fikirler üretip o fikirlere birlikte isyan ettik. Hava kararana kadar stüdyoda vakit geçirdik ve stüdyoyu düzene koyana kadar her gün buluşmak için sözleşerek bir birimizden ayrıldık. Felaketle başlayan günümü sonlarına doğru gülerek bitirmiştim. Eve gidince beynimin içini istila edeceğini bildiğim düşüncelerimi hiç aklıma bile getirmeden efsane birkaç saat geçirdim. Yarınımın nasıl olduğunu bilmiyordum ama şundan oldukça emindim nefes aldıkça hala bir umudun olduğunu çok iyi biliyordum. *** Levent'le görüşmemin üzerinden tam bir ay geçmişti. Bu bir ayda bir elin parmaklarını bile geçmeyecek sayıda Melih'le görüşmüştük. Melih depodan ayrıldığımız günden bu yana sessizliğe gömülmüştü. Bu sessizlik beni ne kadar korkutsa da, Melih'in hiçbir şey yapmadan durması bana iyi geliyordu. Onun dışında Berna ve Ezgi'yle bu süre boyunca stüdyoyu düzene koymuş ve iş görür hala getirmiştik. Şimdide stüdyoda yeni gelen koltukların üzerinde kahvemizi içiyorduk. Stüdyonun dışının boyasına karışmamıştık, içinin duvarlarını sarıya boyamış, karşılıklı bir şekilde boydan boya gri camların bahçeye bakan kısmının önüne tekli iki tane yeşil koltuk yerleştirdik. Diğer gri camın önüne bar tezgâh yaparak küçük bir mutfak haline getirdik. Bar tezgâhın yanına beyaz renkli dörtlü sandalye ve masa koyduk, duvara L şeklinde yeşil bir kolduk yerleştirmiş ve önüne de beyaz sehpa koymuştuk. Dış kapının karşısında bulunan odanın duvarlarını siyaha boyayarak ortaya bir masa yerleştirdik, burasını fotoğraflarımı çıkarmak için kullanacaktım. Dış kapının yanında bulunan diğer kapı lavabo olduğu için onun duvarlarını sadece beyaza boyamış orayla fazla uğraşmamıştık. Her şey tam istediğim gibi olmuştu tek kelimeyle mükemmeldi. Berna ve Tekin aralarındaki sorunları hala çözememişlerdi. Berna'nın da sorunları çözmek istediği pek söylenemezdi zaten. Tekin desen masa başında iş yaptığı için oldukça mutsuzdu. Dedem ve babam Tekin'e Melih'in neden böyle yaptığını defalarca sormalarına rağmen Tekin'den aldıkları tek yanıt kocaman bir sessizlik olmuştu. Tunç, aynı Berna gibi düşünerek Tekin'i suçlamış ve birbirlerine ağır konuşmuşlardı. Ezgi ve Berna biraz daha oturduktan sonra kalktılar. Onların ardından bende biten kahve fincanlarını yıkamak için tezgâha ilerledim. Musluğu açıp fincanları yıkarken dış kapının açılıp kapanma sesi geldi. Gelenin Berna olduğunu düşünerek arkamı dönmeden konuştum. "Bir şey mi unuttun Berna?" diye sordum. Bir cevap gelmeden kulaklarıma tok ayakkabı sesi geldi. Yönümü sesin geldiği tarafa çevirdiğimde Rüya'yla göz göze geldik. Rüya, stüdyonun ortasında meydan okur gibi yüzüme bakıyordu. Islanan ellerimi peçete yardımıyla kurulayarak Rüya'nın yanına adımladım. Aramızda hatırı sayılır bir mesafe bırakarak durdum ve gözlerine ne istiyorsun der gibi baktım. Rüya, ince bedenini sarmalayan siyak elbisesinin, yukarıya çıkan eteğini eliyle düzelterek "Buraya neden geldiğimi merak ediyorsun değil mi?" diye sordu. "Ne istiyorsun?" dedim. Rüya gözlerini stüdyoda gezdirdi kırmızı ojeli parmağını havaya kaldırarak salladı. "Demek burayı Melih sana aldı." Gözlerini gözlerime dikti. "Gerçekten çok hoşmuş." Dedi sesine yansıyan itici bir tınıyla. "Ne istiyorsun Rüya?" diyerek sorumu tekrarladım. "Ne istediğimi gerçekten duymak istiyor musun Ahu?" sesi soğuk gözleri meydan okur gibi bakıyordu. Bir adım attı "Senin buradan gitmeni istiyorum" bir adım daha attı. "Melih'i istiyorum." Dedi sesine bulaşan kararlılık tınısıyla. Rüya'nın Melih'e âşık olduğunu doğum günümde fark etmiştim zaten, ama bunu bana itiraf edecek kadar gözünü karattığını hiç düşünmezdim. Bu konuşmadan sıkıldığımı belirten bir nefes bıraktım dudaklarımdan. "Peki, Melih seni istiyor mu?" diye sordum imayla "İsteyecek... Sen buradan gidince o da beni isteyecek." Bu cümlesine kocaman bir kahkaha attım. "Kendini kandırma Rüya ikimizde çok iyi biliyoruz ki Melih seni asla istemeyecek." Dedim gülerek. Rüya dudaklarını yukarıya doğru kıvırdı tek kaşını havaya kaldırarak yüzüme baktı. "Git Ahu, Levent'i de al git. Git ki sen sevdiğin adamla bende sevdiğim adamla mutlu olayım." "Siz getirdiniz Levent'i buraya." Dedim sorar gibi. Rüya başını evet der gibi sallayınca beynimden vurulmuşa döndüm. Berna ve Tunç'un sürekli söyledikleri ama benim bir türlü inanmak istemediğim şey doğruymuş meğer. "Ahu siz Levent'le çok mut-" diye konuşan Rüya'yı "Kes sesini!" diye bağırarak susturdum. "Defol... Git buradan hemen!" diye öyle bir bağırdım ki Rüya bir adım geriye gitmek zorunda kaldı. Benden bu tepkiyi beklememiş olacak ki yüzüne yansıyan şaşkınlığı bir süre atamadı. "Ne duruyorsun hala git! "dedim bir kez daha bağırarak, Rüya sabır diler gibi bir nefes bıraktı, kaşlarını çattı. "Buradan gitsem ne olacak ha?" eliyle saçını düzeltti. "Dur ben söyleyeyim. Hiçbir şey!" tane tane vurgulayarak söyledi. "Nereden geliyorum biliyor musun? Levent'in ofisinden." Bir adım attı bana doğru. "Levent'in ofisine ortak oldum birlikte çalışacağız. Melih beni şirketten kovdu diye çevrenizden yok olacağımı mı düşündünüz? Baktığınız her yerde olacağım." Bir adım daha attı. "Ve ben sana fırsat sunmuşken önümden çekil Ahu! Çünkü ben Melih'e giden yolda önüme çıkan ne olursa yıkıp geçeceğim." Dedi sesinde bariz bir tehdit vardı. Sinirden seğiren gözlerimi Rüyanın gözlerine diktim. "Umurumda bile değilsin! Şimdi zırvalıkların bittiyse burayı terk et hemen!" Dedim dişlerimin arasından konuşarak. Rüya aramızda kalan iki adımlık mesafeyi de kapatarak dibime geldi. Mavi irisleri koyulaşmış lacivert olmuştu, gözlerinin içinde gördüğüm uçurum ölümcüldü. "Ahu sen hiç Elizabeth Bathory efsanesini duydun mu?" diye sordu. "Sırf güzelleşebilmek için 650 genç kızı katlederek kanıyla banyo yapmış ve adını tarihe kanlı kontes olarak yazdırmış bir kadın." Sesi sır verir gibi fısıltılıydı. "Kanlı kontesin gözü güzelleşebilmek için kararmış ve acımasız birine dönüşmüş. Benim ise Melih'e olan aşkımdan dolayı gözüm karardı Ahu. İnan bana Melih için yapamayacağım tek bir şey bile yok! Onun bir damla sevgisi için ölümü bile göze alırım." Sesinde artçı bir katilin soğukluğu vardı. Gözlerinde yer edinen meydan okumayı bana aktarıyor, bu ilerlediği yolda onun önünden çekilmemi istiyordu. "Sen delirmişsin... Bence bir an önce işinin ehli birinden psikolojik destek al." Dedim ve elimle çıkışı göstererek "Git buradan Rüya" dedim. "Ben şimdi buradan giderim ama sen sana savaş açtığımı bil Ahu." "Bana meydan mı okuyorsun sen?" "Ben sana çoktan meydan okudum Ahu... Şimdi savaş başlatıyorum." Diyerek arkasını döndü çıkışa doğru ilerledi. Kapıyı açtı dışarıya çıkmadan yönünü bana döndü yüzüne samimiyetten uzak bir gülümseme yerleştirdi. "İki gün sonra Fikret Beyi anma gecesinde görüşürüz Ahucum." Dedi ve kapıyı çarparak gitti. Sanki başımda hiç sorun yokmuş gibi birde Rüya'nın takıntılı aşkı çıktı başıma. Kendimi L şeklindeki yeşil koltuğa attım. Ellerimle başımı ovalayarak inceden oluşan ağrıyı yok etmeye çalıştım. Her yıl Melih'in dayısı olan Fikret Yıldırımın ölüm günü şirkette düzenlenen davetle anılıyordu. İki gün sonra herkesin üzüntüyle katıldığı geceye, ben ve ailem kocaman bir utanç içinde katılıyorduk. Bunları düşününce hafif ağrıyan başım şiddetlendi ve çekilmez bir baş ağrısına döndü. Kendimi karaya vurmuş balık gibi hissediyordum. Deniz dibimdeydi ama ben yaşamak için çırpındığımdan denize yetişemiyordum. Çırpınmam durduğunda önümde pek bir seçenek kalmayacaktı. Ya ölecektim, ya da ölecek. *** İki gün su gibi akıp gitmişti, Fikret Beyi anma gecesinin düzenlendiği şirkette yapılan yemeğe Melih'in istediği üzerine Osman' la gidiyordum. Babamlar bir saat önce evden çıkarak geceye katılmışlardı. Osman şirketin önünde arabayı durdurdu, kapıyı açıp çıktığımda Tunç yanıma gelerek kolunu bana uzattı. Kolunun içine girerek yemeğin düzenlendiği alana birlikte ilerledik. Tunç'ta tıpkı benim gibi burada olmaktan hoşnut değildi çünkü yüzünden düşen bin parçaydı. "İçim hiç rahat değil Ahu." Diye konuştu Tunç. Bakışlarımı yandan görünen yüzüne çevirdim. "Baksana şuraya" diyerek başıyla karşıyı gösterdi. "Yıllardır düzenlenen bu yemeğe ilk defa bu kadar çok basın mensubu katılıyor. Daha da ilginci ise basının içeriye davet edildiğini ilk kez şahit oluyorum." Dedi kendi kendine iç muhasebesi yaparak. Bakışlarımı basın mensubu için ayrılan kısıma çevirdim ve Tunç'a hak verdim oldukça çok basın mensubu buradaydı. Yemeğin olduğu alana girdiğimiz anda basının dikkatini çekmiş ve yüzümüzde patlayan flaşların esareti altına girmiştik. Tunç ustaca ve hızlı bir şekilde bizi basının ellerinden kurtarmıştı. İçeride oldukça elit, zengin iş adamları ve sosyeteden tanınan insanlar vardı. Yemeğin olduğu alanda konumlanmış sayısız masa vardı. Masalar ve sandalyeler siyah örtü ile kaplanmış, masaların üzerlerinde kırmızı karanfil konulmuştu. Girişin karşısında yüksek bir platform yapılmış arkasına duvar boyunca boydan boya dijital bir ekran yerleştirilmişti. Melih'in ailesi ve benim ailem platforma yakın bir masada oturuyorlardı. Onlara doğru ilerlerken aynı anda da yüzlerine bakıyordum. Dedem ve babam işledikleri günahtan dolayı yüzlerini yere eğmiş burada olmaktan oldukça utanç duyuyorlardı. Her yıl düzenlenen bu geceye mecburi katılıyorlar ve gece boyunca da utanç içinde kıvranıyorlardı. Birsen teyzenin gözleri yaşlıydı, Kenan amca ise Birsen teyzeye şükreder gibi bakıyordu. Füsun hanım ve Melih ortalıkta yoktu. Masaya yaklaşınca Tekin'le göz göze geldik, bakışlarımı onun gözlerinden ilk çeken ben oldum. Onun bana yaptığı bu ihaneti unutamıyordum. Masaya geldiğimizde, Birsen teyzeyle sarılmış ve kısaca merhabalaşmıştık. Çağlar, Rüya ile masamıza geldiğinde Rüya'nın keskin bakışlarına tıpkı onun gibi karşılık verdim. Çağlar yanıma gelerek kısık bir sesle "Yenge abim seni çağırıyor." Dedi. Çağlar'la birlikte yemek verilen alandan çıktık ve asansörlerin oraya ilerledik. Asansörlerin orada siyah takım elbisesinin pantolonunun cebinde ellerini koyan Melih'i gördüm. Yanına yaklaştığımızda Melih "Tamam Çağlar sen gidebilirsin." Dedi. Giden Çağların ardından gelmiş olan asansöre bindik ve Melih gideceğimiz katın düğmesine bastı. Asansör dokuzuncu katta durdu, Melih ile birlikte asansörden indik. Melih önde ben arkada ilerliyorduk. Melih'in hiç konuşmayışı beni oldukça geriyordu ama bunu ona belli etmek istemiyordum. Belli etmemek için çok çaba sarf ediyordum. Melih birden arkasını dönünce burun buruna geldik. Ela gözleri koyulaşmış yağmurdan sonra ıslanan toprak rengini almıştı. Sakallarını kısaltmış, saçlarının boyunu kestirmişti. Asırlara konu olacak ama sadece saniyeler süren bakışmamız Melih'in dolgun dudaklarını aralamasıyla son buldu. "Önden sen yürü Ahu." Dedi kışkırtıcı bir ses tonuyla. İtiraz etmeden öne geçerek yürümeye başladım. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum arkam Melih'e dönük yürürken. "Sana kendi gözlerinle görmeni istediğim bir şeyi göstermeye." Dedi. Olduğum yerde durdum ve yönümü Melih'e çevirdim. "Annemi mi getirdin yoksa?" diye sordum parıldayan gözlerimle Melih'e bakıyordum. "Hayır! Dön önüne ve yürü!" dedi sert sesiyle düşen yüzümle önüme tekrar dönerek yürümeye devam ettim. "Sağa dön." Arkamdan gelen Melih'in sesiyle sağa döndüm. Karşımızda iki kanatlı kapı vardı, kapıya doğru ilerledik. Kapının önünde durduğumda Melih "İçeriye gir." Dedi, dediğini yaparak elimle kapıyı ittirerek içeriye girdim. Burası bir malzeme deposuna benziyordu. Neden burada olduğumuzu sorgulayan gözlerle etrafı süzerken sol taraftan fısıltılı sesler geldiğini duydum. Bakışlarımı Melih'e çevirdiğimde sol tarafa ilerlemem için başıyla işaret etti. Yönümü sol tarafa çevirdim birkaç adım attım beyaz dolabın arkasından gelen seslerin sahibini görebilmek için dolabın kenarına kadar geldim ve başımı içeriye doğru uzattığımda gördüğüm görüntüyle beynimden vurulmuşa döndüm. Başımın dönmesiyle düşmemek için dolabın kenarını elimle tuttum. Bakışlarımı karşıya tekrar çevirdim. Yanlış görmemiştim, gerçekti. Mehmet abi ve Füsun Hanım ateşli bir şekilde öpüşüyorlardı. Babam aşağıdayken Füsun Hanım kendini Mehmet abinin kollarına teslim etmiş, dünyadan soyutlanmış gibi öpüşüyordu. Gözlerimin önünde babamı aldatıyordu. Hem de hiç olmadık biriyle bunu yapıyordu. Ses duyulmasın diye elimle ağzımı kapatarak Melih'e döndüm. Melih'in yüzünde var olan ifade ikisinin ilişkisini önceden bildiğinin kanıtıydı. Melih'i orada bırakarak koşarak çıktım malzeme odasından. Asansörlere doğru koşuyordum ki Melih, kolumdan tutarak beni durdurdu. Kolumdaki elini ittirerek elleri arasından kurtulmaya çalıştım. "Bırak beni!" "Bıraktır, bırakmıyorum!" Beni bilerek buraya getirdiği yetmiyormuş gibi sinirlerimi bozmaya devam ediyordu. Gözlerimle hiç unutamayacağım bir şeyi bana göstererek içime kor ateşler bırakacak sır tohumları ekmişti. "Bilerek getirdin beni buraya! Bilerek gösterdin bu iğrençliği!" diye bağırarak kolumdaki elinden kurtuldum. Ellerimle göğsünden ittirdim. "Beni böyle mi cezalandırıyorsun?" diye sordum sesime yayılan kızgınlıkla. Melih ağzını açıp tek kelime etmiyor beni daha da çileden çıkarıyordu. "Biliyorsun... Bu gördüğüm şeyi kimseye söyleyemeyeceğimi biliyorsun!" ellerimle bir kez daha ittirdim göğsünden. "İçime bıraktığın bu sırla yaşayamayacağımı da biliyorsun... Bu sırla kahır olacağımı da biliyorsun!" dedim isyan eder gibi. "Beni böyle cezalandırıyorsun." Dedim. Melih, ellerini bel oyuntuma koyarak beni kendi bedenine yapıştırdı. Burnundan verdiği nefesi kendi burnumdan içeriye geri alıyordum. "Beni üzüyorsun ama Ahu." Diyerek yüzünü yüzüme biraz daha yaklaştırdı. "Ben bu kadar küçük ceza verecek bir adam mıyım?" diye sordu sesine bulaşan alay kırıntılarıyla. "Çık, çık, çık, gerçekten beni yanlış tanımışsın." Dedi, ürkütücü bir ses tonuyla. Belimde ki ellerini çekti, küçük ellerimi büyük elleriyle sarmalayarak beni asansöre bindirdi. Yemeğin verildiği kata indik ve içeriye geçtik. Az önce gördüğüm görüntüyü hala zihnimden silemediğim için bütün bedenim gerilmiş, yüzüm cayır cayır yanıyordu. Bizim için ayrılan masaya yaklaştığımızda, yüzümde ki farklılığı ilk Birsen teyze fark ederek ela gözleriyle yüzümü inceledi. "Ahu, kızım senin neyin var? Betin benzin atmış. "dedi telaşlı bir sesle "Bir şeyim yok midem kötü biraz." Diyerek Birsen teyzeyi geçiştirdim. Kısa bir süre sonra Füsun Hanım hiçbir şey yokmuş gibi masaya gelip babamın yanına oturdu. Yetmezmiş gibi az önce Mehmet abinin dudaklarını öpen dudaklarıyla babamın yanağına bir öpücük bıraktı. Ölümcül bakışlarımı Füsun Hanımın iğrenç yüzüne diktim. Bakışlarımı fark eden Füsun Hanımın yüzünden gülümseme yok oldu. Gözleriyle neden ona öldürecekmişim gibi baktığımı sorguluyordu. Mehmet abinin de masaya gelmesiyle bakışlarımı Füsun Hanımdan çektim. İkisinin uygunsuz görüntüleri bir türlü gözlerimin önünden gitmiyordu ve bu benim midemi bulandırıyordu. Gece hızlı bir şekilde ilerliyordu, ilk olarak Kenan amca kısa bir konuşma yapmış daha sonra da Birsen teyze konuşmuştu. Herkes yemeğini yemişti, Melih oturduğu yerden kalkarak platforma çıktı ve konuşmaya başladı. Melih'in sesini duyabiliyordum ama ne söylediğini anladığım pek söylenemezdi. Zihnim bulanmıştı, gördüklerimi sindirebilmek için büyük uğraşlar vermeye çalışıyordum. Melih, platformdan inerek yanıma geldi. Solumda Tunç sağımda Melih vardı. Bakışlarım masanın üzerinde duran yarısı bitmiş su bardağımdaydı. Melih masada içi şarap dolu kadehini eline aldı. "Ahu," diye fısıldadı. Kafasına kadehi dikti ve tek dikişte içindeki şarabı içerek masaya kadehi koydu. "Ahu," dedi tekrardan. Bakışlarımı yan dönerek Melih'e çevirdim. Melih, yüzüne birçok kez rastladığım o tehlikeli gülüşünü yerleştirdi. Gözlerinin elasına yine zehirli yeşiller bulaşmış ve bir çark misali gözlerinin içinde ateş almak ister gibi dönüyordu. Bakışlarında var olan intikam ölümünü hissediyordum. Ela gözlerinden, kahve gözlerime zehirli kıvılcımlarını bırakıyordu. Melih dolgun dudaklarını aralayarak konuştu. "İşte senin cezan Ahu." Diyerek başıyla platformu işaret etti. Aynı anda basının "Çek görüntüyü çek..." diyerek platforma doğru koşması, Tunç'un elindeki bardağın kırılarak etrafa savrulması, etraftaki insanların ayıplar niteliğinde çıkan sesleri kulağıma ulaştı. Bakışlarımı yavaşça platforma çevirdiğimde ikinci kez şahit olduğum görüntüyle tüylerim diken diken oldu. Dijital ekrana yansıyan Füsun Hanımın bir adamla öpüşme görüntüsü vardı. Öpüştüğü adam Mehmet abiydi ama bu görüntüyü çeken kişi öyle bir açıdan çekmişti ki Mehmet abinin yüzü görünmezken Füsun Hanımın yüzü kabak gibi ortaya serilmişti. Melih, söylediği gibi benim için bir ceza kesmiş ve seçim yapmadığım için beni pişman etmişti. Bana verdiği bu ceza bütün ailemi etkilemiş, bizi bütün Türkiye'ye rezil etmişti. Benim yüzümden bütün ailemi cezalandırmış insan yüzüne bakamayacak hala getirmişti bizi. Hiç acımadan, yıkmış, parçalara ayırmış ve de yakmıştı. Şimdi küle dönen bedenlerimizi büyük bir zevkle izliyordu. Etraftaki insanların uğultulu sesleri, Füsun Hanımın yakarışlarına karışıyordu. Ama ben kilitlenmiş gibi ekrandan bakışlarımı çekemiyor gözümden akan yaşlarla ekrana bakıyordum. Bu görüntü bizim sonumuz olacaktı biliyordum. Bu yaşadığımız ölümden önce son çırpınışlarımızdan başka bir şey değildi. Melih bizi öldürmüştü. Dağılmıştık... Sona gelerek yok olmuştuk. BÖLÜM SONU. |
0% |