@esrarizim
|
© Tüm hakları saklıdır.
Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim.
Bölüm Şarkıları
White Mustang - Lana Del Rey Sugar- Zubi Beast (feat. Waka Flacka) - Mia Martina Yakamoz Güzeli- Yaşlı Amca Heartburn- Wafia
<><><><><><>
Bu bölüm geçiş bölümüdür. Her bir onluk serisinde geçiş bölümü olacaktır.
<><><><><>
“Yanımda olursan her şeyle savaşabilirim sanmıştım. Yanımda olman için en çok seninle savaşmam gerekiyormuş, bilmiyordum.”
Bölüm -10- "Kahverengi Leke"
''Sırtına bir yastık daha ister misin?''
''Hayır abla, otur artık. İyiyim diyorum.''
''Ne çemkiriyorsun!'' diye söylendim sahte bir kızgınlıkla. ''Senin rahatını düşünüyoruz.'' Yine de yaranamıyorduk.
''On dakika da bir, bir şey ister misin diye soruyorsun?'' dedi, kaşları havadayken. Elimdeki kırlenti kucağıma koydum ona ters bakışlar atarak.
''Sanırım kötü ediyorum. Sana iyilik yapanda suç!''
''Hayır!'' dedi, anında. Sonra derdini nasıl anlatacağını bilemeyerek ellerini saçlarında gezdirdi. ''Bir şey istersem söylerim diyorum. Bak annemde sabahtan beri ağzıma bir şeyler tıkıştırıp duruyor, rahat bırakın beni. Yemin ediyorum hastane daha rahattı ya.'' Sonlara doğru artık küçük çaplı isyana geçmişti.
''Annem duyarsa seni parçalar abi, sakat falan dinlemez.'' Diyerek mutfaktan çıktı, Süha. Elindeki Türk kahvesini önümdeki masaya koyup oturdu. Onun kahve içmesine bir miktar yüzümü buruştururken o bana gülümsedi. Hemen yüz ifademi toparlama gereği hissettim. Duygularım yüzüme çabuk yansıyordu. Buna engel olamıyordum.
''Sana da yapacaktım ama annem sevmez dedi,'' gülümsedi mahcup bir ifadeyle. ''Nereden biliyorsa.'' Diye ekledi.
Babamda sevmezdi çünkü. Babamın sevmediğini sevmez, sevdiğini de çok severdim. Bu detay beni boşluğa daldırırken, ''Bana daha ne olabilir ki?'' diye yükselmeye devam etti Miran.
Hastaneden çıkalı on gün olmuştu. Erkek dolusu, hijyenin olmadığı bir evde kalmasına gönlüm razı olmadığı için buraya getirmiştim. Yeliz abla da bu fikirden yana olup desteklemişti. Eve sığmakta biraz zorluk çeksek de halletmiştik. Yeliz abla benim yatağımda, kızlar misafir odasında kalıyordu. Ben ise Ece'de kalıyordum. Miran ile salonda kalabileceğimi söylememe rağmen aşırı ısrarcı olmuştu. Zaten Ece'yi reddetmek gerçekten imkansızdı.
''Ne oluyor sana yırtınıyorsun oradan?'' söylenerek gelen bir diğer kişi ise Yeliz abla olmuştu. Onun da elin bir Türk kahvesi varken peşinden elinde çay bardağı ile gelen kişi Rüya'ydı. Elindeki ince belli bardağı bana uzatıp boş bulduğu yere attı kendini bıkkınlıkla.
''Burada gezecek yer yok mu ya? Aşırı sıkıcı.'' Diye hayıflandı Rüya.
''Var, olmaz mı? Az ilerde gabar dağı var, aşağıdan geçen ilk dolmuşa bin son durakta in.'' Dedi, Miran alayla.
''Abi ne yapacağım elin dağında ya.'' Diye isyan etti Rüya onu ciddiye alarak. "Gezecek yer istiyorum ben. Alışveriş merkezi falanda mı yok?'' diyerek bana döndü son bir çare ister gibi. Omuz silktim onun bu çaresiz haline.
''Rüyacım burada yapabileceğin pek bir şey yok.'' dedi, Yeliz abla.
''Abin bu haldeyken bir de gezmeye mi gideceksin?'' Miran'ın ağlamaklı ifadeyle sorduğu soru üzerine Rüya cırlamakta haklıydı.
''Abi annem burada ya! Hem Asena abla da var.'' Suratı asılan Miran çocuk gibi bir ifade takındı.
''Tamam, ben sizi gezdiririm.'' Diye araya girdim. ''Yapılacak pek bir şey yok ama yine de elimden geldiği kadar.'' Lunapark falan var mıydı burada acaba? Nereye götürcektim ki ben bunları?
Miran şaşkınlıkla bana döndü. ''Sen, Hakkari'yi biliyor musun da?''
''Hayır,'' dedim, anında.
''E o zaman nasıl gezdireceksin?''
''Beş yaşında mıyım ben Miran?'' diye çıkışmadan edemedim. ''Nereye nasıl gideceğimi elbet biliyorum.'' Bir bok bildiğim yoktu. Göt yanıklığımdan geri vites de yoktu.
''Ayy nereye gideceğiz?'' diye sordu Rüya heyecanla. Çok fazla gidilecek yer vardı ama onları gezdireceğim diye günlerimi heba edemezdim. ''Cennet-Cehennem.'' Dedi, Miran gülerek.
Rüya ve Süha kaşları çatılırken birbirlerine baktılar. Yeliz abla ise bıyık altından gülerek ayaklandı.
''Ne cenneti ne cehennemi ya. Ben gidemem oralara, daha çok gencim.'' Diye isyan etti Rüya. Miran bıkkınlıkla kafasını geriye atarak yastığa bıraktı.
''O öyle bir şey değil ya.'' Miran artık çığlık atma noktasına gelmişti bile. Rüya bana çevirdi meraklı bakışlarını. ''Gezdir işte sen bir yerleri, ne bileyim kafe falan.'' Kahvehane vardı aşağıda, oraya götüreyim bari. Pişti oynardık.
''Ben burada can hıraş yaşam çabası vereyim, siz de gidip gezin öyle mi?'' hepimiz aynı yüz ifadesi ile Miran'a döndük. ''Ne!'' diye ellerini açtı iki yana. Arkasında iki yastık, üstünde sıcak olmasına rağmen kalınca bir battaniye vardı ve onu gırtlağına kadar çekmişti. Normal yaralanma vakasından çok ağır bir grip geçiren hasta gibiydi.
''Gayet iyisin abi.'' Süha, Miran'a yaklaşıp üzerindeki battaniyeyi biraz aşağı çekiştirdi. ''Ama böyle örtünmeye devam edersen hasta olursun.''
''Yok yok, ben yaranamıyorum size. Götüme füze soktular, siz hala goygoydasınız.'' Trip atar gibi yapıp ellerinin tersiyle yüzünü kapattı.
''Alt tarafı Hakkâri de gezintiye çıkıyoruz! Alt tarafı Hakkâri de!'' Süha'dan böyle bir çıkış beklemeyen Miran bir an dona kalırken olaya Yeliz abla dahil oldu.
''Ne yırtınıp duruyorsun kız hasta çocuğa?'' yeliz abla Süha'nın bileğinden tuttuğu gibi yana savururken Miran'a eğilip sevgiyle başını okşadı.
''Çocuk mu? Küçülsün de cebime girsin. İki metre herife çocuk diyor ya.'' Süha da annesine karşı altta kalmayıp söylenmeye başladı. Sinirle kalktığı yere geri otururken kaşları çatıktı.
''Benim oğlum daha küçük.'' Diyerek Miran'ın yanağını okşadı sevgiyle Yeliz abla. ''Değil mi annesi?''
Miran bıkkınlıkla gözlerini belertti. ''Değil, annesi. Değil.'' Ellerini ittirdi Yeliz ablanın. ''Kızın haklı. Eşek kadar herifim hala beni küçük oğlum diye seviyorsun.''
''E sen benim hep küçük tırtılımsın ama,'' Yeliz ablanın tırtılım diye inatla Miran'a yaklaşması sonucu Süha ve Rüya dayanamayarak gülmeye başladılar. Miran bu duruma daha çok bozulurken ayağa kalkamadığı için Yeliz ablanın gazabından kurtulması pek mümkün değildi.
Miran son çare benmişim gibi bana dikti çaresiz gözlerini. ''Ne olur hepsini al götür abla. Ben daha çok gencim.'' Sanki boş duvara konuşuyormuşçasına ona aldırmadan çayımdan keyifle bir yudum aldım. Hiç de umurumda değildi valla. Beter olsundu. Füzeye atlamadan önce düşünecekti bunları.
Yeliz abla Miran ile uğraşmaya devam ederken kızlara laf arasında hazırlanmalarını söyledim. Onlar hızlıca ortalıktan toz olup hazırlanmak için misafir odasına gittiklerinde bende masadaki çay bardağını ve boş fincanları alıp mutfağa yöneldim. Onları bir güzel çalkalayıp makinaya atmak için dolabın kapağını açarken içeri birinin girdiği hissiyatla arkamı döndüm. Gelen Yeliz ablaydı.
Ona tepki vermeden işime döndüm. Miran'ın ise içeriden sesi gelmiyordu.
''Sende hazırlan istersen, ben buraları hallederim.''
''Yok,'' dedim elimdeki diğer fincanı da makinaya yerleştirirken. ''Ben hazırım zaten.'' Yeliz ablaya bakmamak içinde üstün bir çaba sarf ediyordum.
O inatla yanımdan gitmezken bir süre benim işimi bitirmemi bekledi. En nihayetinde işimi bitirip ellerimi yıkadıktan sonra ona doğru dönerken anlamıştım beni bir şeylerin beklediğini.
''Kızlar hazır olana kadar biraz konuşalım mı?'' bana beklentiyle bakarken çok da seçeneğim olmadığını fark ederek derin bir nefes verdim dudaklarımdan. Ardından kafamı olumlu anlamda salladım. Mutfaktaki küçük duvar masasının bir ucuna ben diğer ucuna o oturdu.
Elimi kuruladığım peçete elimde top gibi bir hal alırken elimden bırakmamakta ısrarcıydım. Sanki bir şeylerden güç almaya ihtiyacım vardı, onun dışında bomboş hissedecektim.
Yeliz abla yumuşak gözlerle bana bakıyordu pür dikkat. Nasıl başlayacağını o da bilmiyordu anlaşılan ama o konuşmaya başlayana kadar bende konuşmaya başlamayı düşünmüyordum. Sonuçta benimle konuşmak isteyen oydu.
''O kadar güzel olmuşsun ki, tıpkı annenin gençliği gibisin.'' Annemin bahsini geçirerek konuya girmesi beklediğim bir şey değildi. O yüzden elimde olan gözlerim ışık hızıyla onu bulmuştu. Bu ani bakışım onu ürkütmüş olacak ki, ''Yani, rahmetli çok güzel bir kadındı. Mahallede herkes peşinden koşardı.'' Bu konu hakkında diyecek pek bir şeyim yoktu. Annem gerçekten güzel bir kadındı. Babam en çok da ona benzediğim için bana bakmaya dayanamıyordu. Acısını canlı canlı yaşatıyordum çünkü ona.
Babam anneme olan aşkından beni unutmuştu. Acısına acı katıyordum belkide. O an bunun idrakında değildim ama ona ihtiyacı olan tek kişi de bendim. Herkes yerini bulmuş, bir ben çaldığım kapıdan kovulmuşum gibi. Herkese ferah bahçeler sunan dünya bir tek bana darmış gibi.
''Kızma bana Asena. Biliyorsun annene karşı her zaman saygı duydum.'' Olumlu anlamda kafa salladım, ''Biliyorum.'' Diye mırıldanırken. ''Çünkü babama karşı aksini yapamazdın.'' Burukça gülümsedim. Yeliz abla utançla alt dudağını kemirirken gözlerinin dolduğunu fark ettim ama o yaş akmasın diye üstün bir çaba gösterdi. Ve başarılı da oldu.
''Alihan, artık annene kavuştu.''
''Annemin hala onu istediğinden pek emin değilim.'' Dedim soğuk bir ses tonuyla. Ne demek istediğimi anlamışa benzemiyordu. Devam ettim. ''Annem ikinci plana düşecek bir kadın değildi. Gerçi sen onu benden daha iyi tanırsın, değil mi?'' bu kadar sert olmam gerekiyor muydu? Bilmiyorum. Ama içimde babama karşı dinmeyen öfkenin ateşi vardı ve sıçradığı kişide Yeliz abla olacak gibiydi. Yeliz abla artık neyden bahsettiğim algılarken kırgınlıkla bakıyordu gözleri.
Ben bu yarayı düşmanımdan almamıştım.
''Asena, ben annene ihanet etmedim.'' Dedi tek solukta. Masanın üzerindeki elime uzanıp usulca kavradığında avucumdaki peçete masaya düştü. Bakışlarım ikimizin de elindeydi.
''Annen benim çocukluğumdu, çocukluğuma nasıl ihanet ederim.'' Diye devam etti.
''Annemin dirisine ihanet etmediysen bile, ölüsüne ihanet ettin.'' Deyiverdim kendimi tutamayarak. İçim bir an pişmanlıkla dolsa da gerçekler bunlardı. Herkesin bildiği bir şey canımı acıtma uğruna içimde saklayamazdım ki. Usulca elimi okşayan parmağı durdu bu söylediklerimden sonra.
Annemle aynı mahallede büyümüş, çocukluk arkadaşıydı. Annem genç yaşta vefat ettiğin hala görüşmüyorlardı ama bir an da hayatımıza girdiğinde annem olmasa da artık, benim hayatım alt üst olmuştu. Henüz annemin yokluğunu bile aşamamışken başka bir kadının varlığına alışma gerçeği bile beni kırk yerimden bıçaklamaya yetmişti.
''Asena, ben,'' diyecek olsa da devamı gelmedi.
''Sen anneme sadece ihanet etmekle kalmadın Yeliz abla. Sen onun emanetine de sahip çıkmadın.'' Asıl can alıcı noktamız buydu. Kimsenin neden aramızın bozuk olduğunu bilmediği bu ailede ikimizin küçük sırrıydı.
Elimi kurtardım elinden usulca.
''Annemden sonra babam bir kere gülümseyerek bakmadı bana, bir kere başımı okşamadı.'' Masadaki peçeteyi tekrar aldım elime ama ellerimin titrediğini de o an fark ettim. Derin bir sızı koptu yüreğimden.
''Babam beni bıraktı gitti. Hiç bilmediğim insanların eline bıraktı gitti, sonra bir bakıyorum sen giriyorsun hayatımıza.'' Dudaklarımı kemirdim sinirle. Ağlamak istemediğim bir noktadaydım. ''Babannem diyor ki, alın bunu da yanınıza ben bakamıyorum.'' Gülerek kafamı sola çevirdim. Duvarla bakıştım birkaç saniye ama asıl amacım dolan gözlerimi gizlemekti.
''Fazla geldim herkese. Babama bile,''
''Asena, baban hep seni sevdi,'' elimle susturdum.
''Benim hak ettiğim sevgi başkaları tarafından çalındı. Bunu sende çok iyi biliyorsun.'' Konuşmamızın bu kadar sert olacağını bende tahmin etmiyordum. Onun ise gözleri kırgınlık doluydu ama benim otuz yıllık kırgınlığımın yanında hiçbir şeydi bu.
''O evde görünmez oldum, güya yanınıza almıştınız.'' Güldüm yine neşeden uzak. Artık gözlerim o kadar dolmuştu ki önümü dahi göremiyordum. Yeliz ablaya bakmıyordum bile. Burnumu çektim usulca. ''Bir nebze sahip çıkarsın sandım. Babama varlığımı kabul ettirirsin sandım çünkü annem olsa öyle yapardı.'' Son sözlerimi söylerken gözlerimi kaldırıp ona bakmıştım.
O an ise ağlamaya başladığını yeni fark ediyordum. Bu duruma şaşırmak yerine bende göz yaşlarımı serbest bıraktım.
''Ama yapmadın, babam beni ne kadar görmezden geldiyse sende aynısını yaptın. Başkası olsa üvey anne der geçerdi, ben hep bekledim senden. İyi şeyler bekledim.'' Bir kez daha burnumu çekerken elimin tersiyle gözlerimi sildim. Sol avucumda ki peçete ise paramparça olmuştu artık ve yarısı üzerime dökülüyordu.
''Biliyorum, benim de hatalarım oldu sana karşı.'' Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım.
''Bana değil, ne yaptıysan anneme yaptın. Çocukluk arkadaşına, çocukluğuna yaptın ne yaptıysan. Benden geçti artık, Yeliz abla artık ne mutlu ne mutsuzum. Her şey geçip gidiyor. Bu zamana kadar yaşadığım, soğuk bir cehennemi andıran sözde ''İnsan'' dünyasında tek gerçek şey bu. Her şey geçip gidiyor.''
''Bundan sonra,'' diyecek oldu. Devamını bekledim söylemesi için ama sanki cesaret edemiyor gibiydi o yüzden bölmedim onu. ''Bundan sonra isterim ki çocuklarımın ablası ol, her zaman. Benim de çocukluğumun emaneti.''
''Ben bu hayatta insanın deneyebileceği en zor şeyi denedim. Ne yaptım biliyor musun? Aklımla bir duyguyu öldürmek istedim.'' Burnumu çektim sertçe. ''Ben kimseye emanet değilim artık ama senin çocukların bana emanet. Gözün arkada kalmasın.''
Bir şey demesine fırsat vermeden hızlıca mutfaktan çıkıp koşar adımlarla banyoya girdim. Ağzımdan kopmak için feryat eden çığlığı durdurmak için ellerimi sıkıca ağzıma kapatıp içime akıttım tüm zehrimi. Belki haykırsaydım bir kere, akmazdı bu kadar göz yaşım.
Babam asker olmayı çok isteyipte olamadığı için asker olmuştum. Onun istediği bir şeyi gerçekleştirirsem beni takdir eder, yanımda olur az da olsa beni görür sanmıştım. Bilemezdim ki gözünde hep hiçliğin kıyısında olduğumu.
Yaralarıma neden olan hep kendi oklarımdı.
Beni neden her şeyin ortasında tek bıraktın baba?
Akıtabildiğim kadar akıttım yaşlarımı, her biri mücevher gibi dağılıp yok oldu suratımda. Kendimde güç bulduğumda elimi yüzümü bolca su ile yıkayıp çıktım banyodan. Salona geçtiğimde Miran'ı uyurken buldum. Bir yandan rahatlayarak düşürdüm omuzlarımı. Konuşmalarımıza şahit olsun istemezdim.
''Sen evrendeki sayısız galaksilerden birinin içindeki bir gezegende, ortalama 70-80- yıl yaşayan bir canlı formusun. Senden önce 110 milyar insan yaşayıp öldü, hayatındaki 20-30 kişi haricinde de kimsenin umurunda değilsin. Hani o kaprislerin, egoların falan boşuna yani bil.'' Söylenerek gelen Süha'nın sesi ile onlara doğru döndüm. Rüya gözlerini devirdi.
''Bitti mi metaforların?'' diye sordu kaşlarını kaldırarak.
"Bitti." Dedi Süha gıcık bir ses tonuyla.
"Hazırsınız sanırım." Diyerek araya girdim. Süha ve Rüya birbirlerine gıcık bakışlar atarak ikiside bakışlarını bana çevirdi.
"Hazırız. Çok şükür bitti Rüya hanımın hazırlığı." Sorun şimdi anlaşılmıştı.
Rüya, üzerine pembe mini bir etek ve üzerinede onun takımı olduğunu düşündüğüm pembe crop bir ceket giymişti. İçinde beyaz crobu ise oldukça kısaydı. Bir şey söylemek istesemde dudaklarımı içeri yuvarlayıp sustum. Bir saat daha onun hazırlanmasını bekleyemezdim. Süha ise üzerine bol bir pantolon üzerinede gri bir sweatshirt giyinmişti. Rüya neyse tam zıttı Sühaydı. Gerçek bir ikizlerdi doğrusu.
"Çıkalım o zaman." Dedim önden ilerleyip kapıya giderken. Ayağıma postallarımı geçirip askıda duran bumber ceketimi elime alarak çıktım evden. Ben asansörü çağırırken kızlarda evden çıkıp kapıyı çekmişlerdi. Onları nereye götüreceğime dair bir fikrim yokken asansörün gelmesiyle içeri girdik.
"Nereye gideceğiz?" Diye sordu, Rüya heyecanla. Dalgın bir şekilde onlara döndüm bir yandan da düşünürken. Sadece evden çıkıp uzaklaşmak için öne atmıştım kendimi ama bu kadar hızlı sonuç alacağımı tahmin etmemiştim.
"Siz nereye isterseniz." Diye geçiştirdim yalandan. Ben nereden bileyim Hakkari'de gezilecek neresi var. Tek bildiğim cennet cehennem, o da benim bildiklerimden çok uzaktı.
"Abla sen çıkardın ya bizi. Ne demek nereye isterseniz, sence bir yer biliyor gibi mi duruyoruz?" Diye soran Rüya ile dönüp onları kısaca süzdüm. Tam o esnada asansörün durmasıyla kapı açıldı ve içeriden çıktık.
"Seni bilmem de, Süha biliyor gibi." Diye alayla mırıldandım.
"Bak, görüyor musun vibe'ımı?" Diye neşeyle söylendi Süha. Bağlı olan saçını savurdu keyifle arkaya. "Kapasitem nasılda anlaşılıyor hemen."
"Biliyor musun yani?" Diye sordum tüm ciddiyetimle. Bir an duraksadı Süha.
"Bilmiyorum."
"Bende öyle düşünmüştüm."
"Ayy, aklıma ne geldi!" Diye öne atıldı, Rüya. Elinde beyaz çantası ve kombiniyle bu şehire o kadar zıttı ki. Bana ve Süha'ya da oldukça zıttı elbette.
"Yine o geniş çaplı beyninden ne çıkacak kim bilir." Süha yüzünü buruşturup kollarını göğsünde birleştirdi. Güneşe elimi siper edip Rüya'ya baktım. O da Süha'nın dediklerine göz devirip ona aldırış etmedi.
"İçmeye gidelim."
"Ne!" Tepkisini veren Süha'ydı.
"Bencede, ne?" Gözlerini devirdi tekrardan Rüya.
"Asena abla, biliyoruz içtiğini şimdi bizden de saklama."
"Saklamıyorum ki." Diye çıkıştım. Dışardan bakıldığında ayyaş bir profil mi çiziyordum, anlamadım ki. Kız şak diye biliyorum içtiğini diyor. Kendimi koklama işini bir kenara bıraktım. En son Hakkari'ye gelmeden önce içmiştim.
"Rüya saçmalama. Annem duyarsa ikimizide kıyma gibi çeker kızım. Hem senin yaşın kaç daha?" Diye sordu Süha eli belindeyken.
Rüya su dalgası yaptığı saçlarını eliyle düzeltirken fazla umursamazdı. Rüya annesine daha çok benziyorken, Süha daha çok Miran'a benziyordu. Miran'da bana benziyordu. Bu aydınlanma beni anlık bir şoka itelemişti.
"Yirmi yaşında fıstık gibi kızım. Ne demek annem duyarsa ikimizi de kıyma gibi çeker? Duymazsa çekmez."
"Bu ne rahatlık pardon da. Daha önce içtin mi sen?" Rüya, Süha'nın sorusu ile gözlerini kırpıştırdı. Süha anladığı şey ile Rüya'nın koluna yapıştı. "Sen ciddi misin? Ne zaman? Annem bir duyarsa seni gebertir, kadın senin yüzünden çocuk katili olur valla."
Rüya kolunu çekti, Süha'nın elinden. "Ayy bırak be! Aşk-ı Memnu Nihal gibi darlama beni."
"Annem duymayacak, duydun mu beni?" Diye tehdit etti, Süha'yı.
"Ne halt edersen et be! Kadın duysa zaten kızının yoldan çıktığını, eteklerini döve döve Edirne'den, Kars'a yol alır."
"Fena mı gezmiş olur işte." Diye pervasızca devam etti, Rüya.
"Şimdi içmeye gidiyor muyuz? Gitmiyor muyuz?" Diye sordum o can alıcı noktada. Süha bana hayretle baktı.
"Harika bir ablasın gerçekten. İdolsün yemin ediyorum."
"İdol derken?" Diye anlamayarak sordum. Rüya koluna girdi.
"Aman işte örnek aldığın kişin gibi düşün sen onu iyi bir şey, boşver. Hadi gidelim." Hızla beni çekiştirmeye devam ederken gözüm arkada kalan Süha'ya takılsa da en nihayetinde yetişmişti bize.
"Gerçekten inanamıyorum size. Şimdi içmeye mi gidiyoruz?" Diye sordu hala inanamıyor gibi. Onuz silktim, Rüya hala kolumdayken. Çıkmaya niyeti yok gibiydi ama topuklu botlarıyla yürümeye zorlanıyor gibiydi.
"Sen istersen içme." Deyiverdim, Süha'ya ithafen.
"Ağzıma sürmem."
<><><><><>
-2 saat sonra-
"Buradaki at bana bakıyor." Diyerek duvarda asılı olan at kafasını gösterdi, Rüya. Duvarda gerçekten kocaman bir at kafası vardı.
"Hayır bana bakıyor." Diye karşı çıktı, Süha.
"Ben daha güzelim, Süha. Tabii ki bana bakıyor."
"Biz ikiziz, Rüya." Diye söylendi Süha. Bunu idrak edebilecek kadar ayıktı demek ki. Mekana geldiğimiz gibi sipariş vermiştik. Rüya heyecanlıydı içmek için ama asla içmem diyen Süha için aynı şeyi söylemeyecektim. İçmem demesinin üzerinden otuz dakikacık kadar geçmişti ki gelen ilk şişeden nasibini almıştı. Bizim lıkır lıkır içmemize dayanamayıp elimden bardağı aldığı gibi hepsini kafaya diklemişti. Rüya, 'Oh, yarasın. Şifa niyetine.' Diyerek onu alnından öpüp tebrik etmişti.
"Tamam işte," dedi, Rüya. "Ben daha güzelim."
"Kızım birbirinizin aynısısınız." Demekle yetindim.
"Abla," diye üstüme çullandı, Rüya. "Efendim." Dedim tek kaşımı kaldırmaya çalışarak ama olmadı.
Hıçkırdı önce, "Süha mı daha güzel, ben mi?" Bir ona baktım bir de Süha'ya.
"İkinizde aynısınız." Diye geveledim ağzımın içinde. Tek hıçkırdı. O hıçkırınca bende hıçkırdım. Buna rağmen yetmedi tekrar bardağımı doldurdum. Üçüncü şişemizdi bu artık adımızı dahi unutmak üzereydik.
"Değiliz ya, benim burnumda ben var. Bak." Diye burnumun dibine girdi. Zaten ondan beş tane görüyordum şimdi kim bilir hangisi oydu.
"Göremiyorum kızım girme burnumun dibine." Diye geri çektim kendimi ama Rüya inatla üzerime gelmeye başladı.
"Saat sekiz olmuş. Annem on bir kere aramış." Hıçkırdı, Süha bunu söyledikten hemen sonra.
"Sen hani içmeyecektin?" Diye sordum Süha'ya. En son içmeyeceğim demişti ve biz mekana geldiğimiz an ilk kadehi deviren o olmuştu. Önümdeki mezeden bir çatal daha aldım.
"Nasıl gideceğiz eve? Annem hayatta eve almaz."
"Gitmeyiz bizde." Diyen elbette ki Rüya'ydı. Bu kızın hayatını araştırmam gerekiyordu. Aklı fikri şeytanlıktı bunun. Kime çekmişti ki acaba?
"Durun ben Ece'yi arayayım." Diyerek telefonumu çıkardım. Bir şey göremiyordum ama kör de değildim canım. O kadar da değil. Rehbere girip Ece'nin numarası olduğunu tahmin ettiğim isime tıkladım. Ekranı çevirip yanımda ki Rüya'ya gösterdim.
"Üç harf var değil mi burada?" Diye sordum alık bir şekilde. Rüya gözlerini kısınca daha iyi göreceğine ikan olmuş gibi gözlerini kısıp telefonun dibine girdi. Asıl böyle hiç göremediğine emindim.
"Hıhı," dedi yarım yamalak. "Üç harf var." Diyerek hıçkırdı. "Cin mi çağırcaz?" Diye sordu aşırı ciddi bir tonda.
"Ne! Cin mi çağırıcaz?" Diye yırtınan Süha'ya karşılık yüzümü buruşturdum.
"Evet," dedim. "Sessiz olun, önce müşteri hizmetlerinden randevu alayım." Arama tuşuna basıp telefonu beklemeden kulağıma götürdüm.
Rüya sus işareti yaptı, Süha'ya.
"Sus, belki yakışıklısı denk gelir." Kendi söylediğine kıkırdarken telefon üçüncü kez çalmaya başlamıştı. Telefon bir türlü açılmazken bıkkınlıkla kulağımdan çekip kırmızı tuşa basarak aramayı sonlandırdım.
"Müsait değiller, Allah bilir kime musallat oluyorlar."
Rüya birden chaky gibi gülmeye başlayıp masaya doğru devrilince yakasından tutup onu dikleştirdim.
"Bu kız çok komikmiş ya, hep çağıralım." Dedi. Beni yabancı biri sanmasına aldırış etmedim. Yüzünü bana çevirdi, "Hangi bölümdün sen?" Gerçekten beni unutmuştu,
"Çevik kuvvet."
"Ne kadar çeviksiniz?" Diye tekrar sorunca onu bıkkınlıkla arkasında ki koltuğa ittirdim. Süha kendi halinde hala içmeye devam ediyordu, Rüya ise artık takati kalmamış gibi bir yere devrilip sızıp sonrasında tekrar kendine geliyordu.
Telefonumu tekrar elime alıp Ece'ye, bizi gelip acil alması gerektiğine dair mesaj attım. Ardından da bir konum gönderip telefonu masaya bıraktım.
"Bu at bana bakıyor hala." Diyen Süha ile bahsettiği At'a döndüm.
"At değil o, geyik." Diye düzelttim onu.
"Hayır, at." Tekrar baktım. Şu an bütün hayvanları sayabilirdim. Fil de olabilirdi, emin değildim.
Rakıdan bir kadeh daha doldurdum bardağıma. Ne zaman bittiğini bile bilmiyordum içim yanıyordu ama masada soğuk su kalmamıştı. İsteyecek kadar da üşengeçtim. Sek rakıyı kafaya diklerken içimde bir alev daha koptu.
Rüya birden ayılıp kendini tekrar bana doğru attı.
"Biliyor musun? Abimin Götüne füze soktular." Dudaklarını büzdü çok acı bir şey demiş gibi.
"Büyüyünce unutur." Dedim, masumca. Kafa salladı olumlu anlamda. Ardından kuşkuyla beni süzdü.
"Seni de birine benzetiyorum ama kim?" Diye sormasıyla bıkkınlıkla kendimi geriye çektim.
Cebimden bir sigara çıkarıp yaktım. Garsonlardan birisi önüme küllük getirip bıraktı. Ona alık alık bakışlar atıp yanımızdan geçerken arkasından eğilip götünü süzme girişiminde bulundum.
Arkamdan bir şeyin beni çekmesiyle önüme döndüm. Rüya bayık bakışlarla bana bakıyordu. Yakamı elinden kurtardım.
''Ne çekiştiriyorsun be!'' cazgırca sesimi yükselttim. İşaret parmağını kaldırıp sallamaya başladı. Ama bana doğru değil de sanki daha çok Süha'ya doğru gibiydi. Bende pek anlamadım.
''Ben buradayım.'' Dedim parmağını tutup kendime yaklaştırırken. Rüya bunu yeni fark etmiş gibi gözlerini kısarak parmağına yaklaştı. Sonra birden gözlerini irileştirip, ''Parmağım yok!'' diye bağırdı. ''Parmağım yok! Kim aldı parmağımı? Süha parmağım yok!''
''Kızım orada ya işte parmağın.'' Diye geveledi Süha ama hiç oralı değil gibiydi. Masaya eğilmiş kadeh bardağını yalıyordu. Arada bir yüzünü buruşturup bardağı koklayıp öğürüyordu ama kusmuyordu.
''Yok!'' diye tekrar bağırdı Rüya.
''Bakayım,'' diyerek elini kendime çektim. Rüya'nın altı parmağımı vardı bana mı öyle geliyordu.
''Eksiğin yok fazlan var.'' Elini geri bırakıp bilmiş bir ifade ile önüme döndüm. Rüya ikna olmamış gibi elini diğer elinin içine alıp parmaklarını saydı.
''Yok işte! Beş parmak var burada.'' Kendi ellerime baktım bir an. Gerçekten altı parmağımız mı vardı? Parmaklarımı saydım. Bir, iki, üç, dört, beş. Başka da yoktu. Hih!
Aniden Rüya'ya döndüm. Ellerimi gösterdim. ''Benim de yok! Benim de beş parmağım var.'' Rüya daha çok korkulu bir ifade takınıp ayağa kalktı.
''Süha parmağım yok! Anneme ne diyeceğim ben?'' tüh. Ne diyecektik biz Yeliz ablaya. Rüya'ya yaklaştım sessizce bir şey diyecek gibi. Onun sandalyesine doğru eğilmiştim iyice biraz daha zorlasam üstüne tamamen düşebilirdim.
''Bir şey diyeceğim, yaklaş.'' Dedim, Rüya'ya. Hala parmaklarına bakıyordu. Göremiyormuş gibi ışığa tutup bir daha saydı. Kolundan tuttum dikkatini çekmek için.
''Çok kızar mı annen?'' diye sordum ciddi bir ton da. Bir an düşündü. ''Bak benim de yok.'' Dedim bir yandan yayık ayranı gibi denge sağlamaya çalışırken. Bu sefer sesli saydım. ''Bir, iki, üç, dört ve beş. Bak, başka yok.'' İki elimi de havaya kaldırıp teslim oluyormuş gibi ona gösterdim.
''Süha, senin de mi beş tane?'' Süha konudan oldukça bağımsızdı. Bir an ne dediğimizi idrak etmekte zorlandı.
''Ne beş tane mi?'' diye sordu.
''Parmakların.'' Dedi Rüya. Süha dudaklarını büzüp kafasına destek yaptığı eline baktı. Gözüyle kısa bir sayma işlemi yaptı.
''Beş tane.'' Dedi oldukça normal bir şeyden bahseder gibi. ''Hayır,'' dedim. ''Altı tane olması gerekiyordu.'' Tekrar ellerimi kaldırıp ona gösterdim.
''Bak, on tane var. Burada beş,'' diyerek önce sol elimi gösterdim. ''Burada da beş.'' Diyerek sağ elimi gösterdim bu seferde. Süha bu işte bir yanlışlık var der gibi bakınıp kendi parmaklarını saydı tekrar.
''Bir,'' diyerek baş parmağını kapattı. ''İki,'' diyerek işaret parmağını kapattı bu seferde. ''Üç, dört.'' Diyerek yüzük parmağını ve serçe parmağını kapattı.
''Hih!'' diye bağırdı. ''Benim dört taneymiş.''
''Evet,'' dedim yine bilmiş tonda kafamı sallayarak. ''İki tane daha olması gerekiyordu, bak yanlış saymışsın.''
Rüya, ''Salak, orta parmağını da katladın.'' Diyerek Süha'ya yaklaştı. Onun yumruk olan elini açıp parmaklarını tekrar saydı. ''Bak bu bir, bu iki, bu üç orta parmak oluyor bu. Bu da dört, bu da beş.'' Rüya yeni bir gezegen keşfetmiş gibi büyük bir gururla saçlarını savurdu. Topuklu botlarının üzerinde durmakta zorlandığı için masadan tutunarak yine benim olduğum tarafa geldi.
''Ben eksik parmaklarla eve gidemem ki, annem çok kızar.'' Dedi, dudaklarını büzüp ağlamaklı bir ifade takınırken.
''Ben böyle de mutluyum. Bak, sigarayı tutabiliyorum.'' Küllükte duran sigaramı almak için uzanıyordum ki sigaranın bitmiş olduğunu fark ettim.
''Kim içti benim sigaramı?'' resmen birisi sigaramı içmişti. ''Hanginiz?'' Rüya eliyle yüzünü yuvarlak şekil içine alıp daireler çizdi.
''Şu profil sence sigara içiyor mu? İçse içse,'' diyerek Süha'yı gösterdi. ''Bu bokolog içer.''
''Çok ayıp,'' dedim kendimin küfürden bir haber olduğunu düşünerek. Bilen bilirdi, ağzıma sürmem. ''O senin kardeşin.''
''Cık,'' dedi, Süha. ''Arttırıyorum, ikizi bile olabilirim.''
''Oha,'' dedim. ''Ben de diyorum bunlar neden bu kadar benziyor.''
''Garson!'' diye bağırdı birden Süha. Garson birden duyduğu ses ile ilgilendiği diğer masadan bize çevirdi bakışlarını. Süha eliyle garsona 'gel gel' işareti yaptı. Garson masadakilere kısa birkaç şey söyleyip bize doğru geldi.
''Buyurun, efendim.'' Dedi, güler yüzle. Süha ise tek kaşını kaldırıp beni gösterdi, sonra da önümdeki küllüğü.
''Bu hanımefendinin sigarasını kim içti?'' garson bir anlamayarak bana baktı. Bende merakla elimi çenemin altına yerleştirip ona baktım. Evet, kim içmişti benim sigaramı?
''Ben nereden bileyim efendim.'' Dedi, garson şaşkın bir tavırda. ''Sizden başka kim içebilir masanızdaki sigarayı.''
''Haklı,'' dedim Süha'ya dönüp. ''Ama sigaram yok, kim içti? Benim içecek halim yok ya, daha neler.'' Dedim gözlerimi irileştirerek.
Garson ağzı açık bir halde bize bakarken bir an ne diyeceğini bilemedi.
''Evet,'' diye olaya dahil oldu, Rüya. Sonra masadan tutunarak ayağa kalktı. ''Kim aldı bu kızın sigarasını?'' diyerek masaya yumruk vurdu. 'Heh' dercesine taktir ettim onu. Şimdi ne olacaktı ağzına sıçtığımının?
Garson elini panik halinde salladı etrafına kısa bir göz atıp. ''Şimdi öyle vurmasanız hem size yazık hem de bir olay var sanacaklar.''
''Sen benim kardeşime mi yürüyorsun?'' diye araya giren kişi bu sefer Süha'ydı. Yüzü epey ciddi bir hal almıştı. Elini yumruk yapmış, üst dudağını ağzının içine yuvarlamıştı. Onun bu haline gülmeye başladım. Kendi içime doğru kıkırdarken omuzlarım sarsılmaya başlamıştı bile. Bu halime daha çok gülmeye başladım.
''Hih,'' dedi Rüya sahte bir şokla. ''Bana mı yürüyormuş.'' hıçkırdı ardından.
''Hayır efendim, yanlış anladınız. Be- '' diye devam ediyordu ki, Süha onu böldü eliyle.
''Efendin miyim ben senin?'' garson boş bir bakış attı Süha'ya. ''Efendin miyim, değil miyim?'' Sorusunu yineledi.
Garson tedirgin bir bakış attı ona. ''Efendimsiniz.'' Dedi, pek de emin olamayarak.
Süha tatmin olmuş bir şekilde sırıttı. ''Efendi olacaksın. Efendilik her zaman iş görür. Bak yüzüklerin efendisine, nasıl gişe yapmıştı. Olay yüzükte miydi? Hayır, tabii ki efendilikteydi.''
''Evet, ben orada hobbiti oynamıştım bir keresinde.'' Diye muhalefet olmuştu. ''Gerçekten oynadın mı?'' diye sordum şaşırarak. Bana doğru eğildi sırıtarak.
''Kandırdım.'' Diyerek şeytanice sırıttı. Kafasını kaldırıp garsona baktığı an tekrar eski sert ifadesine dönmüştü. Büyük oyuncuydu. Bu özelliği de bana bir yerden tanıdık geliyordu.
''Kim içti bu kadının sigarasını?''
''Sizden başka kim içebilir efendim. Birisi geldi mi masanıza?'' diye sordu elindeki defter ve kâğıda kısa bir bakış atarak.
''Höst,'' diyerek bu sefer yükselen bendim. ''Kim cüret edebilir ki benim masama gelecekmiş.'' Kızlardan 'evet be' nidası yükselirken gururla elimi göğsüme koyup eyvallah çektim. Tekrar garsona döndüğümde arkasında fark ettiğim tanıdık yüz ile bir an olduğum yeri sorguladım.
''Bu da her yerde ya.''
''Kim?'' diye sordu, Rüya. Elimle garsonun arkasındaki adamı gösterdim.
''Aa,'' dedi, ağzı iki karış açılırken. ''Abimin komutanına ne çok benziyor.'' Garsonun arkasındaki adamın kim olduğu anlaşılırken garsonun kulağına bir şeyler söyleyip omzuna birkaç kere vurdu. Garson kafa sallayıp son kez bize baktıktan sonra geldiği gibi gitmişti.
''Hanımlar,'' diyerek masaya ellerini yaslayarak üzerimize eğildi. Rüya ve Süha'ya döndüm. ''Size diyor.''
''Sende bu masadasın.'' Dedi, Rüya hala başımızda dikilen herife bakarken.
''Hanımefendiliğim konusunda söz veremem.'' Dedim. ''Buyurun, kime bakmıştınız? Boş masamız yok, dilerseniz hafta içi gelin.'' Diye devam edip Rüya'ya döndüm. Elimi ağzıma siper ederek, ''Gitti mi?'' diye fısıldadım.
Rüya dediğimi anlamayarak bana doğru yaklaştı. ''Ne?''
Ya sabır çekip dudaklarımı ıslatırken ona doğru iyice eğilip, ''Gitti mi?'' diye tekrar sordum.
''Yok,'' dedi benim zıttıma fısıldamak yerine yüksek sesle. ''Hala burada.''
Elimi umutsuzca indirip tekrar başımda dikilen Alparslan'a döndüm. Elimi kapı gibi çalarken, ''Dolu diyorum, dolu.''
''Asena, ne bu haliniz?''
''Ne varmış halimizde?'' üstümü başımı düzelttim. ''Fıstık gibiyiz.'' Dedi, Rüya saçlarını savurarak. Sonra susamış olacak ki masada bardakların içine baktı. Hepsinin boş olduğunu fark edip garsona seslendi.
''Hop! Hemşerim.''
Alparslan bana eğilip elimdeki boş bardağı alıp masaya bıraktı.
''Kalkın gidiyoruz.'' Dedi. Sonra masadaki meze tabağına suratını yaslamış Süha'yı kaldırdı ve arkasına yaslanmasını sağladı. Yüzüne tabaktaki kalıntılar yapışmıştı.
''Niye geldiniz siz yine? Ece gelecek, onu bekliyorum.'' Dedim çocuk gibi kollarımı göğsümde birleştirirken.
''Asena, sen çağırdın beni.'' Demesini beklemiyordum elbette. Omuz silktim, ''Yanlış numara kardeşim.'' Alparslan oflayarak bana baktı. Tekrar omuz silkti. Ben onu değil, Ece'yi çağırmıştım.
''Kusucam ben,'' diyen Rüya ile hızla bakışlarım ona döndü.
''Sen kusarsan bende kusarım.'' Dedim anında. Eliyle ağzını kapattı.
''Siz burada bekleyin, ben şu hesabı halledip geliyorum.''
''Burayız zaten, nereye gideceğiz.'' Diye söylendim. Manyak mıdır nedir? Bu sarhoşlukla nereye gidebilirdim ki?
''Gel kusalım gelelim.'' Dedim, Rüya'ya. Sızıp kalan Süha'yı umursamadım bile. Kimse onu alıp götürmesin diye ceketimi çıkarıp üstünü örttüm. Pahalı bir mücevheri saklar gibi.
Rüya sarsak adımlarla koluma girdi. Başkalarının sandalyesine tutunarak dışarı çıkabilmiştik sonunda. Bir yandan da hıçkırıyordum. Kusmamak için elimle ağzımı kapattım.
''Önce sen kus.'' Dedim, Rüya'yı öne doğru iterken.
''Ben tek kusamam ki.'' Dedi masumca. Kafamı deli gibi iki yana salladım.
''Önce sen.'' Diye direttim. Kaldırım kenarına çöküp bir sigara daha yaktım onu umursamadan. Rüya benden bir çıkmayacağını anlayıp uzaklaştı benden. Sigaramı yakıp bir nefes çektikten sonra kaldırımda yanıma koydum sigarayı. Kaldırım o an benim için küllük görevi görüyordu.
Rüya'nın öğürme sesleri gelirken iki elimle kulaklarımı kapattım. Onu duydukça benim de kusma isteğim geliyordu ve ben kusmaktan nefret ediyordum. Birkaç saniye sonra elimi kulağımın birinden çekip sigaradan bir duman daha çekip geri yerine bıraktım. O sırada karşıdan gelen iki iri herifle gözlerimi kıstım.
''Komutanım,'' diyerek bana doğru koşmaya başladı biri. Yaklaştıkça kim olduğunu anlamıştım.
''Aa, Cesur.'' Diye feryat ettim. Pazarda çocuğunu kaybedip sonra da onu bulan annelerden farkım yoktu.
''Komutanım, bu ne hal?'' diye sordu, gülüp ağlamak arasında gel git yaşarken. Yerde hala oturur vaziyetteydim. Omuz silktim çocuk gibi.
''İçeride o var. Bende sinirlendim kalktım buraya geldim, bırakmıyor ki beni. Takıldı peşime.''
''Kim?'' diye sordu kaşları çatılırken. ''Birisi sizi rahatsız mı etti?'' diye sordu ürkütücü bir sesle. Dudaklarımı büzdüm yine çocuk gibi bir yandan da kafamı olumlu anlamda salladım. ''Bir şey yaptı mı size?'' diye sordu, bir an da varlığını yeni fark ettiğim Serdar.
''Durmuş öyle bakıyor, kocaman kafası var.'' Dedim büyülenmiş gibi bir şeyden bahsediyordum sanki. Sonra etrafıma bakındım.
''Kız vardı burada.'' Diye mırıldandım. Cesur ve Serdar da kimi aradığımı fark etmiş gibi etrafa bakınırken çöp konteynırının içine girmeye çalışan Rüya'yı fark ettik.
''Rüya!'' diye seslendim. ''Ne yapıyorsun sen orada?'' diye söylenirken Cesur'un koluna tutunup ayağa kalktım. Serdar' da bizimle Rüya'ya doğru adımlarken Rüya çok normal bir şeymiş gibi hatta bu her gün yaptığı bir aktiveymiş gibi bir rahatlıkla çöpü karıştırıyordu. İçinden çıkardığı kartonları sağa sola fırlatmaya devam etti.
''Parmağımı arıyorum. Belki de masada çöp diye alıp buraya attılar.'' Bunu yaparken o kadar ciddiydi ki bir an bende arasam mı diye düşündüm ve o sıra Cesur ile göz göze geldim.
''Ben senin komutanınım, değil mi?'' kuşkulu bir bakış attı bana. Bir an Serdar'a da baktı ne çıkacağını bilemeyerek.
Pek de emin olmamakla birlikte, ''Evet,'' diye onayladı beni sakince.
''Çöpe bir baksana benim parmağımda oradadır belki.'' Dedim masumca.
''Parmağınıza ne oldu?'' acı bir şeye bakıyor gibi elimi kaldırdım.
''Kopmuş sanırım, bak eksik.'' Elimi ona doğru uzattım. Cesur parmaklarıma dikkatlice bakıp tekrar bana döndü.
''Yoo, tam parmaklarınız.''
''Bak bu da yanlış biliyor, sen bak.'' Diyerek Serdar'a döndüm bu sefer. O da aynı işlemi yapıp parmaklarımı saydı.
''Tam.'' Dedi. Bu sefer ben baktım parmaklarıma. ''Hayır, beş tane yanlış sayıyorsunuz.'' Diye sinirlendim. ''Bir, iki, üç, dört, beş işte. Altı yok! Altı yok Cesur, altıncım nerede?'' sol ayağımı sertçe yere vurdum.
''Komutanım, sağlıklı her bireyin zaten beşer parmağı vardır.'' Dedi, Cesur.
''Evet, bakın bizde de beş tane.'' Bir an duraksadım. Hepimizin hep beş taneydi. Altı olana hiç denk gelmemiştim. Bu doğru olabilirdi.
''Hadi ya,'' diye mırıldandım şaşkınca. Bir yandan da hala parmaklarıma bakıyordum. Dudaklarımı büzdüm ikna olmuş bir vaziyette. ''Peki madem, şu kızı alında gidelim.'' Ben onlara arkamı dönüp yerdeki sigarama doğru ilerlediğimde orada bitmiş izmarit ile öylece kalakaldım.
''Yine biri sigaramı içmiş. Kim içiyor benim sigaramı?'' söylene söylene izmariti yere fırlattım.
''Ne oldu yine komutanım?'' dedi, Cesur. Arkamı döndüğümde Serdar, Rüya'yı çöpten çıkarmaya çalışıyordu.
''Sigaramı birisi içiyor, Cesur. Hiç bana içirtmiyor.'' Dedim ağlamaklı bir sesle. Cesur bana yaklaştı.
''Ben de var ben size veririm ama artık gidelim mi?'' koluma girdi beni bir yandan yürütmeye çalışarak.
''Gidelim de içeride diğeri kaldı.'' Dedim.
''Diğeri derken?''
Elimle Serdar'ın kolunun altında olan Rüya'yı gösterdim. ''Bundan bir tane daha var içeride.''
Serdar, ''Tamam onu da Komutanım getirir. Biz sizi önce arabaya yerleştirelim.'' Dediği an kapıdan Alparslan çıktı. Omzunda Süha vardı ve hala uyuyordu.
''Süha uyan,'' diye seslendi Rüya yarım yamalak. ''Bizi kaçırıyorlar.''
''Ya kızım ne kaçırması, bir dursana seni omzuma alırım bak.'' Cezbedici bir tehditti doğrusu.
''Bak beni omzuna almakla tehdit ediyor Süha, uyan.'' Diye çemkirdi Rüya. İki metre herif omzuma alıcam diyordu bu da ağlıyordu. Şakam gibiydi bu kızlar.
''Beni kim omzuna alacak?'' diye sordum Cesur'a dönüp. Cesur bir an duraksadı.
''Komutanım, gayet iyisiniz.'' Dedi.
''Değilim, bak parmağım yok.'' Diyerek ellerimi gösterdim. Cesur bıkkınlıkla ellerimi tutup indirdi.
''Orayı hallettik ya komutanım. Herkesin beş parmağı var dedik, eksik değil dedik.'' Kendimi tutamayarak güldüm.
''Doğru, peki ya sigara katilim?''
''Cesur!'' diye seslendi gür sesli bir erkek. Cesur bir yandan benim kolumu tutarken seslenen kişiye döndü.
''Buyurun, Komutanım?''
Cesur'un geniş omuzunu dürttüm parmağımla. Cesur kafasını çevirip bana baktı. İşaret parmağımla kendimi gösterdim.
''Seni komutanın benim. Elin adamına ne komutanım diyorsun?'' sahte kızgınlıkla on vurmaya çalıştım ama geriye sendeleyip yere düşmeyi hesaba katmadım. Kıçım sert zeminle buluşunca acı bir feryat kopardım. Elim kıçıma giderken Cesur üzerime eğildi.
''Komutanım?'' sesi oldukça şaşkın çıkıyordu.
''Cesur sen bırak onu. Al şu ikizleri eve götürün.'' Alparslan'ın sesiyle dudaklarımı büzüp ağlamaklı bir ifade takındım. Cesur ikilemde kalsa da Alparslan'ı onaylayarak beni olduğum yerde bırakıp Süha'yı alıp Serdar ile arabaya gittiler. Ben ise hala yerde kıçımın üstünde oturuyordum.
Alparslan elini uzattı. Tutmadım inat edip.
''Asena, çocukluğun sırası değil. Hadi kalk gidelim.'' Omuz silktim.
''Kusasım geldi benim hareket edemem.'' Alparslan dizlerinin üzerine çöküp koltuk altlarımdan tuttu ve beni yukarı kaldırdı.
Oha, dedi iç sesim. Dambıl gibi kaldırmıştı adam beni bir saniyede. Kaslarını süzme işlemini bir kenara bıraktım.
''O adam içeride kaldı.'' Otomatik olarak kaşları çatılırken beni kucağına aldı. Ayaklarımı sallamaya başladım halimden gayet memnun bir şekilde.
''Hangi adam?'' diye sormasını umursamadım tabii ki.
''Seni de hiç sevmiyorum.'' Deyiverdim birden. Ardından söylediğim şeyi fark edip hızla elimle ağzımı kapattım. Alparslan istifini bozmadı ve bana bakmadan yürümeye devam etti.
''Sarhoşum ya, ondan oldu.'' Diye salakça mırıldandım.
''Sarhoş olduğunu söyleyecek kadar ayıksın ama,'' beni bir arabanın kaportasına oturtup arabanın ön kapısını açıp içeriden bir şey aldı. Geri geldiğinde elinde bir şişe su vardı. Suyun kapağını açıp bana uzattı.
''İç.'' Diyerek suyu dudaklarıma yaklaştırdı. Suyu içmeden önce, ''Niye diye sormayacak mısın?'' dedim. Sudan bir yudum alırken içimden ılık bir şeyin aktığını hissetmek daha çok midemi bulandırdı.
Elimle yanmış gibi kendime yelpaze yaparken, ''Kusucam sanırım.'' Dedim.
''Biraz daha iç.'' Diyerek suyu ağzıma dayadı tekrar. Mecbur su ağzıma aktıkça içmek zorunda kaldım. Bulantım hafiften kesilirken daha fazla içmek istemeyip kendimi geri çektim. Şişeyi sıktığı için su biraz üzerime dökülmüştü.
''Niye sormuyorsun?'' diye yineledim kendimi. Alparslan şişeyi çekip kapağını kapattı gözü benim üzerimdeyken.
''Sevmeyene neden sevmiyorsun diye sorulmaz.''
''Nerenin adabı bu?'' diye alayla geveledim.
''Boş ver nerenin adabı olduğunu da neden içtin bu kadar? Hatta içtiniz.''
''İçesimiz geldi.'' Diye salladım. Gerçekten içmek için bir sebep mi lazımdı illa? İçesimiz gelmişti.
''Kızlar nereye gitti?'' diye bakındım etrafa. O sırada Alparslan tekrar beni çocuk gibi kollarımdan tutup arabanın üstünden indirdi.
''Hala kusasın var mı?''
''Şu an yok gibi.'' Ona döndüm hızla. ''Niye geldin sen?'' gözlerimi kuşkuyla kıstım. Her yerde bu adam vardı. Zırt pırt karşıma çıkıyordu. Yoksa beni mi takip ediyordu?
''Sen çağırdın.'' Dedi kısaca. Beni umursamıyordu. Arabanın ön koltuğuna beni oturturken kafamı suçlu gibi bastırıp çarpmamı engelledi. Çünkü arabaya binmemek için inat ediyordum. Kemerimi takıp geri çekildi. Yüzüme kapanan kapı ile elimi cama vurdum. Açsam açılacağını biliyordum ama şu an role fazla kaptırmıştım kendimi.
''Kaçırıyor musun beni?''
Alparslan arabayı çalıştırıp hızla olduğumuz yerden çıkarken tekrar parmaklarımı saydım. Hala beş tanelerdi. Alparslan ne yaptığımı anlamak ister gibi bir elime bir de bana baktı. 'Ne?' dercesine kafa salladım.
''Niye bu kadar çok içtiniz?''
''Çok içmedik ki.'' Dedim masumca. Bir an duraksadım yine. Gözlerimi kısıp ona yaklaştım. ''Sen niye geldin?'' bıkkınlıkla gözlerini bana çevirdi.
Derin bir nefes verdi burnundan önüne dönerken. ''Sen çağırdın.'' Dedi.
''Ben seni çağırmadım. Ben Ece'yi çağırdım.'' Dedim. Sonrasında ise Ece'nin geldiğinde bizi bulamama ihtimalini düşünüp ellerimle ağzımı kapattım panikle. ''Ece geldiğinde bizi bulamazsa?''
''Sen bana acil gel diyerek mesaj atmadın mı? İlla telefonumu çıkarayım istiyorsun?''
''Ben o mesajı Ece'ye attım. Ece'nin telefonu sende ne geziyor hem?'' kafam iyice karışırken Alparslan bana bu dünyadan değilmişim gibi baktı.
''Ece'nin telefonu falan bende değil Asena. Sen bana mesaj attın 'Gel beni al' diye, bende geldim ve seni aldım.'' Tane tane anlattığı şeylere inanacağımı düşünüyorsa daha çok beklerdi. Çocuk mu kandırıyordu canım? Koskoca otuz yaşında kadındım ben. Belli, telefonu çalmış söylemiyor.
''Kimseye söylemem doğruyu söyle, çaldın mı?'' bir yola bir bana bakıp kaşlarını çattı sertçe.
''Asena neyden bahsettiğinin farkında mısın sen?'' diye yükseldi. Onun bu çıkışı beni koltuğa yapıştırmaya yetmişti. On dakikalık yolculuğun ardından nihayet durduğumuzda midem iyice ağzıma gelmişti. Ağzıma kadar çıkan sıvı ile Alparslan'ın kapımı açması aynı an da olmuştu.
Ayaklarına kusmuştum. Durdum yetmedi biraz daha kustum. Hatta daha var mı diye kendimi zorladım ama çıkmadı. Keşke çıksaydı. Alparslan'dan ürkütücü bir sessizlik beklemiyordum. Ne yapacağımı bilemeyerek eğildiğim şekilden doğrulup koltuğa yaslandım. Emniyet kemerim hala bağlı olduğu için arabadan düşmemiştim Allah'tan.
Alparslan'ın yüzüne bakmaya cesaret ettiğimde gökyüzüne baktığını fark ettim. Orada ne olduğunu bende merak edip kafamı arabadan çıkarıp gökyüzüne baktım. Alparslan hala bakmaya devam ederken gökyüzünde bir şey göremeyip sordum.
''Kime bakıyorsun?'' bir gökyüzüne bir ona bakarken ne aradığımızı hala anlamamıştım.
''Son kalan sabır tanemi arıyorum.'' Dedi dişlerini sıkarak. Ellerim camı indirilmiş ve açık olan kapıya tutunuyordu. Kemerim hala bağlı bir vaziyette, İstanbul köprüsü gibi sarkmıştım koltuk ve kapı arasında.
''Ne oldu ki?'' diye sordum az önce yaptığım şeyi bir an olsun unutarak. Alparslan, 'gerçekten mi?' dercesine suratıma baktığında bomboş gözlerle karşılık verdim. Bu da sinirlenmeye yer arıyordu.
''Bu gece bitsin, ben başka bir şey istemiyorum.'' Dedi bana doğru eğilerek kollarımı tutup içeri sokarken. Kemerimi çözüp bir elini sırtıma atıp diğer elini de bacaklarımın altından geçirerek beni arabadan çıkardım. O beni kucağına alıp ayağıyla kapıyı kapatırken arabaya el salladım.
''Görüşürüz, Ebubekir sıddık.'' Alparslan beni umursamadan bir binaya girdiğinde ayaklarımı sallamaya başladım bir çocuk gibi. Bir yandan da yüzünü inceliyordum. Sakalları yeni çıkmak üzereydi. Gözlerimi kısıp yüzüne iyice yaklaştım. O tek gözünün içinde ki kahverengi lekeyi yakından inceleme fırsatım olmuştu sonunda.
Alparslan asansöre binmek yerine merdivenleri çıkmaya başladı. Ben ise hala gözüne bakıyordum ama o gözü benden uzakta kaldığı için net göremiyordum. Ya da iki değil dört tane göz gördüğüm içinde ayırt edemiyor olabilirdim.
Çenesini tutup kendime çevirdim kafasını. Bu hareketim karşısında şaşırsa da bir tepki vermemeye çalıştı. İyice burnunun dibine girip gözünün içindeki o kahverengi lekeye odaklandım.
''Kaç gezegen var burada?'' diye sordum hülyalı hülyalı. Sorduğum soru üzerine gözleri yüzümde oylandı bir süre. En son ise gözlerime takılı kaldı. Bir şeyler demek istiyor gibi hem de istemiyor gibiydi ifadesi ama üstelemedim. Cevap vermedi soruma, ben de onun o kahverengi lekesini izlemeye devam ettim.
Son birkaç basamağı da çıkıp bir kapının önünde durdu. Beni bir dizine oturtup cebinden anahtar çıkarıp kapıyı açarak içeri girdi. Ben ise yerinden oldukça memnun gibi sürekli ayaklarımı sallayıp, kafamı geriye atıp etrafı izliyordum. Bu girdiğimiz ev ise bana hiç tanıdık gelmiyordu.
''Kimin evi burası?'' Alparslan beni yine cevapsız bırakarak bir odaya girdi kucağında benimle. Çift kişilik bir yatak vardı. Onun üzerine beni bırakıp uzaklaştı benden. O nereye gitti bilmiyordum ama o kadar uyku bastırmıştı ki kendimi yatağa bıraktım. Gözlerimi kapattığım an uyku alemine dalarken kollarımdan tutulup tekrar kaldırıldığım için gözlerimi açmak zorunda kaldım.
Alparslan yine karşımda dikilirken ben kollarımdan tutup ayağa kaldırdı. Yürümesem olmaz mıydı bugün?
''Uyumak istiyorum.'' Dedim kendimi tamamen onun üstüne bırakırken. Gerçekten şu an sadece uyumak istiyordum. Alparslan beni yine dikkate almayarak ama bir güzellik yaparak tekrar kucakladı. Nereye götürdüğünü bilmesem de aldırış etmedim, gözümü dahi açamıyordum.
''Leş gibi alkol komasına girmişsin neredeyse!'' azarlamasına karşılık dahi vermedim. ''Ne içirdiler size bir öğrensem,''
''Rakı.'' Dedim yarım yamalak. Beni bir yere oturttu lakin ben daha gözümü açmadan tekrar beni kucakladı. Bu sefer bebek gibi değil de dikey bir vaziyette kucaklamıştı. Aynı saniye içinde kendimi soğuk bir zeminde hissetmem ile kafamdan aşağı buz gibi suyun akması bir oldu.
Çığlık atıp kendimi köşeye iterken elimle yüzüme siper ettim. Su gerçekten çok soğuktu.
''Arslan.'' Dedim, mızmız bir şekilde. ''Kapat şunu, çok soğuk.'' Su o kadar soğuktu ki, altında nefes almak mümkün değildi.
''Kendine geleceksin işte. Kaçma, gel şuraya.'' Bileğimde onun güçlü ellerini hissettim. Beni tekrar suyun altına çekip daha fazla ıslanama sebep olurken hala kaçmak için kendimi paralıyordum.
''Çok soğuk, kapat!'' diye bağırdım son kalan nefesimle. ''SAT komandosu mu eğitiyorsun? Bıraksana!'' beni dinlemedi. Evire çevire ıslanmama izin verdi. Artık gerçekten kendimdeydim ve tek isteğim Arslan'ı boğmaktı.
Sağa sola yumruk savursam da fayda etmedi. Ne Arslan bıraktı ne de ben kaçabildim. Sonunda suyu kapatıp üzerime havlu attıktan sonra banyodan çıktı. O gittikten sonra rahatlıkla gözlerimi açıp etrafa bakındım. Gerçekten çıkıp gitmişti. Beni lağım faresine çevirip gitmişti. Sinirle duşa kabinden çıkıp üzerimdeki ıslak kıyafetlerimi çıkardım. İç çamaşırıma kadar ıslaktım. Onları da çıkardım, öyle duracak halim yoktu elbette. Soğuk zaten hala bedenimi titretiyordu.
Havluyla hızlıca bedenimi kurularken çamaşır makinasının üzerine bıraktığı kıyafetler dikkatimi çekti. Benim için kıyafet bıraktığını bile fark etmeden soyunup kurulanmıştım. Kıyafetler olmasa ne yapmayı planlıyordum acaba. Adama o kadar da çemkirmiştim.
Havluyla işim bittikten sonra onu bırakıp benim için bıraktığı kıyafetlere baktım. Bir tane boxer, bir tane tshirt ve bir de aşırı büyük duran eşofman bırakmıştı. Sütyen elbette ki yoktu. Yok bir de olsundu. Aptallığıma aynadan 'Senin Allah belanı versin, ben başka bir şey demiyorum' diyerek giyindim hızlıca. Sıcak kıyafetler bedenimi gevşetmişti bile. Saçlarımı da sadrazam gibi havluyla sardıktan sonra bir süre ıslak kıyafetlerimle bakıştım. Tek seçeneğimin makinaya atmak olduğuna kanaat getirip hızlıca onları da ortadan kaldırıp banyodan çıktım.
Biraz daha kendime gelmiş hissediyorken evin içinde normal tavan ışıkları yerine loş ışıkların yandığını fark ettim. Koridorun loş ışığında biraz ilerlediğimde Alparslan'ın mutfakta olduğunu fark ettim. Bir kupaya sıcak su doldururken benim varlığımı fark etmesiyle içeri girdim.
Yüzümdeki mahcup ifade yerini korurken adama ne diyeceğimi bilemeyerek dudaklarımı dişledim. Sanırım teşekkürden fazlasını yapamazdım.
''Teşekkür ederim.'' Diye mırıldandım ama sesim beklediğimden daha isteksiz çıkmıştı ve buna engel olmakta geç kalmıştım. Hem de fazlasıyla. Arslan ses tonuma alaylı bir gülüş ile karşılık verdi. Dudağının bir tarafının birkaç saniye kalkıp geri indiğini gördüm. Elindeki ısıtıcıyı yerine bırakıp bu sefer dolaptan başka bir kupa çıkarıp ona da poşet çay atıp tekrar sıcak su doldurdu.
Şu adamla, adam akıllı bir çay içememiştik. Hep hır gür. Kaoslu fakir aile evi gibi oluyordu onunla girdiğim her ev. Allah'tan bardaklar havada uçuşmuyordu.
Kupayı bana uzattı. Aldım ama hiç içmek istemiyordum. Ayakta ne kadar durabilirdim ondan da emin değildim. Yine de bir elimle tezgâha tutunup çaydan bir yudum aldım. Şeker atmasını bile beklememiştim ama acı çay midemi rahatlatmıştı sanki. Alparslan benimle konuşmak yerine ilk defa susmayı tercih edip hiçbir şey demeden kahvesinden içmeye devam etti. O esna da üzerimde ona ait kıyafetlerle olan beni süzmekle meşguldü. Sandığım kısa süre bakmış olsa da bunu yapıyor olması bile bir vücudumun bir alev topuna dönmesine sebep olmuştu.
Sonra gözlerimiz kesişti. Öyle içten baktı ki, gelmiş geçmiş tüm kırgınlıklarım yok olmuştu sanki.
Biz birbirimize öyle içten bakınca, dünya bizi kanlı bıçaklı etmez sandım.
Gözleri beni bir okyanusun ortasında tek başıma gibi hissettiriyordu ama bakmaktan da geri durmuyordum. Tüm korkularım o okyanusun ortasındaydı sanki de ben o gözündeki kahverengi lekeden ibarettim. Belki de oraya hapsolan bendim, benim ruhumdu o leke.
İçimi yakıp kavuran o ateş tekrar baş gösterdiğinde üzerime çöken ağırlıkla kupayı tezgâha bıraktım. Ayakta durmakta zorlanırken bu sefer iki elimle tutundum. Bu hareketim Arslan'ı bir anlığına tedirginliğe uğratmıştı.
''Asena,'' diye mırıldandığını işittim fakat sesi o kadar ilahi geliyordu ki bana seslendiğini düşünmek yerine öldüğümü düşünmek daha mantıklı gelmişti o an.
''İyi misin?'' kafamı olumsuz anlamda sallamakla yetindim. ''Siz rakı içtiğinize emin misiniz?'' diye sordu ciddi bir ifadeyle. Bir kafamı kaldırıp ona baktım. Böyle bir ihtimalin olması beni bozguna uğratmaya yetmişti bile. Benim de yüzüm deki ciddi ifade onu tedirgin etmiş olacak ki, ''İstersen hastaneye gidelim mi?'' diye sordu.
''Uyumak istiyorum sadece.'' Demekle yetindim. Hiçbir şey ile uğraşmak istemiyordum gerçekten.
Alparslan kolunu belime sarıp beni yönlendirirken karşı çıkmadım. Gerçekten kendimi hiç iyi hissetmemekle birlikte vücudumun belirli bölgelerini bile hissetmiyordum. Alkol zehirlenmesi yaşadığım açıktı ama şu ana kadar ölmediysem daha da ölmem diye düşünüyordum.
Arslan beni az önceki odaya getirip yine loş ışıkları açtı. Kolu hala belimdeyken bende elinin üstüne dokunarak sanki ondan güç alıyordum. Herhangi bir destek sağlamıyordu bana ama yapmamak için bir engel yoktu önümde.
Geniş yatağın kenarına yaklaştığımızda Arslan beni çevirip oturtmadan önce üzerindeki örtüyü kaldırdı. Yatağa kendimi bıraktığım gibi kafamı yastıkla buluştururken gözlerim çoktan kapanmıştı. Yumuşak yastık beni iyice kendimden geçirirken tek istediğim deli gibi uyumaktı.
Alparslan üzerimi örtmek için ellerini hareketlendirdiğinde içimden kopan refleks ile parmak uçlarımla eline dokundum.
''Arslan,'' diye mırıldandım son kez kendimden geçmeden önce.
Yüzünün yüzüme yaklaştığını hissettim. Sıcak ama nane kokan ferah nefesi çarptı kirpik uçlarıma.
''Efendim,'' diye fısıldamasını zar zor işittim. Gözlerimi aralamak için üstün çaba harcarken biraz olsun görüş açıma girmişti. Parmaklarım, parmak uçlarına teması nedense kesilmemişti. Elini hala aynı yerde tutuyor olmalıydı. ''Özür dilerim.'' Diye mırıldandım tekrar beni duymasını umarak. Yüzü o kadar yakınımdaydı ki o küçük mırıldanışımı duyacağını düşünmüştüm. Loş ışıkta o kahverengi lekeyi görmek hem zordu hem de ben kendin gözümü açamayacak kadar bitkindim.
''Gözlerin çok güzel.'' Deyiverdim birden. Bunu engelleyecek hiçbir gücü hissedemiyordum benliğimde. Tekrar gözlerim kapanırken onları açmak için üstün bir çaba daha sarf ettim.
''Senin de gözlerin çok güzel.'' Huysuzca kaşlarımın çatıldığını hissettim.
''Normal kahverengi gözler.'' Diye mırıldandım yine. Nasıl benim gözlerimi güzel bulabilirdi ki? Aynaya hiç bakmıyor muydu bu adam?
''Gördüğüm en güzel kahverengi gözler.'' Dediğinde ise parmaklarının parmaklarıma değen ritmini hissettim. Belki de nabzıydı bu parmak uçlarımda atan ama o an bunu idrak etmekte zorlanacak bir kıvamdaydım. Gözlerim usulca kendi gücünü kaybedip karanlığa teslim olurken hissettiğim tek şey karnıma baskı yapan o ağırlıktı.
<><><><><><>
Hellooooooğğ. Ben geldim ama baya geç geldim bu bölümde. Dehşet bir, 1 ay geçirdim Tunceli'de. Oralı olan veya orada yaşayan birisi varsa şimdiden affola ama ben böyle bir şehir görmedim arkadaşlar. Ben kendim sivaslıyım, 15 yıldır Antalya'da yaşıyorum ve Gümüşhane'de üniversite okudum böyle bir yaşam tecrübesi hiçbir şehirde geçirmedim şahsen. Bknz, Antalya diyorum ama ben böyle bir sıcak görmedim arkadaşlar. Son bölümde de bahsetmiş olmam gerek, klima adabı yok kimsede. Kullanmamakta ısrarcılar, kabul etmiyorlar varlığını neden almıyorsunuz diye sorduğumda da çok pahalı diyorlar. Bize de belediye dağıtmıyor elbette, bu canını hiçe saymaktır ya. Çok ciddi bir durum, benim ilk hafta yüzüm yandı, derim soyuldu kaç gün ne çektim güneş kremi bile fayda etmiyordu yemin ederim. Neyse bu konuda ki isyanım büyük benim anlat anlat bitmez. O yüzden geçiyorum burayı, sonunda Antalyaya evime döndüm, mutluyum mesudum çok şüko. 🥹
Bir diğer konu ise bölümler eskisi gibi hızlı gelmeyebilir. Ben bir şeyde sabit kalmayı, tarih vermeyi hiç sevmiyorum. Böyle yaptıkça o tarihin zamanı geldikçe benim yapasım kaçıyor. Böyle saçma huylarım olduğu için bölüm şu zamanda gelir diye kesin bir şey demem artık. Geçtiğimiz cumartesi geldim eve ve yorgunluğumu hala atlatabilmiş değilim. 10 eylül sözünü oradayken verdim ama verdiğime pişman oldum, bölümü zor çıkardım yani. Pc başında oturmaya halim yoktu. Birazda hasta gibiyim şehir değişimi beni çok yoruyor gerçekten, 20 saat yol geldim arkadaşlar acıyın bana hüğğ
Neyse, yani bölüm haberi vermeyeceğim, sadece baktım baya geç atacağım yeni bölümü anca öyle haber veririm. Onun dışında müsait olduğum her an bölüm yazma derdindeyim zaten. Haftada 2-3 bölüm attığım bile oldu ama bu beni çok yoruyor. Hiç olmazsa haftada 1 bölüm gelmesi için uğraşacağım sadece bu da can yani. Dümdüz kafadan yazıp geçemiyorsun, ruh halin uymuyor ya da eksik hissediyorsun gibi problemlerimizde oluyor yazarken elbet.
Son olarakta bölüm hakkında konuşmak isterim. Bu bölümde biraz daha Asena ve içsel dengeleri üzerine durmak istedim. İkizleri biraz yakından görün istedim. Mini bir yüzleşmeyi de araya sıkıştırdım ama kısa tuttum. Çünkü bizim asış hikayemiz yani aile üzerine olan hikayemiz Miran-Asena olacak şeklinde. Yelize çok takılmayın geçici o. İkizler dediğim gibi ara ara bizimle olacak. Kafamda onları shipleme gibi bi durum yoktu çünkü hikayede kalıcı değiller dediğim gibi. Eğer ship yapan olursada bakarız. Benim planlarım baska. Benim kurgu çok ağır işliyor farkındayım. Bazen ben bile deliriyorum off ne zaman öpüşcek bunlar diye ahahahaha ayyy kitap kurgusunun şanındandır.
Ayy çok konuştum ama lütfen yorumlarınızı ihmal etmeyin. Bu bölümü nasıl buldunuz? Bölüm sonuna cevaplarınızı bekliyorum. Hızlı akan ve eğlendiren bir bölüm olsun istedim. Diğer bölüm biraz daha eski halinde takılacak çünkü. Beni sosyal medya hesaplarımdan takip etmeyi unutmayın lütfennnnn
İg; guzyarasiwattty Tt; blackhell86
Kişisel hesaplarım İg; esrarizim Tt; esraaaann
Ayrıca wp kanalımız mevcut, Güz Yarası ismiyle yazarak erişim sağlayabilirsiniz.
Hoşçakalın sizi seviyorum. 😻 |
0% |