@esranurozer
|
Keyifle okuyun çiçeklerim. 💕 ÖZEL BÖLÜM EZGİ ve UFUK İlk iş günümde, göreve başladığım kreşe geç kalmak anca benim gibi bahtsız bir insanın başına gelirdi. İstanbul'un yoğun ve çekilmez trafiğini akıl edemediğim için işe geç kaldığım yetmiyormuş gibi bir de taksi şoförünün sarımsak kokusundan boğulmak üzereydim. Adam sarımsak yememiş, sarımsağı içinde resmen öldürücü bir madde olarak saklamıştı. Ay, resmen ölecektim. "Off..." elimle yüzümü yelledim. "Valla şimdi düşüp bayılacağım. Ne zaman bitecek bu trafik?" Dikiz aynasından ters ters bana bakan şoför "Ben ne yapayım abla?" dedi ve ekledi. "Bekliyoruz işte." Adam dudaklarını aralayıp her konuştuğunda sarımsak kokusu arabanın içine yayılıyor ve beni küçük çaplı bir nefessizliğe sürüklüyordu. Bu işkenceye daha fazla dayanabilecek gücü kendimde bulamadım. Hızlıca çantamı açtım ve taksimetrede yazan ücreti adama uzattım. Taksi şoförü hiç sorgulamadan elimden parayı alır almaz kapıya asıldım ve kendimi dışarıya attım. Temiz havayı içime derince çektim. "Allah'ım şükürler olsun. Az kalsın sarımsak kokusundan dolayı ölecektim." Arabaların arasından geçip yol kenarına doğru yürüdüm. Trafik öyle kalabalıktı ki sanki bütün dünyada araba kalmamış hepsi İstanbul'a gelmişti. İstanbul iyi hoştu ama trafiği hiç çekilmiyordu. Beni yıldırsa yıldırsa sadece bu trafik yıldırırdı. Canım memleketim biricik Trabzon'um böyle mi? Mis gibi temiz havası var. Söylenerek arabaların arasından yolun kenarına doğru ilerledim. Yavaş ve temkinli adımlarla yolun kenarında yürüdüm ve sağa döndüm. Yolun karşısına geçip kaldırımda yürümem lazımdı. Zar zor kaldırama yetiştiğimde kaldırım boyunca yürüdüm. Önüme çıkan ilk sapağa sapmamla bir an'da eli silahlı iki grubun ortasında kaldım. Nutkum tutuldu. Gözlerim fal taşı gibi açıldığında bir çift yeşil gözle denk geldim. Beynim düşünme yeteneğini kaybetti ve ben gözlerimi hızla kapatıp bir an'da kendimi yere attım. Şu an bana göre en mantıklı olan şey buydu; ölü taklidi yapmak. Patlayan silah sesi, küfürler, bağırışlar havada uçuşuyordu. Ben ise sadece yerde boylu boyunca yatmış, gözlerimi sıkıca kapatmış ve içimden bildiğim bütün duaları okuyordum. Tam olarak ne kadar sürdü bilmiyorum ama oldukça uzun sayılabilecek bir zaman diliminde silah sesleri kesildi. Ama ben hala gözlerimi açmaya cesaret edemiyordum çünkü etrafımda dolanan ayak seslerini duyuyordum. Eğer, ben bugün burada korkudan ölmezsem bir daha asla ölmem. "Temizleyin burayı!" dedi bir erkek sesi. Sesi kalın değildi ama ince de değildi. "Çabuk olun!" diye bir kez daha bağırdı aynı ses. Adım seslerini daha yakından duydum. Gözlerimi olabildiğince sıkıca kapattım. Kalbim ağzımda atıyordu resmen. İlk önce bir elin baskısını omzumda hissettim ve daha sonra "Hanımefendi?" diyen o sesi duydum. Adam yanımdaydı. Daha fenası ise hem bana dokunuyor hem de bana sesleniyordu. Hiç duymamış gibi ölü taklidi yapmaya devam ettim. "Hanımefendi?" diye seslendi bir kez daha adam. "Derin nefes alıp veriyorsunuz, yaşadığınız çok belli. Açın gözlerinizi." Adamın konuşmasıyla bu kez kalbim ağzımda değil başka bir yerimde atmaya başladı. "Hey, kime diyorum hanımefendi?" Hay hanımefendiler kovalasın seni be adam. Gitsene başımdan ölüyoruz işte. İçimden homurdandığım cümleler dudaklarımdan tabii ki de çıkmadı. Bunun yerine oldukça kısık bir sesle "Rahat bırak beni, ölüyorum ben." dedim. Adam, sanki ben ona çok komik bir şey söylemişim gibi büyük bir kahkaha attı ve boğazını temizledi. "Madem ölüyorsun bizim çocuklar seni diğer ölülerin yanına götürsün o halde." Derken, ellerini dizlerimin altından geçirdi. Aman Allah'ım beni kucağına aldı. Gözlerimi hızla açtım ve bir saniye düşünmeden parmağımı yeşil gözüne soktum. "Ahh... Siktir!" adamın bağırmasıyla beni kucağından fırlatır gibi yere atması bir oldu. Düşmenin etkisiyle kalçamı hissetmiyordum. Canım çok fena acımıştı. Sanırım uzun bir süre kalçamın üstüne oturamayacaktım. "Ne yapıyorsun kızım?" diye haykırdı adam. Daha ben ağzımı açıp cevap vermeye kalmadan az ilerisinde arabanın yanında duran kızıl saçlı gözlüklü adam "Ufuk abi iyi misin?" diye seslendi. Adı Ufuk olan adam parmağımı soktuğum gözünün üstüne elini koymuş tek gözüyle bana bakıyordu, oldukça sinirliydi. Bu saatten sonra beni kesin öldürecekti. Bütün haber kanallarında gazetelerde boy boy benim haberim yapılacaktı. Trabzon'lu genç öğretmen ilk iş gününde İstanbul'un ara sokağında kör kurşuna gitti. İnsanlar benim için üzül— "Hey ben kime diyorum?" adamın sert sesiyle hayal dünyasından çıkıverdim. "Manyak mısın sen kızım? Ne diye parmağını gözüme sokuyorsun? Kör olacaktım." "En azından kör olmak ölmekten iyidir?" diye çıkıştım. Adam tek gözüyle yüzüme baktı, baktı ve baktı. Sonra eğilip beni kucağına aldı. "Seni kendi ellerimle ölü adamların yanına atacağım." dedi. Çığlık çığlığa bağırarak kucağında çırpınmaya başladım. Ama adam beni hiç zorlanmadan siyah bir arabaya bindirdi ve kapıyı kapatıp kilitledi. Dışarıda bekleyen kızıl gözlüklü adama bir şeylere söyledi. Kızıl gözlüklü adama gülerek başını salladı ve diğer bekleyen adamlarla birlikte arabasına binip ara sokaktan uzaklaştı. Son an'da aklıma gelen telefonumla çantamı hızla açmamla arabanın kapısı da aynı anda açıldı. Yeşil gözlü adam hala tek gözü kapalı bir şekilde elimdeki telefona kısa bir bakış atıp arabaya bindi. Emniyet kemerini takarken "Telefondan polisi aramayı aklından bile geçirme!" dedi ve arabayı çalıştırdı. "Yoksa seni bu kez gerçekten öldürmek zorunda kalırım." "Beni öldürmeyecek misin yani?" "Hayır." Yamukça güldü. "Ama gözünün birini çıkartacağım." Aval aval yüzüne baktım. "Gözüme karşılık gözün." Dediğinde jeton düştü. "Sen de beni yere fırlattın. Canım yandı." Diye bağırdım. "Üstelik ördek avlar gibi insan öldürdünüz. Ne yapsaydım kucağına öylece kurulsa mıydım?" Kısa bir an yoldan bakışlarını çekip gözlerimin içine baktı. Göz göze gelmemizin sayesinde sol gözünün kızardığının farkına vardım. "Canın hiç yanmışa benzemiyor." Derken bakışları tekrar yolu buldu. "Koltukta gayet rahat ve yayılarak mabadının üstüne oturuyorsun." Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Sanki o da ben de kurduğu cümleyi sindirmeye çalışıyorduk. "Kimsin sen?" diye sordum sessizliği bozarak. "Ufuk ben." dedi. Gözlerimi devirdim. Gerçekten çok gerekli bir bilgi. "Ben adını mı sordum? Ben kim olduğunu sordum." Derin bir nefes alıp bedenimi koltukta ona doğru döndürdüm. "Sorumu baştan daha açıklayıcı bir şekilde sorayım. O kadar insanı öldürdün yoksa sen..." "Evet." dedi. "Neye evet dedin sen şimdi?" kaşlarımı çattım. "Daha sorumu tamamlamadım bile." Ufuk, arabayı yolun kenarında durdurdu ve emniyet kemerini açıp tıpkı benim gibi bedenini bana döndürdü. Birinin içi kırmızı olan yeşil gözlerini siyah gözlerime dikti. "Sorunu tamamlamana gerek yok. Çünkü ne soracağını biliyorum." Gözlerin, insanların üzerinde bıraktığı etkinin kanıtlandığına bu saniyeden sonra kesinlikle inanıyordum. Adam yeşil gözleriyle, siyah gözlerimi hedef almış bakışlarıyla konuşuyordu. "Allah Allah. Ne soracakmışım, sen tamamla." dedim. İçimde kulağıma çığlık çığlığa sen salak mısın diye bağıran bir ses vardı. Karşımdaki adamın mafya olduğunu tahmin etmemek salaklıktan başka bir şey değildi zaten. Ama yine de yeşil gözlü adamdan duymak istiyordum. Tuhaftı ama bu adam gözlerimin içine bakarken ben ondan korkmuyordum. "Ben mafyayım." Dedi Ufuk. "Nasıl yani..?" diye tepki verdim. "Kurtlar vadisi Polat gibi mi?" Kafasını geriye yatırıp büyük bir kahkaha attı. "Yok..." Dedi kahkahasını zor zapt ederek. "Ben Abdulhey olanım." "Yaa..." ağzım şaşkınlıkla kocaman açılmıştı. Bugün gerçekten beynim çalışmıyordu. Çünkü neredeyse Ufuk'un kurtlar vadisi Polat değil de Abdulhey olmasına üzülecektim. Çünkü ben katıksız bir salaktım. Karşımda duran adamın mafya olmasına dert yanmıyor, kurtlar vadisi oyuncularıyla kıyaslıyordum. "En baştan başlayalım mı?" diye sordu Ufuk. "Nasıl yani?" diye sordum. Boğazını temizledi ve elini bana uzattı. "Adım Ufuk." dedi. İlk kez bir erkek görmüşçesine pişmiş kelle gibi sırıttım ve elimi uzattım. "Benim adım da Ezgi." Büyük elleri, küçük ellerimi kavradı ve o da tıpkı benim gibi sırıttı. "Tanıştığıma memnun oldum Ezgi." Gözleri gözlerimi hedef aldı. "Ve seni tanımaya devam etmek isterim Ezgi." Gülümsedi. "Sen de Abdulhey olan Ufuk'u tanımak ister misin?" Ah be adam bana böyle güzel bakma. Kalbim sana doğru koşuyor. Benim kalbim tehlike sever, aksiyon sever. Bir an'da sana vuruluverir. Böyle demedim tabii içimde kelimeler benimle savaşırken ben Ufuk'a gülümsemeye devam ettim ve "Ben de tanımak isterim." dedim. O gün tanımak istediğim adamın yıllarca benim hayatımın tek anlamı ve ilerde çocuğumun babası olacağını asla tahmin edemezdim. Ufuk belki dışarıda mafyaydı ama beni hep çocuk yüreğiyle sevdi. Ufuk'u sevdiğim için asla pişman değilim. 🦋🦋🦋 MELTEM ve OSMAN Yeğenlerim için aldığım boyama kitaplarının parasını öderken telefonum çaldı. Hızlıca boyama kitaplarının ücretini ödedim ve telefonu açıp kulağıma dayadıktan sonra kırtasiyeden çıktım. "Efendim abla?" "Alo Meltem neredesin? Yoksa bugün çalışıyor musun?" "Ben çok iyiyim abla, sen nasılsın?" dedim gaf yaparak. Ablam homurtuya benzer oflayıp pufladı. "Eee biz eve geldik, seni göremeyince izin alamadığını düşündüm." Dediğinde arkadan minik prensesim Defne'nin sesini duydum. Yeni yeni konuşmaya başlamıştı ve çok tatlıydı. "İki gün izinliyim abla. Yeğenlerim için kırtasiyeye kadar uğradım. Yarım saate evde olurum." Ablam isteklerini sıraladıktan sonra telefon konuşmamızı sonlandırdık. Kırtasiye ve evimin arası yürüme mesafesindeydi, çok uzak sayılmazdı. Oturduğum mahalleye girdim ve yokuşu yavaşça çıkarken evimizin önünde park halinde duran araba gözüme çarptı. Araba çok tanıdıktı, bakışlarım plakasına kaymaya kalmadan arabanın kapısı açıldı ve içinden Osman Bey çıktı. Adımlarım birden hızlandı ve ben koşar gibi Osman Beyin yanına ilerledim. Osman Bey gayet rahat bir şekilde elleri ceplerinde benim onun yanına gelmemi bekliyordu. Sonunda yanına ulaştım ve nefesimi düzene sokmadan direkt konuştum. "Osman Bey neden buradasınız, yoksa Ahu Hanıma bir şey mi oldu?" Benim sorduğum soruyu umursamadan kendisi bana bir soru sordu. "Asıl senin ne işin var burada?" Karşımda bana bu soruyu soran bir insan değil de sekiz bacağı olan bir uzaylıymış gibi yüzüne boş boş baktım. Hatta mahallede olmasaydık bu soruya kahkahalar atardım. "Siz iyi misiniz?" diye sordum alay ederek. "Burası benim evim ve ben evimde olmanın hesabını mı vereceğim, anlayamadım?" Osman Bey, kıstığı gözleriyle yüzüme baktı. Kaşları çatıktı, bana mı sinirlenmişti bilmiyorum ama kızgın olduğu bariz belliydi. "Sen neden bugün çalışmıyorsun?" diye sordu. "İzinliyim." "İzinlisin..?" tek kaşını havaya kaldırıp başını salladı. "Neden izinli olduğundan benim haberim yok?" sesi düz, bakışları şüpheciydi. Bir müddet şaşkınca yüzüne baktım. "Pardon..?" dedim ve ekledim. "Neden izinli olduğumdan sizin haberiniz olacakmış?" mahallede olduğumu falan unutup sesli güldüm. "Bu hakkı kendinizde nasıl bulduğunuzu çok merak ettim. Patronumun Melih Bey ve Ahu Hanım olduğunu biliyordum." Her akşam beni eve kendisi bıraktığı için üzerimde böyle bir hak sahibi olduğunu sanıyorsa yanılıyordu. Tamam, Osman Bey iyi, hoş ve yakışıklı bir adamdı ama benimle emir kipiyle konuşmasından hoşlanmıyordum. Aslında aramızdaki etkileşimin ben de o da farkındaydı. Daha önce de arabada üstü kapalı bana güzel cümleler kurmuş, minik yaklaşımlarda bulunmuştu. Osman Bey'den etkilendiğimi inkâr etmeyecektim. Onunda benden etkilendiği aşikârdı. Hatta etkilenmenin dışında hissettiğimiz şeyin hoşlantı boyutunu bile geçtiğinin farkındaydık. Ama sonuç her ne olursa olsun, hiç kimse benimle böyle emir eder gibi konuşamazdı. Özellikle de erkekler. "Meltem, beni zorlama istersen. Sana patronun gibi hesap sormuyorum. Sana kim olarak hesap sorduğumu sen çok iyi biliyorsun." "Ne için veyahut kim olarak hesap sormanız hiç fark etmez. Siz bana hesap soramazsınız Osman Bey!" "Meltem..." dudaklarından firar eden adımın kulağıma hiç bu kadar güzel geleceğini düşünmezdim. "Bana bey demeyi bırak." "Neden? Siz bana emir vermeyi bırakıyor musunuz?" gözlerinin içine bakarak gülümsedim. "Osman Bey." Cümlem biter bitmez her şey bir an'da gelişti ve Osman, iki büyük adımda yanıma gelip beni kolumdan tuttuğu gibi hemen evimizin olduğu apartmanın yanındaki kapısı açık apartmanın içine beni sokup demir kapıyı kapattı. Sırtımı duvara yaslayıp beni kollarının arasına hapsetti. Delici gözleri dudaklarıma kayıp sonra gözlerime çıktı. "Eğer bir daha bana bey dersen..." yutkundu, bakışları tekrar dudaklarıma kaydı. "Gerekeni yaparım." İçimde yasakları çiğnemek isteyen uslanmaz bir kız vardı. Osman'la aramızda adı konulmamış hisler vardı. Belki de bazı hisler konuşulmaz gösterilirdi. Osman'da aramızdaki ilişkinin adını göstererek koysun istiyordum. "Ne yaparsınız çok merak ediyorum." Dedim, bu bir başkaldırıştı. "Dene ve gör." dedi, bu da bir meydan okumaydı. "Osman Bey..." dudaklarım, onun dudakları arasına hapsoldu. Öpüşü, tıpkı dudakları gibi yumuşacıktı. Dudaklarının davetkâr çağrısına çok geçmeden karşılık verdim. Ve biz konuşarak adı konulmayan hislerimizin adını öpüşerek koyduk. 🍎🍏🍎 ELİF ve TUNÇ "Elif'im..?" Tunç'un iki saattir gözlerini bana dikmiş ve sürekli papağan gibi Elif'im demesi beni delirtmek üzereydi. Adam 502'den daha çok yapışkandı. Hayır, Ezgi ve Ufuk abinin mutluluğu söz konusu olmasaydı bu Tunç'u çekecek durumda değildim. "Bana bak adam..." dedim dişlerimin arasından. "Bana Elif'im diye seslenme! Hatta sen bana hiçbir şekilde seslenme!" "Peki, sen nasıl istersen Elif'im." "TUNÇ!" Öfkeli bakışlarımı yüzüne çevirdim. Ben ne kadar sinirliysem o bir o kadar mutluydu. Karşımda sırıtıyordu. Elimdeki kalemi gözüne sokmama ramak kalmıştı. Otuz iki diş sırıtarak "Gözlerin çok güzel." Dedi. Gözlerimi devirdim ve önüme döndüm. "Bu benim sorunum." dedim ve davetiyelerin üstüne listedeki isimleri yazmaya kaldığım yerden devam ettim. "Saçların da çok güzel..." "Evet, bu da benim sorunum." Sesli bir şekilde nefesini içine çekti. "Ah hele kokun," duraksadı ve ona bakmama sebep oldu. Bakışlarım tekrar yüzünü bulduğunda elini çenesinin altına koymuş pür dikkat baba baktığını gördüm. Dudakları kendinden geçmiş gibi iki yana kıvrılmıştı. "Kokun beni mahvediyor Elif'im." Ciddi olup olmadığını tartıp biçmek için kıstığım gözlerimle parlayan gözlerinin içine baktım. Oldukça ciddi görünüyordu. Aramızdaki tuhaf bakışmaya bir son verdim ve tıpkı onun gibi elimi çenemin altına koyup yüzüne baktım. "Ne yapayım?" diye sordum. "Kokumu alma diye burnuna tıkaç mı takayım?" "Gülümsemen yeter." Derken aynı an'da da göz kırptı. "Buzdan farkın yok. İltifat ediyorum beni püskürtüyorsun. Senin kelime haznende 'teşekkür ederim' yok mu Elif?" Tunç iflah olmaz ve durdurulamaz bir adamdı. Yok, kelimesi onun için bir cevap değildi. Beni bu davranışlarıyla etkilemeye çalışacağını sanıyordu ama büyük yanılıyordu. Zaten benden hoşlandığına da inanmıyordum. Şimdi ben onun için ulaşılmaz olduğum için beni kovalamak hoşuna gidiyordu. Tunç'un bana sorduğu soruyu hiçe sayarak "Bak..." dedim ve ekledim. "Seninle Ezgi ve Ufuk abinin düğün organizasyonu düzenlemek için yan yana geldik ama sen sabahtan beri boş boş konuşuyorsun. Gerçekten ben bu durumda olmaktan hoşnut değilim. Davetiyelerin üstüne listedeki isimleri yazalım ve işimizi bitirelim bir an önce." Öylece yüzüme baktı. Sanki ben onunla konuşmuyordum da duvarla konuşuyordum. Gözleri bir tek gözlerimi hedef almıştı. Bana en ufak bir tepki vermiyordu. "Tunç?" dedim. "Elif'im." dedi. Tunç tek kelimeyle sabrımı sınıyordu. Şeytan diyor ağzının üstüne kürekle vur. "Bana böyle seslenme!" diye çıkıştım. "Gerçekten sinirlerimi bozuyorsun. Ne bu yılışık tavırlar? Asabımı bozma benim." "Ben mi yılışığım?" dedi. Yüzündeki şaşkınlık sesine de yansımıştı. "Evet," dedim ve ekledim. "Aynı zamanda yüzsüz, şıpsevdi ve arlanmaz arsızın tekisin!" "Beni..." diye teessüf eder gibi sesini yükseltti. "Beni, beni Tunç'unu nasıl böyle kötü şeylerle itham edersin?" başını iki yana salladı. "Oysa sen benim Elif'imdin." Kocaman açtığım gözlerimle far görmüş tavşan gibi Tunç'un yüzüne bakakaldım. Beynim buz dolu bir kovanın içinde sokulmuş gibi donup kalmıştım. Bütün işimi gücümü bırakmış Tunç'un bu söylediklerinde ciddiyet arıyordum. Arıyordum ama yoktu. Zaten Tunç'ta ciddiyet ne gezsindi? Tunç birden ellerini yüzüme doğru uzatıp yüzümü avuçladı. Büyük bir kahkaha attı. "Şu yüzünün tatlılığına bak. Allah'ım yiyeceğim şimdi." dedi aynı zamanda da iki eliyle yanaklarımı sıkıyordu. Bana dokunmasıyla kan beynime sıçradı. Öfke beni esareti altına aldı. "Bırak!" diye bağırdım. Ellerini yanağımdan çekmeye çalıştım ama Tunç daha çok gülmeye başladı, yetmedi yanaklarımdaki elinin baskısını daha da arttırdı. "Sana bırak diyorum Allah'ın cezası!" bütün kuvvetimle yüzümü ellerinden kurtardım. "Ya sen nasıl bir adamsın? İki dakika doğru dürüst yerinde duramıyorsun. Şurada insan gibi bir iş yapmaya çalışıyoruz onu bile beceremiyorsun. Yeter!" işaret parmağımı yüzüne doğru salladım. "Bugün seninle daha fazla uğraşamayacağım. Gidiyorum!" "Elif ne—" "Ne oluyor size? Sesiniz evi inletiyor." Diyen Sevgi teyzenin sesiyle Tunç cümlesini tamamlayamadı. Ne Sevgi teyzenin yüzüne baktım ne de Tunç'un hızlı bir şekilde masanın üstünde duran eşyalarımı çantama tıktım. "Gerçekten gitmeyeceksin değil mi Elif?" cevap vermedim oturduğum yerden kalktığım an Tunç koluma yapıştı. "Elif..." dedi. Öfkeyle bir hışımla "Bırak!" diye bağırıp kolumu savurmamla ne zaman dibimize geldiğini fark etmediğim Sevgi teyzenin elindeki tepsiye kolum çarptı ve kaçınılmaz son oldu. Tepsinin içindeki sıcak kahve Tunç'un üstüne döküldü. "Ay yandı adam!" Sevgi teyzenin çığlığıyla telaşa kapıldım. Tunç, yüzünü buruşturmuş vaziyette gömleğini tutuyordu. Hissettiğim suçluluk duygusuyla "Tunç..?" dedim. Tunç'un açık kahve gözleri beni buldu. "Tamam, yok bir şey." dedi. "Ay nasıl yok bir şey Tunç?" diye çıkıştı Sevgi teyze. "Yandın, sen çıkart gömleğini." Bakışları beni buldu. "Sende buzdolabından buz torbasını getir." Başımı sallayıp hızla salondan çıktım ve mutfağa girdim. Buz torbasını buzluktan aldığım gibi koşar adımlarla salona girdim. Tunç gömleğini çıkartmış sandalyeye oturmuş Sevgi teyzenin vahlamasını, tühlemesini dinliyordu. Yanlarına gelip Tunç'un karşısındaki sandalyeye oturmamla Sevgi teyze "Kızaran bölgeye buz torbasını koy Elif." Dedi ve Tunç'un gömleğini eline alarak salondan çıktı. Mahcup bakışlarımı Tunç'un gözlerine değdirmeden buz torbasını sol omzuyla göğsünün üstüne bastırdım. Tunç bedenine değen soğukla irkildi. Bakışlarım gayriihtiyarî gözlerine çıktığında, bana hala aşkla baktığını gördüm. Gözlerindeki aşkı gördüm ama önemsemedim. "Çok acıyor mu?" diye sorarken sesim titredi. Allah kahretsin bu sesim neden titredi ki? "Acıyordu." Dedi Tunç. Bir kez daha gözlerimiz birleşti. "Senin elin değince kalbimin konuşmasıyla artık acımı hissetmiyorum." "Tunç..! Ne geliyorsa başına çok konuşmaktan geliyor. Sus bence!" "Çok güzel kokuyorsun, sen bu kadar güzel kokarken ben nasıl susabilirim ki?" masum bir çocuk gibi gözlerimin içine baktı. "Ben sussam kalbim susmuyor Elif'im." Sabırsızca bir soluk bıraktım. "Tunç ba—" demeye kalmadan Tunç elini alnına koyup başını geriye yatırdı. "Ah başım." "Ne oldu?" telaşla yerimden kalktım. Tunç tek gözünü açıp bana yandan baktı. "Başıma bir ağrı girdi. Ateşim var bir baksana!" Elimi alnına götürdüğümde alnındaki elini çekip benim elimi havada yakaladı. "Ateşim var mı diye bak dedim." dedi. "Eee elimi bırakırsan ben de ateşin var mı diye bakacağım." Dedim. "Elinle değil..." bakışları dudaklarıma kaydı. Gözlerim büyüdü. "Dudaklarınla bak." "Sen gerçekten fırsatçı, numaracı adamın tekisin." Diye çıkıştım ve elimi elinden kurtarmaya çalıştım ama bırakmadı. "Ne numarası canım?" dedi ağzını yayarak. "Başım ağrıyor, cayır cayır yanıyorum. Sende hepi topu ateşim var mı diye bakacaksın." Elimi çekmeye çalıştım. "Lütfen..." diye fısıldadı. Tunç'un bu davranışları beni deli etmek üzereydi. Beni kolay kolay bırakmayacağını fark ettiğimde pes ederek ateşine dudaklarımla bakmaya karar verdim. Ne de olsa dudaklarımın Tunç'un tenine değmesi beni etkilemeyecekti. Yavaşça yaklaşıp dudaklarımı Tunç'un alnına yaklaştırdığımda, Tunç pür dikkat bana bakıyordu. Başını hafif geriye yatırmıştı. Ilık nefesi çeneme çarpıyordu. Dudaklarım alnına değdiğinde Tunç'un sertçe yutkunma sesini duydum. Teniyle birleşen dudaklarım beni dehşete uğratacak kadar çok titriyordu. Fazla oyalanmadan hemen kendimi geri çektim. "Ateşin falan yok domuz gibisin!" dedim öfkeyle. Tunç parlayan gözleriyle gözlerimin içine bakarak otuz iki diş sırıttı. "Az önce beni öptün." dedi gülümsemeye devam ederek. "Artık kaçışın yok benimle evlenmek zorundasın." "Sen..!" dişlerimi kıracak kadar çok sıktım. "Seni şerefsiz!" Tunç büyük bir kahkaha attı. "Kaçışın yok Elif'im bundan sonra sen benim hayatımın kadını çocuklarımın anası olacaksın!" "Ben kime ne anlatıyorum ki?" elimde tuttuğum buz torbasını üstüne fırlattım. "Pisliğin tekisin. Gidiyorum ben. Sende inşallah ağrıdan kıvranırsın!" Arkamı dönüp ayaklarımla yeri döverek ilerken Tunç'un kahkahası daha çok arttı. Salondan çıkmadan önce Tunç'un söylediği son şey ise beni daha da öfkelendirdi. "Ben de seni seviyorum Elif'im." 🍎🍏🍎 BERNA ve ÇAĞLAR Kıtlıktan çıkmış gibi önündeki yemeğe gömülen biricik sevgilimi izliyordum. Sanki uzun yıllar aç kalmış gibi et soteyi ve pilavı iştahla kaşıklıyordu. "Aşkım sen gün içinde yemek yemiyor musun?" diye sordum. Iımm, ıhımmm diye ağzının içinde homurdandı. Çünkü Çağlar iki saniye yemek yemeye ara verse önündeki yemekler kaçacaktı. Çağlar, yemek yerken konuşmayı sevmiyordu. Gerçi Çağlar normalde de konuşmayı sevmiyordu. Çağlar'ın benimle yemek yerken sohbet etmeyeceğini bildiğim için konuşmamayı tercih edip yemeğime odaklandım. Yemeğimizi yedikten sonra inanılması güç ama Çağlar'la birlikte sofrayı topladık. Çağlar salona televizyon karşısına geçtiğinde bende bizim için kahve yapıp salona geçtim. Üçlü koltuğa yayılan Çağlar'ın hemencecik yanına iliştim. Çağlar bakışlarını televizyona dikmiş pür dikkat spor programını izliyordu. Eline yaptığım kahvesini alıp içti. Bakışlarını asla televizyondan çekmeden tek eliyle elime uzanıp avucumun içini öptü. "Eline sağlık güzelim." dedi. 45 derece güneşin altında kalmış tereyağı gibi eridim. Erimek ne kelime bittim. Elimi bırakmasına fırsat vermeden parmaklarımı parmaklarına kenetledim. Diğer elimin parmak uçlarıyla parmak boğumlarındaki çizgilerini okşadım. "Günün nasıl geçti bugün?" diye sordum. "İyi." Tek kelimelik bir cevap verdi. Öküz. "Peki, benim günüm nasıl geçti?" Sen iyi misin der gibi bana yandan bir bakış attı. "Ne bileyim gününün nasıl geçtiğini Berna ben?" "Eee sorsan bilirsin?" elini tutmayı bıraktım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "Farkındaysan seninle sohbet etmeye çalışıyorum Çağlar'cığım. Hani diyorum birazcık benimle ilgilensen. Normal sevgililer gibi iki güzel söz söylesen ha?" "Seni seviyorum güzelim." dedi. Tek bildiği güzel sözde buydu zaten. "Allah razı olsun ya. Hiç duymadığım bir şey söyledin." Çağlar televizyondan bakışlarını tamamen çekip bana baktı. "Sen niye bugün alıngansın?" diye sordu ve tek kaşını kaldırdı. "Yoksa özel gününde falan mısın? Sana çikolata alıp geleyim mi?" Bu adamın hem bu kadar odun olup hem de beni kendine aşık etmesi olur şey değildi. "Yaaaaggg..." dedim resmen haykırırcasına. Gözlerimden kalpler fışkırıyordu. "Sen sırf benim için çikolata almaya dışarıya mı çıkacaksın?" "Evet." dedi tek düze bir sesle. "İstiyor musun?" Kollarımı boynuna doladım ve yanağını kocaman öptüm. "İstemiyorum." diğer yanağınıda aynı şekilde öptüm. "Ben sadece benimle ilgilen istiyorum." Çağlar, bir elini belime koydu diğer elini ise kalçama koyup beni kucaklayıp kendi kucağına oturttu. Dizlerinin üstüne yan bir şekilde oturmuştum. Kollarım boynundaki yerini korurken, onun elleri belim ve kalçamdaydı. Birbirimizin gözlerinin içine aşkla bakıyorduk. Tamam ben aşkla bakıyordum o ise tutkuyla bakıyordu. Bir odun nasıl tutkulu bakarsa hah işte öyle tutkuyla bakıyordu. "Benim tek ilgili olduğum şey sensin Berna daha bunu öğrenemedin mi?" Dudakları dudaklarımın üstüne minicik bir öpücük kondurdu. Çocuk gibi omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Hep evdeyiz." dudaklarımı büzdüm. "Dışarıya çıkmak istiyorum. El ele sahilde yürümek istiyorum. Sinemaya gitmek istiyorum." dediğimde kalçamda duran elini yüzüme çıkarttı ve yanağımı avuçladı. "Seninle ortak bir Instagram hesabı açmak istiyorum." "Yine mi aynı konu Berna?" "Dur, dinle bir saniye." İyice kucağına yerleştim. "Ne var yani ortak bir hesabımız olsa? Sadece bizim fotoğraflarımız olan biyomuzda tanışma tarihimizin yazdığı bir hesap güzel olmaz mı?" "Olmaz!" "Ama neden yaa?" "Sevmiyorum kızım ben böyle gereksiz şeyleri! Kesinlikle bu konuda ki fikrim değişmez. Olmaz, olmayacak!" "Off o zaman birlikte çift kıyafetleri giyelim. Mesela aynı baskı gömlek veya tişört." Çağlar boğazından güler gibi bir ses çıkarttı. "Saçmalama Berna!" Mavi gözlerinde büyük bir alay vardı. "Bu saçmalıkları nereden buluyorsun kızım?" "Niye saçmalık olsun? Her sevgili böyle şeyler yapıyor. Herkesin yaptığını neden biz yapmıyoruz?" "Çünkü biz herkes değiliz güzelim." derken dudağıma minik bir öpücük daha kondurdu. "Ama neden?" diye sitem ettim. "Çünkü ben böyle şeyleri sevmiyorum." dedi keskin bir sesle. "Kaşlarımı sinirle çattım. "Sen zaten neyi seviyorsun ki?" diye homurdandım. "Seni seviyorum, yetmez mi?" Az önce sinirden çatılan kaslarım düz çizgi halini aldı. Dudaklarım hafif aralık bakışlarım azıcık mutluluktan büyümüştü. Boynunda duran ellerimi Çağlar'ın yanaklarına koyup avucumun içende yüzünü sıkıştırdım. Gözlerimi gözlerinin içine diktim ve otuz iki diş sırıttım. "Bu bir evlilik teklifi mi?" diye sordum. "Ne!?" dedi afallatmıştı. Çağlar'ın sıktığım yanaklarını öptüm. Geri çekildiğimde aramıza çok az bir mesafe bıraktım ve aklımdaki soruları sordum. "Beni seviyorsun değil mi?" "Evet." "Oyys ben de seni seviyorum sevdiceğim." Çağlar yüzüme tuhaf bir varlığa bakar gibi bakıyordu. "Peki," dedim ve ekledim. "Ben, çirkin, kıllı ve burnum büyük olsa bile yine sever miydin?" "Bu nasıl soru severdim." dedi gülerek. "Peki, benim aslında insan değilde uzaylı olduğumu öğrensen yine sever miydin?" Büyük bir kahkaha attı. "Sen zaten uzaylı değil miydin ya?" "Çağlar..." Göğsüne vurdum. "Düzgün cevap versene!" "Sen neyin peşindesin Berna?" Kıstığı gözleriyle gözlerimin içine baktı. Benim yüzümde ki ciddiyeti görünce gülümsedi ve "Severdim." dedi. Kocaman gülümsedim ve dudaklarımızı birleştirdim. Dudaklarımı büyük bir zevkle karşılayan dudakları beni usul usul öptü. Benim elim onun yüzünü kavramıştı. Onun tek eli yanağımdaydı, şimdi boynuma inmişti. Diğer eli ise belimi okşuyordu. Tıpkı dudaklarının dudaklarımı okşadığı gibi. Nefes alma ihtiyacıyla dudaklarımızı ayırdığımda ellerimi yüzünden çekip boynuna doladım. "Son sorum." derken derin bir nefes aldım. "Peki ben önceki hayatımda, bir orangutan olsaydım yine beni sever miydin? Yılan olsaydım mesala. Ya da ejderha... Veyahut aslında ben bir şeytan olsaydım sadece bu bedenin içine girmi--" "Tamam, yeter Berna!" diyerek sözümü kesti Çağlar. Yüzü şekilden şekile girmiş gözleri ürkünç bir şekilde bakıyordu. "Ne olursan ol ya da daha önce ne olmuş olursan ol seni hep severdim. Ol mu?" "Yaaaaaaaaaggghgghhhh..." Yumruk yaptığım elimi göğsüne vurdum. "Evet, evet, evet. Kabul ediyorum." Çağlar'ın yüzünün rengi değişti. "Neyi kabul ediyorsun? Beynimi siktin kızım!" "Eee beni her halimle sevgine göre bu bir evlenme teklifi oluyor." "Na--Nasıl?" "Seninle evlenirim yiğidim." dediğimde Çağlar beni tek hamlede kucağından kaldırıp koltuğa oturttu. Aldığı soluklar ciğerlerine yetmiyormuş gibi nefes alışverişi hızlandı. "Gerçekten konu buraya nasıl geldi bilmiyorum ama benim biraz hava almaya ihtiyacım var." dedi ve dış kapıya doğru ilerledi. Kendini sırt üstü koltuğa attım ve yüksek sesle arkasından bağırdım. "Seninle evleneceğim için heyecan yaptın tâbii. Git havanı al gel yiğidim." Kapanan kapının sesini duymamla kendi kendime gülmeye başladım. Bu adam benim için ölüyor, bitiyordu resmen. Çok aşıktı bana çok... Aşkından kendini dağlara taşlara vurmasa bari... 🍎🍏🍎 23 Eylül 2016 Sanki göz kapaklarımın üstünde tonlarca ağırlık varmış gibi açamıyordum. Boğazım, başım hatta kemiklerim bile feci şekilde ağrıyordu. Üşüyordum, midemde bulanıyordu. Kaç gündür böyle ölü gibi yatıyordum bilmiyorum ama çok kötü hastaydım. Başımın dibinde yükselen sesleri tanıyordum ama bir türlü kime ait olduklarını çıkartamıyordum. Bağırış sesleri bile gözlerimi açmama yetmiyordu. Alnımda ve yanağımda bir elin dokunuşunu hissettim. "Yanıyor bu kız!" diye bağırdı. Sanırım bu bağıran Tunç'tu. "Niye hastaneye götürmediniz anne?" Üzerimde ki örtünün çekilmesiyle daha çok üşüdüm ama gözlerimi açamadım. "Oğlum hafif bir üşütme birkaç güne geçer." dedi Füsun Hanım. "Önemsenecek bir şey değil." "Ne demek önemsenecek bir şey değil." Bu ses Tekin'e aitti. "Kaç gündür bu kız bu halde anne?" "Dört gün." dedi Füsun Hanım. "Dört gün mü?" diye bağırdı Tunç. Ama keşke kulağımın dibinde bağırmasaydı çünkü beynim sarsıldı. "Anne..! Anne..! Biz eve uğramasak bu kız ateşler içinde yatmaya devam edecekti yani! Ulan niye haber vermiyorsun bize?" "Ay ne bağırıyorsun Tunç? Babası var gelip ilgilensin bu yaştan sonra milletin çocuğuna bakıcılık mı yapacağım." "Anne ne diyorsun sen?" dedi Tekin. O Tunç'a nazaran daha düşük sesli konuşuyordu. "Ne var yalan mı? Benim çocuğum mu? Anası var babası var. Hatta bir de üç yıl sonra nişanlanacağı Melih var." "Babasını da sikeyim! Melih'i de sikeyim." Diye kükredi Tunç. "Önden git arabayı çalıştır Tekin!" Dedi ve beni kucağına aldı. "Oğlum nereye götürüyorsun kızı?" "Hastaneye." "Ay saçmalama Tunç. Melih'in adamı dışarıda asker gibi bekliyor. Sizin Ahu'yu arabaya koyup götürdüğünüzü görürse hemen Melih'e yetiştirir. Melih size bir şey falan yapar bu kız yüzünden. Bırak birkaç güne iyileşir." "Sus anne, sen konuştukça sinirleniyorum." "Abi sen Ahu'yla arkaya geç." diyen Tunç'un sesine Melih'in benim başıma diktiği adamın sesi karıştı. "Ne oluyor? Ahu Hanımı nereye götürüyorsunuz?" "Hasta, hastaneye götürüyoruz." dedi Tekin. "Nasıl hasta? Dört gündür evden dışarıya çıkmadı." dedi adam ve ekledi. "Melih Beye haber veriyorum." Tunç arabaya çoktan binmiş beni de kucağına yatırmıştı. "Oğlum başınıza bela alacaksınız." dedi yalvarır gibi Füsun Hanım. Tunç ise kollarıyla beni iyice sardı ve net sesiyle "Kapıyı kapat Tekin ve en yakın hastaneye sür arabayı." Son duyduğum şey buydu. *** "Ahu?" dedi yine aynı ses. Zihnim sesin kime ait olduğunu çözmeye çalışırken sesin sahibi "Kızım..." Dedi ve ben bu sesin sahibinin babam olduğunu çözebildim. "Ahu, güzel kızım." elleri saçlarımı okşadı. "Bu kadar kötü hasta olduğunu fark edemediğim için özür dilerim kızım. Ben--" Gürültülü bir şekilde kapı açıldı. Birkaç adım sesi ve birkaç insanın sesini duydum. Ama tek bir kişinin sesini tanıdım; Melih. "Çek elini!" Babam saçlarımı okşamayı bıraktı. Sonra sandalyenin fayansa sürtünen sesini duydum ve hemen yanıbaşımda bir hareketlilik oldu. Çok geçmeden de Melih'in keskin karanfil kokusu burnuma doldu. "Beyefendi, hastayı çıkartmak istiyorsunuz ama ben bunu onaylamıyorum. Hastanın kendini toparlaması için bir gece hastanede kalması daha doğru olacaktır." Diye konuşan kişi sanırım Doktordu. "Ahu'yu nereye götüreceksin?" diye sordu babam ve ekledi. "Tunç ve Tekin nerede?" Melih, "Ufuk?" diye bağırdı. Birkaç saniye sonra Ufuk içeriye girdi. "Buyur abi?" "Gel şu serum şişesini tut." Dedi Melih ve üzerindeki örtüyü kaldırıp beni kucağına aldı. "Beyefendi." dedi Doktor. "Bu gece hasta burada kalsın. Yarına zaten uyanmış olacaktır." "Ahu burada kalmayacak! İlginiz için size teşekkür ederiz Doktor Bey evimde kendi bildiğim Doktor gözetiminde olacak Ahu." dedi. Doktor herhangi bir itirazda bulunmadığında Melih bu kez babamı hedef aldı. "Ahu'nun bu hastalık meselesini bizzat kendim özel olarak sizinle görüşeceğim Cevdet Bey." "Melih ben fark edemedim." gözlerimin kapalı olması babamın sesine yansıyan korkuyu hissetmeme engel olmadı. Melih sert ve hızlı adımlar atarak beni hastaneden çıkarttı. Ufuk'un yardımıyla arabaya yerleştiğimizde Ufuk arabayı çalıştırdı. "Emre'yi aradın mı?" diye sordu Melih. "Aradım abi tam takır senin eve geliyor. Hastaneden Ahu yengenin sonuçlarını da aldım Emre istedi." Gözlerimi açmak için kendimi ne kadar zorlasamda bir türlü gözlerim açılmadı. Melih'in elini yanağımda hissetmemle gözlerimi açmak için uğraşmayı bıraktım. "Ulan tam dört gün hastaymış bu kız. Şuna baksana ölü gibi yatırıyor. O amına koyduğumun Cevdet'ini sikeceğim." "Abi Füsun Hanım hasta olduğunu saklamış." dedi Ufuk. "Tunç'lar eve uğramasa daha da saklardı bence." "O Füsun'un da defterini düreceğim." Konuşmalar giderek kısık seste kulağıma gelmeye başladı. Sonrada uğultu şeklinde. Soğuk rüzgâr yüzüme çarptı. Bu rüzgâr kısa sürdü çünkü sanırım biz eve girdik. "Emre geldiğinde salona al." dedi Melih ve yürümeye devam etti. Kısa bir süre sonra bir kapının açılma sesini duydum. Sonra sırtım yumuşak bir zemine değdi. Sanırım Melih beni yatağa yatırmıştı. "Önce şu serumu kolundan çıkartalım sonra da üzerini değiştirelim kedicik." dedi. Bir şeyler yaptı ama ne yaptığını tam olarak çözemedim. Hiç beklemediğim bir an'da altımdaki pijamayı bacaklarımdan sıyırdığında itiraz etmek istedim ama o gücü kendimde bulamadım. Sadece dudaklarımdan mırıltı şeklinde "Anne..." Kelimesi çıktı. "Şişt, tamam geçti. Az kaldı." derken bu kez üzerimdeki tişörtü çıkarttı. Saçlarımı eliyle düzeltti ve ben bir kez daha "Anne..." diye mırıldandım. "Yok anne. Ben varım." Elleri çıplak tenime değdiğinde irkildim ve kollarından tuttum. "Üşüyorum." "Allah Allah, bende tam şu an yanıyorum. Çek elini." Sıkkın bir nefes verdi. "Yemin ederim hayatımın en zor sınavını veriyorum." Ellerinin baskısını sütyenimin kopçasında hissettim. "Ecel terleri döküyorum anasını satayım." Kilipsi açtı ve hızlı bir şekilde başımdan tişörtü geçirdi. Bir yandan tişörtü giydiriyor bir yandanda sütyenin askılarını kollarımdan çıkartıyordu. "Sonunda..." dedi derin bir nefes alarak. "Göz ucuyla bile bakmadım. Kendimi takdir ediyorum." Saçlarımı tişörtün içinden çıkarttı. Beni tekrardan yatağa yatırdı üstümü örttü. Ilık nefesini boynumda hissettim. "Sen şimdi uslu uslu uyu. Ben duş alıp geliyorum." dedi ve boynumdan öptü. Ya da ben öyle hissettim. *** Susuzluğuma iyi gelmişti ama açlığım hâlâ olduğu yerde duruyordu. Açlıktan ölmek üzereydim. Yataktan kalkmak için örtüyü kenara ittim ve ayağa kalktım. Bakışlarım üzerime kaydığında bedenimde benim kıyafetlerim yerine Melih'in siyah tişörtü vardı. Zihnimi yokladım ve hayal meyal Melih'in üzerimi değiştirdiğini hatırladım. Bu detay yüzümü buruşturmama sebep olsa da karnımın aç bir canavar gibi guruldamasıyla düşünmeyi sonraya bırakıp odadan çıktım. Merdivenleri yavaşça inerek salona girecekken içeriden gelen sesleri duydum ve olduğum yerde bekledim. "Aslanım niye Tunç'la Tekin'i eve gönderdin? Ahu bir iki saate uyanacak, uyanır uyanmaz kardeşlerini eve götürürlerdi." dedi Mehmet abi. "Ahu tam iyileşene kadar burada kalacak." dedi Melih. "Aslanım, Ahu'nun iyileşip iyileşmemesinden sana ne? İntikamın için kullandığın bi--" "Kes lan! Sikerim senin çenenin yayını!" diye bağırdı Melih. "Bak Ahu için kullandığın kelimeler hoşuma gitmiyor haberin olsun." "Ben ne dedim ki, sadece gerçekleri sana hatırlattım." Mehmet abi benden nefret ediyordu. "Ulan..." diyen Melih'in sesiyle pat diye salona girdim. İkisinin de bakışları bana döndü. Melih'in çatık kaşları daha da çatıldı. Bakışları çıplak bacağıma kaydığında gözlerinin seğirdine şahit oldum. "Şey... Ben acıktım." Melih'in çatık kaşları düzelir gibi oldu. Elini havaya kaldırıp git işareti yaptı. "Sen mutfağa geç geliyorum ben." Hiç itiraz etmeden salondan çıkıp mutfağa geçtim ve yemek masasının etrafında dizili olan sandalyelerden birini çekip oturdum. Birkaç dakika sonra ilk önce kapı sesi duyuldu daha sonra da Melih mutfağa girdi. Bakışlarımız birleşti. Gözlerini gözlerimden çekmeden yanıma adımladı. "Nasılsın?" "İyiyim." Gözlerimi kaçırdım ve masanın üstündeki parmaklarıma baktım. "Sadece karnım aç." Melih, yanımdan geçip buzdolabını açtı ve içinden çıkarttığı küçük tencereyi ocağa koyup altını yaktı. Mutfak dolaplarını tek tek açıp içine bakarken ben onu sessizce izliyordum. Sonunda açtığı bir dolabın içinde aradığı kâseyi buldu. Isınan çorbayı kâsenin içine doldurdu. Çorba dolu kâseyi önüme koydu. Kestiği limonu ve bir kaşığı bana uzatıp karşıma geçip oturdu. "Teşekkür ederim." dedim. Başını salladı. "İç hadi, afiyet olsun." Çorbadan bir kaşık aldım, tadı nefisti. İkinci kaşığı aldığım çorbayı yuttuktan sonra başımı kaldırıp Melih'e baktım, bana bakıyordu. "Şey ekmek var mı?" "Var." dedi Melih ve oturduğu yerden kalktı. Tezgâhın üstünde duran ekmek sepetini alıp masaya bıraktı. Bir dilim ekmek alıp çorbanın içine doğradım ve çorbayı içmeye devam ettim. Ben sessizce yemeğimi yerken, Melih beni izledi. "Doydun mu?" Başımı salladım. "Evet, teşekkür ederim." "Tamam, o zaman sen yukarıya çık. Ben de geliyorum, konuşacağız seninle." Yine başımı salladım ve Melih'in odasına çıktım. Odaya girdiğimde amacım Melih gelene kadar yatakta uzanmaktı ama tok karnım ve halsiz bedenim yatağın cezbedici rahatlığına karşı koyamadı ve benim gözlerim kapandı. Uyku ile uyanıklık arasında bir ara belimde bir baskı hissettim. Boynumda ise yakıcı bir nefes. Hatta eğer hayal görmediysem Melih'in sesini bile işittim. "Ben seninle ne yapacağım? Ben seni kendimden nasıl koruyacağım." BÖLÜM SONU 🍎🍏🍎 |
0% |