@esrarizim
|
Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Bölümler düzenlenmektedir. Düzenlendikçe seri şekilde bölüm gelmeye devam edecektir. Keyifli okumalar dilerim. <><><><> Bölüm Şarkıları NDA- Billie Eilish Tous les memes- Stromae The Greatest- Sia Car's Outside- sped up version Eyes don't lie- Isabel LaRosa <><><><><><><> İnsanlar doğar, büyür ve bir amaç için yaşadığının farkına varır. Ve ölümler ise ikiye ayrılır. Amacının farkına varıp amacının uğrunda ölenler ve amacını bulamayıp ruhu aç bir şekilde ölenler. Ben araftaydım. Çıktığım yolda amacımı yerine getirememiş, kayıplar yaşamış ve hüsran dolu yolum tıkanmıştı. Geriye dönüp baktığımda, amacımın gayesinin izlerini değil koca bir kayıp görüyordum. Bunlar sanılmasın ki can kaybı. Bunlar zaman kaybıydı. Hayır, bunlar yine sanılmasın ki boş zaman kaybı. Emeklerimin kaybıydı. Amacım bir mücevherdi ve ben onu koruyamamıştım. En büyük varlığım, amacım bu hayattaki tek gayem avuçlarımdan silinip gitmişti. Kafamın içinde yaşayan düşüncelerim artık bir kütüphaneye dönmüştü. Kendi aralarında bir roman yazıp oynuyorlardı. Ve ben her gün aynı kitabı okuyordum. O gün, öyle olmasaydı ne olurdu? diye, kendime soruyordum. Zekâ mıydı her soruyu çözdüren yoksa bilgi miydi? Ya da neydi bu bende eksik olan ki, yıllardır tek bir soruyu çözemiyordum. Şimdi önümdeki belli belirsiz duran boş yaşamıma baktım. Bana itaat edip, beni bir şey sanıp dinleyen ekibime baktım. Eski askerlerime. Haftanın her günü olduğu gibi bugün de antrenman yapıyorlardı. Ufuk, Cesur, Mert, Bahadır, Bilal ve Enver. Hepsinin sebebi ben olmuştum. Günahları boynuma, onlar için çekiyordum bu hayatı. Yaşadım diyebilmem için. "Komutanım, annem sizi bugün de yemeğe bekliyordu ama gelmediniz." Yanımda oturan Bilal'e kaydı bakışlarım. "Ben senin komutanın değilim. Kaç kere söyleyeceğim, Kara." Kaşlarım usulca çatışmıştı bunu söylerken. "Evet, gelmedim çünkü," çünküsü yoktu. Gitmek istememiştim. "Gelmek istemediniz. Yine her zamanki gibi anlıyorum." Diye mırıldandı. Ardından hızla vücudunu bana çevirdi. "Ama komutanımsınız, bunu ne değiştirir ki?" Asalak sorusu ile bir süre boşluğa daldım. "Kara." Derken sesim uyarır tonda çıkıyordu. "Artık Komutan olmadığım gerçeği değiştirmek için yeterli değil mi sence de?" Omuz silkti. "Benim için değil. Diğerleri içinde değil sanırım çünkü onlarda tam üç yıldır size Komutanım demeye devam ettiler." Dudaklarını bilmiyorum dercesine kıvırdığında onun da gözleri boşlukta sallanıyordu. "Kim bilir, hala böyle dememizin bir sebebi vardır." Kaşlarım çatıldı. Olduğum yerde doğruldum. "O ne demek şimdi?" Kafa karıştıran sözleriyle bir an duraksamıştım zihin olarak. İlk defa susmuştu içindeki sesler. Parıldayan gözleriyle bana döndü. "Salih Albay'ım aradı bugün." İsmini duyduğum kişi yüreğimdeki sızıyı tekrar en derinden hissettirirken bir kor alev hissettim oralarda bir yerde. Yüzünün her zerresini inceledim Bilal'in, yalan mı söylüyor diye. Askerim yalan söylemezdi ki bana. Askerin değil, arkadaşların. Onlar artık sana sadece arkadaş. "Bakmayın öyle. Gerçek bu söylediğim. Size ulaşamamış, malum telefon kullanmıyorsunuz." Hala inanmadığımı düşünmüş olacak ki telefonunu çıkarıp arama kaydını gösterdi. Çocuk ikna ettiğini düşünüyordu sanırım. Aldırış etmedim. "Neden aramış." Diye sormadan edemedim. Merakımın sebebi neydi bilmiyordum. Aslından biliyordum, bana ait benimle ilgili şeyler duymayı ümit ediyordum. Ondandı bu merak. Aciz insan merağı. "Sizinle görüşmek istiyormuş. Akşam yemeğe gelseydiniz söyleyecektim ama." Gerisinin gelmesine izin vermedim. Hızla ayağa kalkıp deponun en köşesindeki demir merdivenlerden küçük ofis odama girdim. Hızlıca çekmeceleri kurcalarken en son çekmecedeki aylardır açmadığım, kapalı duran telefonu aldım. Ellerim anlık titrerken yutkundum sertçe. Boğazım kurumuştu. Ne zamandır düzgün nefes almadığımı bile o an fark ettim. Telefonun ekranı açılmazken şarjı bittiğini fark edip diğer çekmecelerde şark aleti aradım. Bulamadım dosyaların olduğu diğer dolaba yöneldim. Ivır zıvır doldurduğum karton bir kutunun içinde bulduğum kabloyla prize ilerledim. Telefonu şarja takarken birkaç dakika öylece dolmasını bekledim. Bir yandan tırnaklarımı yiyor bir yandan da telefonun açılmasını bekliyordum. Nihayet telefonun açıldığına dair ekranda renk değişimi olurken kalbim ağzımda atmaya başladı. Ve telefon açıldı. Ekrana bildirimler, çağrı mesajları, sesli mesajlar düşerken odak noktam onlar olmadığı için hiçbir bildirime girmedim. Parmaklarım titrerken zor güç rehbere girdim ve kaç yıldır bir kere bile parmağımın gitmediği o ismin üzerinde durdum. Geçmiş zaman alevlerini akıtarak zihnimin ücra köşelerinden meydana çıkarken endişe sardı bedenimi. Yapmak istiyor muydum bilmiyordum bile. Albay'a bana ulaşmak istemişti üç yılın sonunda. Neydi onu buna iten? Yaptığım işleri öğrenmesinin imkânı yoktu. Askeri dosyam bir daha hiç açılmamak üzere kapanmış ve geri dönüşü olmayan bir yola girmişti. Ne olabilirdi o duvarı tamamen yıkmasına sebep olan? Daha fazla durmadım, düşünürsem yapamayacağımı biliyordum. O yüzden derin bir nefes alarak hala titreyen ellerimle arama tuşuna bastım. Telefonu kulağıma yavaşça götürdüm ve şebekeden gelen o sesi dinledim. Çalıyordu. Bir kere çaldı ve ikinciye kalmadan asla unutmadığım o sesi duydum. "Öfke?" Yutkundum zor güç. Bugün değil, son üç yılımda bile bunun yaşanmasının hayalini kurmamıştım ben. Nasıl oldu ki bugün bunu yaşıyordum. Ya bir rüya içindeydim ya da aklım benimle dalga geçiyordu. Umarım dedim, umarım bir rüya değildir ve her şey gerçektir. "A-Albayım?" Kekelemiştim. Sesi yeri göğü inleten ben kekelemiştim. Hem de Albayıma karşı. O an geçmişten bir anı düştü önüme. 19 Nisan 2020, Şırnak "İnsanın duygularını en çok ne ele verir biliyor musun, öfke?" Ellerini arkasında birleştirmiş karşımda duran Albayıma bakıyordum. "Bilmiyorum, Albayım." Dedim cesaretle. Nefret ederdi 'bilmiyorum" kelimesinden. 'Bileceksin asker!' Derdi her zaman. Ve eklerdi, 'Sen askerdin, bilinmeyi bilecek; görünmeyi göreceksin!' Asker olmanın temel vasıfları buydu onun için. Herkeste bir çift göz, bir çift kulak varsa bizde on çift olacaktı. Olmak zorundaydı, askersen eğer oldurmak zorundaydın. Güldü babayiğit bir tavırla. Ya da dalga geçti, emin olamadım o an. Gözlerine bakmak için bile ekstra efor sarfediyordum. "Gözleri." Dedi durdu. Gözlerine baktım o an inatla. Anlasın istedim. Duygularımı o an anlasın. "Ve sözleri. O sözleri söyleyen sesi." Diye devam etti. Gözleri gözlerimle oyalandı epeyce. Bir şeyler aradı, aradığını bulmuş gibi yüzü parladı. "Gözlerinde gördüğüm tek duygu öfke. Bu yüzden sana öfke diyoruz." "Evet, Albayım." Rahatta kal dediği için ellerim arkamda bir şekilde onun karşısında duruyordum. Bana karşı hep kuralları esnekti. Benden fazlasını beklemez, istemez. Sen her zaman neyin ne kadar olması gerektiğini bilirsin derdi. ""Sesin titremesin bir daha. Bugünü unutma, sesinin nasıl titrediğini unutma ki duygularını açıkta bırakmaman gerektiğini bil." Ne zaman titremişti sesim farkında bile değildim. Kaşlarımın benden bağımsız çukurlaştığını fark ettim. "Neyden bahsettiğimi anlamıyorsun, değil mi?" Beni bu hayatta kitap gibi okuyan ve ezberleyen tek kişi vardı. O da Salih Albaydı. Eliyle omzuma dokundu sıcak bir tonda. "Ben seni bilirim ama sen beni bilmezsin. Ben seni her tondan anlarımda sen ne ara duygunun değiştiğini bile anlamazsın." Demişti son olarak. Söylememişti sesim nerede titredi? Hangi duygum belirdi de beni uyarma gereği duymuştu? Öğrenememiştim. Sormamış ve üstelememiştim. Hata kabul etmeyecek kadar kibirliydim çünkü, kendince bir şeyleri yanlış bulmuştur beni ilgilendirmez diyerek umursamamıştım. Bilemezdim ki sonrasında kibirlendiğim Albay bana sahip çıksın diye geceyi gündüz edeceğimi. Bir gece kibrimin yok olacağını. "Bilal Kara ulaştırdı demek ki haberi." Zihnimin bulanık suyundan hışımla çıkaran Albayın sesi oldu. "Dinliyor musun beni, Öfke?" Görmeyeceğinin farkında olmadan kafa salladım. Sonra sinirden elimle alnıma vurdum. "Dinliyorum, Albayım. Buradayım." Deyiverdim. Benimle hiçbir şey olmamış gibi konuşuyor olması biraz ürkütmüştü açıkçası. "Neredesin?" "Olmam gereken yerdeyim." Dilimi ısırdım dediklerimin ardından. Hak ettiğimi yaşıyorum konuşması yapacaktım neredeyse adama. Kendime bir kez daha sinirlenirken bacağımı çimdirdim sinirden. Aptallığın sırası değildi. Aptallığımın bedelini tek bir gecede ödemiş ve ağır gelmişti. "Olman gereken yer neresiymiş?" Sorusunu elbette beklemiyordum. Soruşturma açıldıktan sonra bir kere bile bu tarz muhabbetlere girmemiştik. Şimdi neden bunlar konuşuluyordu, hala çözmüş değildim. Aklımdan geçen bir düşünce kalbimin sıkışmasına neden olurken bunun imkansızlığı canımı acıttı diğer yandan. "Benim için artık hiçbir yer olmam gereken bir yer değil." Yutkunma geçti boğazımdan. Ağzımın içi kuruyordu heyecandan. "Benim ait olduğum yere ateş düştü, kül oldu. Yakanda ben oldum." Kelimeler benden bağımsız ağzımdan çıkarken söylediğim gerçekler yüreğimi kesti. Akıttı tüm kanımı, kuruttu bedenimi ve ben bittim. "Bırak bana dert yanmayı, öfke." Acımasızlığına karşılık güldüm. Böyleydi işte kimsenin derdiyle tasasıyla ilgilenmez uzaktan uzağa yapardı ne yapıyorsa. "Yarın her neredeysen, ne iş yapıyorsan bırakıp Hakkâri'ye gidiyorsun." "A-Anlamadım?" "Şu sesini bir kez daha bana titretme!" Sert sesi gözlerimi kapatmama neden oldu. "Bir kereden anlamıyorsan ikinciyi duyamayacaksın. Ben herkese bir kere konuşurum. Duydun işte." Bir şeylerin sertçe kapanma sesi ve ardından anahtar şıngırtısı duyuldu. "Anladım dediklerinizi fakat idrak etmekte zorlandım. Hakkâri'ye ne için gideceğim?" Hiçbir şey söylemeyeceğine o kadar emindim ki? "İstanbul'da olaydan olaya koşup kahramanlık taslayacağına git bir işe yara diye düşündüm, iyi yapmış mıyım?" Alaycı tondan söyledikleriyle telefonu şarjdan çıkarıp masama doğru ilerledim. Heyecandan dizlerimin bağının çözüldüğünü yeni fark ediyordum ve oturma ihtiyacı hissettim. "Siz, nereden biliyorsunuz? Nerede, ne yaptığımı?" Şenden uzak bir gülüş ilişti kulağıma. "Sana operasyon sızdıran o komiseri görevden aldırmamı istemiyorsan dediklerimi yap, Öfke. Neyi nereden öğrendiğimi ne yapacaksın?" Beni takip mi ettiriyordu? Peki bunca zaman neden karşıma çıkmamış, yaptıklarımı sorgulamamıştı? Yanlış şeyler yapıyordum, tehlikeli işler yürütüyordum ama bir kere olsun bana bir uyarıda bulunmamış ama karşımda da durmamıştı, neden? "Sadece şaşırdım, Albayım. Yaptığım şeyler söz-" lafımı jilet gibi kesti. "Bir süre sonra karşılaşacağız. Şimdi tek bilmen gereken, yarın tasını tarağını toplayıp Hakkâri'ye yol alman. Orada seni Ercüment Kaya bekliyor olacak, Albay arkadaşım." İsmini birçok kez duyduğum bu adamı bir kere bile görmemiştim lakin hikayesini çok iyi biliyordum. "Biliyorum, kim olduğunu." İstemsizce mırıldandım. "Yani, siz bahsediyordunuz..." durdum. "Eskiden." "Eski, geri dönemeyeceğimiz kadar geride kaldı. İleriyi görmek için şimdiye odaklanmak gerek. Anlıyorsun beni değil mi, Öfke?" "Anlıyorum, Albayım." Elimle alnımı ovuşturdum. Söyledikleri ilgimi çekmişti ama merak ettiğim tek bir soru vardı. "Tek bir şeyi merak ediyorum sadece." Diye geveledim. Dikkate alacağından bile şüpheliydim ama aldı. "Söyle." Dedi bezgin bir tavırla. "Neden bunca zaman sonra? Hatırlanmam gereken zaman, neden şu an?" Dudaklarımı kemirdim gergince. Beni uzağında tutmasının, uzaktan izlemesinin bir sebebi olmalıydı. Derin bir soluk verdiğini işittim. "Aklındaki şey için heveslenme." Sorduğum soruyu duymamazlıktan geldi. Cevap vermek istemedi, belki de verecek cevabı yoktu. "Söz konusu olsaydı bu zamana kadar beklemezdim zaten. Bu başka bir şey." Araya sıkıştırdığı sorumun cevabı ile gülümsedim. "Yarın orada olacağım." Dedim, konuşmanın sonlarına geldiğimizi hissederken. "Bir asker gibi her şeyi sorgulamadan kabul etme huyunu hala değiştirememişsin." Bir asker gibi. Artık asker değildim. Bu gerçek eskisi kadar canımı acıtmıyordu. Alışmıştım. "Ayrıca, şimdilik sadece sen gidiyorsun. O dallamalarında yanında olduğunu biliyorum. Her gün tependeler, yediğiniz haltları da beraber yiyorsunuz biliyorum. Sen oraya alışana kadar, yer edinene kadar onları unut." "Uzun bir süre mi gideceğim?" "Kızım sen görüşmeyeli zekada düşüş mü yaşadın?" Diye kızdı. Tepkim değişmedi. "Albayım, onlarsız gitmem." Deyiverdim. Onlarsız bir işe yaramazdım. Onlar beni o koca üç yılda bir kere bırakmazken ben onları nasıl bırakırdım. "Onlar gelmiyor, Asena!" İsmimi ağzından duymak tüylerimi diken diken yapmıştı. Bir an duraksamama sebep olmuştu. "Sen varsan onlar varlar. Ama önceliğimiz sensin, bir göreve layık görüldün, Asena. Bunu iyi değerlendir ve o kişinin sen olduğunu göster." Duraksadı. Cevap vermedim, onu uzun süre dinlemek istiyordum. Sürekli konuşsun, hatta dertleşelim. Bu zamana kadar olanları anlatayım, bana kızsın ve kalbimi kırsın sonra da hiçbir şey olmamış gibi benimle tavla oynasın istiyordum. Çok mu şey istiyordum? "Ve Öfke, asla ama asla pes etme. Ben oraya bir asker göndermiyorum, eski bir asker gönderiyorum. Onlara eski bir asker olmayı hak ettiğini gösterecek hiçbir şey yapma. Yoksa senin yazdığın sonu siler, daha kötüsünü ben yazarım." Son sözleri bu oldu. Telefonu suratıma kapattı cevap dahi vermemi beklemeden. Elimden bıraktım telefonu. Tam önüme koydum ve açık ekranda gözüken cevapsız çağrı listesindeki Salih Albayın ismiyle bakıştım uzun süre. Duyduklarımı sindirmem epey bir zamanımı aldı. Hala telefon konuşmasının etkisindeydim ve çıkmam kolay olmamıştı. Koca üç yıl, bu kadar yılı bir telefon konuşmasında silip atmam istenmişti benden. Ülkem için, Vatanım için kendimi bile silip yok edebileceğim gerçeğinin önüne geçemezdi zaten kimse. O yüzden gocunmadım, bozulmadım. Neden başka zaman değil de şimdi diye sormam dahi hataydı. Zamanı yoktu ya, Vatandı söz konusu. Hayaliyle yaşadığım çocukluğum, emeklerim... Her şeyi mahvetmiştim ama toparlanmam için bir fırsat daha gelmişti ayağıma. Biliyordum, bir daha asla üç yıl önceki Asena olamayacaktım. Ama Asena olmamada engel değildi. Gök gürledi, deponun çatısına düştü yağmur damlaları. Çekmeyi açtım ve dün bıraktığım gibi duran o fotoğrafı aldım. Çerçevesi yoktu, görmeye dayanamıyordum. Bizim ekip komple dizilmiş, üzerimizde üniformalar. Görevden gelmiştik, başarılı bir operasyondu. Sonunda hepimiz topluca Bilal'in ablasının düğününe gidecektik. Gitmiştik de. Hepimizin gözleri gülüyor, otuz beş gün süren bir görevden dönmüşüz ve gözümüzde bir gram yorgunluk yok. Üzerimiz pislik içinde, değişmemişiz bile. Kimin ortaya attığını dahi bilmediğim bu fotoğrafı saklıyordum o gün bu gündür. Benden başkada kimse yoktu çünkü makina benimdi. Aradan bir yarım saat daha geçti. Antrenmanları bitmek üzereydi. Fotoğrafı her zamanki yerine koydum çekmeceyi kapattım. Telefonu da tekrar şarja taktım çünkü artık kullanmam gerekecekti. Aşağıdan gülme sesleri gelirken odadan çıktım ve yanlarına indim. "Yok almila, mila, mira, almira. Bıktım sikko sikko çocuk isimlerden. Nereye dönsem aynısı olum! En son çıldırdım ve dedim ki darülbedayi koyun, karbonfiber koyun." Güldü herkes Bilal'in anlattıklarına. "Ulan Habeşi, darülbedayi ile karbonfiberi nasıl yaklaştırdın birbirine?" Beni fark eden Ufuk girdi araya. "Kız olursa, siz kesin Asena koyun." Bakışlar bana dönerken merdivenin son basamağını da inip yanlarına yaklaştım. Hepsi yerde bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Bende Ufuk ve Cesur'un arasına yerleştim. "Kim kime ne koyuyor yine?" "Habeşi'nin ablası hamileymiş komutanım. Bizde isim seçiyorduk." Ortada duran çekirdekten bir avuç aldım. Bizim akşam rutiniydi. "Cinsiyeti belli mi ki?" Diye sordum bu sefer. 'Cık' sesi çıkardı iştahla çekirdek çitleyen Bilal. "Yok komutanım, daha yeni öğrendik." La havle dercesine kafamı yavaşça sağa çevirdim. "Olum, daha cinsiyeti belli değil. Ne isim seçmesi? Doğsun çocuk önce." Anaç anaç çemkirmeme karşılık, "Öyle diyorsunuz da komutanım, erkek olursa söz verdiler ben koyacağım." Bir çekirdek daha çitledi. O sırada Cesur girdi araya. "Sen şimdi dayı mı oluyorsun lan?" Sırıtarak kafa salladı Bilal. Bu durumdan pek mutluydu, belli oluyordu. "Sağlıklı olsun da." Diye dipnot geçen Bahadır'a onay verdiler. Herkes bir anda susmuş iştahla çekirdek çitliyorduk. Şaka gibiydi. Sanki hepimiz aynı anda emekli olmuş, yazlığa tatile gelmiştik. "Kaç kere diyeceğim, şu zıkkımın yanına ya kola alın ya da çay koyun diye. Saman gibi yedikçe ağzım kurudu." İsyanıma ortak oldu, Mert. "Hay ağzının bal yesin komutanım. Bende diyorum bu saman tadı nereden geliyor." Ona ciddiyetle baktım. "Şaka mısın oğlum? Saman tadını nereden biliyorsun sen?" "Siz nereden biliyorsunuz? Hadi ben küçükken köydeki ahırda yemişim." Hayretle Mert'e döndü tüm kafalar. Gözlerimi devirdim. "Ha ondan kafan çalışmıyor senin. İçi saman doluymuş olum." Diyerek kahkaha atan Cesur ile istemsiz bende güldüm. Mert'in yaşı biraz daha bizden küçük olduğu için aşağılayıcı şakalara maruz kalıyordu evladım. Bilal hışımla bana döndü. Ağzında kalan çekirdek kabuklarını üstüme üstüme püskürtürken, yüzümü buruşturdum. "Komutanım?" Diye yükseldi imalı imalı. 'Ne var?' Dercesine kafa salladım. "Sizi biri sormuştu hani." derken sesi daha da abartılı bir imayla doluydu. "Lan gerzek, ne öyle adını Feriha koydum da ki seher gibi abuk subuk imalar yapıyorsun! Desene ne diyeceksen." Pustu bir an. Gözlerini kıstı, "Hayır, demiyim demiyim diyorum da devrelerim." Herkes çekirdek çitlerken bakışları Bilal'e döndü. Bilal ise beni süzüyordu. İma ettiği şeyi anlamıştım ama kendimin söylemeye götü yemiyordu. En azından konuyu o açsın diye salağa yatıyordum. Gerçi her türlü üstüme çullanacakları bunlar. "Salih Albayım aradı beni. Asena komutanımı sordu." Aynı ritimde kafalar bana döndü. Omzuna yaslanmış bulunduğum Cesur, kafamı işaret parmağıyla iterek kendinden uzaklaştırıp yüzüme baktı. Gözlerimi devirdim. "Gözlerime âtıl kurt gibi bakmak için mi kafamı deldin parmağınla?" Elimle tipini gösterdim. "Ulan bir de etkisi olsa, hani yarattı mı etki?" Kafamı umursamazca tekrar omzuna koydum. "Devam etsene Habeşî, perde arkasında vahiy mi bekliyorsun?" Enver'in söyledikleriyle lafa girdi tekrar. "Devamı Asena komutanımda valla." Çekirdek çitledi kabuklarını yine üstüme üstüme püskürttü. Avucumdaki çekirdekleri sinirle ona fırlattım. Cennet mahallesi yunusla pembe gibiydik şu an. "Komutanım?" "İmanıza sokucam şimdi dangalak herifler." Oturduğum yerde toparlandım, dizlerimi kurarak kıçımı bacaklarımın üstüne koydum. "Şoktan şoka giriyorsunuz! Bi susmadınız ki anlatayım." "Komutanım, Habeşî söylemese söylemeyecektiniz?" Evet, nolmuşkine? "Görev varmış, beni dahil etti. Yarın Hakkâri'ye gidiyorum." Hepsine bi göz attım. Elleri put gibi kalmıştı, hepsinin eli de ağızlarındaydı. İlk tepkisini verene Cesur oldu. "Arkadaşlar, birisi kulağıma parmak falan soksun, algılarıma giden yollar tıkandı sanırım." Ağzı beş metre açık olan Mert, Cesur'un kulağına parmağını sokarken canı acımış olacak ki bağırdı Cesur. "Geri zekâlı herif, gerçekten sok diye mi dedim!" "Sen dua et parmağımı soktum. Ne diye gerçek değilse bıdı bıdı yapıyorsun?" Mertte ona çemkirirken araya Enver girdi. "Bir dakika bir dakika. Sizi Salih Albayım mı aradı?" İşret parmağıyla bir yaparken söylemişti bunu. Sayın peres diye geçirdim içimden. "Lan oranın şokunu yaşadık geçtik ya. Hey Allah'ım ya bu da internet Explorer gibi geriden geliyor." Dedi, Bahadır. Sonra da bana döndü. "Boş verin siz onları komutanım. Ne görevi bu? Bunca zaman sonra göreve gönderecek başka kimseyi bulamamış mı?" Omuz silktim. Hiçbir bilgim yoktu ve ben kabul etmiştim. Gerçi kabul etmesem de o göreve bal gideceğimi herkes biliyordu. "Görev ne bilmiyorum ama baştan diyeyim, sandığınız gibi bir durum yok. Mesleğe geri dönüş falan." Sesim sonlara doğru kendi kendime konuşur gibi çıkmıştı. Umursamazsa ortadaki poşetten çekirdek avuçladım. "Bu kadar mı sadece?" Ufuk kaşları kalkık şekilde sordu sorusunu. "Yarın hemen gitmem gerekiyor." Diyerek bir çekirdek attım ağzıma. Bakışlarım suçlu bir çocuk gibi yerdeydi. "Gitmem gerekiyor derken? Sizin Türkçe bu aralar bozuktu zaten, fark ettiyseniz çoğul ekini kullanmayı bırakmış." Yalandan gülme efekti yaptı Cesur ve ona eşlik eden de Ufuk oldu. İkisine de tüm ciddiyetimle bakıp tekrar bir çekirdek attım ağzıma ve çitledim. Yüzleri düştü anında. Kaşları çatıldı aynı anda. "Ne yani, bizsiz mi gideceksiniz?" Kafa salladım. "Albay öyle istedi." Diye de ekledim. "Bakmayın öyle, benim de sizsiz gitmeye niyetim yoktu." Bakışlarındaki hüzün sinirlerimi bozmuştu. Bende onları bırakmak istemiyordum ama daha fazla emire karşı gelmek istemiyordum. Karşı geldiğim her emir tüm hayatıma mal olmuştu. "Allahtan yokmuş, çatur çutur çekirdekleri götürdünüz poşet bitti." Enver'e 'aa öyle deme darılırım' bakışlarımdan attım. Gözlerini devirip kafasını başka yöne çevirdi. Otuz yaşında kadınım eşek kadar heriflerden trip yiyordum. "Vay be! Görüyor musunuz devrelerim, ben çoğul eki diye 'biz' beklerken komutanım 'siz' dedi." Durdu durdu düşündü. Gözleri yeri seyrediyordu. "Siz kim la?" diye hayretle açmıştı ellerini bunu derken. "Biziz abi." Diyen Mertti. "Siz olmuşuz olum. Kalk kalbim, gidelim buralardan. Hançer yedim sol yanımdan." Diyerek olduğu yerde tepinmeye başladı. Bacakları birbirine dolandığı için kalkamadı. "Abartmayın ulan." Diye yükseldim artık dayanamayıp. Bu ne canım? Karı gibi bunların diliyle mi uğraşacağım ben? Elimdeki çekirdeği tüm iştahsızlığımla poşete geri koydum. Tuzlarını çırptım. Ağız tadıyla bir çekirdek yiyemedik. Ayrıca yalan söylüyordu Enver. Poşet hala doluydu. "Israr etmeme dahi izin vermedi. Bende siz olmadan yarımım." "Bak hala siz diyor! Minnak yüreğim dayanamıcak. Mert, Mert koş gel suni teneffüs falan bir şey yap." Cesur, Enver'e doğru ayılıp bayılır gibi yaparken Enver bıkkınlıkla ittirdi onu. "Abi suni teneffüs bayılanlara yapılmıyor diye biliyorum. Boğulsaydın yapardım." "Kalp masajı?" Diye sordu bu sefer. Yüzü acıyla ekşimiş gibi değişik bir hal almış, yanakları al al olmuştu. Utanmasa gerçekten bayılacaktı. Kafasını iki yana salladı Mert. "Yok abi kalbinin falan durmuş olsaydı yapardım." "Ha illa bi pamuk tıkanacak duruma geleceğim müdahale etmen için, öyle mi?" Tekrar bayıldı Enver'in kucağına. Enver bu sefer onu kaldırmakla bile uğraşmadan suratına bir tokat vurdu. "Kalk lan dingil! Bir hamileyim demediğin kaldı, şekilden şekle girdin! Kalk!" "Geciktim aslı-" bir tokat darbesi daha derken yeniden doğmuş gibi ayağa kalktı Cesur. "Oh, iyi geldi. Arada yapalım bunu ama sen vurma." Diyerek Enver'den uzaklaştı donunu çeke çeke. Ağzımın kenarıyla güldüm istemsizce. "Komutanım, şimdi siz giderseniz biz ne yaparız?" Eliyle ağzını kapattı ağlar bir surat ifadesiyle. "Bak yine sizli bizli olduk? Sizde biz yok, bizde siz." 'Ağğğ' diye bi ağlama sesi çıkardı ellerini dizine vura vura. Oscar ödüllük performanstı, hayran kalmıştım doğrusu. "Abartmasan mı, Cesur. Eşek kadar adamsın, ayaklarını yere de vur tam olsun." Gözümle yerini işaret ettim. "Otur şuraya." Dediğimi ikiletmedi oturdu sakince. Yüzü kıpkırmızıydı hala, aldırmadım. "Geleceksiniz sizde. Ama önce benim gidip bazı şeyleri halletmem gerek. Ben tamam olduğumda sizde geleceksiniz. Albay öyle söyledi." "Kız baştan desene, donuma işedim burada." Ters ters Mert'e baktım. Bakışlarımdan anlamış olacak ki, "Şey yani Komutanım, siz hoşlanmıyorsunuz ya artık size komutanım dememizde-" elimle sus işareti yaptım. Sustu yerine sindi. ''Komutanınız değilim, bunu artık idrak etmeniz gerekiyor. Her şey eskide kaldı, bizde eskiye geri dönemeyecek kadar çok uzaktayız.'' Albay'ın sözlerini onlara karşı kullanmıştım. Hepsi tüm keyifsizlikleriyle kafalarını salladılar olumlu anlamda. Onlar laf anlatmak için kalkan sol elimi indirdim sakince. Artık kimse çekirdek çitlemiyor sus pus olmuşlardı. Onları burada tek başlarına bırakmak istemiyordum. ''Siz gelene kadar bizim işler ne olacak. İstihbarat sizdiniz, siz olmadan devam etmeli miyiz?'' soruyu soran kişi Enver'di. Gergince dudağımı kemirdim. Devam etmelerinin imkânı yoktu ama ben olmadığım için değil. Albay her şeyi biliyordu. Ben oradayken onların işlere devam etmesi demek bir gözünün de burada kalması demekti ki, ben oradayken ona iki iş çıkarmış olacaktık. Beni ne için gönderdiğini bile bilmiyordum. Bir tarafım bu durumdan korkarken diğer tarafım bana verilmiş bir hediye gibi görüyordu. Beni neyin beklediğinden habersiz gidiyordum. Her zaman böyle olmuştum. Sorgulamadan bir şeyleri yapar, burnunun dikine giderdim ama bu durum farklıydı. Burnumun dikine gideceğim bir ortam yoktu. ''Albay yaptığımız işi biliyor.'' Sessiz mırıldanmamı herkes duymuştu. Kafaları aynı anda bana dönerken omuz silktim onlara karşı. ''Nasıl öğrendi bilmiyorum ama istihbarat sağladığım kişiyi biliyor.'' ''Ve bu duruma sessiz mi kaldı? Bir şey demedi mi?'' diye sordu Ufuk. Şaşkınlığı yüz ifadesinden anlaşılıyordu. ''Ufak bir azar çekti. Ama üstelemedi, nedenini bende bilmiyorum sadece şunu diyebilirim; en başından beri biliyormuş.'' Dedim. Kafaları karışmış gibiydi. ''Hala hayattaysak bizi bizzat kendisi öldürmek istediği için bence. Yoksa susmasının, sessiz kalmasının başka açıklaması olamaz.'' Diyen Ufuk'a katıldı Cesur. ''Bak ilk defa bir konuda düşüncelerimiz ortak, aşk çöreğim.'' Derince burnunu çekti nefes alır gibi. Ortamdaki tüm oksijeni almak gibi bir niyeti vardı sanırım. ''Bak,'' dedi. ''Sende alıyor musun? Hava da aşk kokusu var.'' Yüzünü buruşturdu, Ufuk. ''Cıvıma olum ya, iki dakika istiyorum. Çok değil.'' İsyanında haklıydı, Enver. Eliyle ağzına hayali bir fermuar çekti, Cesur. Pek de inandırıcı değildi ama hepimiz inanmayı seçtik o an. ''Süresi var mı bu görevin?'' ''Yok.'' Diye mırıldandım. Aynı anda ritmik bir şekilde kafa salladılar. Bıkkınca bir nefes verdim. ''Karınız boşasa bu kadar tribe girmezsiniz anasını satayım. Kalkın rakıya gidelim.'' Diyerek ayaklandım. ''Değil mi? Ama ya! Bende bu teklif hiç gelmeyecek sanmıştım.'' Dedi Bilal, ayağa kalkarken. ''Olum sen tövbeli değil misin? En son eve sarhoş gittiğinde annen hani dövmüştü seni, sonra ağlayarak namaz kılmıştın. Sonra da annen 'Allah için ağlamıyorsan abdest tutmaz' diyerek yine dövmüştü seni. 'İki rekât namazı beş saatte kıldım, yüz on üç kere abdest aldım' dememiş miydin?'' dedi, Bahadır. Ellerimi kalçama götürüp tozları silkeledim. Aynı işlemi diğerleri de ayağa kalkıp yaparken konuştu, Bilal. ''Solumdaki melek bile bu kadar detaylı not almamıştır anasını satayım. Boş zamanlarında gel, sol kanat meleğim olarak işe başla, it herif. Annemin dipnotlarını bile unutmamış.'' Hayıflandı Bilal ağzının içinde. Ne dediğini anlamasak da sövdüğünü biliyorduk. ''O değil de yanlışlıkla cennete falan gidecek, anneden torpil yiyor.'' Diyen kişi Cesurdu. Kimse onu duymamıştı. ''Sabah gelip hönkürerek anlatan sensin. 'Allahtan bastonu götüme sokmadı' diye iki rekât şükür namazı da benim evde kıldın ya şerefsiz.'' Ensesine bir şaplak yapıştırdı Bahadır. Bilal bunu beklemiyordu ki yüzünü acıyla buruşturup Bahadır'a atıldı. Onu tutan Mert'e, ''Bırak! Bir ırz düşmanını ortadan kaldırayım, dünya daha güzel bir yer olsun.'' Çırpındı olduğu yerde. Mertte umursamadan dediğini yapıp kollarını bıraktı, ben karışmıyorum, ne bok yerseniz yiyin der gibi aradan çekildi. Bir an boşluğa düşer gibi oldu Bilal. ''Bıraksana ulan.'' Demeye de devam etti. ''Bıraktım ya abi.'' Etrafına bakındı şaşkınca. ''Niye tutmuyorsun geri zekâlı! Arkadaş katili mi olayım?'' Afalladı Mert. Çaresizce bana bakındı, görmezden geldim. Gerçekten onlarla uğraşacak durumda değildim. Kafam başka şeylerle doluydu. Onlar birbirini yerken hepimiz depodan çıkmıştık ve Enver Ufukla deponun kapısını kapatıp kilitliyorlardı. ''Abi bırak dedin ya gözünü seveyim. Enver Komutanım?'' anahtarı elinde çevirerek bana doğru gelen Enver'in koluna girdi, babasından dayak yememek için kaçan çocuklar gibi. ''Olum Komutan yok! Ulu orta her yerde götünüzü yırta yırta Komutanım diyorsunuz, eşek olsa götüne karpuz sokmadan anlardı.'' İttirdi Mert'i yanından. Anahtarı bana uzattı. Alıp cebime attım. O sırada arabama doğru yürümeye başladık. ''Yani eşek olsak yine anlamasak, karpuz mu sokacaktınız götümüze?'' Enver bu soruyu beklemiyordu ki bezgince bana döndü. Bende ona baktım uzaktan kumanda ile arabayı açtıktan sonra. Kilit sesini duyan bizimkiler koşarak öne oturma girişiminde bulunurken, ''Ben askerken, o rütbelerin içinde zor dayanıyordum bunlara. Yetmedi adamlar hayatımın merkezine yerleşti. Dualarımda bir yerlerde yanlışlık yaptım. Başka açıklaması olamaz bunun.'' Dedi, Enver. Güldüm yarım ağız. ''Bütün hepsini sana kitlediğim için senin başını ağrıtıyorlardı.'' Bana 'hain' der gibi baktı. ''Ne yapacaktım? Sürekli bunları zapt edemem ki, şunlara bak.'' Diyerek öne oturan Cesur'u yakasından tutup yola fırlatan Bahadır'ı durup izledik. Elimle rezilliklerini gösterdim. ''Ben bunlar için arabaya çocuk koltuğu alacaktım otuz yaş için yokmuş.'' Dediğimde gerçek bir gülüşle karşılık verdi, Enver. ''Hayır, görevliyle olan diyaloğun devamını merak etmiyorum.'' Dedi gülüşünü durdurup. Omuz silktim umursamazsa. ''Yalan söyledim zaten.'' Daha çok güldü. Olmamış şeyleri, gerçek gibi söyleyip inandırır, olan şeyleri de gerçek değilmiş gibi anlatıp insanları kandırmaya bayılırdım. Arabanın yanına geldiğimizde hala kavga ediyorlardı. ''Annenin gebelik testi keşke negatif çıksaydı, Bahadır.'' Üstünü başını düzeltti, Cesur. Saçı başı dağılmış üstü toz olmuştu. ''O zaman benim hayatım pozitif olurdu.'' ''Ölmüş anamı karıştırma lan!'' diye çıkıştı, Bahadır. ''Bah, Bah, Bahadır'a bak sen. Erkek oldu, erkeğim.'' ''O adımı bir daha öyle zikret, bak neler yapıyorum sana. Habeşi'nin annesine seni zikir matik diye vermeyen kancık olsun.'' ''Lan sen niye benim ölmemiş anamı karıştırıyorsun?'' önde oturan Bahadır'ın yakasına yapışan kişi bu sefer Bilal'di. ''Lan bırak!'' dedi, Bahadır. ''Öldükten sonra mı karıştırsaydı.'' Diye araya girdi Ufuk. 'Heh' dercesine ona döndüm kızgınlıkla. ''Sende ateşe su püskürtme, geri zekalı bir tane değil ki kırk tane.'' Diye söylendim sinirle. ''Ayır şunları, Enver. Yoksa hepsini tek tek ortadan ikiye ayıracağım.'' Enver, önce Bilal'in ensesinden tutup bir tarafa savururken Bahadır'a da aynı işlemi yaparak arabadan indirdi. Uğrayacakları gazaptan korktukları için ses etmediler. ''Kalan otuz üç kişiyle görüşmüyorsunuzdur inşallah.'' Diyen elbette ki Mertti. 'Ne anlatıyorsun lan değişik' der gibi baktım. ''Biz neyinize yetmiyoruz yani.'' Diye salakça bir açıklamada bulundu. Gökyüzüne baktım sabır dilenir gibi. Halime acıyan Enver oldu. ''Hadi herkes arabaya. Cesur al şu anahtarı, siz benim arabayla gelin.'' Diyerek arabasının anahtarını uzattı. Gözlerinden Mercedes logosu fırlayan Cesur, hızla anahtarı alarak Enver'in arabasına koşturmaya başladı. Bahadır da onun peşinden yaltaklanınca diğerleri de ne olduğunu son anda anlayıp onların peşinden koşmaya başladılar. Ön koltuğu alıp komple onlara sokma fikriyle yanıp tutuşurken sürücü koltuğuna geçtim. Enver'de yan koltuğa geçince hiç konuşmadan kemerimizi taktık ve arabayı çalıştırdım. Bulunduğumuz sokaktan çıkıp ana caddeye çıktım. ''Saffet abiyi arada yer ayırsın, kalabalıktır şimdi orası.'' Dedim. Enver onay verip klasik mekanımızın ustasını ararken beni gazlayarak geçen bizimkiler ile göz devirdim. ''Geri zekalı bunlar yemin ediyorum. İleride çevirirlerse falan hiç durma, bas git. Orada kalsınlar da akılları başlarına gelsin.'' ''Askeri araç kullanıyor sanki rahatlığa bak.'' Diye mırıldandım. Eskiden timde araçları genelde Cesur kullanırdı. Şimdide onun kullanıyor olması beni ılık rüzgarla dolu bir esintiye kaptırmıştı. Hasretle gözlerimi yumdum. İyi değildim. Telefon konuşmasından beri hiç iyi değildim. Ne yaptığımı biliyor ne de konuştuğumu biliyordum. İçimde bir şeyler kıpır kıpırdı ama bu hiç iyi hissettirmiyordu. Direksiyonu daha sıkı kavradım. Albayın beni aramasından başka anlamlar çıkarmak istemiyordum ama aklım hep oraya gidiyordu. Kendisi de söylemişti, tahmin ettiğin şey değil demişti ama umut fakirin ekmeğiydi işte. Yine de aklımdan geçen tek düşünce, mesleğime geri dönmekti. Bunun olmayacağı bariz belliydi ama buna inanmak yerine olasılıklara inanmayı seçiyordum. Kendimi resmen kandırıyordum. Af falan yoktu, yeni yasa yoktu. Dosyam bir daha açılmamak üzere kapanmıştı. Ama albayın işinin benimle tamamen bittiğine inandığım bu dönemde tak diye tekrar yollarımızı birleştirmişti. Neden? Sorusundan başka bir şey soramıyordum. Her konuya neden demem gerekiyordu ama karşımda cevap verecek bir muhatabım dahi yoktu. ''Sence Albay sana nasıl bir görev verecek?'' gözlerimi anlık olarak Enver'e diktim. O da sessizlikten ya da sessizliğimden, ne kadar huzursuz olduğumu anlamış olacak ki konuyu açmıştı sonunda. Biraz olsun rahatlamak istiyordu beni, anladığım buydu. Yoksa arabasını bizim çocuklara asla vermezdi. Kafamı bilmiyorum dercesine salladım. ''Hiçbir şey düşünemiyorum ilk defa, inanır mısın? Zihnim bomboş.'' Durdum. ''Ve bu çok rahatsız edici. Biliyorsun beni, düşünmediğim bir an bile yok ama.'' Deyip sustum. Konuşamıyordum bile. ''Konuşacak kelime bile bulamıyorsun, anladım.'' Dedi. Umutsuzca ona bakıp kafa salladım. ''Beni bir asker olarak çağırmadı. Bir görev dedi, ama görevin ne olduğunu söylemedi, orada beni bir Albay karşılayacakmış. Benimle o ilgilenecek sanırım, Cihangir ALABEYOĞLU.'' Zikrettiğim ismi duyar duymaz bana döndü kafası. ''Cihangir mi?'' dedi, şaşkınlıkla. ''Evet, bende duyunca şaşırdım. Hep o ismini duyduğumuz Albay.'' ''Bu iş askerlikten de ileri gibi geldi bana, Asena.'' ''Biliyorum,'' dedim amansızca. ''Beni de rahatsız eden bu ya. Beni neyin beklediğini bilmemek. Ölmeye geliyorsun dese tamam diyeceğim ama yok. Hiçbir şey söylemedi.'' Kuşkuyla çenesini ovuşturdu. ''Sizi mesela, neden hemen şimdi benimle değil de sonradan istedi anlamadım.'' Duraksadım. Konuştuklarımızı Enver'e söylesem bir şey olmazdı. Diğerlerine de söylesem bir şey olmazdı ama ne kadar çok bilgi verirsem daha çok merak edeceklerdi. ''Sen oraya alışana kadar, kendine yer edinene kadar onları unut dedi. Sonra sizde geleceksiniz demek bu.'' Diye tamamladım cümlemi. Ama yapbozun parçaları hala eksikti. ''Zaten aksi bir ihtimali aklından çıkar. Artık ne üniforma var ne de resmiyet. Kimseyi dinlemeyeceğimizi biliyorsun.'' Bakışları üzerimdeydi. Bende ona dönüp minnetle baktım. ''Biliyorum, tımarhanede yok sizin gibi deliler. Ama bunu iyi değerlendirmem lazım, Enver. Şimdi değilse bile sonradan bazı kapılar için elime anahtar geçebilir.'' Sıkıntıyla kafamı kaşıdım. ''Belki, kendim olmasa bile sizi-'' ''Sakın,'' dedi sertçe. ''Siz yoksanız, bizde yokuz. Ateş, sadece sizin yanabileceğinizden daha büyük. Artık ait olduğumuz yerde değiliz ama birleşince ev saydığımız insanlarlayız. Bunun ötesine hiçbir şey geçemez, Komutanım.'' Komutanım demesiyle ışıklarda durmam eş zamanlı olmuştu. Gözlerimin dolduğunu hissederken dudaklarımı kemirdim. Yanımızda duran araba ise Enver'e ait, içinde bizimkilerin olduğu arabaydı. İçinden son ses gelen şarkıyla kıkırdadım. Aptallar. Araba şiddetle sallanıyordu, Enver'e işaret ettim gülerek. ''Şimdi inip şu üç lambayı götlerine sokacağım o olacak. Dengesizler.'' Telefonunu çıkarıp rehbere girdi. Kimi aradığını anlamamak zor değildi. Arabada çalan şarkı sesi kesilirken hareketlilikte durdu. Cesur'un telefonu bağlıydı ses sistemine, Enver doğru tahmin etmişti. Cesur'a telefondan, ''Sağa bak sağa." diyen Enver ile usulca indirdi penceresini, Bahadır. Bende onlarla aynı anda indirdiğimde bir yutkunma geçti Bahadır'ın boğazından. Elini yavaşça kaldırıp selam verdi kızarmış yüzüyle. Bahadır'ın önüne doğru eğilen Cesur'un sıçtık adlı gülüşüyle dudaklarım kenara kıvrıldı. Ben ne yapacaktım bunlarsız oralarda? ''O arabanın, jantlarını,'' diye başlayacak oldu, Enver ama anlamadı Cesur ve Bahadır ikilisi. Ne olduğunu anlamak isteyen bir diğer kişi ise Ufuk oldu. Arka kapının camını indirdiğinde yanındaki diğer kafa ise Bilal'e aitti. ''Anlamıyoruz komutanım!'' diye bağırdı yalandan Cesur. Bal gibi de anlıyordu. ''Yoo,'' dedi, Ufuk büyük bir abartıyla. İçeri girip Ufuk'a şaplak attı, Cesur. Tekrar doğrulup bize baktı. ''Diyorum ki, o arabanın jantlarını söker sana monte ederim.'' Diye bağırdı Enver. Anlık yüzümü buruşturup kendimi koltuğa bastırdım sesten kaçmak ister gibi ama çok etkisi olmadı tabii. ''Ay, yok vallahi anlamıyorum. Geçen sene yanımda ses bombası patlattılar da komutanım.'' Sesli bir şekilde güldüm. Duymuyorum diye açık açık yalan söylüyordu ama saat gecenin on ikisi olduğu için trafikte kimse yoktu. Işıklarda bile bizimle dört araba vardı sadece. En önde duran iki araba ise bizdik. Enver, söylenerek emniyet kemerini çözecek oldu. ''Sokuk herifler! Emniyet kemeriyle boğacağım şimdi.'' ''Dur, bırak ya. Sakin ol, eğlensinler. Kim bilir bir daha ne zaman göreceğim bu hallerini.'' Dememle durdu. Hak vermiş olacak ki sakince tekrar taktı kemerini. ''Komutanım diyor ki, oraya gelirsem o jantları söker sana monte ederim.'' Kafasını dışarı çıkarıp ön koltukta oturan Bahadır ve Cesur'a seslenen Ufuk'a kahkaha attım. Aptaldı bu çocuk, en çok bu çocuk ama. ''Lan geri zekalı! Sen niye dışarıdan bağırıyorsun? Aynı arabanın içerisindeyiz.'' Diye kızdı Bahadır'da vücudunun bir kısmını arabadan sarkıtıp arkaya dönerken. Cesur'un yüzü gözükmüyordu artık Bahadır'ın cüssesinden dolayı. Cesur Bahadır'ın götünü mıncıklayıp onu çekmeye çalışıyordu. ''Sen ne diye çıktın o zaman dışarı?'' diye sordu Ufuk. Mantıklı dercesine kafa çevirdim Enver'e. Sabır dilenircesine etrafına bakınıyordu. Yeşil'in yanmasına on saniye kala önüme döndüm. ''Ne bileyim sen oradan konuşunca, ses gelmiyor gibi oldu da.'' Duraksadı bir an ve mallıklarını fark etti. ''Gir lan içeri!'' öfkeyle yerine otururken Cesur'a döndü. ''Sikicem senin de elini bacağını! Götümü niye parmaklıyorsun oğlum?'' gerisini duymadık. Işığın yanmasıyla gaza bastım. Onları hızla geride bırakırken gülmeme de engel olamıyordum. Yaklaşık on dakika sonra mekâna gelmiştik. Arabayı arka otoparka park edip indiğimde yanımıza da Cesurlar geldi. Hala arabadan kavga ederek iniyorlardı. Onların bize yaklaşmasını kapıda bekledik. ''Dünya yuvarlak olsaydı eğer, mesela bir ülkeden başka ülkeye araba ile ancak ikinci viteste giderdik. Düz olduğu için beşe, altıya atabiliyon, hıphızlı gidebiliyon, boğulmuyor işte araba.'' Ellerimi ceketimin cebine soktum. Yine saçma sapan dahi zekalarını konuşturuyorlardı. ''Sen şimdi dünya düz mü diyorsun abi, anlamadım.'' Dedi, Mert. ''Canım benim,'' diyerek kolunu Mert'in omzuna attı, Cesur. Mert ise onu dikkatle dinlemeye hazırdı. ''Dünya yuvarlak olsaydı, bu uzaya çıkanlar niye hep yukarı doğru çıkıyor?'' diye sordu saçma bir şekilde. Ofladım bıkkınlıkla. ''Nereden bileyim abi?'' diye sordu, Mert masumca. Cesur ise parmak uçlarını birleştirip sanki çok mantıklı şeyler konuşuyormuş gibi bilge bir tavır takındı. ''Dümdüz çıkarlarsa aşağı düşerler çünkü.'' Dedi. O sırada Mertten 'heaa' diye bir nida yükseldi. Bir deli kuyuya taş attı, arkasından diğerleri de atladı. Gözlerimi devirdim. ''Cesurcum, sen git bakalım saffet abi bize masa ayarlamış mı?'' diye araya girdim. ''Nereden cesurcunuz oluyormuşum ben sizin?'' cevabını elbette ki beklemiyordum. Sanki uzun saçları varmışta onu savuruyormuş gibi yaparak bana doğru yaklaştı kırıta kırıta. ''Siz benim, bir saat önce terk etmeye karar veren şu eski Komutanım değil misiniz?'' kolunu çanta tutuyormuş gibi katladığında şaşkınlıkla ona bakıyordum. Diğerleri çoktan anıra anıra gülmeye başlamıştı bile. ''Ne diyorsun olum sen?'' diye sordum son kalan sakinliğimle. ''Komutan değil mi? Hepsi aynı.'' Dedi ve omzunu bana çarparak içeri girdi. Ağzım açık bir şekilde Enver'e döndüğümde onun da gülmemek için kendini zor tuttuğunu fark etmem bir oldu. 'Sen de mi?' dercesine omuzlarımı düşürdüm. O da buna karşılık, 'Ben de' dercesine kafasını hareket ettirdi. ''Düşün lan önüme, dingiller.'' Hepsine çemkirmem sonucu daha fazla gülmemek için kendilerini sıkarak içeri girdiler. Onlar bize ayrılan masaya doğru ilerlerken Enver ve ben de peşlerinden onları takip ettik. Bizim için birleştirilmiş masaya yerleştik hepimiz. İçerisi sandığım kadarda kalabalık değildi. Neticede hafta içiydi diye düşündüm. Garson gelip siparişlerimizi aldığında saffet abide yanımızda uğramış ayak üzeri konuşmuştuk. Değerli bir abimizdi hepimiz için. ''Ufuk, senin konuştuğun bir kız vardı. Ne oldu ona?'' diye soran kişi Bilal'den başkası değildi. Garsonun önden getirdiği suyu içerken içimin yandığını yeni fark ediyordum. Dikdörtgen masada en başa ben oturmuştum. Benim sol çaprazıma Enver onun yanına Bilal ve Mert oturmuştu. Sağ çaprazımda ise Cesur, Bahadır ve Ufuk vardı. Başka bir garson masaya mezeleri getirirken Bilal'in sorusunu cevapladı Ufuk. ''Kızla süper ilerliyorduk, böyle flört olayım derken ağır konuştum galiba kanlı bıçaklı hasım olduk.'' Masadakiler bundan keyif alıp gülerken ben gülmedim. ''Ne dedin olum kıza?'' omuz silkti. ''Sivaslıymış abi, Sivas'tan adam çıksaydı iti meşhur olmazdı dedim. Ne var bunda, ben Karslıyım diye siz bana kaşar diyorsunuz.'' Sinirden kaşları çatılmıştı. ''Biraz abartmış tabii,'' diye araya girdi Bahadır. Cesur, Bahadır'a döndü. ''Sen nereliydin lan?'' diye sordu sahte bir şaşkınlıkla. ''Yuh.'' Dedi, Bahadır. ''Kaç yıllık karının nereli olduğunu nasıl bilmezsin!'' ''Gay nikahı yasası mı çıktı? Ne oluyor?'' diye yükseldi, Bilal yüzünde ihanetin kırıntılarını taşırken. ''Seni ailemle tanıştırıcam derken Bahadırdan mı bahsediyordun?'' ağzıyla 'cık cık' sesi çıkardı ve 'yazıklar olsun verdiğim emeklere' dercesine baktı. ''Yok gülüm.'' Deme gafletinde bulundu Bahadır. Ne olduğunu anlamış gibi, ''Eşek herif, ne diye uğraşıyorsun benimle? Komutanım azgın bu bak yemin ediyorum namusumda gözü var.'' Öpücük attı Bilal, Bahadır'ın dediklerini umursamadan. ''Hala nereli olduğunu söylemedin abi?'' diye araya girdi Ufuk. Enver'in oflamasını duydum. Mezelerle dolan masayla birlikte rakılarda gelince Enver kendi bardağı ve benimkini doldurdu. Diğerleri de kendi bardaklarını doldurmaya devam etti. ''Geri zekalı herif, Çorum diye kaç defa diyeceğim.'' Rakısını doldurup içine su katarken kaşları çatıktı, Bahadır'ın. Ben ve Enver sek içiyorduk. ''Çorum nerede amına koyayım.'' Sakince gözlerini Cesur'a çevirdi Bahadır. Dik dik baktı, Cesur güldü. ''Ha leblebi ülkesini diyorsun sen.'' Diye yüksek sesle güldü. ''Kaç ülkeye ihracat yapıyorsunuz? Getirisi çok mu?'' ''Kafanı leblebi tozuna çevirmemi istemiyorsan kes sesini.'' Elini kalbine götürdü Cesur. Yaralanmış gibi numara yaparken, ''Yuvamızı bozdun, çirkef karı.'' Diyerek Bilal'e döndü. ''Abi bende Bahadır komutanımın dolabında neden leblebi var diye düşünüp duruyordum. Adam Çorumluymuş.'' Mert'in söyledikleriyle şaşkınlıkla ona döndü bakışlarımız. Herkes bir yandan konuşup bir yandan da tabaklarını mezelerle dolduruyordu. Bende tabağıma birkaç meze doldurdum. ''Sen benim dolabımı mı kurcalıyorsun lan?'' diye yükseldi Bahadır. Ellerini teslim olur gibi kaldırdı Mert. ''Yok komutanım, şimdi Asena komutanımda burada ama biz şey için dolabına bakmıştık.'' Gevelemesiyle araya girdi Bahadır. ''Bakmıştık derken? Kaç kişiydiniz olum?'' korkakça eliyle Bilal'i gösterdi. O sıra tabağına meze dolduran Bilal her şeyden kopuktu. Sessizlikte kafasını kaldırınca tüm gözlerin onda olduğunu fark etti. ''Ne var? Niye hepiniz bana bakıyorsunuz?'' tekrar Mert'e döndü, Bahadır. ''Söyle, ne işiniz vardı dolabımda.'' ''O ara makinalar bozuktu, bizde kıyafetlerimizi yıkayamadık.'' Sustu tekrar Mert. Çocuk korkudan susup duruyordu. ''Tek solukta söyle, bir şey olmaz. Ben buradayım.'' Dedim cesaret verircesine. Hiçte bir şey yapmazdım vallahi. Saf diyorum ya bu çocuk, saf. Rakımdan keyifle bir yudum aldım. Mert 'günah benden gitti' dercesine kafasını eğdi. ''Temiz iç çamaşırımız kalmayınca bizde sizden şey ettik.'' Dişlerini gıcırdattı, Bahadır. Sağ eli de yumruk olmuştu sinirden. Keyifle mezemden attım ağzıma. "Ney ettiniz?" Diye sordu dişlerinin arasından. ''Temin ettik." "Neyi?" Diye sordu, Bahadır. "İç çamaşırı.'' Diyen Mert, önüne döndü hızlıca. ''Sikik herif, beş yıldır sustun sustun şimdi mi konuşasın tuttu?'' Bilal olayı anca idrak edebilmişti. Bahadır'a döndü. ''Hiç bakma öyle,'' dedi ellerini savunur gibi kaldırarak. ''Örümcek adamlı donlar giydiğini kimseye söylemedim. İnsansan, susar oturursun bunun hatırına.'' Aynen kardeşim, hiç kimseye söylemedin. Yan masadakiler duydu, Bahadır'ın kim olduğunu bilselerdi muhtemelen onu hayal ediyor olacakları. "Ben size bir kere olsun güvenle götümü dönemeyecek miyim?'' diye sordu ağlamaklı bir sesle. Eliyle alnına vurdu birkaç kere. ''Donlarını bana yıkatırken sorun yoktu.'' Cesur'un bu şekilde araya girmesini kimse beklemiyordu. ''Birbirinizi, donlarınızı yıkayacak kadar sevdiğinizi bilmiyordum açıkçası.'' Dedi, Enver. Güldüm yarımca. ''O kadarını ben bile tahmin etmemiştim.'' Dedi, Bilal'de. ''Ya komutanım, biliyorsunuz makineler sürekli bozuluyordu. Bende affedersiniz ama her gün değiştirmezsem rahat edemiyorum.'' Mahcupça bana baktı. Sanki götlerinde kaç kılın olduğunu bilmiyormuşum gibi benden utanıyorlardı bir de. ''İkizler rahat edemiyor.'' Dedi, Cesur. Güldüler. ''Ne ikizleri olum, adam taşşaktan yürüyemiyor.'' Diyen Bilal ile anırmaya başladı herkes. Masasından anırma sesleri gelen tek ekip bizdik. ''Sustur şunları.'' Diyerek Bilal'in kafasına yapıştırdım bir tane. O da Bahadır'a yapıştırdı. Bahadır Ufuk'a derken elimi masaya vurdum. ''Otuz yaş üstü heriflerle rakıya mı geldim, ilkokul çocuklarıyla hamburger yemeye mi belli değil. Rahat durun.'' Diye öfke kustum. ''Sana diyor, Habeşi.'' Diye atladı Cesur. ''Yoo,'' dedi o da karşılık olarak. ''Sana diyor, Bahadır.'' Dedi Bilal'de. Dirseklerimi masaya dayarken 'siz iflah olmazsınız' bakışı attım kafamı iki yana sallarken. Sonra onları kendi hallerine bıraktım. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra üçüncü bardağıma geçmiştim. Enver de benimle aynı tonda takılıyordu. Ağzım hafifte uyuşmuş dik durmakta zorlanıyordum. Sonra rahatsız edici bir sessizlik oluştu masada. Kafalarının hafif gittiğini fark ederken duvardaki saate baktım. Gece üçe geliyordu. "Yarın yoksunuz artık yani." Diye mırıldandı, Ufuk. Kafa salladım kendimi zor tutarken. Kaçıncı kadehti bu saymayı bırakmıştım bile. "Komutanım, sizi temizlik personeli diye işe çağırmıyorlardır değil mi?" Salak sorusuyla gündeme oturan Cesur'a baktım göz ucuyla. Kafası ayıkkende gidikken de aynı boktu. "Eğer öyle bir iş çıkarsa seni ararım gelirsin yardım edersin, olur mu salak çocuğum." Dedim dalga geçercesine. Zoraki gülümsedi. "Albayım sizi oraya boş bir iş için çağırmıyordur. Eminim kendinizi bulacağınız yeni bir yer olacaktır." ciddiyetle konuşan Bahadır'a eşlik etti Bilal. "Bencede. Ama bizi unutupta oraya yerleşmeyi sakın düşünmeyin." Duraksayıp hızlıca Enver'e döndü bakışları. Yarım yamalak konuştu dedikleri zor güç anlaşılırken, "Gelmezse bizde gideriz değil mi? Komutanım." Elinde hala dolu rakı bardağı vardı. "Gideriz, dimi dimi." Diye heyacanla konuştu tekrar. Güldüm bu haline. "Sanki kocamdan boşandım, çocuklarım benimle kalmak istiyormuş gibi hissettiriyorsunuz." Güldüm içten bir şekilde. Ne kadar içten olduğu tartışılırdı. Kafa salladı, Enver. "Gideriz olum, yalnız bırakacak değiliz." Eliyle omzuma dokundu. Boş bakışlarım ona döndü. Hafifçe eğilmişti bana doğru. "İyice koptu herkes. Yarın bir sürü işiniz var. İsterseniz kalkalım, daha biletinizi bile halletmediniz sanırım." Mantık her zaman Evren'in peşindeydi. Asla onu bırakmıyordu. "Evet," dedim. "Biletim yok, bakmadım bile. Eşya hazırlamam gerek. Sabah mı orada olmalıyım, akşam mı bilmiyorum bile." Kafamı kollarımın üstüne yatırdım. Fena uyku bastırmıştı. Diğerilerinin de benden kalır bir yanı yok gibiydi. "Ulan, herkes içti. Akrabaları kim kullanacak?" Diye mırıldandığını duydum, Evren'in. Olduğum yerde doğruldum. Cebimden zor güç arabanın anahtarını çıkarıp Enver'e uzattım. "Al bunu." Dedim, avucunu açıp o anahtarı alırken. Kaşlarını çatmış anlamsızca bana bakıyordu. "Cesur'a ver. Ben dönene kadar ona emanet." "Emin misin? Bir gün hurdaya çıktı diye haber gelirse şaşırma." Kıkırdadım keyifsizce. Alkolün etkisiyle yapmıştım bunu. Tutamamıştım kendimi. "Gelsin, ondan kıymetli değil ya." "Duydunuz inşallah, komutanım beni övdü." Diyen Cesurdan başkası değildi. "Ölecek miyim acaba?" Dedi arkasına. 'Cık' sesi çıkardı Bahadır. Hepsi masanın üzerine kafalarını koymuş, sızmak üzerelerdi. "Yok olum, ölecek olsan bilirim. Azrailin benim çünkü." Dedi, Bilal. "Araba kullanamayacak kadar sarhoşsunuz, birbirinizle uğraşacak kadar ayıksınız." Söylenene söylene masadan uzaklaşan Enver ile gözlerimi kapatıp uyukladım. Ne kadar zaman geçtiğini bilmezken yerimden kaldırıldığımı fark ettim. Bir kolunda ben, diğer kolunda Cesur vardı. "Bu mal da hep götümün dibinde. Götle don gibiyiz." Kendi salak şakama gülüp yürümeye çalıştım. Enver hala söyleniyordu. "Komutanım, yani demiyim diyorumda. Siz neden bu kadar içtiniz? Zaten bunlarda hat kopacaktı." Önümüzde ki taksiye sokuşturdu beni. Yanımada Cesur'u iteklerken kafasını vurdu Cesur. Bir doksan sekiz adamı cücük kadar taksiye bindirirsek olacağı buydu. Acıyla bağırdı Cesur. Bundan etkilenmeyen Evren konuşmaya devam etti ön koltuğa geçerken. "Evlerine bırakırdık bu andavalları. Hayır bi de sabah yola çıkacaksınız." Çocuk gibi beni azarladı ayyaşlığımı fırsat bilip. "Dua et uyandığımda bu dediklerini hatırlamayım, Enver." Dedim ağzımı yarım yamalak hareket ettirip. O sırada omzuma çöken ağırlıkla kafamı çevirdim. Üstüme abanan Cesurdu. Kafasını parmağımla ittirdim gitmedi. Bir daha ittirdim kafası omzuma tekrar düştü. Sızmıştı. "Hatırlamayacaksınız muhtemelen." Dediğini duydum en son. Sonrada taksiciyle bir şeyler konuşurken bende uyku moduna geçmiştim. Bir sonraki uyanışım ise beni ayakta dik tutmaya çalışan Enverle oldu. "Her yerimi elledin be olum." Diye hayıflandıktan sonra hıçkırdım. Durdum bir daha hıçkırdım. "Sol cebimde, sol." Elimi sağ cebime attığımı fark etmeden cebimi kurcalamaya başladım. "Orası sağ, komutanım." Diye uyardı, Enver. "Bana iş mi öğretiyorsun? Dünkü bok." Gözlerimi devirmeye çalışıp olmayınca bıraktım. Nihayet elimi sol cebime atıp delik cebimden içeri girmiş anahtarımı çıkarıp kapının deliğine sokmaya çalıştım. "Beş tane kapı görüyorsunuz, bir de delik arıyorsunuz!" Elimden çekilen anahtarla kenara itildim. Sırtımı duvara bastırıp yere düşmemeyi umdum. "Gel diyorsun bana sok, Enver." Beni umursamadan kapıyı açtı. Kolumdan tutarak beni evin içerisine götürdükten sonra ayakkabılarımı çıkarmayı unutup bir küfür savurdu. Kendi ayakkabılarını çıkardıktan sonra benimkilere eğiliyordu ki izin vermedim. Bağcıkları gevşek botumu kendim tepinerek çıkardıktan sonra oldukları yere bırakıp yatak odama ilerledim. Yatağımı görür görmez üzerimdeki ceketi çıkarıp bir yere savurduktan sonra kendimi bıraktım büyük geniş yatağıma. "Komutanım, burada kalacağım. Telefonunuz yok, sızıp kalırsınız. Albayım kesin arar sizi sabah beşte." Dediklerini anlayıp ağzımın içinde gevelerken beni anladığından pek emin değildim. Tamam sorun yok demek istemiştim sadece. O ise anlaşamayacağımızı anlamış olacak ki kapının kapanma sesini duydum. Sonrası ise derin bir sessizlik. <><><><><><><> "Komutanım!" Kapının kırılacak gibi çalınmasıyla yatakta sırt üstü döndüm. Elim gözüme giderken sertçe ovuşturdum. O sırada kapı hala yumruklanmaya devam ediyordu. "Komutanım, saat öğlen bir." Duyduklarımla hızla doğruldum yataktan. Sikeyim! Bir daha sikeyim! "Uyandım!" Diye seslendim. Sesimin merzifon eşeği gibi çıkmasına takılmadan yataktan çıktım apar topar. Yere fırlatmış olduğum ceketim ayağıma takılırken umursamadan odadan çıktım. Kapının önünde bana bakan Enver ile duraksadım. "Uyandım dedim ya olum. Ne dikiliyorsun kapıda?" "Emin olamadım tekrar uyumayın diye." İttim kenara doğru ve hızlıca banyoya ilerledim. Ardımdan geldiğini ayak seslerinden anlarken hışımla çevirdim kafamı ona. "Sıçarken elimden mi tutacaksın, Enver?" Bir an dediğimi idrak edemeyip andaval gibi suratıma baktı ve ağzından 'ha?' Nidası döküldü. Ona aldırmayıp banyoya girdim ve arkamdan kapıyı kapattım. Lavaboda işimi halledip yüzümü bol su ile yıkadıktan sonra çıktım. Mutfakta hiçbir şey olmamış gibi kahve içen Enver'in elinden kupayı aldım. "Seni depoya gidip benim telefonu getirsen ya." Diyerek kahveden bir yudum aldım. Albay kesin beni aramıştı ama telefonu açacak bir ben yoktu. "Alayım komutanım, o zamana kadar sizde hazırlanın. Ben biletinizi hallettim. Akşam 4.15' te uçağınız var." Şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırdım. Enver beni mutfakta bırakıp evden çıktığında kahveden birkaç yudum daha alarak onu tezgaha bırakıp tekrar odama girdim. İç çamaşırı ve yeni kıyafetler alarak tekrar banyoya girip hızlı bir duş aldım. Üstümü giyinip banyodan çıktığımda saçlarımı kurutmayı es geçip küçük boy bavulumu çıkarıp içine birkaç parça kıyafet koydum. Bunlar genelde eşofman takımı ve bizim işe giderken giydiğimiz siyah üniformalardı. Neden bilmiyorum ama yanıma alma gereği hissetmiştim. Uzun zaman sonra çanta hazırlamak garip hissettirmişti. Dolabımda jilet gibi duran askeri üniformama baktım. Ona ait olmadığım bir günde, ama içimde hala onu taşımanın verdiği gururla göreve gidiyordum. Kafamı umutsuzca iki yana sallayıp bavula birkaç şey daha ekledim. Gerekli kişisel ihtiyaçlarımıda koyup aklıma gelenle durdum. Fotoğraf! Fotoğraf depodaydı. Enverden onu isteyebileceğim bir telefonum bile yoktu yanımda. Üzüntüyle yatağa oturdum. Genelde depoda bulunduğum için orada tutuyordum. Eve hiç getirmemiştim ve timle başka fotoğraf yoktu elimde. En azından elle tutulur bir fotoğraf yoktu. Dijitalde olanların hepsi bizim çocuklardaydı. Yüzümü sertçe sıvazlarken kapı çaldı. Kalkıp kapıyı açtığımda gelen kişi Enverdi. Yüzümün halini görünce kaşları çatıldı. "Bir şey mi oldu komutanım?" "Yok, olmadı." Dedim sesim keyifsiz çıkarken. İçeri girip salona geçerken telefonu uzattı. Elinden alıp telefona baktım. Albay, sabahın beşinde gerçekten de beni aramıştı. Telaşla dudağımı ısırırken Enver bir şey daha uzattı. Timin fotoğrafını. Dudaklarım aralanırken ona baktım nasıl buldun der gibi. Ya da nereden anladın der gibi. "Siz yokken bir ara ofiste işlerimi hallediyordum, çekmecede görmüştüm. İstersiniz diye düşündüm." Gülümsedim. O ise kızacağımı düşünür gibi bakıyordu bana. Ben gülünce onunda yüz ifadesi yumuşadı. "Bende bunun için sana nasıl ulaşacağımı düşünüyordum." Diye gerçeği söyledim. Fotoğraf elimdeyken, "Ben bi Albay'ı arayım. On iki kere aramış." "Oha." Diyiverdi. Oha ya. On iki parçaya bölecekti beni kesin. Odama geçip Albay'ı aradım. İlk çalışta açılan telefon ve öfke kusan bir adet Albay. "Öfke! Umarım bu telefonları açmama sebebin peygamberimiz gibi bir kuyuya düşmüş olmandır." "Hay ağzınız bal yesin, keşke öyle olsaydı." "Kes! Bir de şaklabanlığa vuruyor! Senin şu an bu telefonu Hakkari'den ediyor olman gerekiyordu! Ama muhtemelen sen hala Ankaradasın." Dudağımı dişledim tekrar. Odada dört dönüyordum. "Albayım, uçak bulamadım. Her gün bir adet uçuş varmış." Diye yalan söyledim. Umarım anlamazdı. Uçuşları kontrol etme olasılığı çok yüksekti. "Baktım," dedi. Sesi az öncekine göre daha yumuşak çıkmıştı. Doğru bir yalan attığımı anladım o an. "Aktarmalı vardı hep ve yine senin gitmen akşamı bulacaktı. Her neyse." Diye geçiştirdi konuyu. "Direkt alaya gidiyorsun, Albay seni bekliyor. Yarında Yarbay gelecek, görevinin ne olduğunu o zaman öğreneceksin." "Albayım, şimdi sizden öğrensem? Valla bilmiyormuş gibi yaparım." "Sen benimle pazarlık mı yapıyorsun?" Sesi gür çıkarken telefonu kulağımdan uzaklaştırdım. "Estağfurullah. Ne haddime?" "Değil zaten." Dedi. Buyur öleyim diyemedim. Neydi bu adam böyle. Küs kalmaya devam etseydik keşke. İki dakika da canımdan bezdirdi. "Sana son uyarım öfke, o dallamalar gelmiyor yanında. Bana havayolu şirketini arattırıp kontrol yaptırma." Yuh! Aklımdan dahi geçmemişti ama adam uçağı kontrol etmenin bile planını yapmıştı. "Hayır," dedim hızlıca. "Ben onları uyardım, onlarında gelemeyeceklerini söyledim." "Aferin, bir şeyi düzgün yapabiliyor muşsun arada. Daha çok görseydik keşke bu hallerini." Ölürdü laf sokmasa. Soksundu laf, ben işimi geri almadıktan sonran neye yarardı. "Albayım, siz ne zaman gelirsiniz?" "Ne yapacaksın? Kırmızı halı mı sereceksin?" Diye alayla sordu. "Merak ettim sadece." Diye mırıldandım. "Etme." Dedi hışımla. "Kapat kapat telefonu. Sinirlerimi bozdun." azarlayan tondaki sesiyle telefonu kulağımdan çekiyordum ki, "Öfke." Dediğini duydum son anda. Telefonu tekrar kulağıma yaklaştırdım. "Efendim, Albayım." "Senden eskiden, olduğundan farklı davranmanı isterdim. Hatırlıyor musun?" Diye sordu. Sorusunun amacını anlamasam da, "Evet." Diyerek onayladım onu. "Bu sefer tam tersini istiyorum. Olduğun gibi davran, ilk defa senden bunu istiyorum, Öfke." "Neden Albayım?" Bunu istemesi normal bir şey değildi. Tehlike ensemde el geziyordu sanki. "Zırt vırt bir şeye neden arama kızım!" Diye azarladı tekrar. Şamar oğlanına çevirmişti beni. Devam etti. "Sana ne diyorsam onu yap. Ya da yapma. Sana ne dersem tersini yaptın bu zamana kadar. Şimdi özün olma zamanı. Olduğun gibi ol. Bu sefer arkandayım." Bu sefer arkandayım. Ne çok anlam barındırıyordu içinde oysa. Tam üç yıl öncede bunu duymayı beklemiştim. Beklentim kocaman bir boşluk olmuştu. Sertçe yutkundum eskiler zihinime üşüşürken. Hesap soracak halim yoktu. Hala benim için çok kıymetli, saygımın ebedi süreceği bir insandı. Gözlerimi yumdum iyi hissetmek adına. O sırada kapıda Enver belirdi. Sorun yok dercesine elimi kaldırdım. Çatık kaşlarla beni izliyordu. "Bende ilk defa sizi dinleyeceğimin sözünü veriyorum, Albayım." Nedendir bilmem, gülümsediğini hissettim. Bu his benimde istemsizce gülümseme sebep oldu. "Tamam, kapat şimdi telefonu. İşim gücüm var." Daha çok sırıttım, o ise beklemeden suratıma kapattı telefonu. "Ne dedi?" Diyerek içeri adımladı, Enver. Omuz silktim. "Sabah kahvaltısı olarak ağzıma sıçtı." Dediğim şeye güldü. "Yavaştan çıkalım mı?" Kafa salladım. "Hazırım zaten." Enver bavulumu alıp odadan çıkarken küçük bir sırt çantası daha hazırladım. İçine ıvır zıvırları atarken Enver'in getirdiği fotoğrafa son kez bakarak çantamın içine koyup fermuarını kapattım ve sırtıma aldım. Elime de haki yeşili bomber bir ceket alarak kapıya yöneldim. Enver ayakkabılarını giyip asansörü çağırırken bende son kez eve göz atıp botlarımı giyindim ve çıktım evden. Kapıyı bir kez kilitleyip anahtarı Enver'e uzattım. "Sende kalsın. Lazım oldukça kullanırsınız, arada bir kontrol edersiniz." Diye saçmaladım. "Geri dönmeyecek gibi her şeyi bize bırakıyorsunuz." Yinede anahtarı alıp cebine attı. O esnada gelen asansöre bindik. Zemin katın tuşuna bastım. "Orada kaybederim, geri dönünce bir de onunla uğraşamam. Hem araba boş mu yatsın?" Asansörün aynasına dönüp tipimi kontrol ettim. Altımda siyah bir kargo pantolon vardı. İçime dar bir body giymiştim. Boynumda gözüken askeri künyemle yutkundum. Bir an düşündüm, ben ona aittim ama o bana ait değildi. Anlık bir kararla künyeye davranıp boynumdan çıkardım. Onu da Enver'e uzattım. "Siz ölüme falan mı gidiyorsunuz? Albayım sizi öldürecek mi? Doğru söyleyin." Güldüm dediğine. Eline bıraktım künyeyi. "Sende kalsın. Gelirken getirirsiniz." Dedim. "Kalsaydı sizde. Bunca zaman sonra neden çıkardınız?" "Bir asker olarak gitmiyorum, Enver. Albayım böyle söyledi. Eski bir asker olarakta gitmiyorum. Demek ki eski askerliğimin bile bir hükmü olmayacak orada." Omuz silktim. "Zaten kim eski askerden iyi bir şeyler bekler ki?" Sorum daha çok kendime gibiydi. Bakışlarım zemine düştü. Enver sessiz kalırken zemin kata gelmiştik. Asansör kapısı açılırken ilk çıkan kişi Enver oldu. Peşinden bende çıkıp apartman kapısını açtım onun çıkması için. Ardından bende çıktım ve onu takip ettim. Onun arabası buradayken gözüm kendi arabamı aradı. Enver'de bunu fark etmiş gibi, "Cesur'un evininin önüne çektim. Gece benim arabayla birlikte benim eve götürmüşler." Diye açıklamada bulundu. "İyi yapmışsın." Dedim ve açtığı arabanın içine yerleştim. Bavulu bagaja attıktan sonra şoför koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı. Siteden çıkıp evden uzaklaşırken son kez Ankara'nın sokaklarını, yollarını izledim. Dramatize etmeye çalıştım ama olmadı. Askerdim eskide olsam. Bağlı kalmak benim görevim, huyum değildi. Benim tek bağlı olmam gereken yer; Vatanımdı, toprağımdı. Yol boyunca ne ben konuştum ne Enver. Nihayet havaalanına girdik ve arabayı park edip içeri girdik. İlk rutin kontrolden geçip bekleme alanına ilerledik. Henüz yolcu alımı başlamadığı için andaval gibi ortada dikilmek istememiştik. Ve ileriden bir ses duyuldu. "Komutanım!" Allahın cezaları. Bıkkınlıkla arkamı döndüm. Güvenlikten yaka paça birbirlerini iterek bana ulaşmaya çalışan ekibime baktım. Cesur, Bilal' itiyordu. Bahadır cihazdan geçmeyi reddedip daha hızlı olacağını düşünmüş olacak ki kadın güvenlik görevlisine kendini elle aratıyordu. Tabii bunu yaparken otuz iki diş sırıtıyordu. Ama güvenlik ikna olmadığı için diğer cihazdan tekrar geçirdi onu. Mert ve Ufuk ise sırada olan yolculara kaynak yapıyordu. Rus bir kadın onlara bağırınca ne dediğini anlamadıkları için salak gibi birbirlerine baktılar. Sonra kadına bir şeyler dediler ama ne dediklerini anlamadım. "Sen mi çağırdın bunları?" Diye sordum, Enver'e. "Yok," dedi. "Çağrılmayan yerlere gitmeye bayılırlar, bilmiyor musunuz?" Ellerini beline atmış onların bize gelmesini bekliyordu. O sırada uçağımın anonsu duyuldu. "Ağğ!" Diye bağırdı, Cesur. İnsanları ite kaka koşuyordu. "Çekil lan velet! Bi koyucam uzaya fırlayacak!" Küçük çocuğu ittirip annesine öldürücü bakışlar atarak yanımıza ulaştı. Boynuma atlamasını son yapacağı şey olarak bile tahmin etmiyordum. "Beni de götür gittiğin yere, neresi olursa gelirim." Sülük gibi yapışan Cesur'u ittirdim. Zor bela benden ayrıldı. "Oğlum vatoz gibi yapışmasana herkesin içinde." Kafasına vurdum sinirle. "Ayrıca ne diye bağırıyorsun komutanım diye? Herkes döndü baktı." "Evet gerzek herif! Kaç kere daha uyaracağız sizi?" Diye araya girdi, Evren. 'sen sonra azarlarsın' bakışı attım ona. "Bize veda etmeden mi gidecektiniz yani? Aşk olsun." Yanımıza gelen Bilal ve Bahadırdı. "Sizden cehenneme gitsemde kurtulamam ki ben." Mert ve Ufuk'ta geldi yanımıza ve ekip tam oldu. "Komutanım, habeşi yanlışlıkla cennete gidebilir ama ondan ayrı kalırsak hiç üzülmeyiz, değil mi Bahadır?" Diye sordu, Cesur. Diresğiyle Bahadır'ı dürttü Cesur. Habeşi buna bozulmamış gibi bana döndü. "Götümde trampet çalsa daha çok dikkate alırdım." "Ters kurdun cümleyi, komutanım." Diye uyardı, Mert. Kafasına şaplak indi aniden. Mert kafasını ovuştururken Bilal'den uzağı gitti. "Sana mı soracağım? TDK'nin güvenlik görevlisi." "Siz benimle vedalaşmaya değil, son kez benim yanımda didişmeye gelmiş gibisiniz." "Boşverin siz onları komutanım, gelin ben size havaalanını gezdireyim." Kolum giren Bahadır'ı kolumdan hemen çeken kişi Enver oldu. "Komutanınızın uçağı anons edildi. Uçağa geçmesi gerek, sülüklüğün sırası değil, eşek herifler." "Komutanım, siz gerçekten gidiyorsunuz. Ben şakacıktan sanmıştım." Mert'e kafasında üç gözü varmış gibi baktım. "Mert," dedim büyük bir sabırla. "Ben gelene kadar, takvim al her güne bir çentik at. Olur mu?" "Ya gelmezseniz komutanım? Devam edeyim mi?" Cıkladım. "Al o takvimi, rulo yap götüne sok." Söylediklerimle diğerleri gülmeye başladı. "Ben gelmezsem bunu yap. Ben gelirsem sokamam çünkü." Şefkatle kolunu sıvazladım. "Komutanım, geçin artık uçağa." Bıkkınlıkla Enver'e döndüm. Albay mı görevlendirmiş bunu? Dünden beri yıldırmıştı. Bu çocuk önceden böyle değildi diye düşündüm. Gözlerimi kıstığımı fark etmeden, "Götüme çip falan taktın mı gece?" Diye sorarken buldum kendimi. Bavulumu elinden aldım. Kabin boy olduğu için bagaja göndermemiştim indiğimde bir de onu beklememek için. "Alışkın değil tabi Enver komutanım laf sokulmasına, bak hala anlamadı." Diye güldü, Bahadır. Araya girdi Cesur. "Yani demek istiyor ki-" devamını getiremedi. "Anladık lan!" Diye çıkıştı, Enver. Sinirden kulakları kızarmıştı. "Sizin gibi dangalak değilim, tek seferde anlıyorum." Demeyide ihmal etmemişti. Sakince bana döndü. "Ben bunları kenya uçağına bindirmeden siktir olup gidelim komutanım, Allah rızası için." Burnundan soluyan haline güldüm. "Sana emanetler, kıllarına zarar gelirse senden bilirim. Ama kafaları falan koparsa umrumda değil." "Gördünüz değil mi? Bize aşık bence." Durdu Bilal. "Ne?" Diye tekrar sordu bana. "Çok uzattınız hadi." Diyerek tek tek sarıldım hepsine. Ben veda etmeyim dedikçe yakama yapışıyorlardı. Bu sefer onları şoke eden ben oldum. Bu şok onlara üç gün yeterdi. İdrak ettiklerinde ise ben çok uzakta olacaktım. Hepsiyle vedalaşıp bavulumu aldığım gibi bilet kontrolüne girdim. Onlar ise hala benim tamamen gitmemi bekliyorlardı. Kovar gibi el hareketi yapıp uçak kapısının olduğu yere gittim. Son kişilerinde biletleriyle uçağa geçtiklerini görünce adımlarımı hızlandırıp aynı işlemlerden bende geçtim. Koltuğumu bulup bavulumu yerleştirdikten sonra oturup kemerimi bağladım. İki saat süren uçuş sonrası Hakkari, Yüksekova'ya inmiştim. Bavulumu alıp havaalanından çıkışa doğru ilerledim. Kapıda taksi aramaya koyulmuşken askeri araç görmem ile duraksadım. Boynuma taktığım fuları maske gibi kullanıp yüzüme yerleştirip gözüme kadar çektim. Yanımda getirdiğim yedek bandalara şükrettim. Direkt askeri ekibin içine gireceğimi ummamıştım ama bu beni şaşırtmıştı. Aracın arkasından çıkan askerin elinde gördüğüm küçük pankart ile kaşlarım çatıldı. İsmim yazıyordu. Ama Asena SEREZ olarak değil, Öfke SEREZ olarak. Adımlarım istemsiz beni o askere götürürken onunda bakışları beni bulmuştu. Sadece gözlerimin ve saçlarımın gözüktüğünü var sayarken vücudumu inceledi bir an. Bu beni rahatsız etmedi. Bende onu inceledim. Normal, rütbesiz bir askerdi. "Öfke SEREZ?" Diye sordu. Cıkladım. "Yok, genelde sakinlik ve dinginliğimle bilinirim." Dedim. Bana anlamaz şekilde bakarken bavulumu ona uzattım. Doğru kişi olduğumu anlamış olacak ki, bavulumu alıp araca yerleştirdi. Askeri araca göz ucuyla bakarken buna gerek var mıydı diye düşündüm. Görevi sessiz sedasız istiyorlardı, bir mehter marşıyla gelmedikleri kalmıştı. Aldırmadan ön koltuğa oturdum. Askerde direksiyona geçip aracı çalıştırdı. Büyük bir sessizlik ile yola çıkarken gerginliğini buradan hissediyordum. Muhtemelen kim olduğumu deli gibi merak ediyordu. Yarım saatten fazla süren yolculuktan sonra karargâh gözüktü. Yedinci hudut Alayı. Araç kontrolden geçip içeri girdi. Otoparkta duran araçtan indim. Askerde inip bavulumu araçta bırakmıştı. Onu göz hapsine almayı bırakıp ön tarafa doğru yürüdüm. Bahçede görünen askerler ile yutkundum sertçe. Koca üç yıl uzak olduğum bu ortam. Bana nelerime mâl olmuştu. Hızlı bir göz taraması yaptım. Üniformayla gezdiğim yerler şimdi hasretle beni çağırıyordu sanki. Konum farklıydı ama hisler aynıydı. Yüreğimin sızısına engel olmakta zorlandım. Tam kapıya bağlanan birkaç basamağın başladığı yerde durdum. Ellerim yanımda boşlukta sallanıyordu. Artık o kadarda güçlü hissetmiyordum. Ezilmişti gururum, herkes ayaklarının altında parçalamıştı. Ne kibirim kalmıştı ne egom. Her şeyin un ufak edip önüme bırakmışlardı. Bir rüzgar esti, aldı götürdü geriye kalanları. Yaklaşık beş dakika boyunca öylece dikildim olduğum yerde. Askerler garip bir şekilde bana bakıyordu. Hava kararmıştı. Muhtemelen akşam yemekleri yenmişti. Bir adım attım merdivene doğru. İlk basamağı çıktım. Diğerleri için duraksamama fırsat vermeden tek solukta girdim içeri. Bedenimin titremesini durduracakmış gibi ellerim yumruk olmuştu. Gözlerim karşıya bakıyor, ne gördüğümü bile bilmiyordum heyecandan. Yüzümde ki maske miydi soluğum kesen? Bilmiyordum. Bana şu an bir şeyler oluyordu ama ne olduğunun farkında bile değildim. Sanki yerini çok iyi biliyormuş gibi bir odanın önünde durdum. Kafamı sağa çevirip baktım. Kapının kenarında yazan yazıya baktım. Cihangir ALABEYOĞLU. Kapıya yaklaştım. Önünde durdum birkaç dakika. Kapıyı tıklattım iki kere. Beni beklediğini biliyordum. 'Gir' emri geldi. Titredim bir daha. Ne çok zaman olmuştu bunu duymayalı. Gülümsemeden edemedim. Açtım kapıyı usulca. İçeri sızdırdım bedenimi. İlk gördüğüm şey karmaşık odada, masasına gömülmüş önünde dosyayla ilgilenen Cihangir Albay ile yutkundum. Dilim damağım çoktan kurumuştu. Adımı bile unutmuştum şu an. "Gel bakalım, Öfke." Kapıyı kapattım ardımdan. Yavaş bir şekilde ayağa kalktı. Masasının olduğu yerden çıkıp yanıma doğru yürüdü. "Hoş geldin." Derken elini uzatmıştı. Albayımla el sıkışmak? Tekmil vermemek için zor tuttum kendimi. Bunu yapacak vasıfta dahi değildim. Az önce aşağılar gibi baktığım asker kadar yoktum bile. Ben kendimle boğuşurken babayiğit bir şekilde gülümse Cihangir Albay. "Hoş buldum, Albayım." Derken elini sıkmıştım. Üç saniye sonra ellerini çekince bir şey fark ettim. Yüzümü açmayı unutmuştum. Ben kendime lanetler ederken Albay bana hala gülümseyerek bakıyordu. Kendisi masasının önündeki sandalyeye otururken eliyle karşısındaki sandalyeyi gösterdi. İkiletmeden karşısında geçip saygıyla oturdum. Kollarını, sandalyenin iki koluna yaslamıştı rahatça. Bir seksen beş boylarında, saçlarına hafif aklar düşmüş bir adamdı. Yüzünde yılların yemiş olduğu ayazın izleri, kırılıklıkları vardı. Omuzlarında ki rütbeler, armalar. Hepsi nefes kesiciydi. Gençliğinde yakışıklı olduğu epey belli oluyordu. Yüz ifadesi ben neler gördüm geçirdim der cinstendi. Hayran kalmamak elde değildi açıkçası. "Yolculuk nasıldı?" Benimle bir asker gibi değil, vatandaş gibi konuşuyordu. Bu benim canımı yakmıştı. Yutkunmakta zorlandım. Bakışlarım titredi. Kaçarak gitmek istedim. Kaçıp, bilinmezlikte kaybolmak istedim. Konuşmam gerektiğini fark ederek kendimi toparladım. Hafifçe boğazımı temizledim. "İyiydi." Demekle yetindim. Zangır zangır titriyordum. Bacağımın titrediğini fark ettiğimde elimi yavaşça bacağıma uzatıp titremeyi durdurmaya çalıştım. "Bugün dinlen. Yol yorgunusun, yarın her şeyi detaylı konuşacağız. Yarbay gelecek." Biliyorum dercesine kafa salladım. Dilimi yutmuş gibiydim. Ortamı geren tek kişide bendim. Çünkü Albay oldukça rahat ve neşeliydi. "Sakin ol, Öfke." Diye uyarıda bulundu. Bakışları titreyen bacağım ve onu tutmaya çalışan elimin üzerindeydi. Sakinim demek istedim ama yalandan başka bir şey değildi. "Adının hakkını benimle bu odada yalnızken vermene gerek yok." Arkasına yaslandı keyifle. Fazla mutlu gözüküyordu. "Ben sahada istiyorum bu performansını." Bacağım durdu. Zihnim durdu. Dünya durdu, susması gereken her şey sustu. Bunu fark eden Albay daha da keyiflendi. "Anlamadım?" Amatörce sorduğum soru üzerine gülümsedi genişçe. "Seni buraya çağırma amacımız, seni kaybettiklerinle cezalandırmak değil. Yaptığın işleri biliyorum." Masanın üzerindeki sigaraya davrandı. İçindem bir dal çıkarıp ağzına götürdü ve ardından zippoyla yaktı. Sigarasından derin bir duman çekerken bana baktı kısıl gözleriyle. "Burada, bir sivil olarak zorlanacaksın elbet. Zoruna gittiğini tam şimdiden anladım. Meslek aşkın ölmemiş ama mesleğin öldü, Asena." Dedikleri kalbimde koca bir delik açmıştı. Şehit olup bu azabı yaşamamayı dilerdim. O bile nasip olmamıştı bana. Sigarasından bir nefes daha çekti. Usulca bıraktı dumanı ve devam etti. "Acıyı gözlerinde görüyorum. Ama o gözlerde bir şey daha var." Sigaranın külü uzamış düşmek üzereydi. Hem onu dinliyordum hem de bakışlarımla takip ediyordum her hareketini. "Öfke." Diye mırıldandı sakince. Nefesimi tuttum. Lakabım olarak söylememişti bunu. Demek istediğini anlamıştım. Gözlerimde gördüğü bir diğer şey, öfkeydi. Saf, öfke. Ben her zaman öfkeliydim. Beni çoğu şey öfkelendirirdi. Sinirlenmekte hiç zorluk çekmeyen biriydim ve bu sinir beni birçok hataya sürükledi. Öfkemin cezasını çok ağır bedellerle ödedim. "Acının, öfkenin önüne geçmesine izin verme." Sigaradan tekrar nefes aldı. Odayı gri duman kaplamıştı. Kendim içmediğim sürece rahatsız oluyordum bu kokudan ama ses etmedim. "Bizim burada senden tek istediğimiz, öfken olacak." Bacağını diğer bacağının üzerine attı. Büyük bir mesele vardı ama keyifliydi. Ben geldiğim için mi? "Benden beklediğiniz şey sadece öfkeyse," diye söze başladım. Gözlerini gözlerime kenetledi. Orada başka bir şeyler aradı ama acımı saklamıştım. Görmek istediği tek şey sadece öfkemdi. Bunu ona göstermem gerekiyordu. "Bunu sadece gözlerimde göremezsiniz." Güldü sıcak bir şekilde. Sigarasının sonuna gelmişti ama söndürmedi. Öylece elinde tutmaya devam etti. "Seninle iyi anlaşacağımızı umuyorum." Ayağa kalktı. Tekrar koltuğuna ilerledi ve küllüğe sigarasını bastı. "Senin için burada bir oda hazırlattım. Bugün geç oldu, yarın bir ev ayarlarız. Gidip dinlen, sabah erken bir saatte Yarbay gelecek." Ayağa kalktım. Duruşumu düzelttim. Ellerimi arkada birleştirmenin hasretiyle yanarken aldırmadım, yaptım bunu. Albay garipsemedi ya da fark etmedi. Tekmil vermek istedim, yapamadım. Bunun yerine tekrar sertçe yutkunma geçti boğazımdan. "Siz nasıl isterseniz." Demekle yetindim. Acizliğim gözlerimin dolmasına sebep oldu. "Çıkabilirsin." Sesiyle bir an bile beklemeden çıktım odadan. Tekmil vererek son kez bir Albay odasından çıkalı üç koca yıl olmuştu. Alnımı karşıdaki duvara yasladım. Yumruk olan ellerimi göğüs hizamdan duvara yasladım. Acıdan kıvranan tek şey kalbimdi. Gözlerime dolan sicim gibi yaşların akmaması için ne kadar çabalasamda yüreğimde koca bir gözyaşı gölü vardı. Kafamı birkaç kez sertçe duvara vurdum. Çığlık çığlığa bağırma isteğiyle dolup taştım. O gece gittim bininci kez. Kaç bininci ama. Yaşadım tekrar onları. Film şeridi gibi karman çorman geçiyordu görüntüler zihnimden. Kaç kez kafamı vurdum bilmiyorum ama durmam gerektiğini anlamıştım artık. Kafamdan akan ince sızıyla kaynadığını fark ettim. Umursamadım ama duvardan da ayrıldım. Bu boşluk hissinin varlığını yeni fark ediyordum. Böyle hissetmemeliydim, böyle hissetmemek için kendimi bile yok edebilirdim. Ama o an bir şeyi daha idrak ettim. Kaşlarım çatıldı benden bağımsız. Etrafımda döndüm durdum. Askerler dolaşıyor, üniformalar içinde. Kimi rütbeli, kimi rütbesiz. Tekrar döndüm diğer tarafa. Yine üniformalı askerler. Kendimi süzdüm o an. Sivil ben. Üniformasız ben. Soluklarımı sesli alıyordum artık can çekişir gibi. Durdum, deli gibi dönmeyi bıraktım. Kendime itiraf edemediğim gerçekler akın etti zihnime. Ben buraya aittim ama burası bana ait değildi artık. |
0% |