@esrarizim
|
Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim. Bölüm Şarkıları War Of Heart- Ruelle Car's Outside- James Arthur Daylight- David Kushner Guantanamera- Pitbull Shameless- Camila Cabello <><><><><><><> Zweig, 'Olağanüstü Bir Gece' kitabında, 'Kendime bile açıklayamadığım şeyleri, başkaları için anlaşılır kılmak gibi bir niyetim hiç yoktu' der. Tam o noktada olduğumu hissettiğim bir anın içine hapsolmuştum burada, Miran'ın karşısında. Gözleri direkt olarak bana bakarken etrafa kuşkulu bir bakış attım. Etrafta kimsenin gözükmediğine emin olduğumda ise kolunda tuttuğum gibi az önce çıktığım toplantı odasına çektim onu. İtiraz etmeden onu çekiştirmeme izin verdi. İçeri girdikten sonra ardımızdan kapıyı kapattım. ''Ne işin var senin burada?'' Telaşlı çıkmıştı sesim. ''Ne demek ne işin var abla.'' Dediğinde sakince gözlerimi yumdum. ''Bana abla deme.'' Dedim sert çıkan sesimle. Boğazını temizledi. ''Doğru, ablalığa dair bir duygumuz yoktu aramızda.'' Bilmiş bilmiş konuşmasına gözlerimi devirdim. ''Ne yapıyorsun sen burada? Kamera şakası mı bu?'' neydi bu sabahtan beri çektiğim. Böyle olmazdı, beni alıp füzeye oturtsalardı yeriydi. Beresini çıkardı kafasından. Elinde buruşturdu. ''Askerim ya ben hani,'' dediğinde elimle dur işareti yaptım. Devamında neyin geleceğini tahmin ediyordum. Ama durmadı. ''Asıl senin ne işin var burada?'' Aksini yapmak genetik miydi acaba? Kalın kaşlarını kaldırmış cevap bekliyordu. Görmeyeli epey değişmişti. Kocaman bir adam haline gelmişti. Geçmişte onu bıraktığım yerde kalacak değildi. En son babamın cenazesinde görmüştüm. Yedi yıl önce. Asker olduğunu biliyordum ama nerede olduğunu bilmiyordum. Merak edip araştırmamıştım dahi kardeş bağını hiçbir zaman kurmamıza izin vermemiştim. Ama o ısrarcıydı, hem de haddinden fazla. Bu bağı babam yüzünden kurmak istememiştim. Aslında başlarda çabalamıştım, annem vefat ettiğinde, babam bir başkasına gittiğinde ailesiz kalmanın acı yüzüyle tanışmıştım. Kendimi onlardan saymaya çalışmıştım. Eksikti bir şeyler, annem eksikti. Artık yoktu ve ben onsuz başkalarının yanında babamın kızı olarak kalmaya, yaşamaya devam etmek zorundaydım. En zoru da buydu ya. Miran benim için babamın ama aynı zamanda başka kadının çocuğuydu. Ama onun içinde benim öyle olduğum gerçeğini hiçbir zaman düşünmemiştim. Bir akşam babamla yine eskisi gibi olmak için köşede onun dikkatini çekmek için sessizce oturduğum anı hatırladım. Annemle beraber beni de gömmüş gibi, yeni hayatını yaşamasını sindirmiştim. Sindirmiş ve beni hatırlamasını istiyordum. Annem yok diye beni sevmiyor sanmıştım öyle olmadığını anlamıştım. Geçte olsa anlıyordu insan. Düzelsin diye her şeyini ortaya koyarken senlik bir şey kalmadığını ve konunun aslında hiç sen olmadığını fark ediyorsun. Gitmen gerektiğinde de gidiyorsun. Tıpkı benim gibi. Babam annem yok diye değil, yeni çocuk sahibi olmanın heyecanıyla unutmuştu beni. Ve beni unutarak ölmüştü. Ama ben onu unutmamıştım, o yüzden cenazesine de gitmiştim. Annemin mezarının yanı boştu. Kendim için saklıyordum yanını ki, babamın da böyle bir isteği yoktu zaten. Babamın yanında diğer kadın için yer vardı. ''Neden yanımıza gelmedin?'' Düşüncelerimden koparan ses ile Miran'a döndüm. Daldığımı bile fark etmemiştim. ''Neden gelecekmişim?'' kabul etmiyordu, onunla bağ kurmak istemediğimi bir türlü kabul etmiyordu. Bilmiyorum dercesine dudaklarını sarkıttı. Elleri tedirgince beresinde dolaştı. ''Kardeşinim ben senin abla, aynı kanı taşıyoruz.'' Demesiyle siniri bozuk bir gülüş bıraktım aramızdaki gerginliğe. ''Yıllardır öğrenemedin, değil mi?'' kaşları çatıldı anlamaz bir şekilde. Derin bir nefes alıp gözlerimi onun gözlerine kenetledim. Babam gibi bakıyordu. Nefret ediyordum babam gibi bakmasından. ''Sandığın gibi bir bağ yok aramızda, hiç de olmadı.'' Omuzları düşerken aldırmadım onun bu haline. Anlamıyordum, bu konuyu neden bu kadar irdelediğini bir türlü anlamıyordum. Suratı düşerken bana belli etmemeye çalıştı, toparlanma ihtiyacı hissetti ve duruşunu düzeltti. Üzerine fazla gittiğimi düşündüm. Çok kısa bir an. ''Toplantıda fark etmedin bile beni. Biliyorum ben zaten o bağın kurulmadığını.'' Kırgınlık dolu sesi bedenimden bir ürperti geçmesine neden oldu. Sen beni nasıl tanıdın diye sorma gereği hissetmedim. Çok dikkatli bir çocuktu, sesimden dahi tanımıştır. Çocukluğumuzda belli bir yaşa kadar beraberdik. Dudaklarını ıslattı. ''Beni tanımamana kırılmadım, yanlış anlama. Yüzüm kapalıydı sonuçta ve hiç konuşmadım.'' Açıklamayı daha çok kendine yapıyor gibiydi. Sana kırılmadım, beni kendinden uzaklaştırmayı düşünme demeye de çalışıyor olabilirdi. ''Neyse,'' diyerek durumu toparlamaya çalıştım. ''Aramızdaki bu durumu kimse bilmemeli. Bir görev için geldim buraya, mahvolsun istemiyorum.'' Kafasını salladı onaylar şekilde. ''Güzel,'' diye mırıldandım. ''Bir kere olsun yüzünü görsem.'' Koyu kahve gözleri bana şefkat dolu bir beklentiyle bakıyordu. Uzun boylu olduğu için kafamı az da olsa kaldırmak zorunda kalmıştım. Bir doksan olmalıydı. Geniş omuzları babam gibiydi. Yutkundum sertçe ve bandanamı indirdim yüzümden. Neden istediğini yapmıştım hiçbir fikrim yoktu. Gülümser gibi oldu. ''Elmacık kemiğindeki benin aynısı babamda da var. Bir de ikizlerden birinde.'' Kıçında da var mı? Diye sormayacaktım elbette. Kıçımdaki serçe parmak ucu büyüklüğündeki benim kimseyi ilgilendirmiyordu elbette. İkizler demişti. Sorma gereği hissetmedim. Mirandan sonra bir de ikizleri olmuştu babamın. Büyüdüklerini bile göremeden ölmüştü. Onlarla çok bir şey paylaşamadığını biliyordum. Hastaydı çünkü. Yataktan ve hastaneden çıkamıyordu bile. Bu onların bağının gelişmesine büyük bir engel olmuştu. O yüzden ellerimi onlara uzatmaktan çekinmedim. İki kız çocuğunun da benim gibi yalnız hissetmesini istemedim. Gölge gibi peşlerinde oldum. Şimdi üniversite öğrencisi iki güzel genç kızdı ikisi de. Sevgisiz bir ortamda büyümemiştim ama bana verilen sevginin çalınmasına tahammülüm yoktu. Yani Miran'a. Suçu ona atmak kolay geliyordu. Başka suçlayacak kimsem yoktu. Ne annem ne de babam. Yoktular. ''Ne güzel.'' Dedim, umursamazca. ''Kimse geçmişini bilmiyor, değil mi?'' cevap vermedim, anlaması gerekeni anlayarak kafasını salladı 'tamam' dercesine. ''Bana güvenebilirsin, seni riske atacak şeyler yapmam.'' Onun bilmesine gerek yoktu ama biliyordum elbette. Ben ona olmasam da o son derece bağlıydı bana. Bunu görmekle kalmıyor, hissediyordum da. Keşke hissetmeseydim. Bir ateş çemberinin içine düşmüştüm artık, nasıl çıkacağımı bile bilmiyordum. "Ben gideyim o halde, komutanım merak eder.'' Gözlerimi devirdim. İşi gücü yok askerlerini mi merak ediyordu? İçimden geçeni duymuş gibi, ''Bizleri yemekte görmeyince kızıyor.'' Yemek saati gelmişti. Kafamı salladım. ''Çık.'' Dedim sadece ve ardından kapıyı açtım. Etrafı kontrol edip önden o çıktı, arkasından da ben çıktım. Aramızda bir iki metre mesafe kalana kadar hızlıca yürümesini izledim. Sonra peşine takıldım. Açtım, amına koyayım. Yemekhaneden içeri girip etrafa kısaca göz attım. Albayda akşam yemeğine katılmıştı. Ona uzaktan baş selamı verip yemeğimi aldım. Boş masaya tek başıma geçip yemeğimi yemeye başladım. Albay, Alparslan ile yemek yiyordu ve yanlarında Aslı ve Alaca Timinden olan bir asker daha vardı. Kimseyi çekecek durumda değildim, yemek yiyip sigara çay yapmak istiyordum. Sonra ip bulup kendimi asmak. Bahçede sallansam travma yaratır mıydım acaba? Yüzüm duvara baktığı için maskemi indirdim. Umarım masaya kimse gelmezdi çünkü yüzümü gizleme meselesini açlıktan unutmuştum. Uzakta bir masada Alaca timinin diğer üyeleri oturuyordu. Yan masalarında ise Aslı'nın tayfası vardı. Benim masam ise boştu. Çorbam biterken tüm iştahımın kaçtığını hissettim. Birkaç kaşık daha yemekten alarak yüzümü tekrar kapattım. Yemekhanede konuşma ve gülme sesleri mevcuttu. Yine bir şeye hazırlıksız yakalanmıştım. Aklıma Öfke timinin gelmesiyle sertçe kalktım masadan. Tepsiyi yerine bırakıp hızlıca çıktım yemekhaneden. Adımlarım beni dışarıya götürürken ileride gördüğüm banka doğru gittim. O sırada çoktan sigaramı çıkarıp yakmıştım bile. Kalçamı bankın ucuna koyup arkama doğru yaslandım genişçe. Keyifle sigaramı içtim. Burada olmamam gerekiyordu. Bana ait değildi buralar, benim izlerim yoktu. Bana ihtiyaçları da yoktu. Beni kullanmalarını gerektirecek bir durum dahi yoktu. Her şey bahane gibi geliyordu, amaçları acı çektirmekti sanki. Ben Öfke timini nasıl bu ortama sokabilirdim ki? Onlar için her şeyi yapmaya hazırken bu yükün altından onlar için kalkabilecek miyim, bilmiyordum bile. Sıkıntıyla alnımı ovuşturdum. O sıra yanıma gelen ayak seslerini işittim. Kafamı kaldırırken gelen kişinin Miran olduğunu gördüm. Gözlerimi devirdim keyifsizce. ''Her canın istediğinde yanıma böyle gelemezsin.'' Diyerek azarladım. İki elinde de karton bardak vardı. Tahminimce çay vardı onlarda. Dediklerimin aksine elimi uzatıp çaylardan birini aldım. ''Üç şekerli.'' Dedi. Nereden biliyorsun diye sormadım. Her boku biliyordu zaten hakkımda. Meslekten atıldığımı söylemediğim halde biliyordu. Çaydan bir yudum alıp rahatlamayla gözlerimi yumdum sakince. Durmadım bir sigara daha yaktım. O beni izlerken paketi ona da uzattım. Kafasını iki yana salladı. Ama kullandığını biliyordum. Peki dercesine kafamı sallayıp paketi cebime koydum. Sigaramı içerken çayımdan bir yudum daha aldım. ''Komutanın yanımda görünce kızmasın.'' Kısaca git demek istedim ama anlamıyordu. Gülümsedi samimi bir şekilde sonra gözüyle arkayı işaret etti. Arkamı dönmeye kalmadan yanımıza gelen Alaca timiyle onlara baktım. Acele ile yüzümü kapatırken iki kişi bankı çekip çaprazımıza koyup oturdular. Yanlarında bir kişi daha geldiğinde diğer iki kişi ayakta kaldı. Biri Bukre'di. Miran zaten yanımda oturuyordu ama aramızda çaylarımız vardı. "Niye haber vermiyorsun?'' diye konuştum dişlerimin arasından. ''İşaret ettim ya.'' Dedi pişkince. Gözlerimi devirdim. ''Neden yüzünüzü kapattınız? Gördüm, Miranla konuşurken açıktı yüzünüz.'' Yakalandık anasını satıyım. İyi bok yedin dercesine Miran'a baktım. Pek de umursuyormuş gibi gözükmüyordu. Bukreye baktım. ''Kalkın biriniz, kız otursun dedim.'' ''Gerek yok, Asena Hanım.'' Amirden iyiydi diye düşündüm. Yarım kalan sigaramı yere atıp söndürdüm ayak ucumla. O değil çay keyfimin de içine etmişlerdi. ''O danalardan nezaket pek beklemeyiz biz.'' Bukre'nin laf sokuşturmasına kimse aldırmıyordu. ''Timde prenses gibi takılmayı ne zaman bırakacaksın, Yaban Gülü?'' diye sordu, Serdar. Çaprazımda en başta o oturuyordu. Bukre ona cevap vermezken büyük bir şevkle bana çevirdi kafasını. Tek kaşımı kaldırdım. ''Asıl mesleğiniz nedir acaba?'' diye girdi söze. Çapkın çapkın göz kırptı. ''Ulu komutanım senin kafanı ikiye yarınca söyler belki.'' Dedi, içlerinden biri. Ona baktığımda rütbesine dikkat kesildim. Astsubay Başçavuş, Koç. ''Sen sus küçükbaş,'' dedi Serdar sahte bir kızgınlıkla. ''Arkadaşın doğru söylüyor, benimle konuşmamanız sizin hayrınıza.'' Dedim. Gerçekten benimle iletişim kurmasalardı iyi olacaktı. Komutanları kızacak diye değil de onlarla bağ kurmak istemediğimdendi. ''Miranla konuşuyordunuz ama?'' sokucam Mirana şimdi. Ters bakışlar atmamak için tuttum kendimi bininci kez. ''O da sizin gibi arsız. Kovdum gitmedi.'' Bozulur gibi oldular. Aldırış etmedim, uzak durmaları gerekiyordu. Özel alanımdan uzak durması gerekiyordu hepsi. ''Bu görev için zorla getirildiğinizi düşünüyoruz.'' Dedi içlerinden bir diğeri. Gözlerimi kırpıştırma gereği hissettim. ''Evet,'' dedim düşünmeden. ''Neden?'' diye sordu, Bukre. Hala konuşmakta ısrarcılardı anlaşılan. ''Bırakıp geldiğim bir hayat var,'' Bırakıp geldiğim çocuklarım vardı. Onlarda sizin gibilerdi, onlarla olmak istiyorum. Onlarsız burada çok yalnızım, ayakta bile zor duruyorum diyemedim. Çok şey geldi dilimin ucuna lakin söyleyemedim. Dudaklarımı ıslattım bandanamın altından. ''Ama sizin de işiniz bu değil mi? Özel görevlere çıkmak.'' Değil evladım, değil salak çocuğum. Azıcık araştırsan olmadığını görürdün. Tepkisiz kaldım bir süre. Bir soru daha geldi. ''Sizin de ekibiniz varmış, ne zaman gelecekler? Neden sizinle gelmediler?'' diye sordu yakasında Aksoy yazan, kıdemli Çavuş. Miran yaşlarında gözüküyordu. Sarışın bir çocuktu. Hafif burnu eğri, Karadeniz havası vardı. Miranda kıdemli çavuştu. Sessizce bizi dinliyordu. O da hakkımda birçok şeyi merak ediyorlardı. Kardeşim, hiç tanımadığım insanlarla aynı kategoriyi paylaşıyordu benim için. ''Gelecekler.'' Demekle yetindim sadece. ''Onlarda sizin gibi mi?'' diye sordu, Serdar. Kaşlarımı çattım anlamaz şekilde. ''Nasıl?'' diye sorma gereği hissettim. Serdar beni süzdü. ''Sizin gibi, kız mı yani?'' ''Irz düşmanı herif, dişi sinek görmeye gelmiyor. Dağda ki terörist karıları da önce baştan çıkarıyor, sonra vuruyor.'' Dedi, uzun zamandır hiç konuşmadığını fark ettiğim Üsteğmen. Esmer, İri bir adamdı. Burada olmaktan hem rahatsız hem de değil gibiydi. Üstelemedim. Güldü diğerleri, Teğmenin dediklerine. Ben tepkisiz kaldım. ''Hatırlıyor musunuz? Bir kere minel diye örgüt üyesi bir kadının peşine düşmüştük, kadın buna âşık olmuştu. Üsteğmenim sorguya girince yüzünde güller açıyor, her şeyi ötüyordu.'' Herkes Miran'ı dinleyip güldüğünde yine tepkisiz kaldım. Öfke timini istiyordum, hem de şu an. Sıkıntıyla nefesimi verdim. Gülüşünün arasında, ''Biraz mesafeli bir insansınız sanırım.'' Dedi, Serdar. ''Evet, çünkü mesafeli olmam gereken kişilersiniz.'' Dedim. Alınmış gibi bir bakış attı. ''Biz iyi anlaşacağımızı düşünmüştük, Yürek timini pek sevmedik.'' Yüzünü buruşturdu, Bukre. Onun bu kadar açık fikirli olmasını beklemiyordum. Sonunda dayanamamış olacak ki yere çökmüştü bağdaş kurarak. Ona üstten bir bakış attım. ''Onlarla bir ekip olacaksınız, böyle düşünmeniz yanlış.'' Dedim, kendim onlardan farksız gibi bir de akıl veriyordum. Sus, dedim kendime. Onlar seni bilmiyor. Gitmeyeceklerini anladığımda, ''Benimle ekip olmanıza gerek yok, sizden bağımsız olacağım.'' ''O ne demek?'' diye sordu, Üsteğmen. Omuz silktim. ''Siz iki tim birbirinizle ilgileneceksiniz sadece, demek.'' ''Biz aynı zamanda sizden de sorumluyuz,'' diyerek üsteledi. Konu ilgisini çekmiş gibiydi. Artık birebir benimle göz kontağı kurarak konuşuyordu. Ya da ağzımdan laf almaktı amacı. ''Ben hiçbir şeyden sorumlu değilim, o ise sizin probleminiz.'' Kollarımı göğsümde birleştirdim. Miran hayranlıkla beni dinliyordu. Yan gözle ona bakmaya çalışsam da tüm gözler bende olduğu için yapamadım. Yanlış anlasınlar istemiyordum. ''Yanlış düşünüyorsunuz, zor anlarda arkamızı kollayacağız olay sadece bu. Ayrıca görev için gönderildiniz, başınıza buyruk davranmak görevi riske sürükler.'' ''Ben bana düşen görevi yapacağım sadece, diğer detaylarla işim yok. Komutanınıza da söyleyin, operasyona çökmeye gelmedim.'' Bu operasyon zaten benimdi. Üç yıl önce sıçıp batırmasaydım, Ökkeş şu an elimizde olurdu ve biz tüm şebekeyi çözmüş olurduk. Koyu kahve gözlerini yüzümde gezdirdi bir müddet. Diyecek bir şeyi olmadığı için mi, yoksa saygıdan mı bilemem sustu. ''Delikanlı bir kadına benziyorsunuz.'' Serdar seni bir sikerdim, üç gün bokunu yapamazsın bak! Uzaklaş. Gözlerimi devirdim ona karşı. Ardından ayaklandım. Arkamı döndüğümde yine kapının önünde dikilen aynı gövdeyi gördüm. Alayla güldüm. ''Gazanız mübarek olsun.'' Diyerek yanlarından uzaklaştım. Onlar gidişimi seyrederken ne demek istediğimi de anlamışlardı. Arkamdan panikle ayaklanma sesi gelirken üç basamaklı girişi olan merdivene yaklaştım. Kapının yanında dikilen yalı kazığına, yani Alparslan'a hiç bakmadan yanından geçecektim ki koluma asılmasıyla durmak zorunda kaldım. Tutuşu can acıtıcı cinsten değildi ama sıkıydı. Omuzlarımız yan yana hizada dururken ona bakmak için kafamı kaldırdım. Nefesi gözlerime sertçe çarparken kırpmamak için baya çaba sarf ettim. ''Askerlerimden, uzak dur.'' Dişlerinin arasından konuşmuştu. Benim de askerlerim var, seninkinde gözüm yok demek isterken dilimi ısırdım. Kolumu elinden kurtarmaya çalıştım ama basit bir uğraştı. O da bırakmadı zaten. ''Sülük gibi yapışan onlar. Ben kimseye yaklaşmıyorum.'' Dedim aynı sertlikte. Hayır uzunda bir şey kafa atmam için zıplamam gerekiyordu. Ya sabır! Çelik mavisi gözlerine baktığımda sağ gözünde kahverengi leke görmeyi beklemiyordum. O gözünü dikkatle incelemeye başladım, ilk defa böyle bir şey görüyordum. Kolumdan tutup sarstığında kendime geldim. ''Onlar istese de sen konuşmayacaksın.'' Dedi. Gülerek başımı eğdim. ''Bak komutan,'' elini tutarak parmaklarını kolumdan gevşettim. Soğuk ellerim onun sıcak eliyle temas ettiğinde ürpermiş gibi bakışları ellerime düştü. Aramızdaki mesafe aynı kalırken o ellerini benden çekti. ''Askerlerin sözüne itimat etmiyorsa, o benim problemim değil. Aranızda anlaşın, olur mu?'' dostça koluna vurarak sırıttım. Maskeden yüzümü görmedi ama kısılan gözlerime nefret dolu gözlerle baktı. Bu da benim için yeterliydi. Keyfim yerine gelirken onu olduğu yerde bırakarak uzaklaştım. Benimle uğraşmak ısırgan otuyla göt silmeye benzerdi. Rahatsız ve huzursuzluk verirdim. <><><><><><><> Ertesi gün ise yine kapımın çalınmasıyla tek gözümü araladım. Sikeyim ya! Yerimi yadırgadığım için geceleri uyuyamıyordum bu yüzden de başkası tarafında uyandırılmak zorunda kalıyordum. Saate baktığımda yedi olmak üzereydi. Yataktan kalkıp, her gün gelen askeri kışkışlayıp duşa girdim. Asker olan onlardı anasını satıyım, benim de içtimaya girecek halim yoktu ya. Hızlı bir duşun ardından yine saçlarımı kurutma gereği duymadan üzerimi giyindim. Artık bana bir evin lazım olduğunu düşünerek bavulumdaki kıyafetleri düzensizce içine teptim. Saçlarım hafif nemli kalırken onları sıkıca balık sırtı ördüm. Ama bugün kaküllerimi serbest bırakmıştım. Alnıma düşen seyrek kaküllerimi elimle düzeltip öylece bıraktım. Dar body'min üzerine askılı kemerimi takarak belime yanımda getirdiğim çakımı yerleştirdim. Bana burada silah verip vermeyeceklerinden emin değildim açıkçası. Operasyona mancınıkla müdahale edecek değildim. Üzerime dünkü ceketimi geçirip botlarımı giydim. Bu sefer bağcıklarını sıkıca bağlarken telefonum çaldı. Enver, görüntülü arıyordu. Sırıtarak telefonu açtım. Ekranda görmeyi beklediğim yüz sadece Evrenken, kadraja giren Öfke timiyle şaşırdım. ''Size beni rahatsız etmeyin demedim mi?'' diye sordum, sahte bir kızgınlıkla. ''Komutanım, komutan-'' kafasını aşağı bastırarak ittirdi Bilal, Cesur'u. ''Komutanım, yüzünüze bir şey mi oldu? Komutanım güzel yüzünüzü niye kapattınız?'' ''Komutanıma nolmuş? Komutanım, iyi misiniz?'' Telefonu Enver'in elinden alıp oradan uzaklaşan Mert'e göz devirdim. ''Dursana olum yerinde, diğerleri de baksın.'' Dedim. Kaşlarını çattı kıskançlıkla. ''Bak, bize aşık demiştim. Gördünüz mü? O da konuşmak istiyor.'' Bu laf Evren'eydi. Maskemi indirdim. ''Oh yarabbi şükür. Hiç göremicez sandım.'' Elini kalbine götürdü, Cesur. Mert hala telefon ondayken birinin kafasına vurdu. ''Elimdeki telefonu fırsat bilip büllüğümü avuçladın, fark etmedim sanma.'' ''Var mı diye kontrol ettim.'' Diyen kişi, Ufuktu. ''Bir daha kafam öyle vurma, geçen gün aynada fark ettim yamulmuş.'' ''En çok, Enver komutanım vuruyor. Onun eli daha ağır.'' Dedi bilmiş bilmiş. ''Bende buradayım.'' Dedim bıkkınlıkla. Hem beni arıyorlardı hem kendileriyle konuşuyorlardı. ''Aa, sizde mi buradaydınız? Naber, komutanım?''dedi, Mert. ''Gelirsem sokarım o telefonu sana.'' Hışımla telefonu aldı başka biri. Daha sonra ekranda beliren bir adet Cesur. Sırıttı koca ağzıyla. ''Komutanım, orada havalar nasıl? Düğünüm var beni pazartesi günü. Acil gelmeniz lazım.'' Eliyle acileyetini gösteren bir işaret yaptı. ''Nasıl ya? Gay nikahı yasallaştı mı?'' Bilal arkadan Ufuk'a vurdu. ''Sürekli aynı şaka, amına koyayım. Biraz gelişin, deyin ki mesela hayvanlara yasal evlilik hakkı verildi mi?'' Herkes gülerken gülmeyen tek kişi Cesurdu. ''Ha ha, çok komik.'' Dedi, Cesur yapmacık bir şekilde. ''Ben komutanım gelsin diye dedim onu.'' ''Düğün ne zaman?'' diye sordum salağa yatarak. ''Bu Cuma.'' Dedi, Cesur. ''Pazartesi mi? Cuma mı?'' anırarak gülen Bilal ile bende güldüm. ''Ben gelmeyeceğim, siz geleceksiniz.'' Daha fazla içimde tutamadım. Hepsi bir anda ekrana toplaştı. Uzun süre sesi çıkmayan Bahadır'da kadraja dahil olmuşken, ''Çekilin olum, sığmıyorum.'' Diyen Enver'in sesini duydum. ''Nasıl ya? Valla mı komutanım? Bakın yalan söylüyorsanız hadım olurum.'' Dedi, Bilal. Omuz silktim. ''Bu beni ne kadar ilgilendirir ki?'' ''Tehdit ettiğin şey büllüğün mü gerçekten?'' diye sordu, Cesur. ''Kesin saçmalayı!'' diye kızdım. ''Sizin taşak muhabbetleriniz yüzünden testosteron kokuyorum.'' ''Komutanım, alaydasınız ya ondandır.'' Dedi, Ufuk. ''Enver,'' dedim sakince. Ekranda onun yüzü belirdi. Kadraja sığmıyordu gerçekten de. ''Zorladılar komutanım, başımın etini yediler. Biri boynuna urgan geçirdi söylemezseniz asarım kendimi diye.'' Kafamı sola eğdim. ''Hangi mal o?'' gözlerini kaçırıp, ''Mal demezsek.'' Dedi, Mert. Sinirle güldüm. ''Siz bana gerek kalmadan kendinizi öldürmenin yollarını bulmuşsunuz, aferin. Elim kana bulanmayacak en azından.'' Dedim kızgınlığım devam ederken. ''Komutanım, gerçekten gelecek miyiz?'' diye sordu, Bahadır. Büyük bir heyecan sezdim sesinde. Olumlu anlamda kafa salladım. ''Geleceksiniz. Ama gelmeniz iyi mi olur, kötü mü? Tartışılır.'' Dedim. Son dediğim daha çok kendime gibiydi. Kaşları çatıldı hepsinin. ''Neden?'' diye sordular, hep bir ağızdan. ''Gelince görürsünüz.'' Demekle yetindim. ''Ama artık benim gitmem gerek. Askerlerim beni merak etmiştir.'' Diyerek telefonuma kapatmaya yeltendim. Onların, 'Ne? Kimin askeri? Sahiplik eki mi kullandı? Askerlerim dedi, bizden bahsediyor' seslerini umursamadan yüzlerine kapattım. Yüzümdeki gülümseme silinmezken maskemi tekrar taktım. Onlarla konuşmak iyi gelmişti. Anında modum değişirken telefonu odada bırakarak çıktım. Dışarı çıktığımda sıraya girmiş iki time uzaktan bakış attım. Askerler üzerlerinde sadece tshirt ile antrenman yapıyorlardı. Başlarında dolaşıp duran Alparslan'a iğrentiyle baktım arkasından. Öğürme refleksimi kenara bırakıp sessizce ona yaklaştım arkadan. Tilki gibi kulakları dikilirken omzunun üzerinden bana baktı. Tam yanında durup işini bir nebze olsa da kolaylaştırdım. ''Komutanım, siz kafanızı çevirince Küçükbaş yere yatıyor.'' Serdar'ın sesi ile onlara baktım. Serdar, Miran ve küçükbaş dedikleri çocuk yerde şınav çekiyorlardı. Alparslan bana bakmayı kesip askerlerine döndü. Ayağıyla Küçükbaş dedikleri çocuğun ellerine bastı. Küçükbaş acıyla yüzünü buruşturup acı bir feryat koparırken izlemekle yetindim. ''Kaç saydın, Niyazi?'' diye, sordu. Niyazi'nin yüzü hala acının etkisiyle bir tuhafken dişlerini sıkıp konuştu, ''Otuz altı, Komutanım.'' Dedi. ''Ben duymadım otuz altıya geldiğini, baştan başla.'' Dedi, emreder tonda. ''Emredersiniz, Komutanım.'' Dedi, Niyazi. Alparslan ayağını çekince rahatlayarak tekrar şınav çekmeye başladı, Niyazi. Alparslan bu sefer Serdar'ın önünde durdu. Ayağını beline koyup sertçe bastırdı. ''Komutanım,'' diyecek oldu Serdar. ''Dinliyorum, Kaşıkçı.'' Dedi Alparslan. ''Bir şey yok Komutanım, iyi ki bizim komutanımızsınız.'' Dedi. Yüzbaşının ayağı hala Serdar'ın belindeyken yerden kalkmaya çalıştı. O kalkmaya çalıştıkça Yüzbaşı daha sert bastırdı. Yanakları al al olmuştu hepsinin. Miran'a baktım göz ucuyla. Sakince çekiyordu şınavlarını. ''Asena?'' arkamdan albayın sesini duymamla hızla ona dündüm. ''Albayım.'' Gelip yanımda durdu. Yerde şınav çeken askerlere baktı. Alparslan, albayın gelmesiyle ayağını Serdar'dan çekip bize doğru yaklaştı. Gözlerini kısmış bir vaziyette bir bana bakıyordu bir albaya. Gözlerimi devirerek albaya döndüm bir şey diyeceğini sezerek. ''Sen neden katılmıyorsun?'' kaşlarım çatıldı. ''Efendim?'', dedim refleksle. Gözüyle askerleri işaret etti. Timin geri kalanının koştuğunu ise yeni görüyordum. En önde Bukre vardı, gerisi onları takip ediyordu. Bunların içinde Aslı Üsteğmenin timi de vardı. Aslı ise ortalıkta gözükmüyordu. ''Sahalardan uzağım demiyor muydun? Geliştir kendini.'' Dedi, dalga geçercesine. Ses tonundan dalga geçtiğini anlamıştım. Bunlar benim hangi günahımın bedeli diye düşündüm. Kesin Cesur'un beddualarından biriydi bu. Onlara çektirdiğim işkencelerin bedeli olabilir miydi? Olabilirdi tabii, ağızlarına çuvalla sıçıyordum zamanla. Gelsinler, yine sıçacağım. Not ettim kendime. ''Formu zaten zayıf duruyor.'' Jet hızıyla kafamı Yüzbaşına çevirdim. ''Siz formunuzu askerlerinize ayak bastırarak koruyorsunuz sanırım.'' Dediğimde yüzümün ifadesini görmesini çok isterdim. Ellerini gururla arkasında birleştirdi, omuzları zaten dikti. Bu adamın omuzları neden hep dikti. ''Evet, Asena. Sende eşlik et. Koşmak mı istersin? Şınav mı? Şınavda iyi olduğunu duydum.'' Albay aramızdaki soğuk rüzgarları kesen kişi olmuştu yine. Sende bırakmıyorsun ki şununla bir kavga edeyim. Hepsinin tadı damağımda kalıyor be albayım. Ellerimi çözdüm belimden. Pes ediş şeklimdi. Onların ağzına laf verecek değildim elbette. Gayet formum yerindeydi, taşı sıkar suyunu çıkarırdım. O bir kaşık suda da Yüzbaşını boğabilirdim. Ne güzel olurdu, bu hayali de bir kenara not ettim. Yüzbaşına yapacaklarım diye liste mi oluştursaydım? ''Saha senin.'' Dedi, yüzbaşı keyifle. Sahayı götüne sokucam, diyemedim. Albay vardı. Olmasaydı da diyemezdim, sanırım. Üzerimdeki ceketi çıkardım. Nereye koyacağımı bilemezken elimden çeken yüzbaşına şaşkınlıkla baktım. Ceketi ileride duran bir askere uzattı. Yüzü keyifle gevşemişti. Benden ne bekliyordu bilmiyorum ama onu keyiflendirecek şeyler yapacağımın sözünü verecek değildim. Albay ile ikisi yan yana durarak keyifle bana baktılar. Ben ise Miranın yanına gidip dizlerimin üstüne çöküp pozisyon aldım. ''Hoş geldin,'' dedi, Miran. Zaten ne geliyorsa başımıza, senin bok yemenden geliyor. Susta işimi halledip gideyim çocuk. ''Ya sabır.'' Dedim fısıldayarak. İlk şınavımı çekip geri doğruldum. İkinci, üçüncü derken yirmi sekizi çekiyordum. Karın kaslarım hafif sızlamaya başlamıştı ama bu pes edebileceğim bir seviye bile değildi. Benim her gün depoda antrenman yaptığımı bilmiyorlardı. Demir sopalarla bizimkilere karın kası kontrolu yaptığımı da. Hayır, bu aramızda kalmalıydı. Otuz. Otuz beş. Otuz altı. ''Hızlı değil, yavaş.'' Belimde hissettiğim ayak ile havada durdu. Kafamı sakince sağıma çevirdiğimde altmış numara olduğunu tahmin ettiğim botlar girdi görüş açıma. Sonra gözlerim yukarı tırmandı. Yüzbaşı. Kısılan gözlerimle ona baktım dik dik. Ayağını çekti sonra. Bende istediği gibi yavaş çektim. Dedim ya, pes edeceğim bir seviye bile değildi. Bu şekilde kırk beşe kadar gelmiştim. Miran'ın solukları birbirine karışmıştı. Onların benden önce tekrar tekrar baştan başladığını düşünürsek daha çok yorulmuşlardı. Aklıma gelen düşünce ile sırıttım. Tam yukarı kalkarken kolum yamulmuş gibi yaparak Mirana doğru yalpalandım. Miranın zaten titreyen kolları benim darbemle iyice dengesini şaşırıp yan bir şekilde yere düştü. Sessizce kendime kıkırdadım ve keyifle şınavımı çekmeye devam ettim. Belime giren ağrıyı umursamaya çalışıp duruşumu düzelttim. Cesur, özür dilerim evladım. Özür dileyecek şeyler yapmaya devam edeceğim içinde özür dilerim. ''Miroğlu, kalk.'' Dedi, yüzbaşı. Soyadının geçmesiyle bedenimde ürperti dolaştı. Bakışlarım sertleşirken daha hırsla şınavları çekmeye başladım. ''Koşmaya başla. Kaçta kalmıştın?'' diye sordu bu sefer. ''Üç kere baştan başladım. En son elli altıydı.'' Saf miran. ''İyi, elli altı tur at.'' Miran şokla olduğu yere çakılı kalırken, ''Ne duruyorsun oğlum? Dinlen demedim, koş dedim.'' Miran ayakları birbirine dolanır bir şekilde hafif tempoda koşmaya başladı. Saçı başı birbirine girmişti. Pürüzsüz yanakları kızarmış, terden birkaç saç teli alnına yapışmıştı. Tshirt'ünün arkası ise terden sırtına yapışmıştı. Şişkin pazılarıyla ellerini yumruk yaparak temposunu arttırdı. ''Başka koşmak isteyen?'' ''Komutanım, bir maru-maruzatım,'' ''Yok maruzat falan, ben konuş diyene kadar konuşma.'' dedi, Serdar'a. Serdar cevap vermedi. Niyazi de ah uh diyerek şınav çekmeye çalışıyordu. En son dayanamayarak yüz üstü yere yapıştı. ''Komutanım,'' soluk aldı birkaç kere. ''Komutanım, ben biraz dinleyim.'' Hızlıca konuşup tekrar nefes nefese kaldı. ''Söz, koşucam.'' Yüzbaşı Alparslan ağır adamlarla ona yaklaştı. ''Sen, komutanınla pazarlık mı yapıyorsun? Küçükbaş.'' Deve gibi adama küçükbaş diyorlardı. Kafasına baktım, hayır küçükte değildi. ''Yok,'' dedi, çaresizce. Ben ise yetmiş ikici şınavımı çekiyordum. Yalan söylemiyim. Makatıma doğru bir ter damlası söz konusuydu. Bir tane olduğundan da şüpheliydim. Dilim damağım kurumuş bir vaziyette çekmeye devam ettim. Depoda bu kadar zorlanmıyordum ben, yanlış mı yapıyordum acaba? Ulan Asena! Zorla kalktım yukarı. Kollarım titriyordu artık. Öyle Cheki Chen gibi inip inip kalkarsan yorulursun böyle en sonunda. ''Sizde yoruldunuz sanırım.'' Bana mı diyor diye bakma gereği hissettim. ''Hayır, gayet iyiyim. Eşlik etmek isterseniz, buyurun.'' Dedim. Aynen, buyurun. İki yüz turda sizinle çekelim. Sonra hastaneye geçeriz solunum yollarıma hortum sallarlar. Bugünlük planım bu, eğer olmadı son olarak tören düzenleriz. Cenaze töreni. ''Çalışmalar başlamış.'' Diyerek yanımıza gelen Aslı'ya baktım. Nevrim üç yüz altmış derece dönerken önüme döndüm. Yüzbaşı, Aslı'ya dönerken fırsattan istifade dinlendim. Albayın gittiğini ise yeni fark ediyordum. Hain Bizans. Beni yem edip gitmişti. ''Pişt,'' sesiyle soluma çevirdim kafamı. Serdar'ın hala burada olmasıyla şaşırdım. ''Sen hala gitmedin mi?'' dedim, normal bir ses tonuyla. Cıkladı. O da benim gibi havada durmuş dinleniyordu, hatta bir dizi yere değiyordu. ''Şınavdan sonra size bi çay-'' ''Kaşıkçı!'' gürleyen ses ile önüme döndüm. Kaşıkçı yakalanmıştı. ''Siz kalkın.'' Dedi sertçe. Canıma minnetti. ''Henüz yeni başladım.'' Aferin, kuyruğu hep dik tut böyle. Zamanı gelince büküp sokarsın onlara. ''Kalkın.'' Demekte ısrarcı oldu. Bende hiç nazlanmadan, 'e peki madem' nidalarımla kalktım. Ellerime asfaltın izi çıkmıştı. Parmak uçlarımla dokunduğumda uyuşmaya başladığını hissettim. Aslı üsteğmen ise dümdüz beni izliyordu. ''Neden yüzünü kapatıyorsunuz? Burada biz bizeyiz.'' Kaşlarımı kaldırdım dediklerine. ''Biz bize değiliz, siz sizesiniz.'' Onları kabul ettiğimi düşünüyorlardı sanırım. Onlar beni kabul etmemişken hem de. Sebebi neydi bilmiyorum ama Aslı bana asker gibi gelmiyordu. Değişik bir enerji veriyordu bana, hoşlanmamanın sebebi sadece asker olması değildi. Değişik bir kadındı. Tecrübeleri onu buraya layık yapmıyordu. Eksikti işte bir şeyler. Ellerimi cebime soktum. Bacaklarımın titremesini umursamadan ona doğru adımladım. ''Biz arkadaş değiliz, olmaya da niyetim yok.'' Sesimin sert çıkmasını istemiştim. Aramıza çektiğim seti görmesini istedim. İri kahve gözleri yüzümde dolaştı bir süre. Benimle aynı boydaydı. Kafasında bordo bere canıma okuyordu resmen. Yutkunma ihtiyacı hissettim, hayır sadece susamıştım. ''Arkadaşlık kurmadığınız insanlarla anlaşamazsınız, burada barınamazsınız.'' Dedi. Güldüm kafamı eğerek. Yavaşça tekrar kaldırdım, ''Siz benimle dalga geçiyor olmalısınız.'' Dedim. ''Bakın,'' diyerek iyice dibine girdim. Gördüğü tek şey gözlerim olsun istiyordum. Oradaki Öfkeyi görsün istedim. Çenemi sıktım. ''Benim sizinle anlaşmak gibi bir niyetimde yok. Siz zaten benimle anlaşamazsınız, o yüzden gidin,'' elimle Serdar'la uğraşan Yüzbaşı Alparslan'ı gösterdim. ''Denginizle muhatap olun. Ben size fazla gelirim.'' Ardından cevap dahi vermesini beklemeden oradan gittim. Onlar gibi olmamak canımı her geçen gün daha da yakıyordu. Benim kim olduğumu bilmemeleri, hatalarımda olsa eskiden onlar gibi olduğumu bilmemeleri yüreğimi kor ediyordu. Adımlarım benden habersiz albayın odasını bulmuştu. ''Gir,'' komutuyla girdim. ''Sizin benimle derdiniz ne? Hani amacınız acı çektirmek değildi.'' Elinde kalem ile donakalan albay oldukça şaşkın gözüküyordu. Benim ise her yerimden öfke akıyordu. Ellerimi iki yana açmış, hesap sorar vaziyetteydim. Sakince önündeki dosyayı kapattı albay. Ardından kalemi kapatıp elinde çevirmeye başladı. Bunları yaparken gözleri üzerimdeydi. ''Görmeyeli, sakin bir insana dönüşmüşsün, dedim.'' Boş boş yüzüne baktım. Dediklerinden bir sikim anlamamıştım. O da anlamadığımı düşünmüş olacak ki devam etti, ''Seni ilk gördüğümde böyle düşündüm. O eşraftan duyduğumuz Öfke, bu olamaz dedim.'' Şimdi neyden bahsettiğini anlamıştım. Beklediği gibi çıkmadığımı ima ediyordu. ''Kendine gel, Asena. Sen artık asker değilsin. Dünkü toplantıda benden istediğin şeyi hak sahibi olanlar dahi istemiyor.'' Aramıza girmiş olan mesafeli sesi beni bozguna uğratmıştı. Şaşkınlığı bırakacak gibi değildim. Her bir sonraki cümlesine nazaran daha çok şaşırıyordum. ''Ne yapmamı önerirsiniz?'' alaylı sesimle birlikte kollarımı göğsümde birleştirdim. ''Beni buraya çağırıp, çocuk gibi oynatmanızı mı izleyeyim?'' sesim bana bile yabancı gelmişti. ''Hayır,'' dedi kuru bir sesle. ''Arkanda bizim olmamızın verdiği hisle rahat davranıyorsun, demek istiyorum.'' Kafasını iki yana salladı. Kalemi elinde bırakıp sandalyesini geriye doğru itip ellerini göbeğinin önünde birleştirdi. Gözleri başka bir noktaya dalmıştı. ''Kendini onlar gibi sanıyorsun hala, ama unutuyorsun. Benim de görevim bunu hatırlatmak.'' Kafasını kaldırıp başını sola doğru eğdi. ''Unutuyorsun, Asena. Unutma.'' Hissettiğim boşluk hissiyle cevap dahi veremedim. Öylece kalakaldım. Değişmiş miydim gerçekten? Bunun benim sonumu getireceğinden haberi var mıydı? ''Benim fikrim ve hislerim hala aynı.'' Dedim. Artık konuşmam gerekiyordu. Bana öylece lafları yedirip burada ezilip büzülmeme göz yummasına izin verecek değildim. ''Üzerimde üniforma olmaması önemli değil. Bu beni onlardan görünüş olarak farklı yapar, benim fikirlerim ve hislerim üç yıl önceki Asena ile aynı. Bunu da kimse değiştiremez, ben bile!'' uzun konuşmamı sabırla dinledi. Bana inansın istiyordum, sözlerime itibar etsin ve benim üzerimden ellerini çeksin istiyordum. Yüzüme bakmaya devam edince omuzlarım düştü. Yıkıldığımı ona belli etmemeye çalışırken odadan çıktım gelişimin aksine, sakin adımlarla. Kaldığım odaya gittim. Hızlıca bavulumu kapatıp üzerime bir ceket geçirip odadan tekrar çıktım. Bavul ses çıkarmasın diye elimde taşıyarak bahçeye çıktım. Arkamda kalan Yüzbaşı Alparslan ve timini umursamadan sert adımlarla çıkışa yürüdüm. Nöbet kulübesindeki askerin eli telsize giderken gözleri bendeydi. ''Aç kapıyı.'' Dedim, sert bir sesle. ''Böyle bir emir almadım.'' Dedi. ''Emirler benim için geçersiz, aç.'' Dedim aynı ses tonumla. Benimle inatlaşamayacağını anlamış olacak ki açtı. Bir kere bile dönüp bakmadan düz yolda ilerledim. Nereye gittiğimi bile bilmiyordum ama uzun yürüyüşünün sonu beni cadde gibi bir yere çıkarmaya yetmişti. Öylece yürümeye devam ederken sola çekilmiş bir araba gördüm. Küçük beyaz bir arabaydı. Arabanın ön kaputu açıktı. Biraz daha yaklaştığım da önünde genç bir kadın gördüm. Ağlamaklı bir sesle ayaklarını yere vuruyordu. Elindeki telefonu yukarı kaldırıp etrafında döndü. Sonra beni fark etti. Adımlarım ne ara yavaşlamış ne ara durma noktasına gelmiştim, anlamamıştım. Beni görünce ani bir şaşkınlık geçirip hızlı adımlarla bana koştu. Tam dibimde durdu. ''Ay Merhaba, ben yolda kaldım. Telefonum çekmiyor, tamirci çağıracağım ama çağıramıyorum. Sizinki çekiyor mu?'' diye sordu tek solukta. Boş boş yüzüne baktım. Elim cebime gitti. ''Pek sanmam, sizinki çekmiyorsa benimki nasıl çeksin?'' üzerinde diz altı uçuş uçuş bir elbise vardı. Saçları hafif dalgalı bal rengiydi. Aynı tonlarda gözleri vardı. ''Belki farklı operatördür.'' Dümdüz bakmaya devam ettim. ''Buralarda hiç düzgün çekmiyor telefonlar.'' Diye hayıflanmaya devam etti. Elimdeki bavulu bıraktım yere. ''Ne oldu arabaya?'' Heyecanla ne olduğunu anlatmaya başladı. Bende arabaya doğru ilerledim. ''Ay ben tatilden geliyordum. Adanalıyız biz, annemleri görmeye gitmiştim. Buraya çalışmaya geldiğimden beri hiç görmemiştik. E tabi anne yüreği, merak ediyor. Kendisi hasta biraz o yüzden gelemedi benim yanıma hiç. Bende onu görme-'' usulca kafamı çevirip anlamsız bakışlar attım. ''Arabanın hayat hikayesi mi bu?'' diye sordum. Dudakları aralık bir biçimde baktı bana ne dediğimi anlamış gibi. ''Yok, benim.'' Dedi. Anlamamış demek ki. ''Ben arabayı sormuştum.'' Arabaya dışardan bakarken ne olabileceğini hiç bilmiyordum. Şov olsun diye durmuştum. Yayaydım diye. Arabayla olsam durmazdım belki. ''Ha?'' dedi. Ha, ya demedim. ''İşte geliyordum ben böyle, birazda hızlı kullanıyorum. Epeydir de mola vermemiştim, birden dumanlar çıkmaya başladı. Motordan abuk subuk sesler geldi, ay patlayacak diye çok korktum.'' Elleriyle kalbini tutarken göz ucuyla ona baktım. Tahmin ettiğim şey doğruysa bu araba çalışırdı. ''Arabada su var mı?'' telaşla kafa salladı. ''Var var.'' Diyerek arabanın ön kapısına ilerledi. İçinden bir buçuk litre suyu alarak yanıma geldi. Elinden şişeyi alarak radyatörün kapanığını açtım. Yavaş yavaş suyu dökmeye başladım. ''Asker misiniz bu arada?'' elim olduğu gibi dona kaldı duyduğum soruyla. Asla beklemiyordum böyle bir soru. Kafamı çevirip yan gözle ona baktım. Bakışlarımda ne gördü bilmiyorum ama ''Maskeniz var ya. Ondan şey ettim.'' Diye, panikle açıklama yaptı. Onu umursamadan suyu doldurup kapağını tekrar kapattım. Motordan sıcaklık yüzüme vuruyordu. ''Biraz bekleyelim, sonra bir çalıştırır denersiniz.'' ''Siz gidiyor musunuz?'' diye sordu. ''Evet.'' Demekle yetindim. ''Beni burada tek mi bırakacaksınız?'' ''Hanımefendi, ben gelmeden önce de tektiniz.'' Elim tekrar bavuluma giderken koluma yapıştı. Kolumu tutan ellerine baktım ters ters. ''Ama siz geldiniz. Artık tek değilim, giderseniz yine tek kalacağım.'' ''İyi ya işte, yalnızlık güzeldir. Kafanızı dinleyin.'' Kolumu elinde kurtarıp bavulumu aldım. Tam gidiyordum ki, ''Merkez'e daha çok var. Araba çalışırsa sizi de bırakırım.'' Gelen cezbedici teklifle ona döndüm. Elimle bavulumu gösterdi. ''Hem onu taşımak zorunda kalmazsınız.'' Şınavdan dolayı zaten kollarım ağrıyordu. Baktım bir süre yüzüne öylece. İkna olduğumu anlamış olacak ki yanıma yaklaşıp güler yüzle bavulu elimden alarak bagaja attı. ''Gel,'' diyerek olduğum yerden çekiştirdi beni. O şoför koltuğuna geçerken, bende yan koltuğa geçtim. Kemerimi takıp o da taktı mı diye bakarken o da bana bakıyordu. İkimizin de aynı şeye baktığını fark ederek gülümsedi. Ben gülümsemedim. ''Çalıştır, bakalım.'' Kafa sallayarak arabayı çalıştırmaya çalıştı. İlkinde falso verdi. Üzgün bir şekilde bana baktı. ''Tekrar dene.'' Demekle yetindim. Tekrar bastı, bir daha derken dördüncüde çalıştı. Sevinçle ellerini çırpıp arabayı ilerletmeye başladı. ''Araba susamış meğer, ben ne bileyim susamış mı? Acıkınca burada yanıyor lamba,'' eliyle benzin ibaresini gösterdi. ''Suyu bitince de gösterse ya, bende böyle yolda kalmasam.'' Gülümsedi kendi kendine. ''Ama iyi oldu böyle, bak seninle karşılaştım.'' Gülümseyerek bana döndü. ''Yola bak.'' ''Acemi değilim ya canım.'' Gördüm acemi olmadığını. F1 pilotu gibi kızsın maşallah. Camdan dışarıyı seyretmeye başladım. O ise konuşmaktan usanmıyordu. ''Asker değilsin, anladım. Ama neden yüzünü gizliyorsun?'' bıkkınlıkla yüzümü açtım. Bunu fark ederek hafifçe bana doğru eğildi. Araba sola çekerken, ''Dikkat et.'' Diyerek direksiyonu tuttum. İyi ki acemi değilsin amına koyayım. Hayretle ona baktım, aptal mısın der gibi de bakıyor olabilirdim. ''Ayy sen çok güzelmişsin! Ondan mı kapatıyorsun yüzünü? Nazar değmesin diye.'' Bir yüzüme bakıyordu bir yola. Aynı zamanda sırıtmayı da ihmal etmiyordu. Bal rengi gözleri parlıyordu adeta. Sabır dilercesine kafamı çevirip pencereyi indirdim. ''Nerelisin sen?'' diye sordu. Sizden, sen'e geçmiştik. Hadi bakalım. ''Ankara.'' Rüzgâr yüzümü yalarken şehir merkezine yaklaştığımızı fark ettim. ''Bende Adana.'' Dedi. ''Söyledin.'' Dedin kuru bir sesle. ''Ay, evet. Heyecandan unutmuşum.'' Cevap vermedim. Sessiz kaldım. Sessizlik istiyordum. ''Nereye gidiyorsun? Bırakayım seni.'' ''Fark etmez ama herhangi bir emlakçı olur.'' Dedim. ''Ne? Ne emlakçısı?'' ''Bildiğin emlakçı, ev falan alıyorsun, kiralıyorsun falan.'' Bıkkınlıkla ona döndüm. Kaşları çatılmıştı. ''Sen yeni mi geldin buralara?'' direksiyonu sola kırarak başka bir yola girdi. Halkın dolu olduğu bir sokağa girmiştik. ''Ever,'' dedim sakince. ''Asker değilsen madem ne diye karargâhın oradan geliyordun?'' sende çok meraklı çıktın. ''Ayrıca emlakçıyla falan uğraşma, benim evimde kalabilirsin. Bende ne zamandır ev arkadaşı istiyordum.'' ''Gerek yok.'' Dedim, hızla. Bir de onunla aynı evde ona maruz kalamazdım. ''Neden?'' diye sordu. ''Ben buraya atanalı bir yıl olacak, gerçekten çok yalnızım. Arkadaş olabilirdik.'' Dudaklarını büzdü. Araba yavaş yavaş durdu. Yol kenarına park etmişti. Ona baktım. ''Evde kedim var da. Mama almam gerek.'' Arabadan inip gözden kayboldu. Sıkıntıyla onu bekledim. Arabayı kurcaladım. Torpido da ıslak mendil, ruj çikolata ve güneş gözlüğü vardı. Güneşliğini açtım sonra. Arabanın ruhsatını alıp baktım. Başkada bir şey yoktu. Ben hiçbir şey olmamış gibi öylece otururken geri geldi. Arabayı çalıştırıp olduğumuz caddeden çıkarken tekrar konuşmaya başladı gözlerimi devirdim. ''Ee, sorularıma cevap alamadım.'' ''Cevap vermedim çünkü.'' ''Pek insan canlısı değilsin sanırım.'' Sesi düz çıkarken fazla mı ileri gittim diye düşündüm. Ama sadece düşündüm başka bir değişiklik olmadı. Boğazımı temizledim sertçe. ''İşim var bir süre buralarda. Onun için geldim ama acil geldiğim için kalacak yer ayarlayamadım. Karargâha da bir tanıdığı görmeye gittim.'' Yersen. Ama ye olur mu? Yüzüne baktım, yemiş gibi duruyordu. ''Anladım. Pek bir şey anlamadım ama anladım gibi de.'' Bende öyle düşünmüştüm. Üstelemedi daha fazla. ''Arkadaş sevmiyorsun pek, onu da anladım ama sana yardım etmek isterim gerçekten.'' Eliyle etrafı gösterdi. ''Buralar bazen tekin olmayabiliyor. Riskli bölge biliyorsun, sivillere falan musallat oluyorlar. Kız başına burada savunmasız, hele ki ailenden uzaktaysan.'' Ben her zaman aileme uzaktım ki. Bu benim için bir sorun değildi. ''Evet, zor olmalı.'' Mırıldanmamı duyup duymadığından emin değildim açıkçası. ''Benim evin karşısındaki daire boş. Ben senin de maddi yönden rahat etmen için ev arkadaşlığı teklif etmiştim fakat istemiyorsun, görüyorum.'' ''Evet,'' dedim, açıkça. Gülümsediğini hissettim. Ne çok gülüyordu öyle. Benim çenem yorulmuştu. ''O daireyi ayarlarım istersen, ev sahibimiz aynı. Görüşürüm, zaten kiracı arıyordu.'' ''Olur.'' Dedim düşünmeden. Düşünürsem kabul etmezdim. Keyifle bana döndü. ''Direkt bana sürüyorum o zaman.'' Cevap vermedim. Yol boyunca konuşmadım onunla. O ise ev sahibini arayıp, kiracı bulduğunu eve bakmaya geldiğimizi söyledi. Adam ise başka şehire gittiğini, yedek anahtarı alıp eve girebileceğimizi söylemişti. ''Hiç benimle görüşmeden evi vermesi saçma geldi biraz.'' Arabadan inip bagaja yöneldim. Araba bir siteye girmiş ve otoparkında durmuştu. Etrafa kısa bir göz attım. Ne çok yeni ne de çok eski diyebileceğim binalar mevcuttu. Kapıda güvenli kulübesi vardı ama içi boştu gördüğüm kadarıyla. ''Mustafa abi iyidir. Abi dediğime bakma, babayiğit bir adamdır.'' Yanıma geldi koştura koştura. Kendi bavulumu alırken onunkilere de yardım ettim. İki koca bavulu vardı. Biri arka koltuklardaydı. Bavulların hepsini gösterdiği binanın önüne çektim. Kapının şifresini girip geçmem için kapıyı tuttu. ''Asansörü çağır, ben arabada kalan ıvır zıvırları getireyim.'' Diyerek gözden kayboldu. Ben asansörü çağırma tuşuna basıp onu beklerken asansör gelmiş ve içine bavulları ittirmiştim. ''Kaçıncı kat?'' diye sordum, tekrar geldiğinde. ''Dört.'' Diyerek kat tuşuna bastı. Asansör hızla çıkarken gülümseyerek bakıyordu bana. Ben ise dümdüz bir ifadeyle onu izliyordum. Asansör durdu ve içinden çıkıp bavulları çektim peşinden. ''Burası benim daire.'' Diyerek yanaştığı kapıyı şıngır şıngır ses çıkaran bir anahtarla açtı. ''Orası da senin ama anahtar benim evde. Gel önce bir kahve içelim sonra bakarız.'' Almıştık başa belayı. Gidecek başka yerim olmadığı için itiraz etmedim. Bavulların hepsini içeri aldık. Botlarımı çıkarıp içeri girdim. Yabancısı olduğum bir aile sıcaklığı vardı evin içinde. ''Yabancı durma, gel.'' Diyerek çekiştirdi beni. Nasıl yabancı durmayım, daha tanışmadık bile. İçimden geçenleri duymuş gibi salonun ortasında durup bana döndü. ''Ay, biz daha tanışmadık bile. Ece, ben.'' Diyerek sarıldı. Şoktan tepki veremezken onun bu sıcakkanlılığına bir kez daha hayret ettim. Geri çekildi bir süre sonra. ''Bende, Asena.'' ''Memnun oldum, Asena. Gel şöyle otur dinlen sen, ben bize hızlıca kahve yapıp geliyorum.'' ''Kahve sevmem, boşuna yapma.'' Bej rengindeki geniş koltuğa oturdum. Duraksadı bir an, ''Tamam o zaman çay ikram edeyim.'' Dedi ve hızlıca gözden kayboldu. Etrafı inceledim kısa bir süre. Klasik bekar genç kız eviydi. Televizyon yoktu. Ben öyle boş boş otururken bir on dakika sonra elinde kupayla yanıma geldi. ''Kusura bakma, giderken her şeyi bitirip gitmiştim. Evde sadece sallama çay kalmış, buyur.'' Diyerek kupayı uzattı. Alırken, ''Önemli değil.'' Demekle yetindim. Sallamalardan ve dallamalardan nefret ederdim. Yanıma oturdu heyecanla. ''Ev eşyalı ama biraz eksikleri var. Mutfak için ben veririm sana eksiklerini sonra istersen alışverişe çıkarız. Bu arada ne kadar kalacaksın?'' diye sordu, kupayı dudaklarına götürürken. Omuz silktim. Bana kalsa artık bir dakika bile durmak istemiyordum. ''Belli değil, uzun bir süre gibi gözüküyor.'' Onaylayan bir ses çıkardı. Çaydan bir yudum aldım. ''Evde baza var ama üstüne yatak yok. Bende olsaydı verirdim ama ayarlayacağız artık bir yerden. Nevresimde veririm sana açılmamış paket olması lazımdı.'' Kafa salladım olumlu anlamda. Evde umurumda değildi, nevresimde. Öylece oturup evin eksiklerinden bahsederken ev sahibinin önce o evi gösterdiğini, kuzeye baktığı için kabul etmediğini, ışık alıp güneye baktığı için bu daireyi seçtiğini anlatmıştı. Ailesini, ne iş yaptığını. Hemşireydi. Biz öyle sohbet ederken daha doğrusu o konuşup ben dinlerken üzerime zıplayan kedi ile yerimde hopladım. ''Mırmırsu, annecim. Hani misafirlere atlamak yoktu.'' Beyaz tüylü, yeşil gözlü kedi miyav diye Ece'ye döndü. Ben ise sakince yerime oturdum. Bir kediden korkacak değildim elbette ama birden üstüme atlayınca şey olmuştum. Şey olmuştum işte, panik. Ece kediyi kucağına alıp beyaz tüylerini okşadı. ''Fazla alışkın değil farklı insanlara.'' Olumlu anlamda kafa salladım. Bir de kediyle oturup sohbet edecek değildim. ''Eve geçsem ben artık, gün bitmek üzere.'' Derdim günün bitmesi değildi. Derdim sadece yalnız kalmak isterdi. ''Olur, yarın da evdeyim ben. İstersen alışverişe çıkarız. Hatta dur ben sana yatacak temiz bir şeyler vereyim, koltukta uyursun. Burada uyu diyeceğim ama nedense içimden bir ses kabul etmeyeceğini söylüyor.'' Diyerek gülümsedi burukça. ''Evet, o yüzden eve geçeyim.'' Bana aldırmadan gözden kayboldu. Sonra elinde temiz paketli çarşaf. İnce bir yorgan ve yastıkla geldi. ''Teşekkür ederim.'' İnsanlığıma şaşırmış olacak ki dudakları aralandı. Onun bu boşluğundan faydalanıp kapıya ilerledim. Botlarımı yarım yamalak giyip daireden çıktım. Ellerine uzanıp bana verdiği eşyaları aldım. Anahtarı da uzattı. Dudağımın kenarıyla gülümser gibi yapıp, ''İyi geceler.'' Diyerek arkamı döndüm. O ise kapıyı kapatmadan içeri girmemi bekliyordu. Kendi evimin kapısını açıp içeri girdim o hala bana bakarken baş selamı verip kapıyı kapatan ben oldum. Gözlerimi bıkkınlıkla açıp oflayarak içeri girdim. Ellerim ışığı aradığında düğmeye bastım ama yanmadı. Hayıflandım kendi kendime. ''Çok güzel.'' Telefonun ışığını açtım. Etrafa kısa bir bakış attım. Karşı daireyle benzer eşyalar vardı. Telefonu öylece masaya koyup elimdekileri koltuğa bıraktım. Evin uzun süre havasız kalmasıyla oluşan koku çıksın diye pencereleri açıp havalandırdım. Hava kararmış, saat neredeyse dokuza geliyordu. Soğuk ve sert hava içeriye nüfuz ederken kapının tıklatılmasıyla durdum bir an. Ece mi diye düşünürken çoktan kapıya varmıştım. Kapıyı hışımla açtığımda karşımda görmeyi beklediğim, Ece idi. Alaca Timi değildi. Yüzüm açıktı. Onlar bana bakıyordu ben onlara. Dudaklarım benden bağımsız aralandı ve put gibi durmaya devam attım. Albay götümde trampet patlatacaktı, artık emindim. Ben emire itaat etsem de olmuyordu ki, illa benden bağımsız emire karşı çıkıyordum. Allah'ım sen şahitsin, ben değil onlar yaptı. Ne kadar öyle durduk bilmiyorum ama Serdar'ın sıvışarak öne çıkmaya çalışmasıyla arkadan bir el uzandı ona. Elin sahibi, Yüzbaşı Alparslan'dı. Serdar'ı fare gibi geriye fırlatırken çatık kaşlarla bana döndü. Yüzünde bariz belli olan şaşkınlık vardı. Boğazını temizledi ve arkaya doğru rastgele bir bakış attı. Dilim götüme kaçmış olsundu. "Benziyor mu lan ona?" Diye sordu, Nizami olduğunu tahmin ettiğim çocuk. Cıklama sesi geldi. "Boydan görsem anlayacağım olum, Komutanım izbandut gibi dikiliyor. Göremiyorum ki!" Güya fısıldaştıklarını sanıyorlardı ama herkes her şeyi duyuyordu. Yüzbaşı, Alparslan da. "Kesin çenenizi." Diye azarladı. Ardından bana döndü. Ben aslında yoktum ki, he he. "Asena Hanım." Yanlış adres kardeşim. "Yanlış adres." Diyecek olup kapıyı kapatacaktım ki elini kapıya bastırarak buna engel oldu. İmdat evimi haydutlar bastı. Bıkkınlıkla kapıyı geri açtım. Dudaklarımı emdim sabırla. "Asena değil bu kleopatra." Dedi, Serdar. ''Kapa çeneni!'' dedik aynı an da. Alparslan ile yani. Ardından yavaşça gözlerimiz buluştu. ''Neden geldiniz? Ne işiniz var burada? Ayrıca nasıl buldunuz beni.'' Götüme çip taktıklarını biliyordum. Askeriye bu kadar gelişmiş miydi? ''İçeri davet etmeyecek misin?'' Hayır, dememek için dilimi ısırıp büyük bir nefretle kapıyı sonuna kadar açtım. Kendi evimde bile tek başıma beş dakika geçiremeyecek miyim ben? Hepsi tek tek içeri girdi. ''Ayakkabılar, Asena ha-'' böldüm, Fatih'i. ''İçeride çıkarın, ev pis zaten.'' Dedim. Hepsi dediğimi yapıp içeride çıkardılar. Pisti ama ayakkabıyla girilecek kadar değil. Bende çıkarmıştım sonuçta. En son içeri Miran girerken ayakkabı çıkarma bahanesiyle yanımda oyalandı. ''Bende kalsaydın abla. Ne diye buraya geldin?'' ''Keyfimin kahyası olduğunu bilmiyordum.'' Fısıldamıştım bunu derken. Yüzüne dik dik bakıp çıkardığı ayakkabıları ayağımla kenara itmiştim. O içeri girerken peşinden bende girdim ama boyu o kadar uzundu ki gözükmüyordum bile. Sinirle ittirip önüne geçtim. Ters bakışlarım eşliğinde salona girdim. Kapıdan girince direkt geniş bir salon karşılıyordu. İki ayrı ebeveyn odası ve banyo mutfaktan ibaretti ev. Telefon ışığımın aydınlattığı salona baktılar önce. ''Işıklar yok mu?'' diye sordu, Yüzbaşı Alparslan. ''Vardı da romantizm olsun diye yakmadım.'' Diye hayıflandım. ''Küçükbaş,'' diye seslendi gözleri bendeyken. Telefonu ters çevirip tavana tutmuştum bu sayede tüm salon loş ışık altındaydı. ''Git şaltere bak.'' Derken arkasındaki tekli koltuğa oturdu. Ona garip garip baktım. O oturunca ritmik bir şekilde timde ki diğer üyelerde oturdu. ''Neden gelmiştiniz?'' bir ayağımı öne atarak kollarımı göğsümde kavuşturdum. O esnada ışıklar yandı. Işık gözümü alırken yüzümü buruşturdum. ''Oh be! Ruhum daralmıştı, ankastre var bende.'' Dedi, Serdar. ''Komutanım, o anksiyete olmasın?'' dedi, Miran. Sırtındaki yastığı çekip Miranın suratına vurdu, Serdar. Miran yediği darbeyle kafası geriye giderken eliyle yüzünü ovuşturdu. ''Sen her şeye karışma, dünkü bok.'' Serdar'ı sevmeye başlamıştım. Küçükbaş, ay aman Niyazi içeri girmişti. O da diğerlerinin yanına geçip oturduğunda, ''Siz neden üçlü koltuğa altı kişi sığmaya çalışıyorsunuz?'' diye, sordum. Fatif, Miran'ın kucağında oturuyordu resmen. ''Diğerine siz oturursunuz diye şey ettik.'' Dedi, Niyazi. Arkamdaki diğer üçlü koltuğa baktım. ''Kocaman koltuğa mı?'' sesim şaşkın çıkmıştı. Kafa salladılar ritmik bir şekilde. ''Saçmalamayın. Miranla Bukre, siz gelip şuraya oturun.'' Dememle Miran, Fatih'i kucağından ittirip yanıma geldi. O oturunca bende oturdum yanına. İsmiyle seslenmeme bile dört köşe olmuştu keyiften. Miranın kalktığı yere Fatih otururken, Serdar kalkıp geldi yanımıza. Gözlerimi devirdim. Şu an yüz ifademi hepsi görüyordu. ''Yok, sen buraya gel.'' Diyerek kalktı, Serdar. Kaşlarımı kaldırarak onu izledim. Alparslan da aynı şekilde ona bakıyordu dik dik. ''Kıpırdanma, kaşıkçı. Kırarım bacaklarını sürekli oturmak zorunda kalırsın.'' Panikle az önce oturduğu yere tekrar oturdu, Serdar. ''Aman komutanım, daha çok yol yapacak bu bacaklar. Lazım.'' ''Hangi karılara yol yapacak, Allah bilir. 'dedi, yanımda oturan Miran. Serdar el işaretiyle boynunu kesme işareti yaptı, Miran ise aldırmadı. Serdar'ın kalktığı yere Niyazı geçti. ''Bir daha sormayacağım.'' Diyerek konuya girdim. ''Hayırlı olsuna geldik.'' Dedi, Serdar. ''Ev için.'' ''Sadece beş dakika önce girdim içeri.'' Dedim. ''Derdiniz ne sizin? Hadi timini anlıyorum, eğlence arıyorlar. Siz?'' diyerek Alparslan'a baktım. ''Beni burada istemediğinizi biliyorum, anlaşamadığımız da ortada.'' Dizlerimin üzerine eğilip dirseklerimi dizlerime yaslandım. Bakışlarını sabit bir şekilde yüzümde dolaşıyordu. Ben ise ondan bir cevap bekliyordum. ''Albay gönderdi.'' Dedi, en son. ''Hepinizi mi?'' ''Evet. Sorun ne? İstemiyorsan gidebiliriz.'' ''Hayır ya,'' diye yükseldi, Serdar. Kolundan tutu geri oturtturdu, Yusuf. Yani dünkü, Teğmen. ''Yani, daha yeni geldik ya ondan. Ben çay içmeden kalkmam ayrıca. Akşam çayımı içmedim.'' Kafasını ovuşturdu yalandan. ''Bak migrenim tuttu yine. Neden kimse akşam çayımı getirmedi bu arada?'' diyerek time döndü. ''Komutanım, getirdim. Bu açık olmuş, bu koyu olmuş beni mi öldüreceksiniz diye hiçbirini beğenmediniz.'' Dedi, Miran. ''He öyle mi oldu.'' Diyerek köşeye pustu. Konu dikkatini çekmiş gibi Serdar'a döndü, Alparslan. ''Sen benim askerimi köle mi bildin?'' eliyle uzanıp Serdar'ın kulağına yapıştı. Parmaklarıyla ezerken Serdar'ın yüzü şekilden şekile girmişti. Acımıştım bu haline. İki üç saniye falan. ''Bırak çocuğu.'' Dedim. Benden beklemiyor olacak ki şaşkın bir ifade yerleşmişti yüzüne. Serdar'ı bırakıp oturuşunu düzeltti. ''Buraya sizi albay falan göndermedi, değil mi?'' ''Zekâ olarak gayet başarılı. Bence bizim time alalım.'' Diyen Mirandı. Ters bir bakış attım ona. Konuşmadım ama o ne demek istediğimi gayet iyi anladı. ''Albay göndermedi ama gözün üzerinde olsun dedi. Sende baktım gidiyorsun, göremeyeceğim kadar uzaktasın, bende görebileceğim yakınlığa geldim.'' Öyle mi dercesine kaşlarımı kaldırdım. Kafa salladı, öyle dercesine. ''E bi çayınızı içeri-'' Serdar ağzının koca bir el ile kapanmasıyla arkasına doğru bastırıldı. Yusuf elini o kadar çok bastırıyordu ki, nefes alıp almadığından emin değildim. ''Sokucam şimdi çayına.'' Dedi, Yusuf. ''Evde çay yok. Çok içmek istiyorsan bir koşu gidip alırsın demlersin bizde içeriz.'' Dedim. Evde suyun bile olup olmadığında şüpheliydim açıkçası. ''Evde neler eksik? Halledelim.'' Dedi, Alparslan. ''Gerek yok. Ben yarın hallederim. Aciliyeti yok.'' ''Olmaz, kalkın lan.'' Diyerek ayaklandı. Timdekiler de kalkınca bende onlarla kalktım. ''Gerek yok dedim. Bir kereden anlamıyor musunuz?'' diye de yükseliyordum bir yandan. Beni umursamadan odalara girmeye başladı. ''Hey!'' diye seslendim peşinden ona ayak uydururken. Yatak odası olduğunu tahmin ettiğim odaya girdi. ''İzinsiz giremezsin.'' Dedim ona doğru yaklaşırken. Benim odaya girmemi beklemeden geri çıktı. ''Yatak gerekli. Miran ve Fatih gidin yatak getirin.'' Diyerek diğer odaya girdi. ''Hatta iki tane getirdin. Çift kişilik olsun.'' Miran ve Fatih onaylayarak gözden kayboldular. Kapının kapanma sesi gelirken hışımla ona döndün. ''Kes şunu! Sizden yardım falan istemiyorum, hepsi benim de halledebileceğim şeyler.'' Beni yine umursamadı. Serdar ve Yusuf'a döndü. ''Sizde açık bir market bulun, ıvır zıvır ne varsa alın. Bir evde ne olması gerekiyorsa.'' Diye bastırdı sonuna doğru. ''Duydun mu Serdar? Evde olması gerekenler sadece, olmaması gerekenlerin hiçbirini getirmiyorsun.'' ''Bende buradayım!'' diyerek koluna yapıştım. Sinirden kafayı yiyecektim. Kendini ne sanıyordu bu? Ateş gibi birden hayatımın ortasına düşüp emirler veriyordu. Önce kolunu tutan sert elime, oradan da banan baktı. Çelik mavisi gözlerinde ne geçti bilmiyordum ama bana ilk defa yumuşak baktığını hissettim. Kendimi geri çekme isteğiyle dolup taşarken yanımıza Bukre geldi. Geldiklerinden beri hiç konuşmamıştı. Elimi usulca çektim ondan. ''Komutanım, bende temizliğe yardım edeyim diye düşündüm.'' Dedi, Bukre. Hemen karşı çıktım. ''Hayır, gerek yok. Ben yarın hallederim.'' ''İyi düşünmüşsün, Bukre.''dedi, Alparslan. Ardından bana döndü. Ben ise öfke dolu gözlerle ona bakıyordum. Bukre mutfağa girerken Niyazi geldi yanımıza. ''İlk defa boş kaldım, hay Allah.'' Deyip salak salak etrafa baktı. ''Küçükbaş! Yanıma gel.'' Diye seslendi Bukre. Söylene söylene gitti. ''Hay dilimi eşek arısı soksun ya! Geldim yaban gülü.'' Diyerek gözden kayboldu. ''Nereden geliyor bu cesaret. Sabah beni öldürmek ister gibi bakıyordunuz? Gerçi aynı duygular bende de mevcut.'' Bana aldırmadan üzerindeki ceketi çıkarıp salona ilerledi. ''Nasıl buldun bu evi? Karargâha uzak biraz.'' ''At mı kişniyor burada be adam!'' sesim haddinden fazla çıkarken mutfaktan da Bukre'nin bağırma sesi geldi. Bir şeyler kırılırken tekrar bağırmaya başladı. Onları duymamazlıktan geldim. Daha evim diye sahiplenmeden içine sıçmışlardı. Gözüyle süzdü beni önce. Sonra eliyle 'idare eder' gibi bir hareket yaptı. ''O kadar olmasa da boyun biraz daha uzun olsaydı belki.'' ''Ne?'' dedim anlamayarak. ''At mı kişniyor, diye sormadın mı?'' dedi, karşılık olarak. Çığlık atarcasına ofladım. Sinirle boynumda duran bandanayı kafamdan çıkardım. Artık buna ihtiyacım yoktu. Gören göreceğini görmüştü. ''Karargâhta kalmaya devam edebilirdin.'' Dedi. Ona cins cins bakarak koltuğa oturdum. O ise salonda dolaşıp eşyaları kurcalıyordu. ''Sizi daha fazla görmemek için gidiyorum, peşimden geliyorsunuz.'' Dedim, açık yüreklilikle. ''Niyazi!'' diye seslendi yine beni duymazdan gelerek. ''Komutanım,'' diye koşarak içeri girdi, Niyazi. ''Git yemek al. Acıktım.'' Niyazi kafasını salladı. ''Beni Bukre'nin gazabından kurtardınız. Allah tuttuğunuzu altın etin komutanım.'' ''Tamam uzatma, çabuk ol.'' Niyazi çıkıp giderken ayaklandım ve ona doğru yaklaştım. ''Ne yaptığını sanıyorsun sen? Evime destursuz girmeler, emir yağdırmalar falan. Beni yok sayıyorsun! Farkındaysan burası benim evim.'' Dedim üstüne basa basa. Ellerini ceplerine sokarak dibimde durdu. Geri adım atmadım. Benim göğüslerim onun gövdesine denk geliyordu ve aralarında bir karış mesafe vardı. Sertçe yutkunma hissimi bir kenara bıraktım. Çelik mavisi gözlerin kısarak baktı. Gözündeki kahverengi leke dikkatimi çekiyordu sürekli, bir türlü yüzüne odaklanamıyordum. İnce dudaklarını araladı nihayetinde. ''Yağmurdan kaçarsan, doluya tutulursun.'' Fısıldamıştı bunu. Kirpiklerimi kırpıştırdım. Ne demek istemişti, anlamamıştım. Dümdüz bakmaya devam ettim. Dudakları aralık dururken sıcak nefesi alnıma çarpıyordu. ''Seninle anlaşmak gibi bir derdim yok. Ben genelde savaşırım.'' Dedi. Güldüm yarımca. ''İnsanları darlayarak savaşa zorluyorsun.'' Ağzıyla onaylamaz bir ses çıkardı. Bunu yaparken üst dudağını emeceğini hesaba katmamıştım. Bu sefer yutkunamama engel olamamıştım. Ayrıca ne ara dibime girmişti bu yalı kazığı. Başını biraz daha eğdi bana doğru. Saçlarının alnına düşen tutamları hafif kıvırcıktı. Çene hatları o kadar belirgindi ki odağım yüzünden ve gözünden başka bir yere kaymıyordu. ''Dedim ya, anlaşmak gibi bir derdim yok. Bizde savaşırız işte ne güzel.'' Bu sefer onaylamayan ses benden çıktı. Ayrıca bu herifin nefesi neden nane kokuyordu. ''Benimle savaşanın sonu pek iyi olmuyor.'' ''Görüyorum,'' dedi anında. Üzerime doğru hareketliğinde geriye doğru gitmeye başladım. Usul usul adımlarla üzerime geliyordu. Hoşt be adam! Hoşt. (Roop Kumar Rathod- Maula Mere Maula, 4.48 saniyeden başlatırsanız süper olur.) Gözlerimin odağında sadece gözleri vardı. Sırtım camla birleşince vücudu vücuduma temas etti. Titrediğimi hissettim. Belindeki kemer göbeğime sürtüyordu. ''Neymiş gördüğün?'' diye sordum sesimi bulduğumda fakat fısıltıdan ibaretti. Ne yapıyorsun diye sormaya yemedi o an. Gülümser gibi oldu. Kafasını biraz daha eğdi bana. Saçları yanağıma değerken sol tarafıma doğru yaklaştı. Nefesi kulak ve boyun aramı yalayıp geçiyordu. Avuç içlerimin terlediğini hissettim ama ellerimi yumruk yaparak bu gerçeği reddettim. Dudaklarının kulak mememe değdiğini hissettiğim an bende bir şeyler koparak tuzla buz oldu. Gözlerim sakinlikle kapandı benden istemsiz. Kendimi cama biraz daha bastırdım delecek gibi. O ise daha fazla üstüme abanmak istiyor gibiydi. ''Öfke.'' Diye fısıldadı kılağıma. İşte bunun geleceğini gerçekten bilmiyordum. Az önce sakince kapanan gözlerim hızlıca açıldı. Ben ona refleksle dönerken o kafasını kulağımın dibinden çekmişti bile. Keyifle yüzüme baktı ve sonunda gülümsedi. Sen böyle gülersen bende Öfke mi kalırdı amına koyayım. Düşünceme zıt gelecek şekilde ittirdim sertçe. ''Ne saçmaladın amına koyayım ya!'' ne dediğimden bile haberim yoktu. Paniklemiştim. Al işte, bir emire itaatsizlik daha. Ben bir şey yapmıyordum ki! Kahretsin. Ellerim saçıma gitti. Örülü olan saçımı düzeltiyormuş gibi oldum, olmayan sakalımı kaşıdım. ''Gerçek Asena'yı görmek istiyorum, diyorum.'' Dedi. Asenasız kalın hepiniz. ''Kim olduğunu biliyorum, kıvranmana gerek yok. İki büklüm oldun iki dakika da.'' Götüm yanmıştı alev alev, ne iki büklümünden bahsediyordu bu? ''Ne saçmalıyorsun bilmiyorum ama evimden git hemen.'' Sesim tahmin ettiğimden de sert çıkmıştı. o sıra çalan kapı ile onu umursamadan kapıya ilerledim. Aynı anda mutfaktan çıkan Bukre'ye elimle dur işareti yaptım. Kapıyı açtığımda gördüğüm ikili Miran ve Fatihti. Koş gel oğlum, ablanı yiyecekler burada. ''Ne çabuk geldiniz siz?'' ''Gelmese miydik?'' diye sordu, Fatih. ''Yoo,'' dedi Miran hemen. ''Niye gelmeyecekmişiz?'' kuşkulu bakışlarıyla beni süzdü. Bir şeyler olduğunu anlamış gibiydi. Elimle geçin işareti yaptım. Geçmek yerine kenara yasladıkları çift kişilik iki yataktan birini alıp içeri soktu Miran. Diğerini de Fatih alırken, ''Bu saatte nereden buldunuz bunları?'' diye sormadan edemedim. İçeri giren Fatih cevap verdi. ''Elimiz kolumuz uzunda biraz.'' Arkalarından öylece bakakalırken kapıyı kapatmadığımı idrak ederek kapıyı kapattım ve peşlerinden içeri girdim. Onlar yatakları odalara götürmüştü direkt. Bir dakika sürmeden geri geldiler içeri. Ben ise Alparslan'ın yüzüne bile bakmıyordum. O da bu çok umurunda değilmiş gibi tekli koltuğa atmıştı kendini. Bir bacağı diğer bacağının üzerindeyken, sağ elini yumruk yapıp çenesinin altına koymuş bizi izliyordu. ''Uzun yıllar sınıf başkanlığı yapmış biri olarak söyleyebilirim ki bu ülkede bazı siyasi sıkıntılar mevcut. 'dedi, Fatih. Anlamaz gözlerle ona baktık. ''O niye lan?'' diye sordu, Miran. ''Pazarlık yaptık ya, adam bu ülkeden değil gibi geldi bana.'' ''Bana hiç öyle gelmedi,'' dedi Miran, koltuğa otururken. ''Sus lan, bana öyle geldi işte. Ben üniversitedeyken Marx okuyanlar Marksist, Hegel okuyanlar gavat bir terörist, Adam Smith okuyanlarda orospu çocuğu olurdu. Hiçbir şey okumayanlar ise ülkücü.'' Dedi. ''Ne alaka şimdi?'' diye sordum dayanamayarak. Şaşırdı benim sormama. Araya girdi Miran. ''Sen ne okudun?'' ''Hiçbir şey okumadım.'' Dedi. Alayla kaşları kalktı Miran'ın. ''Boş adamın tekisin olum.'' Dedi gülerken. ''Ama ülkücüyüm.'' Diye savunma yaptı, Fatih. Onlar sohbet ederken artık salmıştım çoğu şeyi. Beni az önce sıkıştırıp kimliğimi ifşa eden Alparslan'ı tamamen yok saydım. İçeriden Bukre de gelmiş onlarla sohbet ediyordu. Alparslan da onlara dahil olmuştu şaşırtıcı bir şekilde. Gittikleri bir operasyon üzerine konuşuyorlardı. İkinci kez zilin çalmasıyla bu sefer Bukre gitti kapıya. Benim de zaten kalkmaya niyetim yoktu. Ters ters Alparslan'ı kesmekle meşguldüm. İçeri on poşete yakın elleri dolu giren Yusuf ve Serdar ile şaşkınlık dolu bir nida döküldü dudaklarımdan. ''Bunlar ne? Marketi mi soydunuz?'' hayretle sormuştum bunu. Ama gerçekten hayretler içinde kalmıştım. Onlar poşetleri kenara bıraktı ben ise gidip poşetlere baktım bu kadar ne aldılar diye. Poşetten elbette ki yüzen ördek çıkmasını beklemiyordum. Doğrulup onlara gösterdim. ''Bu ne?'' Hepsi elimdeki ördeğe baktı şaşkınca. Yusuf'ta dahil. Ardından Serdar'a döndü. ''Ne ara aldın lan onu?'' omuz silkti Serdar. ''Belki küveti vardır, ne bileyim yüzdürür.'' Sabır çekti, Yusuf. ''Kaşıkçı,'' dedi, Alparslan. ''Onu sana sokarım.'' Onları umursamadan poşetleri biraz daha kurcaladım. Çıkan oklava ile bakıştım bi süre. ''Bu ne?'' dedim şaşkınca. Bu sefer Yusuf omuz silkti. Önüne attım. ''Bunu da sana sokar.'' Demeyi de ihmal etmemiştim. Biraz da diğer poşetlere baktım. ''Oğlum abuk subuk şeyler almayın demedi mi size?'' ayaklandığını hissettim, Alparslan'ın. Elime gelen garip paketi çıkardım. Bebek bezi. Gerçekten mi dercesine havaya kaldırdım paketi. Yusuf ile bakıştı Serdar. ''Hani kızmazdı.'' Dedi, Serdar koluyla Yusuf'u ittirirken. ''Kadınların özel günü oluyor ya-'' diyecek oldular. ''Bu bebek bezi.'' Dedim. Bıkkınlıkla bezi önlerine attım. Bir de yeni doğan almışlardı. Allah'ım sen bana sabır ver. Bunlar benimkilerden daha aptaldı. Yan yana gelmelerini hayal dahi edemiyordum, şaka gibiydi. Poşetten son olarak tıraş makinesi çıktı. ''Yok,'' dedim bıkkınlıkla. ''Siz şaka gibi değilsiniz, gerçeksiniz.'' Tıraş makinesini kutusuyla olduğu gibi poşetlerin üzerine bıraktım. ''Erkek arkadaşınız kullanır-'' ''Ne erkek arkadaşı? Erkek arkadaşı mı varmış? Sevgili olan erkek arkadaşı mı? Arkadaş olan erkek arkadaşı mı?'' diye olaya daldı, Miran. Elimle ensesine vurdum büyük bir sinirle. ''Sana ne oluyor lan. Koskoca kadın ister sevgilisi olur ister kocası.'' Diye araya girdi Fatih. Miran afallamış bir şekilde bir bana bir de diğerlerine baktı. ''Bir kişi daha boş konuşursa kafasını klozete sokarım.'' Alparslan'ın sesiyle sustu herkes. Nefesimi vererek poşetlerden uzaklaştım. ''Bu da ya bize sokuyor ya da bizi bir yere sokuyor. Anlamadım ki, fantezisi falan var herhalde.'' Dibime giren Serdar ile olduğum yerde sıçradım. Dediklerini bile yeni idrak edebilmiştim. ''Kaşıkçı, kaşırım seni.'' ''Kulakları da tilki gibi, hep bende. En çok beni duyuyor.'' Konuşmaya devam ediyordu, Serdar. Cesur'u anımsattı bana. Ahh, bok kokulu evladım benim. Yüzümü buruşturarak Serdar'dan ayrıldım. Bu hareketime aldırış etmeden dibime oturdu. Ya sabır çekerek önüme döndüm. Zil bir daha çaldı. ''Kerhaneye döndü evim.'' Cümlesi çıktı ağzımdan. ''Efendim?'' dediler hep bir ağızdan. Ağzım bir karış açılırken yediğim boku fark ettim. Sesli mi söylemiştim ben onu? Umurumda olmadı. Omuz silktim, ''Yabancı değilsiniz artık.'' Pişkin açıklamama kimse ses çıkarmadı. Fatih kalkıp kapıyı açtı. Ben ise benim evim değilmiş gibi oturuyordum. Gelen kişi Niyazi idi. Sonunda ekip tamamlanmıştı. Elinde bir sürü poşetle de o girince, ''Ne yapıyorsunuz siz Allah aşkına?'' hayıflandım. ''Ordu mu doyuracaksınız?'' ellerindeki poşeti masaya bıraktı Niyazi. ''Bizim tim orduya bedel, birazdan görürsünüz.'' Dedi. Timdekiler ayaklanıp masaya üşüşerek poşetleri açmaya başladı. ''Benim İskender'in sosunu bol koydurdun mu lan?'' dedi masaya yaklaşan Yusuf. ''Ustaya her şeyi bol koy dedim.'' Diye açıklama yaptı, Niyazi. ''Sığmayız biz buraya.'' Dedi, Bukre. ''Siz oturun, ben çıkayım.'' Dedim gergin çıkan sesimle. Artık bunlar çok olmaya başlamıştı. Bu durumdan hiç hoşnut değildim. Hoşnutsuzluğumu son derece yüzüme de yansıtıyordum ama üzerine alınan yoktu. Hepsi birbirinden yüzsüzdü maşallah. ''Siz bizi neden sevmediniz, ben anlamadım.'' Dedi, Fatih. Gözlerimi abartılı bir şekilde irileştirdim. ''Neden mi sevmedim?'' sevilecek bir yanınıza yok da o yüzden. ''Zorunda mıyım?'' diye de ekledim tek kaşım havaya kalkarken. Omuz silkti, Fatih. ''Siz birilerini zorunlu olduğunuzda mı sevebiliyorsunuz sadece?'' Sana ne oluyor Miran. Ağzının içini kocaman yemekle doldurup bana baktı tip bir şekilde. Diğerleri poşetlerden yemekleri çıkarırken masanın başında öylece dikilmeye devam ettim. ''Genelde kimseyi sevmeye çalışmam. Sizi de sevmeye niyetim yok.'' Dedim ukala bir tavırla. Yüzbaşı gözlerini kısarak bana baktı bende aynı şekilde karşılık verdim. Bugün buradan kan çıkacaktı ama hadi bakalım. Ortamı daha fazla germemek için kimse ses çıkarmadı. Masaya oturup çoktan yemeğini yine Serdar'a aldırmadan kafamı iki yana sallayarak yanlarından uzaklaştım. ''Asena Hanım, siz yemiyor musunuz?'' ''Hayır,'' dedim Bukre'ye. ''Olmaz, buyurun. Lütfen.'' Açtım ama onlarla yakınlık kurmak istemiyordum. Aynı sofrada yemek yemek benim için yakınlık başlangıcı gibi bir şeydi. ''Hadi,'' diyerek sandalye çekti kendi yanına. Masa küçük ve fazla sandalye olmadığı için diğerleri ayakta yiyordu. Yüzbaşı da dahil. Oturan kişiler Serdar, Bukre ve Yusuf'tu. Bende öylece uzaktan ısrarla bakan Bukre'ye daha fazla katlanamayıp yanına ilerledim. Güler yüzle ellerini sandalyeden çekerek oturmamı bekledi. Yüzbaşı, 'Ne oldu, tükürdüğünü yaladın' der gibi bakışlarına aldırmadan çatalımı sertçe İskender'e batırıp ağzıma götürdüm. Sanki bok yiyormuş gibi bir yüz ifadesiyle lokmamı çiğneye başladım. Aynı esnada Telefon sesi ile herkesin yemek yemesi durdu. Bende onlarla aynı şekilde dururken telefonu çalan kişi, Yüzbaşıydı. Elindeki paketi masaya bırakıp peçete işe ağzını temizledi hızlıca. Kaşları çatılırken arkasını döndü telefonu açarak. ''Efendim, Albayım.'' Albayım kelimesini duyduğum an daha çok dikkat kesildim ona. Sandalyede geriye giderek ayaklanıyordum ki konuşmaya devam etti. ''Tamam, komutanım. Çıkıyoruz hemen.'' Telefonu kapatıp bize döndü. Tim merakla ona bakıyordu. Bende öyle. Dudaklarını ıslattı gözü üzerimizde dolaşırken. ''Toparlanın, göreve.'' ''Beklediğimiz kişi mi?'' diye sordu, Yusuf. Yüzü gergin gözüküyordu. Kafa salladı yüzbaşı. ''Beklediğimiz kişi.'' ''Gidip alalım o zaman, misafir bekletilmeye gelmez.'' |
0% |