Yeni Üyelik
11.
Bölüm

10. BÖLÜM

@esraslnn

 

 

Çok uzun ve önemli bir bölüm oldu. Yorum yapmadan geçmeyin lütfen. Burada olduğunuzu bilmeye ihtiyacım var. Keyifli okumalar dilerim...

 

 

Sia ' Big Girl Cry

 

 

Bir zamanlar, henüz çok küçükken her şeyin toz pembeden ibaret olduğunu sanmamın aksine, yaşadığımız gezegen olan bu Dünya'da; İyiler olduğu kadar kötülerde vardı aslında.

 

Bazen bazıları iyi gibi görünür ama içten içe ruhlarından kötülük akıtırdı.

 

Direkt bu örneği vermemdeki sebep maalesef bu kişiye çok yakından tanıklık etmemdi. O kadın, yurt müdiresi biz hariç herkese karşı cennetten düşmüş bir melek gibi görünürdü. Biri bir bağış yaptığında, hayırsever biri yurda bir meblağ bıraktığında O, bağış yapan kişiye karşı gün boyu minnetlerini sunar ve sonra da yalandan başımızı okşayarak bizlerin ne kadar mutlu olduğu yalanını atıp dururdu.

 

Tabii karşıdaki kişi bilmiyordu işin iç yüzünü. Seviniyordu bu durum karşısında, çocukların yüzündeki sahte mutluluktan kendine bir pay çıkarıyordu. Ben yaptım diyordu iyi insan saflığı ile; Ben yaptım, onları ben mutlu ettim!

 

İyi insan da böyleydi işte. Fazla iyi niyetinden çoğu kötü şeyi göremez, o kötülüğü görmediği gibi onu asla kabul de etmezdi. Masallarda hep iyilerin yenme saçmalığı da tam buradan geliyor olmalıydı! Çünkü tıpkı sonsuz mutluluk gibi iyilerin hep kazanması gerçek hayatta kocaman bir yalandan ibaretti.

 

Hep iyiler kazanmaz, kötülerin de varolduğu bu Dünya'da.

 

Hep iyiler kazanmaz, bazen kötü olmak gerekir. Bazen kötülüğe bürünüp onun cephesinde savaşmak gerekir, onu yenebilmek için.

 

İşte bu kısım da saf iyilikten oluşan insanlar için etik bir olay değildi. Çünkü iyilik kötülüğe asla bürünmemeliydi.

 

Yalan.

 

Tabii kime göre ve neye göreydi bu ama benim için kocaman bir yalandan ibaretti. Çünkü ben saf kız ayağına yatarak o kadını alt etmemiştim. Ben o kadının ruhuna bürünerek onu elimde tutmuştum. Ve sonra da onu kendi kötülüğünde boğmuştum.

 

Ama bilmiyordum yılanın başının çok önceden ezilmesi gerektiğini. Bilmiyordum o yılanın dirilip de tekrardan beni sokacağını. Bilmiyordum kendimi aylarca karanlık, soğuk ve dört duvar arasında bulacağımı...

 

Çünkü bilseydim eğer o yılanın başını sadece ezmekle kalmazdım. O yılanı paramparça eder, parçalarını da o yurdun bahçesine gömerdim. Sonra da her gün tükürürdüm toprağına ve o nefret kokan tükürüğümün suladığı o toprağında çiçekler değil kuru otlar yeşerirdi yalnızca.

 

Çekmeceyi sertçe açmam sonucu çıkan gürültü umrumda bile değildi. Onun gelip beni şu an evini karıştırırken yakalaması ise en son takacağım şeydi.

 

Elimi, saçma sapan kağıt parçalarının arasından geçirdiğimde içinde yine hiçbir şey bulamamam sonucu oflayarak çekmeceyi çarpar gibi geri kapattım. Ardından önünde eğildiğim büyük çalışma masasından, kalkarak belimi tuttum. O adam gideli kaç saat olmuştu bilmiyordum artık. Ve o adamın beni burda bırakıp birdenbire neden ortadan yok olmasını da?

 

Etrafta telefon bulma umuduyla her yeri karış karış aramıştım ama elime hiçbir şey geçmemişti. Şu an içinde bulunduğum çalışma odasından çok umutlanmıştım, özellikle de masanın üzerinde bulunan bilgisayardan fakat onda da büyük bir hüsrana uğramıştım çünkü bilgisayarda şifre vardı ve ben olabilecek saçma sapan her şeyi denememe rağmen bir türlü açamamıştım. Gerçi şifreyi tahmin etme şansım bile yoktu, o adamın hâkkında bildiğim tek şey adıyken.

 

Bu son derece kasvetli görünen odada fazlasıyla bunaldığımda önüme düşen uzun ve kabarmış olmasından dolayı berbat bir duruma gelen saçlarımı omuzlarımdan geriye attım. Saç diplerim terlemiş, biriken ter ise şakağımdan akıp ufak bir yol çizmişti yanağım boyunca. Dışarısı buz gibiydi fakat bu evin içi de fazla fazla sıcaktı.

 

Parmaklarımı şakağımdan akan tere sürttüm ve sonra da arkamı dönerek çalışma masasının hemen arkasında bulunan kahverengi kitaplığa baktım. Diğer odaların beyaz olmasının aksine bu çalışma odası; dolaplar, çalışma masası ve masanın önünde bulunan iki tekli deri koltuk dahil olmak üzere hepsi kahverengindeydi. Perdelerinde koyu olmasıyla birlikte içerisi zaten kasvetli olmasının yanında, fazlasıyla da boğucuydu.

 

O sırada bakışlarım, rafın içine düzgün bir şekilde yerleştirilmiş olan kitapların üzerinden tek tek geziniyordu. Hepsi ya ekonomi ya da finans kitaplarından ibaretti. Burnumu kırıştırdım. Oldukça sıkıcıydı bunlar be. Tek bir okuma kitabı bile yoktu üstelik. O herif herhâlde ekonomi alanında falan okumuştu ve işi her neyse onunla ilgili olmalıydı.

 

Gerçi ben bu duruma şaşırmıştım. Bu evde normal bir çalışma masası ve kitaplık olmasını değil her kapının ardında bir işgence odası beklemiştim.

 

Saçma bir düşünce değildi bence, içinde olduğumuz ormanı düşünürsek eğer. Abartma Nisan.

 

En son kitapların arkasını bile bırakmayacak şekilde her yeri karıştırmama rağmen elime yine de bir şeyin geçmeyeceğini anladığımda pes ettim. Sıcaktan dolayı daha fazla burda durmamak adına arkamı dönüp çıkacağım sırada gözüme takılan kalem kutusuyla gözlerim parlamıştı. Elimi uzatarak iki tane kurşun kalem aldığımda saçımı bir güzel üstten toplayarak kalemleri iki yanından çarprazlamasına geçirdim. Ensemin ortaya çıkması ve oraya vuran hava akımı ile rahatlayarak derin bir soluk bıraktım. Şükür. Bu rahatlama hissi hiçbir yerde yoktu sanırım.

 

Odadan çıkarak oldukça umutsuz bir şekilde merdivenleri inerken alttan katlamış olduğum eşofmanlar tekrar ve tekrar çözülünce olduğum yerde durmuştum. Bu aptal eşofmanlardan nefret etmiştim artık. Eğilerek sinirli bir şekilde paçalarını tekrar katlarken aklıma banyoda bıraktığım elbiselerim geldi. Onların bir güzel suyunu sıkmış kaloriferlerin üzerine yaymıştım. Umarım çabuk kururlardı çünkü o adamın elbiseleriyle daha fazla durmak istemiyordum.

 

Yapacağım hiçbir şey kalmadığında oturma odasına girip koltuğa oturdum. Sıkıntıdan patlamak üzereydim. Resmen bu koca eve hapsolmuştum. Hiçbir şey yapamıyordum. Üstelik kimse bana ulaşamıyordu ve bu da demek oluyordu ki bu adam gerçekten sağlam biriydi. Böyle olunca da benim kafamdaki soru işaretleri gittikçe milyonlara doğru ulaşmaya başlamıştı. Şeftaliye alerjimin olmasını bilebilirdi çünkü araştırmışsa eğer kolaylıkla yurttaki arşiv raporlarından bulabilirdi bütün hastalıklarımı fakat benim bilerek şeftaliyi yememi de bilemezdi. Bu da demek oluyordu ki birileriyle bizzat iletişime geçmişti.

 

Ama neden?

 

Şu an o kadar çok soru vardı ki beynimde yeni yeni kapılar açılıyordu zihnimde ve ben Cerenlerin benim kaybolduktan sonraki hâllerini düşünüp korkudan ölmek yerine o kapıların ardındakilerini görmekle meşguldum.

 

Öne doğru eğildim ve dirseklerimi dizlerime dayayarak avuç içlerimi yüzüme kapattım. Parmaklarım saç diplerime saplanırken sıkıntılı bir nefes bıraktım. Gözlerimi yumdum ve o saniye annemin silik yüzünün önüme düşmesiyle kalbimi büyük bir hüzün sardı. O bu hayatta olsaydı eğer şüphesiz ben bu durumda değil annemin dizinin dibinde olacaktım. Belki de üniversitenin saçma olduğunu düşünmeyip ki annem asla izin vermezdi böyle düşünmeme, çoğu kız gibi üniversiteyi okusaydım eğer bir meslek sahibi bile olacaktım.

 

Belki de hayatım tamamen farklı olacaktı ve ben tamamen farklı bir yerde olacaktım.

 

"Bu bir bahane değil kızım. İstersen eğer bu hayatta her şeyi başabilirsin. Kimse ve hiçbir şey senin yoluna taş koyamaz, seni engelleyemez. Çünkü sen o engelleri aşan yolları en iyi bilensin."

 

Sözleri beynimde yankı yaptı. Bana söylemişti. Okulun 23 Nisan gösterileri vardı, o gösterilerin bir parçasıydım ve ben dans edemiyordum. Hocam bana kızmıştı. Bir engel olarak görmüştüm hocamı ve ben her şeyden uzaklaşarak geriye çekilmiştim. Oysa çok istiyordum orada olmayı. Bana doğru yolun ışığını gösteren annemdi.

 

Çünkü sen o engelleri aşan yolları en iyi bilensin.

 

Acaba benim kendimi bu duruma düşürdüğümü ve hırsızlık işlerine bulaştığımı üstten görüyor muydu? Belki de bunları görüp beni artık sevmiyordu bile. Böyle bir kızı olduğu için belki de benden nefret ediyordu. O beni cennette kavuştuğumuz günü beklerken ben her geçen gün yaptıklarımla şüphesiz cehennemi garantiliyordum. Onunla orada zaten karşılaşamayacaktık çünkü ben kendi yolumu çoktan seçmiştim.

 

Benim yolum babamın yolundan geçiyordu ve babamın yolu ne o çiçekler ne de o yeşil çimenler ile kaplı değildi, yürümeye başladığınızda ayak tabanlarınızı eritecek kadar saf bir ateşten varolmuştu.

 

Çünkü sen annen gibi değil benim gibisin.

 

Ben annem gibi değil onun gibiydim.

 

Yolum ateşten varolmuştu ve oraya ayak basan yanıyordu ama her zaman olduğu gibi o ateşin içinde en çok yine ben yanıyordum.

 

Tırnaklarım yüzümdem aşağıya doğru kaydırmak ve düşüncelerimi oradan koparıp atmak istedim. Aynı pozisyonda uzun bir süre derin düşüncelere daldığımda dış kapının açılma sesiyle yerimden sıçramıştım.

 

Ellerimi yüzümden çektim ve hızla yerimden kalktım. Hızlı adımlarım salon kapısını bulduğunda kafamı uzatarak hole doğru baktım, daha yeni kapıyı kapatıyor olmasından ötürü bana arkası dönük olan kadını görmüştüm. Meraklı bakışlarla kadına bakmayı sürdürdüğümde o yönünü bana çevirmişti, beni görmesi sonucu "Ay!" diye bağırarak yerinden sıçradı, sonra aynı saniye de gözlerini yumarken elini kalbine götürdü.

 

Galiba onu korkutmuştum.

 

Kendini hızla toparlayıp gözlerini açtığı sırada yemyeşil parlayan gözlerini gördüm ve o yüzüne ufak bir tebessüm yerleştirdi o sırada. "Merhaba kızım," dedi zarif ve tatlı bir ses tonuyla.

 

Elinde bulunan mavi çantayı kolundan indirip ayni zarif hareketlerle portmantoya koyarken bana doğru yaklaşmaya başlamıştı. Onu inceledim. En az 50 yaşlarında görünüyordu fakat gözlerinin etrafına kırışıklıklar oturmasının aksine göz harelerinin yeşili capcanlıydı. Saçları ise siyahtı ama onları boyattığı, saç diplerinde yeni çıkmaya başlayan beyazlıktan anlayabiliyorsunuz.

 

Aramızda belli bir mesafe kaldığında elini bana doğru uzattı. Kaşlarımı çatarak bir eline bir de yüzüne baktım. En son gelen o sarışın kadın benim sinirlerimi fazlasıyla zıplatmıştı. Üstelik bu eve giren herkes burada ne şekilde tutulduğumu biliyor olmalıydılar. Onlara iyi davranacak değildim herhâlde! Suratsız bir şekilde yüzüne bakmaya sürdürdüğümde benden yaşça büyük olmasından kaynaklı saygıdan elini tutmak istesemde kendime engel oldum.

 

O ise yüzümdeki ifadeyi görmüş olacak ki "Benden sana bir zarar gelmez kızım," dedi yumuşak bir sesle. Havada kalan elini indirerek küçük bir tebessüm ile gözlerimin içine baktı. "Ben bu evin hizmetlisiyim, arada bir Cihangir Bey çağırırsa geliyorum buraya."

 

Yaşlı kadının karekterini çözmeye çalışır gibi yüzünü inceleyerek kafamda tarttım bir süre. Bu kadın iyi birine benziyordu. En önemlisi de içime bir ümit de yeşertmişti. Belki de bana telefonunu verebilirdi. İlk tanıştığım insanlara karşı ne kadar soğukkanlı ve çekingen olsamda yüzümdeki ifadeyi düzelterek tebessüm ettim ona. Bu sefer elimi ben uzattığımda "Kusura bamayın lütfen. Sizi öyle bir anda görünce ne tepki vereceğimi bilemedim ilk başta. Nisan ben," dedim kibar bir dille.

 

Bu tepkime karşılık gülümsedi. Gülümsemesi benimkimin aksine daha sıcak ve samimiydi. "Sorun değil kızım," dedi, parmağında eski ve düz bir altın halka bulunan narin elini elimin içine kaydırırken. "Adım Gülperi ama sen bana Gülperi abla da diyebilirsin. Yani genelde öyle söylerler."

 

"Memnun oldum Gülperi abla," dediğimde onun tebessümü çoğalırken ben rahatlamıştım nedense. İyi bari hanım falan demiyordu.

 

"Bende kızım," dedi, eli elimden koptu ve sonra da üstündeki kalın kabanı çıkarttı. Günlük ama pahalı olduğu belli olan elbiseler vardı üzerinde ve hiç hizmetli birine de benzemiyordu. Oldukça şık ve alımlıydı hele saçını bağlama şekline de bayılmıştım. Siyah kabanını kolunun üzerine bıraktığında yeşil gözleri gözlerimi buldu tekrardan. "Sen şimdi odaya geç ben sana güzel bir yemek hazırlayayım. Serhat oğlum aradı, buraya acil olarak gelinmem istendi. Çok acıkmış olmalısın."

 

Açlık yeni aklıma gelmiş gibi karnımı tutma isteğim oluşsa da ben kaşlarımı kaldırmıştım. O pislik beni mi düşünüyordu? Gerçi öyle olsaydı eğer dünden beridir, en azından bir kere de olsa aç mısın diye sorardı bana!

 

İçimden gözlerimi devirdim. Aynen Nisan öyle zorba biri aç olup olmadığını düşünecekti zaten.

 

"Tamam," dedim uslu bir şekilde fakat sormadan tabii ki durmayacaktım. Gitmesine izin vermeden "O..." dediğimde bir süre duraksarken adının Gülperi olduğunu öğrendiğim kadın cevap bekler gibi yüzüme bakınca boğazımı temizledim hızla. "Yani Cihangir, nerde?"

 

Muhteşem bir soruydu tebrikler, kocaman bir alkış.

 

Sanki dünyanın en saçma sorusunu sormuşum gibi bir süre yüzüme baksa da "Bilmiyor musunuz? Cihangir Bey genelde bu saatlerde şirkette olur," diye cevapladı beni ve sonra da kaçarcasına arkasını döndü fakat ben tekrardan ona yetişmiş ve önüne geçerek durmasına sebep olmuştum.

 

Ne şirketinden bahsettiğini ve ben bu soruyu sorunca neden öyle şaşırdığını bilmiyordum bile ama bunu düşünecek de değildim şu an. Çünkü yeteri kadar düşünme fırsatı vermiştim kendime. Ne yapıp edip bir telefon bulmam gerekiyordu. Bu iş cidden fazla saçma ve korkunç bir yere doğru evriliyordu.

 

Yüzüme her ne kadar normal bir ifade oturtmaya çalışsamda sinirleniyordum ve adım kadar emindim ki gözlerimdeki öfkeyi yeteri kadar saklayamıyordum düştüğüm durumla. Aniden önüne geçmem üzerine yüzünde şaşkın bir ifade belirdiğinde sesimi olabildiğinde sakin bir tona indirerek "Gülperi abla bana iki dakika telefonunu verir misin?" diye sordum.

 

Yüzüme baktı sonra da derince yutkundu. Aslında bir şeyleri biliyor muydu bilmiyordum tam olarak ama gözlerindeki ifade her şeyi anlatıyordu. "Üzgünüm ama veremem kızım," dedi tam da beklediğim gibi. Yüzünde sanki gerçekten de üzgünmüş gibi bir ifade oluşmuştu. "Kapıdaki adamlar içeri gelmeden önce telefonumu aldılar benden."

 

İçimde yeşeren ümit tohumları bir bir yok olurken yüzüm aniden düştü ve gerçek yüzümü ona göstermekten çekinmedim. Az önce Serhat oğlum diyordu şimdi mi adamlar olmuştu?

 

Yaşlı olmasa ve onun gözlerindeki gerçek iyiliği az önce görmeseydim eğer şüphesiz o çok özen gösterdiği saçından tutar ve kafasını sertçe arkasındaki duvar kolonuna geçirirdim. Sonra da kafası parçalanıp akan kanının içinde boğulana dek o şekilde vurmaya devam eder ardından kapının hemen ardında dikilen Serhat denen o herifin önüne atardım leşini.

 

Ama bunu yapamazdım zaten hiçbir şekilde, gözlerinin içindeki iyilik olmasaydı bile. Sadece sinirlenmemek ve düşündüğümü eyleme geçirmemek adına kendime her zamanki gibi anında bir bahane üretmiştim. Son beş yıldır yaptığım gibi...

 

Bu yüzden uslu bir kız olma yolunu tekrardan seçtim ve bu sefer gerçekten yalvaran bakışlarımla yeşil gözlerinin içine baktım. "Lütfen," dedim, gerçekten bıkmış gibi. Ceren aklıma geldiği her an içten içe korkum çoğalıyordu ve ben artık hırsımı bir kenara bırakmalıydım. "O adamın beni burda zorla tuttuğunu biliyor olmalısınız. Lütfen bana yardım edin. Bakın sadece bir telefon söz veriyorum söylemeyeceğim hiç kimseye."

 

Bunun üzerine üzgün bir şekilde bana baktı ve sonra da gözlerini kaçırdı benden.

 

"Kızım ben gerçekten çok üzgünüm. Normalde seninle konuşmam bile yasak. Bana sadece yemek yapıp hemen çıkmam söylenildi. Bak sen biraz sakinleş, iyi düşün tamam mı herkeste olur böyle şeyler." Kaşlarımı çattım ona baktığımda bir anda arkasını dönüp kaçar gibi hızla mutfağa girmesiyle avuç içimi sertçe duvara geçirdim.

 

Bu adam fazla oluyordu artık. Beni bir gündür buraya tıktığı yetmiyormuş gibi şimdi de herkesle iletişimimi kesmişti. Hayır onu ciddi anlamda öldürmemi falan mı istiyordu anlamıyordum. Amacı neydi? Ayrıca bu kadın ne saçmalamıştı az önce?

 

Kapının önünde, Gülperi denen kadının aceleci hareketlerle dolaptan tencere çıkarıp ocağa indirişini izlerken ona saldırmamak için öfke ile arkamı dönerek oturma odasına girdim ve tekrardan büyük koltuğa oturdum. Başımı ellerimin arasına aldığımda ağlamamak için dişlerimi sıkıyordum. Hiç kimse bana yardım etmiyordu. Hiç kimse! Esir düşmüştüm bu evde. O bu kadar mı güçlüydü de kimse bana ulaşamıyordu? Beynime yerleşen öfke ve çaresizlikle sağ dizimi hızla sallamaya başladım ve bakışlarımı, delirmiş gibi karşımda bulunan televizyonun siyah ekranına sabitledim.

 

Kimse beni zorla bir yerde tutamazdı. İnanamıyordum düştüğüm bu duruma ya!

 

Hızlı bir şekilde soluk alıp verdim. Uzunca bir süre gözümü kırpmadan kapalı televizyona baktığımda aynı yerde saatlerce hareket etmeden oturmaktan sırtıma ve vücuduma ağrılar girmişti. Burnuma yemek kokuları süzülürken yaşadığım yoğun stresten dolayı boş midem bulanmıştı.

 

"Yemek hazır." Duyduğum kısık ses az önceki kadına aitti. Cevap vermeyerek kısaca yan gözle ona baktığımda kapının önünde durmuş üzgün ve mahçup bir ifadeyle beni izliyordu. Üzülmüş müydü gerçekten? Ya da bana acımıştı sadece.

 

Ses etmemem üzerine gözleri son kez yüzümde gezindi ve sonra da arkasını dönüp gittiğinde hızla ayağa kalktım. Salon kapısından çıkıp ardından baktığımda çoktan çıkıp gitmişti.

 

Kapıya sırtımı dayarken tam karşımda bulunan yuvarlak aynaya baktım. Çok uzun bir süre sonra ilk defa gözlerimin içinde bir korku vardı. Ben sanırım düşündüğümün aksine o adamı fazla basite indirgemiştim. Zaten bu yüzden onunla buraya gelmiştim fakat her şey tersine dönmüş gibiydi şimdi.

 

Kafamı bir iki kere arkamdaki kapıya vurduğumda dudaklarımın titremesiyle ciddi anlamda ağlamak üzereydim. Daha fazla dayanamayacağımı bildiğimden hızlı bir şekilde lavaboya ilerleyerek yüzüme su çarptım. Ben o adam yüzünden ağlamayacaktım. Bu zamana kadar ailemden başka hiç kimse beni ağlatmamıştı. Bundan sonra da onlar dışında başkasının beni ağlatmasına asla izin vermeyecektim.

 

Defalarca kez yüzüme soğuk suyu çarparken daralan nefesim biraz olsun açılmıştı. Son kez cansız yüzüme baktığımda lavabodan çıkıp yukarıda bulunan banyoya girdim. Kaloriferin üstüne yaydığım elbiselerime tek tek dokunurken ayakkabılarım ve ceketim dışında diğerleri kurumuştu. Üstümde bulunanları yırtar gibi çıkarıp banyonun bir köşesine hırsla fırlattığımda göğsüm hızla inip kalkıyordu öfkeden dolayı. İç çamaşırlarımı, yün kazağımı ve kot pantolonumu tek tek giydiğimde en azından elbiselerime kavuşmam beni bir nebze olsun rahatlamıştı.

 

Banyodan çıkarak tekrardan merdivenlerden inmeye başladığımda kapının çalmasıyla duraksadım ve bu sefer kaşlarımı çattım derinden.

 

Sözde zorla tutulduğum bir yerde kapı çalıyordu öyle mi?

 

Şimdi gidip kapıyı açmam mı gerekiyordu?

 

Tabii ki açacaksın. Sonra da tanımıyorsan eğer buyrun kime baktınız diye soracaksın Nisan.

 

Saçmaydı ama bir kez daha kapının çalmasıyla bu saçmalığı daha fazla düşünmeyerek ilerleyip kapıyı açtığımda karşımda Serhat denen o çocuk vardı. Dimdik duruyordu ve elinde kocaman bir kutu vardı.

 

Duvar gibi düz bakışları gözlerimi buldu ve sonra da "Girebilir miyim?" diye sordu son derece soğuk bir sesle, gözleriyle içeriyi işaret ederken.

 

Bu ne saçma bir soruydu ya? Ben ev sahibi miydim?

 

"Yok girme," dediğimde kollarımı göğsümde bağlarken dik dik gözlerine bakmam sonucu bunu beklemiyor olacak ki ağzı açılmıştı.

 

Aralık dudaklarını birbirine bastırdı ve derince yutkundu. Onu tanımasamda birdenbire böyle bir tepki verdiğim için korktuğuna yemin bile edebilirdim. Oysa gözlerinin ardındaki ifade öyle sertti ki şüphesiz onu sinirlendirdiğim an belinde duran silahı çıkaracak ve hiç düşünmeden beni tek kurşunla indirecek kadar cesur ve korkursuz olduğundan da emindim.

 

"Hanımefendi bunları içeriye indirmem gerekiyor," dedi buzdan bir sesle, çık önümden der gibisinden bana bakarken.

 

Çekilmedim bunun yerine "Nerde o?" diye sordum sertçe bal rengindeki gözlerine bakarak. "Siz bir kadını böyle korkunç bir ormanın içinde bulunan bir eve hapsetmekten utanmıyor musunuz hiç? Hepinizi polise şikayet edeceğim." Gözlerim o sırada diğer tarafta bulunan başka bir adamın yüzüne denk geldi bu sefer. "Bakalım ömür boyu kalacağınız parmaklıkların ardından da böyle dik dik bakabilecek misiniz benim yüzüme?"

 

Serhat denen adamın duvar gibi yüzünde bir belirti oluşarak orta kalınlıktaki kaşları çatıldığında "Ne diyor lan bu?" dedi arkadaki adam Serhat'a hitaben ufak bir kahkaha atarken.

 

Gözlerim sinirle o tarafa döndüğünde benden önce Serhat kafasını ışık hızı ile o tarafa çevirmiş ve "İşine bak Fatih!" demişti uyarı verir gibi, kaya gibi sert bir sesle.

 

Bunun üzerine Fatih denen esmer adamın yüzündeki alaycıl gülümseme anında soldu ve hızla ceketini düzelterek arkasını döndü bize.

 

O sırada Serhat tekrardan bana döndü. "Sizde artık zorluk çıkarmayı bırakıp geriye çekilir misiniz Hanımefendi?" diye sordu sıkılmış gibi gözlerimin içine bakarken.

 

Şeytan diyordu belinde duran silahı al ve kafasının tam ortasına geçir mermiyi de şeytana uymak büyük bir günahtı bir kere. İçimden gözlerimi devirdim ve sonra da bir adım geriye çekildim içeriye girmesi için.

 

Nihayet der gibisinden derin bir soluk aldığında içeriye attığı tek bir adımın hemen ardından çevik bir hareketle elindeki devasa kutuyu önüme indirdi. Ne olduğunu merak etsemde gözlerim tekrardan doğrulan adama çevrildi. "Nerde o patronun?" diye tekrardan sorduğumda anlamsızca gözlerime baktı bir süre.

 

"Cihangir abim bunları bizzat kendisi size gönderdi. Ufak bir işi var birazdan gelir," dedi düz bir sesle. Hızla arkasını döndüğünde bana cevap vereceğini bile düşünmemiştim.

 

İkinci kez ardında duran başka bir kutuyu kucaklayıp onu da az önceki kutunun üzerine bıraktığında bu sefer merakla kutulara bakmaya başladım. "Ne var bunların içinde?" diye sordum.

 

"Kendiniz bakın," dedi doğrularak ve ağzımı açmama fırsat bile vermeden hızla çıkarak kapıyı kapattı bu sefer.

 

Kaşlarım çatık bir şekilde anlamsızca kutulara baktım. Sonra birdenbire aklıma düşen saçma düşünce ile gözlerim irice açıldı. İçinde gelinlik falan yoktu değil mi?

 

Yok canım o kadar da değildi, senden istediklerim var derken bunu kastetmemişti herhâlde. Ayrıca bu ne saçma bir düşünceydi ya?! Ben dizi falan da izlemiyordum çok.

 

Hızla eğilerek üstteki kutuyu açtım, gözüme çarpan kumaş parçasını çekip alırken elime kışlık bir kazak gelmişti. Anlamsızca yünlü siyah kazağa baktım ve sonra da onu elimden bırakarak başka bir parça seçtim, aynı şekilde bir kazağın daha elime gelmesiyle bedenimi yavaş yavaş saran öfke ile dişlerimi birbirine bastırmıştım. Aceleci hareketlerle bütün kutuyu karıştırdığımda sadece birbirinden pahalı ve hâlâ etiketi üzerinde bulunan kiyafetler görmüştüm ve her gördüğüm yeni bir parça ile öfkem git gide çoğalıyordu. Çünkü hepsinin bedeni bana tam uyuyordu.

 

Bunları bana almamıştı değil mi? Şaka yapıyordu herhâlde. Bence kesinlikle şakaydı, burda temelli kalmam gibi bir düşünce asla yoktu aklında.

 

Yoktu değil mi?

 

Var geri zekalı!

 

O an nasıl öfkeden kudurduğumu ve nasıl yerdeki elbiseleri tekrardan kutuya tıkarak kocaman kutuyu kucağıma alıp oturma odasına ilerlediğimi hatırlamıyordum bile. Büyük cama doğru ilerlediğimde bu şekilde açamayacağımı anlayarak elimdeki kutuyu indirdim ve sonra da büyük bir güç kullanarak camı yana ittirdim. Yüzüme soğuk hava vurduğunda kutuyu tekrardan kucağıma alırken dışarıya adım attığım an hemen yan taraftan başka bir adam çıkmıştı.

 

"Lütfen içeri girin Hanımefendi," dedi, ters bir şekilde ona baktığımda ceketini kaldırdı hafifçe ve silahını gösterdi bana. "Zorluk çıkarmayın bize."

 

Uyarı verici bakışlarına karşılık "Merak etme kaçmayacağım," dedim ve onu umursamadan hemen karşımda bulunan havuza doğru ilerledim. Kucağımda tuttuğum koca kutuyu bütün gücümü kullanarak havuza doğru fırlattığımda ağzının açılması sonucu birkaç parça kiyafet etrafa saçılırken kırmızı sütyenin ayrılarak başka bir tarafa doğru yüzmesi hiç hoş olmamıştı. Ellerimi çırpar gibi birbirine vurarak yüzen sütyene baktım. Çok güzel bir parçaydı aslında ve tam da bedenime uyuyordu şimdi, yazık olmuştu.

 

Gözlerimi çektim su almasından dolayı renk değiştiren koliden ardından hızla arkamı dönerek tekrardan içeriye girdiğimde az önceki adamın sert bakışlarının aksine yüzünde şaşkın bir ifade vardı.

 

Hız kesmeden diğerine doğru yürüdüğümde eğilip kucağıma almaya çalışırken kapının açılma sesi ile birlikte ellerim durmuştu. Bakışlarım, açılan kapının hemen ardından içeriye giren bedene çarptı. İlk önce siyah rugan ayakkabıları ve kumaş pantolonu görüş açıma girdi, kafamı ona doğru kaldırdım yavaşça.

 

Gözlerimiz kesiştiğinde o kaşlarını çatmış ve ne yapmaya çalıştığımı anlamak istermiş gibi üstten bana bakıyordu. Sonra da gözleri gözlerimi buldu tekrardan. "Elbiseleri beğendin mi?"

 

Sesi oldukça düz bir tonda çıkarken yüz ifadesinden yorgun görünüyordu. Dışarıdan gelmesinden olsa gerek ağzından çıkan buhar havaya süzülmüştü. Kapıyı kapatıp bir adım öne attığında üstündeki uzun kabanı çıkarırken ellerimi koliden çekerek doğruldum.

 

O kabanını asarken tekrardan bana dönmüştü. Bunun üzerine, "Niye aldın bunları?" diye sordum. Elimle kıyafetleri işaret ederken kara gözleri kısaca öne uzattığım elime değsede tekrardan gözlerime çıktı bakışları.

 

"Giymen için."

 

Ağzım şaşkınlıkla aralanırken o umursamaz bir şekilde yanımdan geçip merdivenlere yürümeye başladığında kendimi toparlayarak arkamı dönüp hızla peşinden gittim. Ona yetiştim ve üstüne atılarak sıkıca tuttum kolunu. Adımları dururken kafasını çevirerek kolunu tuttuğum parmaklarıma baktı. Gözleri en son gözlerimi bulduğunda bakışlarındaki keskin ifadeden dolayı elimi çekmek istesemde vazgeçmiştim.

 

"Benim zaten kendi kıyafetim var," dedim sakin olmaya çalışarak. "Kendi evimde!"

 

"Yapacağımız anlaşma gereği oraya bir daha gidemeyeceğin için kıyafetlerin de yok artık," dedi.

 

"Ne anlaşması ya?" dedim güler gibi. Sinirlerim bozulmuştu.

 

"Biraz olsun sakin olursan eğer yakın bir zaman da yapacağımız anlaşma," dediğinde kolunu parmaklarımın arasından kurtardı. Ardından arkasını dönüp tekrardan merdivene ilerlediği sırada ilk basamağa adım atmasına izin vermeyerek öfke ile önüne geçtim. Aramızda çok az bir mesafe kalmıştı, elimi merdiven korkuluğuna attım ve ardından tiksintiyle yüzüne baktım alttan.

 

"Ne anlaşmasından bahsediyorsun sen? Ya, ya sen nasıl bir pisliksin ya!" diye bağırmam sonucu gözlerini yumdu. "Dünden beridir beni bu eve hapsettin. Yetmedi şimdi de herkesle iletişimimi kesiyorsun. Benim bir ailem var, merak ediyorlardır. Zorla bir insanı elinde tutamazsın sen anladın mı?" Bunun üzerine gözlerini açmadan bir elini şakağına atıp hafifçe ovdu. Gözlerini araladığında kan çanağına dönmüş gözlerinin beyaz akını gördüm.

 

"Seni zorla tutmuyorum bunu önce bir kafana sok." Sonra uzun uzun gözlerime baktığında hiçbir şey olmamış gibi "Yemek yedin mi?" diye aniden sormasıyla yüzümdeki öfkenin yerini şaşkınlık alırken ağzım aralanmıştı.

 

Ağzım açık ona baktığımda beni süzmesi ile "Yemedin belli," dedi kendi sorusunu kendi cevaplarken. Hızla kolumdan tuttu, beni çekiştirerek mutfağa soktu ve sonra da sandalyeye oturttu. Elindeki araba anahtarını masaya indirdiğinde bana bakmadan arkasını dönmüş ve dolap kapağını açmıştı. İçinden birkaç tabak kahvaltılık çıkarıp öneme dizmeye başladığında ağzım aralık onu izliyordum. "Uzun süredir açsan eğer hafif bir şeyler yemen daha iyi olur," dedi ve tekrardan dolaba ilerledi.

 

Aralık dudaklarımı birbirine bastırdığımda derince yutkunurken "Ya kardeşim sen manyak mısın? Hayır anlamıyorum bak cidden kafan mı iyi, onu geçtim biz şu an normal şartlar altında değiliz hani bilmem farkında mısın? Oturup yemek mi yiyeceğim senin evinde?" dedim sinirle geniş sırtına bakarken.

 

"Bana kardeşim deme," dedi soğuk bir sesle.

 

Tekrardan bana döndüğünde elinde bulunan dolu reçel kabını önüme indirdi. Uzanarak hazır olan ekmek sepetini bana yanaştırdı ve gözleri anlık olarak hazırladığı masaya takıldı. "Bu işlerden pek anlamam idare et," dedi, sonra da geçip oturdu tam karşıma.

 

Önümde duran ve içinde kocaman bir çilek olan reçele baktım sonra da gözlerimi kaldırarak karşımdaki adama.

 

Niye her şey bu kadar saçmaydı?

 

Gözlerimiz bir süre kesiştiğinde "Aç olduğunu biliyorum inatçılık yapmayı bırak da ye hadi," dedi cebinden sigara pakedini çıkarırken. Arkasına yaslandı ve boynundaki kıravatını gevşetti sıkılıyormuş gibi. Cam masa dikdörtgen ve son derece uzundu böylece aramızda belli bir mesafe vardı.

 

Ona öylece anlamsız bir şekilde bakıp durdum. Çözmeye çalıştım gözlerindeki ifadeyi. Bu kadar zor olmamalıydı. Kendini bu kadar çok gizlememeliydi. Onun amacını anlamalıydım fakat o sanki onu okuyacağımı bilirmiş gibi asla izin vermiyordu buna. "İstemiyorum aç değilim," dediğimde biraz sonra karnımdan gelen ses sinirlerimi bozmuştu. Sanki tam da bu anı bekliyordu lanet şey.

 

"Şu inatçılığını bırak tamam mı?" Sanki sesini yumuşatma adına son gücünü kullanıyor gibiydi ama ne yaparsa yapsın yüzündeki sert ifadeyi değiştiremezdi. Kalıp gibi yapışmıştı sert çehresine. "Sinirlendiriyorsun beni ve bunun sonucunda boşuna eziyet çektiriyorsun kendine, yemeğini ye düzgün bir şekilde konuşalım sonra, emin ol anlaşabiliriz biz seninle."

 

Gözlerim gözlerinden koparak önümde bulunan reçel kabına kaydı. Fazla açtım. Hatta o kadar çok açtım ki biraz daha yemek yemesem muhtemelen birkaç saat sonra bayılacaktım açlıktan dolayı. Çok yaşamıştım bunu ve kendi vücudumun verdiği tepkileri bizzat tanıyordum.

 

İçinde bulunduğum şartlar gereği inatçılık yapmamın bir anlamı yoktu. Ve ben onun benden ne istediği öğrenmek istiyordum artık. "Tamam konuşalım," dedim.

 

Arkama yaslanacağım sırada "Önce bir şeyler ye sonra," dedi, rahat bir nefes aldığını gördüm.

 

Bunun üzerine ısrar etmeyerek- daha doğru daha fazla dayanamayarak ekmek sepetinde ufak bir parça ekmek elime aldığımda hemen karşımda olduğu için utansamda ona bakmayarak reçeli yavaşça önüme çektim.

 

Kopardığım ekmeği reçel kabına bandım, ağzıma attığım lokmayı utanarak zar zor çiğnediğimde reçelin ağzıma yeyılan muhtşem tadıyla istemsizce gözlerim kapandı. Yuh bu ne be?! Böyle lezzetli reçel mi olurdu?

 

Ağzımdaki lokmayı yuttum, ardından adeta aç bir köpek gibi kaba saldırdığımda elime reçel kabını aldım. Kopardığım büyükçe bir parça ekmeği tekrardan reçele banarken hızlıca ağzıma attım. Şaka mıydı bu, yoksa uzun süredir aç olduğum için ben mi abartıyordum bilmiyordum ama tadı tek kelime ile enfesti. Tatlı zaten severdim de böyle rezzetli bir reçel ilk defa yiyordum. Genelde fakir olduğum için ucuz su katılmış market reçelleri yerdim her zaman.

 

Yemin ediyorum aynı işlevi görmesine rağmen midelerimiz için bile bir adalet yoktu ortada. Bu zenginlerin yediği şeyler bile fakirlerinkinden bin kat daha güzeldi.

 

Hah! Ceren bir de kuru ekmekle de mutlu olurum demogojisi yapıyordu zamanında bana. Bok olursun, sen böyle bir reçeli ye de gör o zaman asıl mutluluğu. Mal!

 

Reçel tabağını o kadar hızlı bitirmiştim ki bir ara az kalsın üst üste ağzıma tıktığım ekmek ile boğuluyordum. İşaret parmağıma hafifçe bulaşan reçele yazık olmasın diye parmağımı ağzıma soktuğumda burnuma gelen sigara kokusuyla karşımda bulunan adamı tamamen unuttuğumu hatırladım.

 

Çok pis yemek yerdim ve galiba rezil olmuştum.

 

Yüzüme basan sıcaklıkla ilk defa ciddi anlamda utandığımı hissederken kafamı hafifçe kaldırıp ona baktım, kara gözlerini bana dikmiş sigara içiyordu. Gözlerim dumanın ardındaki kara gözlerini bulurken çektim dudaklarımın arasındaki parmağımı. İşaret parmağımı içe bükerek avuç içimde hapsettiğimde elimi dizimin üzerine indirirken derince yutkundum bakışlarından dolayı.

 

Acayip derece utanmam normal miydi?

 

Ne yapacağımı bilemediğim o saniyelerde etrafta derin bir sessizlik oluştu. Sigaradan derin bir nefes çekerek havaya üflemişti, sonra parmaklarının arasında bulunan sigarayı döndürüp eğdi ve önünde duran kül tablasına hafifçe vurarak ucundaki külü püskürttü. Ben onun kemikli elinin hareketlerini izlesemde onun bakışları bir saniye bile olsun benden ayrılmıyordu.

 

Aniden iğrenç yemek yiyiyorsun senden midem bulandı dese bu söylediğine şaşırmaz sadece kalbim dururdu utançtan dolayı.

 

Böyle söylemedi ama. Sigara tutan elini kaldırıp önümde bulunan boş tabağı işaret etti. "Sevdiysen eğer dolapta var çıkarıp yiyebilirsin," dedi sakin bir sesle. Yüzü ifadesizdi.

 

Daha çok utansamda kendimi toparlamaya çalıştım ve söylediğini es geçerek arkama yaslandım. "Benden ne istiyorsun?" diye sorduğumda sesim son derece sakindi.

 

Sorumla birlikte elinde bulunan sigarayı kül tablasına bastırıp bedenini dikleştirdi hafifçe. "Sonunda şu soruyu bu şekilde sakin bir tavırla sorabildin," dediğinde sesi fazla yorgun geliyordu.

 

"Tamam bak sordum sakince," dedim bir an önce söylemesi adına. "Şimdi hemen ne istediğini söyleyecek misin çünkü bu konunun yeterince uzadığı yetmiyormuş gibi şimdi de saçma bir yere doğru gitmeye devam ediyor her geçen sürede."

 

"Sürekli bir sorun çıkarıp uzatan sendin," dedi, ardından konuşmama fırsat vermeyerek "Senden isteyeceğim şeyler kısa sürede konuşulacak ya da yapılacak kadar basit şeyler değil. Zamanla öğreneceksin," diye devam ettirdiğinde kaşlarımı çattım.

 

Basit değil derken ne demek istiyordu?

 

Bunu sormak yerine "Zamanla öğreneceksin derken neyi kastediyorsun burada tam olarak?" diye sordum, çünkü ardındaki cevap beni korkutuyordu.

 

"Çünkü yapacağın şey için uygun bir zaman dilimi olmasının yanı sıra bütün uygun koşulların da sağlanması gerekiyor aynı zamanda."

 

"Ee," dedim alayla. "Ne anlamam gerekiyor benim şimdi bundan?"

 

Bıktım senden der gibi derin bir nefes bıraktı dudaklarının arasından. Ve sonra da dirseğini masaya dayayarak sakalını sıvazladı bir iki kere. "Şunu anlaman gerekiyor," dedi sanki hemen ardından vereceğim tepkiden korkuyormuş gibi yüzümü incelerken. Kara çekik gözleri kısılmıştı. "Şu iş olana kadar ki süreç boyunca ve iş bittikten sonraki belli bir süre zarfında da bu evde yani benim yanımda kalman gerekiyor."

 

O an ufak bir kahkaha attım çünkü sinirlerim bozulmuştu. Gözleri tepkisizlikle beni incelemeye devam ederken kendimi toparladım ve "Ne saçmalıyorsun sen ya?" dedim alayla gözlerine bakarken.

 

"Gayet ciddiyim," dedi sesi bir anda sertleşirken. "Onca önemli işimin arasında son iki gündür senin gibi hırçın ve ufak bir hırsızla bu denli uğraşıp başımı ağrıtıyorsam eğer emin ol son derece ciddiyimdir."

 

Yüzündeki sert ifadeye karşılık rahatsız olmuş gibi, "Bana hırsız demeyi keser misin?" dedim.

 

"Niye, değil misin?" diye küçümseyici bir ifade ile sormasıyla sinirlensemde belli etmemeye çalıştım.

 

Değilim desem zaten inanmazdı. Ki ben hırsız değilim diyemezdim. Dersem eğer işler daha çok karmaşıklaşır peşinden başka yeni sorular gelirdi ve ben o soruları şu anlık cevaplayamazdım.

 

Sorusunu duymazdan geldim ve gözlerimi kaçırdım ondan. Bakışlarım arkasında duran pencereden kasvetli gökyüzüne takılırken etraftan köpek uğultusu geliyordu korkunç bir şekilde.

 

Gözlerim gözlerini buldu tekrardan. Derince yutkundum. "Şimdi de zamanla öğreneceksin gibi yeni bir saçmalığa girdin. Benden ne istediğini bile bilmiyorum," dedim mantıklı bir şekilde konuşmaya çalışarak. "Ya yapmazsam bütün bu istediklerini?"

 

Hiç beklemeden "Yapacaksın," dedi kendinden emin bir sesle.

 

Derin bir nefes aldım göğsüm sertçe inip kalkarken. Sakin olmaya çalıştım ve öne doğru eğilerek iki elimin avuç içlerini masaya dayadım. Soğukkanlı bir şekilde yüzüne bakmayı başardığımda "Ya yapmazsam?!" diye sordum tekrardan bastırarak. Sesim bu sefer korkusuz ve kendinden emin çıkmıştı. "N'apıcaksın, beni öldürecek misin? Ya da ne bileyim sırf yaptığım şeyle eline düştüm diye bu sefer de polisin önüne falan atmakla mı tehdit edeceksin beni?" Öyle bir ifade ve ses tonu ile söylemiştim ki bunların hiçbirinden korkmadığımı anlaması gerekiyordu.

 

Tepkisiz tuttuğu surat ifadesiyle beni dinlemeye devam ederken bir elini masaya koyarak parmaklarını hafifçe masaya vurdu. O an koluna taktığı, oldukça pahalı duran siyah kayışlı saate gözüm kaysada tekrardan yüzüne çevirdim bakışlarımı ve cevap bekler gibi gözlerinin içine baktım.

 

"Birincisi," dediğinde sesi gayet netti. "şu zamana kadar benim polisle herhangi bir işimin olmadığını senin çoktan anlamış olman gerekiyordu. İkincisiyse, seni öldürmem Nisan..." Gözlerimin tam içine baktı o an. "Çünkü ölü biri benim işime yaramaz."

 

Derince yutkundum. Delici bakışlarını gözlerime sabitlemiş her ne kadar sakin gibi duruyor olsada keskin hatlara sahip yüzü oldukça sertti ve her konuşmasında gözlerinin ardındaki ifade her şeyi açıkca anlatıyordu bana. Yüz ifademi normal tutmaya çalıştım hatta yapabilseydim eğer alaycıl bir şekilde gözlerine bakabilirdim her zaman insanlara karşı yaptığım gibi ama bunu ona karşı yapamıyordum çünkü gerek yoktu yani. "Beni bu şekilde zorla ne kadar tutabilirsin ki bu evde? Ne yapıp edip elbet bir yolunu bulur hiç şüphesiz senden zerre korkmadan kaçarım buradan. Sen de eğer şu iki günlük zaman diliminde beni tanıdıysan. Ki tanımışsındır zaten... Böyle bir şeyi tereddüt dahi etmeden yapacağımı çok iyi biliyor olmalısın?"

 

Sözlerim bittiğinde dudakları kıvrılacak gibi olsada kendini toparlayıp şeytani bir ifadeyle yüzüme baktı. "Biliyorum merak etme," dedi. "Hem zorla tutacağımı da nereden çıkardın? Kendi isteğinle kalacaksın burada."

 

Kalın ve oldukça sakin çıkan ses tonu beni şaşırtmıştı fakat taviz vermeyerek "Hadi ya, nasıl olacakmış o?" diye sordum alayla. Kendi isteğimle asla onun yanında kalmazdım.

 

"Şöyle ki," dedi ve sonra cebinden bir kağıt parçası çıkardı. Daha doğrusu çek. "Senin ile birazdan yapacağımız anlaşma sonucu olacak o." Yerinde doğrularak öne eğildi ve kağıt parçasını bana doğru iteledi. Gözlerim, üzerinde yazan bilmem kaç rakamını gördüğünde şaşırmam gerekirken ben sinirlenmiştim.

 

"Ne bu?" diye anlamamış gibi sorduğumda sesim titremişti. O ise tekrardan yerine oturmuş ve rahat bir tavırla arkasına yaslanmıştı.

 

"Eğer bütün bu söylediklerimi yaparsan hayatın boyunca sana göremeyeceğin kadar çok para veririm." Gözlerimi kapattım fakat o susmadı. "Benimle olduğun bu süreç içinde zaten lüks içinde yaşayacaksın, sonra da bu iş bittiğinde sana vereceğim parayla hayatının sonuna kadar bu şekilde yaşamaya devam edersin."

 

"Benimle olduğun derken?" diye sorarcasına gözlerimi açıp yüzüne baktığımda takıldığım tek nokta burasıydı. Umarım yanlış anlamıştım çünkü o zaman hiçbir şeyi umursamayıp gerçek yüzümü ona göstermek zorunda kalırdım.

 

"Yanlış anlama," dedi hemen söze girerken. "öyle bir şey değil, zaten olamaz da." Üstümü süzdü aşağılayıcı bakışlarla. "Sadece iş olana kadar ve sonrasında biraz bekleyeceksin bazı sebeplerden ötürü. Çok fazla eve gelmem ben. Emin ol birbirimizin yüzünü bile görmeyiz bu süreçte."

 

Allah'ım ne işinden bahsediyordu bu adam ya? Şu an düştüğüm ortam şaka mıydı?

 

Nefesim daralması üzerine derin bir soluk çektim içime. Derince yutkunup dudaklarımı ıslattığımda damağımda reçelden kaynaklı güzel bir tat vardı fakat beynim öfkeden dolayı hiçbir şeyi algılamıyordu. "Bazı sebepler derken neyden bahsettiğini sorgulamayacağım bile. Çünkü şu saçma iş her neyse kabul etmiyorum," dedim kesin bir dille. Titreyen işaret parmağımla masanın üzerinde bulunan bilmem kaç rakamlı çeki işaret ettim. "Bu parayı da aynı şekilde!"

 

"Kabul edeceksin," dediğinde sanki tek seçeneğim buymuş gibi konuşuyordu.

 

"Asla kabul etmem," dediğimde hışımla yerimden kalkarken üstten yüzüne baktım. "Beni bırakacaksın. Ben senin paranı falan istemiyorum tamam mı?! "

 

"Niye?!" dedi sertçe, oda öfkelenmiş aniden ayağa kalktığında korkmuştum. "Paraya ihtiyacım var, bu yüzden evine girdim diyen sen değil miydin?" Gözleri öfke ile parladı ve bir ateş çıktı kara gözlerinde sabrı tükenmiş gibi.

 

"Al sana istediğin kadar para. Bak şu içinde bulunduğun evi görüyor musun?" dedi ardından bana yaklaşmaya başlarken. "Şu etrafına bir bak. Hayatın da hiç böyle bir ev gördün mü sen?" Tam dibime girdi. Üstten yüzüme baktı. Öfkeden kıpkırmızı kesilmiş yüzüme... "Sana aldığım elbiselerin hepsi marka, tonlarca para döktüm ben bugün onlara. Hoşuna gitmiş olmalıydı," dediğinde kalbime giren sızı kesinlikle öfkeden kaynaklıydı. O ise hiç durmadan canımı yakmak istermiş gibi konuşmaya devam etti gözlerimin içine bakarak.

 

"Sonuçta bir kıyafet gibi ruhuna yapışmış olan şu kötü karekterinin aksine seni olduğundan daha değerli gösterecek." Üstümü süzerek sarf ettiği cümleyle an benden bağımsız olarak nasıl elimin kalktığını ve nasıl yumruğumu yüzüne doğru savurduğumu kestirememiştim bile.

 

Çevik bir şekilde bileğimi yakalayıp yüzüne vurmamı engellerken nefes nefese ona baktım. Dişlerimi kırar gibi birbirine bastırdım. "Şu iğrenç sözlerini sana öyle bir yuttururum ki..." dediğimde burnumdan çıkan öfkeli soluklar önüme düşen saç tutamımı havalandırıyordu.
Hırsızlık yaptım evet ama hiçbir şeyi bilmeden benim ruhumun kötü olduğunu iddia ediyorsa onunkinin benden hiçbir farkı yoktu.

 

"Sen hiçbir şey yapamazsın," dedi hafifçe üstüme eğilip gözlerime gözlerime konuşurken. Üstünlüğünü kanıtlamak istermiş gibi konuşuyordu. "Bunu kabullen ve sonrada basit olan yolu seçerek söylediğimi kabul et, daha fazla olay çıkmadan."

 

Bileğimi hızla geriye çekip parmaklarının arasından kurtardığımda "Hiçbir şey yapamam öyle mi?!" diye bağırdım avazım çıktığı kadar. Az önce bileğimi tuttuğu kolunu yakalıp çevik bir hareketle bedenini cam masaya dayadığımda hemen yanında bulunan bıçağı kaptığım gibi boynuna dayadım.

 

"Beni başkası sanma." Yüzüne doğru eğildiğimde bıçağın ucunu gırtlağına hafifçe bastırmam sonucu başta şaşırsada alttan gözlerime bakarken hoşuna gitmiş gibi belirsiz bir ifade vardı yüzünde. "Kötüysem eğer hiç şüphesiz şu yaptıklarınla sen benden çok daha kötüsün. Daha bir kadınla nasıl konuşman ve ona nasıl davranman gerektiğini bile bilmiyorsun." Yüzüm alaya büründü. "Bir kere biz hassas ve narin varlıklarız! Biraz kibar ol önce."

 

"Sen mi narin bir varlıksın?" diye sordu alayla alttan yüzümü en ince ayrıntısına kadar incelerken.

 

Takdir eder gibi "Beni her geçen gün şaşırtmaya devam ediyorsun," diye devam ettirdiğinde yüzümde gezen bakışlarından rahatsız olmuştum.

 

"Kes sesini. Sinirimi bozuyorsun," dedim, bıçağı adem elmasının üzerinden kaydırdım yavaşça.

 

"Tamam," dedi sanki çok korkmuş gibi ellerini havaya kaldırırken oysa gözlerinin altında bariz bir alay vardı. "Sakin ol küçük hırsız, anlaşabilriz seninle."

 

"Bundan sonra hiçbir şekilde anlaşamayız biz seninle, çıkar şunu aklından bir kere!" dediğimde parmaklarım sertçe ceketini tutuyordu. "Az önce söylediğin iğrenç sözlere karşılık önce boğazını sonra da dilini keseceğim senin."

 

Bunun üzerine bu sefer ciddi ciddi sırıttığında inci gibi beyaz dişleri sert çehresini süslerken "Meyve bıçağıyla mı?" diye sordu. Yüzü fazla yakındı ve sıcak solukları yüzüme çarpıyordu.

 

"Beğenemedin mi?" diye sordum dişlerimin arasından. Öyle bir öfke yüzümde vardı ki bunun kolay kolay dineceğini sanmıyordum. "Şu kalın boynunu kesmek için yeter de artar. Soluk boruna tek bir delik açtım mı tamamdır. Gebermen saniyeleri bile almaz."

 

"Çok cesursun," dedi, rahat bir tavırla yüzüne düşmüş uzun saçımın bir buklesini parmağına dolayarak. "Bu işi kesinlikle sen yapacaksın."

 

"Ne diyorsun sen?!"

 

"Bir düşüneyim," dedi ardından bir süre yüzümü inceledi. Öylece kaşlarım çatık bir şekilde ona bakarken bundan yararlanmış hızlı bir hareketle bıçak bulunan bileğimi tutmuştu. Tuttuğu gibi canımı yakmayacak şekilde kolumu ters çevirip belime yaslarken doğrulup diğer kolunu boynuma doladı. Bunu yaparken sırtımı sertçe gövdesine yasladı ve bileğimi tutan elini kaydırarak parmaklarımın arasındaki bıçağı aldı. Bütün bunları öyle kısa bir süre de yapmıştı ki ne olduğunu kavrayamamıştım bile.

 

Sıcak solukları saç diplerime vurduğunda kalbimin hızı artarken derince yutkundum. "Bırak beni," dediğimde ayağımı kaldırdım fakat o "Şşt tekme yok," diyerek kulağıma fısıldamış ve beni durdurmuştu.

 

Derince yutkunduğumda saçlarıma karışan sıcak soluklarını düşünmemeye çalıştım ve "N'aparsan yap!" diye çığırdım sonra. "Hiçbir şekilde senden korkmuyorum tamam mı? Asla yapmayacağım. İğrenç paran umrumda bile değil!"

 

Sinirlenmiş gibi boynumdaki kolunu sıkılaştırdığında "Hırsızlık yaparken aldığın paraya da aynı şekilde iğrenç diyor musun Nisan?" diye sordu, dudaklarının saçlarıma temas etmesiyle sinirim bozulmuştu.

 

Ses etmedim. Derince yutkundum. Bunun üzerine kolunu boynumdan çektiğinde beni bıraktı ve sonra da karşıma geçti. Hâlâ belimde bulunan kolumu önüme getirdiğimde ter ters ona bakmam sonucu elinde bulunan bıçağı tezgah lavabosuna fırlattı.

 

Gözleri gözlerimi buldu, eliyle masada bulunan çeki işaret etti. "Otur, düşün ve sonra da doğru kararı vererek kabul et," dediğinde ceketini çekiştirdi. Sonra da masanın üzerinde bulunan araba anahtarını alarak çıktı mutfaktan.

 

Öfkeyle ardından baktım. Ardından masanın üzerinde bulunan kağıt parçasına. İleriye atılarak çeki masanın üzerinden kaptığımda süratle peşinden giderken merdivenleri tırmanıyordu. "Kararımı verdim!" dediğimde durdu ve bana döndü.

 

Merdivenlerde olduğu için benden baya bir yüksekteydi. Ona doğru baktığımda söylediğim şey ile yüzünde tatmin dolu bir ifade oluşmuştu fakat ben çeki havaya kaldırıp gözlerinin içine bakarak yırtmaya başladığımda o ifade anında silindi. Un ufak ettim elimdeki çeki, ona doğru sertçe fırlattığımda havada süzülen kağıt parçaları ikimiz arasındaki boşluğa, halının üzerine düştü.

 

Gözleri gözlerimden koparak aşağıya ortaya düşmüş kağıt parçalarına takıldı bir süre. Kafasını bana kaldırdığında "Zor olan yolu seçiyorsun," dedi robot gibi bir sesle.

 

Korktum yüzündeki ifade ile ama ona belli ettirmedim. İlerleyerek merdivenin ilk basamağına yanaştığımda o kağıt parçaları şimdi ayaklarım altındaydı. "Yol mol yok," dedim alttan yüzüne bakarken. Gözlerimizin arasında bir yol vardı ama, ve o yol hiç şüphesiz ateşten varolmuştu. "Sen bana herhangi bir seçenek sunacak o haddi kendinde bulamazsın."

 

"Seni öldürsem bile mi?" dediğinde sakin sesinin aksine yüzü şimdi gerçekten de korkutucuydu.

 

"Beni öldürsen bile... Şu an silahını çıkarıp alnımın tam ortasından vursan bile... Hemen bugün, şu saatte beni polisin önüne atsan bile..." Gözlerimiz arasındaki yolun ateşi sözlerim ile harlandı. "...sana boyun eğmeyeceğim ve istediklerini yapmayacağım."

 

Eğer yaparsam sonradan ortaya çıkacak sonuçların ne olacağını bilmiyordum ve bu bilinmezlik en korkutucu olanıydı. Ölümden bile...

 

"Zor kullanmak zorunda bırakılmayı sevmediğimi daha önce de söyledim sana," dediğinde birbirine geçirdiği dişlerinden olsa gerek yanak kasları dalgalanmıştı. Elini merdiven trabzanına attı ve sertçe sıktı. "Beni bunu yapmaya zorlama."

 

"Neye zorlamayayım seni?" diye sordum öfkeyle. Yanak içimi ısırdım sertçe. Yaşadığım şu son iki gün her daim gördüğüm kabuslardan başka bir şey değildi, oysa asıl kabusu daha yaşamamıştım bile. "Yapacağını yaptın sen zaten beni iki gündür bu eve hapsederek. Öldürecek misin gerçekten?" Merdivene biraz daha yaklaştım ve tam gözlerinin içine baktım alttan. "Tamam öldür."

 

"Seni öldürmeyeceğimi daha kaç kere söyleyeceğim! Aptal mısın, yoksa ısrarla anlamak mı istemiyorsun?!" diye sesini yükselttiğinde gözlerinde parlayan alev ile kalbim hoplamıştı. Çekti elini trabzandan ve hızla merdivenleri indiğinde tam önümde durdu. İlk basamağın üzerindeydi. Yeterince uzundu daha da uzun olmuştu şimdi.

 

"Aklını başına topla ve teklifimi kabul et," dedi hafifçe üstüme eğilirken. Her an gözlerinden bir ışın çıkacak ve o ışın benim gözlerimi delecekti sanki. "Ben, zor olan yolu seçerek şu zamana kadar hep iyi davrandım sana ama sen ciddi anlamda benim canımı sıkmaya başladın artık... Kötü tarafımla karşılaşmak bile istemezsin emin ol."

 

Zor olan yolu seçerek şu zamana kadar hep iyi davrandım sana, derken?

 

"Bana iyi davrandın öyle mi?" diye sordum alttan yüzüne bakarak. Boynum ağrımıştı. "Nasıl? Bu eve hapsedip, buz gibi havada bahçe hortumuyla yıkayarak mı yaptın bunu?!"

 

Sabrı tükenmiş gibi, sanki ona istemediği kötü bir şey söylemişim gibi, "Bana bak," dedi sertçe kolumu tutarken. Kendine doğru çekmesi üzerine ona doğru yükseldiğimde ayağımın birinci basamağa takılmasıyla yere düşecek gibi olurken refleksle kolundan tuttum. Parmaklarım ateşe değmiş gibi elimi hızla kolundan çektim, sertçe gözlerine baktığımda burnundan soluyordu benim gibi. "Görmek mi istiyorsun sen benim kötü tarafı mı, hım?" diye sordu ona bakmam üzerine. "Görmek istiyorsan eğer gösteririm seve seve, işime gelir. Sen zaten hâk etmiyorsun bunca iyi muamaleyi, çok bile dayandım ben sana."

 

Kolumu sertçe geriye çektim. "Kötü tarafın ne? N'apıcaksın aşağılık yanını gösterip güç dengesizliğini görmezden gelerek dövecek misin şimdi de beni?"

 

"O kıt beynin almak istemiyor çok belli de böyle bir şeyi yapmayacağım, istesen bile," dediğinde onu ilk defa bu kadar öfkeli görüyordum.

 

"Ya sen laftan anlamaz mısın?!" diye bağırdım öfkeden yüzüm kıpkırmızı kesilirken. "Yapmayacağım dedim anla tamam mı? Yapmayacağım," diye kelimeleri tek tek bastırmıştım.

 

"Fazla büyük konuşuyorsun yapacaksın!" dedi kaya kadar sert bir sesle. Kavgaya tutuşmuş iki öfkeli horoz gibi kafa kafayaydık resmen.

 

"Yapmayacağım!" diye bağırdığımda çocuk gibi anne! diye ağlayıp ardından kendimi yere atarak canım çıkarcasına bir tepinmediğim kalmıştı gerçekten. Bu adam beni çıldırtıyordu.

 

Bağırmam üzerine adeta üstüme yürür gibi hızla merdivenden indiğinde bir iki adım geriye gitmek zorunda kalmıştım. "Yapıp yapmayacağını görelim mi?" diye sorduğunda bir an için gerçekten burnundan çıkan buharın havada alev alacağını sandım.

 

Anlamayarak, "Ne?" dedim.

 

"Ben anladım ama ya, sen güzellikten anlamıyorsun," dedi kafasını sallarken. Kolundan tuttuğunda kapıya doğru ilerletmeye çalıştı fakat izin vermeden çektim kolumu ondan ve o bana döndü. Keskin yüz hatları gerilmiş dudaklarını sıkıca birbirine bastırmıştı.

 

"Nereye götüreceksin beni? Seninle hiçbir yere gelmem ben."

 

"Görmek istemiyor musun?!" dedi sesini yükselterek.

 

"Neyi ya, neyi?!" diye çığırdığımda sabrı tükenmiş üstüme atılıp kolumdan tuttuğunda beni hızla dış kapıya ilerletti.

 

"Yürü. Göreceksin," dedi.

 

Kolumu çekmedim bu sefer. Onu takip ettiğimde hışımla dış kapıyı açtı ve o an sanki rüzgar onun öfkesi olup yüzüme çarpmıştı sertçe. Kapının önünde duran arabasına ilerledik ve o kapıyı açıp bana baktı öfkeli gözlerle. "Bin," dedi sertçe.

 

"Nereye götüreceksin beni?" diye tekrardan sorduğumda sesim bu sefer kısık çıkmıştı. Rüzgar tenimi dondurmuş saçlarımı yüzüme doğru sertçe uçuşturuyordu.

 

"Gidince görürsün. Dediklerimi yapıp yapmayacağını da, gördüklerinle kendin karar verirsin artık."

 

İçime yerleşen korkuyla tedirginlik her yanımı sarmaya başladığında, "Ne diyorsun sen ya? Yine ne saçmalıyorsun?" diye sordum anlamayarak. Sesim bu sefer ciddi anlamda içime kaçmış ve bana bile zar zor ulaşmıştı. Dediklerini gerçekten anlamamıştım. Üstelik yüzü ilk defa bu kadar korkunçtu ama en çok da gözlerindeki ifade.

 

Kan çanağına dönmüş gözlerini gözlerime diktiğinde, "Senin gibi hırçın ve söz dinlemez bir kızı uslu birine çevireceğim," dedi dişlerinin arasından. Aramızdan geçen rüzgar onun yüzündeki korkunç ifadeyi kendiyle beraber götürmeye yetmiyordu sadece benim saçlarımı onun yüzüne de doğru uçuşturuyordu. Baktı bana, baktı baktı ve baktı. Öyle çok baktı ki bir anlam aramaya çalıştım o gözlerinde ama o bana bunu vermedi gözlerinde bir anlam varsa bile. Veremedi.

 

Bir adım attığında zaten yakın olmasından kaynaklı aramızdaki mesafe sıfırlanırken yüzümü kapatan ve onun yüzüne doğru uçuşan saçlarımı yakalayarak omuzundan geriye doğru ittirdi. Beklemediğim ani hareketi sonucu nefesimi tuttuğumda rüzgardan olsa gerek sigara karışmış pahalı parfüm kokusunu çok net almıştım. "Kabul et şunu," dedi sakin bir sesle, beni ikna etmek ister gibi fakat ben onu duymuyordum bile. Koca araba ile onun koca bedeni arasında donmuştum çünkü böyle ani bir temas ve yakınlık beklememiştim. "Ne senin canın yansın, ne benim."

 

Aralık dudaklarımı birbirine bastırdım. Derince yutkundum ve sanki onun gözleri bu sessiz yutkunmamın sesini bile duymuş gibi bakışları dudaklarıma indi bir saniyelik bir zaman diliminde. Bana doğru eğilmişti ve koca bedeninden dolayı rüzgara şimdi daha az maruz kalıyordum. Kalbim anlamsızca çarmaya başladığında elimi arabaya yasladım. Çok yakındı. Öyle yakındı ki bir kalem gibi son derece düzgün olan burnu burnuma çarpacaktı sanki her an.

 

Elimi çektim arabadan ve sonra da gözlerine baktım taviz vermeden. "Anla artık," dedim ardından. Sesim onun gibi sakindi. "Sen benim canımı yakamazsın hiçbir şekilde. Ne yaparsan yap istediğini yapmayacağım. Ya şimdi öldür beni, ya da bırak gideyim."

 

Gözlerime baktı. Sadece gözlerime. Uzun uzun baktı verdiğim cevapla ve sonra belini doğrultarak benden uzaklaştı. "Bin arabaya," dedi buz gibi bir sesle.

 

Gözlerindeki ifadeyi asla anlayamadım ama cevap vermek için ağzımı açtığımda konuşmama fırsat bile vermeden kolumdan tutarak koltuğa oturttu beni. Kapıyı kırar gibi kapattığında gözlerimi yumdum çıkan sesle. Yanıma oturmasına beklerken bu sefer ses gelmemesi üzerine gözlerimi tekrardan açtım, tam karşımda arabanın önünde gördüm onu. Telefon vardı elinde ve telefonla konuşuyordu. Yüzünde ise artık tarif edemeyeceğim kadar sinirli bir ifade mevcuttu.

 

Gözleri gözlerimi buldu camın ardından. Oynayan dudaklarını bakışlarım düştü. Aramızda filmli cam vardı ve o beni göremiyordu ama buna rağmen gözlerimin içine bakıyordu sanki yerini bilirmiş gibi. Çekti gözlerini gözlerimden. Bir süre daha konuştuğunda telefonu kulağından çekerek cebine soktu ve hızla ilerleyerek yanıma oturdu. Hiçbir şey söylemeden ve hatta yüzüme bir kere bile gözleri değmeden arabayı çalıştırdığında onu izliyordum ve ben korkmuştum ilk defa gerçek anlamda.

 

Dudaklarım aralandı fakat bir kelime veya bir cümle çıkmadı içinden. Dilim lâl oldu sanki o an. Sanki onun hareketleri dilime bir mühür vurmuştu. Aramıza öyle farklı bir hava yayıldı.

 

Kısa sürede oman yolundan çıkıp İstanbul'un kalabalığına karıştık, arabayı hızlı kullanmasından ötürü. Ona bakmaya korkuyordum. Ellerini direksiyona sarmış ve sıkıca tutuyordu. Bana ise yemin etmiş gibi bir saniye bile olsun dönüp bakmamıştı. Normalde ik saat sürecek olan yol yaklaşık bir saat civarında sürdüğünde tek bir diyalog geçmedi aramızda. Nasıl karakterde bir insan olduğunu asla çözemiyordum. İstediği zaman yüzündeki ifadeyi ortaya seriyordu. Duyguları alınmış bir robot gibiydi sanki.

 

Kafamı camdan dışarıya çevirdim, nereye gittiğimizi bilemezken bir süre sonra arabayı yol kenarında durdurmuştu. Durmuş olduğumuz tanıdık meydana baktım. Etraf her zaman olduğu gibi yine kalabalıktı. Çoğu insan koşuşturuyor bir yerlere yetişmeye çalışıyordu.

 

Niye buraya gelmiştik? Anlamamıştım.

 

Ona döndüm, yan profilini gördüm. Bana bakmıyordu. Gözleri ön camda bakışları bir noktaya sabitlenmişti. Dudaklarım aralandı fakat o benden önce söze girdi. "Biliyor musun? Herkesin bu hayatta zaafları vardır. Ölümden ve hiçbir şeyden korkmadığını iddia edenlerin bile."

 

Sesinden korktum, sesinin içindeki ton her duygudan sıyrılmış şeffaf bir boşluktan oluşmuştu sanki. Ne dediğini anlayamadım ya da anlamak istemedim çünkü o beni buraya iyi olmayan bir şey için getirmişti. Cevap vermemem üzerine kafasını bana doğru çevirdi. Kara gözlerini, zihnimi okumak istermiş gibi gözlerime sabitledi. "Tıpkı senin gibi Nisan. Seninde zaafların var."

 

Herkesin bu hayatta zaafları vardır. Ölümden korkmayanların bile.

 

Ölümden korkmayanların bile...

 

Kalbime, çok derinden bir yerden nedenini anlayamadığım bir korku gelip oturdu. Hemen bir saat önce çok büyük bir hata daha yapmıştım. O an anladım ama buna rağmen hiçbir şeyi yüzüme yansıtmadım ve, "Benim zaafım falan yok," dedim düz bir sesle.

 

Yüzüme baktı sadece. Bir ifade yerleştirmedi o yüzüne çünkü yerleştirirse yakalayacağımı çok iyi biliyordu. O benden daha profesyoneldi. Artık adım kadar emindim bundan. "Göreceğiz birazdan," dedi o sıfır ifadenin bulunduğu yüzü ile.

 

Derince yutkundum. "Neyi birazdan göreceğiz?" diye sorduğumda belki de cevabını çok net biliyordum bile.

 

Bunu söylemem üzerine sanki bir şeyler arıyormuş gibi gözlerini meydanda gezdirdi. Baktığı yere bakmak istemedim. Korktum ve o istediğini bulmuş gibi, "Heh, beklenilen kişilerde geldi," diyerek kafasıyla bir yeri işaret ettiğinde baktığı yöne bakmadım.

 

Bakmayacaktım.

 

O bunu gördü. Ve sonra da "Niye bakmıyorsun? Sen çok meraklısındır oysa," dedi hiçbir duygu barındırmayan düz bir sesle. "Sonuçta dün evinin önünde herkesin ortasında beni kolayca alt etmen varken, üstelik büyük bir aptallık yaparak tehdidimin gereksiz olduğunu anlamış olmana rağmen önce boyun eğmiş gibi yapıp sonra da benimle ormanın içinde bulunan hiç bilmediğin o eve gelmen bile bir meraktı."

 

Dondum.

 

Ruhumu bile görecek kadar zeki miydi, yoksa düşüncelerimi okumak gibi özel güçleri falan mı vardı gerçekten?

 

Bacağım üzerinde bulunan elim yumruk şeklini aldı. Gözleri gözlerimden koptu sanki her şey bitmiş gibi. O her şey neyse artık. "Kafanı çevir ve bak," dedi buz gibi bir sesle. "Sonra da gör seçtiğin yolu."

 

Gözlerim yan profinde gezindi bir süre. Bana bakmadı. Bakmasını istedim ama bakmadı. Kafamı çevirdim sonra yavaşça. İstanbul'un kalabalığını gördüm. İstanbul'un gürültüsünü işittim aynı zamanda ve İstanbul'un güzelliğini göremesemde hissettim ama hislerimi örten başka hisler de vardı ve o hislerin olumlu hiçbir yanı yoktu. Eksiler artıları anında yok etmişti. Bakışlarımı kalabalığın içinde gezdirdiğimde "Yeşillik alana bak, bankların olduğu taraf," dedi.

 

Gözlerimi çektim kalabalıktan ve daha az insanın olduğu yere, yeşillik park alana baktım. Bankın yanına daha yeni yeni gelmekte olan kişileri gördüğümde damarlarımda akan kan durdu. "On-lar. Onların ne işi var orda?" diye sorduğumda sesim kısık ve titrekti.

 

Murat gelip hızla banka oturmuştu ama Ceren oturmamış onun tam karşısında dikilmişti. Ceren. Ceren, benim kardeşim perişan görünüyordu. Sürekli bakım yaptığı kumral saçları darmadağın olmuş, şişen gözleri burdan bile belli oluyordu. Yerinde duramıyormuş gibi sürekli hareket hâlindeydi ve elinde bulunan telefona iki de bir bakıp sanki bir şeyler arıyormuş gibi etrafına bakınıp duruyordu.

 

Sanki birini bekler gibi.

 

Sanki beni bekler gibi.

 

"Onları buraya sen çağırdın," diyen kalın sesini işittim sonra.

 

"Ne?" dedim ona dönerken. Sesim çıkmamıştı bile. Az önceki özgüven kokan sesim şimdiden boyun eğeceğinin sinyallerini vermişti bana.

 

Damarlarına bir uyuşturucu gibi yapışmış olan şu öfkeni kontrol etmediğin sürece, öfkenin aklının önüne geçmesine izin verdiğin müddetçe hata yaparsın!" dedi sert bir sesle. Düşmanını işin sonunda öldürecek olsan bile her şeyden önce onu tanı, tanı ki aklını kullanabil. Böylece hiçbir zaman elin boş olmamalı çünkü düşmanını tam olarak tanımazsan eğer işler tersine dönebilir ve o işin sonu gelmeden ölen kişi sen olabilirsin.

 

Tanımamıştım. Ve basite indirgemiştim onu. Şimdi ise elim bomboştu. Üstelik ben onun eline düşmüştüm.

 

"Duydun," dedi sertçe gözlerime bakarken. "Onlara burda olduğunu sen söyledin," derken ağzım şaşkınlıktan açıldı. Büyük ihtimalle telefonumdan onlara mesaj atmıştı. Vücuduma büyük bir korku yayıldı.

 

"Senin amacın ne?"

 

Kara gözlerine baktığımda kaskatı yüz ifadesinden bir şey anlaşılmıyordu. Ne yapmaya çalıştığını tahmin etsem bile tam anlayamadığım için arabanın içindeki sıcak hava beni boğmaya başlamış nefesimi daraltıyordu. İçime bir sıkıntı yerleşti. Yüzüme doğru başını hafifçe eğdiğinde gözlerimin içine bakmıştı. Ardından dikiz aynasını bana doğru çevirip eliyle aynayı işaret etti.

 

"Amacım şu boyundan büyük kibrini kırıp gözlerine hakim olan korkuyu görmek!" Gözleri gözlerimi buldu aynadan. "Bak," dedi sonra öfkelenmiş gibi. "Görüyorsun değil mi, gözlerinin içinde az da olsa beliren o korku kırıntılarını? Ölümden hiçbir şeyden korkmadığını söyleyip duruyorsun." Yüzü alaya büründüğünde ciddi bir sesle konuşmaya devam etti. "Ama ölümün senden alacaklarından deli gibi korkuyorsun Nisan, çünkü herkes korkar, herkes! Ve buna sen bile dahilsin..."

 

Kalbim korkuyla çarpmaya başladı. Söylediklerine cevap bile veremezken aynadan gözleri gözlerime mıhlanmıştı. Çekti gözlerini gözlerimden. "Karşı tarafta duran altı katlı olan sarı binanın çatısına bak," dedi sonra.

 

Gözlerimi aynadan çektim ve yavaşça ön camdan dışarıya kaydırdım bakışlarımı, tırnaklarımı avucuma batırırken. Gözlerim sarı binayı bulurken bedenime yerleşen gerginlikle çatısına bakmıştım. Bizden çok uzak olmayan binanın çatısında hiçbir şey görünmüyordu. Köşe tarafında siyah bir örtünün örtmüş olduğu çıkıntıdan başka.

 

"Candar! Kendini göster."

 

Ne zaman eline aldığını bilmediğim telefona konuşurken bakışlarım anlık ona kaysada binanın çatısına bakmayı sürdürüyordum. Bir süre sonra o siyah örtü hafifçe kalktı, ardından görüş alanıma giren dürbünlü uzun namlulu sniper ile kanım damarlarımda dondu. O bir keskin nişancıydı. Silahın dönük olduğu yöne baktığımda ihtimallerim somutlaşarak gözümün önüne düşmüştü ve benim ellerim titremeye başladı. Hızlı bir şekilde ona döndüm. Kendimi inandırmak istermiş gibi, "Hiçbir şey yapamazsın," dedim kafamı iki yana sallarken. "İstanbul'un göbeğinde..." Güldüm sanki böyle bir şey mümkün değilmiş gibi. Oysa mümkün olduğunu en iyi ben biliyordum. "Etrafta bir sürü insan var. Seni yakalarlar."

 

Sesim titriyordu. Elimi kapı koluna atarak açmaya çalıştım fakat kilitliydi. Lanet olsun! "Yaparım," dedi sertçe gözleri gözlerimden kopmazken. "Yaparım Nisan. Az önce binada görmüş olduğun kişi var ya profesyonel bir keskin nişancı. İşinde en iyisi... İstanbul'un göbeğinde..." Gözlerime gözlerime baktı. "Herkesin gözleri önünde; tam şu an, şu saatte onları indiririm ve hiç kimse kurşunun nereden geldiğini dahi anlayamaz."

 

Bana en berrak hâli ile gösterdi kendini. Anlattı benden daha güçlü olduğunu. Benim onu basite indirgediğimi anladığını da sözleri ile kanıtladı. Aldığım hızlı soluklar ciğerlerime süzülerek zehir gibi bir etki bırakırken midemde büyük bir yangı çıktı. O an bütüm öfkem gözlerimin içinde toplanmıştı. "Sen!" dedim dişlerimin arasından. Nefesim kesildi. "Adi piç kurusu!"

 

Sert bir tokat yüzüne savurduğumda yüzü yana düştü. Gözlerini açıp kapattı. Avuç içim cayır cayır yanıyor, göğsüm hızla inip kalkıyordu. Bana bakınca o öfke ile elim bir kez daha kalkmıştı fakat bileğimden tuttu. "Seni öldürürüm," dedim nefes nefese. "Eğer ona bir zarar gelsin. Yemin ederim seni öldürürüm!"


"Kabul etmezsen bir zarar gelecek!" diye sesini yükselttiğinde gerçekten hiçbir şeyime tahammül edemiyormuş gibiydi.

"Böyle korkakça şeyler yaparak beni korkutacağını mı zannediyorsun?!" diye yüzüne doğru bağırdığımda bileğimi bırakmayınca diğer elimle göğsünden iteledim.

Tuttuğu bileğimden çekmesiyle ona doğru savrulduğumda burun buruna geldik. "Evet," dedi benim gibi sertçe yüzüme doğru. O kadar yakındık ki birbirimize öfkeden alev alev yanan gözlerimiz birbirine sabitlenmişti. "Aynen öyle." Kafasını salladı. "Anlayamadın mı sen daha bunu?" Kocaman eli çeneme gitti ve kafamı çevirerek gözlerimi cama çevirdi sonra. Görüş alanıma Ceren girdi ve o saniye gözlerim doldu. "Bak sen de görüyorsun değil mi? O hırsız çeten var ya, hani masum insanların evine girip acımasızca onları soyan." Dişlerinin arasından konuşuyordu. "Şu an sen dahil hepsi benim avuçlarımın içinde. Onlara neler yapacağımı ve onlara neler yapabileceğimi, gücümün sınırlarını tahmin dahi edemezsin Nisan." Yüzümü kendine çevirdi tekrardan ve ben onun kara gözlerine denk geldim aynı saniye de. Öfkeli sıcak solukları tenimi deldi sanki. Solukları bile bana gücünü göstermek istiyordu. "İstediklerimi yapmayıp rahat durmazsan eğer onları sırayla tek tek gebertip leşlerini ayaklarının dibine atsam bile günün sonunda yine de yaptırırım sana ben o işi!"

Tırnaklarımı avuç içime bastırdım, güldüm alayla. "Öyle mi," dedim sonra kendimden taviz vermeyerek. Oysa gözlerim her şeyimi ele veriyordu. "O zaman ben de o gün sonu gelmeden kendimi öldürürüm yine de istediğini sana vermem!" dediğimde son çırpınışlarım olduğunu o da biliyordu.

"Mezara girsen bile..." dedi. Bu sefer gerçekten beni öldürmek istiyor gibi bakıyordu. Ölüm kelimesini duyduğunda daha çok sinirleniyordu sanki. İkimizin yüzü arasında sadece santimler vardı ve ikimizin arasındaki o santim farkını öfkemizin oluşturduğu alev kaplamıştı. "...seni o çukurdan çıkartıp tekrardan diriltirim Nisan." Gözleri yüzümü taradı uzun uzun ve istediğini aldı. "Ama buna gerek kalmayacak zaten."

"Yapmam!" dedim dişlerimin arasından. O kadar yakındı ki kalp atış seslerini bile duyuyordum. "Yemin ederim, sana istediğini vermem. İstemediğim hiçbir şeyi bana yaptıramazsın sen. Kimse yaptıramaz, hayatım boyunca izin vermedim, vermem..." dediğimde dolu gözlerime baktı bir süre. Hatta bıkmış gibi bir nefes vermişti.

"O zaman bu bir ilk olacak," dediğinde sanki sesinden bu sefer gerçekten her şeyi bitirmiş gibiydi. Bitirdiği şey neydi bilmiyordum ama bitirmişti işte.

Bileğime dolanan parmakları koptu tenimden ve sonrada torpidonun üstüne bıraktığı telefon ekranına bastı. Kafasını bana çevirdiğinde ben öylece ona bakıyordum. Gözlerimin içine baktı. "Beni dinle Candar," dedi kayadan daha sert bir ses tonuyla. "Ben şimdi ondan geriye doğru saymaya başlayacağım." Kalbime büyük bir ağrı saplandı o an. "1 rakamının ağzımdan çıktığını duyduğun an hedefine aldığın kadın ve adamı tek bir tereddüte dahi düşmeden vur!" Sözlerinin devamında biraz daha yaktı canımı. "Önce kadından başla."

Acımasız bir sesle sözünü bitirdiğinde "Tamam abi," diyen kalın bir erkek sesi geldi telefondan.

Ve sonra çekti gözlerini dolu olan gözlerimden. Eli direksiyona gitti. Ön cama çevirdi gözlerini. Bakmaya korkuyor muydu? Gözlerimin içine bakmaya cesareti yok muydu?

"10... 9... 8..."

Gözlerimin içine bakarak niye saymıyordu? Gözlerime gözlerime bakararak saymalıydı o rakamları. bakmaya korkuyor muydu?

Sesi bir uğultuya dönüştü. Karnıma büyük bir kramp girdi. İki büklüm oldum arabada. Ellerim karnımı buldu. Bu adam bana unuttuğum acılarımı tekrardan hatırlatıyordu.

"6... 5..." Nefret ile yan profiline baktım. Saf bir nefret belirdi o an içimde. Daha gözlerime bakıp sayacak kadar bile cesareti yoktu onun. Midem çalkalandı. Dolan gözlerimin önü bulanıklaşırken buğulu bakışlarımı çaresizce Ceren'e çevirdim bu sefer.

Gözlerimin bulanık görse bile O, oradaydı. Benim kardeşim, bu hayatta sayısızca kez ölmek istediğim, yaşadığım her saniyeye lanet ettiğim günlerimde yanımda olup beni hiçbir acımda yalnız bırakmayan tek kişi orada; bir silahın hedefindeydi. Hiç ıskalamayacak bir silahın... Ben şimdi onu kaybedersem üstelik ölümüne sebep olursam vicdan azabı ve bu acıya katlanamazdım. Mahvolurdum. Biterdim tekrardan. Yanımdaki adam çok acımasızdı. Yapardı. Az önce son kez gözlerimin içine baktığında ben her şeyin bittiğini anlamıştım ve hiç tereddüt etmeden bunu yapacağını da. Ben onun kuyu gibi derin olan kara gözlerinde görmüştüm o acımasızlığı.

Seçimler! dedi gür bir sesle. İki beyaz kapının tam önünde durmuştuk. Bana birkaç ipucu vermişti fakat bunlar benim için yetersizdi. Çünkü böyle yaparak aslında o birkaç soru işaretinin belirmesine sebep olmuştu kafamda. Hadi seç birini, bir yol. Ama çok iyi düşün çünkü o yolun ardındakiler kötü olsa bile... O yolun sonunda ölecek olsan bile hayatın boyunca senin yaptığın bir tercih olarak kalacak yalnızca.

Peki o yolu seçmek zorunda kalırsam eğer. O zaman da bu bir seçim olur mu? diye sordum hızla. Bana döndü gözlerini gözlerime sabitledi. Ve sonra da cevap verdi.

Evet! dedi aynı gür sesle. Çünkü işin özü budur. Bir yemek yediğini ve o yemeğin vücudundan atılana kadar ki seyrini ve sonra da sonuçlarını düşün. Yemek midene girdiği için artık o işin geri dönüşü de olmayacaktır. Çünkü sevmediğin bir yemeği zorla yediysen eğer bu süreçte miden ağrıyacak ve belki de hasta olup kusacaksın fakat bütün bu kötü sonuçları o yemeği sana zorla yediren karşındaki kişi değil yalnızca sen çekmiş olacaksın. Seçimler de tıpkı bunun gibidir. Seçim yapan kişi sen olduğun için sonradan ortaya çıkan sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak olan kişi de bizzat sensin. Bir sigara yaktı. Döndü etrafında.

Gerçek hayat da böyledir. Kanun önünde de halkın içinde de... Sürü psikolojisinden de öte suçsuzluğunu kanıtlamadığın müddetçe asla aklanamazsın onların gözünde ve bütün her şeyi çekmek zorunda kalmaya devam edersin bu süreçte. Öyle ki bunun sonu ölüme kadar bile varabilir. Sesi son derece ciddiydi. Bu yüzden unutma ki yaşamımız boyunca yaptığımız her seçim sonuçları kötü olsa bile yalnızca kendi verdiğimiz kararlardan ibarettir. Ne olursa olsun bırak yapmış olacağın şey ufak ve değersiz bir seçim de olsa onun üzerinde her zaman çok iyi ve akıllıca düşün.

Yaşamımız boyunca yaptığımız her seçim sonuçları kötü olsa bile yalnızca kendi verdiğimiz kararlardan ibarettir.

Aslında bu çok doğruydu fakat benim içinde bulunduğum şartlar gereği muhtemelen birazdan yapmış olacağım bu seçim tamamen bir zorlamadan ibaret olacaktı. Ve o bunu da söylemişti bana.

 

Dolan gözlerimin ardında şimdi büyük bir pişmanlık vardı. Yaptığım kötülüğün doğurduğu sonuçlar neticesinde karşıma çıkan bu seçim benim gibi duygusuz bir insan için bile büyük bir pişmanlıktı ama en çok da kabul etmediğim takdirde yaşanacak olay sonucu sonsuza dek sürecek olan suçluluk hissi.

 

Ölmezdim.

 

Hep çok istedim.

 

Fakat silahın namlusu bana dönük değildi.

 

"4." Son birkaç gündür aşinası olduğum yabancının kalın sesi inceldi ve sivri bir oka dönüşerek kulağıma saplandığında nefret ettiğim, bundan sonra sonsuza kadar nefret edeceğim o kelime çıktı ağzımdan. "Tamam," dedim fakat ağzımdan çıkan ses o kadar kısıktı ki dudaklarımın arasından özgürlüğüne savrulduğu an bir buhara dönüşerek kaçıp uzaklaşmıştı benden.

 

Bir dejavunun tam içindeydim.

 

Bu sefer tamam diyen ve bu sefer boyun eğen kişi bendim.

 

"3!" Sesi aniden sertleşti. Sabrı biraz daha azaldı, beni duymamıştı. Onu şimdi daha iyi tanıyordum. Bana kendini göstermişti. Sabırsız bir adamdı ve üstelik de sinirli.

 

Kafamı çevirip buğulu bakışlarımının ardından yan profiline bakarken "Tamam," dedim ikinci kez fakat bu sefer sesim her şeye inat boğuk çıktı. Sesim bile inatçıydı ve sesim bile benim gibi bir insanın bu duruma düşmesini kaldıramıyordu.


"2," dedi. Durmuyordu. Durmayacaktı ve beni duymuyordu. Belki de daha yüksek sesle kabul edip onu tatmin etmeliydim. Yıllar boyu çelik gibi sağlamlaştırdığım sinirlerime ilk defa yenildim. Kendime ihanet ettim ve sonra da, "Tamam!" diye avazım çıktığı kadar bağırdım. Gür ve aynı zamanda şimdi bir korkağa dönüşerek titreyen inatçı sesim, yankılanarak içinde bulunduğumuz arabanın filmli camlarına çarptığında saymayı bırakmıştı. Orta kalınlıktaki dudakları öylece aralık kaldı bir süre. Sonra da kafasını yavaşça bana çevirdi.

Yüzünde hâlâ kabul etmeyeceğime dair ihtimaller olsa da, İşte dedi gözleri gözlerimi bulurken. İşte bu kadar, seni yendim. Sonra şeytani bir ifade bürüdü o karalarının yerini. Hemen sonra gözlerine hapsettiği kocaman 'bilinmezlik' ise o an sadece derince yutkunmama sebep olmuştu .

Tamam. Tamam. Tamam.

Üç kelime! Anlamı ve yazılışı aynı olan... Yalnızca basit bir kelimeydi fakat bu kelime bir insanın hayatını karartacak kadar büyük bir güce sahip olabilir miydi? Şüphesiz ki ben onun bir akrebin en ölümcül zehrini içerisinde barındıran o kara gözlerine her baktığımda benimkini karartacağını anlamıştım.

Gözlerim gözlerine takılı kaldı geçen sürede. Onun gözleri dolan gözlerime takılı kaldı hiç durmadan akıp giden zamanda. Ve onun gözleri bana kazandığı zaferi gösterdi. O zafer benim yenilgimle sonuçlandı.

Evet ben yenilmiştim ama içimde büyük bir öfke ateşi belirmişti. O öfkeden çıkan ateş bütün bedenimi sardı.

Ve sonra o, sonsuza kadar benim en büyük düşmanım oldu.

Bundan sonra onun gözleri benim tek yenilgim olarak kalacaktı ve o yenilgi her aklıma geldiğinde ona karşı nefretim bir ateşe dönüşüp durmadan harlanacakı. Ta ki o ateş bir volkana dönüşüp de o volkanın patlaması sonucunda çıkan lavlar ikimizi de küle çevirene dek.

İkimizi de öldürene dek.

Bölüm Sonu.

Düşüncelerinizi merak ediyorum. Şu anlık kadın ana karakterin gözünden okuduğunuz için ona göre tarafsız yorum yapmanızı rica ediyorum.

Loading...
0%