Yeni Üyelik
12.
Bölüm

11. BÖLÜM

@esraslnn

 

 

 

Bts ' The Truth Untold

ThxSoMch ' Spit in my face

ThexSoMch ' Hate

Seksendört ' Yara

 

1 HAFTA SONRA


İnsan kendi yolunu kendi seçer.

İnsan gideceği yolun, ateşten mi yoksa çiçeklerden mi varolduğunu bilmese bile.

Yolun önce kapısı görünürdü. Düz taştan oluşurdu her ikisi de. Ama bu yanıltıcıdır. Tamamen bir oyun, bir kandırmacadır. O yolun sana önceden neler getireceğini bilmesende seçim tamamen sana kalmıştır ve bazen seçtiğin o yolun sonu bile olmaz. Çünkü oraya hapsolur, ateştense eğer yolun; erirsin, kül olursun, ölürsün ama ölsen bile sonsuza dek orda yanmaya mahkum kalırsın. Çünkü beden erir, kül olur hiçbir kırıntı kalmaz geriye, oysa ruhun yapışır o yolun dar sokaklarına.

Kimse ruhunu sökemez, alamaz; kimse sesini duyamaz. Yanarsın. Çığlık atarsın. Sesin sana ulaşır fakat o yola girmekte olan ve yeni yeni erimeye başlayan insanlar seni bir türlü duyamaz. Onlar sana yardım edemez ve onlar zaten kendine bile yardım edemez! En sonunda sen sonsuza dek kendi çığlıklarına hapsolor, onlarla yaşamak zorunda kalırsın. Alışırsın fakat sadece alışmakla kalırsın. Acı çığlıklarının sesi hiçbir zaman kesilmez. Ve sonra onları görmezden gelmeye başlarsın. Bu ise en korkutucu olanıydı. Kendi zihninin acı dolu çığlıklarına hapsolup onlarla yaşamak zorunda kalmak en zor olanıydı.

Ben ilk defa seçim yapacağım her iki yolun başını da görmüştüm. Görmeme rağmen ateşe yürümüştüm. Çünkü ben hayatım boyunca yanmaya meyilliydim. Çünkü benim yolum sadece ateşten varolabilirdi.

Zor olan yolu seçiyorsun, demişti bana ama bunu söylemesine gerek yoktu çünkü ben zaten o yola aittim. Görmeliydi, gözlerimdeki ateşi görmeliydi ve işte o zaman bana seçecek bir yol vermemesi gerektiğini anlaması gerekliydi. Eğer gözlerimdeki o ateşi gördüyse, o ateşte kendisinin de yanacağını bilmeliydi.

Beni yürütmeye zorladığı o yolda ve o ateşte onu da yakacaktım.

Çünkü ben çok yanmıştım. Kinim o kadar büyüktü ki hiç şüphesiz bana dokunanı yakar, küle çevirirdim sonra da o küllerinden heykelini diker onunla eğlenirdim.

Çok derinden bir nefes aldım.

İçinde oturduğum büyük çardakta güneş ışınları azda olsa yüzüme vururken, dizlerimi kendime çektim kollarımı dizlerime sardığımda kafamı bükmüş olduğum dizlerimin üstüne koydum. Güneş olmasına rağmen havada her zamanki gibi keskin bir soğukluk vardı. Soğuktan nefret etmeme rağmen beni etkilemiyordu, belki de umursamıyordum artık.

Çünkü ben sevmediğim şeylere çabuk alışırdım.

Ruhsuz bakışlarımı, çardağın hemen yanındaki boşlukta, sıra sıra açmış olan rengarenk çiçeklere diktim.

Beyaz, sarı ve pembe.

Çok güzeldi renkleri. Bu kışa girdiğimiz aylarda ağaçlar yapraklarını döküp otlar solarken, onlar rengarenk ve capcanlı görünüyorlardı. Onlar dirençliydi benim aksime. Mevsimlere meydan okuyabiliyorlardı ve her zaman açıyorlardı emindim bundan.

Dizlerime sıkıca sardığım sağ kolumu çözdüm ve işaret parmağımın tırnağını bankın yüzeyine amaçsızca sürtmeye başladım. Oldukça sessizleşmiş, dilime koca bir kilit vurulmuştu sanki. Dudaklarım birbirine yapışmış, onları açamıyordum bir türlü.

Bu büyük bir yenilgiydi.

O adam beni büyük bir yenilgiye uğratmıştı. Hani asla yapmam demiştim ya. Hani ben boyumdan büyük konuşmuştum ya. Büyük konuşmamak gerekiyormuş onu anladım ben. Çünkü ben yapmıştım. Kabul ederek her şeyimi bir kukla gibi onun ellerine bırakmıştım.

Her şeyimi.

Seçim yapmıştım, seçim yapmaya zorlanmıştım ve işte sonuçlarından biri tam olarak buydu. Onun evinde, kocaman bahçesinin içinde bulunan bir çardakta oturmuş nefret ettiğim soğuk havaya katlanıyordum kendime ceza verir gibi.

Gözlerim, önünde bulunduğum ve artık nefret etmekten de öte iğrendiğim eve kaydığında onun, beyaz tül perdenin arkasından bana baktığını biliyordum. Sabahın erken saatleriydi. Güneş daha yeni yeni doğuyordu. O, birazdan bana o üst pencereden bir süre bakıp gidecekti ve hiçbir şey söylemeyecekti yine. Tam bir hafta. Koca bir hafta boyunca bu böyle sürüp gidiyordu. Bana boyun eğdirttikten sonra ve artık kaçma girişimimin son bulmasıyla evin korumalarını azaltmıştı ve beni sözde serbest bırakmıştı ama kendi koyduğu kurallarla.

Her sabah buraya gelip bu çardakta oturuyordum. İçerisi beni boğuyordu. Uyku gözlerime bir türlü uğramak bilmiyordu. Yine uyku problemlerim baş göstermiş ilaçta olmadığından dolayı gözlerimin altı mosmor olmuştu şu geçen bir haftada.

Uzamış olan tırnağımı yerinden sökmek istermiş gibi sertçe banka sürtmeye devam ettim. Kardeşimi özlemiştim, bana fındığım diyen Baran'ı, Murat'ı, her ne kadar son zamanlarda aramız hiç iyi olmasada Oktay'ı bile özlemiştim.

En azından ben onların iyi olduğunu biliyordum ama onlar bana ne olduğunu bile bilmiyordu. Birdenbire ortadan yok olmuştum. Ceren'in bankın önündeki perişan hâli her aklıma düştüğünde kalbime büyük bir sızlama giriyordu. Ve ben bütün bunlara karşılık o adamla o günden sonra hiç konuşmamış telefonun t'sini bile dile getirmemiştim. Çünkü ne ben onu görmüştüm, ne de kaçmalarımın sonucu onunla denk gelebilmiştik.

Belki de kaçmamın sebebi Cerenlerin her şeyi öğrenecek olmasıydı. İşte böyle de bencil bir insandım. Sırf öğrenmesinler diye onları arayamıyordum bile.

Hafif bir rüzgarın hakim olduğu etrafta deniz kokusu burnuma gelirken gözlerimi sıkıca birbirine bastırdım. Deniz kokusu güzeldi. Nefret ettiğim bu günlerimde huzuru bahşediyordu bana. Bomboş karanlık düşüncelerimin arasından arabanın motor sesi kulağıma geldiğinde hızla gözlerimi açtım. O'nun yine gittiğini gördüm. Akşama kadar gelmeyecekti.

Belki de hiç gelmeyecekti.

Gözlerim uzaklaşan arabasının arka camına takıldı. Tamir etmişti onu. Oysa bir haftadan beridir, düne kadar o camı paramparçaydı. Onu ben parçalamıştım. O gün...

Arabayı siyah büyük kapının açılması ile içeriye sürerken ormanın içi derin bir sessizlikle kaplanmıştı. Ne o konuşuyordu, ne ben. Ne o bana bakıyordu ve ne de ben. Gözlerim dolu doluydu. Ağlamak istiyordum ama kendime bir söz vermiştim. Ağlamak zayıflıktır gibi saçma bir düşünceyi haklı bulduğumdan değil, utanıyordum sadece. Ben uzun süredir başkalarının yanında ağlayamıyordum. Zaten onun yanında hiç ağlamazdım.

Bana yaptırmıştı bunu. Bunu yapmıştı ve beni en yakın arkadaşımı öldürmek ile tehdit etmişti. Ben ise ona boyun eğmiştim. Gözlerimi kırpıştırdım. Tırnaklarımı avuç içime batırdım. O sırada araba onun ininde ilerlemeye devam etti. Kapının biraz ötesinde durdu. Gözlerim takılı kaldı evin kapısında. Konuşmadı. Konuşmadım. Nefesim daraldı, onun kokusunun sardığı bu arabada. Hızla kapıyı açarak kendimi dışarıya attım. O kapıya doğru hızlı adımlarla ilerledim.

Şimdi kendi isteğimle o kapıdan içeri girecektim.

Yüzüme çarpan rüzgar tenimde bir bıçak etkisi yarattı ve derin bir oyuk açtı tenimde. Açılan oyuktan çıkan o kan ile kendime geldim. Olduğum yerde adımlarım aniden durdu. Bütün bedenime yayılan öfke ile dişlerimi sıktım. Beni durduran, adımlarımı kesen bütün bedenimi etkisiz hâle getiren öfkemdi.

Nasıl arkamı döndüğümü ve tekrardan nasıl ona ulaştığımı bilmiyordum bile. Yeni arabadan iniyordu. Üzerine üzerine doğru yürüdüğümde beni görmesi ile duraksadı. Öfkeli adımlarım arasından işaret parmağımı ona uzattım. "Bu yaptığını!..." Derin bir nefes alma ihtiyacı hissettim. Sesimle birlikte parmağımda titremişti. Yüzümü örten saçlarımı geriye çekmedim bile. Tam karşısında durmuştum ve göğsüm hızla inip kalkıyordu. "Bu yaptığını sana ödeteceğim, yemin ederim! Bugünü asla unutma. Hayatımdaki tek insanı öldürmekle tehdit edip bana boyun eğdirttiğin bugünü sakın unutama, çünkü ben unutmayacağım!"

Öfkeli soluklarımın arasından nefesim kesiliyordu o ise dimdik durmuş elinde anahtar sadece gözlerime bakıyordu. Uçuşan rüzgar ikimizin de saçlarını uçuşturuyordu ama benim içimdeki öfkeyi götüremiyordu. Gözlerimiz birbirine mıhlanmıştı. "Zamanı geldiğinde sana kim olduğumu göstereceğim ve sen bana karşı yapmaya cürret ettiğin bu şeyin ne kadar aptalca olduğunu kendi gözlerinle göreceksin. Göstereceğim sana."

Hiçbir şey söylemedi. Yalnızca dolu olan gözlerime bakmaya devam etti.

Arkamı döndüm büyük bir hırsla ilerledim tekrardan fakat kendime hakim olmam imkansızdı. Yönümü çevirip az önce gözlerime takılan taş blokların üst üste indirildiği yere doğru yürüdüğümde elime aldığım parke taşının ağırlığı içimdeki öfkenin ağırlığı ile eşdeğerdi. İkinci kez ona döndüğümde her daim varolan gözlerindeki ifadesizliğin aksine bu sefer anlamsız bir ifade vardı.

"N'apıyorsun?" dediğinde onu duymadım, ilerlemeye devam ettim ve sertçe elimdeki taşı arka arabasının camına geçirdim. Öyle bir güçle atmıştım ki taşı, çıkan büyük gürültü ile range roverin arka camı un ufak olarak taşla birlikte içeriye doğru dökülmüş, Serhat denen adamın "Hassiktir lan!" diyen şaşkınlık dolu sesini işitmiştim.

Sadece o değil çıkan ses sonucu siyah kapının önünde dikilen adamlar elleri belinde koşturarak bu tarafa gelmiş ve hepsi şaşkınca bize, daha doğrusu gördükleri ile camı parçalanmış arabaya bakıyorlardı şimdi.

"Bir şey yok! Yerinize geçin!" diyen onun kaya gibi sesini işittim. Bunun üzerine adamlar gözlerini bizim üzerimizden çekerek geri gittiklerinde paramparça olmuş camdan gözlerimi çektim ve ona baktım.

Hiçbir tepki yüzünde olmasada burnundan sık nefesler alıp veriyordu. Derince yutkundu. Gözleri arabasındaydı. Parçalanmış arabasında. Parçalamış olduğum arabasında. Gözlerini yumdu.

"Makul gör," dediğimde açtığı gözleri bana dönmüştü. "Öfkemi bir yerden çıkarmam gerekiyordu yoksa az önce yaptığın şerefsizlik ile gün sonu gelmeden seni kendi ellerim ile öldürürdüm!"

Yüzü sertleşti fakat ben onu umursamayarak yere hemen ayaklarının dibine tükürdüm bütün nefretimi kusar gibi. Hızla ona arkamı döndüğümde koşturarak evin kapıya ilerlerken kapının önünde gözleri kocaman açılmasına tezat izbandut gibi dikilen iki kişi vardı. Sertçe kapıyı açtım ve hızla içeriye girdim. Sonra da kırar gibi kapattım kapıyı ve ağladım.

Buz gibi havanın tenime işlemeye devam ettiği bankta ne kadar süredir oturduğumu bilmediğim bir zamanda sırtımda hissettiğim bez parçasıyla irkilirken yumduğum gözlerimi açtım hızla.

Karşımda duran yeşil gözlü kadındı.

Onu o günden sonra birçok kez görmüştüm. Çünkü neredeyse her gün gelip gerekli işleri yapıp ardından akşama doğru gidiyordu. Geçip tam karşıma oturduğunda bakışlarım onun hareketlerini izlerken üstüme bıraktığı şala sarındım. Bu bir hafta boyunca ona sürekli ters davranmaya devam etsemde aslında onun da bir suçu olmadığını biliyordum. Her ne kadar bana yardım etmesede oldukça iyi kalpli bir kadındı. Bunu hareketlerinden ve gözlerinin içindeki gerçek samimi bakışlarından anlayabilirdiniz.

Elinde tutmuş olduğu büyük kahve kupasını önüme bırakıp bir umut içmemi istermiş gibi sevecen bir şekilde gözlerini gözlerime dikti. Bakışlarımı yeşil harelerinden çekerek dumanı tüten kupaya kaydırdım. Bu kadar inatçılığın bir anlamı yoktu. Çocuk değildim. Sırf bana yardım etmedi diye ona daha fazla bu şekilde davranamazdım. O adamın nasıl cani biri olduğunu görmüştüm. Karşımda duran kadını kim bilir nasıl tehdit etmişti. Ya da etmiş miydi onu bile bilmiyordum. Çünkü kadının gözünde korkuya dair tek bir kırıntı dahi yoktu.

Ayaklarımı yere indirdim ve soğuktan morarmış parmaklarımı siyah kupanın etrafına sardım. Ne kadar içmek istemesemde karşımda duran kadının hevesli bakışlarından dolayı dudaklarıma götürürek kahveden bir yudum aldım. Sıcak kahve ağzımda zehir gibi bir tat bırakırken yüzümü buruşturmamaya çalışarak içmeye devam ettim. Bu hareketimle Gülperi abla yüzüne ufak bir tebessüm yerleştirmişti. Bu sefer terslememiş olmam onu bayağı mutlu etmişe benziyordu. Bir süre sessizlik oldu aramızda ve o beni incelemeye devam etti.

"Ailen var mı kızım?" diye sordu pat diye. Bunun üzerine yanlış bir şey sormadığını umarak yeşil harelerini kucağında birleştirdiği ellerine indirdi. Kahveden bir yudum daha içtiğimde daha fazla dayanamayarak yan tarafımdaki boşluğa indirdim.

Ailem. Ailem var mıydı? Uzun zamandır benim yaşayan tek ailem Ceren'di. Ondan da kopmuştum şimdi. Onu sen kendinden kopardın, dedi iç sesim. Kalbime bir ağrı saplandı. Ben çok bencil ve kötü bir insandım. Ona ulaşmak için hiçbir çaba sarf etmiyordum. Tam bir hafta geçmişti, kocaman bir hafta. Benim ise yaptığım tek şey sırf o adama yenildim diye bu evde köşe kapmaca oynayıp, sonra da böyle olduğu için kendimi yiyip bitirmekti.

Yeşil gözlerinde sabit kalan bakışlarım ile cevap vereceğim sırada uzun süredir konuşmamamdan ötürü boğazımı temizlemek durumunda kalmıştım. "Ailem var," dedim ardından pürüzlü bir sesle. "Ceren..."

Meraklı bakışları yüzümün her ayrıntısını incelediğinde "Ceren kardeşin mi?" diye sordu naif bir sesle.

"Biyolojik olaraksa eğer hayır demek mecburiyetinde kalırdım ama sanırım kan bağının hiçbir işe yaramadığını hayat bana bir şekilde öğretti. O benim kardeşim," dedim kesin bir dille. Hiçbir şey bunu değiştiremezdi. Kan bağı çok siktiriboktan bir şeydi. Keşke kanımızı değişterecek bir güç olsaydı ve ben de o gücü kullanabilseydim. İşte o zaman çok insanı çıkarırdım hayatımdan, ölmüş olsalar bile...

"Anladım," derken daha fazla soru sormak istediği yüzünden belliydi fakat oluşan sessizlikle çok fazla üstelememişti. Bu birkaç gündür sürekli benimle konuşmak için uğraşıyordu. Artık ilk günkü gibi benimle konuşması yasak değildi sanırım. Gözlerimi devirdim sonra. Karşımdaki kadının ilk gün bana yalan söylediği çok barizdi. Basbayağı o adama çalışıyordu işte.

O beni incelemeye devam ettiği sırada ben de onu incelemeye başladım. Ağzımı açmışken bundan sonra kapatmak istemiyordum. Kafamda soru işaretleri belirdi ve beliren o soru işaretleri doğrultusunda iki elimi yanımdan oturduğum banka dayadım. Üstümdeki şal sırtımdan belime doğru kaydığında onu umursamadım çünkü o soruları sorma vaktiydi. "Siz uzun süredir bu evdesiniz galiba," dedim sorarcasına, amacım bir şeyler öğrenmekti. "Yani öyle her yeri çok iyi biliyorsunuz falan... Bu eve çok yabancı gibi durmuyorsunuz da ondan merak ettim sadece."

Gözleri yüzümde dolaşmaya devam ettiğinde üstünde bulunan gri kalın hırkasına sarındı. "Evet," dedi, derin bir nefes alarak. "Ama yalıdaki on beş yılı hesaba katarsak eğer bu ev oraya göre pek de uzun bir süre sayılmaz."

Kaşlarımı çattım anında. Yalı mı?

"Yalı mı? Siz yalı da mı çalışıyorsunuz?" diye sorduğumda kafasını salladı hafifçe. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Yeşil gözlerinin kenarları kırışırken onun gençliğinde çok güzel bir kadın olduğunu düşündüm. Gerçi yaşına rağmen hâlâ çok güzeldi.

"Normalde benim asıl işim orada. Evler birbiri ile bağlantılı olduğu için, zaten Cihangir Bey söylemese bile Hâle Hanım'ın emriyle ayda bir düzenli olarak buraya gelir, etrafı çekip çeviririm." Sanki bir sır verirmiş gibiydi. "Tabii Cihangir Bey pek hoşlanmaz bu durumdan, öğrendiğinde de kızar ama işte annesi devreye girince genelde çok da sesini çıkarmaz."

Merak duygusu hücrelerimi bir bir sardı.

Annesi?

Annesi mi vardı onun? Yok Nisan adam gökten indi.

Ben bazen bazı şeyleri unutup herkesi kendim gibi sanıyordum. O kadar uzun süredir annesizdim ki hiçbir anısını unutmamama rağmen sanki o hayatımda hiç varolmamıştı.

"Annesi mi?" diye mırıldandığımda "Onun," dedim, sonra duraksadım bir süre ne söyleyeceğimi bilemeyerek. Derince yutkundum. "Yani Cihangir'in bir ailesi var mı?" İsmi dilimden zehir gibi dökülmüş, bu bile sinirimi bozmuştu.

Genelde çok fazla kin tutan bir insan değildim aslında. Sadece canımı yakanlara karşılık içimde bir ateş belirirdi ve ben o ateşin kaynağını oluşturan kişiyi kendimle birlikte yakmadan duramazdım.

Bunun söylemem ile Gülperi abla ufak bir kahkaha atmış ben ise kaşlarımı çatmıştım bu ani tepkisine. "Tabii ki var ayol. Ailesi olmaz olur mu?" dediğinde sesinde zerre kötü bir niyet yoktu ama benim nedense bu sözle kalbim ağrımıştı. "Hepsi çalıştığım yalıda oturuyorlar." Kocaman tebessüm etti tekrardan. Gülüşü çok güzeldi. Bana doğru hafifçe eğildiğinde tebessümü çoğaldı. "Hem bak bir ikizler var, bir gör. Sıla aynı senin gibi, huy olarak tıpa tıp kopyan..." Beni süzdü şakadan bir ifadeyle. "Böyle dik başlı, dediğim dedik keçi gibi inadı var."

Tebessüm etsemde o adamla ilgili bir şeyler öğrenme merakım git gide artıyordu. "İkizler?"

Sorarcasına yüzüne baktığımda "Cihangir Bey'in kız kardeşleri," dedi hızla. "Sıla ve Aslı. İkisi de elimde büyüdü, yavrularımdan hiçbir farkları yoktur güzellerimin. Sen çok ufak görünüyorsun ama sanırım hemen hemen onların yaşlarındasın."

Benim yaşlarımda ikiz kız kardeşleri vardı öyle mi? Acaba ailesi oğullarının kendi yaşlarında bir kızı tehdit ederek evinde tuttuğunu biliyorlar mıydı?! Sonuçta onlarında kızları vardı.
Daha çok soru sormak istesemde sinirlerim bozulmuştu. Zaten o adamın bir annesinin olması daha çok sinirimi bozmuştu. Neden benim aksime o her şeye sahipti?

Sonuçta en az benim kadar o da kötüydü. Hayat sadece benim günahlarımı görmüş. Benden bir şeyler çalmakla meşguldu herhâlde. Ona uğramamıştı öyle mi? Bu kadar da kıskançtım işte. Benim yoksa eğer hiçbir kötü insanın da annesi olsun istemiyordum.

"Bu arada senin yaşın kaçtı kızım? Fazla ufak görünüyorsun ama şimdi olgunluğuna da bakarsak eğer doğrusu ben tam çıkaramadım yaşını."

İşittiğim naif sesi ile ona döndüğümde "Yirmi dört yaşındayım ben," dedim.

"Ay ciddi misin?" diye sordu inanmaz bir sesle. Gerçekten şaşırmıştı fakat ben bu tepkilere alışıktım. Yaşımı hiçbir zaman göstermezdim. "Bizim ikizlerle hemen hemen aynı yaştasın derken bu kadarını da kastetmemiştim. E ama sen onlara göre çok ufak görünüyorsun." Yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi. "Çok da zayıfsın zaten. Üflesem uçacak gibisin. Sen hiç mi yemek yemiyorsun kızım? Bu yüzden mi böyle ufak kaldın?"

Yüzümde tatlı gülüş meydana geldi. Anne gibiydi. O gerçek bir anneydi. "Aslında çok yemek yerim ben," dedim hızla söze girerken. Aç olduğum çok gün olmuştu ama ondan kaynaklı mıydı bilmiyordum. "Orta okuldayken de hep çocukların arasında en çok yemek yiyen bendim. Hatta bir ara çok kiloluydum ben, böyle tombul ve aynı zamanda kısa... Herkes beni tombik diye çağırırdı sonra da ben onları hocaya şikayet etmez direkt gidip döverdim." Gülümsedim. "Ama işte birdenbire kilo verdikten sonra çok erken regl oldum. Nedeni bu mu bilmiyorum fakat bir daha hiç uzamadım."

Aniden kilo vermemin sebebi bir gün bayılıp her şeyi hatırlamamdı.

Hatırlamamayı tercih ederdim.

Gülümsememe takılı kalmıştı. Ve bakışlarında sorgular gibisinden bir ifade peyda olmuştu. "Çocuklar derken?" Kısık bir sesle anlamaya çalışır gibi yüzüme baktığında dudaklarımdaki tebessüm yavaşça solarken kendimi hızla toparladım. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım ve sonra derince yutkundum.

"Şey... Ben yetimhanede büyüdüm de oradaki çocuklardan bahsediyorum."

Yüzünde saniyelik bir düşüş yaşandı, böyle bir şeyi beklemiyor olacak ki ağzı şaşkınlıkla açıldı. Sonra hızla kendini toparladığında gözlerini kaçırdı gözlerimden. Elim dizimin üzerinde yumruk şeklini aldı. Anlamıyordum, bunu söylemek zorunda kaldığımda neden üzülüyordu insanlar? Sonuçta yetim olabilirdi insanlar. Bana niye bunu her seferinde gösteriyorlardı ki, o acıma duygusunu.

Gözleri tekrardan gözlerimi buldu. Boğazını temizlediğinde "Ceren ordan mı arkadaşın?" diye sorunca bu soruyu beklemiyordum açıkcası. Ben daha çok ay üzüldüm ile başlayıp devamı gelen saçma cümlelere alışıktım.

"Evet, biz çok yakınız birbirimize. Aramızda sadece bir yaş var ama kendisi ablam gibidir. O hep benim nazımı çeker," dedim, yüzünde bir pişmanlık oluşurken derince yutkunduğunu gördüm.

"Ben ilk başta öyle olunca sana telefonumu veremedim. Ama asla kötü bir niyetle değil. Sadece benim elimde değildi. Serhat oğlum ısrar edip aklıma girmese bir kere ben böyle bir şey yapacak bir insan hiç değilim, sonuçta benim de senin yaşında çocuklarım var kızım. İnan ben çok üzgünüm..." Panik olur gibi aceleci konuşması sonucu kurduğu cümleler birbirine dolaştığında sinirlenmem gerekirken ben tebessüm etmiştim bu hâline. Çocuk gibi mahcup olup gözlerini benden kaçırması ve gerçekten üzgün çıkan sesiyle onda zaten hiçbir şekilde suç bulamazdım.

Çünkü smasumlara değil şeytanlara aitti.

"Ben her ne kadar o gün size çok kızsamda ve şu bir haftalık süreçte size bütün bu tavırları göstersemde emin olun suçu hiçbir zaman sizde bulmadım. Bu yüzden kendinizi suçlu hissetmeyin lütfen," diyerek yerde olan başından dolayı simsiyah saçına baktığımda elinde duran bakışları yüzümü buldu. "O," dedim sonra ağzını açmasına izin vermeden sorgular gibi yeşil gözlerini bakarken. Soğuktan dolayı bedenim kaskatı kesilmişti. "Yani Cihangir o gün ne dedi size de, siz telefonu bana vermeyip yemek yaptıktan hemen sonra öyle kaçar gibi gittiniz evden?"

Bunu sorarken ciddi anlamda korkmuştum. Çünkü o adam karşımdaki kadına benim bir hırsız olduğumu söylemişse eğer ben ilk defa çok ama çok utanırdım. Söylemiş miydi?

"Şey..." dediğinde ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bir süre duraksadığında "İstiyorsanız eğer söylemeye bilirsiniz. Sizi zor durumda bırakmayı istemem," dedim fakat içimden söylemesi için dua ediyordum.

"Yok canım zor durumda kalmam," dedi sıkıca hırkasına sarınırken. "Bak ne güzel günler sonra konuşuyoruz biz seninle." Gülümsedi. "Beni Serhat oğlum aradı," dedi ardından. "Sizin kavga ettiğinizi ve sonra da hep böyle şeyler yaptığınızı anlattı."

Ağzım açıldı şaşkınlıkla. "Neler yaptığımızı?" diye sorarcasına gözlerine baktığımda kaşlarını çatarak dudaklarını birbirine bastırdı. O da anlamıyormuş gibi gözlerime bakıyordu şimdi.

"E işte senin çok sinirli olduğunu en ufak bir şeyde Cihangir Bey'e hemen küstüğünü ve sonra da evi terk etmek için türlü bahaneler ürettiğini söyledi bana." Ağzım balık gibi açıldı ama o susmadı. "Serhat oğlum, bana birbirinizi ne kadar çok sevdiğinizi söyleyince ben kıyamadım ufacık bir şeyde ayrılmanıza kendimce iyilik yaptığımı düşündüm."

Benden yaşça büyük olmasaydı eğer, ne saçmalıyorsun sen amına koyayım? diye çıkışırdım ona. Kesin derdim ama ağzım o kadar da bozuk değildi ya, ben küfür etmeyi pek sevmezdim. Yani.

Ağzım açık ona baktığımda "Biz derken?" diye sordum şaşkınca.

Gözlerime bakmayı sürdürdüğünde o da benim gibi kaşlarını derinden çatmış, yüzünde soru işaretleri belirmişti. "Sen ve Cihangir Bey işte kızım. Birlikteymişsiniz. Serhat oğlum söyledi."

Şaka mıydı bu ya? Evet öyleydik! Gördüğüm yerde öldürmemek adına türlü bahaneler ürettiğim adam ile birlikteydik biz, evet!

"Serhat oğlun sana yalan söylemiş Gülperi abla," dediğimde bu sefer onun ağzı açılmıştı. Taviz vermeden direkt gözlerine baktım. "Benim onunla aramda hiçbir şey yok. Olamazda," dedim sertçe.

"Ama," dediğinde ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi duraksayıp yüzüme baktı bir süre. Sonra gözleri kocaman açıldığında eli ağzına kapandı hızla. "Hii," dedi korkuyla. Yüzünde dehşet dolu bir ifade belirdi. Ciddi anlamda korkmuş ama en çok da şaşırmıştı. "Kızım yoksa bunlar seni zorla mı tu-"

Hızla söze girerek "Öyle bir şey yok abla," dedim sözünü keserek. Bunun üzerine rahat bir nefes bıraktı. "Benim bir süre bu evde kalmam gerekiyor ama nedenini sorma lütfen çünkü inan ben de bilmiyorum," diye devam ettirdiğimde kadının yüzü artık şekilden şekle bürünüyordu.

Pat diye söylemeyi severdim. Zaten gerek yoktu yalana. Gerçi daha çok bilerek söylemiş de olabilirdim. Şimdi gitsin de o Serhat denen pisliğin kendisine söylediği yalanla onu bir güzel haşlasındı.

"Pek bir şey anlamadım ve ben ne diyeceğimi de bilemedim şimdi," dedi hâlâ şaşkınlık akan sesiyle. Kafasında bir sürü soru işareti birikmişti. Aniden gözlerinde bir sinir belirdi. "Serhat oğlum bana niye yalan söyledi ki?" diye kendi kendine söylediğinde işte şimdi içimden sırıtıyordum.

"Serhat sizin oğlunuz mu?" diye sordum.

Gözleri gözlerimi bulurken "Yok ama oğlum gibidir kendisi," dedi. Kızgın bir ifadeyle kaşlarını çattı derinden. "Ama ben onun annesi gibi değilmişim. Baksana bana nasıl yalan söylemiş kızım. Bildiğin beni kandırmış!"

Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Bundan zevk almam normal miydi? Canımı yakan insanların mutluluğu değil mutsuzluğundan zevk alırdım. Zaten salak mıydım ki mutluluklarından zevk alayım? Serhat denen o herifin yüzündeki ifadeyi çok merak ediyordum şimdi.

Bunu harlamak adına sahte bir şekilde dudaklarımı büktüğümde "Galiba öyle," dedim üzgün bir ifadeyle gözlerine bakarak. "Neden size yalan söylediğini ben de anlamadım. Annesi yaşındasınız sonuçta. Her şeyden öte anladığım kadarıyla birbirinize anne oğul gibi oldukça da yakınmışsınız zaten. Valla çok ayıp olmuş bu yaptığı."

Sen tam bir şeytansın.

Yüzündeki öfke çoğaldı ve ben bundan her saniye zevk aldım.

"Öyle gerçekten," dedi kızgın bir ifadeyle. "Elime düşecek ama o eşek sıpası. Sırf kendisine börek açmam için sözde hediye etmiş gibi aldığı o kalın oklava ile bir temiz dayak atayım da ona ben, görsün bakalım bana yalan söylemek neymiş." Yumruk yaptığı elini hafifçe dizine vurduğunda gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıp başımı başka yöne çevirdim.

O an nedensizce o görüntü gözümün önüne düşmüştü. Çünkü Serhat çok iri ve aynı zamanda sert bir adamdı. Gülperi ablanın onu oklava ile bahçede kovaladığını düşündükçe gülesim geliyordu ve ben o an onun yüzündeki ifadeyi de hayal edemiyordum doğrusu.

Gözlerim siyah büyük kapının olduğu tarafa kaydığında pek bir şey göremiyordum çünkü aslında iki kapı arasında bulunan taşlık yolun etrafını azımsanmayacak şekilde ağaçlar kaplamıştı. Bu bahçe fazla büyük ve açıkcası da fazlası ile güzeldi. Dikilen çiçek türlerinden tutun da köpek kulubesinin rengine kadar her şey en ince ayrıntısı ile düşünülmüş ve ona göre tasarlanmıştı sanki.

Gülperi ablanın, "Peki sen niye böyle üzgünsün ki kızım anlayamadım," diyen ince sesini işittiğimde bakışlarımı ona çevirirken daha açıklayacı bir şekilde devam etti konuşmasına. "Demek istediğim şu geçen bir haftada hep böyle üzgün, en çok da bize karşı tavırlı ve sinirlisin. İlk gün mesela çok kötüydün. Konuşmayı geçtim yüzümüze bile bakmıyordun. Ben önceden sırf Cihangir Bey ile kavgalı olduğunuz için ikinizin hepimize karşı böyle davrandığınızı düşündüm. Çünkü Cihangir Bey eve bile gelmiyor doğru düzgün." Mırıldandı. "Gerçi o genelde de bu eve çok gelmez de..."

Şüpheyle bakıyordu bana. Kafasında yüzlerce soru işareti vardı. Belki de aklına gelen ihtimaller korkutucuydu ve o korkuyordu. Neden bu kadar çok gizlemişlerdi ki her şeyi bu kadından? Ben anlamamıştım. Onu tamamen Cihangir'in çalışanı zannetmiştim gerçi yine öyleydi ama bu tür işlerden çok uzaktı belli ki. Hatta normal hayatları olan normal insanlar gibi davranıyordu bana. Bir dizinin içindeymişiz gibi.

Derince yutkundum. Az önce söylediklerim ile Serhat'ın attığı yalanı kırmıştım ama şimdi benim daha çok yalan uydurmam gerekiyordu. Yine birilerini yakarken aslında kendimi de yakmıştım. Sonuçlarının ne olacağını bilmesem her şeyi tek tek anlatırdım ona fakat devamında ne olacağını çok iyi biliyordum. Anlatırsam eğer hırsız olduğumu da anlatmak durumunda kalacaktım ve bu istediğim bir şey değildi. Allahaşkına kim birine arsız gibi hırsız olduğunu söyleyebilirdi. Gerçi ben söylemiştim fakat bir tek o adama karşı dile getirmiştim bunu ama o da insan değildi zaten!

Hayır hadi diyelim ki ben onunla kavgalıyım sırf bu yüzden niye herkese kötü davranayım ya? Bu Serhat denen çocuk fazla mı hayal kuruyordu?

Düşünmeyi bırakarak hafifçe boğazımı temizlediğimde karşımdaki kadın benden bir cevap beklermiş gibi gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. "Gülperi abla ben nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Aslında biz gerçekten de kavgalıyız." Kaşlarını çattığında hemen söze girdim. "Sandığının aksine öyle bir kavga değil ama. Bir iş için bu evdeyim yani tam bilmiyorum ve lütfen nedenini sorma ama bildiğimiz normal bir iş bu..." Duraksadım, alt dudağımı ısırdım. "Bu iş ile ilgili aramızda bazı anlaşmazlıklar oldu ve ben gerçekten çok sinirli bir insan olduğum için bazen olay çıkabiliyor. Kolay kolayda sinirim geçmez ve bunu etrafımdaki insanlara da yansıtırım maalesef. Çok kötü bir şey biliyorum ama elimde de değil."

Kafası daha çok karıştı.

Ne demiştim ben ya? Benim bile kafam karıştıysa kadınınki nasıl karışmasındı?

Ağzı açıldı ama tekrardan geri kapandı. Anlamamış gibi yüzüme baktı bir süre. "İş?" dedi sonra sorar gibi. "Bildiğimiz iş."

Yüzüm kızardı. Bildiğimiz iş neydi?

"Evet," diye mırıldandığımda olay başka yere çekilmez inşallah diye dua ediyordum içimden. Çünkü o zaman çok daha rezil olurdum.

Hafifçe bana doğru eğildi ve şüpheyle gözlerimin içine baktı. "Kızım ben çok kurcalamak istemem çünkü haddime değil zaten ama bak eğer- Tabii ben böyle kötü bir ihtimali aklımdan dahi geçirmesem de... eğer istemediğin bir şeyi sana yaptı-"

"Yok," dedim hızla sözünü keserek. Yok çünkü sen yolunu seçtin Nisan. "Öyle bir şey değil gerçekten. Zaten öyle bir şeye ben izin vermem. İçin rahat olsun o ihtimali düşünme yani."

Sanki bütün bu etraftaki insanlar melek kalpliydi de bu kadın o kötü ihtimali bile düşünmüyordu. Kadını nasıl kandırmışlarsa artık resmen kör etmişlerdi.

Her ne kadar rahatlamış gibi derin bir soluk alsa da pek tatmin olmuşa benzemiyordu ama yine de sesini etmeyerek bana başını salladı ve ben gizliden rahat bir nefes vermiştim. Aramızda bir süre sessizlik olduğunda gözlerimi tekrardan ondan kaçırırken bahçenin artık incelemediğim tek bir noktası kalmamıştı.

"Hadi gel mutfağa gidelim." Sesini duymam ile kafamı ona çevirdim tekrardan. Ayağa kalkmıştı. Bunun üzerine başımı yukarıya kaldırdım ve alttan yüzüne baktım. "Nasıl kavga ettiyseniz artık günlerdir doğru düzgün yemek yemiyorsun." Üstten bana bakarken yüzü birden şakadan kızgın bir ifadeye büründü. "Valla kırılıyorum ben senin bu yaptığınla. Sen bilmesende bu yaptığın bana bir hakaret sayılır söyleyeyim sana. Çünkü şu zamana kadar benim lezzetli yemeklerimi yiyip de devamını getirmeyen tek insan sensin."

Yemekleri gerçekten de aşırı güzeldi fakat bu hâldeyken boğazımdan bir iki lokmadan sonrası geçmiyordu. Her şeyden öte o adamın evinde yemek yemek istemiyordum. Öyle ki o yediğim iki lokmayı sırf öfkemden dolayı kustuğum zamanlar bile olmuştu. Böyle de manyak bir insandım.

Ne yapacağımı bilemeyerek öylece yeşil gözlerine bakmayı sürdürdüğümde bıkkın bir soluk bıraktı ve sonra da "Hadii kızım. Aa ne kadar da inatçısın yahu," diyerek kolumu tutup ayağa kaldırdı. Bundan rahatsız olsamda daha fazla diretmeyerek peşinden gittim.

Çocuk gibi davranmaya gerek yoktu.

Bence.

İçeri girdiğimizde elimde katlamış olduğum şalı kenarıya bıraktım ve çoktan mutfağa giren Gülperi ablanın peşinden gittim. Fazlası ile geniş mutfağa girdiğimde buzdolabını açmış içine bakıyordu. "Dünden kalan yemek var ama saat daha çok erken olduğu için ağır gelir. Menemen ya da omlet hangisini istersin?" diye sorarak bana döndüğünde yanına yaklaşmıştım.

"Gerek yok, sen zahmet etme abla," dediğimde sesim çekingendi. "Ben hemen bir şeyler çıkarıp yerdim." Benden büyük bir kadının bana hizmet etmesi beni mahçup ediyordu. Elim kolum vardı şükür. Yemek yapmasını da biliyordum fakat o adamın evinde elimi bir şeye de sürmek istemiyordum. Sonuçta yapılan yemekleri o da yiyiyordu. Yüzümü buruşturdum. Zıkkım yeseydi keşke! Pislik.

"Olmaz öyle şey. Ben sana şimdi benim tarifim olan nefis bir omlet yapacağım eminim ki bayılacaksın, ikizler ve çocuklarım ayıla bayıla yerler bu omleti, sonra da yatıp kalkıp bana dua ederler mideleri her sabah bayram ettiği için. Bir dua da senden kazanalım değil mi? E yaşımız ilerledi artık daha çok sevap kazanmak gerekir," dediğinde bu hâline istemsizce gülümsemiştim. Ciddi ve resmi giyiminden dış görünüş olarak öyle görünmese de özünde aşırı tatlı bir kadındı.

Ağzına kadar dolu olan dolaptan organik olduğunu bildiğim dört yumurta çıkarttı. Hareketlerini izlerken ısrar etmenin anlamı olmadığını biliyordum. Bir kere ben akıllı bir insandım yani üstelikte hırsız! Sırf gururumdan yemek yemediğime inanamıyordum. Öyle ki elime fırsat düştü diye bu adamı soyup soğana çevirmem gerekiyordu benim.

Tabii eski ben olsaydım... hiç şüphesiz bunu yapardım hırsımı almak adına her şeyden öte onu da geçtim bu eve giren sebze, meyve, yumurta ve daha birçok şey organikti. Kim alışveriş listesini oluşturuyorsa eğer bu konuda çok fazla özen gösterdiği belliydi.

Aferin Nisan. Ceren bir haftadır senden haber alamasın, perişan olsun. Sen burda meyvenin neden organik olduğunu düşün.

Beynime bir hançer saplandı sanki. Mideme kocaman bir lav süzüldü. O lav endişeden çok korkuydu. Korkuyordum. Ben gerçekten korkuyordum. Çünkü adım kadar emindim ki Ceren her şeyi zaten ilk günden öğrenmişti. Baran asla suzmazdı. Bunca geçen sürede zaten suzmazdı ve ben Ceren'i galiba tamamen kaybetmiştim. Bunun ile bencil olan yanımı tekrardan göstermiş onunla yüzleşmekten ölümüne korkuyordum.

Kusacak gibi olduğumda elim karnıma giderken nefes alıp sakin olmaya çalıştım. Ben ne yapmıştım Allah'ım? Ben nasıl bu kadar salak olabilirdim de o eve gizliden girip kendimi böyle bir duruma düşürmüştüm. Ben bu kadar aptal bir insan değildim. Bana ne olmuştu. İçimde şüpheler olsa dahi yaptığım başta küçük gibi görünen çok büyük bir hataydı. Yaptığım hatanın büyüklüğünü o adamın eline düşünce anlamıştım.

Ben tamamen bitmiştim.

Kendi kendimi bitirmiştim.

Bir kez daha.

"Gülperi abla ben bir lavaboya gideceğim," dedim, bir şey söylemesine fırsat dahi vermeden mutfaktan çıktığımda koşturarak merdivenleri tırmandım. Altta ufak bir banyo ve tuvalet daha vardı fakat benim durağım orası değildi. Koridorda koşturarak son kapıya ulaştığımda kendimi içeri atarken gözlerimin önüne serilen manzara ile derin bir nefes aldım. Evet buraya gizliden giriyordum çünkü huzur bulduğum tek yer burasıydı. Hiç yatağa bakmayarak ilerledim ve camın tam dibine girerek yere oturup bağdaş kurdum.

Gözlerim deniz manzarasına takılı kaldı, ağlamak istiyordum ama yapamıyordum. Ben Ceren'e ne söyleyecektim? Her geçen günde o daha çok endişelenip daha çok kötü oluyordu benim yokluğumda fakat ben yapamıyordum işte. Elimde değildi onu kaybedersem eğer ölmezdim. Onu kaybedersem eğer ben ben olmaktan çıkardım. Ve ben ben olmaktan çıkarsam eğer özenle altı yıldır inşa ettiğim bütün her şey yıkılırdı. Eğer yıkılırsa o bina ben tekrardan ezilirdim onun altında ve bu sefer sadece yaşayan bir ölü olmazdım çünkü ellerim eskisine oranla çok daha sağlamdı. Sağlamlaştırılmıştı. O ellerle ben çok kötü şeyler yapardım. Kendimi biliyordum, olacakları biliyordum. Olacak olanlar arasında Ceren'in şimdikinden çok daha fazla zarar göreceğini de biliyordum.

Ben, aslında ne yapacağımı bilmiyordum.

Bütün bunlara karşılık o adam hakkında binlerce soru işareti oluşmaya devam ediyordu kafamda ve bazen öyle ki merakım tekrardan her şeyin önüne geçmeye başlamıştı. Ama bu sefer merakımın bir suçu yoktu çünkü böyle olması gerekiyordu.

Yerimden hızla kalktım ve çıktım odadan. Üstümdeki kot pantolonun yıkanmaktan rengi solmuş çoğu zaman peluş kazağımın altına giydiğim atletle dolaşıyordum, sırf o elbiseleri giymemek adına. Hızlıca bir haftadır kendi yattığım odaya girdiğimde belki de ben çoktan bazı şeylerin tercihini yapmıştım.

Çünkü bazen böyle olması gerekliydi.

Orta boyuttaydı bu oda. Ne çok büyük ne de çok küçük ve açıkcası oldukça da sade ve şıktı. Kafamı çevirerek boy aynasından kendime baktım, derince yutkundum ve sonra da günlerdir düşündüğüm o kararı verdim. Hızla elbise dolabını açtığımda sıra sıra dizilmiş elbiselere hiç bakmazken eğilerek dolabın altına baktım. Elimi ufak açıklıktan soktuğumda elime tuşlu telefonum gelirken, onu aldım ve sonra da kapıyı üstümde kilitledim.

Kapanan telefonu açtığımda binlerce aramaya bakmadım bile. Binlerce mesajın olduğu mesaj kutusuna girdim ve sonra da ellerim tuşlara dokundu.

...beni bir daha arama! (08.30)

İstediğimi yazdım. Sonra hızla telefonun arka kapağını çıkardığımda içindeki sim kartını çıkararak kırdım. Tekrardan kapıdan çıkıp koridorda ilerlerken hızlı adımlarla banyoya gidiyordum. Girdim banyoya ve sonra da az önce kırıp paramparça ettiğim sim kartını klozete attım, ardından sifonu çektim.

Bu pek de bir işe yaramayacaktı fakat ben gerekli cevabı ona vermiştim. Elimde sadece tuşlu telefonum kalırken onu da kimse görmeden bahçeye gömmeye karar vererek banyodan çıkıp tekrardan dolabın altına attım, doğruldum ve son kez aynadan yüzüme bakarak odadan çıktım.

♟️

 

Gözlerim dolu olan dolapta gezinirken ikinci kez aynı yere takıldığında dayanamayıp elime aldığım çilek reçelini de masaya indirdim ve dizilecek bir şey kalmayınca masaya oturdum. Boş durmamak adına ben masayı hazırlarken Gülperi ablanın bu sırada yaptığı omletin kokusu daha çok acıktırmıştı beni. Gözlerim öylece masaya takılı kaldı. Önüme düşen yağlı saçlarımı kulağım arkasına sıkıştırdım. Uzun bir banyoya ihtiyacım vardı ama bu evde banyo yapmak içimden bir türlü gelmiyordu.

 

Düşünceli bir şekilde derince yutkunduğum sırada masada duran çilek reçeli görüş açıma girerek bana göz kırpmıştı, ikinci kez yutkundum.
Gözüm kalmıştı ve en çok da tadı damağımdaydı hâlâ. Yese miydim?

 

Kaşlarımı çattım hızla, yemeyecektim. O kadar aç gözlü değildim. Kendime hakim olabilirdim bir kere.

 

Bir süre bacağımı sallayarak etrafıma bakmayı sürdürdüğümde tekrardan masaya bakışlarım takılırken gözlerimi devirdim ve sonra da uzanarak sepetten bir parça ekmek alıp reçele bandım.

 

Gözümün kaldığı bir şeyde ben ne zaman kendime hakim olabilmiştim ki zaten? Kendimi bilmeme rağmen direnmem bile saçmaydı.

 

Ekmeği bükerek reçelin kocaman bir kısmını alıp ağzıma attığımda ekmek parçasının ağzımda dağılmasıyla gözlerimi kapattım. Cidden alt tarafı bir reçeldi. Tamam önceden de seviyordum ama bu tamamen ayrı bir şeydi. Acaba ben ucuz olanlarını mı yiyordum diye düşünmeden edemedim. Çünkü aşırı aşırı güzeldi ve ben kaliteli olmasından kaynaklı böyle olduğunu düşünüyordum.

 

"Çok güzel değil mi?"

 

Gülperi ablanın sesi kulağıma gelince sıçrar gibi gözlerimi hızla açtığımda utanarak kendimi toparladım. Resmen kendimden geçmiştim. Gözlerimi, gözlerinden kaçırırken belli belirsiz kafamı sallamıştım.

 

Önüme konan omletin mis gibi kokusu burnuma sızdığında kafamı çevirerek ona baktım. Gülperi abla bunun üzerine reçeli işaret etti. "Hale Hanım kendi elleriyle yapıyor onları."

 

Az önce bahçede konuşmamızdan ötürü kim olduğunu bilmeme rağmen emin olmak ister gibi, "Hale Hanım?" diye sorarcasına yüzüne baktığımda "Bahsettim ya işte, Cihangir Bey'in annesi," dedi sandalyeyi çekip karşıma otururken.

 

"Tatlı yapma konusunda büyük ustadır kendisi. Hatta eskiden bizzat işi buydu. Yıllarca okulunu okudu." Her öğrendiğim yeni bilgiyi kafama not ediyordum.

 

"Hm anladım," diye mırıltı dökültü ağzımdan bunun üzerine Gülperi ablanın imalı bakışları beni buldu.

 

"Birlikte yapacağınız şu iş için Cihangir Bey ile birbirinizi çok tanımıyorsunuz galiba."

 

Gülümsemeye çalıştım. "Evet biraz öyle ama iş için insanların birbirini çok fazla tanımasına gerek yok bence. Sonuçta ömür boyu sürecek değil ya." Yanağımı kaşıdım attığım yalanla ama Gülperi abla bu hâlime tebessüm etmeye devam ediyordu. Rezilsin Nisan!

 

"İş?" dedi sorarcasına kaşlarını kaldırırken.

 

Mırıldanarak "Aynen iş, ondan yani, normal iş..." diye gevelemeye çalıştığımda daha çok batırmamla yüzüm kızarırken ufak bir kahkaha attı bu hâlime.

 

"Kızım tamam anlatmak istemediğini anladım ben. Kendini bu kadar sıkma. Bakma sen bana, ben öyle meraklı gibi her şeyi sorgularım ama tabii beni de ilgilendirmez neticesinde."

 

O zaman neden soru sorup beni sıkıştırıyorsun?!

 

Derin bir soluk bırakmam üzerine tekrardan güldüğünde "Hadi," dedi eli hareketlenirken. "Sen kahvaltını et, açlıktan yüzünün rengi gitmiş."

 

"Peki," diye mırıldandım, utanarak elime çatalı alırken önüme konulan omlete batırdım. Karnımda yerini kormukta olan bir sızı vardı hâlâ ve sanki yemek yesem hemen ardından kusacakmışım gibiydi ama bunu görmezden gelmeye çalıştım ve ağzıma attığım lokmayı yavaşça çiğneyerek mideme gönderdim.

 

Gülperi ablanın düşünceli bakışlarının bende olduğunu gördüğümde derince yutkundum. "Eline sağlık Gülperi abla çok lezzetli olmuş," diye mırıldanarak omleti işaret ettiğimde gülümsedi ve "Afiyet olsun güzelim," dedi bana göz kırparken.

 

Son derece yavaş yediğimden dolayı uzun bir kahvaltıdan sonra ilk defa tam anlamıyla doyduğumu hissediyordum. Çünkü ne zaman elimden çatalı bıraksam Gülperi abla hemen o çatalı tekrardan elime tutuşturuyordu. Bu sırada onunla uzun uzadıya konuştuğumdan çok hatta çok fazla konuşmayı seven insanlardan olduğunu anlamıştım. Bana bir bir çocuklarını anlatmış. Neredeyse sülalesinden çıkmıştı. Allah'tan benimle ilgili başka sorular sormamıştı ve ben cevap vermek durumunda kalmamıştım. Gerçi neden sormamıştı onu da bilmiyordum.

 

"Benim Melih'im çok iyi kalplidir, böyle altın gibi kalbi vardır oğlumun. Ne kimseyi kırar, ne kötü bir söz söyler işte de- son zamanlarda sürekli kavga hâlindeyiz biz de." Üzüntülü çıkan sesine karşılık yüzü düşmüştü. Yaklaşık olarak on dakikadır doktor olan oğlunun ne kadar yakışıklı ve iyi kalpli olduğunu defalarca kez vurguluyordu. Ve daha da vurgulamaya devam edeceği de belliydi.

 

Elimde bulunan çay bardağını masaya indirdim. Sevecen bir şekilde "Nedenini sorabiliyor muyum?" diye sordum.

 

"Çalışmamı istemiyor ama ben duramam ki kızım. Kendimi bildim bileli çalışırım. Ömrüm çalışmakla geçti benim. Alışkanlık gibi bir şey olmuş bu, e şimdi nasıl birdenbire her şeyden elimi ayağımı çekeyim? Bir hafta evde kalayım dedim boşluğa düştüm sanki. Valla her yerim şişti oturmaktan, sıkıntıdan tek başıma evde düz duvarlara bakmaktan hep böyle romatizmalarım azdı," diye isyan eder gibi bir sesle konuştuğunda gülümsemiştim. Biriyle konuşmak bana iyi gelmişti. İçine düştüğüm karamsar ruh hâlinden biraz da olsa sıyrıldığımı hissediyordum.

 

"Evde kimse yok mu? Kızınızın olduğunu söylemiştiniz," dedim.

 

"Evet var ama bu devirde hangi genç belli bir yaşa gelince aile evinde kalır kızım. Kuş olup uçuyorlar yuvadan. Zaten bizim gibi gariban yaşlılara artık kimse katlanamıyor öyle. Selin üniversiteyi burada kazanmasına rağmen hemen bir bahane üretip ayrı eve çıktı. Melih oğlum desen sürekli hastanede. Yoğun nöbet saatlerinden ötürü bazen birbirimizin yüzünü bile göremiyoruz." Derin bir nefes aldı. Yeşil gözlerinde bir keder vardı. Eşinden bahsetmemişti çünkü çok erken yaşta vefat ettiğini söylemişti bana. "Ben de işte işi bıraksam kalırım öyle tek başıma dört duvar arasında. Zaten Hale hanımlar sağ olsunlar beni öyle çok yormazlar. E yıllar oldu tabi, alıştık birbirimize. Kızlar da asla bensiz olamaz. Yavrularım gibiler güzellerim."

 

Neden ikizlere karşı bu kadar yakınken Cihangir'e, Bey diyordu? Üstelik bir o kadar da aralarında mesafe vardı ve normal olarak bir saygı çerçevesi içinde daha çok resmi olarak konuşuyordular.

 

Dudaklarımı araladım fakat zil çalmıştı. "Ben bakayım," diyerek hızla ayağa kalktığında gerilmiştim. Bakışlarım önünde bulunan masada takılı kaldı. Hemen ardından "Gel oğlum ocakta çay vardı katayımda iç. İçin ısınır," diyen Gülperi ablanın sesini işittim. Kafamı kaldırdım ve kapıya baktım.

 

Serhat, kolunu Gülperi ablanın omzuna atmış vaziyette içeriye girdiklerinde son derece neşeli tavırlarına karşılık ikimiz göz göze gelince gülüşü soldu ve kolunu anında çekerek kendini hızla toparladı. Şaşırmıştım çünkü onun sert yüz ifadesine karşılık ilk günün aksine gülebileceğini hiç düşünmemiştim. Ters ters gözlerine bakmam sonucu ceketini çekiştirdi ve Gülperi ablaya baktı.

 

"Yok Peri abla ben en iyisi çay içmeyeyim. İşim vardı zaten benim," dediğinde göz ucuyla bana bakmayı da ihmal etmemişti. Elime bıçağı alarak sapını sertçe parmaklarım arasında sıkıştırdım.

 


"Dış kapıdan mutfağa geldik ne ara işin çıktı oğlum," dedi Gülperi abla kızar gibi ona bakarken. Kaşlarını çattı hızla. "Geç bakayım otur şu masaya." İtiraz kabul etmeyen ses tonuyla masayı işaret etmişti. "Benim zaten seninle görülecek bir hesabım vardı eşeğin sıpası!"

 

Şok olmuş gibi ağzı açıldı şaşkınlıkla Serhat'ın. Ardından göz ucuyla bana baktığında içimden sırıtsamda asla ters bakışlarımı çekmemiştim ondan. Boğazını temizledi. Kızardığını bile gördüm. Ona doğru hafifçe eğildi. "Peri abla şimdi ayıp olmuyor mu ya Nisan Hanım'ın yanında eşek falan," diye ağzının içinden mırıldansada ben duymuştum. "Benim gerçekten önemli bir işim var. Gideyim ben," diye devam ettirdiğinde Gülperi abla kaşlarını derinden çatmıştı.

 

Gülperi abla kızgın bir ifade ile "Lan oğlum geç otur laf yetiştirme bana," dediğinde Serhat gerçek anlamda korkmuş olacak ki süt dökmüş kedi gibi ceketini önünde iliklerken bana hiç bakmadan ilerleyerek çarprazıma oturdu yavaşça. Açıkcası Gülperi ablanın bu sinirli hâlinden ben bile korkmuş, şaşırmış ve en çok da gülesim gelmişti bu şekilde konuşmasına.

 

Öfkeli gözlerle yandan Serhat'a baktım. Bana bakmamak için kafasını başka tarafa çevirmiş eli masanın üzerinde, parmakları ise hareket halindeydi. Bu bir hafta içinde onlar ile tek bir kelime konuşmasamda Serhat'ın diğer korumalardan daha yetkili bir kişi olmasının yanı sıra o adam için çalışandan çok daha yakın olduğunu anlamayacak kadar da aptal değildim.

 

Gülperi abla çay doldurduğu bardağı Serhat'ın önüne bıraktı, normalde asla onlarla aynı ortamda bulunmaz şimdiye kadar mutfaktan çıkıp gitmiştim fakat şimdi çıkmak istemiyordum çünkü Gülperi abla gerçekten sinirli görünüyordu. Bu anı kaçıramazdım.

 

"Serhat'ım," dedi Gülperi abla elini Serhat'ın omzuna atarken. Bunun üzerine keyifle arkama yaslandım. Çünkü Gülperi abla yemeğini ye, karnını doyur da seni öyle keseceğim gibisinden bakıyordu ona. "Ayıp değil mi bu yaptığın? Sen beni kandırmaya utanmıyor musun hiç? Hani annendim ben senin."

 

Serhat omzu acımış olacak ki eline aldığı kaşığı geri bıraktı. Yüzünü buruşturdu, ben ise her ifadesini zevkle izledim. En çok da şaşkınlık vardı yüzünde. "Ne kandırması Peri abla?" diye sordu şaşkınlıkla önce koluna sonra dehşet içinde yüzüne bakarken. Bir ara gözleri bana kaydı. "Onu da şimdi nereden çıkardın ya? Ben seni niye kandırayım? Yapar mıyım hiç böyle bir şey?"

 

"Yapmışsın ama," dedi Gülperi abla kaşları çatık bir vaziyette ona bakmayı sürdürürken "Nisan kızım söylemeseydi eğer sen beni nereye kadar kandıracaktın böyle? Ha oğlum, yakışıyor mu hiç bu yaptığın sana? Her şeyden önce ben senin annen yaşındayım. Ayıp bu yaptığın, sana çok fazla kırıldım, haberin olsun."

 

Gülperi abla alınmış gibi geçip sandalyeye oturduğunda Serhat'ın gözleri bu sefer korkuya bürünmüştü. Ben ise sırıtarak onları izliyordum ama tabii içimdendi bu.

 

"Nisan Hanım sana ne söyledi bilmiyorum ama ben seni niye kandırayım Peri abla?" dedi, ters bir ifade ile göz ucuyla bana baktığında kuyruğu sıkışmış kedi gibiydi resmen.

 

"Kandırmışsın işte oğlum," dedi Gülperi abla sert bir sesle. "Sen bana niye Nisan ve Cihangir Bey'in birlikte olduğunu söyledin? Niye beni oyunlarına alet ettin? Birde benden börek yapmamı istersin he, bundan sonra sana hiçbir şey yok. Ver şunu da bakayım," diyerek önünde bulunan çayı kendi önüne çekip şeker katıp karıştırdığında o an Serhat'ın yüzündeki ifade ile gülmemek için yanak içimi ısırdım.

 

Serhat bu sefer gerçekten bana korkunç bir bakış attı, kaşlarımı kaldırıp alaylı bakışlarımı ona yollarken Gülperi abla hâlâ söyleniyordu. "Eşeğin sıpasına bakın hele. Bir de üzülmüş gibi numara yapıyor bana. Benim iyi niyetimi kullanıyor. Bundan sonra var ya sen ne yapsanda alamazsın benim gönlümü."

 

Gülperi abla cidden alınmış olmalıydı. Hızla ayağa kalktığında dolaptan tencere çıkarırken Serhat'ın gözleri hızla bana dönmüştü. "N'aptığınızı zannediyorsunuz siz?!" dedi kısık ama öfkeli bir sesle.

 

Bu tavrına karşılık alayla kaşlarımı kaldırdım. "Asıl sen n'aptığını sanıyorsun?" diye sordum gözlerim Gülperi ablaya kayarken. "Sırf pisliklerinizi örtmesi için masum insanları kandırmak adına attığınız saçma sapan yalanlarınıza sakın beni alet etmeyin çünkü işime gelmeyen yalanları asla sürdürmem!" dedim dişlerimin arasından. İğrenir gibi yüzümü buruşturdum sonra. "Attığın yalan da yalan olsa bari. Birlikteymişiz!"

 

"Nisan Hanım bakın," dedi yüzü kaya gibi sertleşirken. Kehribar rengi gözlerinin içi öfke doluydu. "Benim elimde olan bir şey değildi. Siz inat etmeyip biraz olsun sakinleşseydiniz eğer Cihangir abimle çoktan konuşmuş olacaktınız her şeyi." Gözleri tedirginlikle soğan doğramaya başlayan Gülperi ablaya kayarken bana döndü tekrardan. Mutfak fazlası ile büyük olduğundan bize uzaktı. "Durmadan olay çıkarıp işi bu raddeye getiren sizsiniz."

 

Derin bir nefes aldım ardından avuç içimi masaya yaslarken hafifçe ona doğru eğildim. "Merak ediyorum," dedim alaylı ama son derece kısık bir sesle. "Zorla tutulan bir insanın nasıl davranmasını bekliyordunuz? Şu korkunç ormanda etrafta sizin gibi ne idüğü belirsiz eli silahlı adamları görmezden gelip sonra da üstüme kapıyı kapatan bir adama aa tamam ben seni beklerim sen git işini hâllet biz sonra da konuşuruz mu deseydim?" Burnumdan soludum öfke ile. "Kafanız mı iyi sizin, ha?! Siz hepiniz ne yaşıyorsunuz?! Hayır ben mi bütün bu saçmalıkların arasında anormal olan kişiyim anlamıyorum."

 

"Sizi kimse zorla tutmadı. Kimse kapıyı kilitlemedi ardınızdan Nisan Hanım. Kapı hep açıktı. Etraftaki bütün o adamlar da, ben de orada sizi koruma amaçlı bulunuyorduk. Cihangir abim kimseyi zorla tutmaz," dediğinde o an büyük bir kahkaha atasım gelmişti.

 

"Hiç komik değilsin biliyor musun Serhat? Siz sadece Gülperi ablayı değil, kendinizi de kandırıyormuşsunuz ya. Ne yaptığınızın gayet farkındasınız bari adam gibi yaptığınız bu pisliğin arkasında durun. Biz zaten mafyavari kılıklı, zorba, pislik insanlarız deyip geçin!" Gözlerimdeki ateş çoğaldı. Elimdeki bıçağı ona saplasam ne olurdu? "Yaptığınız pislikleri bu şekilde kafanızdan yalanlar uydurup ardından kendinizi o yalanlara inandırarak üstünü örtmeye çalışmanız gerçekten çok komik ve acınası bir durum. Başta o patronun olmak üzere bence siz hepiniz bir tedavi olun ya. Ciddi anlamda sıyırmışsınız çünkü." Serhat sinirlenmiş ve kendine hakim olmak istermiş gibi dudaklarını birbirine bastırırken benim dudaklarım tekrardan aralandı fakat Gülperi abla benden önce söze girmişti.

 

"Fısır fısır ne konuşuyorsunuz siz öyle?" dedi yan gözle ikimize bakarken.

 

Elimdeki bıçağı masaya indirip toparlandım olduğum yerde. "Hiç," dedim. Ardından göz ucuyla muhtemelen sinirden dolayı kıpkırmızı kesilmiş olan Serhat'ın yüzüne baktım. "Ben de merak ediyordum Serhat'ın neden sana yalan söylediğini, onu sordum sadece." Gözlerini devirdi Serhat.

 

"Sen onu boşver kızım," dedi Gülperi abla alınmış bir sesle. "Takma bile kafana. Sevdiğin bir yemek varsa hadi söyle sana akşam için onu da yapayım diğerlerinin yanına."

 

Serhat dudaklarını araladı fakat bir şey de söylemedi. Hızla yerinden kalktığında ceketini çekiştirdi ardından masanın üzerine bıraktığı araba anahtarını aldı. "Görüşürüz Peri abla," dediğinde bana hiç bakmadan mutfaktan hışımla çıkarken kaşlarım çatık ardından baktım.

 

Bu sırada Gülperi abla yanıma gelmişti. "Görüyorsun değil mi eşeğin sıpasının yaptığını. Gönlümü almak yerine hiçbir şey olmamış gibi kaçıp gitti."

 

"Gördüm. Bence uzun süre affetme onu, böylece sana yalan söylemek neymiş görsün," dedim içimdeki hırs ve öfke birikmişliği ile. "Neden böyle bir yalan attığının cevabını bile vermiyor bize, baksana bildiğin kaçtı?"

 

Kötüydüm ve bunu sonuna kadar kullanırdım.

 

"Doğru söylüyorsun kızım," dedi Gülperi abla. "Biraz sürünsün sonra kesin affederim ama, kıyamam ben Serhat oğluma."

 

Aralarında nasıl değerli bir bağ olduğunu bilmiyordum ama sinirle ona bakmamak için başka tarafa çevirdim bakışlarımı. Bu kadın da fazla fazla iyi kalpliydi ve açıkcası bu bana terstti!

 

Fazla iyi olan insanlara tahammül edemiyordum.

 

♟️

 

Karanlık odada yatağın üzerine oturmuş, uyuyamayacağımı bildiğimden dolayı hipnotize olmuş gibi önümdeki pencereden gökyüzüne bakıyordum. Pencereden görünen ay parlaktı. Gökyüzünün bugün açıktı ve bu civarlarda ışık olmamasından dolayı yıldızlar çoğalmış, avucuma düşecek kadar yakınlaşmışlardı bana. Karşımda bulunan karanlık ormana uzunca bir süre baktığımda gerilmiştim. Gündüzleri ne kadar güzelse akşamları da bir o kadar ıssız ve korkunç oluyordu burası.

 

Yemek yedikten sonra buraya oturalı kaç saat olduğunu bilmiyordum ama gece yarısı olmuştu galiba. Gülperi ablaya yemek yapmasında yardım ettikten sonra o gitmişti. Akşam olup evde yalnız kaldığımda mutfaktaki yemeklerden biraz yemiş her zaman olduğu gibi bana verdiği bu odaya kaçmıştım yine. Onunla karşılaşmak istemiyordum ve onun yüzünü görmek istemiyordum.

 

Üstümde bulunan peluş beyaz kazağım beni terlettiğinde pencereden gözlerimi çektim ve ayağa kalkarak yatağın yanında bulunan beyaz dolaba ilerledim. Üstümdeki kot pantolonuda çıkardığımda iç çamaşırlarım ile kalırken dönüp boy aynasına baktım.

 

Bu elbiseler sanırım çürüyecekti üstümde. Allahtan kazaklarımın altına genel olarak sporcu atleti giyiyordum da bu ev ateş gibi kaynadığında onunla dolaşabiliyordum. Dolap kapağınn açmaktan vazgeçerek kot pantolonumu tekrardan giydiğimde çok fazla susamış olmamdan dolayı yatağa yatmadan önce arkamı dönerek kapıya yürüdüm. Kapı kilidini birkaç kez çevirerek koridora adımladım. Etraf oldukça sessiz ve loştu. Yukarı katta olduğumdan dolayı onun henüz eve gelip gelmediğini bilmiyordum.

 

Umrumda da değildi ya, cehenneme kadar yolu vardı pisliğin.

 

Yavaş adımlarla merdivenlerden indim, ses çıkarmamak için büyük bir çaba sarf ediyordum. Bu kocaman evde genelde yalnız kalıyordum. Bazen ormandan gelen çakal ulumaları açıkcası beni korkutuyordu ama onunla yalnız olmak çok daha fazla korkutucuydu. Bu yüzden yalnız kalmayı tercih ederdim.

 

Sessiz adımlarla mutfağa girdim, bahçedeki lambalardan kaynaklı içeriye yayılan ışık sayesinde etraf çok karanlık değildi. Bu yüzden lambayı açma gereği duymadan bardak bulma amacıyla dolaba ilerledim. Hafif bir duman kokusu vardı içeride ve pencere camı açıktı. Böylece dışarıdan büyük bir soğuk vuruyordu içeriye. Esen rüzgarla üstümde bulunan ince atletten dolayı tüylerim dikelmiş, soğuk vücuduma bir iğne gibi batmıştı. Bu gidişle kesinlikle hasta olacaktım. Zaten belirtileri de başlamıştı şimdiden. Burnum iki gündür hafiften akıyordu.

 

Dolaptan çıkardığım bardağa su doldurdum, dışardan gelen uğultular beni tedirgin ediyor, ormanın içindeki bu evde iyice gerilmeme sebep oluyordu. Arkamı dönerek bir an önce mutfaktan çıkmak adına su bardağını hızlıca kafama diktim. Bütün suyu içerek bardağı ağzımdan çekeceğim sırada masada oturan karanlık silüeti görmemle yerimden sıçramam ve elimdeki bardağın yere düşüp parçalarına ayrılması aynı saniyede olmuştu.

 

Ayağımda hissettiğim sızıyla hareketsiz kaldığımda karşımdaki adam masadan kalkarak ışığı açtı. O an elim hızlı atan kalbime gitti. Allah'ın belası! ödümü koparmıştı resmen. Onun mutfakta olduğunu nasıl anlamamıştım?

 

Etrafın aydınlanmasıyla birlikte bana doğru yaklaşmaya başladığında refleks ile geriye doğru adım atacağım sırada "Hareket etme yerde camlar var," dedi sert bir sesle. "Ayağın kanıyor."

 

Kafamı eğerek çıplak ayaklarıma baktım. Ufalanan camın bir parçası ayağıma girmiş hatrı sayılır derecede kan sızıyordu yere. Onun ne zaman yanımda bittiğini anlamadım, kafamı kaldırdığım sırada aniden belimde ve bacaklarımda hissettiğim elleriyle ayaklarım yerden kesildiğinde gözlerim kocaman açılmıştı.

 

Şaşkınlıkla yüzüne denk geldiğimde "N'apıyorsun sen? İndir beni," dedim, sesim buz gibi çıkmıştı fakat o beni hiç duymamış gibi iki adımda masaya varıp beni sandalyeye oturtmuştu.

 

Ters bir şekilde gözlerine baktım. "Kıpırdama yerinden," dedi üstten bana kısa bir bakış atarken. Ardından "Geliyorum," diye devam ettirdiğinde hızlı bir şekilde mutfaktan çıkmıştı.

 

 

 

Ne yapacağımı bilemediğimde ayağımdan yere doğru akan kana baktım. Alt tarafı bir bardak su içecektin Nisan, şu olanlara bak cidden! Onun yüzünü görmek zorunda mıydın?

 

Bir dakika sonra elinde aynı ufak çantayla geri gelirken önümde yere çöktü. Bileğimden tutarak ayağımı eline aldığında sıcak parmaklarından rahatsız olarak ayağımı geriye çekmeye çalıştım fakat bırakmadı. Sert bir sesle, "Ben yaparım. Bırak!" diyerek ikinci kez ayağımı çekecektim fakat kafasını kaldırması ile keskin bakışlarıyla karşı karşıya geldim. Bir şey söylemedi,, zaten gözleri varken onun konuşmasına gerek yoktu. Kara gözlerine yerleşen o sessiz ifadeden dolayı derince yutkunduğumda kendime itiraf edemesemde tırsmıştım ve ayağımı çekmekten vazgeçmiştim.

 

Rahat durmamla birlikte gözlerini benden çekti ve yıkamaktan dolayı rengi solmuş olan kot pantolonumun paçasını katlamaya başladı, tenime değen parmakları tüylerimi ürpertmişti. Yavaş bir şekilde çokta büyük olmayan cam parçasını ayağımdan çekerken üstüne hemen çıkardığı bezi bastırdı. Hafif bir sızlama olsada canım acımıyordu. Bu yaralardan daha büyüklerini görmüştüm ben. Elindeki beyaz bezi hafifçe ayağıma tampon yaparken ayağım kocaman elinde yok olmuştu.

 

Kendime engel olamayarak ilk kez bu denli bir gözle üstten onu incelemeye başladım. Beyaz gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katlamıştı. Kalıplı bedenine yapışan gömlek onu rahatsız etmiş olmalı ki ilk birkaç düğmesi açıktı ve esmer tenini ortaya sermişti. Eğildiği için hemen önümde duran kara gür saçları, oldukça bakımlı görünüyordu. O, gerçekten de Simay'ın dediği kadar yakışıklı bir adamdı. Tabi bu kadar kötü ve kaba olması yakışıklılığın önüne büyük bir engel koyuyordu. Simay, o çok bayıldığı adamın böyle biri olduğunu öğrenseydi yine de salyaları akarak konuşacak mıydı acaba?

 

"Sırf benden kaçmak için etrafta fare gibi dolaşmasan böyle olmazdı."

 

Kalın sesi kulağıma çarptığında irkildim. Dudak içimi ısırırken elimi cam masaya sıkıca bastırdım. Onu incelerken daldığıma inanamıyordum. Ayağıma baktığımda kanını durdurmuş, yaranın hem üstünü hem etrafını temizlemişti. Söylediğine cevap vermedim. Bir de beni mi suçluyordu? Beni görmesine rağmen karanlıkta ses çıkarmayıp psikopat gibi oturan kendisiydi.

 

Ona cevap vermeyecektim ayrıca. Sinirlenince ve üstüne hıncımı da alamayınca insanlarla konuşmayı kesip onlara ters ters bakmayı tercih ederdim. Ceren bu huyumdan nefret ediyordu. Sürekli ve sürekli insanlara çok korkunç bakıyorsun kendini biraz düzelt derdi.

 

Ama bu sefer dilime hakim olamadım ve sertçe "Yüzünü görmeye tahammül edemediğim içindir," dedim.

 

 

 

"Merak etme ben de seninkini görmeye tahammül edemiyorum," dediğinde yine sinirlenmiştim.

 

"Ben daha çok tahammül edemiyorum ama!" diye çıkıştım sinirle.

 

"Ee," dedi bana kısa bir bakış atarken. "Şimdi de bunun için mi tartışmaya girelim? Görüyorsun işte, bu eve gelmiyorum bile."


"Gelmiyorsan eğer ben şu an yüzünü niye gördüm o zaman?!" diye sorduğumda kaşlarımı çatmış ona bakıyordum.

Cevap vermedi.

Ayağımı sarmaya başladığında "Ben hep böyle senin bir yerlerini mi saracağım?" derken gözü diğer bileğime kaymıştı. Sargıyı çıkarmıştım çünkü ayağım iyileşmiş sayılırdı.

"Yap diyen mi var?" diye sordum ters bir ifadeyle. "Yapma! Sen hep böyle yaralarımı mı saracaksın?"

"Peki sen hep böyle bir yerleri mi yaralayacaksın?" diye sorduğunda gözlerimi devirdim.

"Peki hepsinin de senin yüzünden olması!" dediğimde gözleri hızla gözlerimi bulurken, sesim bir kurşun gibi çıkmış ve sanki o an onun diline saplanmıştı.

"Ayağına camı ben batırmadım," dedi, gözlerini gözlerimden çekerek yaptığı işe odaklandığında sesi kısık çıkmıştı.

Derince yutkundum ona bakarken. Gözlerim masanın üzerinde bulunan kül tablasına kaydı. Ağzına kadar doluydu ve yoğun bir sigara kokusu geliyordu ondan. Ne zamandan beridir buradaydı bilmiyordum, bakışlarımı ona çevirdiğimde kurumasından dolayı alt dudağımı ıslatma gereği hissetmiştim. "İlk günden beri beni hep bir manipüle etme çabasındaydın değil mi?" diye sordum bu sefer sakin bir sesle. Kafasını kaldırdı ve gözleri gözlerimi buldu. "Bile bile oynadın sinirlerimle çünkü hiçbir şekilde o parayı kabul etmeyeceğimi çoktan anlamıştın."

Gözlerime baktı sadece ve ben devam ettim ama bu sefer sinirli bir sesle. "Kendince bir bahane ürettin gerçek olan pislik yanını örtmek adına. Beni en son arkadaşımla tehdit ettin çünkü ben bana sunduğun o cazip teklifini kabul etmediğim gibi zaten bırsız olmamın yanında seni sinirlendirecek her şeyi yaptım ve hâk ettim bunu. Senin kendince haklı olan nedenin bu değil mi? Bu yüzden o para teklifini bana sundun."

Sessiz kaldı.

"Bir korkak gibi bu nedene sığındın ve asıl şerefsizliğini bu bahanenin arkasına sakladın."

Gözlerinde bir ateş belirdi anında. "Ağzın çok bozuk," dedi.

"Ağzım kanı bozuk olan insanlara karşı bozuk!" dedim sertçe.

Sabır çeker gibi derin bir nefes bıraktı burnundan. "Ne o kendinin iyi biri olduğunu düşündüğün için mi yaptın bunu?" diye sordum alayla. "Vicdanını mı rahatlattın? Çünkü öyleyse eğer boşuna o bahanenin arkasına saklanma. Senin gerçek yüzün bu? Benden hiçbir farkın yok senin. Ben hırsızsam, sen nesin?"

"Sesini kesecek misin?"

"Kesmiyorum," dedim sinirle. "İstediğim kadar konuşurum tamam mı, sen bana karışamazsın!"

"Karışmıyorum zaten," dedi, işi çoktan bitmiş ve önümde çökmüş öylece bana bakmaya devam ediyordu. "Sadece ben burdayken konuşma çünkü başımı ağrıtıyorsun şu bir türlü durmak bilmeyen çenenle. Çıkayım ben, sen de kendi kendine istediğin kadar konuşmaya devam edersin, tamam."

Ayağa kalkacağı zaman adeta elimi koluna saplayarak onu engellediğimde kalkmaktan vazgeçti ve önce elime sonra da alttan yüzüme baktı. "Hayır çıkma!" dedim dişlerimin arasından. Koluna sarılı parmaklarım sıkılaştı. "Duvardan hiçbir farkın olmadığı doğru ama ben kendi kendime duvara karşı konuşmak istemem. Senin gibi bir korkağın aksine gözlerine bakamamazlık yaparak değil, gözlerinin içine bakarak konuşmayı tercih ederim."

"Dilin çok sivri," dedi sertçe.

O an yüzündeki tepkisizlik ile çekmeceden bıçağı alıp onu un ufak parçalarına kadar ayırmak istedim. Eli bileğimi buldu sonra ve çekti elimi kolundan. "Böyle bir şey benim için her ne kadar zor olsa da sırf kalbini kırmamak ve sana kötü davranmamak adına bugüne kadar her şeyi yaptım ama sen benim öfkeme oynayarak durmadan kamçılıyorsun beni." Bileğim hâla sıcak parmaklarının arasındaydı. "Canını yakarım Nisan." Baş parmağı bileğime dolanmıştı. Nabzım parmağının altında atıyordu. "Canını öyle bir yakarım ki şu bozuk ağzından çıkan her kelime için önceden on kere düşünmek zorunda kalırsın."

"Sen benim canımı yaktın zaten," dedim öfke ile kara gözlerine bakarken. "Daha ne yapıcaksın ki? Ne göstereceksin bana? Daha nasıl bir şeref-"

"Kes sesini!" diye öyle bir öfke ile bağırdı ki irkilmiştim. Bunu görmüş olacak ki derince yutkunduğunda "Sana söyledim şu ağzından çıkanlara hakim ol," dediğinde sesini hızla kısmıştı.

Dudaklarımı sıkıca birbirine bastırarak ateş gibi parlayan gözlerine baktım bir süre. Sakinleşmek istiyormuş gibi alt dudağını ıslattı ve çekti gözlerini gözlerimden. Hızla ayağa kalktığında elindeki çantayı masaya indirirken gideceği sırada bu sefer bileğinden tuttum. Anında durdu ve şaşkınca bana baktı. Alttan yüzüne baktığımda "Bana yaptıracağın şu iş," dedim sorgular gibi. "Ne olduğunu söylemeyecek misin?"

"Zaten neden ilk başta söylemediğini ve hâlâ neden söylememekte ısrarını sürdürdüğünü de anlayamadım," dedim ardından alayla. "Adam falan mı öldürteceksin bana?"

"Hayır," dedi durgun bir sesle. Bileğini çekip kurtardı elimden hızla, ona dokunmamdan nefret ediyormuş gibi... "Öyle bir şey değil," dedi ardından, sonra da mırıldandı. "Keşke öyle bir şey olsaydı ama."

"O kadar mı kötü?" diye sordum alaylı tavrımı sürdürürken. "Ne yaptıracaksın bana? Adam öldürtmekten daha kötü ne var aklında?"

"O kadar kötü değil," dedi yüzüme bakarken. "Hatta senin için hiçbir şey. Öğrendiğinde bunca inatçılığı yaparak kendine boşuna eziyet çektirdiğini sen de anlayacaksın ve pişman olacaksın o parayı almadığın için"

"Anla artık," dedim net bir sesle. "Senin iğrenç paran umrumda değil. Deli değilim ben. Eziyeti ben kendime değil sen bana çektirdin. Böyle konuşmaya devam ederek yaptığın pisliği örtmeye çalışma boşuna. Çünkü ben unutmayacağım o günü."

"Unutup unutmaman umrumda mı sanıyorsun?" diye sordu alayla gözlerime bakarken. Bir anda üstüme doğru eğildiğinde irkilmiştim ama kendimi geriye çekmedim. "Beni öyle bir günün yaşanması için sen zorladın buna ve şu anda içinde bulunduğun durumu tercih eden kişi de bizzat sensin Nisan. Yaptığın seçimler seni bu noktaya getirdi."

Hızla ayağa kalktığımda kendini refleksle geriye çekip doğrulmuş ve bu sefer dip dibe gelmiştik. "Ben bir seçim yapmadım bir seçim yapmaya zorlanıldım. Senin tarafından!" Öfke ile burnumdan soludum ona bakarken. "Bana o siktiriboktan seçimleri sunan kişi de bizzat sensin tamam mı? Başkası değil." İşaret parmağımı hiç çekinmeden göğsüne bastırdığımda sert göğsü kasıldı parmağımın altında. "Bizzat sen! Ve ben bu evde bu şekilde olduğum müddetçe asla o yaptığını unutmayacağım."

"N'apıcaksın?!" diye sordu. Gözlerimdeki tehditvari ifadeyi görmüş olmalıydı. "Ya da ne yapabilirsin ki sen?" Sesi alaya büründü. "Evime girmeseydin sen de," dedi ardından sabrı tükenmiş gibi. Göğsünde duran parmağımı yakaladı. Burnundan sık nefes alıp veriyordu. Üzerime doğru eğildi hafifçe. Yüz yüze geldik. "Hırsızlık yapmasaydın Nisan." Dişlerini sıktı öfke ile. "Benim gibi şerefsiz bir adamın eline düşmeseydin. Kendini bu durumlara düşürmeseydin."

"Sen en ufak bir şeyde eline düşen her insanı böyle adice hareketler yaparak kullanıyor musun?!" dediğimde parmağımı sertçe çektim elinden fakat geriye doğru asla gitmedim. "İğrenç oyunlarına alet ediyor musun onları?" diye devam ettirdiğimde gözleri bir saniye bile gözlerimden ayrılmamıştı.

"Hayır sadece seni," dedi gözlerimin içine bakarken.

Ani verdiği cevapla derince yutkundum. Ardından "Niye ben?" diye sorduğumda gözleri gözlerimden kopmadı, bir süre sessiz kaldı.

"Denk geldi diyelim."

"Sen beni salak mı zannediyorsun?" diye sordum alayla gözlerinin içine bakarken. "Bak bana sence ben saf ve salak bir insana benziyor muyum?"

Bir süre yüzümü inceledi. "Saf olmadığın kesin zaten de- yok fazla salaksın."

"Benimle düzgün konuş!" dedim sertçe.

"Saygı nedir bilir misin küçük hırsız?" dedi belini doğrultup benden hızla uzaklaşırlen. "Karşılıklı olan hani. Saygı karşılıklı olur. Ağzın bu denli bozukken karşındaki insanların sana saygılı davranmasını bekleme."

Sözünü bitirir bitirmez mutfak kapısına ilerlediğinde "Saygıymış!" diye bağırdım arkasından elimi kaldırıp. "Senin gibi biri saygıdan ne anlar be?! Sen önce insanları tehdit ederek evine hapsetmeyi bırakıp onların yaşam haklarına saygı duy!"

Cevap vermemesi üzerine kapıdan çıkıp gittiğinde masanın üzerinde bulunan çantayı kaptığım gibi kapıya fırlattığımda "Pislik," dedim dişlerim arasından fakat çıkan sesten dolayı olacak ki aniden kapıdan geri içeri girdiğinde "Seni bu eve hapsetmedim ben!" diye üzerime yürüdüğünde korkuyla gözlerimi kırpıştırdım.

Tam dibimde dururken kalbim hoplamıştı. "Şöyle etrafa bir şeyler fırlatıp, bir şeyleri kırıp dökmekten vazgeç, sinirlerimi bozuyorsun!"

"Sen daha çok benim sinirlerimi bozuyorsun o ne olacak?" diye sorduğumda ellerini beline koydu ve yorulmuş gibi üstten bana baktı.

"Tamam ergensin anladım da şu hareketlerin ergen yaşından da öte beş yaşındaki çocukların hareketlerine banziyor," dediğinde kaşlarım çatıldı.

"İnatçı bir çocuk ama," dedi sonra üzerime bakışları kayarken. Üstümü süzdü. "Sırf aldıklarımı giymemek için hâlâ şu elbiseler üzerinde. Banyo yap çünkü iğrenç görünüyorsun." Gözleri saçlarımda gezindiğinde şaşkınlıktan dolayı ağzım aralanmıştı. "Evimde pasaklı birini görmek istemiyorum," diyerek arkasını dönüp gideceği sırada kolundan tuttum sertçe ve o bana döndü tekrardan.

 

"Benimle düzgün konuş dedim sana!"

 

"Çocuksun cidden," dedi bu hâlime bakıp alaylı bir tavırla gülerken.

 

Kolunu çekti ve tamamen bana döndü tekrardan. Bu sefer düşünceli bir ifade belirmişti yüzünde. "Ben bir şeyi merak ediyorum," dedi ardından sorgular gibi. Fazla uzun boyluydu ve her seferinde yukarıya bakmaktan boynum ağrıyordu. "Neden telefonunu almıyorsun?" Yüzümdeki öfkeli ifade anında kaybolurken derince yutkundum. O bu ifademi yakaladı ve gözleri alaya büründü. "Onu ertesi gün televizyon ünitesinin üzerine koydum alman için ama sen dokunmamışsın bile."

 

"Neden?" diye sordu bir kez daha üstten yüzümü incelerken. "İlk gün telefon diye yırtınıyordun. Şimdi ise tam bir hafta oldu. Hırsız çeten seni merak ediyordur, düşünmüyor musun hiç?"

 

Cevap vermedim ve o susmayarak üstüme gelmeye devam etti. "Ne o, yoksa korkuyor musun Ceren'in öğrenmesinden? Seni hâlâ kayıp olarak biliyorlar." Kalbim korku ile çarptı. Yüzüme bir ateş bastı. Ve o bu halime güldü.

 

"Onları aramamdan korkmuyor musun?" diye sordum taviz vermeden burnumu havaya dikip. Alayla yüzüne baktım. "Ne söyleyeceğim onlara? Senin beni kaçırdığını mı?"

 

"Ben seni kaçırmadım," dedi itiraz eder gibi. "Bence sen basbayağı korkuyorsun arkadaşın olan Ceren'in bir şeyleri öğrenmesinden. Doğrusu çok bencilsin küçük hırsız," dedi bu sefer alayla. "Kız perişan durumda ama sen onu aramaya bile tenezzül etmiyorsun."

 

"Bunu sorgulayacak son kişi bile değilsin. O yüzden sus!" diye dişlerimi birbirine bastırdığımda derin bir nefes alarak sakin olmaya çalıştım. Her şeyi nasıl bu kadar çok biliyordu?

 

"Neyse," dedi bu hâlime karşılık uzatmak istemiyormuş gibi. "Ararsan eğer sakın ağzından benim hakkımda aptalca kelimeler düşmesin. Ona göre dudaklarından çıkan her kelimeye dikkat et." Dalga geçer gibi elini iki kez omzuma yavaşça vurarak patpatladı. "Anlaşıldığımı varsayıyorum."

 

Arkasını dönüp gittiğinde "Ağzımdan çıkanlara bazen hakim olamadığımı sen de iyi biliyorsun," dedim yüksek bir sesle bağırarak. "Onlara nasıl bir yalan uyduracağım ben? Gerçekleri söylemem daha doğru olur."

 

"Gerçeklerden kastın ne?" diye sorduğunda kafasını bana çevirmesiyle sırıttım ve onun bakışları dudaklarıma indi.

 

"E gerçekler işte," dedim umursamaz bir sesle geçip sandalyeye otururken. Yağdan dolayı kafamda artık ağırlık yapan saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Baştan sona her şey. İşime gelmedi mi yalan atmayı çok fazla sevmiyorum biliyor musun?"

 

Bu sefer ciddi anlamda gülerek bana döndüğünde "Amacın beni kötü tarafa teşvik edip telefonu tamamen elinden almamsa eğer yapmamazlık yapmam Nisan, yaparım," dediğinde dimdik gözlerime baktı. "Hem sana bir iyiliğim dokunsun, böylece senin de arkasına saklanacağın bir bahanen olur."

 

Yüzümdeki sırıtma anında solduğunda ters ters ona baktım. "Siktir git," dediğimde bunu beklemiyor olacak ki gözlerinde şaşkın bir ifade meydana geldi.

 

"Duymadın herhâlde," dedim alayla.

 

"Duydum duydum," dedi aynı alaylı ifade ile başını sallarken.

 

"Ben şimdi gidiyorum sen de bundan böyle benden kaçmak adına etrafta fare gibi dolanmayı bırak," dedi hemen ardından. Gözleri gözlerime kenetlendi. Tıpkı bir kelepçe gibi. Bir sürü anlam aktı gözlerinden gözlerime ama ben hiçbir anlam çıkaramadım o gözlerini örten kara perdeden. "Çünkü bundan böyle istesen bile hiçbir şekilde benden kaçamayacaksın, küçük hırsız!"

 

Son sözleri bu oldu ve o çıkıp gitti. Ben ardından baktım.

 

Loading...
0%