Yeni Üyelik
1.
Bölüm
@evelina

 

"Bir anonim halk hikayesine göre;

 

Tahir ile Zühre, çocukluklarından beri birbirine aşık olan iki gençtir. Tahir, bir vezirin oğlu, Zühre ise o paşanın kızıdır. İkisi de aynı evde büyümüş ve beraber büyüdükçe aşkları da derinleşmiştir. Ancak Zühre'nin annesi, bu aşkı onaylamaz ve onları ayırmak için çeşitli entrikalar yapar.

 

Bir gün, Zühre'yi başka birine vermek isterler. Tahir bu duruma dayanamaz ve Zühre'yi kaçırmaya çalışır, fakat yakalanır. Tahir zindana atılır. Zühre ise zorla başka biriyle evlendirilmek istenir. Ancak Zühre, Tahir'e olan sevgisi yüzünden bu evliliği kabul etmez ve çeşitli yollarla evlilikten kaçar.

 

 

Arap köle yine Tahir'i fark eder ve padişaha haber verir. Padişah Tahir'i yakalattırır ve mecliste kızını anmadan üç hane türkü söylerse onu affedeceğini açıklar. Tahir iki hane türküyü söyler fakat üçüncüde Zühre'nin içeri girdiğini görür ve onun ismini kullanır.

 

 

Padişah Tahir'in boynunu vurdurmak için emir verir. Tahir boynunu vurulmadan önce namaz kılmak ister ve ruhunu alması için Allah'a dua eder. Tahir'in duası kabul olur ve oracıkta ölüverir. Tahir'in öldüğünü duyan Zühre aklını kaçırır. Saray hekimleri Zühre'ye bir çare bulamaz.

 

 

En sonunda Tahir'in etini yedirmeyi isterler fakat Zühre bunu öğrenir ve çok kızar. Tahir'in mezarına giden Zühre ruhunu alması için Allah'a dua eder ve o da ölür. Mezarda Zühre'yi ölü gören Arap köle, ona olan aşkından kendini hançerle öldürür. Kızını Tahir'e vermeyen Padişah da pişman olmuştur ama artık her şey için çok geçtir."

 

 

Konuşmam bittiğinde derin bir nefes alarak beni can kulağı ile dinleyen çocuklara baktım. Beyaz gömleğimin üzerine giydiğim koyu yeşil süveterimi çekiştirirken bir yandan da bekliyordum. Biliyorum, bir fikirleri hatta yorumları var. Dile getirmeye çekinen birileri illaki olacaktı. Genelde konuştuğu her fırsatta susturulan çocuklar bir zaman sonra yorum yapmayı bırakıyordu. Ben de elimden geldiğince konuşmalarını sağlamaya çalışıyordum.Harelerine yansıyan ışıltı içimi sıcacık yaparken kalçamı öğretmenler masasına dayayıp sağ elimi de aynı şekilde koyarak parmaklarım ile ritim tutmaya başladım.

 

 

"Bu hikayeye bir de şiir yazılmıştır. Geçende bahsetmiş olmam gerek. Yazarı kim hatırlayan var mı?" Tüm beyinlerde aynı soru yankılanırken biraz daha düşünmeleri adına başka bir soru yönelttim." Peki şiiri bilen var mı?" Bir kaç öğrenci olumsuz anlamda kafa sallarken bir kaç öğrenci de hala düşünüyordu. Beyinlerinin en iyi çalıştığı zamanlarda olmalarına rağmen hemen herşeyi unutmaları beni bazen hayrete düşürmüyor değildi doğrusu.

 

 

"Cevap yok mu?"

 

 

"Hocam ip ucu. Sufle. Kopya. Ne olursa artık."

 

 

Orta sıralardan gelen ses ile oraya doğru döndüm. Gözlüklerini düzelterek bana bakan kıza gülümsedim. Kafamı olumlu anlamda sallarken. Dudaklarımı ıslattım,şeftali tonlarındaki rujumun tadı damağımda patlarken dudaklarımı araladım.

 

 

"Bu yazarımız Türkiye'de ilk nazımın uygulayıcısıdır."

 

 

İşte şimdi bir kaç kişinin aklında bir fikir oluşmuş olmalı ki bir kaç kişi parmak kaldırdı. Duvar kenarından bir öğrenciye söz hakkı verdiğimde gülerek cevap verdi. "Nazım Hikmet yazmıştır hocam şiiri."

 

 

Kafamı olumlu anlamda sallarken öğrenci gülerek arkasına yaslandı.

 

Öğrencinin cevabına tebessüm ederek karşılık verdim. "Evet, doğru. Nazım Hikmet 'Tahir ile Zühre' hikayesini şiirleştirmiştir," dedim. "Nazım Hikmet'in kaleminden bu hikaye, aşkın ve trajedinin derinliklerini anlatır. Tahir ve Zühre'nin hikayesi, onların saf aşkı ve uğradıkları haksızlıklar ile bizlere önemli dersler verir."

 

 

Sınıfın sessizliği içinde herkesin gözlerinde bir merak ve ilgi ışığı parlıyordu. "Şimdi, bu şiirin bazı bölümlerini birlikte okuyacağız," dedim. "Nazım Hikmet'in dilinde bu trajik aşk hikayesinin nasıl canlandığını göreceksiniz."

 

 

Şiir okumak her daim içinde farklı bir heyecana kucak açarken ayriyeten bunu öğrencilerim ile paylaşacak olmak ayrı bir zevk veriyordu. Öğretmenler masasına giderek yanımda getirdiğim içinde binbir türlü şiirin yazılı olduğu defterimi açarak şiirin ilk satırlarını okumaya başladım. Öğrencilerin gözleri üzerimdeydi ve hepsi dikkatle dinliyordu. Tahir ve Zühre'nin acı dolu aşk hikayesi, Nazım Hikmet'in ustalıkla işlenmiş dizelerinde bir kez daha hayat buluyordu.

 

 

Şiirin bazı bölümlerini okuduktan sonra defteri kapattım ve öğrencilere baktım. "Peki, şimdi sizden bu hikaye hakkında düşüncelerinizi almak istiyorum," dedim. "Bu hikayeden ne anladınız? Sizce Tahir ve Zühre'nin yaşadıkları adil miydi? Bu hikaye bizlere ne öğretiyor?"

 

 

Bir süre sessizlik oldu. Zihin çarklarının bir bir döndüğüne emin olduğum öğrencilerim bir süre daha sessiz kaldıktan sonra, sınıfın arka sıralarından bir öğrenci elini kaldırdı. Ona söz verdiğimde heyecanla konuşmaya başladı: "Hocam, bence bu hikaye, aşkın ne kadar güçlü bir duygu olduğunu ve insanların bu duygu için neler yapabileceğini gösteriyor. Ama aynı zamanda, insanların bu duyguyu anlamayanlar tarafından nasıl cezalandırıldığını da gösteriyor."

 

 

Memnuniyet ile başımı sallarken bu sırada başka bir öğrenci de aynı fikirde olduğunu belirtti ve ekledi: "Tahir ve Zühre'nin hikayesi bize, sevdiklerimize karşı dürüst ve cesur olmamız gerektiğini, ama aynı zamanda bazen sevginin bile toplumun kuralları ve beklentileri karşısında ne kadar savunmasız kalabileceğini anlatıyor."

 

 

Yaptıkları yorumlar,düşünceleri ve fikir yürütmeleri ile gurur duyduğum çocuklarıma bir bir baktım. Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ün 'Biz her şeyi gençliğe bırakacağız... Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.' dediği yegane gençlerdi karşımdakiler. Başka konuşanın olmayacağını düşüne dururken duvar kenarından bir öğrenci de elini kaldırdı ve düşüncelerini paylaştı: "Bence Zühre'nin annesi ve padişah, sadece kendi çıkarlarını düşündükleri için Tahir ve Zühre'yi ayırdılar. Bu bize insanların ne kadar bencil olabileceğini gösteriyor. Ve bu bencilliğin nelere sebep olacağına ama sonunda herkes pişman oluyor, bu da bize adaletin er ya da geç yerini bulacağını anlatıyor."

 

 

Öğrencilerin bu derin ve anlamlı yorumları beni oldukça memnun etti. "Evet, çok güzel yorumlar yaptınız," dedim. "Bu hikaye gerçekten de çok katmanlı ve bizlere pek çok şey öğretiyor. Tahir ve Zühre'nin aşkı, sadece bir aşk hikayesi değil, aynı zamanda adalet, cesaret, fedakarlık ve pişmanlık gibi pek çok temayı da içeriyor."

 

 

Dersin sonunda, öğrencilerin bu hikayeden ne kadar etkilendiklerini görmek beni mutlu etmişti. Dersin bittiğini işaret eden zil çaldığında kolumdaki gümüş saatin kayışı teşekkür ederek, "Bugünkü dersimizi burada sonlandırıyoruz," dedim. "Unutmayın, edebiyat sadece okumak değil, aynı zamanda düşünmek ve hissetmektir. Hepinize iyi günler!"

 

Son sözlerimin ardından gülümseyerek sınıftan ayrıldım. Şimdi şu çocukları gördükçe aklıma lise yıllarım geliyor ve eski anılar bir bir gözümün önünden geçiyordu. Edebiyat öğretmeni olmaya lisede karar vermiştim ben. Edebiyat öğretmenimiz o kadar donanımlı ve iştahlı ders anlatırdı ki etkisinde kalıp üniversiteyi edebiyat öğretmenliği üzerine okumuştum.

 

 

Şimdi ise bu meslekte üçüncü yılımı dolduruyordum. Zaman fazla hızlı akıyordu. Elimde kitaplarımla öğretmenler odasına girerken birkaç meslektaşıma selam verdim. Usul usul dolabımın önüne yürüdüğüm sırada arkamdan bir ses "İnci!" dediğinde vakit kaybetmeden arkama döndüm. Buraya geldiğim ilk zamanlarda daha toy ve utangaç olduğumdan kimseyle pek konuşmamış, derslere girip kenarda oturmuştum. İşte bu sesin sahibi, burada pek çok kişiyi tanımama vesile olan kişiydi; sık kirpiklerinin altında parlayan kahverengi gözleriyle bana gülerek bakan Asya.

 

 

"Efendim Asya," dedim. Sesimdeki dinginlikle bana birkaç adım atıp omuzuma elini koydu.

 

 

"Yarın doğum gününe gelemeyeceğim," dedi. Mahcup olduğu bakışlarından belli olurken açıklamasına devam etti. "Annem hastalanmış, onun yanına gitmem gerekiyor." Anlayışla başımı salladım.

 

 

"Geçmiş olsun canım. Yardım edebileceğim bir konu var mı?"

 

 

Tebessüm ettiğinde başını iki yana salladı, elini de omzumdan çekerek bir iki adım geriye çekilmişti. "Teşekkürler canım. Hayır, yok; sadece yanına gitmem lazım, o kadar," dedi. Fazlasıyla nahif bir insan oluşu, onda hayran olduğum bir özellikti gerçekten.

 

 

"Ama sana hediyeni şimdiden vermek istiyorum. İki dakika bekle," dedikten sonra bir şey dememe kalmadan kendine ait dolabına giderek kapağını açtı. İçinden orta boy bir kutu çıkardığında vakit kaybetmeden yanıma gelerek kutuyu uzattı.

 

 

Elindeki kutuyu alırken "Teşekkür ederim canım," dedim. Kollarımı açarak sarılması için onu teşvik etmeye çalıştım. Birkaç adım atarak ellerini belime dolarken başını da omuzuma koydu. İçimin ısındığını ve mutlulukla dolduğunu hissettim; gerçekten doğru bir arkadaş seçimi yaptığıma işaretti. Geri çekildiğinde "Hadi aç hediyeni. Bakalım beğenecek misin?" dedi. Kafamı sallarken orta boylu kırmızı kutunun kapağını açarak içine baktım. Çok şık iki adet kupa vardı. Kutunun içine elimi sokarak birini aldım; sade, küçük küçük çiçeklerin olduğu bir kupaydı. Gülümsedim.

 

 

"Yaa, çok güzel bunlar."

 

 

"Gördüğümde aklıma ilk sen geldin. Dedim almalıyım bunu." Dedi ve ekledi."Artık birlikte kahve içeriz."

 

Ardında göz kırpması ile onaylar anlamda başımı salladım.

 

 

"İçeriz tabii ki! Bu arada Azra nerede? Göremedim bugün onu hiç."

 

 

Azra da bir diğer yakın arkadaşımdı. Asya kadar sakin olmasa da delidolu ve hırslı bir kızdı. İngilizce öğretmeni olarak görev alıyordu okulda.

 

 

"Bir işi olduğu için erken çıktı canım."

 

 

Kafa salladım sadece. Telefonuma bir bildirim gelmemiş oluşu değişikti genelde Azra erken gideceği zamanlarda haber verirdi. Belki sonra haber verir diyerekten pek üstünde durmadım.

 

 

Duvarda asılı duran saate gözüm takıldı birden. Yarın benim için önemli bir gün olmakla beraber bir yaş daha almanın hissini şimdiden alabiliyordum. Bunca zaman her doğum günümde annem itinayla kafede kutlama yapardı. Şimdi, sanırım 30 yaşıma bir yaş daha yaklaşmanın etkisiyle ilginç bir sorumluluk duygusu içimi kapladı. Bu sene ben yapacaktım, her şey ile ilgilenecektim. Yeni bir kafe açılacaktı, orayı tutmuştum. Bugün de oranın süslerini götürmem ve kafe sahibiyle konuşmam gerekiyordu. Bu sebeple Asya'ya görüşürüz diyerek okuldan ayrılmak için otoparka doğru ilerledim.

 

 

Kırmızı Yeni Polo arabama binerek okuldan ayrıldım, ara ara telefonumu kontrol ediyordum çünkü gerçekten Azra'dan bir mesaj bekliyordum. Her zaman haber veren bir kız, bir anda haber vermeyince kuşku duymamak elde değildi. Telefonumu bir kere daha kontrol ettikten sonra kafeye doğru hızlanmaya başladım. Biraz ileride kırmızı ışığın yandığını gördüğümde hızımı yavaş yavaş azaltarak ilerledim ve durduğumda yeşilin yanmasını bekliyordum.

 

 

Radyodan çalan müziğe kulak kabarttım. Birden ne diyordu şarkıda? 'Haykıracak nefesim kalmasa bile. Ellerim uzanır olduğun yere . Gözlerim görmese ben bulurum yine . Kalbim durmuşsa inan çarpar seninle...' Şarkının mistik ve cıstaklı sözlerine dalmışken birden korna sesi ve ardından gelen çarpışma sesiyle irkildim. Biri. Benim. Arabama. Çarpmıştı. Benim! Arabam! Yüzüme hava yastığının patlaması ile sinirlerim daha da gerildi, bunların rüya olmasını umarak gözlerimi sımsıkı kapadım. Sabır, İnci, sabır. Arabam benim için çok kıymetliydi; bu arabayı almak için iki maaş biriktirmiştim. Gözbebeğim gibi bakıyordum ona. İki üç saniye sonra gözlerimi açtığımda hâlâ aynı durumda olduğunu görmemle sinirle emniyet kemerini çözüp kapıyı açarak aşağıya indim. Birkaç kişi arabanın etrafında duruyordu. Korka korka arkaya doğru ilerledim; benim canım prensesime çarpmışlardı.

 

"Sağlam girmiş ama bayağı pahalıya patlar bu," dedi bir amca.

 

 

Amcanın dediği laf kulaklarımı uğuldatırken tüm hanımefendiliğimi bozup 'Ne diyon sen dayı!' dememek için zor tuttum kendimi. Ve evet, o kötü sona geldim. Arka tampon ve bagaj kapağı içe doğru çökmüş, buna istinaden cam çatlamıştı, arka iki far kırılmış, plaka Allah'a emanet sallanıyordu. İçim yanmıştı. Her kafadan bir ses çıkıyordu.

 

 

"Ay, adam da vurdu kaçtı. Gri bir arabaydı. Plaka da alamadık." dedi yanımdaki bir kadın.

 

 

"Bayağı da hasar var ha," dedi ardından bir genç.

 

 

"Kızım, geçmiş olsun. Sen iyi misin? Su ister misin?" dedi elini omuzuma koymuş bir amca. Kafamı olumsuz anlamda salladım.

 

 

İnsanlar çoğalmaya devam ederken sakin kalmalı ve ne yapmam gerektiğini aklıma getirmeliydim. Kıymetlime zarar geldiğinden beynim bir süre bende değildi. Bana iyi olup olmadığımı soran amcaya doğru döndüm. Yetmişlerin başına gelmiş amca, ona baktığımı gördüğünde yorgun bakışlarıyla karşılık verdi.

 

 

"Yakınlarda bir araba tamircisi var mı? Biliyor musunuz?"

 

 

Amcanın yer tarif etmesiyle arabama binerek dediği yere sürdüm. Çok değil, yaklaşık beş dakika sonra dediği araba tamircisine geldim. Arabayı içeriye doğru sürerken kenarda sıralanmış motorlar gözüme çarptı. Motorlar hoşuma gidiyordu; fazlasıyla havalıydılar bence. Birkaç arabanın da olduğunu gördüğümde fazla içeriye girmeden beklemeye başladım. Arabanın içinde yanmıştım gerçekten. Kapıyı açarak indim. Büyük bir araba tamircisi gibi duruyordu, ilk defa gelmiyorum araba tamircisine ama ilk defa bu kadar büyük bir yer görüyordum. İçerisi krem renginde ve ferah görünüyordu. Duvara birkaç lastik takılmış, sağ duvardan başlayarak duvarın ortasına doğru giden bir merdiven ve onun sonunda da orta boylu bir kulübemsi bir şey vardı. Altında da gümüş harflerle yazılı 'Öztürk Otomotiv' imgesi vardı. Sanırım kullanılan renkten dolayı fazla lüks bir yer gibi duruyordu.

 

 

"Öğretmen maaşım yeter mi acaba buraya ya," dedim içimden.

 

 

Bir ses geldi. Umursamadım.

 

 

"Adam da iş çıkardı başıma. Bir de kaçmış saygısız,"

 

 

Bir ses yine geldi umursamadım.

 

 

"Allah'ım ya, prensesim gitti resmen."

 

 

Sinirim yeniden harlanırken ayağımı yere vurup toz çıkarttım. Bir ses daha geldi ama bu sefer peşine bağırma da eklenmişti.

 

 

"Hanımefendi, kendi kendinize konuşmanız bittiyse arabayı çeker misiniz?"

 

 

Kaşlarım gözlerime kadar inerken etrafıma baktım. Ses nereden geliyordu? Delirdim de gaipten sesler mi duyuyordum acaba.

 

 

"Delirdim galiba. Olur olmadık sesler duyuyorum," diye mırıldandım.

 

 

Nefes verme sesi geldiğinde etrafımda bir iki tur attım.

 

 

"Delirmediniz. Sadece arabayı çekin de çıkayım."

 

 

"Neredesiniz?" diye sordum korka korka. Kendimi aptal gibi hissetmemek elde değildi. Cevap da fazla gecikmedi.

 

 

"Aşağıda."

 

"Ne?"

 

 

Şaşkınlık dolu sesimin ardından siyah kumaş pantolonumu ve beyaz gömleğimi düşünmeden arabanın altına eğildim. Aşağıya baktığımda ilk gördüğüm siyah saçlar olurken ardından gölgede kalmasına rağmen rengini açıkça belli eden bal rengi gözlerle karşılaştım. Karşılaştım ama duraksamadan da kendimi alıkoyamadım. Bu gözler bal rengi olamayacak kadar güzeldi; eğer bu bal rengiyse balın asıl rengi neydi? Kısa sürede kendime geldim. Telaşla ayağa kalktım.

 

 

"Çok pardon, sizi fark etmedim hemen çekiyorum arabayı. Kafanıza dikkat edin."

 

 

Sürücü koltuğuna geçerek arabayı çalıştırdım. Geri geri giderek araya mesafe koydum. Bugün üzerimde bir alık hâl vardı; yaklaşık bir metrelik içi oyulmuş yeri görmememin başka bir açıklaması olamazdı. Arabadan alelacele inerek çıkmaya çalışan bal gözlü adamın yanına doğru ilerledim.

 

 

"Burayı fark edemedim ya, çok pardon gerçekten," dedim utanmışlıkla ve ekledim, "Çıkmanıza yardım edeyim?" İleriye doğru atılarak kolundan tuttum. Tuttum ama elime gelen sertlik ile kaşlarımı kaldırmadan edemedim. Kası da kastı maşallah. Kendini yukarıya doğru çektiğinde bir yandan da itiraz ediyordu.

 

 

"Çıkarım ben, sağ olun. Siz bekleyin yeter."

 

 

Bu sırada da çıkmıştı zaten ama ben inatla bırakmıyordum.

 

 

"Yok olmaz, yardım edeyim," dedim.

 

 

Hızlıca çıkması ve benim de kolunu bırakmamam ile beraber geriye doğru sendeledim. Mesleğinin de getirisi olarak yaprak gibi savrulduğum sırada belimden tutarak kendine doğru çekti. Ve size yemin ederim ki işte o an sert göğsüne çarptığımda neredeyse burun buruna gelmişken yarım kalan ruhumun etrafının beyaz bir kurdele ile çevrildiğini ve tamamlanmış olduğunu hissettim. İçimde tam da göğüs kafesimin ortasında sıcaklık hissederken alışık olmadığım bu durum karşısında bir an ne yapacağımı bilemedim. Onun koca elleri belimde, benim ise ellerim omuzlarındaydı ve anın verdiği etkiyle ela gözlerim bal rengi gözlerindeydi.

 

 

"İyi misiniz?" dedi sakinlikle. İşte o an kendime geldim. Etrafın toz pembe hâli kaybolurken kendimi geriye çekip elimi omzundan indirip anda kalmaya çalıştım. Zaten o da elini belimden çekmişti.

 

 

"İyiyim. Asıl siz iyi misiniz? İçerisi kalabalık olduğu için buraya park etmiştim, sizi fark etmedim."

 

 

Hızlı hızlı kendimi açıklama girişiminde bulunurken karşımda sakince beni izledi ta ki susup derin nefesler alana kadar. Kendimi mahçup hissediyordum, elimde değildi.

 

 

"İyiyim. Merak etmeyin, sorun yok. Alışığım bu duruma."

 

 

Çok fazla konuşmuştum gerçekten bunun getirisi olarak. "Peki madem," demekle yetindim. Belimde gereksiz bir soğukluk hissediyordum.

 

 

"Arabanızda ne gibi bir sorun var?" demesi ile beraber arka tarafını elim ile işaret ettim.

 

 

"Bir şehir magandası arkadan vurup kaçtı."

 

 

Canım prensesim benim, göz bebeğim. Yine hüzünlendim bak şimdi. Bal gözlü adam, elimi işaret ettiğim yere doğru bakarken birkaç adım atarak arabanın arkasına gitti. Ben de peşinden giderken içim paramparça oluyordu.

 

 

"Ne zamana yapabilirsiniz? Benim önemli bir işim vardı da," dedim hüzünle. Gerçekten biraz daha geç kalırsam kafeyi kapatacaklardı. En azından süslemeleri ayarlamam gerekiyordu.

 

 

"Arabanın işi hemen halledilecek gibi değil. En erken yarın sabaha alabilirsiniz," dediğinde tüm kötü ihtimaller gözümün önünden bir bir geçerken ne diyeceğimi bilemedim.

 

 

"Ne, yarın sabah mı?"

 

 

Ben de aynı onun gibi eğilerek arabaya bakarken derin nefes aldım. Bu sırada bir sesin "Ali Asaf" demesi ile doğrulduk. Bu bir kız sesiydi. Etrafa bakarken sağ taraftan, kahverengi gözlere sahip uzun boylu ve kapalı hoş bir kadın yanımıza geldi. Adının benim için bal gözlü adam, gerçekte Ali Asaf olduğunu öğrendiğim adam da gülerek kadına doğru gitti ve sarıldılar. Arabama doğru bakarken boğazıma koca bir yumrunun yer edindiğini fark ettim. Sanırım arabam için üzülüyordum.

 

 

"Eda, hoş geldin. Gelmeyecektin hani," dedi Ali Asaf. Başımı tekrar ikiliye çevirirken artık sarılmıyor, sadece duruyorlardı. Gülümsedi genç kadın. "Yolda ufak bir fikir değişikliğine gittim. Hem de seni görmek için geldim," dediğinde bir şeyler başıma dank etti; sanırım sevgililerdi.

 

Sevgilisi olan birine karşı tamamlanmışlık hissine kapıldığım için kendimden utandım bir an. Bu çok kısa sürdü çünkü yani ben de müneccim değilim, adamın da kafasında "sevgilim var" yazmıyordu sonuçta. "Tamamdır, sen içeriye geç, bizimkiler oradaydı," dedi arka tarafı gösterirken kendimi bir an garip hissettim. "Geliyorum iki dakikaya," tamamladı cümlesini. Adı gibi hoş olan kadın yanımdan geçerken sebepsiz kanım kaynamıştı. Ben de bugün kimi görsem bir şeyler hissediyordum.

 

 

"Siz arabanızı diğer tarafa getirin vaktiniz varsa, bu tarafta yapılmayacak işlem."

 

 

Kolumdaki saate baktım, geç kalmıştım zaten. Yenilgiyle omuzumu indirdim. "Tamamdır, getiriyorum," diyerek arabaya bindim. Ali Asaf da içeriye girmiş beyaz bir kapıdan geçmişti. Dediği yere doğru sürmeye başladığımda yarım saniye sonra oradaydım. Eli ile "gel, gel" işareti yaptığında onu dinleyerek sürmeye başladım. Tam bu sırada şiddetli bir gök gürültüsü sesi yankılandığında korkarak gaza biraz fazla bastım. Bu sefer de Ali Asaf'ı ezmekten son anda frene basmayı akıl ederek kurtulduğumda daha ne kadar saçmalık yapacağımı düşünüyordum. Arabayı durdurdum, buradaki tek artım Ali Asaf'ın onu az kalsın ezeceğimi görmemiş olmasıydı.

 

 

Etraf birden parlayıp ardından da gök yarılırcasına gürlediğinde tek yapabildiğim kulaklarımı o an kapamak olmuştu. Kötü anılar hafızama bir bir resmedilirken, kumun üzerine çizilen anılar zihnimin acımasına neden oldu. Kafamı direksiyona geçirdiğimde titriyordum. Aynı şeyler olacakmış hissi bedenimi sarıp sarmaladığında bu aciz halim kendime acımama neden oldu. İşte bu kapana kısılmışlık halimin arasında bir ses doğdu güneş gibi zihnime "İyi misiniz? Hanımefendi." Ellerimi kulaklarımdan çekmeme neden olurken tüm kumlar dağılmış anılar kara kutusuna geri gitmişti.

 

 

Daha yeni fark ettiğim korna sesi ile kafamı direksiyondan çekerek sesin susmasını sağladım. Cam açık, yağmur sesinin kulaklarımda çınlaması ve bu sesin ardından pürüzsüz başka bir ses.

 

 

"Felix su getir!"

 

 

Sanki şuurum ben de değil gibi hissederken bir an önce kendime gelmeyi dilemekten başka bir şansım yoktu. Önüme bir şişe su uzatıldığında elin sahibine baktım arabanın kapısı açık üç kız üç erkeğin endişeli bakışları üzerimdeydi ve bu bakışlar arasında birisi su şişesini tutuyordu. Ağzı açık suyu alarak içtim. Biraz daha kendime geldiğimi hissettiğimde arabadan inmek için ileriye doğru bir atakta bulundum. Önümdeki herkes kenara geçerken arabadan indim. Utanmıştım.

 

 

"Gördüğünüz hal için üzgünüm."

 

 

Kahve saçı kulak hizasında, küçük gözlü ve yumuşak ifadeli karşımdaki kız bir kaç peçete uzatırken konuştu.

 

 

"Hiç önemli değil. Olmamış gibi davranırız olur biter."

 

 

Peçete ile alnımı silerken başımı salladım. Bu sırada yanında duran ve aralarında bariz bir boy farkı, karakteristik bir vücut ve kahverengi saçlı gözünün biri kahverengi biri yeşil olan adam konuştu.

 

 

"Berra haklı. Hem ne oldu ki zaten."

 

 

Kırık Türkçesi ilk dikkatimi çeken şey olurken kendime gelmiş olmanın etkisi ile şimdi yeni yeni fark ediyordum yağmurun demire vurma sesi kulaklarıma dolarken dışarıya baktım hem hava yağmurluydu hem de arabam yoktu. Bugün neden böyle bir gün geçiriyordum ben.

 

 

"Bir su daha ister misiniz?"

 

 

Sese doğru döndüğümde yarım saat önceki kapalı hoş kadın olduğunu gördüm. Onaylamazca başımı salladım.

 

 

"Hayır sağ olun."

 

 

İçimde gereksiz ve yersiz bir soğukluk varken dilimi ısırdım. Bana ne oluyordu acaba.

 

 

"Yağmur fazlalaştı isterseniz içeride biraz oturun."

 

 

Tam cevap verecekken gözü değişik olan adamın yanındaki kumral saçlı, siyah gözlü, boyu benden yalnızca tahminen on santim uzun olan adamın telefonu çaldı. Elini cebine atarak telefonunu çıkartıp ekranına baktı. Yüzünde bir gülümseme oluşurken. Telefonu Eda'ya doğru çevirdi kadının yüzü şekilden şekile girerken ne olduğunu anlayamıyordum.

 

 

"Gençler Poyraz Paşam arıyor. Hem de görüntülü."

 

 

Telefonu açarak kendine doğru tuttuğunda yanındaki değişik gözlü adam da kadraja girdi. Telefondan gelen ses ise sadece.

 

 

"Eda'm yanınızda mı?" Demek olurken aklım karışmıştı daha demin Ali Asaf ve Eda sevgili değil miydi? Diye düşünmekten alıkoyamadım kendimi. " İnsan önce bir hal hatır sorar ayıp ayıp hem sen ne yapacaksın Eda'yı?" Dedi kumral adam.

 

 

"Ya hu açmıyor telefonlarımı. Verin yanınızdaysa." Dedi Poyraz.

 

 

"İzni var mi? Bılemiyoruz." Dedi gözleri değişik adam.

 

 

Yanındaki sanırım adı Berra idi. Berra karnına yandan bir dirsek vururken.

 

 

"Uğraştırmayın insanı!" Demişti.

 

 

"Benim Eda'nın sesine ihtiyacım var. Dayak istemeyin ve verin şu telefonu."

 

 

Telefon en nihayetinde Eda'nın eline geçerken hepsi toplu bir şekilde içeriye girdi. Ben ve Ali Asaf yalnız kalırken değişik hissetmemek elde değildi. İçeriye girip konuşmaya dalan insanlara biraz baktıktan sonra hemen sağ omuzumun olduğu yerde duran adama doğru döndüm. O zaten bana bakıyordu.

 

 

"Teklifim hâlâ geçerli. İsterseniz gelebilirsiniz."

 

 

Kendimi çok garip hissetmenin etkisinden artık kurtulmak istiyordum. Bu yüzden teklifi nazikçe reddederek oradan ayrıldım. Giderken en azından daha fazla ıslanmayayım diye şemsiye vermişti. Yarın erken geleceğimi söyleyerek yola çıktım. Yağmur, ilk hali kadar olmasa da sakinleşmişken, hızımı biraz arttırdım. Zaten her şey yalan olmuştu. Kafeyi de hazırlayamamıştım. "Yarın hallederim," diye düşünerek yarım saatlik bir yolculuğun sonunda eve vardım.

 

 

Tek yaşıyordum. Beş katlı bir apartmanın üçüncü katında oturuyordum. Eve girdiğimde elimdeki şemsiyeyi içeriye, ayakkabılığın yanına koydum. Mutfağa doğru geçerken, tüm bu olanlar iştahımı kesmişti; yemek yemek aklımın ucuna dahi gelmedi. Doğrudan üzerimi değiştirip yatağıma yatarak biraz sosyal medyada gezmeye başladım. O kadar yorulmuştum ki uyuduğumun farkına bile varamadım.

 

π

 

 

Sabah kalktığımda elimi yüzümü yıkadıkdan sonra altıma siyah kumaş pantolonumu üzerime beyaz gömleğimi ve lacivert süveterimi giydiğimde tamamdım. Hızlıca evden çıkarken şemsiyeyi almayı unuttuğumu yolun yarısında fark etmiştim. Yalan yok sırf üşendiğim için geri eve dönmedim. Araba tamirhanesine gittiğimde açık olduğunu gördüm. İçeriye girdiğim de direkt arabam ile karşılaştım. Yeni gibi olmuştu resmen. Heyecan ile yerimde kıpırdanırken elim ile dokunmak için arabaya doğru elimi uzattım.

 

 

Ne geliyorsa insanın başına gerçekten meraktan geliyordu. Elimin kırmızıya boyanması ile beraber ağzım o şeklini alırken bu sırada Ali Asaf üzerine giydiği tulumu ile göründü. Elimi kaldırarak "Günaydın!" Dediğimde boyalı elimi kaldırdığımı fark ederek. Hemen aşağıya indirdim.

 

 

"Günaydın, günaydın da. Biraz merakınıza yenik düşmüş gibisiniz." Dedi elimi işaret ederek. Utançla kafamı eğerken ne diyeceğimi bilemedim. Hayır yani normalde böyle alık bir insan değilim ama dünden bu yana değişiktim gerçekten.

 

 

"Birazcık öyle oldu."

 

 

Gülümsedi.

 

 

"Tekrar boyamak gerekecek." Arabaya bakarak kurduğu cümlelerini bu sefer bana bakarak ve indirmiş olduğum kendimce sakladığım elimi işaret ederek. " Ve önce bir boya arındırma işlemi." Bir kapı işaret ettiğinde istemsiz oraya baktım.

 

"Bu oda da boya çıkartmak için solüsyon var. Kapısı bozuk kapatmamanı öneririm. İçeriye girerek elinizi yıkayabilirsiniz."

 

 

"Teşekkürler. Size de dünden bu yana mahçup olup duruyorum ama." Yanaklarımın al al olduğunun bilincinde olarak saldığım saçlarım ile yüzümü gizlemeye çalıştım.

 

 

"Dün kötü bir gün olmuş olabilir sizin için ama inanın hiç mahçup olunacak bir durum yok."

 

 

Kafamı salladığımda gösterdiği odaya doğru ilerleyerek içeriye girdim. Solüsyonu elime dökerken beyaz gömleğim birden gözüme çarptı. Şimdi adamı çağırsam çok şey olurdu değil mi? Bir de işin garip yanı normalde ustalar,tamirciler kırk elli yaşında olur bu adam otuzlu yaşlarındaydı sanki. Beyaz gömleğime dikkat ederek elimi yıkamaya başlarken. İçeriye girmesi ile aynadan gözlerimi gözlerine kenetledim. Kendini açıklama gereği duymuş olacak ki.

 

 

"Boyanız bu odada olduğu için. Yani."

 

 

Ay adamı korkuttum yanlışlıkla galiba. Bu sırada nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde süpürgenin kalın sapları kapının üzerine doğru sesli ve gürültülü bir sekilde devrilirken kapı yüksek bir ses ile kapandı. Yüreğim hoplamıştı. Sonra fark ettiğim gerçeklik daha fazla endişelenmeme yol açtı.

 

 

Bu kapı bozuk değil miydi?

 

 

Ne yani içeri de mi kalmıştık?

 

 

Loading...
0%