@esraslnn
|
Kara Piyon | 1. Bölüm
HALSEY ' Control ADONA ' Dark Things Bring Me The Horizon ' Can You Feel
"Bozulduğu zaman insandan daha korkunç bir yaratık yoktur." Lev Tolstoy.
Yaşamımız boyunca yaptığımız her seçim, sonuçları kötü olsa bile yalnızca kendi verdiğimiz kararlardan ibarettir.
Aslında bu çok doğruydu fakat benim içinde bulunduğum şartlar gereği muhtemelen birazdan yapmış olacağım bu seçim tamamen bir zorlamadan ibaret olacaktı.
Dolan gözlerimin ardında büyük bir pişmanlık vardı. Yaptığım kötülüğün doğurduğu sonuçlar neticesinde karşıma çıkan bu seçim benim gibi duygusuz bir insan için bile bir pişmanlıktı ama en çok da kabul etmediğim takdirde yaşanacak olay sonucu sonsuza dek sürecek olan o suçluluk hissi.
Ölmezdim.
Hep çok istedim.
Fakat silahın namlusu bana dönük değildi.
"4."
Son birkaç gündür aşinası olduğum yabancının kalın sesi yavaş ve bir o kadar da sabırsızdı. Bana süre biçmişti, bu süre ise yalnızca on rakamından oluşuyordu. Geriye doğru akıyordu o rakamlar ve o rakamlar içinde bulunduğum durumdan dolayı saniyeden bile daha hızlı işliyordu benim için.
Kendime yenildim ve, "Tamam," dedim fakat ağzımdan çıkan ses o kadar kısıktı ki dudaklarımın arasından özgürlüğüne savrulduğu an bir buhara dönüşerek kaçıp uzaklaşmıştı benden.
"3!" Sesi aniden sertleşti. Sabrı biraz daha azaldı, beni duymamıştı. Sabırsız bir adamdı ve üstelik de sinirli.
Kafamı çevirip buğulu bakışlarımının ardından yan profiline bakarken "Tamam," dedim ikinci kez fakat bu sefer sesim her şeye inat boğuk çıkmıştı. Sesim bile inatçıydı ve sesim bile benim gibi bir insanın bu duruma düşmesini kaldıramıyordu.
"2," dedi. Durmuyordu. Beni duymuyordu. Belki de daha yüksek sesle kabul edip onu tatmin etmeliydim. Yıllar boyu çelik gibi sağlamlaştırdığım sinirlerime ilk defa yenildim. Kendime ihanet ettim ve sonra da, "Tamam!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Gür ve aynı zamanda şimdi bir korkağa dönüşerek titreyen o inatçı, o kibir kokan sesim, yankılanarak içinde bulunduğumuz arabanın filmli camlarına çarptığında saymayı bırakmıştı. Orta kalınlıktaki dudakları bir süre öylece aralık kaldı. Sonra da kafasını yavaşça bana çevirdi.
Kara gözleri kısıldığında yüzünde kabul etmeyeceğime dair ihtimaller vardı belki de. Oysa o ne yapacağını ve nasıl hareket edeceğini bilen bir adamdı. Emindim. Hemen ardından bunu bana en net şekilde gösterdi. Şeytani bir ifade bürüdü o karalarının yerini. Gözlerine hapsettiği o kocaman 'bilinmezlik' derince yutkunmama sebep olmuştu.
Tamam. Tamam. Tamam.
Üç kelime anlamı ve yazılışı aynı olan... Yalnızca basit bir kelimeydi fakat bu kelime bir insanın hayatını karartacak kadar büyük bir güce sahip olabilir miydi? Şüphesiz ki ben onun bir akrebin en ölümcül zehrini içerisinde barındıran kara gözlerine her baktığımda benimkini karartacağını anlamıştım.
Gerçi... Benim hayatım aydınlık mıydı? Hayır değildi. Etrafı dört bir yanından kara bulutlarla örülmüştü.
Annemin bu sözüne başta inanmamıştım çünkü karşımda cennetten düşmüşçesine bir iyilik meleğini andıran, canımdan çok sevdiğim annem vardı. Onun içinde, zihninin bir yerlerinde ufak ve küçük de olsa hiçbir kötülük yer alamazdı.
Annemin bu sözüne büyüdüğümde inanmak zorunda kaldım.
Şimdi düşünüyorum da ben o zamanlar yanlış insanı örnek alıp yanlış insana bakmıştım aslında. Anneme değil aynaya bakmalıymışım. İşte o zaman görürdüm ben o karanlık ruhu.
Bir sebep, bir şüphe için çıkmıştım bu tehlikeli yolculuğa fakat kendi içimde barındırdığım karanlık yanım tekrardan gün yüzüne çıkmıştı. Hissediyordum ve hissettiğim her an bir korkak gibi o sebeplerin arkasına sığınmaya devam ediyordum.
Tıpkı şimdi de yaptığım gibi.
Gökyüzüne çöken zifiri geceyi, derin bir sessizlik kaplamış, kaldırımın hemen dibinde korkuluk gibi dikilen sokak lambasının direği tahtadan yapmaydı. Lamba bozuk, çürümüş tahtasından olsa gerek hafifçe öne doğru bükülmüştü ve böylece birbirine sarmaşık gibi dolanan o tellerin desteği ile zar zor ayakta dikiliyordu. Issız kirli sokağa Ay'dan cılız bir ışık yayılıyordu yalnızca. Etraf çok karanlıktı ancak gözlerim tıpkı bir baykuş gibi karanlığa hakimdi.
Karanlık.
Karanlık, çoğu insan gibi küçükken en çok korktuğum şeylerden biri olsada şimdi seviyordum.
Karanlığı nasıl sevmezdim ki?
Soğuk beton yığınlarının sarmış olduğu, dört duvarla kaplı olan o kasvetli alanda, hiçbir şeyim yoktu. Kimsesizdim, acınasıydım. Bir et parçasından oluşan hissiz bir ruhtan ibarettim. Kimsesiz ve yapayalnız olduğumda benim o zavallı ruhumun yanında sadece karanlık vardı.
Korkuyordum karanlıktan. Bir zamanlar hiçbir şeyden korkmadığımı iddia edecek kadar büyük bir kibre sahiptim. Oysa bütün bunlara rağmen ve kendi içimde kabullenmememe rağmen karanlık en büyük korkumdu.
Bir kitapta bir yazı okumuştum. Şöyle yazıyordu: Korkularını yenemiyorsan eğer onlarla savaş, ya tamamen yen, ya da sonsuza dek alış onlara.
Yenecek kadar güçlüydüm fakat büyük bir sorunum vardı, kendime göre kusurluydum. Bu yüzden yenilen tarafta olmuştum.
Ama çok sonradan bir şey daha öğrenecektim, hayat her şey gibi bana bunu da öğretecekti; sırf kusurların var diye her zaman yenilen tarafta olmazdın.
Çünkü bazen sen kusurlarınla iyisindir.
İmkansız değildi. Yapılabilirdi. Herkes yapabilirdi. Dıştan normal olarak görünen fakat içten içe toplum tarafından delirtilen insanlar bile bunu yapabilirdi. Ben gibi! Çünkü insan kendi kusurlarını kabul ettiğinde mutlu olabilirdi.
Buna inanmıştım. Denemiştim. Bir umut kendi kendime, kendime çare aramıştım. Beni benden başkası kurtaramazdı. Evet bu böyleydi. Böyle olacaktı. Bunu ben yapacaktım. Kendi deli zihnimden ben kurtulacaktım. Başka çarem yoktu. Hayır!
Kurtulamadım.
Neden?
Sadece mutlu olunca mı kurtulacaktım ben? Hayır.
Asıl mesele bir şeye gereğinden fazla bağlı kalmamakmış.
Oysa ben bir bağımlıydım.
İşte bu yüzden başaramadım. Hiçbir zaman mutlu olamadım fakat buna rağmen bu kusuru kabul ettim. Güçlendim ikinci seçeneği seçmek zorunda kaldım, yetmedi ondan korkmamayı öğrenme yoluna gittim. Yaptım. Onu da yaptım. Düşe kalka dizlerimin paramparça olduğu pembe sandığım bu acımasız hayatta evet bunu da başardım. Karanlığı yenemedim, ona alıştım, az geldi bu bana; yetmedi verdiğim mücadeleden dolayı onunla anlaştım. Çünkü karanlığı kendi kötü ruhuma arkadaş edindim.
Şimdi ise benim en yakın sırdaşlarımdan biri olmuştu.
Karanlıktı işte bildiğimiz gibi, kötü algılanan. Alışmak yoktu, aynı olmak vardı sadece.
Yüzümü gizlemek için kapüşonumu kafama çektim ve ahşap merdivenleri temkinli bir şekilde adımladım. Attığım her adım bir önceki adıma göre daha temkinliydi ve daha yavaştı. Merdivenler içinde bulunduğumuz bu eski sokak gibi harebe bir durumda olduğu için ne kadar dikkat etsemde ölüm sessizliğinin olduğu gecede sinir bozucu gıcırtılar çıkarıyor, çıkardığı gıcırtıları etrafa çığ gibi yayıyordu.
Ses yok edilemezdi. Oysa karanlık öyle miydi, bak nasıl da gizliyordu ruhuna kadar kötülüğe bulanan beni.
Üçüncü basamağa geldiğimde kafam yukarıya doğru çevrildi. Bakışlarım merdivenlerin sonunda kapının önünde durmuş Baran ve Oktay'a takıldı. Onlarda tıpkı benim rengimde giyinmişti. Geceyle en uyumlu renk olan 'Siyah.' Baştan aşağıya simsiyahlardı. Benden tek farkları yüzlerine taktıkları maskelerdi. Siyah kar maskeleri geceyle bütünleşmiş, siyah onları birer ruh gibi kamufle etmişti.
Günahkar ruhlar!
Merdivenleri sonlandırdığımda Baran, elindeki feneri açıp kahve tonlarında olan çelik kapının kilit yerine yansıttı. Kafasını bir robot gibi hafifçe bana doğru çevirdiğinde verdiği komutu hemen aldım ve siyah deri eldivenlerimin sıkı bir şekilde sardığı elim kot pantolonumun cebine gitti. Elime gelen kartla derin bir soluk alarak çelik kapıya doğru eğildim.
Baranlar gözüne kestirdikleri bu adamı neredeyse bir aydır takip ediyordular. Gözlemlediklerine göreyse herif önünde bulunduğumuz kapıya anahtar vurmuyor sadece dışarıdan kapatıyordu, böylece bu tür kapıları elimde duran kartla rahatlıkla açabilecektim.
Kartı, elimde iyice düzleştirdim ve ince parmaklarımla kapının kilit göçüklüğünden dört parmak yukarısını ölçüp arasına yerleştirdim. Kartı sıkıştırdığım yerden yavaş yavaş aşağıya indirince kapı diline ulaşmıştım. Bundan sonrası ise işin en kolayıydı. Kartı iyice yana iteleyip kapıyı kendime doğru çektiğimde bir iki hamleden sonra en ufak bir ses çıkarmadan açılmıştı.
Açılan kapıyla sırıtarak kafamı yanımda duran adamlara çevirmiştim. Kötülük akan bir sırıtıştı bu. Baran, "Aferin benim fındığıma," diye fısıldayıp kapıyı öne doğru iteledi.
Bu girdiğim üçüncü ev olmasına rağmen kapıları açma konusunda oldukça yetenekliydim. Ya da bu işi ısrar ettiğimden hayır! daha doğrusu tehdit ettiğimden dolayı bana mecburiyetten veriyorlardı. Çünkü yanımdaki adamlar deyim yerindeyse profesyonel hırsız sayılırdı ve bana ihtiyaçları olduğunu da asla düşünmüyordum. Hatta belki de onlara ayak bağı bile oluyordum girdikleri bu kirli macerada.
Üçümüz birden içeri girdiğimizde burnuma gelen küf kokusuyla yüzümü buruşturmuştum. Eve bir haftadır kimse girmemişti. Havasızlıktan dolayı berbat kokuyordu fakat beni asıl rahatsız eden şey tanıdık gelen o rutubet kokusuydu. O an burnumu kapatmamak için kendimi sıkmıştım. Oktay elindeki ufak feneri yakıp yan tarafa doğru ışığı yansıttığında kapının biraz ilerisinde yukarıya çıkan bir merdiven görüş alanımıza girmişti. Eliyle bize kısa bir işaret verirken beklemeden merdivenleri tırmandı.
Ben ve Baran önümüzde duran alana doğru yürümeye başladık. Baran elinde tuttuğu feneri açıp etrafa yansıttığında ağzından tiz ve kısık sesli bir ıslık çıkmıştı. "Vay pezevenkin oğlu vay! Şu evin içine bak sen..." Gözleri etrafta dolaştı ve kendi kendine söylendi serseri bir tavırla. "Villa mı lan burası? Bokun içinden mücevher çıktı amına koyayım!"
Fenerin aydınlattığı kadarıyla etrafı hızlıca göz hapsine aldım. Salon baştan aşağıya bordo renkli koltuklarla döşenmişti. Televizyon, masa, odada bulanabilecek her şey en gösterişli olanıydı. Siyah koyu perdeler sonuna kadar çekilmişti ve böylece Ay'dan tek bir ışığın bile içeriye yansıma ihtimali yok edilmişti.
Şaşırmıştım. Böyle bir şeyi hepimiz bekliyorduk ama bu kadarı da biraz fazlaydı açıkcası. Ev, yoksul kesimi içinde barındıran bir mahalledeydi ve o kadar eskiydi ki dışarıdan her an yıkılacak gibi duruyordu. Hangi ruh hastası, böyle bir evi dışardan tamir etmek yerine bu kadar şık ve bu kadar para dökecek kadar pahalı döşerdi ki? Üstelik buraya çok fazla da gelmiyordu.
Yüzümü buruşturdum istemsizce. Belki de bir çeşit zenginliğe olan açlığın tatmin duygusuydu bu.
Elimde bulunan küçük feneri açarak televizyon ünitesine yaklaştım. Eğilip cekmeceyi açacağım sırada, Oktay'ın kulağıma gelen fısıltısıyla elimi hızla çekmeceden çekerek merdivene bakmıştım. Elinde tuttuğu fenerle yukarıyı işaret ettiğini görünce Baran'dan önce hareket edip doğruca merdivenlere yürüdüm bu sefer.
Merdivenlerin bitiminde uzun bir koridor başlıyordu. Koridorda karşılıklı toplam üç tane kahverengi kapı vardı. Oktay en sondaki kapıdan içeri girince ben de peşinden ilerlemeye devam ettim. Aralık bıraktığı kapıdan içeri girip elimdeki feneri söndürdüm. Baran hemen arkamdan girmişti. Oktay'ın feneri yansıttığı yere baktığımda gördüklerimle gözlerim büyümüştü.
Yatakta bir kasa duruyordu ve oldukça dandik olacak ki Oktay onun işini kolay bir şekilde halletmiş, açmıştı. Kasanın içinde üst üste indirilmiş deste deste para ve bir iki kağıt parçası sarkıyordu.
Baran o an bedenimi hafifçe yana itip "Hassiktir lan!" diyerek kasaya yaklaştı. Eline bir deste alıp bize bakarak salladı. "Paraya bakın oğlum. Bu puştu sokakta biri görse yemin ediyorum bakın ben bile dilenci sanıp iki bozukluk bırakırdım şu puştun eline."
Baran'ın alaylı çıkan sesine hiçbir tepki vermezken kasayı çevirip içindekileri yatağa dökmüştü. Bakışlarım o sırada Oktay'a takıldı. Siyah maskenin açıkta bıraktığı mavi gözlerinde gördüm. Parayı umursamıyordu. Adım kadar emindim. Bakışlarım gözlerinden koparak elinde tuttuğu kağıt parçasına, hemen ardından dört bir yana dağılmış kağıt destelerine takıldı.
Aptal bir insan değildim. O ise hiç değildi. İçimdeki şüphe tam olarak burada başlıyordu. Oktay Murat ile birlikte buna en yakın arkadaşları Baran dahil olmak üzere bizden bir şeyler saklıyordu. Amacı yalnızca kolay para kazanmak mıydı, yoksa elinde tuttuğu ve bakışlarımın ona dönmesiyle hızla ceketinin cebine soktuğu kağıt parçası mıydı tam olarak emin olamıyordum.
İçimdeki şüphe burada başlıyordu fakat o şüphe tohumlarının ekildiği an çok daha farklıydı. O ve Murat konuşurken onları dinlemiştim. Amacımı ise kimse bilmiyordu ama Oktay şüpheleniyordu muhtemelen.
Zihnimin bir yerinde doğan ve asla kabul etmek istemediğim asıl amacım ise bütün bu şüphelerin ardına gizlenmişti.
Oktay ceketini sıyırıp feneri kolundaki saate yansıttı ardından bize doğru bakarak "Hadi!" dedi otoriter bir sesle. "Gitmemiz gerekiyor millet. Kağıtlara baktım işimize yarayan bir şey yok, onları bırakıyoruz."
Cebine soktuğun kağıt parçası neydi o zaman Oktay?
Sen mi daha akıllısın, yoksa ben mi?
İç sesimi duymazdan gelerek alayla maskenin ardında duran mavi gözlerine bakmayı sürdürdüğümde Baran başını sallayarak Oktay'ın söylediğini onaylamıştı. Sırtındaki çantayı indirip Oktay'la birlikte hızlıca paraları içine attığında zincirini kapattığı çantayı tekrardan sırtına attığı gibi kolumdan tutup aşağıya inmeye başladı.
Aşağıya inip dış kapıdan çıktığımızda kolumu Baran'dan kurtarıp Murat'a işin hâllolduğuna dair ufak bir mesaj atmıştım. Murat gözlem için sokağın başında bekliyordu sözde!
Elimdeki telefonu kapatarak arka cebime atarken kafamı kaldırıp ıssız yola baktığımda Baran ve Oktay çoktan ilerlemeye başlamış benden biraz uzaklaşmışlardı. Yüzlerinde ise maskeleri yoktu. Peşlerine takılıp önümüzdeki karanlık sokağı atlattığımızda kafamdaki kapüşonu çıkardım. Ardından bileğimde duran siyah tokayı çıkarıp, dağınık olup belime kadar uzanan saçlarımı üstten sıkı bir şekilde bağladım.
Girdiğimiz yeni sokağın lambaları yandığı için etraf biraz daha aydınlıktı. Issız sokakta üçümüzden başka kimse yoktu. Ayak seslerimiz dışında sokakta yankılanan tek ses uzaktan gelen korkunç köpek uğultularıydı.
Derin sessizliğin içinde kulağıma gelen hışırtı ile tedirgin olurken olduğum yerde durarak kafamı hızla yana çevirdiğimde çöpü karıştıran siyah renkte bir kedi görüş alanıma girmişti. Hemen yan tarafında bulunan karton kutunun üzerinde birbirine sokulmuş üç tane minik yavrusu vardı. Ara sıra çöpü karıştırdıktan sonra siyah kafasını çıkarıp tetikte olan bir avcı gibi parlayan gözlerini yavrularına dikiyordu. Ellerimin soğukluğuna tezat bir anda içim sıcacık olmuştu. Annelik iç güdüsü her canlıda aynıydı sanırım.
"Acele etsene kızım! Kime diyorum ben!"
Dik dik yüzüne baktım, Oktay gözlerini devirirken aniden kolumdan çekerek yürütmeye başladı beni. Hızla peşinden sürüklenmeye başlandığımda bir ara ayaklarım birbirine takılınca dengemi sağlayıp düşmekten son anda kurtulmuştum. Ona sinirli bir bakış attım fakat o beni görmemişti ve bırakma gibi bir niyeti de asla yoktu.
Bana dokunmasından büyük bir rahatsızlık duyarak kolumu hızla savuşturarak parmakları arasından kurtardım. Kolumu çekmemle bana dönmüştü. İşaret parmağımı sinirle ona doğrulttum. "Yürüyorum işte. Bir daha sakın kolumu bu şekilde sıkma Oktay! Sakın!"
Sert çıkışmam üzerine buna alışık olacak ki hiçbir şey söylememişti sadece parmağıma bakarak kaşlarını çatmıştı. Umursamayarak hızla yanından geçtim ve Baran'a yetişmek için adımlarımı hızlandırdım.
Onu arkamda bırakırken kulağıma homurtuları geliyordu. Aslında kolumu sıktığı söylenemezdi. Oktay'dan hoşlanmıyordum. Sebep yalnızca içimdeki bu şüpheler değildi. Son zamanlarda beni iyice sıkboğaz etmeye başlamıştı. Ona gerekli cevabı vermeme rağmen olur olmadık yerlerde bana olan gereksizce ilgisi ve bu korumacı tavrından asla vazgeçmemişti ve ben bundan ciddi anlamda nefret ediyordum.
Birincisi ilgi isteyeceğim kadar temiz bir ruha sahip değildi. İkincisi ise benim asla korunmaya ihtiyacım yoktu.
Uzun yol boyu yürüdükten sonra nihayet tek katlı, bahçeli eve yaklaştığımızda derin bir soluk bırakmıştım. Baran, bahçeye bağlı siyah demir kapıyı açtı. Birlikte zemini taş bloklarla yapılmış yoldan kapıya yürüdüğümüzde bakışlarım ben ve Ceren'e ait olan bahçeye kaymıştı. Bahçe eski evime oranla oldukça küçüktü. İki tane kırmızı gül ağacı ve farklı yerlere dikilmiş daha yeni büyümeye başlamış olan portakal ağaçları vardı.
Gülleri seviyordum. Bana geçmişimden kalan birkaç güzel anıyı hatırlatıyordu. Bu yüzden onları kendi ellerimle dikmiş, özel bakımını aksatmadan yapıyordum.
Kendi içimde kalmasına izin verdiğim anılarım çok güzeldi fakat içinde yarı yarıya nefret ettiğim birisi de vardı. Bana Rosa derdi babam. Aslında o bana kimlikte sadece Nisan adını vermişti fakat bu adı sevmiyordu. Neden bana bu adı vermesine rağmen sevmediğini bilmiyordum. Bana gizliden gizliye Rosa derdi. Dilinden dökülen tınının içinde çok derinden gelen bir özlem ve bir acı vardı. Rosa gül rengi demekti. Eski kocaman bahçemizde bana binlerce rosa renginde gül ağacı dikmişti. Babamın bana bu şekilde hitap etmesi eskiden hoşuma gidiyordu fakat şimdi sevmiyordum. Çünkü bana o hasret dolu sesiyle Rosa diyebilecek bir babam artık yoktu.
Kapıyı çalmadan elimde bulunan anahtarla açtım. Siyah botlarımı çıkarararak köşede duran ayakkabılığa arkamdakileri umursamadan gelişigüzel fırlattım ve salona geçmek için koridorun sağında bulunan beyaz kapıya yöneldim.
İçeriye girdiğimde Ceren ile Murat her zamanki gibiydi. Murat bir bacağını diğerinin üstüne atmış, sağ kolunu da Ceren'in omzundan sarkıtmıştı. Ceren ise başını Murat'ın omzuna yaslamıştı.
Beni görünce toparlandılar. İki sevgilinin bu hâline tebessüm ettim. Yıllardır birliktelerdi. Onların birbirine olan bu sevgisi gerçekten imrenilecek cinstendi ya da sadece benim gözümde Ceren'inki öyleydi. Çünkü her şeye rağmen Murat'ı asla bırakmamıştı. Aşka olan inancım, zamanında gördüklerimle sarsılıp güvenimi yerle bir etsede onların olayında hiçbir zaman inanmadığım o aşk galip gelmiş gibi görünüyordu.
Yanlarında bulunan tekli mor koltuğa kendimi yığılırcasına attım. İşi tehlikeye atıp çocuklardan birinin arabasını almamıştık bu yüzden saatlerdir yürüyorduk. Yorgunluktan ölüyordum, bacaklarımı ise hissetmiyordum bile.
Oktay ve Baran da içeriye girince Murat kolunu Ceren'in omzundan çekti ve bedenini dikleştirdi. Bu sırada Ceren'in sinirli bakışlarının üzerimde olduğunun farkındaydım. Onu umursamadım. Ceren'in öfkesi bana değil daha çok Murat'a karşı olmalıydı. Şu an bulunduğu durumdan nefret ediyor ve muhtemelen ben dahil herkesi kovup kapı dışarı etmek istiyordu.
Murat heyecanlı bir şekilde "Eee dökülün bakalım, evde beklediğimiz gibi bir şeyler bulabildiniz mi?" diye sordu hepimize tek tek bakarak. Gözleri en son Oktay'da durdu. Bakışlarım ikisinin üzerinde gezindi. Ceren'in sıkıntılı bir soluk bıraktığını işittim o an. Bütün her şeyi kabul ettiyse benim gibi, o zaman bunları da görmezden gelecekti.
Oktay çarprazımda bulunan çift kişilik koltuğa oturdu. Baran ise ortada bulunan cam masanın yanına çöküp sırtındaki siyah çantayı masanın üzerine bıraktı ve derin bir soluk alarak uzun saçlarını sıkıca bağladı. O, tam anlamıyla bir serseriydi. Sadece görünüşü değil davranışları çok uçuk ve Dünya'yı, hayatı hiçbir şeyi takmayan tipte bir insandı ve ben günahkar bile olsa onun bu haline özeniyordum.
Keşke ben de takmasaydım bazı şeyleri. Hiç yaşamasaydım. Yaşadıysam da ertesi gün unutsaydım. Hafızam silinseydi mesela... Silinseydi de her hatırladığımda ben biraz daha yok olmasaydım.
Oktay siyah deri ceketinin zincirini sonuna kadar açtı. Sağ elinin parmaklarını, kumral saçlarından geçirip düzenli bir şekilde taranmış olan saç tutumlarını dağıttı. Ardından Murat'a bakıp sırıttı. İnci gibi dişleri ortaya serilmiş sağ yanağında hafif bir çukur belirmişti. 26 yaşında olmasına rağmen erkeklerin içinde en olgun olanı oydu. Tabii en kurnazı da! "Tam da beklediğimiz gibi hatta daha fazlasını bulduk kardeşim."
Daha fazla şeyden kastın ne Oktay?
Baran, Oktay'ın söylediğiyle ortaya atılarak "Bak şimdi sana neler göstereceğim Murat'cığım!" dediğinde çantanın zincirini açıp paraları ağır bir çekimdeymiş gibi masaya dökerken aynı zamanda gevşek bir ifadeyle sırıtıyordu.
Ceren ve Murat'ın gözleri gördükleriyle kocaman açılırken Ceren'in ağzından "Yuhh!" diye şaşkınlık dolu bir nida çıktı. Sonra gözleri öfkeli bir şekilde bana kaydı. Onu ikinci kez umursamadım.
Ceren benim onların içine girmemden rahatsızlık duyuyordu.
Murat hiddetle öne atıldığında "Orospu çocuğuna bak sen!" dedi bağırak. "Param yok diye kumarhanelerde sürtüyordu birde götveren. Oktay, ne ayak lan bu?" diye sordu ona dönerek. "Bu kadar para biraz fazla değil mi oğlum?"
"Değil," dedi Oktay. "Bir kenar mahallede el altından uyuşturucu sattırdığını biliyorsunuz zaten. Ama sadece bununla da sınırlı değilmiş. Son öğrendiğime göre bazı kadınları kandırıp, zayıflıklarından faydalanarak fuhuş işine sokmuş orospu çocuğu. Büyük ihtimal daha önce hapse girdiği için polis bunun ensesinde ya sürekli, herhalde yakalanmamak adına böyle takılıyor lavuk."
Duyduklarımla yüzümü buruşturdum. Oktay'ın daha önce anlattığına göre adam, karısına şiddet de uyguluyordu. Belki de onu bu fuhuş işine bile sokmuştu. Aklıma geçmişim düştüğünde bir zamanlar hayranı olduğum bu Dünya'dan bir kez daha nefret ettim. Bazı insan görünümlü yaratıklar içinde vahşice duygular barındırıyordu. İnsanlar ya çok kötüydü, ya da çok iyi. Ortası var mıydı bilmiyordum çünkü bana hiç denk gelmemişti. Ben hayatım boyunca en çok kötülükle karşılaşmıştım. Üstelik o kötülüklerden birini şimdi ben yapıyordum.
Hırsızlık.
Hırsızlık koca bir kötülüktü. Bense bu kötülüğün tam ortasında duruyordum. Bir zamanlar sözde nedenlerim vardı. Kötülüğün nedenleri olur muydu? Olurmuş. Kendimi inandırdığım bu nedenin adı sözde şüpheydi fakat şimdi öyle hissetmiyordum. Bu yüzden yaptığım kötülüğü yumuşatmak adına neden durduğumu bir süre sonra sorgulamayı bıraktım çünkü karşıma çıkan kapılar zihnimin en karanlık tarafıydı. Beynim ise henüz o kapıların ardındakilerini ne görmeye ve ne de kaldırmaya yükümlü değildi.
Baran ayağa kalkıp ellerini birbirine vurunca çıkan sesle birlikte bakışlarımı yerden kaldırdım. Keyifli bir ifadeyle bize baktı. Şüphesiz burada para için bu işi yapan tek kişi Baran'dı.
"Gençler boşverin şimdi ya! Güzel kafamın içinde o ite dair daha fazla gereksiz bilgi depolamama hiç gerek yok. Alacağımızı aldık. Şimdi ne yapıyoruz, geçiyoruz işin en güzel kısmına, yani bölüşmeye!" dediğinde ayağa kalkmıştım hızla. Yüzlerine bile bakmadan "Siz halledersiniz ben uyuyacağım," diyerek odama ilerledim.
Kimse tek lâf etmese de yüzlerinde oluşan ifadeleri tahmin edebiliyordum. Baran muhtemelen beni takmamış parayı sayma ile uğraşırken, Ceren oldukça sinirli, kaşları çatık bir vaziyette ardımdan bakarken Murat ve Oktay o sırada birbirlerine şüpheli ve kaçamak bakışlar atmakla meşguldu.
Aslında sırf Oktaylar şüphelenmesin diye o parayı almam gerekiyordu ama bu şekilde korkmaları ve bazı şeylerin kafalarına oturmaması nedense daha çok işime geliyordu. Çünkü soru işaretleri insanların beynine yer edindi mi işte o zaman daha çok açık vermelerine sebebiyet olurdu.
Annem zamanında söylerdi. Soru işaretleri, insanlar için cevabı olmayan bilinmezliklerdi. İnsan beyni her zaman bilinmezliklere cevap almak isterdi ve sonuç beyinde otomatikmen merakın oluşmasına yol açardı. Fazla merak ise beraberinde birçok olumsuzluğu getirirdi. O olumsuzlukların içinde açık verme durumu söz konusuydu. Benimse istediğim şey tam olarak buydu.
Zaten paranın pay edilmesi hiçbir zaman umrumda değildi çünkü paraya ihtiyacım yoktu. Ama bütün bunlara rağmen ve Ceren, beni bu işe bulaştığım için öldürmek istese dahi inat edip o parayı odama bırakıyordu bir şekilde. Aslında ben Ceren'i kendimden bile daha iyi tanıdığım için onun bu yolla bazı şeyleri yüzüme vurmak istediğini biliyordum fakat şöyle de bir şey vardı, hiçbir şey yapamazdı. Beni sorgulamaya kalktığında önce dönüp kendi sevgilisinin yaptıklarına bakmalıydı.
Oysa Ceren belki de amacına bir şekilde ulaşıyordu. O paraları her gördüğümde aynı şekilde kendime olan tiksinti hissim de artıyordu. Ceren'i bu yaptığından vazgeçiremediğim için daha fazla görmemek adına odamda hiç kullanmadığım kuytu bir köşeye gizlemiştim fakat elimi dahi sürmemiştim. Gündüzleri bir kafede çalışıyordum ve oradan aldığım para, bomboş olan hayatımı idare etmem için şimdilik yeterli gibi görünüyordu.
Sözde hepsinin çalıştığı bir iş vardı. Ben daha yeniydim ve anladığım kadarıyla Oktayların yaptığı iş zamanla paradan çıkıp merak ve macera gibi bir şeye dönüşmüştü! Girdiğimiz evler sıradan insanların evleri değilmiş çünkü! Masum insanlar ise hiç değilmiş. Çok fazla tehlikeliydi ve Oktaylar her soyduğu evden sonra paradan çok o pislik herifleri alt etmenin zevkini yaşıyorlardı! Tabii bütün bunlar benim tamamen ilk baştaki aptal düşüncelerimdi. Düşüncelerimi çürüten şey ise Oktay'a olan güvenimin az olmasının yanında bir gün tamamen yok olmasıydı. Ceren'in bir zamanlar benim gibi sığındığı tek bahane ise tam olarak buydu: Masum insanlar değilmiş hiçbiri.
Bu bir şeyi değiştirir miydi?
Bana göre değiştirmezdi ama dediğim gibi insanoğlunun kendi için ürettiği bahane adındaki bu saçmalık tamamen zihnimizin kötülüklerini örtmek için varolmuş bir kavramdı.
Ve belki de onlardan kaçmak içindi, yaptığımız fakat inkar ettiğimiz kendi kötülüklerimizden...
Odaya girince ışığı açtım, üstümdeki ceketi çıkarıp odanın bir köşesine gelişigüzel fırlattım. Hafif loş olan etraftan dolayı nefesim daraldığında, odamda bulunan ufak lavaboya ilerleyip yüzüme defalarca kez su çarptım. Daha yeni dışarıdan gelmeme rağmen yüzüm alev almış gibi cayır cayır yanıyordu oysaki hava buz gibiydi. Yüzümden damlayan su tanelerini kurutmadan iki elimi lavabonun mermerine yaslayıp karşımdaki duvara monte edilen ve yüzeyi çatlamış olan küçük aynamdan yansımama baktım.
Kahverengi gözlerimin altı hafifçe morarmıştı. Yüzüm beyazdı fakat bugün kafeden geç çıkmam, üstüne bir de bu işin çıkmasıyla yorgunluktan iyice solmuş morgda bekleyen ölü bir bedene dönüşmüştüm. Dudaklarım morarmış ve yer yer çatlayarak ince kırmızı kesikler oluşturmuştu.
Bakışlarım ruhsuz ve soğuktu. İnsanları kendinden uzaklaştıracak, onlarla aralarına ulaşılmaz bir duvar örecek kadar soğuk ve hissiz. Hayır korkunç!
İçten bir şekilde gülümseyemiyor, ne kahkaha atıyor ne de yaşıyordum.
Derince yutkundum. Aynadaki kişiyi tanımlamam gerekirse eğer dünya üzerinde yolunu kaybederek boşlukta durmadan savrulan, kendini bu toplumda değersiz hisseden milyonlarca insandan yalnızca bir tanesiydi. Geçmişi büyük bir yıkımdan ibaretti. Geleceği ise tamamen belirsiz.
Belirsizdi fakat bu gidişle yönünün yine bataklık gibi bir yola sapacağını da biliyordum. İçimde kötü hisler vardı. Ve bu hisler beynimi gün gün kemirirken beni girdiğim yoldan saptıramıyordu.
Beni hiç kimse saptıramazdı. Hiç kimse. Ben yola koyulamayacak kadar uzun bir zamandır kayıp bir insandım. Yoktum. Belki de kendime hiç varolmamıştım.
Elim boynumdaki gül şeklinde olan kolyemi buldu. Sıktım avuç içimde. Ellerime battı soğuk demiri. Mezar tahtasına asılı bir halde bulduğumda hiç tereddüt etmeden yanıma almıştım fakat zamanında benim için yapılmış bu kolyeyi takma cesaretim asla yoktu. İstanbul'a geldiğimde bir gün dayanamamış ve anneme daha yakın olmak için o takma cesaretini sonunda göstermiştim.
Benim için bir değeri yoktu ama annem için vardı. Bunu mezar tahtasında asılı halde gördüğüm an kalbimin çok derin bir yerinde hissetmiştim.
Aynaya bakmayı keserek altıma gri bir eşofman üstüne de siyah bir atlet giydim. Yatağa girdiğimde yanımda bulunan çekmeceye uzanıp bir tane uyku ilacı alıp ağzıma atarak komodinin üstünden aldığım suyla zar zor yuttum. İlaç boğazımda zehir gibi akarak berbat bir his bıraksada uzun zamandır bu tada alışkın olduğum için yüzümü falan buruşturmamıştım.
Yanımda bulunan yatağa uzandım ve üzerimde bulunan tavanı izlemeye başladım. "...genç kız ile prens bütün zorlukların üstesinden geldikten sonra derhal evlenmişler ve böylece sonsuza dek mutlu yaşamışlar..."
Dilimden dökülen mırıltı ile gözlerimi kapattım. Ardından her gece olduğu gibi bu gezegenden koparak kendimi farklı bir gezegene fakat hep aynı olan bir masalın içine hapsettim.
"Genç kız güzel olduğu kadar çok da masummuş, prens ise dünyayı kurtaracak olan o kahramanmış." Yorganı üzerime örttüm. Işığı kapattım. Korktuğum karanlığın içine hapsoldum. Soyutlandım oradan. Sonra da kulağıma tanıdık sesi dolmaya başladı tekrardan.
"Genç kız, ülkesine saldıran düşmanlar karşısında herkes gibi kendi çapında çareler ararmış. Bir gün ormanda gezerken başka bir ülkenin prensi tesadüfen karşısına çıkmış. Kaderde bu ya, o sırada ormanların sahibi olan ve yeraltından çıkarak kendi toprağını daha rahat gezmek için bir kuşa bürünen Alçin; aslında geleceği gören bir aşk perisiymiş. Alçin gördüğü her erkek ve kadını birbirine aşık etmeden duramazmış. Çünkü bu özelliği onun en zayıf noktasıymış. İkisini yan yana gördüğünde anında gözleri parlamış ve büyü yapmak için hemen eski haline dönüşmüş fakat sonradan farkına vardığı bir şey varmış; genç kız ve prens zaten çoktan ilk görüşte birbirlerine aşık olmuşlardır bile."
Gözlerim masamım üzerinde bulunan ufak lambadaydı. Sıkılıyordum. Sonunu şimdiden tahmin etmiştim bile. Babamın melodi gibi çıkan hoş sesi olmasa şu saçma masallara asla katlanamazdım. Zaten babam beni kandırmaya çalışıyordu. Söylediği masallar hep kendi kafasında kurduğu uydurma masallardan başka bir şey değildi. Aşk perisiymiş, aşk tanrısıydı bir kere o, adı da: Eros'tu.
"Alçin çok sinirlenmiş bu duruma fakat yapacak bir şeyi de yokmuş. Tam gideceği vakit genç kızın birdenbire ağlayarak prense, ülkesinin başına gelenleri bir bir anlatışına şahit olmuş. O an anlamış her şeyi. Alçin kötülüğün kokusunu alır, bir yerde bir sorun varsa hemen bunu hissedermiş. Genç kızın sel olup akan gözyaşlarından çok kötü şeyler olacağını anında hissetmiş ve birdenbire gelecek gözlerinin önüne düşüvermiş. Genç kızın ülkesinde çok daha büyük bir savaşın çıkacağını ve prensin genç kız için gireceği bu savaşta öleceğini görmüş."
"Aşk perisi Alçin çok üzülmüş bu duruma. İki aşığın ayrılığına o kadar üzülmüş ki günlerce bir çözüm aramış. Sonra da düşünmüş ve hemen bulmuş o çareyi. Madem ki ben bu büyüden mahrum kaldım o zaman onların sonsuza dek mutlu olmasını sağlayacak bir şeyler yapmalıyım, diye söylenmiş kendi kendine. Ormanların sahibi Alçin'in huyu buymuş, iyilik yapmadan duramıyormuş. Dönmüş etrafında ve hızla uzaklaşmış oradan. Zamanı geldiğinde genç kızın ülkesi üç gündür sürmekte olan savaşla büyük bir hasar alırken prens dördüncü gün ülkenin en büyük düşmanı olan kara şövalye ile karşı karşıya gelmiş. İkisi kalmış meydanın tam ortasında ve sonra da herkes bu kanlı dövüşü, prensin kazanması umudu ile büyük bir heyecanla izlemeye başlamış. Çünkü kötü şövalye ölürse eğer ona bağlı ordusu da kendiyle birlikte yok olurmuş."
Saçımı okşarken derin bir nefes aldığını işittim tekrardan. "Aslında prens çok güçlüymüş fakat sonradan öğrendiği bir bilgi ile duyguları ön plana çıkmış ve o an engelleyemediği bir şekilde duygularına göre hareket ediyormuş. Çünkü karşısındaki maskeli şövalye genç kızın çok değer verdiği bir yakınıymış aslında, ülkesine yıllardır ihanet ediyormuş ve bunu yalnızca prens biliyormuş. Saatler süren dövüş sonrası prens büyük bir güçle şövalyeyi yere sererken kaldırmış kılıcını havaya ve tam şövalyenin karnına saplayacağı o vakit tekrardan duyguları ön plana çıkmış, böylece onu öldürmek konusunda büyük bir tereddütte kalmış. Öldürürse eğer genç kız ile hiçbir şekilde olamayacağını düşünmüş ama bilmiyormuş genç kızın, yakını bile olsa haini affetmeyeceğini...
O sırada Alçin ise bütün bu yaşananları uzak bir köşeden izliyormuş. Anında görmüş kötü şövalyenin gizliden belinden çıkardığı kılıcı ve işte tam bu kısımda prens aslında kalbine yediği kılıç darbesiyle ölüyormuş ama Alçin engel olmuş hızla ve büyü yaparak prensin o kılıcı görmesini sağlamış, böylece prens; kendisine isabet edecek olan o kılıcı engellemek adına kara şövalyeyi öldürmek zorunda kalmış bir nevi... Kanı su olup toprağa akan kötü şövalyenin koca bedeni yere yığılırken, ülkeyi bir ip gibi saran ordusu da onunla birlikte birdenbire yok olmuş. Böylece ülke tamamen bu işgalden kurtulmuş. Prens, artık yalnızca genç kızın değil ülkesi tarafından da kahraman ilan edilmiş."
Şaşırmamıştım. Masallarda neden hep iyiler kazanıyordu? Alçin iyi insanların kendi kafasında uydurduğu bir hayalden ibaret olmalıydı.
"Bunun üzerine prens ile genç kız derhal evlenmişler ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar. Alçin ise, alçin kuşuna bürünerek bir köşede hep onların mutluluğunu seyredermiş, kimse de bunun farkında değilmiş."
"Keşke bizim de bir Alçin'imiz olsaydı baba," diye mırıldandım alnımda biriken terleri yastığa silerek.
"Hayatımızı mahvedecek olan o kabus geceyi engellerdi sonra da sonsuza dek sürecek olan mutluluğumuzu seyrederdi bir köşede..." Bilincim kapanmaya başladı, sonra da ağır bir uyku bastırdı sızlayan kemiklerime.
"Meraklıyımdır bilirsin bunun altında da bir sebep arar, Alçin'i görmeyi çok isterdim ama bir defaya mahsus ben onu göremesem de olurdu."
Bir masalın içinde sonsuza dek hapsolmayı isterdim ama yarın tekrardan gözümü açacağımı ve gerçek dünyaya döneceğimi biliyordum. Sonsuz olmayan bir uykuya ama sonsuza dek sürecek olan mutlu bir masala daldım tekrardan.
Oysa bütün bunlara karşılık unuttuğum çok önemli bir şey vardı: Alçin iyilere yardım ediyordu. Genç kız masumdu oysa ne ben, ne de babam o masumluğun yanından geçecek kadar iyi bile değildik. |
0% |