Yeni Üyelik
8.
Bölüm

Bölüm -8- “Ölüm Bahçesindeki Gül”

@esrarizim

© Tüm hakları saklıdır.

 

 

 

 

Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim.

 

 

 

Bölüm Şarkıları

Sonu Var mı- Sena Şahin

Her Gece - Perdenin Ardındakiler

Fotoğraf- Pilli Bebek

İnfinity- Jaymes Young

Living Life, In The Night- Cheriimoya, Sierra Kidd

Solas- Jamie Duffy

 

 

 

 

Bir avuç toprak ister mi ölü bir bedeni sarmayı,

İster mi bir gemi denizde kaybolmayı,

Bir tanrı ihtiyacı olduğunda aranmayı,

Ya da insanoğlu bir yudumluk aşkta boğulmayı.

 

 

 

 

 

Satır arası yorum yapmayı ve yıldıza dokunmayı unutmayınız. <3

 

 

 

<><><><><><>

 

 

 

 

Saat gecenin üçüydü belki de. Yine düşünmekten uyuyamadığı bir geceydi Enver için. Saatten bir haber uykusundan uyanmıştı yine. Onu sürekli uykusundan uyandıran ya da hiç uyumasına izin vermeyen şeyin sebebi belliydi. Kalbindeki yüktü.

 

Usulca çıktı odasında Ufuk'u uyandırmamaya çalışarak. Yine krizi tutmasın diye ağır uyku ilaçları alarak derin uyku çekiyordu. O laneti kullanıp hayatını söndürmese de böyle de pek yaşadığını söylenemezdi.

 

Odadan çıkıp usulca kapıyı aralık bırakarak kapattı ki geri döndüğünde ses çıkmasın. Loş ışığın süzüldüğü koridorda ilerleyip mutfağa girdi. Oranında kapısını hafif kapatırken elindeki kâğıdı ve kalemi masaya bıraktı. Dolaptan bu soğuk havaya dahi aldırmadan soğuk bir su çıkarıp bardağa doldurdu. Biliyordu ya içindeki yangını hiçbir şeyin söndürmeyeceğini, alışmıştı artık. Dıştan buz, içten harlı bir ateş olmaya.

 

Diğer günlerde sadece onun yakmasıyla yarıya inmiş mumu tekrar yaktı. Mutfağı sarı loş bir ışık sardı. Duvara Enver'in iri cüssesinin gölgesi düştü yine. Kâğıdı kalemi önüne çekti.

 

Ey sevgili,

 

Kalbimin derinliklerine ismini kazıdığım nazlı kadınım, bu sana göndermediğim seksen üçüncü mektup. Seni hala unutamadım. Hayır, unutmadım.

 

Her nefes alışımda, bir zamanlar sadece bana parlayan o gülüşünün ışığını yitirdiğimi hissediyorum artık. Sana gel diyemem, bilirim gelemezsin. Hatta gelmezsin. Bugün tam dört yüz ikinci gün. Sensizliğimin, beni senden mahrum bırakışının hatta beni o idam masasına çıkarışının dört yüz ikinci günü. Ne o urganı boynuma geçirebildim ne de o masa ayaklarımın altından itebildim. Sen beni oraya çıkarmaya cesaret ettin ama ben seni sen yokken bile bırakmaya cesaret edemedim.

 

Üç yıldır uyanamadığım bir kâbusun içindeyim. Rüya olsaydı gelirdin. Çünkü sen anca rüyalarıma girebilirsin. Şimdi sen yoksun ya, bu uyanıkken gördüğüm en kötü kâbus ve ben bu kâbusun içinden dört yüz iki gündür çıkamıyorum, Derya.

 

Derya, deniz gözlü kadınım. Kim bakıyor, benim denizime? Kim bakıyor, benim gökyüzüme? Benim göğüm kararttın, kimin göğünü aydınlatıyorsun?

 

Sensizliğin bugünün de ellerim yine soğuk, oysa senin ellerin varken sıcaktı. Bir zamanlar gözlerimde parlayan o ateş, şimdi yalnızca bir küllükteki izmarit gibi; sönmüş ama yine de sıcak. Sönmeyen tek ateş sana olan aşkımdı.

 

Sana kızgınım... giderken beni benden götürdüğün için kızgınım. Giden sendin ama benden geriye hiçbir şey kalmayan bendim. Sesini bile hatırlamıyorum artık, ama söylediklerin aklımda.

 

Vazgeçtim. Sana kızgın değilim. Kırgın değilim, dargın değilim. Kısacası ben artık sana hiçbir şey değilim.

 

Bir gün bütün mümkünlerin kıyısında, bir denizin kenarında kavuşmak dileğiyle, kadınım.

 

Hoşça kal..

 

Kâğıdı kaldırdı Enver. Muma yaklaştırıp bir ucunu ateşine tuttu. Hafifçe alev aldı ama tamamen yanmasına da izin vermedi. Dumanlar mutfağın tavanına yükselirken yazdığı mektubu bir kez okudu, Enver. Ardından doldurduğu suyu bir dikişte içerek mumu söndürüp mutfaktan çıktı.

 

Buydu, bu kadardı Enver için yaşamak.

 

Odasına gitti. Aynı sessizlikte içeri girip kapıyı usulca kapattı. Mektubunu dolabının içindeki o kutuya koydu yine. Seksen dördüncü mektubu olmuştu bu. Dolabın kapağını kapatıp göz ucuyla Ufuk'a baktı. Üzerinin hafifçe açıldığını fark etti. Birkaç adımda yanına giderek üzerini örttü. Bir süre yüzü içine çekmiş genci izledi. Alnındaki küçük ter damlalarını sildi elinin tersiyle. Ardından kendi yatağına geçti. Uzandı sırt üstü, üzerini örtmeye bile gerek duymadı.

 

Uyumadı. Aklına düştüğü an uyku uyuyamazdı. Enver'in saçları ağardı, sevdiği kadın uykuya dalmakta bile zorluk çekmedi.

 

 

 

<><><><><>

 

 

''Bir gün çarşıdayız. Bu lavukta kızla buluşucam diye yanımızdan ayrıldı. Tamam dedik, eyvallah falan geçtik bir kafeye oturduk.'' Dedi, Bahadır Alaca timi üyelerine doğru. Bahsettiği kişi de Cesur'du.

 

''Bizde gittik bizde bir kafedeyiz, avdayız falan. Bir sarışın geliyor bir esmer gidiyor tabii. Neyse,'' diyerek omuzlarını düzeltti. ''Oturduk bir şeyler içiyoruz sohbet falan birden kafeye Cesur daldı. Koşmuş böyle nasıl nefes nefese.''

 

''Abartma lan! O kadarda koşmadım. Kız bekliyor diye,'' tabi tabi dercesine kafa salladı Bahadır.

 

''Yalnız kardeşim, kızın abileri aşiret olduğu için o kadar koşmuş olmayasın?'' diye araya girdi, Mert. Cesur hızlı bir sille indirdi Mert'in ensesine. Mert acıyla yüzünü buruşturup ensesini ovdu.

 

''Abi valla kalmadı hücre falan çocukta. Vurma şuna.'' Dedi, Ufuk acıyarak. Cesur ona da uzandı. Hızlı bir şaplakta ona atarken, ''Canın çekerse böyle söyle, aferin.'' Dedi keyifle. Bu sefer Ufuk'ta acıyla ensesini ovuşturdu.

 

''Neyse, asıl olayı anlatıyorum meğer bu ırz düşmanı amguard, üç kızı aynı anda idare ediyormuş. Bir o kafeye koşuyor bir bu kafeye. Kafelerin her biri bir sokakta. Kızlara da tuvalete diye çıkıyor. Arkadan kaçıyor çaktırmadan.''

 

''E kızlar hiç mi görmüyor?'' diye sordu, Fatih. Anlamamıştı olayı, bu kadar yakalanmadan iş yürütmesini.

 

Kaşlarını yukarı kaldırdı Bahadır bir yandan çitlediği çekirdeğinin kabuklarını önüne tükürürken.

 

''Kızları kapıya sırtları dönük oturtturuyor. Deneyimli pezevenk bu siz daha tanımadığınız için normal.''

 

''Sensin lan pezevenk!'' diye çıkıştı Cesur. ''Ne pezevenkliği gördün? Jigolo Bahadır, birazda senin anılarını anlatalım ister misin?''

 

''Oha, Bahadır abi jigolo musun sen?'' diye sordu Mert şaşkınca. Al işte dercesine eliyle Mert'i gösterdi Bahadır.

 

''Yok bu sefer hak etti.'' Dedi Ufuk az önce Mert'e üzülen o değilmiş gibi ensesine vurdu.

 

''Koskoca adam kerhanede mi çalışacaktı, tabi jigolo olacaktı.'' Dedi.

 

''Lan!'' diye yükseldi Bahadır. ''Konu ne ara bana geldi yine. Ulan Cesur, ararım bak o karının abilerini.''

 

''Sonra ne oldu? Abisi mi yakaladı?'' diye merakla araya girdi, Niyazi. Bir avuç çekirdekte o almış büyük bir zevkle Öfke timinin anılarını dinliyorlardı.

 

''Keşke sadece onunki yakalasa. Kızlar kuzen çıktı.'' Diyerek hunharca güldü Bahadır. Cesur ise konudan bağımsızlığını ilan ederek kafasını başka tarafa çevirdi umursamazca. O günkü yediği dayak aklına geldiğinde bile tüyleri ürperiyordu.

 

''Bunlar birbirine söylemeden sevgilileri olarak Cesur'la buluşuyorlar. Hepsi ayrı kafede. Bu dingil on dakika onun yanında on dakika diğerinin yanında, benim motor bozuk diye kaçarak hepsiyle görüşüyor.'' Dedi, Bahadır iştahla çekirdeğini çitlemeye devam ediyordu.

 

''Nasıl yakalandı peki?'' diye sordu, Yusuf ne ara bunlara ayak uydurduğunu bilmeden. Oda alışıyordu Öfke timine, bir de üstüne aynı evde olmak onların samimiyetini artırmıştı.

 

''Dur işte, anlatıyorum.'' Dedi, Bahadır. ''Bu salak, kız kafeyi bulamadığında konum atıyor gelebilsin diye. Konumu da canlı atmış. Kız şüphelenmiş baktı bu gidiyor on veya on beş dakika yok. Konumdan bir bakıyor başka sokakta gözüküyor. Başta konduramasa da çıkıp peşinden gidiyor bir bakıyor kuzeniyle oturmuş kafede oturuyor. Kızlar birbirini tanıyor tabii hemen sonrası zaten bomba.''

 

''Aşiret çıktılar olum ne bileyim, şehrin yarısı onlarınmış zaten. Nereye dönsem kızın akrabası.'' Diye hayıflandı Cesur.

 

''Kardeşim doğu bölgesi orası, herkes akraba zaten.'' Dedi, Bahadır. ''Kızlar ortalığı elli altıya veriyor sonra diğeri de geliyor. Bunlar abilerini arıyorlar geliyor bunlar bu salağı bir yirmi kilometre kadarcık koşturuyorlar.'' Hunharca gülmeye başladı Bahadır ağzında çekirdeklerin kabukları kalırken.

 

Hatta hızını alamayıp öne doğru Niyazi'nin bacaklarından tutunarak yere çöktü.

 

''Heh abart! Çok komik,'' diye hayıflandı Cesur. Bir yandan da tripli bir şekilde çekirdeğini çitliyordu.

 

Bahadır gülmelerini zar zor durdurmaya çalışarak, ''Bunun kel kafasına bir giriştirler ama anlatamam. Amına koyayım,'' dedi soluk soluğa. ''Kafasını patates soğan gibi ezdiler bunun. Salçayla yağ koysak yemek olacak.'' Tekrar hunharca gülmeye başladı. Ona eşlik eden Alaca timi de Cesur'a yandan bir bakış atarak gülerek çaktırmadan kafasını inceliyorlardı.

 

''Senin bu saçlar doğuştan mı? Yoksa sen mi kazıtıyorsun?'' diye sordu, Serdar gülmesini durdurarak.

 

''Ben kazıtıyorum. Sevmiyorum saç.'' Diye kısa bir açıklama da bulundu.

 

''Tam tuvalet pompası yapıştırmalık.'' Dedi, Serdar tekrar.

 

''Yapması çok zevkli de, çıkarırken biraz zorlanıyoruz.'' Dedi Bahadır. Cesur artık ona ciddi bir surat ifadesiyle dönmüştü. Bahadır gülmemeye çalışarak dudaklarını birbirine bastırmaya çalıştı.

 

''Ben senin konuştuğun kızın travesti çıktığını anlatıyor muyum? Güzel kardeşim.'' Dedi, Cesur. Sesi fazla tehditkardı. Bahadır hemen ciddileşti.

 

''Ne?'' diye sordu Alaca timi hep bir ağızdan. Şaşkınlıktan hepsini çekirdek çitleyen elleri havada kalmıştı.

 

''Müslüman arkadaşlarım hayırlı günler.'' Diye gelen gür sesli Bilal araya girdi. Kendi aralarında yemekhanede çember kurmuş iki time baktı yüzünü buruşturarak.

 

''Deist arkadaşlarıma, tanrının rahmeti üzerine olsun. Ateist arkadaşlarıma iyi günler. Başka bir dine mensup arkadaşlarıma mutlu günler diliyorum.'' Bunları Alaca timine bakarak söylerken Öfke timine döndü yüzünden akan nefretle.

 

''Cahiller ve aptallar, sümsükler sizin Allah belanızı versin.'' Dedi tüm çirkefliği üzerindeyken.

 

''Onlar Allah'ın lütfu biz neden Allah'ın belasıyız kardeşim, onu anlamadık.'' Dedi, Bahadır. Omuz silkti Bilal.

 

''Ben arkada tuvalet temizledim, sizin haberiniz var mı? Acemi birliğine gelmiş gibi boklu paspası verdiler elime tuvalet temizlettiler.'' Dedi acınası bir yüz ifadesiyle, Bilal.

 

''Sen ne alaka lan, anlamadım.'' Diye sordu Cesur.

 

''Şunların komutanı yakaladı, bırakmadı beni. Acısını bizden çıkarıyor.'' Sinirle altına bir sandalye çekip yanlarına oturdu. Mert'in kucağında duran çekirdek poşetinden kocaman bir çekirdek avuçladı.

 

''Yüzbaşı kafayı sana takmış olabilir mi?'' diye sordu, Niyazi.

 

''Bilemiyorum,'' dedi bir tane çekirdeği alıp çitlerken. ''Enver ko-'' komutanım diyecekti ki dilini ısırdı. ''Enver amirim bana iş kilitliyordu, sonra ondan önce bana iş kilitledi sırf Enver amirimin işini yapmayım diye.''

 

''İşler ciddi arkadaşlar.'' Dedi, Ufuk'ta. ''Annesi babası boşanmış çocuklar gibi ortada harap olacağız.'' Diye devam etti ve tekrar düşünceli bir şekilde çekirdek çitlemeye devam etti.

 

Tam o sırada gür bir kadın sesi peydah oldu yemekhaneye.

 

''Ne yapıyorsunuz siz orada?'' hızlı ve sert adımlarla Asena geldi. Yaklaştıkça gördüğü görüntü sinirlerini zıplatmaya yetmişti. Yine üzerinde siyah kıyafetleri içinde ilah gibi duruyordu. Serdar hayranlıkla ayağa kalktı. Kalkarken de ellerinde ki çekirdeği olduğu gibi yere bıraktı. Asena onun hareketlerini kaşları çatık bir vaziyette izledi.

 

''Biz de öyle çoluk çocuğun maskarası olduk Asena hanım.'' Dibine girdi Asena'nın. Asena ona omzunun üzerinden ters bir bakışla karşılık verdi.

 

''Ne oluyor burada?'' diyerek Serdar'ı umursamadan diğerlerine döndü.

 

''Bahadır, Bilal.'' Demekle yetindi sadece.

 

''Komutanım,'' diyerek ayaklandı Bahadır elinde hala çekirdekler varken.

 

''Mahalle karısı olmaya mı heveslendiniz hepiniz.'' Diye bağırdı. Sesi yemekhanede yankılanırken kimseden çıt çıkmadı. ''Derhal temizliyorsunuz burayı! 'diye emretti. Eliyle yerdeki çekirdek kabuklarını gösterdi.

 

''Dilinizle temizletmemi istemiyorsanız hemen kaldırın o kokuşmuş götünüzü!''

 

''Bizde mi?'' diye sordu Serdar şaşkınlıkla. Asena hışımla ona döndü. Ellerini belinde birleştirmiş bir vaziyette Serdar'a doğru bir adım attı. Çenesi kaskatıyken, ''Sizde.'' Dedi sadece. Serdar korkuyla bir adım geri attı yutkunarak.

 

''Alparslan Komutanım şimdi bizi arayıp bulamazsa,'' diye cümleye başlayan Yusuf'u susturdu Asena.

 

''Sizden önce beni bulur, bende ne bok yediğinizi söylerim gelir bulur. Ne dersin Çakır?'' diye soludu. Bu kadının tersi gerçekten pisti. Yusuf bile karşı çıkmaya cesaret edemiyordu şu an. Herkesi köşesine pusturmuştu. Öfke timi neyse ne diye düşündü de, bunlara ne oluyordu. Alaca timi resmen üç buçuk atıyordu. Üstelik kadın onların hiçbir şeyi bile değildi.

 

''Anlaşılmayan bir şey?'' diye sordu Asena. Hepsine tek tek baktı itiraz etsinde birisi kafasını duvara sürteyim diye. Asena geldiği hışımla geri giderken sırada gazabına uğrayacak olan Alparslan'dı.

 

Demek bu adam yanmak istiyordu, o da yakacaktı.

 

Asena gidince arkasından boş boş bakan Alaca ve Öfke timi kalmıştı.

 

'Kadın öyle mahir bir canlıdır ki, süt verir, ot yemeden, kanaması olur, yara almadan ve adamın hayatını siker şeyi olmadan.'' Diye söylendi, Serdar.

 

''Aga sen bizim komutana mı yürüyon bize mi öyle geliyor?'' diye dibinde bitti Cesur. Tipi ve mimikleri ağır abi moduna gitmişti bile. Serdar onu ciddiye alıp almamak arasında kalırken, ''I don't like your little games.'' Dedi.

 

Cesur anlamayarak yüzünü buruşturdu.

 

''Ne diyosun lan ecnebi mecnebi, lan Habeşi bu bize mi sövüyor?'' diyerek Bilal'e çevirdi bakışları. Tekrar Serdar'a döndü.

 

Serdar, ''Yani diyorum ki senin yaptığın o gider benim anca hoşuma gider.'' Dedi. Cesur bir an düşündü. Serdar'ı süzdü alıcı gözle. Tatmin olmuşçasına kaşının birini kaldırdı.

 

''Asker adam sonuçta, boş değildir.'' Diyerek eski yerine ilerledi yavaşça. O sırada Bahadır Cesur'un kulağına doğru eğilip, ''Beni kazığa oturtur, koktum demiyorsun da,'' diyerek gevşekçe sırıttı.

 

Cesur sinirle Bahadır'ın yakasını tutup geriye ittirdi. İnce kaşları yukarı kalkarken ciddi bir ifade takındı.

 

''Ne korkucam lan, doksan beş kilo adamım, o benim taşağımı bile kaldıramaz.'' Cesur Bahadır'ın söyledikleri canını aşırı sıkmış gibi bir an tekrar Serdar'a baktı. Boyu ondan bir tık daha uzun olabilirdi, belki biraz da yakışıklı olabilirdi ama yok, gerçekten bu herif onun taşağını bile kaldıramazdı. Neyse, dedi. Önüne döndü tekrar spora ağırlık vermesi gerektiğini aklının bir köşesine not ederken.

 

''Hadi hadi,'' dedi, Bilal. ''Az laf çok iş. Salarım üstünüze Asena Komutanımı.''

 

''Nasıl ya, sen yardım etmeyecek misin?'' diye sordu, Fatih şaşırarak. Bilal ona aldırmadan az önce Cesur'un oturduğu sandalyeye oturup eline ortaya bırakılmış çekirdek poşetinden yeni bir çekirdek avuçladı. Umursamaz bakışlar eşliğinde ayakta dikilen heriflere baktı alayla.

 

''Ben bok kokusunda üç kere kusarken sen burada çekirdek çitliyordunuz, herkesin yediği bok kendine, demi gardaşım.'' Dedi ağzına çekirdek götürürken.

 

''Bari kabukları yere atma it herif.'' Diye söylendi, Bahadır. Bunu üzerine Bilal ayaklarını karşısındaki sandalyeye uzatıp rahat bir pozisyon aldı.

 

''Kardeşim biz dost değil miyiz? Dalağını yediğim kalk hadi yardım et. Sen üflersin ben kürek tutarım.'' Dedi, Cesur Bilal'e yaltaklanarak yaklaşırken. Bilal Cesur'a öyle bir baktı ki Cesur onun ikna olmadığını hemen olmadı. Bunu anlar anlamaz yüz ifadesi eski sert haline büründü hemen. Bilal'in sandalyeye uzattığı bacaklarına bir tekme savurdu alttan.

 

''Dostluk dediğin zombilerdeki gibi olur. Adamlar her yere beraber gidiyor. Sen hiç tek kalan zombi gördün mü? Göremezsin, çünkü dostlarına ihanet etmiyorlar.'' Bilal ağzındaki çekirdek kabuğunu tükürdü yere. Keyfi gayet yerindeydi.

 

''Beni ikna etmek yerine şuraları temizle.'' Dedi. O sırada diğerleri süpürge ve kürek getirmeye gitmiş, bir kısmı da sandalyeleri yerine çekiyordu. Mert yüzünde tiksinti bir ifade ile Bilal'in ayağının altındaki sandalyeyi çekti. Bilal hışımla ayağının altından çekilen sandalye sonucunda Mert'e dikti bakışlarını.

 

''Lan biçimsiz! İnsan gibi istesene. O tuvaletteki senin bokundu dimi lan. Krem şanti gibi üç kat dolayıp bırakmışsın, kokusundan tanıdım bir de biçimsiz şeklinden.'' Dedi, Bilal.

 

Yüzünü buruşturdu bunu duyan Yusuf, ''Sen nereden biliyorsun bu herifin bokunun şeklini?'' diye sordu midesi ağzına gelirken. Bilal bir çekirdek daha çitleyip yere tükürdü.

 

''Sikicem şimdi çekirdeğini!'' diye yükseldi, Cesur. ''Cennet mahallesi pembe gibi püskürtüp durma şunları.'' Bilal tınlamadı bile onu devam etti aynısını yapmaya.

 

''Sen de her gün arkadaşlarının bokunu temizle, gel gör bakıyım bok teknisyeni gibi herkesin bokunu tanıyor musun, tanımıyor musun?''

 

''Bok teknisyeni ne lan?'' diye sordu, Fatih.

 

''Yok mu lan işte, hastanede veriyoruz işeyip falan laboratuvar.'' Dedi, Bilal ciddi bir şey anlatıyor gibi bir ifade takınırken.

 

''Sen adamların kutsal mesleğine bok teknisyeni mi diyorsun?'' diye sordu Yusuf şaşkınca. Omuz silkti, Bilal. ''Niye ya?'' diye sordu. ''Dişçinin yanındakine diş teknisyeni deniyorsa boka bakana da bok teknisyeni denebilir bence. Hatta bunu kurulda sunsunlar kabul edilmezse şerefsizim.'' Dedi.

 

''Sen zaten şerefsizsin,'' diye seslendi elinde süpürge ve kürekle gelen Cesur. ''Hain bir kaltaksın. Bu gece ilk işim yatağına sıçmak olacak, duydun mu lan beni!'' diye söylene söylene geldi.

 

''Ben de gelir ağzına doldururum o boku.'' Oturduğu yerde iyice gerindi Bilal. Elinde biten çekirdeği tekrar tazeledi. Cesur önüne geçip her birisine yenisi eklenen çekirdek kabuklarını süpürmeye devam etti.

 

''Hem atılan kazıkları saklıyorum ki dönünce oturacak yeriniz olsun.'' Diye ekledi, Bilal.

 

''Lan iyi ki bok temizledin amına koyayım, sanki ülkenin vidanjör görevini sana devrettiler. Ne ağladın be!'' dedi en sonunda Bahadır.

 

''Bugün hiç keyfim yok. Sanki kaynanama ben bakıyormuşum da maaşını oğulları, kızları yiyormuş gibi bir sıkıntı var içimde.'' Dedi, Bilal derin bir nefes alıp tekrar çekirdek çitlerken gözleri dalmıştı yere.

 

''Sen kaynananı üç günde öldürürsün merak etme, azimli sıçansın sen.'' Dedi Ufuk'ta.

 

Onlar kendi halinde itişe kakışa iş yaparken ateşlerini bir ejderha gibi püskürtmek isteyen Asena soluğu Alparslan'ın odasında almıştı bile.

 

 

Erleri kurtarma operasyonunda yememiş içmemiş albaya şikâyet etmişti. Asena'nın gazabından kimse kaçamazdı bugün.

 

Alparslan'ın kapısını bile çalmadan hırsla içeri girdi. Kafasını birtakım evraklara gömülü olan Alparslan neye uğradığını şaşırırken bir adet dişi kurdu odasında bulmayı beklemiyordu. Destursuz girecek kadar da fazla cesur diye düşündü.

 

''Derdin ne senin?'' diye kükredi, Asena. Sinirden damarları atıyordu boynunda. Saçları yine sıkıca örülüydü ama hışmından dolayı çoğu saç teli firar etmişti bile. Asena öfkesinden bir gram bile kaybetmeden Alparslan'ın masasına yaklaşıp elini masaya vurdu.

 

''Buradayım işte!'' diyerek tekrar bağırdı. ''Ne geçiyorsa içinden söyle, kus öfkeni. Çünkü bundan sonra böyle bir şansın da olmayacak.'' Sesi keskin ve kendinden oldukça emindi.

 

Alparslan ise neyden bahsettiğini bile anlamayarak rahatça arkasına yaslanıp elindeki kalemi keyifle çevirmeye başladı.

 

''Birisi kuyruğuna basmış anlaşılan.'' Dedi Alparslan keyfinden ödün vermeyerek. Bu Asena'yı daha da çileden çıkardı.

 

''Çocuk gibi albaya yaptıklarımı ispiyonlayacağına erkek gibi karşıma dikil.''

 

Alparslan sonunda neyden bahsettiğini anlarken kalem çeviren eli durdu. Kaşları anlık olarak çatıldı hemen. Yaslandığı yerden doğruldu. Asena ise masaya doğru eğilmiş ateş saçan gözlerle ona bakıyordu.

 

''Emin ol görmek istediğin erkeksi tavrım canını yakar, Asena.'' Dedi ürkütücü bir ses tonuyla. Duydukları hazmetmesini zorlaştırırken oturduğu yerden ayaklandı. Asena birden irileşen iri cüsseye bakarken gözleriyle onun yükselmesini seyretti.

 

''Keşke bazı konuşmalar sırasında kafamızın üzerinde sikimetre çıksa ve karşı tarafa yüzde kaç şeyimizde olduğunu gösterse.'' Asena söylediklerinden dolayı bir an renk değiştirirken, Alparslan duyduğu her bir kelimenin şaşkınlığını yüzünde topladı.

 

''Ne dedin sen?'' diye soludu aynı ürkütücülükte.

 

''Ne duyduysan o, senin gibi arkadan konuşacak değilim.'' Dedi Asena diklenerek. Alparslan üzerine doğru yavaş yavaş adımladı. Bu kadının ağzı neler diyor, diye düşündü kısa bir süre.

 

''Asena, dilinin ayarı yok mu senin?'' diye sordu artık bu kadının hiçbir sınırının olmadığını düşünerek. Bunu sorarken omuz kasları seğirmişti.

 

''Senin de yok ki her şeyi ötüyorsun?'' Çenesini dikleştirdi, Asena inatla.

 

''Albay'a söylediklerimi diyorsan yaptığın şeyin arkasında durmanı tavsiye ederim.'' Alparslan bunu neden yaptığını gayet iyi biliyor olsa da bunu Asena'nın bilmesine gerek yoktu. Bu kadın ya bu diyardan gidecekti, ya da diye düşünüp durdu, gerisi gelmedi. Gitmeliydi bu kadın. Alparslan'ın ruh sağlığı için gitmeliydi. Karşısında ona ateş saçan gözlerle bakan kadından bir cevap bekledi.

 

''Ne oldu? Zor mu geldi?'' diye üsteledi büyük bir keyifle. Onu köşeye sıkıştırmak son birkaç günde hoşuna giden eylemlerden birisi olmuştu.

 

''Madem bu operasyon senin için bu kadar önemli, hodri meydan.'' Dedi, Asena. ''Sen kendi bildiğin yoldan, ben kendi bildiğim yoldan ama dikkat et,'' diye uyarmayı da ihmal etmedi, Asena.

 

Merakla kaşlarını kaldırdı, Alparslan. Kollarını göğsünde kavuşturup Asena'dan gelecek lafı bekledi.

 

Asena işaret parmağını kaldırıp tek kaşını ukalaca havaya dikerken Alparslan'ın düşündüğü tek bir şey vardı. O da bu kadının sinirlenince ne kadar çekici olduğuydu.

 

''Benim için kurallar yok, sınırlar yok. Benim kaybedecek hiçbir şeyim yok, Alparslan.'' Sesine ekstra ürkütücülük katan bu kadın, gerçekten canına okurdu Alparslan'ın.

 

Alparslan donuk bakışlarla onu seyretmeyi bırakıp, ''İşin sonunda yoluma çıkma da neyi nasıl yaparsan yap.'' Dili başka kalbi başka konuşsa da bunu kendisi bile kabul etmeyecek kadar iradeliydi. Ama Asena'nın kuralları her zaman çiğneyen bir kadın olduğunu bilmiyordu bile.

 

''O zaman benimle gerçek bir asker gibi savaş.'' Dedi, Asena. ''Bırakıp gideyim diye arkamdan iş çevirme.''

 

Bu kadın bu kadar sinirlendiyse albay gerçekten onun canını yakmış demekti. Asena geldiği gibi aynı hışımla çıktı odasından. Alparslan derin bir soluk bıraktı dudakları arasından. Sonra karnındaki iç gıdıklatan o şey ile donup kaldı. Gözleri karnına inerken eli de otomatik olarak dokundu sert karnına. Bunca zaman orada kastan başka bir şey olduğunu düşünmezken içinde uçuşan şeylerin ne olduğunu anlaması uzun sürmemişti.

 

''Hayır,'' diye sayıkladı birkaç kez. İdrak ettiği şey ile karnına sert bir yumruk geçirdi. Bu canını acıtmamıştı bile ama içeride uçuşan kelebekleri öldürmek istercesine daha sert vurdu.

 

''Ölmüyorlar.'' Diye hayıflandı. ''Amına koduğumun kelebekleri, bir siz eksiktiniz.'' Sinirle masasına döndü tekrar. Bu kadın yetmiyormuş gibi bir de onun kelebekleri çıkmıştı başına. Koskoca adamın içinde kelebeklerin ne işi vardı!

 

 

 

<><><><><>

 

 

''Dengesiz dağ ayısı!'' Elime aldığım paskalyayı sinirle belime geçirmeye çalıştım. Bir tanesi boş geçince sinirim zıpladı tekrar.

 

''Girsene lan! Seni de sikicem şimdi! İyi ki bir boy var, süzüle süzüle ayağa kalkıyor, ayy çok korktum.'' Kemeri takıp üzerime hücum yeleğimi de geçirdim.

 

''Gitmeyeceğim ulan! Sen kendini parçalasan da gitmeyeceğim.'' Yeleğin ceplerine alabildiğim kadar mühimmat doldurdum. Bir çakmak vurulsa havaya uçacağım kadardı işte.

 

''Üstten üstten bakmalar falan. Ulan bende bir zamanlar o üniformayı üzerimde taşıyordum da bu kadar havam civam yoktu. Sırık!'' bir an durdum söylediğim şeyi fark ederek. Çatlak aynadan kendime baktım. ''Ben daha havalıydım.'' Dedim aynaya karşı. Sonra oflayarak kafamı başka yöne çevirdim. İyice delirmiştim, hiç iyi değildim. Acilen kafa dağıtmam lazımdı. Kendimi bir yerlerden sallandırıp yarasa gibi uyumam lazımdı. Bu da yetmezdi bana, benim bir yerleri ateşe vermem lazımdı.

 

 

''Benimle uğraşamayacağını anlamıyor ki!'' uzun tahta bar'a oturup botlarımı ayağıma geçirmeye başladım.

 

''Hz. İsa'ya demişler ki ölüyü diriltmekten daha zor olan ne? Anlamayana anlatmak demiş! Anlatıyorum, anlamıyor ki. Gitmeyeceğim ulan, gitmeyeceğim.'' Bağcıklarımı bağlamaya başladım. İyice sıktırıp etrafına dolayarak tekrar bir düğüm attım. Bu botla Alparslan'ın kafasına bir tekme savurmak en büyük hayalim haline gelmişti. Hatta bunun için yaşama hevesi bile edinmiş sayılırdım.

 

Sinirimin etkisi hala sürerken ayağa kalkıp elime silahımı aldım. Yedek şarjörlerimi de yeleğin ceplerine doldururken boynuma astım silahımı. Dolu bir şarjörü de odadan çıkarken taktım.

 

İyi ki son anda operasyon haberi gelmişti. Yoksa bu adamda içindeyken Karargâhı ateşe verebilirdim. Dışarıda hazırlanan araçlara doğru yürüdüm hızlı adımlarla.

 

''Üç ortalı harita metod defteri aldım, sevaplarımı, günahlarımı, arada kalanlarımı yazıyorum. Amel defterimi kendim de tutuyorum. Ne bok yesem yazıyorum, zaten bu dünyada yandım, bir de öte dünyada yana-''

 

Geldiğimi gören Bilal hemen hazır ola geçip, ''Komutanım!'' diye gürlerken hazır ve nazır olan Alaca timinin bakışlar bize döndü.

 

''Ne anırıyorsun lan dingil!'' diye azarladım hemen. ''Size kaç defa diyeceğim, komutan yok! Komutan öldü!''

 

''Yo, buradasınız.'' Dedi, Mert. Bayık bakışlarla Bilal'in yanında dikilen Mert'e döndüm.

 

''Senin annen ilk altı ay süt vermedi mi sana oğlum?'' diye sordum ciddi bir ses tonuyla.

 

''Ben altı yaşıma kadar emmişim komutanım.'' Dedi büyük bir sevinçle.

 

''İyi bok yemişsin,'' dedim anında. Gülüşü suratında donup kaldı. ''Pek bir faydası olmamış, yol yakınken bıraksaydın keşke.''

 

''Komutanım biz kalabalığız kardeş olarak, en küçük benim ya şımartmışlar biraz.''

 

''Şımarmaktan kastın annenin memelerini sündürmek mi?'' diye, araya giren Cesur gerçekten de Bilal ve Mert'in arasına girmişti iri cüssesiyle.

 

''Annemin memelerinden sana ne lan!'' diye yükseldi Mert.

 

''Sen dedin ya annemin memeleri diye,'' Mert anlamayarak kaşlarını çatarken Bilal'e döndü. ''Ben mi dedim meme diye?''

 

''Dedim ya olum sana, en çok gülmemden mi hoşlanırsın diye; sende dedin ya hayır gül memenden. Onu diyor,'' dedi Bilal'de. Saf buldular çocuğu oynatıyorlardı.

 

''Oraya gelirsem sizi bir çift meme de boğarım.'' Enver'in arkadan gelen ürkütücü sakinlikteki sesi bir an dönüp ona bakmama sebep oldu.

 

''Âmin!'' dedi Öfke timi hep bir ağızdan. ''Geçin lan araçlara, it herifler.'' Hepsi bir araca doğru topuklarken Bahadır'ın bakarak konuştuğu yönden kimin geldiğini anlamak zor değildi.

 

''Allah'ım, ya rabbim; hikmetinden sual olunmaz ama bu adamı ressam edasıyla yaratırken bizi sanki patates baskısı vurur gibi burup geçmişsin Kurban olduğum, hele bir de şunun tipine bak.'' Diyerek eliyle Cesur'un yeni tıraşlanmış kafasına vurdu. Cesur'un boynundan gözüken dövmesinin altındaki damar atarken Bahadır'ın götünü avuçladı. Bu görüntüye anında yüzüm buruşurken Cesur hızla oradan kaçıp direksiyona geçti.

 

Hemen yan araçta başlayan hareketlilik ile kafamı o yöne çevirdim. Alaca timi de aracına biniyordu. Enver yanımdan geçerken, ''Buyurun komutanım, araç hazır.'' Dedi. Alparslan da bana dönerken gözlerimiz kesişti. O bana yırtıcı bir kuş gibi bakarken ben avını uzaktan izleyen bir kurt edasıyla bakıyordum ona. Kafamda duran maskemi indirdim yüzüme. Sadece gözlerim açıkta kalırken Alparslan'a son kez bakıp araca bindim.

 

Alparslan'da ardımdan aracına atlarken karargâhtan ilk çıkan biz olduk. Cesur son sürat hızla giderken, ''Yavaş lan,'' diye uyardım nazikçe. Bu onların hak ettiği en nazik dildi.

 

''Komutanım, neden size komutanım dememizi istemiyorsunuz?'' diye sordu, Cesur. Bir gözü bana bir gözü yola değerken. Camımı indirip kolumu dışarı attım otobüsçü dayılar gibi.

 

''Çünkü komutanınız değilim.'' Dedim tek solukta. Fazla düşünmeye gerek yoktu. Değildim artık ama onlar bir türlü kabullenmiyorlardı.

 

''Eskiden, yani hala askerken sizinle sivilde konuşmak için can atardık.'' Cesur ansızın mazinin defterini açarken araçta bir sessizlik hâkim oldu. Kimseden çıt dahi çıkmadı. Cesur'un sesi eski bir anı hatırlamanın etkisiyle sessiz çıkmasına rağmen herkes duymuştu.

 

''Şimdi ise size Komutanım demek için can atıyoruz. Sizde gelip diyorsunuz ki 'ben sizin komutanınız değilim'.'' Cıklayarak kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı.

 

''Siz hala bizim komutanımızsınız, en çok bizim.''

 

''Başka kimin komutanı olacak zaten, eşşek herif.'' Diye arkadan Bahadır'ın sesi geldi.

 

''Vazgeçtim komutanım, en çok benim komutanımsınız.'' Cesur aynadan Bahadır'a karı gibi nispet yapan gözlerle baktı.

 

''Sizin hala komutanınız olabilirim ama artık komutan değilim, Cesur.'' Diye araya girdim. Konuya devam etmemin üstüne sessizlikleri devam etti.

 

''Enver komutanımızda hala komutanımız, değil mi komutanım.'' Cesur ortama neşe katmak istercesine neşeyle konuştuğunda neşeyi çok yanlış kişide aramıştı.

 

''Komutanın senin götüne mayın döşemeden komutan olmaktan vazgeçmeyecek, merak etme.'' Dedi, hiç sevecen olmayan bir sesle.

 

 

Onlar kendi aralarında sürtüşmeye devam ederken Alaca timine baktım aynadan. Sınıra gidiyorduk. Teslim almamız gereken bir kişi vardı. O yüzden araçlar hiç olmadığı kadar hızlı gidiyordu çünkü askeri Hava üssünden helikoptere binecektik. Sivil halkı uyandırmamak için karayolu ile değil hava yolu ile teslimat gerçekleşecekti.

 

Alacağımız kişi ise Laleş Çet'ti. Irak kökenli bir ailenin en büyük kızıydı. Babası örgüt liderlerinden biri olup henüz yeni tespit edilmişken kızı Irak'ta sevkiyat yaparken yakalandı. Örgüt için silah kaçakçılığı yapıyordu. Şimdi ise onu Irak'tan teslim almaya gidiyorduk. Operasyon iki gün sürebilirdi o yüzden fazla hazırlıklıydık.

 

Üsse geldiğimizde hiç beklemeden araçlardan indik. Bizim için hazırlanan helikoptere geçmeden önce çantalar yüklenirken üste yetkili görevlilerle birkaç muhabbet sonunda kaptan yerine geçti. Helikopter yavaşça yerden uzaklaşıp havalanırken yol boyunca duyulmayan seslerden dolayı kimse kimseyle konuşmadı. Herkes ne yapacağını biliyordu zaten o yüzden planın üzerinden geçmeye değer görmedik.

 

Helikopter, bir süre sonra onun için ayrılan zemine iniş yaptı. Kapının açılmasıyla sırayla indik. Helikopter hala çalışır vaziyetteydi çünkü hemen geri dönüş yapmak için hazırda beklemeliydi.

 

İleride düz ve toprak zeminde bizi bekleyen Irak askeri ekipleri duruyordu. Alparslan önde ben onun arkasındayken Alaca timi ve Öfke timi çoktan konumlanarak bir yarım ay oluşturmuştu bile.

 

Askeri ekibe yaklaştığımızda, ''Hoş geldiniz, Komutanım.'' Dedi Üsteğmen. Alparslan onunla samimi bir şekilde el sıkıştı.

 

''Hoş bulduk, Sinan.'' Diyerek karşılık verdiğinde tanıştıklarını anladım. Gözlerimi adama dikip kısa bir süre süzdüğümde beni fark etti.

 

''Yalnız bekliyorduk seni.'' Diyerek Alparslan'a döndü. Ben ise hiçbir şey demeden sadece onları izliyordum. Bugün rolüm buydu. Çünkü gizli bir görevde olduğumu tim dışında kimse bilmemeliydi.

 

Alparslan ne diyeceğini bilemiyormuş gibi kısa bir an puslu mavi gözlerini bana çevirip tekrar Sinan dediği adama dönü.

 

''Ordudan, destek ekibi.'' Dedi sadece fazla detay vermeden. Sinan üsteğmen onu başıyla onaylayarak küçük bir el hareketi yaptı.

 

''Paketi getirin.'' Diye seslendi arkasındaki hazırda bekleyen askerlere. Askerlerden dört tanesi harekete geçerek kendi araçlarına doğru ilerlemeye başladı. Etrafı kısaca süzdüğümde sınırın biraz ilerisinde olduğumuzu fark ettim. Dikenli teller gözüküyordu ama çok uzaktı.

 

''Avukat Gökdere'yi aldığınızı duydum.'' Diye konuya girdi, Sinan. Onun nereden bildiğini sorgularken Alparslan'ın ne cevap vereceğini bekliyordum sabırla.

 

''Hiçbir şey de gizli kalmıyor.'' Diye mırıldandığını işittim. Etrafı incelemek için ondan birkaç adım geride duruyordum. Engebeli küçük dağlarda bir toz bulutu oluştuğunu fark ettiğimde sağımda olan hareketlilikle oraya döndüm.

 

Askerler, Laleş Çet'in olduğunu düşündüğüm kişiyi getiriyordu. Kafasında bir torba varken elleri arkadan ters kelepçeydi. Askerler onu yürütmekte zorlanmıyordu çünkü ne olacağını biliyor gibi aşırı sakin bir şekilde yürüyordu. Kendi ayaklarıyla bize geliyordu.

 

''Dua edin Salih albaya.'' Dedi, Sinan Üsteğmen. Alparslan neyden bahsettiğini anlamayarak Sinan'a dikkatle bakarken bende kendi albayımın ismini duymamla dikkat kesildim.

 

''O olmasaydı size teslim edilmeyecekti. Cihangir albayın buralarda pek hükmü geçmez.'' Dedi. Ne kadar ikisi de sonsuz bir saygı duyduğum albay olsa da bu tarz şahsi yorumlarda bulunması sinirlenmeme sebep olmuştu. En önemlisi de Alparslan'ın albayıydı.

 

''Sinan yine işin dışında her şeye burnun sokuyorsun. En son hatırladığım kadarıyla bu yüzden buralara sürgün yemiştin.'' Alparslan'ın sesi ukala bir tona bürünmüştü. Sinan duyduğu gaf ile yüz ifadesi sertleşirken Laleş Çet ve yanındaki askerler bize tamamen yaklaşmıştı.

 

Alparslan hafifçe boynunu arkaya çevirerek, ''Alaca iki, Alaca üç! Teslimatı al.'' Diye emretti. Yusuf ve Serdar hızlı ve seri adımlarla yanımıza gelip diğer askerlerin elinden Laleş Çet'i alırken altımızdaki zemin bir an titredi. Etrafa tozlar yığınla bulut oluştururken hepimiz bir yana savrulduk. Patlayan bombanın sesinden dolayı kulaklarımda minik bir çınlama varken düştüğüm yerden kalkmaya çalıştım. Gözlerimin içine giren topraklar yüzünden görüş açım bir hayli bulanıkken girdiğim şok etkisinden çıkmaya çalıştım.

 

Yarım yamalak duyduğum sesin Alparslan'a ait olduğunu düşündüm. Yerden kendimi sürükleyerek kalkmaya çalışırken, ''Herkes iyi mi? Alaca Timi!'' diye bağırıyordu. Aklıma kendi timim gelirken sesim içime kaçmış gibiydi.

 

Koltuk altlarımdan asılan uzun kolları hissettiğimde bir güç beni yukarı çekerek ayağa kaldırdı. Arkadan bir kolunu belime dolarken beni hafifçe kaldırarak yürümeye başladı. O sıra tekrar bir bomba daha patlarken toz bulutları yeni dağılıyordu oysaki.

 

''Abla!'' dediğini işittim bana sarılan kolun sahibinden. ''Abla, iyi misin? Konuş, bir şey de!'' diye bağırdı. Nefes nefese kaldığını hissederken beni bir yere yasladı. Ayaklarım zemine basıyordu ama ben ne yerdeydim ne de Gök'te. Bomba oldukça yakınımda patlamış olmalıydı. Gözlerimi kısa bir an yumup geri açarken bir çift endişeli gözün beni seyrettiğini gördüm.

 

Miran.

 

''Abla bir şey desene, korkutma beni.'' Dedi, sesi de yüzü gibi endişe doluydu. İki eliyle yüzümü kavramıştı. Kendime ufaktan gelirken maskenin beni daralttığını hissettim. Miran derdimin ne olduğunu gözlerimden anlarken maskemi hışımla kafamdan sıyırdı. O sırada sanki kulaklarım bunu bekliyor gibi birden açılınca etrafta çıkan çatışma sesini duydum.

 

Gözlerim kendiliğinden irileşirken, ''Herkes iyi mi?'' diye sordum.

 

''Çok şükür.'' Diye mırıldandı Miran. Gözlerini mutlulukla kapatıp açarken tekrar yüzüme baktı. ''İyisin, herkes iyi. Bomba çok yakınındaydı.'' Dedi.

 

''Destek vermemiz gerek, geleceğimizi biliyorlardı.'' Dedim. Kafa sallayarak onayladı beni.

 

''Her operasyonumuz böyle oluyor. Sürekli baskın yiyoruz, sızdıran birileri olmalı ama kim.'' Dedi o da konuya ayak uydururken.

 

''Tamam,'' dedim ellerini yüzümden çekerek ve maskemi tekrar kafama indirdim. ''İyiyim ben, herkesin içinde de bir daha öyle abla diye yırtınma. Ben senin ablan falan değilim. Tek bağımız taşıdığımız kanın aynı olması, fazlası yok.'' Sırtımı yasladığı şeyin araç olduğunu fark edip aramızdaki boşluktan yararlanarak çıktım. Onu orada beyninden vurulmuşa çevirip bırakmayı bir an içim el vermese de şu an daha önemli işlerimiz vardı. Onu teselli edecek bir zaman dilimi yoktu benim için.

 

Boynumdaki silahı iyice kavrarken Öfke timinin diğer aracın arkasına saklandığını fark ettim. Açık hedef halindeyken ateş etmeye başladım. Alparslan'ı etrafta göremiyordum çünkü toz dumana karışmıştı. Irak askeri ekipte çatışmaya girmişken yakınlarda görünen ufak tepeceğin oraya doğru koşan Laleş Çet'i fark ettim.

 

Olduğum yerde dikilmeyi bırakıp yanımdan geçen kurşunları umursamadan kadının peşinden koşmaya başladım. Arkasına döndüğünde beni fark etti. Üzerinde kot pantolon ve mavi bir gömlek vardı. Saçları koşmanın etkisinden savruluyordu fakat yüzünü tam görememiştim. Aramızda ise neredeyse iki yüz metre vardı. Eğer ateş etmezsem onu bu hızda yakalayabilirdim ama oldukça hızlı koşuyordu. Yavaşlatmam gerekiyordu. Bir an dizimi kırıp yerde pozisyon alırken bir el ateş ettim. Aramızdaki mesafe gittikçe açıldığı için herhangi bir isabetim olmamıştı.

 

 

''Öfke iki! Ses ver Öfke iki!'' diye bağırdım beni duymasını umarak. Ses gelmedi. Tekrar koşmaya başladım. Boşa ateş ettim bir kere. Kadın tekrar arkasını dönüp bir an bana baktığında peşinden geldiğimi fark ederek hızlıca o küçük dağa tırmanmaya başladı. Büyük kayalıklara tutunarak kendini yukarı çekiyordu. Onu orada bekleyen vardı. Onların eline düşmeden yakalamam gerekiyordu.

 

''Asena! Ses ver, Asena!'' Alparslan'ın sesi kulaklarıma doldu. Koşmaktan nefes nefese kalmıştım ama sonunda dağın yamacına yaklaşmıştım. Bir kayalığın üstüne çıkıp bir yukarıdakine tutunup kendimi yukarı çekerken Alparslan tekrar konuştu.

 

''Asena! Kadını bırak. Duydun mu beni? Kadının peşini bırak!'' duydum ama duymamazlıktan geldim. Cevap bile vermeyi aklımın ucundan geçirmedim. Madem herkesin yolu farklı demiştik bana karışma lüksü yoktu. Onun önceliği kadın olmayabilirdi ama benim tek önceliğim bu kadındı. Canımı da verecek olsam ben ölürken o kadın ellerimde olacaktı.

 

''Abla!'' diyen Miran'ın sesini telsizden değil de yakından duymamla tutunduğum taşın üzerinden kafamı arkaya çevirip baktım. Miran bana yetişmiş o da dağın yamacında taşlara tırmanmaya başlamıştı. Bir an önüme dönüp kadına baktım. Silahı tek elimle kavrayıp ateş edecek bir konumda değildim çünkü tutunmak zorundaydım. Üç metre yüksekliğe tırmanmıştım.

 

''Miran, git!'' diye bağırdım ama inatla tırmanmaya devam etti.

 

 

''Orada onu bekliyorlar, bırak peşini.'' Dedi inatla. Şu inadının kime çektiğini az çok anlamıştım artık. Bana benziyordu.

 

''Gelme dedim sana!'' diye bağırdım ama onun için nafileydi. Bir bomba sesi daha gelirken tekrar durup araçların olduğu yere baktım. Askeri aracın birini patlatmışlardı. Ortalığı yine toz dumana katarken kimseyi göremediğimi fark ettim. Miran'da benim gibi durup bir an ardına baktı. Sonra dönüp bana baktığında nefes nefeseydik ikimizde. Ona aldırmadan hırsla önüme dönüp büyük taşa tutunup kendimi yukarı çektim. Kadın en tepeye ulaşmıştı neredeyse. Tepeden tekrar inmeden yakalamam gerekiyordu.

 

Ellerim taşlardan artık parçalanırken kanadığını hissettim. Zira burnuma dolan kan kokusundan başka bir şey değildi. Nerede görsem tanırdım. Dizlerim, dirseklerim vücudumun her bir uzvu taşlara sürtünürken cayır cayır yanıyordu sürtünen yerler ama acımdan daha ötesi vardı damarlarımda. Öfke!

 

 

^^^^^^^

 

 

Alparslan önüne siper ettiği cesetle birlikte pozisyon değiştirirken karşıdan ona ateş açarak gelen bir leşi daha yere serdi. Önü boşa çıkınca yakasından zorla tuttuğu iti nefretle önüne fırlattı. Önce onu vurup kendine etten duvar edinerek siperlik yapmıştı. Az önce aracı patlatmaları yüzünden gizlendikleri yerden çıkıp artık açık hedef haline gelmişlerdi.

 

Etrafa kısık gözlerle telaşla bakındı. Alaca timi büyük küçük demeden kayalıkların ardına gizlenmiş hücumdaydı. Aynı şekilde Öfke timi de Irak ekibi ile çatışmaya dahil olmuştu. Cesur kulübeye geçmiş nişan pozisyonundaydı. Gözü Serdar'a takıldığında sürünerek diğer aracın oraya ilerlediğini gördü. Alparslan hala Asena'nın ortalıkta olmadığını fark ederken bir kişinin daha olmadığını fark etti. Bu hengamenin ortasında bir de onun derdine düşmüştü. Ne Asena vardı ne de Miran. Gözü uzaktaki küçük taşlarla bezeli dağa takıldı. Tepeyi aşan siyahlar içindeki kişinin Asena olabileceğini düşünürken aynı dağın eteğinde tırmanan kişinin de Miran olduğunu anlaması çok geç sürmedi.

 

''Siktir! Bu kadın hiç mi söz dinlemez.'' Diyerek ağzının içinde küfürler yağdırdı. Ne yapacağını kısa bir an düşünüp hızlıca karar verirken burayı Alaca ve Öfke timine emanet etti.

 

''Çakır! Burası sende.'' Diyerek comm'a basıp konuştu.

 

''Emredersiniz komutanım, hava desteği geliyor birazdan.'' Dedi, Yusuf. Alparslan hızla koşmaya başladı. Onun aksi yine koştuğunu fark eden Bilal sahaya çıkarak Alparslan'ı korudu. Bir leşte o indirirken yüreğinde hissettiği büyük özlemle gülümseyerek etrafına bakındı. Ait olduğu yerdeydi. Belki şehadet edecek konumda değildi ama o yine de yüreğinden bir şehadet getirdi. 'O zaman nasip olmadı, bugün günüdür.' Diye geçirdi içinden.

 

Alparslan ne yaptığını bilmeyen Miran'a seslendi telsizden. Sesi ölüm kadar ürkütücü ve soğuktu.

 

''Miroğlu! Bana derhal hangi sebepten o dağa tırmandığını açıkla'' diye emretti. Miran ise tek hedefi ablasını yalnız bırakmadan onu o dağın arkasında onu bekleyen mayın tarlasına gitmesini engellemekti. Komutanının sesi kulaklarına zuhur ettiğinde az önce gösterdiği cesaretin kırıntıları hala mevcuttu.

 

''Asena komutan kadının peşinde komutanım.'' Dedi nefes nefese. Taşlara tırmanmaktan onun da elleri soyulmuş ve kanamaya başlamıştı artık. ''Dağın diğer yamacında bekliyorlar komutanım, kadın oraya kaçtı. Onu almak için geldiler.'' Diye açıklamaya devam etti.

 

Alparslan duyduklarına pek de şaşırmadı. Biliyordu zaten kadını almaya geldiklerini. Bu kadar hengâme boşuna çıkmış değildi. Dertleri askerlerle çatışmak değildi, kadını almaktı. Bu da gösteriyor ki bu kadında çok şey gizliydi. Asena'da bunu görerek kadının inatla peşinden gitmişti ama 'Yanlış yolda' diye düşündü Alparslan.

 

''Bir kere olsun doğru yolu seçse şaşarım, inatçı kurt!'' Alparslan burnundan derin ve sert bir nefes verip Miran gibi dağın yamacına tutunup tırmanmaya başladı.

 

O sırada Asena çoktan tepeye ulaşmış aşağı daha yavaş inen kadının görüş açısına girmişti bile. Aynı zamanda üzerine yağan mermilerin de tek hedefi olmuştu.

 

''Sikeyim!'' diye bağırdı boğazı yırtılırcasına. Omzunda hissettiği acı kurşun yarasından başka bir şey değildi. Dişlerini sıktı yanan omzuyla. ''Siktir! Siktir!'' diye soludu birkaç kere.

 

''Sizin zamanlamanızı sikeyim!'' boğazından acı bir inilti koptu. Kolu bir yandan da kayay tutunuyordu. Bu işini zorlaştırıyordu. ''Orospu çocukları!'' sesinin öfkesini omzunun acısı yarıda keserken Miran'da çoktan tepeyi aşmış iniyordu.

 

''Abla!'' diyen sesini işitti, Asena. Bir de bu eksikti diye düşündü sinirle.

 

''Gelme diyorum sana geri zekalı!'' diye bağırdı acısından dolayı feryat gibi çıkan sesiyle. Bu ses tonunun hayra alamet olmadığını anlayan Miran endişeyle bir an ablasına baktı. Yüzünün acıyla buruştuğunu gördüğünde ise aklına düşen düşünce ile teninden bir ürperti geçti.

 

''Vuruldun mu?'' diye sordu sesi heyecanını kaybetmiş bir fısıltı gibi çıkarken. Asena bir şey demeden dişlerini sıkarak ona baktı sadece. Kurşunlu omzu hala taş parçasına tutunurken vücudunun bir kısmını diğer bir kayanın arkasına doğru siper edip sadece tek bir ayağının uzanabildiği kayanın üzerinde dikilmeye başladı. Sağ kolundan vurulmuştu ama sol koluyla tutunabileceği bir yer yokken sağ elini bıraktığı an dengesini kaybedebilirdi. Bu da onun aşağıya hızlı ve darbeli bir iniş yapmasına sebep olurdu.

 

Kaçan kadın ise çok dikkatli bir şekilde dağın en ucuna ulaşmak üzereydi. Miran'da giderek ablasına yaklaşmıştı. Onunla aynı hizaya geldiğinde aralarında iki metrelik mesafe vardı ama ona yaklaşabilmesi için tutunabileceği hiçbir şey yoktu. Delilik bu diye düşündü. Ablası delinin tekiydi. İşin sonunu düşünmeden plansız sürekli kendini ateşe atmasından nefret ediyordu. Aynı sinir harbi dolu duyguları Alaca timiyle rehin düştüğünde de hissetmişti.

 

''Nerenden vuruldun?'' diye sordu korkusu yüzünden okunurken. Ama ciddi bir şey olsaydı Asena'nın hala bu kadar sert ve dirayetli bakamayacağını düşündü.

 

Asena dişlerini sıkmayı bırakıp yüzünü buruştururken vurulan omzuna baktı. Kolu havada olduğu için kanlar boynuna doğru yol edip oradan da içine doğru akıyordu. Miran ablasının bakışlarını takip edip omzuna dikkat kesildiğinde siyah tshirtünün ıslaklığını fark etti.

 

''Kurşun içeride mi?'' diye sordu ablasına yaklaşmanın bir yolunu ararken. Asena olumlu anlamda kafa salladı.

 

''Şu an hissetmiyorum ama çıkmadı sanırım.'' Dedi acıyla titreyen sesiyle. ''Kadını kaçırmamamız lazım Miran.'' Dedi aklı hala kadındayken. Miran bıkkınlıkla sesini yükseltti.

 

''Bırak şimdi kadını! Öleceğiz burada, yaralısın hala kadın diyorsun!'' kızgınlıktan saygıyı falan bir kenara bırakmıştı artık. Tek düşündüğü ablasına bir şey olmamasıydı. Babasının emanetiydi ona. Miran küçük bir taşın onu taşıyıp taşıyamayacağından emin olmamakla birlikte ayağını oraya atarak ablasına yaklaştı.

 

''Olduğun yerde kal Miran!'' diye söylendi Asena. Ama dinlemedi Miran. Onu umursamadan dediğini yaptı ve taş onu bozguna uğratmadan ablasına yaklaşmasında büyük görevi üstlendi.

 

Miran ablasına iyice yaklaşırken diğer ayağını da büyükçe açarak ablasının sadece bir ayağının bastığı büyük taşa çıktı. Miran şimdi o büyük taşın üzerindeydi ama güvende değildi. Yanlarına isabet eden kör kurşunların sesi kulaklarının dibinde yankılanıyordu.

 

''Beraber ineceğiz.'' Dedi Miran bir ablasına bakıp bir de kolunu beline dolarken.

 

''Saçmalama!'' diye çıkıştı Asena. ''Taşıyamazsın, düz yolda mı yürüyorsun aptal!''

 

Miran onu umursamadan kucakladı tek koluyla. Asena'yı hala umursamaya devam ederken ablası hala söylenmekle meşguldü.

 

''Miran bırak, sana da bir şey olacak.'' Asena miran'ın bırakmayacağını anlayıp pişmanlıkla bacaklarını Miran'ın beline sardı. Tek koluyla Asena'yı tutan Miran büyük taşın üzerinde dizlerinin üzerine eğilip başka bir taşın üzerine indi. Bir süre daha bu şekilde inerken düzlük olan dağın eteğine gelmişlerdi. Burası sadece küçük taşlarla kaplıyken Asena artık Miran'ın kucağından inip ayaklarının üzerine bastı. Kolundaki acı yerini uyuşukluğa bırakırken başının döndüğünü hissetti.

 

Miran bir an ablasının donukluğunu fark ederken onu kollarından tutup yere oturtturdu.

 

''Bekle burada. Kadını alıcam tamam mı?'' Asena görüş açısı bulanıklaşmaya başlarken Miran'ın omzunu tuttu.

 

''Gitme.'' Diye mırıldandı lakin sesi fısıltıdan ibaretti. Miran ablasının durumunun gittikçe kötüleştiğini fark ederken korkuyla yüzünü inceledi. Belindeki paskalyasını çıkarıp ablasının kolunu sıkıca bağlayıp turnike uygulayıp onun sırtını taşa yasladı.

 

Ardına baktığında kadının onu bekleyen bir araca doğru koştuğunu fark ederken arkasında sıralanmış araçları fark etti. Ablasının inadı çoktan geçmişti ona. Onu artık Asena bile durduramazdı. Bu kadar yolu gelmişken bırakmayı bir an bile düşünmezken arkasına bir kere bile bakmadan ateş açarak kadının peşinden koşmaya başladı. Kadında artık yorulduğu için yavaşlamışken dikenli tellerin arkasından görmediği başka bir şey daha vardı Miran'ın.

 

Ona doğru hedeflenmiş bir füze.

 

 

Miran sadece koşarken dağın yamacından inen Alparslan'ın bunu fark ettiğinden bir haberdi. Alparslan gördüğü füze atarı görmesiyle adeta kükredi.

 

''MİRAN!'' Miran ardından gelen uzaktaki komutanın sesiyle bir ara yavaşlayıp omzunun üzerinden arkasında baktı. Dikenli teller ve dağın ortasında öylece kalırken Alparslan tekrar bağırdı.

 

''Roket!'' diye bağırmasıyla aynı an da gelişti her şey. Miran saliselik bir süreyle önüne bakıp harekete geçtiği an tek yaptığı kendini koşarak sol tarafına doğru fırlatmasıydı. İki saniyeyi aşmayan bir süreden sonra duyulan füze sesiyle yer ve gök aynı anda inledi.

 

Bir feryat kopardı Alparslan. Bu sesten önce gözünü aralamasına sebep olan roket sesiyle gözlerini aralamıştı Asena. Gördüğü görüntü ise koca bir sis balonuna karışmış kumdan başka bir şey değildi. Yüreğine düşen kor alevin sebebini bilmeden yanındaki küçük taşlara tutunarak ayaklandı zor güç. Titreyen bedenini umursamadan bir iki adım attı öne doğru.

 

''Hayır,'' dedi içine içine. O görüntüyü görmemek için bin kez dua etti içinde. Dili takılı kalmış gibi 'hayır' diye mırıldanırken çoktan koşar adımlarla patlama olan yere koşmaya başladı. Etrafta uçuşmayan mermilere lanet etti ilk defa. O sesin bir rokete ait olmaması için içinden dualar ediyordu. Otuz metrelik mesafe o koştukça daha da uzuyordu sanki.

 

Yaklaştıkça yerde serilen bedeni görmesiyle ayakları yerde sürünerek durdu. Dudakları titreyerek aralanırken bedeni çoktan deli gibi titriyordu. Yerde yüz üstü yatan Miran'dan başkası değildi. Göğsü sıkıştı Asena'nın. Aralarında birkaç adım mesafe varken dizlerinin üstüne çöktü dayanamayarak. Daha bir kere bile kendi kendine kardeşim diyemediği adama baktı öylece. Başından akan kanlar yüzünü kaplamıştı.

 

''Hayır,'' derken titrek bir sesle söylemişti bunu. Elleri titreyerek kardeşine uzandı. Yetişemedi ama. Ağlamaklı bir çığlık kopardı. Dizlerinin üzerinde sürünerek Miran'a yaklaştı.

 

 

 

Elleri Miran'ın kandan gözükmeyen başını tuttu. O kadar çok titriyordu ki bir türlü tutamıyordu kafasını.

 

''Miran,'' diye seslendi uzunca feryat eden sesiyle. Gözünde biriken yaşlar akmaya başladı Miran'dan ses gelmeyince. Tekrar seslendi. ''Miran,'' titrek bir nefes aldı, Asena. Bir eliyle hızlıca kafasındaki maskesini çıkarıp kenara fırlattı. Yüzü şimdi göz yaşlarıyla ıslanıyordu. İlk defa ağlamaktan utanmadı Asena.

 

''Aç gözünü,'' diye fısıldadı Miran'a doğru eğilip. ''Ablam.'' Dedi içli içli. Bunu söylerken bile içinde küçük kıyametler kopmuştu. ''Geldim bak. Hadi aç gözünü, numara yapma.'' Dedi çocuksu bir tınıyla. Gözleri artık net göremiyordu bile yaşlardan. Eliyle belli belirsiz açıkta olan ama kan bulanmış yüzünü okşadı. Eline bulaşan ıslaklığın kan olduğunu sanki yeni idrak ediyormuşçasına bir feryat daha koptu titrek dudaklarından.

 

''Miran!'' diye seslendi yakasından tutup çekiştirirken. ''Kalk, geldim işte.'' Bir daha sarstı kardeşini. ''Kalk.'' Artık deli gibi ağlıyordu. Miran hiçbir tepki vermezken Asena artık dayanamayarak kardeşinin üzerine çöküp sırtına sarıldı. Bir yandan da ''Hayır,'' diye sayıklıyordu hala.

 

''Asena!'' diye seslendi Alparslan. Asena cevap vermedi, belki de onu hiç duymadı.

 

Alparslan gördüğü görüntüyle adımları bıçak gibi kesildi. Dili damağı çorak tuttu o an.

 

''Oğlum,'' diye fısıldarken yavaşça yere diz çöktü Asena'nın yanına. Asena, Alparslan'ın yanında olmasına bir an bile şaşırmadan ona çevirdi kafasını. Alparslan kendini hırpalayarak feryatlar koparan kadının neden bu halde olduğunu sorgulamadı bile.

 

''Alparslan,'' dedi titreyen çenesini tutmaya çalışan Asena. ''Uyanmıyor.'' Dedi gözlerinden yaşlar hızlıca akmaya devam ederken.

 

''Benim kardeşim uyanmıyor Alparslan. Bir şey yap!'' diye bağırdı sonlara doğru. ''Uyan!'' diyerek tekrar sarstı Miran'ı.

 

Alparslan duyduğu şeyle bir an donakalırken Asena bu durumu umursamadı. Hiçbir şey umurunda değildi artık. Tek düşündüğü kardeşiydi. Yıllardır yok saydığı kardeşi.

 

''Arslan,'' diyerek Alparslan'ın yakasına yapıştı Asena. Ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Alparslan'ın dikkatini kadının ellerine bulaşmış olan kanlar çekti. Gözlerini Asena'nın ellerinden alıp Miran'a dikti.

 

''Bir şey yap.'' Dedi yalvarır gibi. ''Ölmesine izin verme, Arslan.'' Diye fısıldadı yüzüne doğru. Artık gerçekten yalvarıyordu. Alparslan, Asena'yı ittirip Miran'a uzandı. Eliyle nabzını kontrol ederken çok zayıfta olsa hissettiği nabzın haklı gururuyla, ''Yaşıyor.'' Dedi Asena'nın duyabileceği bir seste.

 

Asena elinin tersliyle burnunu ve akan göz yaşlarını sildi. ''Bende bakıcam.'' Dedi içine dolan küçük umut kırıntılarıyla. Asena hissettiği küçük yaşama tutunan nabızla derin bir nefes verdi gözlerini yumarken. Yorgunlukla omuzları düştü.

 

''Alaca iki!'' diye telsize seslendi Alparslan. O da en az Asena kadar şok olmuş bir vaziyetteydi. Şokunda olduğu başka konularda vardı ama bunu şu anlık için erteledi.

 

''Alaca iki dinlemede,'' diyen Yusuf'un sesi doldu aralarına. O sırada Asena Miran'a eğilmiş saçlarını okşuyordu. ''Ablam,'' diye fısıldadı. Alparslan'ın bunu duyup duymaması aklının ucunda bile değildi. Yıllardır içinde filizlenmesine engel olduğu kardeş sevgisini o an serbest bıraktı Asena. Bu sevgi kalbinin tüm kapakçıklarını doldurdu, baharlar açtırdı sanki. Aldığı nefes bile bir başka doldu ciğerlerine.

 

''Acil hava ambulansı! Acil!''

 

''Kim?'' diye sorabildi Yusuf sadece. Alparslan ne diyeceğini bilemeyerek dişlerini sıktı bir süre. Sürekli mırıldanarak Miran'ın başını okşayan kadını izledi birkaç saniye.

 

''Miran,'' dedi, Alparslan sadece. Telsizin ucunda bir süre ses gelmedi. Alparslan söylemesi gerekeni söylemişti ve fazlasına gerek yoktu. Telsizin diğer uçunda haberi alan bir adet yıkıma uğramış Alaca timi vardı. Geriyeyse kalplerine düşen acının izleri esir kaldı.

 

 

''Asena,'' diyebildi Alparslan. Asena onu duymadı. Omzuna dokundu. Eline değen sıcak ıslaklıkla bir an durdu. Elini Asena'nın omuzundan çekip parmaklarına bulaşmış kana baktı.

 

Koluna uzandı Asena'nın. ''Yaralısın,'' dedi yeni bir şok daha yaşarken. Asena ondan kolunu kurtarmak istedi ama uyuştuğu için çoğu teması hissetmiyordu bile.

 

''Bırak,'' dedi çıkmayan sesiyle. ''Onun canı daha çok yanıyor.''

 

Asena, Miran'ın yanına doğru kıvrıldı. Acısı ikiye katlanmıştı artık. Ama en çok yüreğini yakan vicdanının acısıydı.

 

Alparslan ne yapsa alamadı Asena'yı oradan. Ambulans helikopter gelene kadar öylece izledi onları. Arada sırada uzanıp Miran'ın nabzını kontrol ediyor, yarı baygın sayıklayan Asena'yı, Miran'dan ayırmaya çalışıyordu ama bilinci yarı kapalıyken bile Alparslan ile baş edebiliyordu.

 

Yaklaşık otuz dakika içinde gelen helikopter sesiyle Alparslan daha fazla inadıyla baş etmeyip kendi haline bıraktığı Asena'yı Miran'dan uzaklaştırdı. Onu kendi yanına çekip dizine yatırdığında helikopter iniş yapmış ve içindeki sağlık ekipleri koşar adımlarla onların yanına gelmişti.

 

 

Klasik kontroller yapıldıktan sonra Miran dikkatli bir şekilde sedyeye taşındı. Ekipten olan diğer sağlık personeline, ''Omzundan yaralı, kurşun içeride olabilir.'' Diye konuştu kucağındaki Asena'yı göstererek.

 

Sağlık personelleri hızlı bir şekilde Alparslan'ın kucağında baygın yatan Asena'ya da müdahale de bulunurken, Miran helikoptere taşınmıştı bile. Asena'yı da kucağından bırakmayarak helikoptere taşıdı Alparslan.

 

Müdahaleler devam ederken kısa süren yolculuğun ardından en yakın hastaneye doğru yol aldılar. Sağlık ekibi bir yandan Miran diğer yandan Asena ile ilgilenirken Alparslan'ın elinde de iki kardeşin kanı vardı.

 

'İkisine de bir şey olmasın, dayanamam.' Dedi içinden. Kucağında baygın yatan kadına ilişti gözleri. Saçları terden sırılsıklam olmuştu. Bilinci artık tamamen kapalıydı. Son kez akan göz yaşı, gözlerinin kenarında kuruyup kalmıştı. Alparslan kendine engel olamayarak parmağıyla bir tüy gibi hafifçe dokunarak orayı temizledi. Son bir ayında karmaşık duyguların içinde kalmış ne yaptığını bilmeyen bir adama dönüşmüştü. Ama artık ne yaptığını hatta en önemlisi ne istediğini biliyor gibiydi.

 

 

Artık bu kadının gitmesinden çok kalmasını istiyordu. Evet! Tek istediği buydu. Günlerdir kendine itiraf edemediği gerçek buydu. Ve bu kadın gözlerini açtığı ilk andan itibaren artık gitmesini dört gözle bekleyen bir Alparslan değil, gitmemesi için her şeyi yapan bir Alparslan görecekti.

 

Bunu nasıl yapacağına dair en ufak bir fikri dahi yoktu ama ölüm bahçesinde açan tek kırmızı gülü, dikenleri var diye solduracak değildi.

 

 

 

 

 

 

<><><><><><>

 

 

Herkese helloooo. Bölümü uzun tutacaktım ama burada kesmek daha doğru olur diye düşündüm çünkü diğer bölümde biraz daha olaylar irdelenmiş olacak. Kelime sayısını uzun tutmak istemiyorum.

 

 

Ayrıca artık Alparslan'ın bu gel git halinin sebebini anladığımızı düşünüyorum. Alparslan seven erkek olarak değil sevmeyi öğrenen erkek olarak var olacak bu hikayede. Ona en çok sevilmeyi de Asena öğretecek çünkü Asena bu zamana kadar sadece sevilmek istedi. Alparslan sevmeyi bilmiyor, Asena sevilmek istiyor. Yapbozun parçaları bundan ibaret çok zor değil sevgili okurlarım. Alparslanıma sövenler falan oluyor da üzülüyorum ahahahah. Onun dışında Enver'in hikayesi pek acıklı olacak baştan diyeyim. Hayatın sillesini yedi çocuğum. Enver'i Bukreyle shipleyenler falan görüyorum ama Enver Bukreyle olmayacak onu da dipnot olarak ekleyeyim. Bukre, Enver'i taşıyabilecek bir karakterde değil. Enver baskın, bukre baskın? Zaten bizim başrollerimizin hikayesi çekişmeli o yüzden Enver'e daha uygun olabileceğini düşündüğüm başka bir isim var aklımda. Bukre içinse nasip ya diyorum ahahah. İlerleyen bölümlerde yeni konuklarımız, misafirlerimiz olacak ama bunlar arada gelecek arada gidecekler. Kurgu artık oturuyor gibi ama bazı detaylar hala eksik biliyorum ama odak noktasını Alparslan-Asena da tutmak istiyorum.

 

 

Yine çok konuştum ama bazı şeyleri açıklığa kavuşturmam gerekiyordu. Kurguyu biraz daha dikkat ve özenle okumanızı tavsiye ediyorum sert geçişlerim oluyor olabilir yakalayamıyor olabilirsiniz ama Asena'yı erkek sananlar bile olmuş yorumları okudukça güldüm. Neyseki sorun çözüldü.

 

Sooon olarak şu an bir yaz okulu serüvenindeyim ve şehir olarak Tunceli'deyim. Normalde Antalya'da yaşayan birisi olarak burada çok zorlanıyorum. Asla yaşayabileceğim bir şehir değil Antalya'dan daha sıcak ve halkı çok garip bir şekilde klima kullanmıyor!! Ne alaka bilmiyorum klimaya karşılar market dışında hiçbir yerde kurumda üniversite de dahil klima yok. Benimde derdim bu arkadaşlar üzgünüm. Ama gelmek istediğim konu şu; burası zamanın riskli bölgelerinden biri biliyorsunuz terör olayları vs. Sürekli bir şehir içinde askeri araç, ekipler ve helikopterler söz konusu. Onları gördükçe daha çok iştahlanıp sürekli bölüm yazasım geliyor ve sahne hayali kurmak çok daha kolay oluyor. Sadece bunu demek için bu konuyu açmıştım ahaahahah 2 hafta sonra evime dönüyorum ve hiçbir işim kalmamış oluyor. O zaman bol bol görüşeceğiz.

 

Okuyan herkesin yüreğine sağlık. Satır arası yorumlarınızı ve oylarınızı unutmayın rica ediyorum. Sizi seviyorum. Yeni bölümde görüşürüz <3

Loading...
0%