@esrarizim
|
© Tüm hakları saklıdır. Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim. <><><><><><> Bölüm Şarkıları Play With Fire- Sam Tinnesz, Yacht Money Way Down We Go- Kaleo Enemy- Tommee Profitt, Beacon Light Dangerous Woman- Ariana Grande I Wanna Be yours- Arctic Monkeys Radiaoactive- Imagine Dragons
<><><><><><><> 3 Kasım, 2020 – Şırnak Bir çatışmanın ortasındaydık. Gözlerimiz etrafımızda yanan ateşin dumanından dolayı yanıyordu. Öksürüklerimi tutmaya çalışarak siper aldım tekrar. Öfke timini ise göremiyordum. ''Öfke 2!'' diye, konuştum telsize. Cevap gelmedi. Kurşun sesleri bir an olsun susmazken tekrar bağırdım. ''Öfke 2!'' ''Komutanım, evde siviller var. Kapana kısıldık, içeri giremiyoruz. Öfke 3 konuşuyor duyuyor musunuz?'' ateş ettim. Son mermimi sıkmıştım. Dişlerimi sıktım sinirle. Tüm şarjörlerim bitmişti. ''Kaç kişiler? Biliniyor mu? Cevap ver, Öfke 3!'' telsizde anlayamadığım sesler oldu. Kimin konuştuğunu bile anlamazken sesler kesildi. Burnumdan sert bir nefes verdim. Gecenin kör karanlığında soğuk havaya karışan nefesim buhar olup burnuma vurdu. Nefesimin sıcaklığı burnumun ne kadar üşüdüğünü hissettirdi bana. Kenarına gizlendiğim derme çatma kümesten uzaklaştım ve hızla koşmaya başladım. Bacak aramdan geçen kurşunun üniformamı delme ihtimalini dahi umursamadım. ''Siktir!'' diye bağırdım anında. Bacağımda acı yoktu, devam ettim. ''Evde kaç sivil var, öğrenin!'' diye tekrar bağırdım comm'a basarak. Gelen patlama sesi ile aynı anda kendimi eski tip traktörün önüne attım. Birkaç kez yuvarlanıp dururken yavaşladığım an kendimi durdurarak dizlerimin üzerinde büyük tekerleğin oraya giderek pustum. Mermim yoktu ve elimde kullanabileceğim tek silah sadece yumruklarımdı. Ama karşımdaki düşmanda ise hala mermi vardı. Kafamı sıkıntıyla arkadaki sert tekere vurdum. Bir patlama sesi daha gelirken, ''Sikerler!'' diyerek olduğum yerden çıktım. Yanımdaki boş tarlaya doğru koşmaya başladım. ''Komutanım, evden birileri çıktı! Öfke 5 konuşuyor, evden birileri çıktı!'' dedi, Bilal. ''Sivil bunlar!'' diye bağıran Mert'in sesi aynı an da yakınlardan gelirken telsizden de duymuştum. ''Kaçıyorlar, komutanım! Siviller kaçıyor!'' garipsedim bu durumu. Bizden mi kaçıyorlardı? Türk Askerinden? Benim askerimden, benden? Bizden mi korkuyorlardı. Koşmayı bıraktım o an. Soluk soluğa kalmıştım. Çamurlaşmış tarlada açık hedeftim resmen. Tarlayı geçersem yola ulaşacaktım ve araca gidecektim. Sivilleri alabilmek için araca gitmem gerekiyordu. İçindeki yedek şarjörlerim bana yeterdi. ''Peşlerinden gidin! Dikkatimizi dağıtmak için bıraktılar.'' Biz onların peşine düşecektik, onlarda üstümüze daha çok çullanacaklardı. Unuttukları bir şey vardı. Sadece siviller için gelmemiştim ben. Sürünmeye başladım. Ağzım yüzüm çamur doluyordu ama umursamıyordum. Yaklaşık iki dakika sonra aracın yanında olacaktım. Sadece odaklanmalıydım. Almam gerekenleri alıp gidecektim. Fazlası olmayacaktı. Ne bir eksik ne bir fazla. ''Öfke 1! Sekiz kişiler bunlar. Daha fazla olmaları gerekiyordu.'' Dedi, Enver. Sürünmeye devam ederken konuştum. Soğuktan sertleşmiş çamurlar canımı acıtıyordu ama onları da umursamadım. Hedef istiyordum. Sadece hedef. ''Dışarı çıkan sivillere odaklanın! Şu an savunmasızlar. Öfke 2! Eve yaklaş.'' Diye emir verdim ayağıma takılan çamurlu taşı iterken. Soğuktan hem terliyor hem üşüyordum. ''Öfke 4, benimle gel. Öfke 3, arkadan dolanacağız biz. Ön cephe sende!'' ''Anlaşıldı, Komutanım.'' Diye bağırdı, Cesur ve Bahadır. Yola çıkmak üzereydim. Kenardaki kurumuş otların dikenlerine aldırmadan yukarı, yola doğru tırmandım. Tırnaklarımın içine kadar çamurdum. Öfkeye hırlayıp araca ulaştım. Direksiyona geçip aracı çalıştırdım ve gaza yüklendim. Sivilleri güvenli bölgeye almam gerekiyordu. ''Komutanım, eve son dört metre. Emrinizi bekliyoruz girmek için. 'dedi, Enver. Telsize doğru konuştum yan taraftaki patika yolda koşarak giden sivillere yaklaşmak üzereyken. ''Hayır, içeri girmek yok! Bubi tuzağı olabilir, tekrar ediyorum. Girmek yok! Sivillere yaklaştım önceliğimiz onlar.'' Arkaya doğru uzandım. Çantadan tek elle dolu şarjör çıkarırken tekrar konuştum. ''Evi patlatın! Sivillere yakınım.'' Dedim bağırarak. Şarjörümü taktım. ''Emredersiniz Komutanım!'' ''Komutanım, sivil ihbarı daha fazlaydı. Çocuklarında olması ger- '' aynı esnada gelen patlama sesi ile frene yüklendim. Araç acı bir çığlık atarak toprakta tekerlekleri kayarken durdu. Gözlerim irileşmiş vaziyette korkuyla etrafıma bakınırken nefes almayı dahi bıraktım. Gözüm, koşarak giden sivillere kaydı. Sivil sandıklarımıza. Sivil kıyafeti giymiş, şerefsiz teröristlere. Dudaklarım titrerken, ''Hayır,'' diye fısıldadım kendime. Elim direksiyondan düştü. Tüm sesler durdu benim için. Kulağımda yapay bir çınlama hissettim. Hayır, bu beynimin bir oyunuydu. Kafamdaki uyuşukluk artarken telsizden konuştu birisi. Kimin sesi ayırt bile edemedim. ''Komutanım?'' diyordu o ses. Sesi fazla sakindi. Bu cehennemin içinde fazla sakin çıkıyordu. Böyle sessiz olması gereken bizler değildik, onlardı. Kirpiklerim ağırlaşırken, ''Enver,'' dedim telsize doğru. Yutkunma geçti boğazımdan ama acı doluydu. Ağlamamak için kendimi tutarken hissedilen o yumrunun acısına benziyordu. Bir bıçak yarasından daha çok acı veriyordu. ''Evi kontrol et.'' Dedim, bana bile yabancı gelen sesimle. Korku ve tedirginlik damarlarımda dolaşmaya başladı o an. Bekledim birkaç dakika. Kimseden ses çıkmıyordu. Etrafıma bile bakmayı kestim, arkamı bile kontrol etmedim. Gelecek olanlar gelmeyecekti çünkü biliyordum. Bana bir ömür gibi gelen iki dakikanın ardından konuştu, Enver. Sertçe dudaklarımı birbirine bastırdım. ''Komutanım,'' dedi usulca. Anlamam gerekin ben anladım o da devam etmedi zaten. Sustuk yine tekrar. Sol gözümden bir yaş aktı içime kadar. Sağımdan aktı bu sefer. Elim kolum tutulmuş gibiydi. İçimde harlı bir ateş, içten dışa doğru kavurdu beni. Yandım yandım kül oldum o an. ''Altı çocuk.'' Dedi, Mert. Sesi kendi kendine konuşur gibiydi. ''Altı çocuk var, diyecektim.'' Sustu tekrar. Araçtan indim gözlerimi bile silme gereği duymadan. Seri adımlarla cehennemime, gidiyordum. Bir başdır düşünür bakar etikle estetik arasında. Bir mermidir yatar kalkar namluyla el tetik arasında. Aklıyla gönlünü okşar gönlüyle uyandırır aklını, Her an bir ölüye ağlar yaşamlarla betik arasında. Günümüz- Acı size öğreteceklerini bitirdiğinde sizi terk edecektir, derler. Benim ise hala öğreneceğim çok acı vardı. Adımlarım usul usul karargâha girerken yüzümü gizleme gereği duymuyordum artık. Bu zamana kadar hatamı her zaman kabul ettim ama bu benim hatam değildi. Yanından geçtiğim asker başıyla selam verdi. Buruk bir gülümseme peydah oldu dudaklarımda. Geçmişle şimdinin arasında sallandım bir an. Alışmıştım artık bu zehir hissine. Zehirliyordu bu his beni ama bir türlü de öldürmüyordu. Acısı ölümdü, öldürmüyordu. Albayın odasına girdiğimde dört döndüğünü gördüm. Sesi odanın dışına kadar geldiği için kapıyı çalmıştım fakat duymamıştı. En son pes ederek içeri girmiştim. Beni gören gözleri girişime aldırmadı bile. Kapıyı kapattım ne olduğunu anlamaz bir şekilde. Fazla hararetliydi ve sinirden küplere binmiş vaziyetteydi. Etrafta ise ne Alaca Timi vardı ne de Yürek. Dün, gelen telefon ile hepsi bir anda çıkıp gitmişlerdi. ''Acil kara ve hava desteği istiyorum, yirmi dakika içinde hazır olması gerek. Yerlerini tespit edemedik henüz.'' Durdu ve karşı tarafı dinledi, arada onaylayan sesler çıkarırken öylece ayakta onu dinlemeye başladım. Bir sorun vardı ve ortalık epey karışmışa benziyordu. ''Telsizlerden yanıt alamıyoruz, en son haber aldığımız yerde gözüküyorlar hala. Başlarına bir iş geldi, tuzaktı belki de. Tek amaçları bizi yanlış yönlendirmekti.'' Sesi duvarlara çarpıp aramızda parçalara ayrılıyordu. ''Anlıyorum,'' dedi kısaca. Beklediğini alamamanın verdiği bir sessizlikti bu. Ardından konuşmayı bitiren mırıltılardan sonra kapattı telefonu. ''Bir sorun mu var, Albayım?'' telefonu sertçe masaya bırakırken iki elini de yumruk yaparak masaya dayadı kollarını. Omuzları çaresizlikle düşerken ciddiyetle baktım albaya. Gerçekten ciddi bir sorun vardı fakat istediği çözüm yollarını elde edememişti. ''Var, Asena. Hem de büyük bir sorun var.'' ''Nedir?'' diye, sordum büyük bir merakla. ''Yardım edebile-'' sözümü böldü sert sesiyle. ''Bana yardım edebilecek tek kişi, Yarbaydı.'' Sustu tekrar. Bu konuda konuşmak istemiyor gibiydi fakat aralarında iyi bir konuşmanın geçmediğini anlamıştım. İçimden bir ses sorunun Alaca timi ve Yürek timiyle alakalı olduğunu söylüyordu. ''Yine de elimden bir şey gelecekse ben hazırım.'' Dedim. Vatanım için her zaman hazırdım. Zorda olan, yardıma muhtaç olan herkes için daima hazırdım. Nefes istiyorsa nefes, can istiyorsa can olurdum. Ben her zaman bir yolunu bulur bu bayrak uğruna feda olurdum. Kafasını iki yana salladı olumsuz anlamda. ''Seni de cehenneme gönderemem göz göre göre.'' Olduğu yerde büyük bir nefes vererek doğruldu ve sırtını bana döndü. ''Alaca ve Yürek timinden haber alınamıyor. İkisi de görev için farklı yerdeler. Aynı an da ikisiyle de irtibatımız kesildi. Yaklaşık üç saattir haber alamıyoruz.'' Beni cehenneme göndermek istemiyordu lakin bana cehennemin ip uçlarını veriyordu. Biraz daha yaklaştım masaya doğru. ''Yarbay hangi konuda yardımcı olmadı?'' diye sordum haddimi aştığımı düşünürken ama bunu da umursamadım her şey de olduğu gibi. Camdan dışarıyı seyrederken cevap verdi. "Çocuklarımın yerini tespit edene kadar hava ve kara desteği istedim, onaylamadı.'' Göremeyeceğini bilsem de onaylar tonda kafa salladım. Alt dudağımı ağzımın içine yuvarlarken aklımdan geçen şeyi söyleyip söylememe arasında kararsız kalmıştım. Fazla düşünme, dedim kendime. Fazla düşünürsen vazgeçersin. Benim görevim bu değildi, operasyon için buradaydım fakat kanım kaynamıştı bir kere. Anlık bir duraksamayla, ''Operasyonun her detayına dahil miyim?'' diye sordum. Konuyla alakasız soruma şaşırdı başta. Omzunun üzerinden kafası bana dönerken, ''Evet,'' diyerek şüpheyle beni süzdü. Sonra da ''Hayır,'' dedi ne demek istediğimi anlamış gibi. Beklenti ile ona yaklaştım birkaç adımda. Tüm vücudu bana döndü bu sefer. Gözlerini bir şahin gibi kısmış beni kıskacına almıştı. ''Neden?'' diye sorma gereği hissettim. Nezaketen onay istediğimi bilmese de olurdu. Hiçbir zaman uslu olmamıştım. Bu uslu olmayan hallerim her zaman beni bir felakete sürüklemişte olsa, ben bendim. Her zaman aynıydım. Değişmeyen, gitmeyen, pes etmeyen her zamanki o Asena'ydım. Ve böyle olmayı da canı gönülden seviyordum. ''Emirler benim için geçerli değildi hani?'' Dedim, gözlerimi kısıp ciddiyetle. Beni mi oyalıyorlardı üç beş boş sözle. Olduğum yerde kıpırdandım huzursuzca. Beni ciddiye alsınlar istiyordum. Onlar için sadece eski bir Asker olarak kalamazdım. ''Hayır dedim, Asena.'' Dişlerini sıkarken hala sıkıntılı bakışları üzerimdeydi. Madem güzellikle olmuyordu, ''Peki.'' Diyerek kapıya yöneldim. ''Benim çalışabileceğim bir ortam gerekli. Bir de bilgisayar gibi gereçler." Durup düşünür gibi yaptım. "Ayrıca bir de salon istiyorum, bir de ufak işlerim için rütbesiz bir asker ayarlarsanız çok memnu olurum. Bahçede bekliyor olacağım.'' Bu ani fikir değişimine kuşkuyla baksa da ''Tamam, gönderirim birazdan.'' Diyerek onaylarken kısa bir bakış attı yüzüme. "Rahat dur, Asena. O aklından neler geçiyor biliyorum." Dedi, ben kapıyı aralayıp dışarı çıkmışken. Kapının arasına kafamı sokarak gülümsedim ve ardından kafamı geri çıkarıp kapıyı kapattım. Kurt saldırmaya karar vermişse ne sürüyü hesaba katar ne de çobanı. Yaklaşık bir saat sonra tüm istediklerim önüme serilmişken yeni yeni idrak ediyordum bazı şeyleri. Albay bana karşı çıkmamıştı ama ne yapacağımı gayet iyi biliyordu. İstediklerimi de yapmama izin vermişti çünkü göz boyama işlerimi halledip gideceğim zamanı bekliyordu. Birbirimizle sözlü olmadan anlaşmıştık. Şimdi ise bilgisayar üzerinden kurduğum sistem ile şebekeleri taramıştım. Birkaç ufak hatalı yer tespiti sonrasında en son bulduğum sinyal üzerine yoğunlaştım. Harita üzerinden tarama yaptım. Şayet, albayın da tahmin ettiği gibi zor durumdalarsa ki, görünen o. Yakın çevrede iki köy vardı. Birisi yirmi beş kilometre, diğeri ise kırk altı. Uzakta olana gitmek için yakın olandan geçmek gerekiyordu. Tek bir şansımız vardı. Tahminlerimin yanlış çıkmaması için tek planla iki oyun kurmam gerekiyordu. Ama tek başıma. Omzumun üzerinden askere baktım. Bu sürekli beni uyandırmaya gelen askerdi. Sonunda ismini öğrenmiştim. Ali. ''Ali sana gitmeni söyledim.'' Köyün girişine kadar Ali ile gelmiştim ama bir türlü tek gitmemem konusunda ısrarcıydı. ''Albayımdan gizli geldik. Sizinle çıktım, tek giremem.'' Dedi, saygıyla bana değil karşıya bakarken. Ofladım sinirle. ''Tamam git ve beni çarşıda bekle. Beraber gireriz içeri.'' ''Olmaz.'' Dedi büyük bir inatla. ''Yine niye olmaz oğlum? Delirtme adamı!'' diye çıkıştım. Omuz silkti arsızca. ''Sizi tek başınıza burada bırakamam, tehlikeli bir köy burası.'' Yaklaşıp yakasına yapıştım öfkeyle. Yeşil gözlerinde ufak bir korku yokken inatla gözlerimin içine baktı. Ellerini kaldırıp bana temasta dahi bulunmaması beni bozguna uğratırken yaptığım şeyin fazla olduğunu düşünüp sertçe ittirerek bıraktım onu. "Tamam, burada bekle. İşimi halledip döneceğim." Ondan onay beklerken öylece durarak bakmaya devam etti. "Hasbinallah!" Diye sinirle kafamı çevirdim. Beni akıllısı bulması için delirmem mi gerekiyordu? Daha ne kadar delirecektim? Onu orada bırakıp koşar adımlarla köyün girişine iyice yaklaştım. Toprak yolun ilerisinde bir köy evi görürken yüzümü puşiyle tamamen sarmıştım. Elimi kolumu sallayarak, tabiri caizse dal taşşak giriyordum köye. Bu köyün riskli bir köy olduğunu elbette biliyordum. Yağmacı, halktan uzak örgüt yanlısı bir köydü. Boynumda ki kamera ile asıl benliğimi saklarken etrafa göz attım kısaca. Sırasıyla üç ev yana yana dururken hafif dağlık tepenin engebesine aldırmadan konulmuş tek eve baktım. Orası olduğu gibi dikkatimi çekmişti ama işimi titiz yapmalıydım. Dikkat çekmeme gerekiyordu. Çekersem... gerisi yoktu işte çekmemem gerekiyordu. Sırtımdaki ufak çantaya tutundum gergince. Adımlarım yavaşlarken izleniyormuş hissi ile arkamı döndüm. Önünden geçtiğim evin penceresinden bakan bir çift göz ile duraksar gibi olsamda ilerlemeye devam ettim. Biraz daha ilerlediğim de o tepedeki dikkatimi çeken eve yaklaşmıştım. Köyün içine iyice girdiğimden dolayı fark ediyordum ki etrafta pek ses yoktu. "Hûn ke ne?" (Sen kimsin?) Duyduğum sesle durdum. "Tu tirk î?" (Türk müsün?) Usulca arkamı döndüğümde bana doğrultulmuş bir keleş görmeyi beklemiyordum tabii ki. Silahsız ben ile tatlı bir münakaşa yaşadım içimde. Sahtelik akan korku dolu sesimle, "Na ez ne ji vir im." (Hayır buralı değilim) dedim. Ellerimi istemsiz yukarı kaldırmış bir vaziyette karşımda bana bakan piçe rol kesiyordum. Düzelttim sonra kendimi. "Ez ne tirk im." (Ben Türk değilim) Allah korusun. Eğer sağlam dönersem uluma fikrimi aklımın bir köşesine not ettim. Yüzü tıpkı benim gibi puşiyle gizliydi. Üzerinde bilindik, onlara ait olan o kıyafetler vardı. Ben bir orospu çocuğuyum, kıyafeti. Elindeki keleş direkt kalbime doğru tutuyordu. Alıp götüne sokmanın hayaliyle yanıp tutuştum. "We deme tu kî yî?" (Kimsin o zaman?) Celladın. Kara gözleri arsızca süzdü bedenimi. Rahatsızlığımı belli etmedim. "Rûye xwe veke!" (Yüzünü aç!) diye emretti. Sağ elim yüzüme giderken ani bir refleks ile silah tutan eline tekme atarak dengesini bozdum. O ise son anda yapacağım şeyi anlamış gibi havaya ateş etmişti. Tekme atmasam bana edecekti. Keleşin ucu yukarı döndüğünde karnına bir tekme daha savurmuştum. O acıyla sendelerken koluna dirseğimi geçirip keleşi elinden aldım. Bu sefer namlunun ucunda o vardı. "Bedeng be," (sessiz ol). Dedim ve ekledim keleşin ucunu çenesine bastırırken. "Eger tu dixwazî bijî." (Eğer yaşamak istiyorsan) Çenesini dik bir vaziyette namluyu ona bastırırken gözümle evin arkasını işaret ettim. O geri geri yürürken ben namluyu bir an olsun çenesinden ayırmadım. Kaçma girişiminde bulunduğu o milimlik saniyede onu yok ederdim. Bunun bilinciyle dediğimi yaptı ve sessizce evin arkasına ilerledik. Evin arka tarafında kömürlük gibi yere inen merdivenleri fark ederek duraksadım. "Pişta xwe bizivirîne!" (Arkanı dön!) Diye emrettim. Dediğimi yaptı. "Güzel." Diye mırıldandım bu sefer Türkçe bir şekilde. "Çok güzel." Sonra beklemedim. Kafasını önümde ki evin duvarına sertçe geçirdim. Bir daha, bir daha. "Türkçe konuşacağım ve sen de anlayacaksın!" Yüzüne tükürürcesine konuşurken boynunu sıkıyordum. "Ez fem nakim." (Anlamıyorum) "Ağzına kurşunları doldurduğumda anlarsın." Bir yumruk atıp savurdum yere. Yakasından tutup tekrar kaldırıp duvara yaslandım. "Konuş, askerler nerede tutuluyor?" Ağlamaklı bir ifadeyle, "Ez nizanim." Kafasından kanlar sızarken hala bayılmamıştı. Gözleri odağını kaybederken elimi üzerinden çektim ve yere yığıldı. Onun bu haline keyifle sırıtırken belimdeki kemeri çıkardım. Boğazına geçirip sonuna kadar sıktırırken o haliyle bile altımda kıpırdanmaya başladı. "Söyle!" Daha çok abandım. Kemer yetmiyordu onu parçalamak istiyordum. Ayakları yerdeki toprağa sürtünürken baskımı devam ettiriyordum. "Ew çûn." Dedi zar zor. Kemeri gevşetir ki gibi oldum. Sahte umutlar bahşettim ona. "Bu-burada ," öksürdü birkaç kere. "Kimse yok." Derin derin nefesler almaya başladı. "Yap-ma." Diyecek oldu. Genelde pek söz dinlemem canım. Yanlış insan tercihi. Kemerin boştaki ucuyla onu yukarı çekip kafasını sertçe yere vurdum. O değilde boğulmaktan değil beyin kanamasından geberecekti. "Nereye gittiler?" "Bil-" kafasını bir daha vurdum. Yüzünü acıyla buruşturacak hali bile yoktu. "Tek cevap hakkın var! Her bilmiyorum dediğinde bir uzvunu parçalarım!" Öfkeyle soludum. Kafasını bir kere daha vurdum. "Es-eski bir tapınak vardır." Tek solukta söylemeye çalıştığı şeyle durdum. Kemerin ucundan çekip yüzünü yüzüme yaklaştırdım. Tek gördüğü öfkeyle bezenmiş katran karası gözlerimdi. "Devam et," eli, boğazını sıktığım elime değerek bileklerimi tutmaya çalıştı. Karşı gelecek gücünün olduğunu sanması ne acıydı. "Oraya git-gittiler." "Askerleri oraya mı götürdüler? Nerede bu tapınak?" Son kez teyit istedim. Kafa sallamaya çalıştı. "He," dedi kafasını kaldırmaya çalışarak. "Ku-kuleli köyündedir." Alacağımı almış olmanım keyfiyle gülümsedim. "Bak," dedim sevecen bir ses ile. "İstediğinde nasıl da bülbül gibi şakıyorsun." Kafasını bir daha yere son kez vurarak kemeri tekrar sıktırdım ve boğazına baskı yapmadan önce, "Ama bunu iltifat olarak anlama, bok gibi olan sesini keseceğim şimdi." Son söylediklerim bu olurken gözümü bürüyen öfkeyle boğdum onu. Gücümle baş edemeyip elleri bileklerimden düşerken iyice öldüğünden emin olmak için sıkmaya devam ettim. Sanki bir kişiyle değil bin kişiyle savaşıyordum, içimdeki o kayıp öfkeyi yeniden bulmuştum. "Orospu çocuğu!" Söverek üzerinden kalktım. Boynundan kemerimi çıkarıp tekrar belime taktım. Ardından fotoğrafını çektim. Anı olsun diyeydi. "Sizi kolay gebertmekten hiç zevk almıyorum ama acelem var." Eğilerek yakasından tuttum. Tek elimle az önce gördüğüm merdivenlere doğru çektim. "Özür dilerim, götüne bomba sokmadığım için çünkü bombam yok." Kendi kendime güldüm deli gibi. Ayağımla merdivenlerin başından ittirdim. Un çuvalı gibi merdivenden yuvarlanıp demir kapıya çarparak gür bir ses çıkardı. Keleşi alarak sırtımı duvara yasladım. O şekilde sürtünerek evin yan tarafına baktım kafamı duvardan uzaklaştırarak. Cellat ensemde usul usul dolanırken ben cehennemde tavla atıyordum şeytanla. Şeytan bendim bu arada. Etrafta gerçekten kimsenin olmadığını fark ederken sindiğim duvar dibinden çıktım. Koşar adımlarla diğer evin arkasına geçerek az önce dikkatimi çeken eve doğru ilerlemeye başladım. Kutu gibi bir evdi. Diğerlerine asla benzememesi dikkatimi daha çok çekerken kapının birden açılmasıyla durdum. Bir bitmediniz amına koyayım. "Hûn ke ne?" (Sen kimsin?) insanın azrailini tanımaması ne kötüydü. "Hançerim yok, idare et." Keleşi ona doğrultup ateş ettiğimde dediklerimi idrak etmesine bile zaman tanımayacak hızda yapmıştım. Alnının ortasına yediği mermiyle görsel şölenime uzaktan bakmayı kesip ona yaklaştım. Açtığı kapının önüne yığılmıştı. Üzerine basarak içeri girdim. Dışarıdan gördüğüm gibiydi kutuya benziyordu. Başka hiçbir odası yoktu. Duvarda gördüğüm kan izleri aklıma olur olmadık sahneleri getirirken olmaması içinde dua ettim. Yerde taze olduğu belli olan kan damlaları ile sertçe yutkundum. Bu küçücük yerde hiçbir şey yoktu. Kan izleri onların burada olduğunu doğrular nitelikteydi. Tek bir plan ile iki yola girmem gerekiyordu. Ama ben yola gitmezdim. Plan yapmayı da sevmezdim. Gerçek her zamam görünmek isteyendir. Ararsan bulamazdın. Evden çıktım. O bahsettiği tapınağa nasıl gideceğimi çok iyi biliyordum. Hızla geldiğim yöne gitmeye başladım. Ali olduğu yerde beni bekliyordu ve gerçekten gitmemişti. Boynumdaki keleşi çıkarıp elime aldım. Ali'nin şaşkın bakışlarına aldırmadan arabaya bindim. Askeri yerine sivil bir araç ayarlatmıştım. Ali, şaşkınlığını üzerinden atarken öylece dikilmeyi bırakıp direksiyona geçti. "İyi misiniz?" Diye sordu çattığı kaşlarıyla halimden bir şeyler anlamayı umarak. "Ne görüyorsun, Ali?" Gözlerimi kısarak ona döndüm. Bana baktı gerçekten de. "İyisiniz." Kafa salladım. "Ya." Dedim a harfini uzatarak. "Çok iyiyim." Boynumda asılı duran kamerayı çıkarıp arka koltuğa attım. Koltukta duran diğer büyük çantayı açarak içinden çelik yeleğimi çıkardım. Ali ise bir gözüyle yola bir gözüyle bana bakıyordu. "Ali, kaza yaparsak çelik yelek bana hiçbir fayda sağlamaz. Biliyorsun değil mi?" "Ha?" Derken ona aldırış etmedim. Yüzümdeki puşiyi indirip temiz bir nefes almak istedim. Yeleği giyip ceplerine karargahdan arakladığım tabanca ve iki el bombasını yerleştirdim. "Onları nereden buldunuz?" "Sürpriz yumurtadan." Dedim ters bir şekilde. Benimle konuşamayacağını anlayarak sustu ve önüne döndü nihayetinde. "Kuleli köyüne götür beni." Dedim. Hızlıca bana döndü. Tekrar anlamayarak önüne dönerken, "Nereye gittiğinizin farkında mısınız?" Şaşkınlık akıyordu sesinden ama aldırmadım. "Ali, işime karışmayı kes ve sür sadece. Olur mu? Askerliğini tehlikeye atmak için güzel bir gün olsa gerek." Küçük çaplı tehdidime aldırış edecek gibi değildi. İnatla gözlerime bakıp sessizce önüne döndü. Belkide öyle bir şeyi yapacak vasıfta olmadığımı bilmenin verdiği bir rahatlıktı bu. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra patika yolda durdurdum, Ali'yi. Puşimi tekrar yüzüme geçirdim. "Buradan sonra tek başınıza devam etmeniz çok riskli." "Kablo gördüm." Kapıyı açarak arabadan indim. Peşimden beni takip ederken elime tabancamı almıştım. Ali, benimle birlikte kabloya doğru yaklaşırken önümüzde serilen girintili çıkıntılı küçük dağlara baktım uzaktan. Çıplak gözle idrak edemediğim birçok şeyin varlığı kuşkumu tetikliyordu. "Bundan sonra senin yolun yok." "Sizi yalnız bırakamam." Dedi tekrar inada bindirirken. Baygın bakışlarımı çevirdim ona. Gerçekten artık sabrımı sınıyordu. Nefret ediyordum sözüme karşı gelinmesinden! Sen asker değilsin artık, boşuna sinirlenme. Bıkkınlıkla derin bir nefes alıp verdim. "Ali, o keleşi alıp sana sokmamı istemiyorsan o keleşi al ve buradan siktir olup git!" Kirpiklerini kapatıp açtı birkaç kere. "Sen silahsız bir askersin, sana buradan gitmen için bir silah veriyorum. Peşimden gelmen için değil." Dedikten sonra gözümle arabaya işaret ettim. Onu asla peşimden sürüklemeyecektim. Ben yarınlarım yokmuş gibi yaşarken onun önünde serili bir ömür vardı. Ali dediğimi yapıp usulca arabaya geçti ama tip bakışlarını üzerimden asla çekmedi. Gözleri gözlerime kenetliyken arabayı çalıştırdı. Motor sesi aramızda ki tek ses olurken vitesi r ye takarak olduğum yerden uzaklaştı. Yolun geniş bir alanına gelirken manevra yaparak döndü ve artık düz gitmeye başladı. O gözden kaybolup gerisinde sadece tozları bırakırken ardından bakmayı kesip önüme döndüm. Kablo birkaç taşın altından geçip gözden kayboluyordu. Yolda gergince patlamayı bekleyen kabloya baktım tiksinircesine. Önüme, hiç bilmediğim yola baktım; geleceğime. Bir de arkamı dönüp, her gün peşimdeymiş gibi olan geçmişime. Bir yolun ortasındaydım. Gelecek beni bilmiyor, geçmiş ise artık beni tanımıyordu. <><><><><><> Yaklaşık dört saattir pustuğum yerde öylece hareketsiz bekliyordum. Uzun gözlemlerim sonucu söyleyebilirdim ki elli kişiden fazlalardı. Ve karşılarında silahsız bir Asena vardı. Havanın kararmasına yaklaşık iki saat vardı. Mezar odalı şeklinde olmak üzere beş doğal mağara vardı. Her birinin içine on kişinin sığabileceği büyüklükte olduğunu varsaymakla birlikte sayılarını tahmin etmiştim. Nöbet tutan kişilerle sayıları elliyi geçiyordu. Cebimdeki SAR9x' i çıkarıp şarjörünü kontrol etdip susturucu yerleştirdim. On beş mermim ve yedek şarjörümle asla ıskalamam gerekiyordu. Tabii onların beni ıskalama ihtimaline duacı olarak. Silahı tekrar beli yerleştirdim. Aramızda yüz metrelik mesafe vardı. Puşimi iyice yüzüme çekerek kapattım. Sadece gözlerim açık kalırken artık nefes almak benim için daha zordu. O şerefsizin söylediği gibi buradalardı. Aynı bölgede bahsettiği tapınağın ise izleri vardı. Bulmam kolay olmuştu ama bu kolaylığın sebebi kalabalık olmalarına bağlıydı. Bu şekilde daha uzağa ve daha iyi bir yere saklanamazlardı. Üstelik yanlarında yedi tane asker varken. Albaydan enteresan bir biçimde telefon dahi almamıştım. Beni kendi halime bu kadar çabuk bırakması tedirgin ediyordu ama asıl istediğinin de bu olduğunu biliyordum. Benim kaybedecek bir şeyim yoktu, onların aksine. Askerlerimizin aksine. Ben bu dünyaya yok etmek için geldiğimi sanırken aslında yok olmak için geldiğini unutanlardandım. Sıramı bekliyordum bir köşede. Ölüm bana gelmese de ben ona çıkan her yola girerdim. Korkmuyordum ölmekten veya ölümden. İkisi benim için farklı şeylerdi. Ölmekten korkmuyordum çünkü ben öldükten sonra bu dünyada bunu bilmeyecektim. İnsanın bu dünyada öldüğünü bilmemesi biz kullara yapılmış olan bir haksızlık mıydı? Yoksa iyilik miydi? Yaşanabilir miydi bu gerçekliğin acısıyla? Ben yaşadım. Ben hep öyle yaşadım. Hiçbir şeyi kaybetmekten korkmadım, kendim de dahil. Bu zamana kadar her zaman fark edilmeyi, birilerinin merak ettiği o kişi olmak istedim. Telefonları açmadığımda, Asena o; ona bir şey olmaz denildi her zaman. Evet, bana bir şey olmazdı. Merak edilmek için birilerinin hayatında anlamlı kalabilmek için birçok kez kendimi feda etmiştim. 'En zor savaş kafanda bildiklerinle kalbinde hissettiklerin arasındadır' der, Cemal Süreya. Ben böyle yaşadım, böyle yaşamaya çalıştım. Bir gün rüzgâr sert esti, Şeytan fısıldadı kulağıma. ''Fırtınayı durdurabilecek kadar güçlü değilsin.'' Aynı şekilde Şeytanın kulağına fısıldadım, ''Ben fırtınayım.'' O günden beri rüzgarımdan, fırtınamdan ne de gürlememden kaçabilen oldu. Bugün de aynısı olacaktı. Gerekirse o fırtına bugün dinecekti ama yine son görevim olarak etrafını toza dumana katacaktım. Gururla, aşağıda aralarında gülüp eğlenen şerefsizlere baktım. Etrafta Alaca timine ait bir şey göremiyordum ama burada olduklarına emindim. İki tane vatansız piç bir mağaranın önünde ellerinde keleş ile nöbet tutuyorlardı. Önleri boştu. Tenha da gözüken o taştan mağaralardan biriydi. Çarpık bir şekilde önlerinde ilerleyen aynısından dört tane daha vardı. Her biri bir diğerine girip çıkarken ortalık sakinleşmeye başlamıştı. Pencereden dumanlar sızarken yemek yediklerini düşündüm. Yemeklerinin üstüne mermi tatlısı iyi giderdi. Gözüm, tepesinde olduğum kayalığın boşluğundan bir yere takıldı. Onlardan birini gördüm. İşiyordu pezevenk. Aklıma gelen düşünceyi onaydan geçirmeden kenardan küçük bir taşın üzerine atlayıp oradan tam omuzlarına doğru sarkıttım kendimi. O daha neyin ne olduğunu anlamazken silahı çıkarıp tepesini deldim. Küçük kulak uğuldatan ses aramızda kalırken yere yığıldı. Ani refleksle ayaklarım yere yaklaştığı an bacaklarımı ondan çekerek uzaklaştım. Aleti gözümün önündeyken aldırmadan onu büyük kayanın kuytu köşesine çektim. Kafasından sızan kanları ulu ortada akmasına müsaade edemezdim. Üzerindeki kıyafetleri çıkardım hızlıca. Pantolonumu çıkarmadan onun pantolonunu giydim. Üzerime pislik ve terden ibaret olan içlik ve yeleğini de giyerek onun puşisini alıp kendiminkini çıkarıp üzerine attım. Onlara benzemiştim artık. Yerdeki keleşi de boynuma asarak ona doğru eğildim. Buradan gözükebileceği birkaç açıyı hesaplayıp onu kayalıkların arasına sokmaya çalıştım. Alt vücudu girmişti ama dik duramadığı için kafası sürekli düşüyordu. Ellerime damlayan kanları fark ederek az önce ona attığım puşimle sildim. Pembemsi izleri kalırken umursamadım. Kanın kokusuna alışkındım. Olduğu yeri son kez kontrol edip geldiği yönün tersinden usul usul aralarına sızmaya başladım. Yanımdan geçen birkaç kişi kürtçe bir şeyler derken onlara sesimi biraz daha kalın tutarak kısa cevaplar vermiştim. ''Ma te tiştek xwariye?'' (Bir şey yedin mi?) yanımda beliren iri gözlü kadına baktım gözlerimi kısarak. aralarında statüsü olan belli tiplerdendi. Omuzlarının dik durmasından belliydi. Olumlu anlamda kafa salladım. Kalın kaşları yukarı kıvrıldı. Onun da yüzü puşiyle kapalıyken şanslı olduğumu düşündüm. '' Yên li benda leşkeran in bila werin.'' (Askerleri bekleyenler gelsin.) yüzüne dümdüz bakmaya devam ettim. O kadar ileri kürtçe bilmiyordum sadece askerlerden bahsettiğini anlamıştım. Öylece durmama sinirlenmiş olacak ki, ''tu nû yî.'' (Sen yeni misin?) bu sefer dediğini anlayarak kafa salladım. ''Ma devê te tune?'' (Ağzın yok mu?) ''Heye,'' diyebildim nihayetinde. Kuşkulu bakışları üzerimdeydi hala. Anlarsa ilk kurşunu burada sıkmak zorunda kalırdım. İyi madem dercesine başını eğerek ileriyi gösterdi gözüyle. Gösterdiği yere baktığımda Alaca timini sakladıklarını düşündüğüm yer olduğunu gördüm. "Gazî nobedaran bike, Ez ê yên nû bişînim.'' (Bekçileri çağır, yenilerini göndereceğim.) söylediklerinin bir kısmını anlamıştım. Onları çağırmamı istemişti. Yine kafamla onaylayıp, '' Belê ezbenî.'' (Tamam efendim.) dedim. Puşinin altından sırıttığını fark ettim. Eliyle omzuma vurdu, ''Min eciband ku te li min guhdarî kir.'' (Beni dinlemen hoşuma gitti.) bana yürüdüğünü düşünmeye başlıyordum ki yanımdan gülerek uzaklaştı. Gözlerimi devirdim sinirle. Sırası değildi, öfkemin kurbanı olacağım bir zaman diliminde değildim. Gösterdiği yöne doğru gittim hızlı adımlarla. Geldiğimi gören iki vatansız piçin bakışları üzerimdeydi ve ben yanlarına varana kadarda gözlerini çekmediler. Tamamen onların yanına geldiğimde ise ikisi de pis bakışlarıyla göz hapsine alıp baştan aşağı süzdüler. Pis bir sırıtma ile kafasıyla beni işaret ederek konuştu maymundan dönme tipli olan. ''Jinikek nû hatiye keriyê, bi xêr hatî.''(Sürüye yeni dişi gelmiş, hoş gelmiş.) içimde bir volkan patlarken onlara öylece bakmayı kesip konuştum. ''Gotin bila werin.'' (Gelsinler dediler.) durumu en kısa böyle anlatabilirdim. Onlar kendi aralarında bakışmaya başlarken çaktırmadan etrafı süzdüm. Küçük bir topluluk ileride sohbet ederken bizi göremeyeceklerini fark ettim. Göz odaklarında değildik ama ses fazla çıkarsa duyabilirlerdi. Biraz daha yakın olan iki kişiyi gördüm. Yavaş yavaş yürüyerek gidiyorlardı ve sırtları bize dönüktü. '' Kê got, Şilan?'' (kim dedi, Şilan mı?) kim olduğunu anlamasam da kafa salladım. Az önceki kadından bahsediyordu sanırım ve bana bilmeden de olsa bir iyilik yapmıştı. Bunların beyinleri yoktu işte ama nasıl hayatta kalıp mücadele ediyorlardı anlamış değildim. Bu kafayla en fazla bir adım atılırdı, ona da kurşun isabet etmeliydi. İkna olmayan bir bakış atıp yanındakine döndü. Yanındaki ise beni arsızca süzmeye devam ediyordu. Aklıma üşüşen şeytanlık ile iğrenç bakışlarına cilveli bir bakış attım. Bu onu daha keyiflendirirken yanındaki ona, ''Tu li vir bimînî.'' (Sen burada kal) dedi. Kafa salladı arkadaşına dönüp tekrar bana dönerken. Şerefsiz diye geçirdim içimden. Gözlerini oyup eline vermeye yemin ettim. Benim bu yeminler ve not defteri iyice kabarmıştı. Ama ilk sırada artık bu puşt vardı. Salak arkadaşı ters bakışlar eşliğinde yanımızdan uzaklaşırken beni süzen ite yaklaştım. Sesimi cilveli çıkarmaya çalışarak, ''Kengî hûn ê azad bibin?'' (Ne zaman müsait olursun?) diye sordum. Keyfi daha çok yerine gelirken puşiyi indirerek bana doğru yaklaştı. Sahteden etrafta birisi var mı diye bakarken o çoktan önümü kapatmıştı. Bir kolu belime doğru uzanırken sırıttım puşinin altından. Diğer eli de puşime gidiyordu ki tuttum bileğinden. Olumsuz anlamda kafa sallayarak dışarıdakileri gösterdim. O kafasını çevirip diğerlerini kontrol edeceği sırada elimi lastikli olan pantolonumun içine sokup silahımı çıkardım. Kasığına namlunun ucunu bastırırken sertçe bana döndü. Ya öyle kalırsın dercesine bakarken, ''bêdeng be.'' (Sessiz ol.) diyerek uyardım fısıldar tonda. Olduğu gibi kalmıştı öylece. Etrafa kısa bir bakış atıp görüş açımda kimse olmazken onu yakasından tutarak içeri sürükledim. Tam mağaranın içine girdiğimiz esnada ise onu yere fırlatıp hareket dahi etmesine izin vermeden kalbine sıktım. Tok ses aramızda küçük bir yankı yaparken taş mağaranın içinde daha çok ses çıkarmıştı. Beklemeden onu mağaranın içindeki bir diğer kapı eşiğinden sürüklemeye başladım. Toprak zeminde sürüklenirken sürtünme sesleri çıkarıyordu. Geri geri giderek onu girişin oradan uzaklaştırdığımda arkamdaki kapıyı fark edip sürüklemeye devam ettim. Ağır tel demirlerle örülmüş bir kapıydı fakat kilit vesaire yoktu. Kıyafetle çekmek zor gelirken tek koluna asılıp, kalçamla kapıyı içeri doğru iterken epey zorlanmıştım. Kapıdan hafif gıcırtı sesi geliyordu ve ağırdı. Onu tamamen eşikten içeri çekip bir çöp torbası gibi, pardon gibi fazla oldu. Çöp torbasını hışımla yere bıraktım. Kolu sertçe yere çarparken nefes nefese kalmıştım. ''Bunların ölüsü de amma ağır oluyor amına koyayım ya!'' kendi kendime söylenerek etrafa bakmak için arkamı döndüğümde görmeyi beklediğim şey elbette ki elleri kolları bağlı, ağızlarına bezler tıkanmış bir Alaca timi değildi. Tamam burada olduklarına yüzdelik olarak epey emindim ama bu şekilde onları bulacağımı tahmin etmemiştim en azından. Hepsi bana şaşkınlıkla bakarken olduğum yerde çakılı kaldım. Üzerimden şaşkınlığı atmaya çalıştım. Gözlerim irileşirken, ''Hassiktir!'' diyerek onlara yaklaştım. En başta Alparslan vardı ve alnından çenesine kadar kanlar akıyordu. Diğer gözü ise açılmayacak kadar kötü durumdaydı. Üniformalarının ceketleri çıkarılmış sadece tshirtleri ile kalmışlardı ve onların da yarısı yırtılmış kalan kısımları da kan içindeydi. Alparslan'ın ağzındaki bezi çıkardım. Yüzünü buruşturup ağzını kapatırken yutkundu uzun bir süre ve öksürdü. Ağzının içinin kupkuru olduğunu tahmin edebiliyordum. Bu haline yüzümü buruşturmadan edemedim. ''Se-Sen,'' demeye çalışırken yüzümü açtım. Şaşırmışa benzemiyordu. Yanında durup garip garip sesler çıkaran, daha doğrusu boğulurken çıkan seslere benzer sesler çıkaran Serdar'a döndü bakışlarım. Ağzını açmam için çırpınıyordu. Yüzüme tiksinen bir ifade yerleştirip ağzına tıkılmış olan bezi çıkardım. Serdar büyük bir öğürtüyle önüne salyalarını akıtıp tükürürken, ''Senin ne işin var burada?'' diye sordu Alparslan. Ona aldırış etmeden, Serdar'ın yanında ki Fatih'in de ağzındaki bezi çıkardım. Sırayla devam eden, Miran, Yusuf, Bukre ve Niyazi'nin de ağzını açarken onlarda Serdar gibi ilk tepkileri öğürtü oluyordu. Kusması durmuş olmalı ki, ''Çorabını soktu ağzıma, götveren piç.'' Dedi, Serdar. O anı hatırlamış gibi yüzü tekrar buruşurken benim de kusasım gelmişti artık. ''İçimi dışıma çıkardınız.'' Dedim tiksintiyle. ''Başka kusacak olan varsa hiç çekemem sokarım çorabı ağzına.'' Diyerek uyardım. Hepsi deli gibi kafalarını iki yana sallarken bakışlarım Alparslan'a döndü. Önünde diz çökerek ona yaklaştım. Gözleri karşılık olarak gözlerime çivilenmişti. Çelik mavisinden puslu gözlere dönmüştü artık. Terden ıslak gözüken teninde kan izleri vardı. Ne yapmışlardı ona? ''Alparslan,'' dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. İlk defa ona karşı öfkeden çok başka duygular içinde bakıyordum. Acıma duygusuydu bu. İçimden geçenleri anlamış gibi, ''Buradan çıkmak kolay olmayacak.'' Diyerek cümlemi tamamladı kafasını hafifçe iki yana sallarken. İlk defa gözlerinde beni delip geçen bakışlar yoktu. Gözlerimin derinliklerinde kaybolmak ister gibi manalı bakıyordu. Benim gözlerim topraktı, ben yerdim. O ise göktü. Saçları terden birbirine karışmıştı. Bayık bakışları etrafta dolaştı. Ellerim bileklerinde sarılı olan kalın iplere gitti. Seri bir şekilde düğümleri açarak bileklerini serbest bıraktım. Gözlerim bileklerindeki morluklara takılırken kollarını benden aniden çekerek daha fazla bakmama engel oldu. Bakışlarım bileklerinden yüzüne tırmandı usulca. İlk defa bakışlarını benden kaçırırken neden böyle yaptığını anlamakta zorluk çekmedim. Beğenip yanında istemediği bir insanın karşısında böyle güçsüz gözükmek istemiyordu. İçimde küçük bir fırtınanın kopmasına sebep oldu bu düşünce. Onun böyle hissetmesine gerek yoktu ki. O, bu haldeyken bile ben onun yanında her zaman böyle hissediyordum. Ona daha fazla işkence etmemek adına önünden dizlerimin üzerinden kayıp Serdar'ın önünde durdum. Serdar'ın da bileklerini çözüp diğerlerine geçtim sırayla. Miran da en az Alparslan kadar dağılmıştı. Hatta hepsi hiç iyi durumda değillerdi. Ellerini çözdüğüm halde hareket dahi etmiyorlardı. Şaşkınlığımın sesime yansımasına engel olamadım. ''Neden bu haldesiniz?'' hepsinde tek tek göz gezdirirken hiçbirinden cevap gelmedi. Hepsi başka bir yöne bakıyordu. Miran ile kesişti gözlerim. Konuş dercesine inatla bakmaya devam ettim. Kafasını önüne eğerken fark ettim ki, utanıyorlardı. Onları bulduğum için bu haldelerdi? Sorumu sesli dile getirmedim. Daha fazla kötü hissettirmeye niyetim yoktu. Ama amacım da onlara böyle hissettirmek değildi. ''Nasıl buldun bizi?'' Alparslan'ın ses ilk defa meraklı çıkmıştı. Miran'ın önünden dizlerimin üstünde emekleyerek onun önüne geldim tekrar. Yüzüme baksın istiyordum ama inatla bakmak istemiyor gibiydi. Elim benden izinsiz yarasına bakmak için çenesine giderken ne yapacağımı önden sezip çenesini başka yöne çevirdi. Yutkunma hissiyle dolup taştım. ''Beni hafife almamalıydın, Yüzbaşı.'' kafası yavaşça bana döndüğünde gülümsemeye çalıştım. Onlar için geldiğimde böyle bir görüntüyle ve tepkiyle karşılaşacağımı bilmiyordum tabii ki. ''Buraya gelmemeliydiniz.'' Miran'dan çıkmıştı bu ses. İlk defa mesafeli hissettirmişti ses tonu. Ona kafamı uzatıp alık alık baktığımda çenesinin kaskatı bir şekilde sertçe karşısına baktığını gördüm. Onlar için gelmiştim ama gördüğüm muamele hiç iyi değildi. Kaşlarım beklediğim tepkiyi alamamanın verdiği hissiyatla çatıldı. Ne bekliyordun ki Asena? Hepsinin haline bak. ''Miran haklı, neden geldiniz?'' İlk defa Serdar'ı da bu kadar ciddi görüyordum. Kaşlarımın altından dik dik ona baktım ama o da tıpkı Miran gibi bana değil karşıya bakıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim bir anda. Bu yaptığımı bir asker olarak yapmayı çok isterdim. Kabul etmedikleri ben değildim, sivil birisi olarak onları bulmuş olmamdı onların canını yakan. Bakışlarım titrerken, ''Fazla zamanımız yok. Onlar bizi basmadan çıkmalıyız.'' Dediğime alayla güldü, Alparslan. Anlamsız bakışlar attım ona. Sahte gülüşünü canı acımış bir ifadeyle keskin bir şekilde durdurup bana baktı. Kafasını arkasındaki duvara yaslamıştı. Ben ise dizlerimin üzerinde tam önündeydim. Çenesi yukarıdayken alayla dudağının kenarı hava kalktı ve çarpık bir gülüş peydahladı. Gözlerim dudakları ve puslu mavilerinde gidip geliyordu. ''Kahraman mısın sen?'' cevap veremedim. Tepki dahi veremedim. Söyleyeceklerinin devamı olduğunu biliyordum. Cevap beklercesine kaşları havalandı. Benden cevap gelmezken devam etti benden beklenen bu değilmiş gibi. Ben onun bu haline şaşırıyordum o da benim bu halime şaşırıyordu. Duygular aynı, hisler farklıydı. Kafasını iki yana salladı. ''Çok mu istedin kahraman olmayı?'' güldü alayla yine. "Hadi çıkar bizi buradan.'' Benimle dalga geçiyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Sözleri değil de alay dolu sesiydi canımı acıtan. Böyle bir tepki beklemiyordum yola çıkarken. Hatta aklımdan dahi onun düşündüğü gibi şeyler geçmemişti. Benim için fark etmezdi ama bilmiyordu. Askerimde aynıydı, halkımda. Benim savaşma amacım, karşıma aldığım kişiler hep aynıydı. Onlarla aynı çemberin farklı noktalarındaydık ama birbirimizi görecek bir paralellikte değildik. Bu yüzden böyle düşünüyor dedim, kendime. Kandırma ihtiyacım hissettim belki de. İlk defa kendime yalanlar söyledim. Gerçeği kabul etmedim. Düşündüğü gibi bir insan olmak, o kalıba girmek istemedim. Seni tanımıyor, dedim. Yutkundum sertçe. Ona açıklama yapacak veya aksine inandıracak cümlelerim dahi yoktu. Şeytanın ininde benden daha güçlü bir ateşin içinde düşmüştüm. Kor bir alev topu mideme oturmuş gibiydi. Hissettiğim acı değildi ama bunun bir duyguda olmadığını biliyordum. İçimde yanan ateş üşütmüştü beni. Vatanımın içinde ayrı bir vatanım saydığım askerlerim benim hakkımdan neler düşünüyordu. ''Çıkmamız gerek, biliyorum fazla kalabalıklar ama yapabiliriz.'' Dediklerini dikkate almıyor gibi davranmalıydım. Bu sefer gülmedi. Yüzündeki alayın tümü silinmişti. Şu an duygusunu anlamayacak kadar sert bakıyordu bana. Bana bakıyordu ama görmek için değildi. Diğerlerinden ses dahi çıkmazken komutanlarıyla aynı fikirde olduklarını anlamıştım. Ne yapacağımı bilemez halde ayaklarındaki ipleri çözmeye başladım. Hiçbirinin yüzüne bakmadım dahi. Hepsinin ayaklarını çözdüğüm halde ayağa kalkmadılar. Göğüs kafesimde çırpınan bir kuş hissettim. Ben yerini unuttuğum kalbimde ilk defa bu kadar duyguyu aynı an da hissetmiştim. Elim ayağım buz olmuştu ama içim hala ateşti. Miran'a uzandım. Kollarından kavrayıp çekerken şaşırarak bana baktı. Aldırış etmedim. ''Kalk!'' dedim emreder tonda. Fatih'e yeltendim bu sefer. Onun da tepki vermesini beklemeden çekiştirip Miran'ın yanına diktim. ''Siz böyle kolay pes ederken burada olduğunuza şaşırmamalı.'' Canımın yandığı kadar can yakacaktım. Onları acıdan başka bir şey kendilerine getirmezdi. Buradan çıkmak zorundaydık. Buraya onlardan laf yemek için gelmemiştim. Bukre ben ona dokunmadan ayağa kalkıp cesaretle gözlerime baktı. Sevmiştim bu kızı. Bana eski halimi hissettiriyordu. Yerde sadece Alparslan dururken birkaç adımda ona yaklaştım. ''Yüzbaşı?'' Diyerek elimi uzattım. Bakışları önündeydi. Göz ucuyla elime baktığını gördüm. Elim epey bir süre havada asılı kaldı. Tim arkamızda merakla bizi bekliyordu. Çekmeye yeltendiğim sırada nasırlı büyük elini avucuma kaydırdı. İçimdeki ateşin harlanmasını umursamamaya çalıştım ama fokur fokur kaynıyordum sanki. İlk defa gözlerine bakmaya cesaret edemedim o an. Ben Asena, ilk defa birinden utanmıştım. Hayır, sadece birinden değil. Birine yaptığım davranıştan. Alparslan'da ayaklandığında bir süre üzerini toparlamakla uğraştı. ''Şimdi ne yapacağız, Komutanım.'' Diyerek yaklaştı, Yusuf. Meraklı gözlerle bizi izliyordu kalanlar. Alparslan puslu mavilerini üzerimde gezdirdi ve sonra bakışları boynumdaki Keleşe takılı kaldı. Hızlıca çıkarıp ona uzattım. Onları çözmek için eğildiğim sıra yere koyduğum tabancamı aldım. Ben silahımı kontrol ederken biraz önce vurduğum itin keleşini de Yusuf almıştı. Alparslan yenilenmiş gibi timine döndü keleşi bir eliyle benim gibi kontrol ederken. ''Kolay olmayacak, belki de imkânsız ama kanınızın son damlasına kadar savaşacaksınız.'' Diyerek timdekilere tek tek göz gezdirdi. Bana bakmadı bile. Kaşlarını kaldırdı, ''Bu bir emirdir. Ölmeniz gerekiyorsa, öleceksiniz." Sesi bir bariton kadar netti. Bu benim onlar gibi hissetmeme sebep olmuştu. Yine içimde bir şeyler fokurdadı. "Şehadetlerinizi getirin.'' Dedi, sesi normal tonda çıkarken. Kimseden çıt çıkmazken hiçbirimize bir kere dahi bakmadan çıkışa yöneldi. İri cüssesinin arkasına ben düştüm beklemeden. Sırayla Yusuf'ta arkama geçerken diğerleri silahsız olduğu için geriden geliyordu. Onları korumak önceliğimizdi. Alparslan biraz önce şerefsizi vurduğum yere geldiğinde arkaya doğru eliyle dur işareti yaptı. Silahımın emniyetini açarak pozisyon aldım, Alparslan'ın kolunun kenarından. Koluna değen teması fark edip kafasını yana çevirdi ve beni gördü. O öyle bakarken dümdüz gözlerine baktım. Bir şey demeden tekrar önüne dönüp çıkış kapısını birkaç santim araladı. Bir gözünü kapıya yaslayıp etrafa baktı bir süre. ''Çok detaylı göremiyorum ama kapının önü temiz.'' Diye fısıldarken bana döndü, karşısında beni görmeyi beklemiyormuş gibi ifade aldı yüzü. Ardından arkama uzandı gözleri. Aradığı Yusuf'tu, ben değil. Bozuntuya vermedim. Puşimi taktım, yüzümü tamamen kapatırken, ''Önce ben çıkayım.'' Dedim. Üzerimi süzdü ama bir şey demedi. Onu geri bırakıp önüne geçtim ve kapıyı usulca aralayıp içeriden sıvıştım. Silahımı koltuk altıma saklarken amacım gizlemek veya gizlenmek değildi. İlk gören kişi onlardan olduğumu düşünüp atakta bulunmazdı belki ama keleş yerine silah görmesi onu harekete geçirebilirdi. Her hareketimi, her hareketimizi düşünmeliydim. Etrafı iyice incelerken biraz daha kalabalıklaştıklarını fark ettim. Ve bana doğru gelen, biraz önce Şilan denen kadının yanına gönderdiğim puşt. Sikeyim! ''Zixan, ew li ku ye?'' (Zixan, o nerede?) bakışları silahımı sokuşturduğum koluma kayarken kaşırmış gibi yaparak çaktırmadan yönümü çevirdim. Kafamla az önce çıktığım mağarayı gösterdim. Anlamayan gözlerle bana doğru yaklaşmışken, ''Açın kapıyı.'' Dediğim an genişleyen boşluktan içeri savurdum onu. Ne olduğunu anlamadan kafasını taşa vurup bayıltan Alparslan oldu. Ona onaylayan bir bakış atarak, ''Dışarı çıkmış çoğu.'' Dedim, fısıldayarak. Dudaklarını ıslatmakla yetinirken bir nefes bıraktı dudaklarından. Ayaklarıyla yere düşen iti iterek tamamen içeri soktu. Kapıyı kapattığında önüme döndüm. Bir boşluk bulmalıydım kaçabileceğimiz ama bunu dikkat çekmeden yapabileceğimiz bir boşluk gerekliydi. Ben öylece etrafı iyice tararken kapı tekrar açıldı ve içeriden Vatansızların kıyafetini giymiş Alparslan çıktı. Yüzünü benim gibi puşiyle kapatmıştı ve sadece puslu mavi gözleri gözüküyordu. ''Gözlerin,'' diye mırıldandım kendimden bir haber şekilde bakışlarımı ondan alamazken. Adam terörist kıyafetiyle bile dikkat çekiyordu amına koyayım. Anında dediğim şeyi idrak ederken kalbim tekledi. Kaşları çatılırken, ''Ne olmuş gözlerime?'' diye sordu. Dudağımı ısırdım görmeyeceğini bilerek. Fazla dikkat çekiyor, diyemedim. Onlara ait böyle bir güzel gen yok. ''Bir şey yok.'' Diyerek geçiştirdim onu. Tatmin olmamışçasına kısa bir an bana baktı. Konuyu değiştirdim. ''Fazla zamanımız yok, boş bırakmazlar. İllaki sizi kontrol etmeye gelecekler.'' Dediğim an içeriden gelen konuşma sesleri ile kapıyı tıklattım susmaları için. Tabii ki içeriden gelen, ''Kim o?'' sorusunu beklemiyordum. Daha sert bir yumruk attım kapıya, ''Evde yokuz.'' ''Serdar,'' dedi, Alparslan dişlerinin arasından. Serdar sesini keserken ileriye doğru adımladım. Gözüme takılan hendeğe benzer çalılıkların arası dikkatimi çekmişti. Aramızdaki mesafe yirmi beş metreden fazla değildi. Alparslan'a döndüm. Elimle çaktırmadan az önce baktığım yeri gösterdim. ''Orada bir hendek var. Hava kararmak üzere, oraya hızlıca koşarsak işimiz daha kolay olabilir. En azından siper alacağımız bir alan." Diye mırıldandım sonlara doğru. Çaresizliğin içinde plan yapmak çok zordu. Özellikle kendin için değil başkaları için savaşırken. Baktığım yere bakıp kuşkuyla etrafı süzdü. İçine sinmiyor gibiydi ama yapacak daha iyi bir şeyimiz de yoktu şu anlık. ''Her ne yaparsak yapalım bir çatışmanın içine gireceğiz, biliyorsun değil mi?'' derken bakışları bende değildi. Gösterdiğim hendekteydi. ''Biliyorum,'' dedim, kafa sallayarak. ''Kaç şarjörün var.'' Diye sordu hızlıca bakışları bana dönerken. Gözündeki yaraya bakmamaya çalışarak gözlerine baktım. ''Bir yedeğim var sadece.'' ''Elliden fazla itin arasına iki şarjörle mi geldin?'' diye sordu hayretle. Sinirim ayak ucumdan tepeme sıçrarken, ''Özür dilerim götüme cephane sokup getirmediğim için.'' Sesim tahminimden daha yüksek çıkmıştı. ''Sakin ol," diyerek anında uyardı. Etrafa bakındı kısaca. "Delirmenin sırası değil.'' Bilmiyordu ki benim en sakin halim bile delirmenin eşiğindeydi. Gözlerimi devirdim büyük bir sinirle. Hem adamı kurtarmaya geliyoruz hem azar yiyoruz anasını satıyım. Şimdi geçerken uğramıştım deyip bırakıp gideceğim, o olacak! ''O gözlerini çok deviriyorsun.'' Aniden ona döndüm. Kısık gözlerle bana bakıyordu. Diğer gözünü de ben oysam ne olurdu ki? ''Gözlerimi devirmeme sebep olan şeyler yapıyorsun demek ki.'' Ukala tavrım hoşuna gitmemiş gibiydi. ''Bir de çok küfrediyorsun.'' Demesi beklediğim bir şey değildi. Sinirim elektrik akımı gibi tur attı vücudumda. ''O nereden çıktı amına koyayım ya!'' diye söylendim. Ne dediğimi fark ettiğimdeyse kaşlarım çatıldı. Bu halime alaylı bir bakış attı. Tripli bir şekilde önüme döndüm. Elin üç günlük adamına maskara olup duruyordum. ''Pardonda, yeni evli çift muhabbetleriniz ne zaman biter? Ben bu herifi üç kere daha bayılttım da.'' Alparslan ile ikimizde sesin geldiği yöne yani kapıyı aralayıp boş boş konuşan Serdar'a döndük. ''Gir lan içeri!'' diye azarladı, Alparslan. ''Bakın hiç karşıda çıkmıyor gördünüz mü?'' derken kapıyı kapatmıştı ama hala onu duyduğumuzu unutuyordu. Burnumdan sert bir nefes verdim. Akşamın lacivert örtüsü düşmüştü etrafa. Soğuk sadece ellerimde hissedilirken hala içimde büyük bir yangın vardı. ''Beklememizin bir anlamı yok.'' ''Gösterdiğin hendeğe girsinler. Biz peşlerinden gidelim, onları korumamız gerek.'' Kafa salladım dediğine. Geriye doğru kafamı uzatıp kapıyı ittirdim. Kapı açılmazken içeriden, ''Çekilsene oğlum kapıyı açmaya çalışıyorlar.'' Dedi, Yusuf. ''Ya o puştlarsa Komutanım? Boş verin çalar çalar giderler.'' Bıkkınlıkla Alparslan'a döndüm. ''Sen bunu timden atmak için ne kadar istiyorsun?'' diye sormamla kapı açıldı. Yüzünde hayret nidaları atan Serdar onaylamayan sesler çıkararak, ''Paha biçilmez bir değerim olduğunu hanım efendiye iletirsiniz umarım, komutanım.'' Şaşkınlık dolu gözlerle diğerlerine baktım. Biz alışkınız demek ister gibi hiçbiri tepki vermedi. ''Çıkın lan şuradan! Götümüze füze sokacaklar hala çene çalıyor.'' Serdar'ın ensesinden tutup dışarı çekti Alparslan. Öne doğru ittirmeden önce, ''Bir şehadet getiriyorsun sonra da şuradaki hendeğe doğru koşuyorsun? Yakalanırsan gebertirim seni.'' Diye de tehdit etmeyi unutmadı. Serdar daha ne olduğunu anlamaz bir şekilde öne savrulurken hiç beklemeden diğerlerini çekiştirdim. ''Sizde aynı şekilde. Koş!'' diyerek aceleyle Miran'ı ve Bukre'yi de ittirdim. Alparslan, Fatih ve Niyazi'yi de onların peşlerinden gönderirken, ''Leşker reviyan!'' (Askerler kaçıyor!) sesi ile silahımı doğrulttum. Birkaç kişi bizi fark ederek üstümüze doğru koşmaya başlamıştı bile. Lan bu kadar erken olmamalıydı bu! Bizi kenardan fark eden orospu çocuğuna ilk kurşunumu sıkarken Alparslan da ateş etmeye başladı. Dananın kuyruğu kopmuştu. Alparslan beni de çekiştirerek diğerlerinin peşinden hendeğe sürüklerken kolumu elinden kurtarıp bize doğru ateş etmeye başlayan itlere sıkmaya başladım bende. Birkaç adım kala ikimizde aynı anda hendeğin önüne atlarken diğerlerinin ayak ucuna doğru sürüklenmiştik. Aynı çeviklikle ayağa kalkıp hendekte pozisyon alarak ateş etmeye devam ettik. Beklediğimizden erken yakalanmıştık ve kapana sıkılmıştık. İşler asla tahmin ettiğimiz gibi gitmemişti ama bunun elbette ki olacağını biliyordum. Son kurşunumu da sıktığımı fark ederken şarjörü değiştirmeye başladım. ''Bu kadar çabuk mu?'' diye sordu, Alparslan. Hedef alacak pozisyonda bile değildik o yüzden boş boş sıkmıştım dolu gözükmek için. İyi bok yemiştim, tebrik ederim kendimi. Onu umursamadan tekrar nişan alıp ateş ettim. Puştun birini omzundan vurup düşürürken arkasında gelen bir diğerine daha sıktım. Hedefimi biraz sola kaydırıp yerde pinekleyenin kafasını hedef alırken ıskaladım. ''Sikeyim!'' ''Asıl ben sikeyim, mermim bitti.'' Yusuf'un öfkeli sesiyle Alparslan'a baktım. Tam o esna da onun da mermisi bitmiş bir vaziyette bana döndü. Bir yerimden silah çıkarmam umuduyla bana bakıyordu. Kusura bakma silah yumurtlama özelliği yüklenmedi bana demek istesemde sustum. Onu itip yerine geçerek pozisyon aldım. Üzerimize daha çok mermi yağarken diğerleri yere çökmüş öylece bekliyorlardı. Bir an durup yere çöktüm. Üzerimdeki yeleği hışımla çıkarıp içliği yırtarak üstümden söküp attım. Altımdan çıkan kurşun geçirmez yeleğimin cebine sıkıştırdığım bombanın birini çıkardım. Bunu beklemeyen Alparslan ve timin bakışları bendeyken dişimle el bombasının pimini çekip var gücümle puştlara gönderdim. Beş saniye kadar sonra patlama sesi gelirken mermiler üzerimize yağmaya devam ediyordu. Merminin biri karşımdaki toprak oyuğun duvarına isabet ederken olduğum yerden çıkıp tekrar ateş ettim. Üç atıştan sonra benim de mermim bitmişti. Yere çöktüm çaresizce tam o esnada kafamın üstünden geçen mermi ile, ''Sikeyim! Hepsini sikeyim!'' diye bağırdım. Öfkeyle gözlerimi kapattım. ''Kapana kısıldık. Çıkmamız çok zor olacak.'' Diyen Fatih'i umursamadım. Ne kendim ne de onlar burada kalacaktı. ''Onlara kendimi yem edeceğime bu bombayı burada patlatırım daha iyi.'' Diyerek ikinci el bombasını çıkardım. Yine dişimle pimini çekmeden önce kafamı biraz çıkarıp iyi bir hedef seçerken kafamın üstünde koca bir elin baskısını hissettim. Son anda elimden çıkardığım bomba birkaç saniye sonra patlarken, ''Gerçekten amacın bizi öldürmek mi?'' diyerek Alparslan'ın yüzüne tükürürcesine konuştum. ''Anne aslan ile baba aslan kavga ediyor.'' ''Kurt olmayı tercih ederim.'' Diyerek, ikimizde sinirle Serdar'a dönerken öfkeli bakışlarımı tekrar Alparslan'a diktim. Etkilenmemiş gibi aynı diklikte bana bakıyordu. ''Hızır Efendi, kul sıkışmazsa gelmem dedin. Sıkıştık.'' Diye bağırdı, Niyazi. ''Bakalım bu sefer ne bahane uyduracaksın, bekliyoruz.'' Dedi sesi ağlamaklı gelirken. Yanındaki Bukre kafasına bir şaplak attı sinirle. İçiminin yağları erimişti. ''Hızır gelip ne yapacak kurşunlara siper mi olacak?'' diye sordu, Bukre. Niyazi ifadesini düzeltip acımış gibi kafasını ovuşturdu. ''Kafamıza mermi yağıyor sen beni elinle öldürme derdindesin. Doğru söyle Osmanlı tokadı üzerine mi çalışıyorsun? Bakayım ellerine.'' Diyerek Bukre'nin ellerini çekiştirip avuç ilerine bakmaya çalıştı. Bukre ellerini hışımla ondan çekerek gözlerini devirdi. ''Şuran bir kurtulalım, göstericem ben sana Osmanlı Tokadı nasıl oluyor.'' ''Bana hızlısından bir mermi.'' Diyerek ayağa kalkmaya çalışan Niyazi'yi Miran geri oturtturdu. ''Asena Hanım, o değil de durup dururken bizimle ölmeye geldiniz he. Çok garip insansınız.'' Diyen Serdar'a daha garip bir şekilde baktım. Bakışlarım hiç de insancıl değildi. Ağzımın içinden, ''İyiliğe nereye gidiyorsun diye sormuşlar sahibimi sikmeye demiş.'' ''Efendim?'' ''Hım?'' diyerek kafamı çevirdim Alparslan'a. Cidden bu da her şeyi duyuyordu. İstemesem de Serdar'a hak verdim. ''Bir şey dedin, hem de küfürlüydü.'' Omuz silktim. Gün yüzü görmemiş küfürler ettiğine kalıbımı basabilirdim. ''İki saattir vuramadılar ya, ona sövüyordum.'' Dedim salağa yeterken. İnanıp inanmamak ona kalmıştı. Onu da mı ben yapacaktım. Tripli bir şekilde kıçımın üzerinden dizlerimin üzerine dönerek hendekte kafamı çıkarmaya çalıştım. Mermi sesleri dinmiyordu. Elbet onların da bitecekti mermileri. Boş boş sıkıyorlar, hayır yani kullanmayı bilmiyorsanız verin göstereyim. ''Kafanı çıkarıp durma! Sıkıyorlar, neyine bakıyorsun?'' ''Mermi diye beni fırlatacaksın! Ney'in öfkesi bu?'' diye sordum sinirle. Siniri devam ederken gözlerini kaydırıp boynundaki puşiyi çıkarıp kenara fırlattı. Aniden mermi seslerine yığınla daha fazla mermi sesi eşlik ederken kaşlarım çatıldı. Anlık bakışlarım Alaca timine kayarken onlarda aynı şaşkın ifade ile bana bakıyorlardı. ''Daha da mı çoğaldı bunlar?'' anlamsızca etrafıma bakmaya çalıştım ama hava resmen iyice kararmıştı. Ama onlardan olmadığını anladım. ''Taramalı sesi geliyor. Hedeflerinde bile değiliz.'' Diyen Alparslan'ı onayladım. ''Evet, onlardan değil. Ayrıca taramalı bizim olduğumuz yere gelmiyor fark ettiyseniz.'' Şaşkınlığı bir kenara bırakıp bu sefer gerçekten olduğum yerden neredeyse çıkarak etrafa bakındım. Ortalık toz duman altıyken bomba patladı. Oldukça yakınımıza düşerken üzerime siper olan ağırlıkla şaşırdım. Bombanın sesi kulaklarımıza bir çınlama bırakırken, ellerimi başımdan çekerek üstüme siper olan kişiye baktım. Alparslan'a. Ne yaptığı çok da umurunda değilmiş gibi kendini toparlayarak üzerimden çekti kendini. Ben ise dudaklarımı ıslatarak onu izlemeye devam ettim şaşkın bakışlar eşliğinde. ''Füze olursa yalnız, bomba çok etkili değil.'' Dedi, Miran. ''Sokarım bir ara, hatırlat.'' Dedim ima dolu sesimle. Ben herifleri kurtarmaya gelmişim, götümüz kapana kısılmış ölme şekli beğenmiyorlardı. Silah sesleri giderek yaklaşmıştı. İçimdeki garip hisse engel olamayarak ayaklandım. Gördüğüm kişilerin tanıdıklık hissi vermesine şaşırarak hendekten çıkmaya çalıştım. Etrafımdan geçen kurşunları umursamadan sarsak adımlarla yukarı tırmandım. Alparslan engel olmaya çalışsa da kolumu kurtardım ondan. Önümüzde yavaşça kalkan olarak ateş edenlere baktım. Üç kişi elinde taramalı ile itlere ateş ediyordu ve bunlar asker değildi. O an aklıma gelen düşünce ile, ''Siktir, bu gerçek mi?" Diye sayıkladım aptalca. ''Ne oldu amına koyayım? Hızır mı geldi yoksa?'' diyerek yanımıza gelen Yusuf'a aldırmadım. O da bizim gördüklerimizi yakından izlemek için yanımıza gelmiş olmalıydı. Bir hayret nidası da ondan çıktı. ''Hızır değil, hızırlar gelmiş.'' Dedi kendi kendine konuşur bir vaziyette. Karanlığın içinde siyah üniformaları olan bir grup iri adamı izledim şaşkınca. Altı tane iri cüsseli ve üniformalı erkek. Üçünün elinde taramalı vardı ve bizim saklandığımız hendeğin beş metre ilerisinde durarak ateş ediyorlardı. Gizlenmiyorlardı. Yiğitçe, mertçe ayakta korkusuzca dikilerek ateş ediyorlardı. Kulaklarım uğulduyordu artık mermi sesinden ama bu da durmama engel olmadı. Onlara doğru bir adım daha attığımda Alparslan tekrar kolumu kavradı. Beni arkaya doğru çekerken onun neden yanıma geldiğini dahi anlamamıştım. Aynı şaşkın bakışlar onda da mevcuttu. Ama benimki artık şaşkınlıktan çıkıp hayran bakışlara evrilmişti. Deli gibi bir kahkaha atıp sol tarafta şerefsizin birini boynunu kıran kişiyi izledim. Yetmedi onu kayalıkların üzerinden aşağı fırlattı. Hırsını alamamış olacak ki ona doğru ateş eden diğer şerefsize koca iki adımda yaklaşarak silahını tek eliyle kavradığı gibi ucunu aşağı eğdi. Karşısındaki neler olduğunu idrak edemezken yüzüne yediği sağlam yumrukla geriye düştü. Siyah üniformalı üzerine çöküp ardı arkası kesilmeyen yumruklar atarak onu bayıltırken diğer tarafa döndüm. Hepsi bir şerefsizle uğraşıyordu. Silah sesleri durmuştu. Artık silahları bırakmışlar hınçlarını almak ister gibi ellerini kullanıyorlardı. Kim olduklarını tamamen anladığımda ise elim şaşkınlıkla ağzıma kapandı. Gerçekten bu bir şaka olmalıydı. ''Bunlar kim?'' Alparslan'da yanıma gelmişken helikopter sesi duymamızla yukarı baktık. Aynı zamanda artık bize doğru gelmeyen, yakınımıza dahi değmeyen mermileri fark ettim. Alparslan'da anlamaz gözlerle benim gördüklerimi izliyordu. ''Benimkiler.'' Dedim büyük bir gururla sırıtmama engel olamazken. Yüzümdeki gülümseme iyice genişlemişti. Yanımıza doğru yaklaşan iri cüssenin Enver olduğunu anlamamam için kör olmam lazımdı. Arkasında bir tane teröristle kapışanım kim olduğunu anlamamıştım. Havada uçarak tekme atıp tek hamlede kayalıklardan düşmesine sebep olurken yere eğilip düşen silahını aldı. ''Seninkiler mi?'' Simsiyah bir üniforma giymişti Enver. Üzerindeki çelik yeleği türlü türlü mühimmatla doluydu. Yüzünü yine siyah bir balaklava kapatıyordu ama o gözleri nerede görsem tanırdım. Açık kahveleri bana iç ısıtan cinsten bakarken nasıl tanımazdım. Alparslan'ı orada bırakarak hızlı, hatta koşar adımlarla ona gittim. Aramızda iki adıma kala dururken ona çarpmamam için beni tutarken güldüğünü hissettim. ''Bizi gördüğünüze bu kadar sevineceğinizi bilmiyordum, Komutanım.'' Enver'di. Gerçekten o'ydu. ''Siktir!'' dedim şaşkınlığımı gizleme gereği duymadan. Elinde parmakları kesip eldiveni, kafasında kameralı koruyucu kaskı ve yüzünde balaklavasıyla simsiyahtı ama bu karanlık gece de ay gibi parlıyordu sanki. ''Sizin ne işiniz var burada?'' diye sordum şaşkınlığım devam ederken. Kahverengi gözleri arkama doğru kayarken uzaktan gelen bir ses duydum. Helikopter ise yere inmeye başlamış, mermi sesleri durmuştu. Etrafımız artık pislikten arınmıştı. ''Komutanım!'' ileriden koşarak bize doğru gelen Cesur ile bu sefer gerçekten gerçek bir şekilde gülümsedim. Az önce kavga eden oydu sanırım. O da aynı şekilde Enver gibi giyinmişti. Hatta hepsi öyleydi. Nereden bulmuşlardı bu kıyafeti? ''Ay.'' Dedi, koşmaktan soluk soluğa kalmış bir şekilde. Ellerini dizlerine yaslamış öne doğru eğilmişti. Enver sinirle ona eğildi. Ensesinden yakalayıp dik durması için zorlarken, Cesur yaşlı teyzeler gibi yüzünü buruşturup elini kalbine koydu. ''Astım var bende, oy.'' Diyerek tekrar eğilmek üzereydi ki Enver onu sertçe bir daha düzeltti. ''Bir bokun yok, yalandan kıvranma şovcu.'' Diyerek azarladı. Silkercesine onu öne ittirip nefret dolu bakışlar atmasını tabii ki umursamadı, Cesur. ''Komutanım.'' Dedi tekrar kollarıma doğru kendisini bırakırken. Komutanım derken araya yumuşak harfler ekleyip ı harfini uzatmıştı abartı bir tonda. Ağırlığı bir Herkül gibi olduğu için onu tutmakta zorlandım. ''Lan oğlum gelir gelmez neden salça oluyorsun.'' Sabır çekerek etrafıma bakındım. Alaca timi saklandığımız hendekten çıkmış bizi seyrediyordu. Alparslan'ın bakışları bir şahin kadar kesindi ve direkt üzerime lazer ışınları fırlatıyor gibiydi. Tekrar bacaklarımdan yukarı tırmanmaya çalışan Cesur'u ittirdim. ''Çekil be çekil! Rezil ettin bizi el aleme. Yine rezil olduk, kaldır şunu Enver!'' sonlara doğru sesim bağırır gibi çıkmıştı artık. On saniyede canımdan bezdirmişti bu çocuk. Enver, Cesur'u fare gibi kenara fırlatırken götünün üstüne yuvarlanıp, ''Ben diyorum bu adama çiğ et yedirmişler ama kimse inanmıyor.'' Şaşkınlıkla Enver'e bakıyordu. ''yüz beş kiloyum, otuz yıllık hayatımda kimse beni böyle fırlatmadı.'' ''Komutanım, etraf temiz. Canlı kimse kalmadı.'' Diyerek yanımıza gelen Bahadır'a döndüm. ''Aaa,'' dedi sahte bir şaşkınlıkla. ''Sizde mi buradaydınız?'' silahını boynundan çıkarırken, ''Bizde geçerken uğrayalım dedik, ne iyi etmişiz.'' Diyerek otuz iki diş sırıtmaya başladı. Sonra da yerde götünü ovuşturan Cesur'u fark etti. ''Sen orada ne yapıyosun lan?'' ''Bombanın üstüne düştüm hayatım, ben kalkayım sen otur olur mu?'' Bahadır iki elini ağzına kapattı karı gibi şaşırırken. ''Bomba imha değil misin sen nasıl düşersin bombaya?'' Napalım kader, der gibi elini salladı Cesur. ''Bende böyle olsun istemezdim, hakkını helal et aşkitom. Senin olmadığın geceler de Habeşi'ye veriyordum.'' Gözlerini ağlıyormuş gibi yaparak kapatıp kafasını sahte bir utançla diğer yöne çevirdi. Bahadır duyduklarıyla yıkıma uğrarken kendini role fazla kaptırıp yere dizlerinin üstüne çöktü. ''Sen bana bunu nasıl yaparsın? Hani en çok benimle zevk alıyordun?'' işin iyice tadı kaçmaya başlamıştı. İğrentiyle gözlerimi kapattım. ''Sizi ülkeden ihraç ettiririm bakın, kalk lan yerden!'' Enver yine sinirden küplere binerek Bahadır'a uzandı bu sefer. Bu adamın da çilesi bunlardı işte. Bazen üzülmüyor değildim. Ama şimdi onlarsız da sıkılıyorduk, iki suratsız ömür mü geçerdi? Bayılırım kız neşesine! Yanımıza yaklaşan Alparslan'ı fark etmem ile Enver'e kısa bir bakış attım ve kaşlarımı kaldırdım. Komutan muhabbeti açma demeye çalışıyordum. Ne demek istediğimi anlamış gibi bakmıyordu ama umarım tepki vermemek için böyle bakmıştır diye umdum. Alparslan tipik bakışlarını bir süre bizimkilerde gezdirdi. Onun arkasından gelen Alaca timi de aynı şekilde hala yerde oturan Cesur ve başında dikilen Bahadır'a bakıyorlardı. Timin arkasından devamı gelen Öfke timiyle içim tekrar kıpır kıpırdı. ''Komutanım!'' diye koşarak bize doğru gelen Mert'in alnına bıçak fırlatmak istiyordum şu an. Aşk-ı memnu Bülent gibi olur olmadık yerden çıkıyordu şerefsiz. Gözlerimle ima yapamayacak kadar kapana kısılmıştım. Yanımıza tamamen yaklaştığında tekrar, ''Komutanım,'' diyerek otuz iki diş sırıttı. Komutanın amına koyayım, olur mu evladım? Enver'i dürttüm dirseğimle. ''Sana diyor,'' dedim dişlerimin arasından. ''Yoo,'' dedi, Mert. Aptallığın vücut bulmuş haliydi. Gerçekten araştırılması gereken bir insan müsveddesiydi. ''Size diyorum.'' Diye devam etti gözlerimin içine baka baka. Ona, 'Sen iflah olmaz bir dingilsin' şiirimi okumak için biraz beklemek zorundaydım. Alparslan ve Alaca timi bize anlamamış, boş gözlerle bakıyordu. Boğazımı temizledim sertçe. ''Komutan,'' diyerek Enver'i gösterirken, ''Logar.'' Diye devam etti yerdeki, Cesur. Kendi esprisine gülerken Bahadır da eşlik etti ona. Enver'in silahına uzandım rahatsız edici bir sakinlikte. ''Dolu mu bu?'' diye sorduğumu duyan Cesur sürünerek kaçmaya başlamıştı bile Bahadır'ın arkadına doğru. Bir doksan sekiz boyunda, yüz beş kilo herif benden nereye kaçabilirdi ki? Hem de sürünerek. "Nereye ceylan gözlüm.'' Dedi Bilal. Bunlar bizden gizli gay grup partisi falan mı yapıyordu? Artık şüphelenmekten ileriye gidiyordu bu iş. Tekrar normale döndüm. ''Enver,'' dedim komutanı karıştırmadan. ''Benim ti-'' tim diyecektim ki birden durup dilimi ısırırken kendimi düzeltir gibi gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. Tim yoktu artık. ''Benim ekip.'' Diye mırıldandım sakince. Bakışlarım Alparslan'ın yüzünde dolaşırken o direkt olarak Enver'e bakıyordu. Alparslan'ı gösterdim bu sefer. ''Bu da Yüzbaşı Arslan.'' Dememi kimse beklemiyor olacak ki Alparslan'ın puslu maviye dönen gözleri jilet gibi bir hızla beni buldu. İstifimi bozmadan devam ettim. ''Alparslan.'' Diye mırıldandım daha sakin tonda. Az önceki hareketimden rahatsız olup olmadığını anlayamamıştım ama epey şaşırmış gibiydi. Usulca bakışları tekrar Enver'i buldu. Enver sağ elini kaldırıp tokalaşmak için ona uzatırken Alparslan asla istifini bozmadı. İşte bunu beklemiyordum. Enver'e olan kesici bakışlarını yavaşça üzerinden çekerek çok kısa bir an bana dokundurup timine döndü. ''Herkesi iyi mi?'' ''İyiyiz, komutanım.'' Dedi gür sesle Yusuf. Alaca timi Alparslan'ın aksine normal bir şekilde bizlere bakıyordu ama aradaki soğuk rüzgarla hissedilmeyecek gibi değildi. ''Sizin ne işiniz var burada?'' diye sordum tekrardan ortamın havasını dağıtma amacıyla. Gözüm hasretle üniformalı askerleri süzen eski askerlerime kayarken kendimi tutmaya çalıştım. Gözlerindeki hüzne şahit olmak istemiyordum. Enver'in boğazından sert bir yutkunma geçerken, ''Emir geldi.'' Dedi sadece. Ardından bakışlarını yine aynı yöne çevirmemek için uzun bir uğraş gösterdi. Yüreğime bir sızı boğazıma bir yumru otururken buradan hemen gitmemiz gerektiğine karar verdim. ''Dönmemiz gerek, Albay beni kapıda bekliyordur kesin.'' Dedim hiçbir şey olmamış gibi. ''Helikopteri yaralı varsa diye getirdik. Herkes iyi gördüğüm kadarıyla, Alaca timi kullanabilir.'' Enver'in sesi olduğundan soğuk ve mesafeli çıkmıştı. bu sırtımda bir buz kütlesi hissetmeme sebep olmuştu. Tedirgin bakışlarım Alparslan'ın suratında dolaştı. Kurumuş kanların ev sahipliği yaptığı yüzünde mimik dahi yoktu. Bir kere bile gözünü bana değdirmeden Enver'e baktı. ''Alaca Timi!'' dedi yüksek tondan. Bakışları hala sert bir şekilde Enver'deydi. ''Helikoptere geçin.'' Alaca timi aldığı emirle Helikoptere doğru gitmeye başladı. Alparslan onların uzaklaştığını görüp seri bir şekilde kafasını bana çevirdi. Ne diyeceğini anlamıştım. ''Asena Hanım,'' kaşları yukarı kalkmıştı. Dudaklarımı araladım ama konuşmama izin vermeden araya girdi, Enver. ''Alaca Timi dediğimi hatırlıyorum.'' Dedi. Sesi uyarır nitelikteydi. Alaca derken ekstra vurgu yapmıştı. Dudaklarımı ıslattım tedirginlikle. Öfke timi de merakla etrafımızda toplanmıştı. Alparslan samimiyetten uzak bir şekilde gülümsedi yarımca. Kafasını hafif tonda aşağı yukarı sallarken üst dudağını emdi. Keşke emmeseydi! Bakışlarımı kaçırdım. Ne oluyor kızım sana bir kudurmalar falan! Cesur'dan azgınlık falan mı bulaştı yoksa? ''Asena benim gözetimim altında.'' Kirpiklerimi kırpıştırarak baktım ona. İlk defa hanım eki kullanmadan sadece ismimi söylemişti. Bunu Enver'e inat yaptığını düşünmek istedim. İstifini bozmadı Enver. Bir eliyle silahını omzuna alırken yan gözle bana baktı. Tepkimi ölçmek ister gibi ya da haddini aşacak şeyler yapmamak için onu rahatlamamı ister gibi bakmıştı. Enver derin bir nefes koyuverdi çatık kaşları eşliğinde. ''Asena?'' dedi, Alparslan. Soru sorar gibi çıkmıştı sesi. ''Ben ekibimle geleceğim. Sorun yok, siz gidebilirsiniz.'' Dedim bana bile yabancı gelen bir ses tonuyla. Bir de bayıl Feriha! Öyle mi? Dercesine kaşlarını kaldırdı Alparslan. Ellerim yumruk oluştururken arkama sakladım. Hem onlarla gitmek istiyordum hem de Alaca Timi ile. Fakat sonra onları kurtarmak için geldiğimde takındıkları tavır geldi aklıma. Bana nasıl hissettirdiklerini düşündüm. O zaman toparladım işte gardımı. ''Buyurun,'' diyerek kendimden emin bir şekilde Helikopteri gösterdim. Kalkmak için bekleyen helikopterin pervanesi hızla dönüyordu. Çıkardığı sert rüzgârdan dolayı etrafımızı hafif bir esinti kaplamıştı. Örgümden firar eden saçlarım sağa doğru vuran esintiden dolayı savruluyordu. Alparslan'ın gözleri bir süre gözlerimde takılı kaldı. Puslu gözleri aydınlanmaya başlamış tekrar öfkeyle bana bakıyordu. Ama bilmiyordu. Öfkeye öfkeyle bakarsa, kendini uçurumun yamacında bulurdu. <><><><><><><> Ayyy bu bölümü oluşturmak beni epey yordu. Biraz yeni bölüm bekleyenler oldu ama zaten ilk 3 bölümü çok seri bir şekilde paylaşmıştım. Şu an kişisel hayatımda bazı tempolar mevcut. Örneğin yaz okuluna gideceğim ve bir ay kadar başka bir şehirde kalmam gerekecek. Bununla beraber girmem gereken dersler, yapmam gereken ödevler ve girmem gereken sınavlarım olacak elbette. Ama ben yine sizin desteğiniz olduğu sürece bu yoğunluğumda da sizinle olmak için çaba göstereceğim. Bu bölüm Asena oldukça bir iyi ki! Yaşadı. Duygusal anlamda iyi veya kötü duyguları ilk defa tattı. Ama şunu belirtmek isterim ki Asena bu zamana kadar çok düz yaşamış bir insan. Belli başlı yaşadığı acılar var ama bu sadece ailevi bir olay. Onun dışında hayatla tek derdi kimden gelirse gelsin ona yetmeyen bir sevgi. İşte biz burada Asena'nın bu sevgi açlığına kim yetebilecek, Asena tatmin olabilecek mi? Onu göreceğiz. Bilirsiniz, bazı çiçekler bazı topraklarda olmaz. Bir de artık Öfke Timi de aramızda! Artık Alaca ve Öfke Timinin itiş kalışlarını mı görürüz, yoksa kuracakları güzel dostluğu mu? Orasını zaman gösterecek ama önceliğimiz onları okurken sadece gülmek. Ayy ben Serdar ve Cesur'u çok sevdim bu arada. Best friend olarak shipledim gitti ahahahah. Gerçekten bu ara çok yoğunum yeni bölümü zor aradan çıkardım. Şimdide ödev teslimim var gerçekten yeni bölüm gelmesini heyecanla bekleyen isteyenler var ise yorum yapsın. Buna her anlamda ihtiyacım var. Çok konuştum ben artık kaçar. Sizleri seviyorum! 🫶 Ayy ayrıca bu uygulamaya yazmak ne kadar zormuş. Yani copy-paste yaptım ama orjinal bir şekilde paste yapmadığı için düzeltmek zorunda kaldım nedense bunu da telefondan yaptım. Hayır yani bu uygulamanın pc app i varsa yükleyim oradan yapayım kendime işkence ettim ya kahretmeye beni ahahaahah |
0% |