@esrarizim
|
© Tüm haklar saklıdır.
Öncelikle merhaba, sevgili okurlar. Bu askeri kurgu, adı üstünde tamamen kurgu olup, hiçbir gerçeği yansıtmamaktadır. Bilgi eksikleri, yanlış bilgiler olabilir fakat "KURGU" olduğu için fazla ciddiye almamanızı umuyorum. Küçük düzeltmeler yapılabilir ama akışı etkileyecek değişimleri yapmayı uygun görmüyorum. Tüm sahneler ütopik olarak ele alınmıştır. Keyifli okumalar dilerim.
Bölüm şarkıları
Way down We Go- Kaleo
Eyes don’t lie- Isabel LaRosa
Renegade- Shah
Love your Voice- Jony
Him&I (With Halsey)- G-Eazy, Halsey
Darkside- Neoni
<><><><><><>
Jandarma Komando/ Şehit Murat AKMAN'IN Mektubu
''Bu yazı bir komando er mektubudur ve siz bu mektubu gazeteden okuyorsanız ölmüşüm demektir. Bir ailem olsaydı bu mektubu onlara yollamak isterdim ama yok.
Size koğuştaki ranzamdan yazıyorum. Şu an etrafımda Adana, Ağrı, Sivas, Edirne, Diyarbakır, Ankara, Antalya, İzmir, Urfa, Trabzon...
Türkiye'nin dört bir yanından birbirini tanımayan ama birbirlerinin canını korumaya yemin etmiş bir sürü asker var. Birazdan operasyona gideceğiz, tek dileğimiz kayıp vermeden geri gelmek.
İleride ölürsem eğer diye bir mektup yazmak çok zor. Aklına getirmek istemez ya insan ölümü, hani her zaman bir umut vardır ya. Askerliğim bittikten sonra yırtıp atacaktım bu mektubu ama şu an okuyorsanız yırtamadım demektir. Zaten pek de kalem tutmaz elim. Silah tutmayı daha iyi bilirim. Sizi korumam için siz öğrettiniz silah tutmayı.
Tuhaf olan siz bu mektubu okurken ben neden öldüğümü bile bilmiyor olacağım. Ya bir mayına bastım ya da yediğim birkaç kurşun. Bileniniz var mı ben nasıl öldüm?
Kışlada her televizyona bakışımda birbirinizi öldürdüğünüzü birbirinizin canını yaktığınızı gördüm. Müziğin sesini çok açtı diye komşusunu vuranlar. Gücü kadına yetenler. Cebindeki on lirası için adam vuranlar. Kız arkadaşına baktı diye alayını bıçaklayanlar.
Bileniniz var mı ben, kimi korumak için öldüm? Eti az pişti diye garsona çıkışan adam; sen rahat uyu diye kurşunlar başımın üstünden geçerken ben dağda her bulduğumu kesip yedim. Arabasını solladılar diye levyesini kapıp arabadan inen adam, beni bir çöp bidonuna atıp giden anam; söylesene ben kimin için öldüm?
Yetimhanede ve askerde en güzel şeyin ekmeğini bölmek olduğunu öğrendik biz. Peki size neyi bölmeyi öğrettiler?''
(Hayırla yad edelim. Kendisinden Türk Milleti adına Allah, ebeden razı olsun.)
<><><><><>
Aynadaki yansımama yabancı gözlerle baktım. Üzerimde sol baldırıma kadar uzanan derin yırtmaçlı kalem bir elbise giymiştim. Beyaz tenim siyah elbisenin içinde iyice parlarken daha fazla dikkat çekiyordu. Hani en dikkat çekmeyen renk siyahtı?
Sol baldırıma yırtmacın iki parmak üstüne kemer takarak küçük bir el silahı sıkıştırdım. Kare yaka olan elbise köprücük kemiklerimi ortaya çıkarırken göğsümün biraz üstünde olan ceviz büyüklüğündeki doğum lekemin yarısı gözüküyordu. Önümdeki pufa oturup Ece'den aldığım makyaj malzemelerine baktım. Ondan böyle bir şey istememe oldukça şaşırmıştı. Hayır, makyaj malzemesi istememe değil. Makyaj malzememin olmamasına şaşırmıştı. Sonra bu isteğimi garip bulmak yerine, ''İstediğine göre bilmiyorsun makyaj yapmayı'' diyerek malzemeleriyle birlikte evime gelmişti. Bir önceki gece evinde fazlalık olan mutfak malzemelerini getirmiş bir de üzerine ''Sen şimdi yorgunsundur'' diyerek yemek yapmıştı. Yemekten sonra ayıp olmasın diye çay yapmıştım ve sohbet etmiştik. Çevremde genelde pek kız arkadaşım yoktu. Liseden, uzun süre görüşmeyi kestiğim birkaç arkadaştan fazlası yoktu en azından.
''Allıkta sürelim biraz.''
''Amacın beni palyaçoya çevirmek sanırım.'' Diyerek azarladım onu. Gözlerini belertti bana, bir yandan da kalınca fırçası olan şeyi elmacık kemiklerimde gezdirdi.
''Kırmızı değil, şeftali tonlarında. Ölü gelin gibisin, renk gelir suratına.'' Ne desem inat edeceği için ona da sesimi çıkarmadım. Çıkarmıştım ama asla dinlemiyordu. Bütün getirdiği malzemeleri üzerimde kullanmıştı. Ve bunları yaparken de aşırı zevk almıştı.
''Ayy,'' dedi otuz iki diş sırıtırken. Sanki gözlerime bir şey sürüyormuş gibi bende refleks olarak gözlerimi kapatmıştım. O öyle deyince tek gözümü araladım. ''Yüzün o kadar temiz ki, tuval gibi sürekli makyaj yap dur.''
''Abartma istersen.'' Gözlerini devirdi.
''Fıstık gibi kadınsın tabii, ihtiyaç duymuyorsun.''
''Senin de ihtiyacın yok.'' Dedim hemen bu konu üzerine eksik hissettiğini düşünerek ama yalan söylemiyordum. Gerçekten ihtiyacı yoktu. Dudaklarını büzdü fırçayı benden uzaklaştırırken. Diğer gözümü de açtım tamamen.
''Biliyorum ama seviyorum makyaj yapmayı.'' Diye mırıldandı. ''Çok güzel oldun gerçekten.'' Beni bir şaheser gibi seyrederken, o da şaheserin sahibi gibi davranıyordu. Gerçekten beni tuval olarak kullanmıştı.
Göğsümden taşan lekeyi gösterdim. Ceviz büyüklüğündeki ben'i. ''Bunu da kapatır mısın şu şeyle.'' Diyerek elime yüzüme sürdüğü sıvı şeyi gösterdim. İsmi yeni aklıma gelirken, ''Fondöten.'' Diyerek düzelttim kendimi. O kadar da cahil değildim sonuçta.
''Bence kapatmak için o kadar da kötü durmuyor.'' Omuz silktim kapağını açıp ona uzatırken. ''Ben kapatmanı istiyorum. Güzel veya kötü olması umurumda değil.'' Sert sesime ilk defa kulak kesildi ve süngerin üzerine birazcık fondöten damlatıp yakamı açarak lekeyi kapattı. Tamamen gözden kaybolduğunda üzerine toz bir şey daha sürdü.
''Terlememeye çalış, çok kuvvetli bir fondöten değil. Sabitlemeye çalıştım ama.'' Diye uyardı.
''Nasıl yani, akabilir mi?'' gülümsedi. ''Terlemezsen akmaz.'' Burnumdan sert bir nefes verdim. Bu şeyler akacaksa neden sürüyorduk ki? Para tuzağında başka bir şey değildi.
Masadan son kez kendime bakıp tekrar ayaklandım. Yatağın kenarında duran sivri topuklu ayakkabılara yüzümü buruşturarak baktım. Halimi gören Ece, ''Daha önce hiç giymedin mi?'' diye sordu.
''Giydim de hiçbiri bu kadar yüksek topukta ve bu kadar sivri değildi.'' Ayakkabıları elime alıp yatağa oturdum.
''Ben senin hala ne iş yaptığını anlamadım.'' Diyerek asıl merak ettiği konuya girdi. Bir yandan da masadaki malzemelerini topluyordu.
Ayakkabının birini ayağıma girerken şimdiden rahatsız olmuştum. Gece boyu üzerinde nasıl kalacağımı ise fazlasıyla merak ediyordum. Erkek gibi bir kız değildim ama böyle giyinmemi gerektirecek bir hayatım olmamıştı hiçbir zaman. Giyim kuşam, süslenmek bana her zaman uzak kalmıştı. İstemediğinde değil, bunlara erişecek zamanım ve olanağım yoktu, olmamıştı da.
''Bacağımda bir silah var şu an Ece.'' Diye mırıldandım ayakkabının diğer eşini de giyinip ayağa kalkarken. Boyum resmen artık bir doksandı sanki. Ece arkasını dönüp bana bakarken kafasını kaldırmak zorunda kalmıştı. Elinde bir rujla ağzı açık bana bakıyordu.
''Az önce silahtan bahsetmeseydin ve ben mankenim deseydin, inanırdım.'' Dedi hayranlık dolu bir sesle. Gülümsedim onun bu açık sözlü haline. Bal rengi saçlarını ev hali olduğu için dağınık bir topuz yapmıştı ve gözünde de bir gözlük vardı. Gözlük kullandığını ise yeni öğreniyordum.
''Eski askerim.'' Diyerek itiraf ettim sonunda. Ondan gizleme gereği duymuyordum nedense. İçimde engel olamadığım bir güven hissediyordum ona karşı.
''Biliyordum!'' dedi coşkuyla rujun kapağını açarken. Bana doğru yaklaştı. ''İlk tanıştığımız gün de tahmin etmiştim.'' Diye devam etti.
''O şeyi bana sürmeyeceksin değil mi?'' çocuk gibi dudaklarını büzdü. ''Makyajın eksik olur sürmezsek.'' Dedi.
''Bu ruj kırmızı." diye çıkıştım.
Omuz silkti. ''Bir kadının sürmesi gereken tek ruj rengi, kırmızıdır.'' Dedi bilmişlik akan sesiyle.
Öyle mi dercesine kaşımı kaldırdım. ''Eğil,'' diye buyurdu. Eğilmek yerine yatağa oturdum. O da bacaklarını açarak bana yaklaştı.
''Neden eski?'' diye sordu ruju dudağıma dokundurmaya başlarken. ''Dudaklarını arala.''
Bıkkınlıkla dudaklarımı araladım. Yumuşak fırçayı dudaklarıma değdirirken ruju çekip başka temiz bir fırçayla onu yaymaya başladı.
''Hatamın bedeli, eski asker olmak, oldu.'' Daha fazla detay verecek gücüm yoktu. O da üstelemedi zaten.
''Ama hala asker gibisin. Eski, eskide kalmamış gibi.'' Fırçayı dudaklarımdan çekti. ''Birbirine sürt biraz.'' Dedi aynı işlemi kendi dudaklarında gösterirken. Dediğini yaptım.
''Görevdeyim şu an. Bunlar aramızda kalmalı, Ece.'' Uyarmak zorundaydım. En ufak açık başıma başka bir bela daha açabilirdi. Bana gülümseyerek bakarken, ''Tabii ki de aramızda. Sen bana güvenip bunları anlattıysan,'' lafını böldüm.
''Ben sana hiçbir şey anlatmadım, anlaştık mı?'' derken göz kırptım. Gülümsemesi genişledi. ''Bana hiçbir şey anlatmadın.'' Eliyle çenemi tutup tekrar yüzümü inceledi.
''Harika iş çıkarmışım. E tabi senin de katkın var biraz.'' Bu dediğine içten bir şekilde gülümsedim.
''Ama ben bu ruju emerek yok ederim.''
''Çantana koyarım, silindikçe tazelersin.'' Elbise ve çantayı bugün almıştım. Zaten kendime siyahtan başka bir renk seçeneği sunmadığım için bulmam kolay olmuştu. Parlak küçük el çantamın içine ruju attı. O sırada çalan kapı zili ile bana döndü.
''Birini mi bekliyordun?'' kafa salladım ayağa kalkarken.
''Buradan direkt göreve gideceğiz. Bana eşlik edecek kişi geldi.'' Diye mırıldandım hoşnut çıkmayan sesimle. Ece de arkamdan gelirken dış kapıya doğru yönelip kapıyı açtım.
Alparslan elini kapının pervazına yaslamış kafası yerde bir şekildeyken, kapıyı açmamla gözleri ilk ayaklarıma değdi. Usulca aşağıdan yukarıya tırmanan gözüyle aynı senkronda kafası da yukarı kalkmaya başladı. Bu görüntünün sonucunda beni görmeyi beklemiyor olacak ki dudakları aralandı şaşkınlıkla. En son gözlerimiz buluştu. O beni incelerken ben de onu inceleme fırsatı bulmuştum. Üzerine siyah bir takım elbise giymişti ama o kadar iriydi ki, takım kaç bedendi tahmin bile edemiyordum. Pazıları takımın altından oldukça şiş duruyorken gömleğinin düğmeleri her an patlayacak gibiydi. Elini yavaşça kapının pervazından indirerek çekti. Dik bir duruşa geçerken dudaklarını ıslattı. Refleks olarak aynı işlemi bende yaptım.
''Ayy, bu ne böyle? Devlerin nesli tükenmedi mi?'' omzumun üzerinden parmaklarının ucuna yükselmeye çalışarak Alparslan'a bakmaya çalışan Ece'ye omzumun üzerinden baktım. Sadece gözleri gözüküyordu ama inatla parmak ucunda durmaya çalışıyordu bana tutunarak. Kısa bir kız değildi, bir yetmiş boyu olmalıydı ama benim yanımda kısa kalması çok da normal bir şeydi.
''Merhaba, ben Ece.'' Arkamdan çıkıp elini Alparslan'a uzattı. Alparslan önce uzatılan ele sonra da Ece'ye baktı. Nihayet elini tutup kısa bir süre sıktı ve ''Alparslan.'' Demekle yetindi. Ece bana döndü, ''İyi bari, ben devim diyerek onaylamadı beni.'' Sadece benim duyduğumu sanarak konuşurken Alparslan'ın da duyduğuna adım kadar emindim. Boğazımı temizleyerek dikkati üzerime çektim.
''Hazırsan çıkalım.'' Dedi, Alparslan. Üzerime tekrar kısa bir bakış atıp.
''Çantamı ve ceketimi alayım.'' Diyerek onu orada bırakıp yatak odama ilerledim. Hızlıca almam gerekenleri alırken son an da aklıma gelende tekrar odaya dönüp çekmece de ki çakımı da alıp bacağıma sıkıştırdım. Hala kapıda bekleyen Alparslan'a sorular soruyordu, Ece.
''Boyunuz kaç?'' Alparslan bu soruyu beklemiyor olacaktı ki bir süre boş gözlerle Ece'ye baktı.
''Bir doksan sekiz.'' Diye mırıldandı yarım ağız. Ece'den bir şaşkınlık nidası döküldü. Eliyle ağzını yarım yamalak kapattı. Ben ise uzun kaşe paltomu omuzlarımın üzerine attım. Ayak bileklerime kadar uzanıyordu.
''İki metre yani?'' diye, üsteledi Ece. ''Hayır, bir doksan sekiz.'' Diyerek düzeltti onu, Alparslan. Bunu söylerken istemsizce kaşlarını çatmıştı.
''Ece biz çıkıyoruz.'' Diyerek araya girdim hafif dalgalı maşa yaptığımız saçlarımı paltonun içinden çıkarıp omuzlarımın üstüne bırakırken. ''Sende direkt kapıyı çekip çıkarsın.'' Dedim kapının eşiğinden çıkıp, Alparslan'ın yanına geçerken. O ise bir şey demeden asansörün tuşuna basmıştı.
''Tamamdır, hallederim ben. Bol şans.'' Anlamayarak ona baktım. ''Şey yani, iyi günler.''
Asansör gelmişken ona son bir bakış atıp beni beklemeden asansöre binen Alparslan'ın yanına geçtim. Elim sıfır tuşuna giderken aynı an da o da uzanmıştı. Elimi çekmek yerine inatla orada tutarken ilk elini çeken o oldu. Yan gözle bakmaktan da çekinmedim asansörün kapısı kapanırken. Sürekli ergen gibi çarpışmalar yaşıyorduk ve tıpkı o da bir ergen gibi kaçıyordu. Bir elektrik akımına kapılmadığı kalmıştı. Gerçi benden alacağı elektrikle yaşama ihtimali sıfırdı ama olsundu.
Giriş katına geldiğimiz de yine beni beklemeden önden yürümeye devam etti. Arabaya kadar konuşmazken kapıda son model bir arabaya yöneldi. Kumandayla kapıların açılma sesi gelirken, ''Kimin bu?'' diye sordum.
''Benim,'' dedi, tok bir sesle. Beni beklemeden arabaya bindi. Gözlerimi devirdim sinirle. Bende arabaya binip kemerimi taktım. Binmeden önce üzerimden aldığım paltoyu arka koltuğa bıraktım. Yırtmacım epey bir açılıp gözler önüne kalın baldırlı bacağım çıkmıştı. Alparslan'ın kontağa giden eli durdu. Nereye baktığını anlamamak zor değildi. Bacağıma bakıyordu ama rahatsız edici bir şekilde değil aksine çatık kaşlarıyla bakıyordu. Ardından zehir akan gözleriyle bana döndü.
''Bu elbise az önce de böyle miydi?'' diye sordu şaşkın çıkan sesiyle. Bir an elbiseyi kontrol etme isteğiyle doldum taştım. Sanki benim bu konularda çok bilgim varmış gibi bana soruyordu.
''Evet,'' dedim kısık çıkan sesimle. Çocuk gibi bacağımı kapatmaya çalışmadım. Sanıyorum ki ilk defa bacak görmüyordu. Biraz daha eğildi bacağıma doğru. Bir şey dikkatini çekmiş gibi ilgiyle bakarken elini bacağım atıp yırtmacı iyice sıyırdı. Sadece bir parmağını kanca gibi kullanarak yaptığı bu hareketle içimden bir şeyler koptu. Nefesimi tuttuğumu hissederken kalp atışlarım hızlandı. Böyle bir şey yapması asla beklediğim bir şey değildi.
''Bunlar ne?'' sesi artık şaşkın değil sorgulayıcıydı. Omuz silktim umursamazca elini itip bacağımı kapatmaya çalışarak. ''Ne görüyorsan, o.'' Demekle yetindim. Bacağıma sakladığım mini el tabancası ve bıçağı görmüştü.
''Bir akıllı sensin.'' Dedi, hayretle. Ona döndüm hırsla. ''O ne demek?''
''Görevde silah kullanma emrin var mı?'' diye sordu alayla. ''Yok,'' dedim anında.
''Ayrıca emirle çalışan sensin, ben değilim.''
Sinirle arkasına yaslanıp sertçe yüzünü sıvazladı. Bunu yaparken özenle yaptığını düşündüğüm saçlarını dağıttı. Dudaklarımı kemirdim sinirden. Ellerini ki yana açtı siniri devam ederken.
''Hiçbir sorumluluğu almıyorum. Senin yüzünden bir şeyler ters giderse, albaya hesap veren sen olursun.''
''Beni bununla mı tehdit ediyorsun?'' dedim, gülerek. Kafamı iki yana salladım gülmeye devam ederken. O da daha fazla beklemeden arabayı çalıştırdı ve sertçe park ettiği yerden çıktı.
''Ben söyleyeceğimi söyledim. Emir almıyormuş, sana emir verilse de uymazsın ki sen!'' dişlerimi sıktım. İki dakika da beni çözmüş olması imkansızdı. Artık hakkımda bir şeyler bildiğine emindim ama bunu sorgulayıp oyununa yenik düşmeyecektim. Anlamamazlıktan geldim.
''Aynen bu sinirle devam et. Neticede aldatan bir koca rolündesin.'' Diyerek konuyu değiştirdim. Ardından hızlıca ona döndüm. ''Bir dakika ya, neden ben aldatılıyorum?''
''Ben mi aldatılayım?'' diye karşılık verdi. Dudak büzdüm, ''Bu da bir seçenek tabii.''
''Beni aldatamazsın.'' Dedi sert sesiyle. Ağzımdan 'hah' diye bir nida çıkmasına engel olamadım.
''Sen neden beni aldatıyorsun?'' yan gözle bana baktı. Sonra yüzünü buruşturup, ''Ben seni aldatmıyorum.'' Duraksadı. ''Bir dakika ya. Biz neyin tartışmasını yapıyoruz şu an?'' omuz silktim.
''Prova yaptım. Baktım şöyle bir, rol yapabiliyor musun diye. Var cevher sende, iyi oyuncu olur senden.'' Kafamı salladım beğeni dolu nidalar çıkarırken.
''Seninde benden aşağı kalır yanın yok gibi.''
''Mesleki deformasyon.''
''Daha önce oyunculuk mu yaptın?'' bir yola bir bana bakarak sornuştu bunu. Mavi gözleri merakla parlıyordu. Dudaklarımı büzdüm düşünüyormuş gibi yaparak.
''Daha fazlası.'' Dedim aklını bulandırmak amacıyla. ''Neyse ne, planımızın üstünden geçelim.'' Dedim.
''Ben seni aldatıyorum, otelde kavga edeceğiz. Soner denen avukatta bunu görecek. Neyin üzerinden geçeceğiz tam olarak?''
''Amacımız adamın dikkatini çekmek. Dikkatini çektiğimizde gerçekten evli bir çift olduğumuza nasıl inanacak?'' diye sordum alay dolu sesimle. Her şeyi bildiğini sanıyor, her şeyi basit görüyordu.
''Doğaçlama ilerleyeceğiz.'' Derken otele bir sokak ötede durmuştuk. O arabayı tenha bir yere park ederken kemerimi açtım. Araç durduğu an kapıyı açıp çıktım. Arka koltuktan paltomu alıp üzerime attım tekrar ve elime de çantamı aldım. Alparslan, arabanın etrafında dolaşıp yanıma geldi. Dirseğini kırıp bana uzatınca şaşırmadan edemedim.
''Doğaçlamaya erken başladın sanırım.'' Derken bir yandan da koluna girdim. Bana laf yetiştiremeyeceğini anladığını düşündüğüm bir oflama çıkardı dudaklarından.
''Sadece temkinli davranmak istemiştim.''
''Topuklularla yürüyemiyorum, yavaş ol biraz.''
''Bu cümleyi ilk defa yolda yürürken duyuyorum.'' Çapkınca dudağının kenarının kıvrıldığını gördüm. Kolunu sıkarak bana bakmasını sağladım.
''Ne?''
''Boşver,'' diyerek geçiştirdi beni.
Sokakta topuklu ayakkabılarımın sesi yankılanıyordu. Adımları o kadar uzun atıyordu ki yetişmekte zorlanıyordum gerçekten. Uzun bacaklarım bana hiç yardımcı olmuyordu.
''Yavaş!'' sesimi yükseltmiştim artık. Dediğimi yaparak yavaşlarken kafasını eğip ayakkabılarıma baktı.
''Madem yürüyemiyorsun, neden bu kadar uzun topuklu giydin.''
''Canım öyle istedi.'' Dedim, bilmiş bir ifadeyle. Gülerek kafasını iki yana salladı. ''Beladan başka bir şey değilsin. İşleri yokuşa sürmekte üstüne yoktur kesin.''
''Beni, uzun yıllardır tanıyormuş gibi hükümler vermeniz ne hoş, Yüzbaşı.''
''Kocacım'ı tercih ederim.'' Yüzümü buruşturdum abartı bir şekilde. Eliyle önüne geldiğimiz oteli gösterdi. ''Operasyon sınırları içerişimdeyiz, bana Yüzbaşı diye seslenme artık. Ayrıca,'' diye devam etti. ''Ayrıca güneş battığında geriye sadece Ay kalır. Ama aslında Ay hep aynı yerindedir, ayı parlatan gecenin karanlığıdır.''
Söylediği anlamlı sözlerle çivili kaldım öylece. Bir tepki veremedim ama sadece gözlerine uzunca baktım. O da aynı şekilde bana baktı. Ya da bir şeyler aradı. Bilemiyorum, Ay'ı belki de gözlerimde aradı. Ya da ben öyle sandım.
''Geçelim artık.'' Diye mırıldandım anın büyüsünden çıkmak isteyerek. Bakışlarımı yere indirirken otelden içeri girdik. Fazla lüks olmayan orta çaplı bir oteldi. Burada zaten daha fazlası beklenmezdi ama albayın da dediği gibi etrafta gezen birçok koruma vardı. İkimizde etrafa sanki meraklı gözlerle bakıyor gibi incelemeye başladık. Asansör yanlarında, lobide ve giriş kapısıyla toplam on iki koruma vardı. Siyah takım giyinmiş, kulaklarında kulaklık ile kim olduklarını anlamamak zor değildi. Etrafa bakmayı kesip resepsiyona ilerledik.
''Buyurun, hoş geldiniz.'' Diyerek karşıladı bizi resepsiyon görevlisi kadın. Saçları sıkı bir at kuyruğu yapmış ve yüzünü iyice germişti. Kısa bir süre onu da inceledim. Garip bir davranış sezmezken konuya ben dahil olmadım planladığımız gibi. Alparslan, Soner Gökdere'nin kaldığı odayla aynı katta bir oda istedi.
''Yedinci katta özel odalarınız varmış, onlardan güneye bakan bir oda istiyoruz.''
Kadın kaşlarını düşürüp, mahcup bir ifadeyle, ''Maalesef, yedinci kat tamamıyla dolu efendim.'' Dedi.
Ama değildi. İnternet üzerinden rezervasyon için baktığımızda boş gözüküyordu ama bize dolu diyordu. Anlaşılan Gökdere için kimseyi o kata kabul etmiyorlardı. İşin garibi otelin orayı dolu göstermesi için bütün odaları almış olması gerekirdi, Gökdere'nin. İnternet sitesinde boş gözüken odaları varken bu demektir ki Gökdere, hiçbir odayı almamıştı. Yani işletmeciyle arasında olan özel bir bağlantı sayesinde buna gerek duyulmamıştı. Bunu Arslan'a söylemek için sabırla beklerken arkama dönüp asansör kenarında bekleyen korumaya baktım. Asansöre binen insanları iyice inceleyip kulaklıklara bilgi veriyorlardı. Her şeyi çok üst düzey bir seviyeye çıkardıklarını anladım.
''O zaman ferah, geniş bir oda istiyoruz.'' Dedi, Alparslan. Kadın kafa sallayıp, ''Sizin için süit odamız uygun olacaktır. Onuncu kat. 108 numaralı oda.'' Diyerek kayıt işlemini yaparken sahte kimliklerimizi çıkardı, Alparslan. İkimizin de isimleri farklı, soy adları aynıydı. Onun adı; Cihan, ben ise Nevra'ydım. Cihan Yıldırım ve Nevra Yıldırım. Resepsiyon kız işlemleri halledip oda kartımızı uzattı. Hızlıca elinden alıp teşekkür ettim.
Otele iş görüşmesi için gelmiş gibi davranacaktık. O yüzden yanımızda eşya getirme gereksiniminde bulunmadık.
Alparslan ile asansöre doğru ilerlerken tekrar koluna girmiştim.
''İnternet sitesinde yedinci katta bir oda hariç hepsi boş gözüküyor.''
''Evet, o oda da Gökdere kalıyor çünkü.'' Diyerek tasdikledi beni direkt karşıya bakarken. Gülümseyerek konuşmaya başladım. Gülümsedim ki evli bir çiftin neşeli bir şekilde sohbet ettiklerini düşünsünler istedim.
''Onu anladık.'' Sesimi sabit tutmaya çalıştım, lobiyi arkamızda bırakırken. ''Kadın bize odalar dolu dedi. Gökdere'yi koruyorlar ama kendi çapında olan basit bir koruma değil bu.''
''Ne geçiyor aklından?'' yüzünü bana çevirdi, çelik mavisi gözleri kısık bir vaziyette.
''Odaların gerçekten dolu gözükmesi için Gökdere'nin hepsini alması gerekirdi. Her katta on beş oda var.'' Var diye fısıldadım kulağına yaklaşıp ama o kadar çok yaklaşmıştım ki dudaklarım tenine değmişti. Sahte bir gülümsemeyle parmağımla yanağını sildim sanki öpmüşüm de ruj kalmış gibi. Alparslan rolüne o kadar odaklanmıştı ki, bozuntuya vermedi asla. O sırada asansörün önünde durup çağırma tuşuna bastık.
Korumalar bize kısa bir bakış atarken sanki onların kim olduğunu anlamaya çalışan normal bir çift gibi değişik bakışlar attık onlara.
''Murat Sipahi akşam sekizde yemek için otelin restoranında bekleyecek bizi.'' Dedi, Alparslan. Basit bir iş yemeği için burada olduğumuzu düşünsünler diye aramızda bu konuşmayı geçirmek zorundaydık.
''Eşi Leyla hanımda gelecek demiştin.'' Dedim bozuntuya vermeden meraklı gözlerle. Asansör geldi o an ve kapılar açıldı. ''Evet o da gelecek.'' Diyerek beni onaylarken biz asansöre bindik. Alparslan beklemeden onuncu katın düğmesine bastı. Asansörün aynasına bakarmış gibi yaparken etrafa baktım, köşelerine. İki küçük kamerayı fark ederek aynaya yaklaşıp rujumu düzeltir gibi yaptım. Ses kaydedip etmediklerini anlamam için fazla dikkat etmem gerekiyordu ama bunu yapıp görevi tehlikeye atamazdım. O yüzden konuşmamayı tercih ederken, ''Eğer anlaşma sağlanırsa İnşaat ne zaman başlar?'' diyerek devam ettim oyuna.
''Bir ay içinde her şey hazır olur.'' Birkaç saniye sonra ise asansör durdu tamamen. Alparslan kolunu belime atarken kapı açıldı ve beklemeden çıktık. Bu katta koruma yoktu. Etrafa kısaca bakıp, gelen giden var mı diye kontrol ederken bize verilen odayı bulmaya çalıştım.
''Odaların boş olmasına rağmen dolu olarak söylemelerinin sebebi işletme sahibi.'' Dedim, bize verilen odanın önünde dururken. Kartı okutup kapıyı açtım. Hızlıca içeri girerken kartı kapı arkasına bırakıp üzerimdeki platoyla beraber çantayı tekli berjerin üzerine bıraktım.
''Tanışıyorlar. Aralarında bir bağlandı olmalı. Yoksa herhangi birisi için odalar satın alınmadığı halde kimse dolu gösterip müşterilerini kaçırmaz.''
Etrafı inceledim. Kocaman çift kişilik bir yatak vardı ve üzerine saçma sapan havlularla şekiller yapılıp üzerine gül yaprakları saçılmıştı. Tiksintiyle yüzümü buruşturdum.
''Güzel bir bakış açısı. O zaman işletme sahibini de almamız gerekebilir.'' Kafa salladım büyük boydan pencereye yaklaşarak.
''Gökdere'yi aldıktan sonra onu almamız daha kolay olur.'' Diye fikir sundu. Perdeyi açtım. Hava kararmak üzereydi ve hafif yağmur atıştırmaya başlamıştı. Saatin yediyi gösterdiğini gördüm.
''Bıktım şunlardan.'' Diye söylenerek saçlarımı elimle topladım. Yanımda toka olmadığı için elim öylece hava da kalırken etrafa kısaca göz attım.
''Kadın olmak zor geliyor sanırım.'' Ne ara dibime geldiğini çözemediğim Alparslan ile olduğum yerde kaldım. Arkamda varlığını hissederken eli elime değdi. Saçlarımı kendi avucuna alırken onu bir şeyle bağladığını hissettim. Çok düzgün olmasa da gevşek bir şekilde saçlarımı topladı. Elini saçımdan çektiğinde sırtıma düştü saçlarım. Yavaşça ona döndüm. Hala dibimde duruyordu. Anlamsız gözlere ona baktım yüzüm garip ifadeye bürünürken.
''Bende bile toka yokken sende ne geziyor?'' ayrıca bana az önce söylediği şeyi de görmezden gelecek değildim. ''Kadınlığımdan şüphe ettiren şey yanımda toka olmaması mı?'' kaşlarımı kaldırarak sormuştum bunu. Dudaklarını aşağı sarkıttı muzip bir ifadeyle.
''Ben öyle bir şey söylemedim.'' Diyerek savunmaya geçti. Gözlerimi sabırla kapatıp açtım kollarımı göğsümde birleştirirken.
''Kadın olmak zor geliyor dedin, kurcalarsan laf oraya çıkıyor.''
''Kurcalamazsan çıkmaz.'' Dedi ukalalıkla.
''Sende toka olduğuna göre bu seni kadın yapıyor o halde.'' Dedim alaylık akan sesimle. Benimle gerçekten uğraşabileceğini, çocuk gibi laf sokup gidebileceğini mi sanıyordu bu herif? Öyleyse onu birçok kez yanıltmak zorunda kalacaktım. Cıkladı yüzü hala muzip bir ifadeyle. ''Toka değil.'' Demesiyle elim saçıma gitti. Ne çok kalın ne de çok ince bir şeydi. İp diyemiyordum ama toka gibi de değildi. Ama saçımı sıkıca kavramamasından bir toka olmadığını anlamıştım.
''Her neyse,'' diyerek geçiştirdim kollarımı çözüp çantama doğru giderken. Çantamı açıp içinden telefonumu çıkardım. ''Kadınlığımı ispat edecek değilim sana.''
''Bundan yana bir şüphem yok.'' Dedi hala muzipliği devam ederken. Sıkıntıyla bir nefes verdim. Hala benimle uğraşıyordu. ''Ayrıca nasıl ispat edeceğini merak ettim doğrusu." Gelen mesaja tıkladım.
''Gelmek üzerelermiş,'' dedim mesajı ona iletirken. Bir yandan da artık gündemden çıkmak istiyordum. Telefonu çantama tekrar koyup, Ece'nin çantama attığı ruju çıkardım. Nasıl süreceğime dair pek bir fikrim yoktu ama yine de tazelemek istedim. Gelene kadar kırk kere sıkıntıyla dudaklarımı yalayıp, emdiğim için pek bir şey kaldığını sanmıyordum.
Aynanın önüne geçip rujun kapağını açtım. Ece'ni yaptığı gibi küçük birkaç dokunuş yaptım ve yanımda fırça olmadığı için parmağımla onu dağıttım. Hafif kenara taşırmıştım ama parmaklarıma hep bulaşmıştı ve temiz yer kalmıştı. Bu işi beceremediğime kanaat getirip oflayarak sıkıntıyla ruju kapatıp yatağa fırlattım.
''Zaten ruj benim neyime.'' Arkamı döndüğümde Alparslan beni izliyordu. Ne var dercesine kafa salladım. Eliyle kendi dudağını gösterdi.
''Bulaşmış.'' Parmaklarım kirli olduğu için elimin tersiyle dokunmaya çalıştım. Daha çok bulaştığını fark ederken her şeyi bok etmiştim. Sonra Asena neden kadın gibi değil, sonra Asena neden makyaj yapmıyor. Ben bu şartlarda nasıl kadın olayım ki? Böyle olursa elin adamı da gelir kadınlığımdan şüphe eder tabii.
Alparslan bana doğru yaklaştı. Gözleri tamamen dudaklarımdayken başka hiçbir yere bakmadan elini dudağıma doğru uzattı. Dört parmağı çenemi kavrarken baş parmağıyla dudağımın kenarına bulaşan ruju sildi usulca dokunarak. Baktı çıkmıyor kaşları çatılırken daha sert bastırdı. Bu hareketi dudağımın benden habersiz hareket etmesine sebep oluyordu. Yutkunmaya çalıştım ama dudaklarım aralık olduğu için bunu yapamadım. Alparslan ise dudaklarımdan başka hiçbir yere bakmıyordu.
''Sulu boya sürmediğine emin misin? Ya da guaj?'' gözlerimi devirdim.
''Bir de dalga mı geçiyorsun? Palyaçoya döndüm burada.'' Diye isyan ettim sonunda.
''Kırmızı sürmek zorunda değildin.'' Hala dudağımın kenarını temizlemeye çalışıyordu. Bende ona kolaylık olsun diye çenemi havaya dikmiş bir vaziyette gözlerimle tavanı izliyordum. O öyle deyince bakışlarımı yüzüne düşürdüm.
''Bir kadının sürmesi gereken tek ruj rengi kırmızıdır.'' Eli donup kalırken ilk defa gözlerini gözlerimle buluşturdu. Alttan bakmaya devam ettim. ''Öyle diyorlar yani,'' diyerek şaşkınca mırıldandım. En azından Ece öyle demişti. Tekrar gözlerini dudaklarıma indirdi ve son kez parmağını sürtüp çenemi serbest bıraktı. Bir adım geri çekildim o ise tamamen uzaklaştı benden.
Bakışlarını bana değdirmeden, ''Çıkalım artık.'' Dedi. Ruju alıp çantamı alırken bir şey demeden kapıya yöneldim. Yine girmişti ergen triplerine. Sinirimin dumanı kulaklarımdan çıkarken elimi saçım atıp bağı çözüp tokayı çıkardım. Saçımı bağladığı şeyin dediği gibi bir toka değil ama ince sayılmayacak bir ip olduğunu fark ettim. Kırmızı bir ipti. Ona geri vermek yerine alıp çantama attım. Saçlarımı elimle düzeltip arkaya dönüp onun bana yaklaşmasını bekledim.
Alparslan yanıma geldiğinde yine kolunu uzattı. Beklemeden koluna girerken karşıdaki kameraya kısa bir bakış attım. Asansöre binip restoranın katının düğmesini tuşladık.
''Gelmiş bile olabilirler.''
''Gidiyoruz ya. Beş dakika beklesin bir şey olmaz.'' Yandan yüzünü süzdüm. Askere bilerek mi karizmatik erkekleri alıyorlardı bilmiyorum ama bu durumu boş bir günümde araştıracaktık. Yasaklanmalıydı. Aşırı dikkat dağıtıyordu.
Asansör yemek katında durduğunda indik ve Alparslan kolunu elimden kurtarıp belime sardı. Sertçe kendine yaklaştırırken eğilip kulağıma fısıldadı. ''Seni aldatan benim. Senin sürekli bana ilgi göstermen gerekiyor.'' Şaşkınlıkla ona çevirdim kafamı. Yüzlerimiz fazla yakındı.
''Hem aldatıyorsun hem de peşinden mi koşacağım?'' dedim, dünyam başıma yıkılmış bir tonda. Gözlerini kırpıştırdı.
''Asena seni gerçekten aldatıyormuşum gibi davranmayı bırak.'' Omuz silktim.
''Aldatamazsın zaten.'' Diyerek fısıldadım. Gözlerimi kısarken, ''Aldatabilmen için aramızda bir ilişki olması gerekiyor.'' Rol yaptığımızın elbette farkındayım ama bu şekilde aldatılıyor olmak sinirlerimi zıplatıyordu. Beni aldatabilecek erkeğin kafasını koparıp eline verirdim. Ve bunu her iki anlamda da yapardım.
Gözleri yüzümde dolaştı kısaca. ''Emin ol ilişkimiz olsa da aldatmazdım.'' Ne zaman durduğumuzu bile bilmezken bir öksürük sesi ile ikimiz de dikkatimizi sesin geldiği yöne verdik.
Murat Sipahi ve eşi. Yani Enver ve Bukre.
Enver'in de üzerinde Alparslan gibi bir takım elbise vardı lakin toprak tonlarındaydı. Gözleri daha fazla dikkat çekerken az önce boğazını temizleyenin o olduğunu anladım. Meğer konuşmaya dalıp yanlarına kadar gelmiştik. Ya da ben dalmıştım çünkü kolunu belime atıp beni yürüten Alparslan'dı.
Enver ayakta bir şekildeyken Bukre'de gülümseyen bir ifadeyle bize bakıyordu. Enver, Alparslan'a ters bakışlar atmamaya çalışarak dostça elini uzattı. Alparslan, Enver'in elini sıkarken, ''Merhaba, hoş geldiniz.'' Dedi. Başıyla bir kez onayladı, Enver. Sonrasında Alparslan, Bukre'nin de elini sıktı. Bende aynı işlemi tekrarlarken Enver, Bukre'nin oturması için sandalyesini düzeltim oturmasını sağladı. Aynı şeyi Alparslan'da yaparken çantamı masanın kenarına bıraktım. Terleyen ensemi ferahlatmak için saçlarımı arkaya doğru savurdum. Alparslan'da yanımda yerini alırken Bukre ve ben karşılıklı oturuyorduk.
Her ihtimale karşı görev hakkında sesli konuşmayacaktık. Albayın emri bu yöndeydi.
''Yolculuk nasıl geçti?'' diye sordu, Alparslan. ''Umarım sizin için zor olmamıştır.'' Gülümsedi, Enver. Ardından elini uzatıp Bukre'nin elini kavradı. ''Eşim yanımdayken hiçbir şey zor değil benim için.'' Bukre de buruk bir gülümsemeyle, Enver'in elini öpmesini izledi. Enver bunu Bukre'nin gözlerine bakarak yapmıştı. Enver'i ilk defa böyle gördüğüm için gülmemeye çalışarak yanaklarımın içini ısırdım.
''Oldukça aç olmalısınız. Sipariş verelim.'' Dedi, Alparslan. Herkes onaylarken garson geldi.
Garson kılığında gelen Mert ile onu süzdüm. İlk defa pot kırmadan dümdüz bir sahneyle siparişlerimizi aldı. Ciddi bir operasyonun içinde olduğumuzun farkındaydı artık. Mert siparişlerimizi alıp giderken uzakta bir masada oturan Cesur ve Serdar'ı gördüm. Spor kıyafetlerle yemek yiyorlardı. Çok komik bir şeyin üzerine konuşuyorlarmış gibi bolca kahkaha atıyorlardı. Onları izlemeyi bırakıp kendi masamıza odaklandım.
Enver ve Alparslan yalandan olmayan inşaat üzerine konuşurken bizde Bukre ile sanki çok da ilgi alanımızdaymış gibi çıkan yeni markanın koleksiyonunu konuşuyorduk. Markadan haberim bile yoktu. Tek bildiğim kıyafet pazarladığıydı. Yemekler gelmiş hafiften bir şeyler yemeye başlamıştık. Neredeyse bir saate yakın zaman geçmişken benden taraf olan çapraz masaya beklediğimiz kişi oturdu. Yani Soner Gökdere.
Çaktırmadan dirseğimle Alparslan'ı dürterken sanki boğazıma bir şey kaçmış gibi öksürdüm. O, ''İyi misin, hayatım?'' diyerek sırtımı okşarken yaptığım role fazla girerek gerçekten boğazıma bir şeyin takıldığını hissettim. Alparslan asıl amacımı anlamış olacak ki çapraz masamıza oturan Soner Gökdere ve oldukça şık olan iki kadına baktı. O elini sırtımdan çekip okşamayı bırakırken ben eğilip tekrar öksürmeye devam ettim.
Kulağıma yaklaştı. ''Gördüm tamam. Fazla dikkat çekiyorsun, Asena.'' Dedi lakin cevap vermekte zorlanarak elimle ağzımı kapatıp öksürüğümü tutmaya çalışarak ona baktım. Gözlerimin yaşardığını fark ederken göz bebekleri büyüdü. ''Sen ciddi misin?'' diye sordu dehşetle. Yarım yamalak kafa salladım. Sandalyesinden sertçe kalkıp arkama geçti. Beni ayağa kaldırıp sırtıma sertçe vururken Enver'in sesini duydum.
''Heimlich manevrası yapsana.'' Dedi o da panikle.
''Çok biliyorsan sen yap!'' diyerek azarladı, Alparslan. Kafamı iki yana salladım boğazıma yiyecek bir şey kaçmadığını anlatmak istercesine. Bukre ellerimi tuttu ben öksürmeye devam ederken. Ciğerim sökülecek gibiydi.
''Ase- Aman, Nevra Hanım, iyi misiniz?'' çok iyiyim amına koyayım. Bir kişi daha iyi misin diye sorarsa kafayı gömecektim. Öksürmem biraz daha azalırken derin bir nefes aldım. Kıpkırmızı olduğuma emindim artık. Dağılan saçlarımı arkaya savurarak eğildiğim pozisyondan doğruldum. Ciğerlerim havayla dolup rahatlarken boğazımın ne kadar acıdığını fark ettim. Masadaki suya uzanıp birkaç yudum aldım. Etrafımda bana meraklı gözlerle bakan Alparslan, Bukre ve Enver üçlüsüne baktım.
''Şurada gerçekten boğazıma bir şey takılsa ölücem yani, ben bunu anladım.'' Dedim dedim tek solukta. Tekrar suyumdan içtim boğazımı yumuşatmak için.
''Boğazına bir şey kaçmadı yani.'' Dedi, Bukre. Kafamı iki yana salladım.
''Tükürüğüm kaçtı yalandan öksürürken.'' Enver rahatlayıcı bir nefes verdi. Onlar tekrar yerlerine otururken etrafa kısaca bakış attım. Gökdere'nin gözleri bizim üzerimizde değildi Allah'tan. Alparslan tekrar beni sandalyeye oturttu.
''Lütfen şu işi bitirip gidelim. Bir an öleceğim sandım.'' Diyerek hayıflandım kısa sesle. Alparslan iyi olduğumdan emin olmak istercesine suratıma son kez bakarken masadan kalkıp uzaklaştı. Yaklaşık beş dakika sonra Bukre'de masadan kalkıp uzaklaşırken sadece Enver ve ben kalmıştım. Gözlerinin içi gülümseyerek bakarken suyu içme bahanesiyle göz kırptım. Kaküllerim gözlerime gölge düşürüyordu zaten. O yüzden bu tavrım net bir şekilde gözükmezdi.
Enver ile sahteden İstanbul hakkında konuşurken on dakika kadar bir zaman geçmişti. Planın ikinci kısmına geçerken bende kalktım masadan. Gökdere'nin olduğu masaya kısa bir göz atıp lavaboların olduğu tarafa doğru yürüdüm. Yaklaşık iki dakika sonra içeriden gelen bağırma sesiyle Mert'in devreye girdiğini anladım. Bir dakika sonra söylenerek gelen Gökdere ile harekete geçtim. Önüme hiç bakmadan hızlı adımlarla ona doğru yürürken o da aynı şekilde gömleğine dökülen şaraba lanetler yağdırıyordu. En son aramızda bir metreden az mesafe kalırken sertçe çarptım ona. Aynı esnada elim sol bacağıma giderken küçük el tabancamı çıkarıp beline doğrulturken kulağına yaklaştım. O ise belinde hissettiği sertlikle put kesilmişti.
''Sakın sesini çıkarma. Yoksa sende içindeyken yakarım burayı.'' Diye fısıldadım kulağına. Tabancanın ucuyla dürttüm. ''Anlaşıldı mı?''
''Kimsin bilmiyorum ama başına bela alıyorsun?'' kendinden emin ses tonuyla alayla güldüm.
''Haklısın. Benim olduğum yerden bela eksik olmaz.'' Arkasından ittirmeye başlarken arkamı kontrol ettim. Koridorun sonunda yangın merdivenin olduğunu tahmin ettiğim kapıya yürüttüm. Kaçmaması için bir kolumu boynuna dolamıştım. Aşağı yukarı aynı boyda olduğumuz için bunu yaparken zorlanmamıştım.
''Yaşatmazlar seni. Bırak, aklın varsa kaç.'' Cıkladım onu umursamadan.
''Sizin aklınız yok ki benimle tanışma şansına eriştiniz.'' Yangın merdivenin kapısını açmak için kolumu boynunda çekerken dönüp dirseğiyle göğüs boşluğuma vurdu. Anlık bir acıyla iki büklüm olurken silahın hedefinden çıkmıştı. o sırada bağırmaya başladı.
''Yardım edin! Faruk!'' arkamızdan koşmaya başlayan koruma sürüsüyle kendime gelirken yangın merdivenin kapısını açıp onu yakasından tuttuğum gibi içeri fırlattım. Üst merdivenlerden koşarak inen Bukre ile duraksayıp etrafıma bakındım.
''Onları ben hallederim.'' dediğinde elinde uzun namlulu silah vardı. Tıpkı benim gibi görüntüsüne aykırı bir hareketle yangın merdivenini kapısını açtığı gibi dışarı çıktı. Silah sesleri gelmeye başlarken benim namlumun ucunda ise Gökdere vardı.
''Sakın.'' Dedim kaşlarımı indirip kaldırırken. ''Uslu durman için son uyarım.''
''Kimsin bilmiyorum ama devletin avukatına saldırıdan seni hapislerde çürütürüm.'' Güldüm sinirle. Silahı şakağına dayadım. Sertçe yutkundu.
''Devlet benim.'' Dedim, tehlike arzeden bir sesle. ''Ve sen çakalların köpeğinden başka bir şey değilsin. Ve kurt saldırmaya karar verdi.''
''Asker misin sen?'' diye sordu dehşet içinde. Kafamı hafifçe sola eğdim. ''Askerliğini bitiririm senin.'' Diye devam etti. Hala aptal gibi beni tehdit ediyordu. Dışarıda kıyametin koptuğuna dair sesler gelirken ben bugün deccal olma görevini üstlenmiştim.
''Değilim.'' Dedim. O an ilk defa değilim dedim. Çünkü yapacaklarımın sınırı yoktu benim nezdimde. ''Usullere pek uymam. Bu yüzden asker değilim.'' Sırtı duvara yaslanmıştı. Alnın ortasında bir adet namlu vardı. Belki de onu öldüreceğimi düşünüyordu ama onu canlı istediğimizi bilmesine gerek yoktu.
''Kim olursan ol. Bana bir şey olduğu taktir de seni sağ bırakmazlar.'' Kafamı belli belirsiz sağa ve sola salladım.
''Pek de yaşadığım söylenemez. Ölü birini ölümle tehdit edemezsin.'' Şeytanice sırıttım.
''Asena!'' diyen Enver'in sesini duydum. Gözümü Gökdere'den ayırmadan Enver'in yanıma gelmesini bekledim. Üst katın merdivenlerinden iniyordu. Yanıma indiğinde bir bana bir Gökdere'ye baktı. Üzerindeki ceketi çıkarmıştı ve fazla dağınık duruyordu. Biriyle boğuştuğu belliydi.
''Yüz elliden fazla korumanın içinde kaldık.'' Dedi. Koca bir kahkaha attı Gökdere.
''Dedim sana. Buradan çıkış yok.'' Enver onun bu haline katlanamamış olacak ki yakasından tuttuğu gibi önce onu önce çekip sonra da sertçe kafasını duvara çarptı. Direkt bilinci kapanırken duvardan kayarak yere düştü.
''Ölmedi umarım.'' Diye mırıldandım, silahımı yere indirirken. Yere yığılan Gökdere'yi süzerken, ''Ayarladım ben onu.'' Dedi.
''Çıkalım, destek lazım. Bunun başına göndereceğim birini.'' Dedi. Önde o arkasında ben Bukre'nin çıktığı kapıdan çıktık. Koridor boşken geniş alana ilerledikçe silah sesleri artmaya başlamıştı. Enver bir elini arkaya uzatarak benimle mesafesini korurken silahımı iyice kavradım.
''Çok mu kalabalıklar?'' diye sordum.
''Halledemeyeceğimiz bir şey değil.'' Dedi bana bakmadan. Yanımızdaki duvara bir kurşun isabet ederken, ''Sikeyim!'' diyerek küfretti.
''Sen çık, korurum seni. Bukre zor durumda.'' Dedim. Ateş çemberinin ortasında kalan Bukre'ye bakarak. Kafa sallayarak onayladı beni. O hızlı adımlarla Bukre'ye ilerlerken bir kişiyi alnın ortasından vurmuştu. Onun arkasından gelebilecek kurşun yağmurlarına karşı dikkatlerini dağıtmak için bende ortaya atlarken hedefim karşı da duran kolonun arkasında geçmekti. Böylelikle korumaların yoğun olduğu tarafa hedef almam daha kolay olacaktı. Yanımda yedek şarjörüm olmadığı için ıskalama gibi bir durumum söz konusu dahi değildi.
Tam bana doğru hedef almış korumaya ateş edecektim ki belimi bir kol sardı. Ayaklarım yerden kesilirken etrafımızda döndük. Burnuma gelen ferahlatıcı nane kokusuyla kim olduğunu anlamam uzun sürmedi. Alparslan, benim gitmek için çabaladığım kolonun arkasına çekti bizi.
''Ortada ne halt ediyordun öyle?'' kızgın sesi doldu kulaklarıma. Ayaklarım nihayet yere temas ettiğin de kolunu da belimden çekti.
''Enver'i koruyordum.''
''Ben orada korunacak bir Enver göremedim.'' Dedi kolondan kafasını çıkarıp ateş ederken. Bende diğer tarafa dönüp ateş etmeye başladım. Korumanın birini kolundan vururken tam o anda asansörün kapısı açıldı ve İçinden öfke timi çıktı. Öndeki iri cüssenin Cesur olduğunu fark ederken kolundan vurduğumu koruma hala silahı bize doğrulttuğunda ona sertçe tekme atarak merdivene yuvarlanmasına sebep olmuştu. Diğerleri de kaba kuvvete başvurarak birkaç korumayı etkisiz hale getirmeye başladı.
''Bir planım vardı.'' Diye bağırdım silah seslerinden beni duymasını umarak.
''Sıçayım planına! Bize ne zaman söyleyecektin?''
''Söylemeyecektim.'' Dehşetle bana döndü. Üzerinde takım elbisenin ceketi yoktu. Gömleğinin kollarını sıvamış bir şekildeydi. Bir arbede de onun yaşadığı oldukça belliydi.
Kafamı kolonun diğer tarafından çıkarıp ortama baktım. Enver ve Bukre de başka bir kolonun arkasından korumalarla çatışıyordu. Ama benim olduğum tarafta fazla koruma yoktu. Mermilerimi boşa harcamak istemiyordum. O yüzden direkt kafalarını hedef aldım. İlk hedefimin tam alnında vurdum.
''Bu başına buyruk hallerinden nefret ediyorum.'' Ben bayılıyordum çünkü sana.
''Aksini beklemiyorum.'' Diye bağırdım boğazım yırtılırcasına. Savaşın ortasında kalmıştık bir de benimle kavga ediyordu. Sen iflah olmazsın der gibi kafasını salladı.
Yangın merdiveni olduğunu tahmin ettiğim kapıdan çıkan asker üniformalılar ise Alaca timinden başkası değildi. Onlar daha sert bir şekilde olaya dahil olurken Alparslan ve ben köşeye sıkışmış gibiydik.
''Buradan çıkmamız gerekiyor.'' Dedim. Bu kolonun yanına gelmekle hata yapmıştık. Yine benim bir tarafım boşta kalmıştı.
''Ben de onun için uğraşıyorum.'' Dedi, asla sakin olmayan bir tavırla.
''Koru beni.'' Diyerek kolonun arkasından çıktım. ''Nereye?'' diye bağırmasını umursamadım bile. Böyle beklersek kurşunlar durmayacaktı.
Merdivenin kenarında hedefime giren korumaya sıkarken karşıdaki odaya tekme attım. Ayağımda topuklular olduğu için zorlanırken yanımdan geçen bir kurşun kapıyı delip geçti. Arkama dönüp kurşunun geldiği yere sıkarken Alparslan bana doğru koşuyordu. Onun arkasından bize sıkmaya devam eden korumayı vurdu, Enver. Rahatlayarak silahımı indirdim.
Alparslan belimden tuttuğu gibi tekrar bizi kendi etrafımızda çevirirken arkamda bir yerlere ateş etmeye başlamıştı bile. Bende aynı şekilde onun arkasında hedefime giren korumalara sıkarken birini kolundan vurdum. Acıyla geriye sendelerken bu onu durdurmaya yetmedi. Kadraja yine Öfke timinde biri girip korumanın boynunu tuttuğu gibi kırdı. Sonra hiç beklemeden kendine yeni hedef ararken Alparslan etrafımızda döne döne ilerletiyordu bizi. Bir an belimden tuttuğu gibi havaya kaldırıp beni bir adım öteye bırakıp kolunu belimden çekerek son anda elimi tuttu. Görüş açıma giren korumaya tam bana sıkmak üzereyken alnın ortasını deldim. Aramızda iki metreden fazlası yoktu bile. Alparslan'ın bunu fark edip beni direkt önüne atması şaşırtmıştı açıkçası. Vurduğumu fark edip beklemeden tekrar elimden sertçe kendine çekti. Bu hareketiyle göğüslerimiz birbirine çarpmıştı. Dağılmış halimizle birkaç saniye öyle bakıştık. Kaküllerim savrulmanın etkisiyle birbirine karışmıştı. Gözüme girenlerden dolayı gözlerimi kısarak ona bakarken üfleyerek onları uzaklaştırdı.
Silah seslerinin azalmasıyla bakışmamızı yarıda kesip etrafıma bakındım. Bilal bir korumanın üzerine çıkmış onu yumruklarken Cesur, Enver ve Bukre'nin yanına gitmiş oldukları yerden çıkarıyordu. Enver de en az Alparslan kadar dağılmış bir vaziyetteydi. Alparslan kolunu kaldırıp arkamdan bir hedefe namluyu uzatınca sıktı ama merminin bittiğini fark ettik. Silahı direkt elinden fırlattığı gibi yırtmacı olan sol bacağımı kaldırıp beline sabitledi. Elini alt baldırımdan sokarak kemere sıkıştırdığım çakıyı aldı. Bacağım hala belindeyken dişiyle çakıyı açıp bize yaklaşan korumaya fırlattı. Çakı direkt göğsüne saplanırken sendeleyerek sırt üstü yere düştü koruma. O kadar sert fırlatmıştı ki çakıyı, başkası fırlatsa bu kadar etkisinin olacağını düşünmüyordum.
Alparslan beni serbest bırakırken bende en az onun kadar dağılmış vaziyetteydim. Yanımıza koşarak gelen Enver'e dikkat kesildim.
''Üç beş bir şey kaldı. Onu da tim halleder. Biz adamı alıp gidelim.'' Dedi gelir gelmez.
''Yanında kim var?'' diye sordu, Alparslan. Enver bana kısa bir bakış atıp tekrar ona çevirdi gözlerini. Nefes nefeseydi.
''Mert.'' Dedi sadece. ''Baygın zaten.'' Kaşlarını çattı Alparslan.
''Neden baygın?''
''Asena'ya saldırdı. Bende beynini deldim.'' Işık hızıyla kafasını bana çevirdi, Alparslan.
''Sana mı saldırdı?'' diye sordu kuşkuyla. Enver neden böyle bir şey dedi anlam veremesem de onu bozacak değildim.
''Evet,'' diyerek onayladım. ''Kaçmaya çalışırken aramızda birkaç sürtüşme yaşandı.'' Yalan değildi. Dirseğini göğüs boşluğuma geçirmişti. Kısaca beni süzdü.
''Gitsek iyi olur.'' Diye mırıldandım. ''Müşteriler şikâyette bulunmuş olabilir.'' İkisi de onayladı beni. Yangın merdivenine doğru yürümeye başlarken Alaca timi ve Öfke timi birkaç korumayı keyfi bir şekilde yumrukluyordu.
''Kamera kayıtlarının halledilmesi gerekiyor.'' Dedi, Enver.
''Serdar halledecek onu ama bir sorun daha var.'' Dedi, Alparslan yürümeye başlarken. Öfke timi ve Alaca timi ise işlerini bitirdikleri korumaları bir araya topluyordu. Onlar bunu yaparken içeri temizlik için yeni bir askeri ekip girdi.
Kaşlarını çattı Enver. Derin bir nefes alarak araya girdim. ''Otel sahibiyle de bağlantısı olabilir bu herifin.'' Dedim. Küçük tabancamı elimde sallayarak yürüyordum. Yangın merdivenin kapısına geldik. Alparslan kapıyı iterek içeri girerken gördüğümüz görüntü ile kalakaldık.
Mert, adamı kalın bir halatla bağlayarak neredeyse mumyaya çevirmişti. Onu o kadar sıkı bağlamıştı etlerinin boğumları dışarı fışkırıyordu. Ağzını da kafasının etrafından dolayarak elektrik bandıyla çevreleyip sıkıca bantlamıştı. Gökdere, ağlamaklı bir yüz ifadesiyle bize bakıyordu. Canının yandığı belliydi. Elmacık kemiği morarmış, kaşından kan akıyordu. Bunları bizim yapmadığımıza emindim. Biz içeri girer girmez hazır ola geçen Mert'e baktım dik dik.
''Bu adamın hali ne?'' diye sordu, Alparslan. Mert önce yerde ki Gökdere'ye sonra da bize baktı sanki yaptığının ne olduğunu anlamak ister gibi.
''Biraz yaramazdı bizde oyun oynadık.'' Dedi genişçe. Ya sabır çekti Enver. Bunlar yüzünden günde kaç kere sabır zikri çekiyordu çocuk kim bilir.
''Biz sana böyle mi teslim ettik?''
''Geldiğimde baygını, komutanım.'' Eliyle yerdeki Gökdere'yi göstermişti. Bir an Alparslan bana baksa da bakışları Enver'e kaydı. Enver oldukça rahat bir pozisyonda takılıyordu.
''Hak etmişti.'' Dedi yaptığından gurur duyarak.
''Tamam işte bir daha hak etti.''
''Tamam oğlum uzatma bir şeyi de. Adamı mumyaya çevirmişsin. Kaldır şunu, sen taşıyacaksın.'' Dedi, Enver sinirle.
''Emredersiniz.'' Dedi gür sesiyle ve yerdeki Gökdere'ye eğilip onu sırtına almaya çalıştı.
Enver bana döndü. ''Otel sahibini şimdi almazsak kaçabilir.''
''Hiçbir yere gidemez.'' Dedi, Alparslan. ''Gözetim altında olacak. Önceliğimiz Gökdere, sonra da yeğeni.''
''Sandığımızdan daha fazlası olabilir. Birçok kimliği gizli it var böyle, onlardan olduğu apaçık belli, Arslan.'' Dedim, sesim sonralara doğru kısılırken.
''Ben öyle bir emir almadım. Benden sadece Gökdere istendi.'' Dedi sesi oldukça sert çıkarken.
''Ayrıca şu silahını da ortadan kaldır. Nereden bulduğunu bile bilmiyorum ama albayın vermediğine eminim.'' Elimdeki silaha baktım garip bir cisimmiş gibi.
''Silahımda gözüne battı,'' diye fısıldadım Enver'e doğru. Alparslan ise sırtında Gökdere ile bir kat aşağı inip yangın merdiveni kapısından çıkan Mert'in peşinden gitmeye başlamıştı.
''Bu adamın seninle bir derdi var.'' Dedi, Enver'de. Güldüm şımarıkça.
''Benimle herkesin bir derdi var, Enver.''
''Benim yok.'' Dedi, keskin bir tonda. Bu çocuğun şakalarla bir derdi vardı. Ona ciddi misin dercesine baktım.
''Olsun bir de Enver.''
''Estağfurullah, komutanım.'' Sıkıntıyla nefes verdim.
''Şu ayakkabıların üzerinde duramıyorum artık.'' Enver'den tutunup ayakkabıları ayağımdan çıkardım. Ayak tabanlarımın rahatlamasıyla gözlerimi kapattım. Arka kapıda ise birçok asker ekip aracı vardı. Düz zemine çıplak ayak basarak bizim olduğunu tahmin ettiğim vip araca ilerledim. Öfke timi de yavaş yavaş o aracın etrafında toplanmaya başlamıştı.
''Size ayakkabı ayarlayalım.'' Dedi, Enver bir bana bir de ayaklarıma bakarken. Küçük taşlar ayak tabanıma batıyordu ama umursamadım. Şu an ki rahatlamayı hiçbir şeye değişmezdim.
''Gerek yok, arabaya bineceğiz zaten.'' Derken cesur atladı.
''Komutanımı çıplak ayakla yürütecek değilim.'' Önümde arkası dönük bir şekilde yere diz çöktü. Ne yapmamı istediğini anlarken kıçına çıplak ayağımla tekme attım.
''Kalk lan yerden! Dengesiz herif.'' Hızla yerden kalktı.
''Ben ayaklarınız acımasın diye şeyttim.''
''Sen şeytme mümkünse.'' Diye azarladı, Enver.
''Herkes araçlara!'' Alparslan bize uzaktan bağırırken gözlerimi devirerek Enver'e döndüm.
''Okul gezisindeki öğretmen gibi bu da.'' Enver bu dediğime içten içe gülerken herkes araçlara geçti. Bir iki araç kalan işleri halletmek için burada kalmıştı. Yolculuk boyunca ayaklarımı esneterek rahatlamaya çalıştım ama ayakkabının izi çıkmıştı artık. Planımız sessiz halletmekti ama biz biraz gürültü çıkarmıştık. Hatta baya bir gürültülü olmuştu. Albayın ne tepki vereceğini bile düşünmek dahi istemiyordum.
Karargâha geldiğimizde ilk işim albaya bu şekilde gözükmeden üzerimi değiştirmekti. Bizim için özel olarak hazırlanan kıyafetlerden kendi bedenime uygun olanı kolilerin içinden bulup boş bir oda da giyindim. Üzerime dar bir body, altında da siyah kargo pantolonum varken en son da botlarımı giydiğimde hazırdım. Hala yanımda tokam olmadığı için kimin aldığını bilmediğim süslü çantamda Alparslan'ın saçımı bağladığı ipi çıkardım. Saçımı dağınıkça balıksırtı örerek ipi örgünün ucuna geçirdim fakat birden fazla kez dolamam gerekmişti. Nihayet hazır olduğumda odadan çıktım.
Ortada kimse gözükmezken albayın odasının önünden geçiyordum ki koridorun ilerisindeki bir odadan Yüzbaşı Alparslan çıktı. Kapısını kilitleyip kafasını çevirdiğinde benimle göz göze geldi. Ben ona o bana doğru usul adımlarla yaklaşırken ortada buluştuk. O da üzerini değiştirmiş askeri formasını giymişti. Tek fark kafasında bordo beresi yoktu.
''Albay sorgu odasında.'' Dedi, ben ne diyeceğimi bilemez bir şekilde bakarken. Dudaklarımı ıslattım gerginlikle.
''Tim nerede?''
''Benimki mi? Seninki mi?'' kuşkuyla ona baktım. Ben artık bu adamın bir şeyler bildiğinden emindim. Ama neyi zorlayıp da açıkça bana söylemiyordu anlamış değildim. Gözlerimi kıstım ona derince bakarken.
''Timi olan sizsiniz.'' Dedim, şüpheli bir sesle. ''Yanılıyor muyum?''
Ellerini arkada birleştirirken omuzlarını dik tuttu. O da aynı şekilde gözlerini kısarak bana bakıyordu. Belki de beş saniyeden fazla bakmıyorduk ama asırlar gibi geliyordu bana. Her fırsatta bir gözündeki kahverengi lekeye bakmadan duramıyordum. Tek odağım o oluyordu yüzünde.
''Birçok konuda yanılıyorsun, Asena.''
''Hangi konularmış onlar?'' dedim, bilmiş bir sesle. Bir adım atarak bana yanaştı. Artık ayağımda topuklular olmadığı için çenemi kaldırarak ona bakmak zorunda kalıyordum. Gözleri önce dudaklarıma, oradan çeneme sonra da usulca gözlerime tırmandı. Orada bir şeyler aradığına emindim fakat bulup bulmadığı konusunda emin değildim.
''Mesela,'' dedi dudaklarını ıslatırken. Kafasını hafifçe bana eğmişti konuşmaya başlamadan önce. ''Sandığın kadar güçlü değilsin.''
Birkaç saniye yüzüne öylece baktım.
''Yine benim hakkımda hükümler veriyorsun, Yüzbaşı.'' Güldü samimiyetten uzak bir şekilde.
''Alanına girdiğimde nasılda duvarının arkasına saklanıyorsun öyle.'' Kafasını gülmeye devam ederken iki yana salladı. ''Bana sinirlendiğinde Yüzbaşı diyorsun.''
Kısa bir süre bakışlarını etrafta gezdirip tekrar bana çevirdi. ''Sadece güçsüz değilsin.'' Üst dudağını emerken kafasını usulca aşağı yukarı salladı iki üç kez. ''Yorgunsun da. Anlatmaktan değil, susmaktan. Yaşamaktan değil, yaşamamaktan. O kadar yorgun ve bir o kadar güçsüzsün.''
<><><><><><>
Yine bir bölüm sonu daha. Bölümleri bir süre kısa tutup olayları hızlandıracağım çünkü ilk bölümlere baktımda neredeyse 10 bin kelime civarı yazmışım ve konuyu çok ağır işlemişim. Fakat ilk bölümlerin günahı olmaz konuları aslında çok derin işlemek istiyorum. Asena ve timinin eski askerlik hallerine dair özlem ve duygularını yansıtmak istiyorum ama günümüzü de işlemek bir yandan bölümü uzatıyor. Ama en önemlisi beni yorumlarınız motive eder ama hiç yorum göremiyorum. Sadece okuyup gitmek yerine yorumlarınızı benimle paylaşmanız çok daha hoşuma gider. Tiktok da gönderdi altına yorum yapanlar dahi var çok mutlu oluyorum ama satır aralarına da heyecan veya duygularınız yazarsanız çok mutlu olurum. Aynı duygu ve heyecanla yorumlarınızı okumak istiyorum. Neyse yine çok konuştum hepinizi öpüyorum. Oy ve yorumları unutmayın. 🌸 |
0% |