Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1- ÖLÜ ÇİÇEK

@eyllaakdemir

 

Çokça merhabalarr!!

 

 

Bu benim ilk kurgumm ve haliyle fazlasıyla acemiyim.

 

 

Yorum yapmadan önce lütfen acemi bir şekilde yazdığımı bilerek hareket edin.

 

 

Kitabıma bir şans verdiğiniz için teşekkür ederim.

 

 

Sınır: 50 oy ve 50 yorum

 

 

Şuraya kitaba başlama tarihi alabilir miyiz??

 

 

Keyifli okumalar dilerimm🤍

 

 

Medya: temasa__

 

 

Kitabın yazılma tarihi: 7 Şubat 2024

 


➙Kitapta ana karakterinin anne ve babasının tanışma süreci KISACA anlatılmıştır. Geri kalan yerler ana karakterimizin ağzından anlatılmaktadır.

 

❗Bu kitap bir hayal ürünü olup, her ayrıntısına kadar kurgudan ibarettir.

Sene 2002.

Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesinde Tülin AŞKAR.

Hastalık: Mazoşizm

Yargıya varılma nedeni: Çiviyi koluna gömme, kendini bıçaklama...
Derecelik: 2

Sene 2002.

Elazığ Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesinde Turan KAMAN.

Hastalık: Sadizm

Yargıya varılma nedeni: Bireyi canlı toprağa gömme, silahla bireyin şah damarına ateş etme.
Derecelik: 3

Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi. Bu tarz hastanelerde hastalığa göre farklı odalar vardı. Sadistler için bir oda, mazoşistler için bir oda, şizofreniler için bir oda ve çeşitli hastalıklar için birer oda vardı. Herkes hastalıklarına göre, o hastalığa sahip insanların bulunduğu odaya konuyordu.

Bu hastanede farklı hastalığa sahip hastalar birbirilerini sadece belirli saat aralıklarında yemekhanede görebiliyorlardı. Yemek yemeyi sevmeyen Tülin bile Turan için yemek yemeği sevmişti...

Mazoşizm A2 odasında bulunan Tülin ve Sadizm A3 odasında bulunan Turan'ın aşkı, öncelikle sık bakışmalarla başlamış, daha sonrasında konuşmalara kadar ilerlemişti. Onlar birbirlerine karşı ne olduğunu bilmedikleri bir duygu besliyorlardı.

Birbirlerini görünce kelebekler uçuşuyordu sanki,

kalbi yerinden çıkacakmış gibi oluyordu sanki,

titriyordu sanki.

Ve onlar bu hissi durduramıyorlardı. Neydi bu karşılıklı duyguların adı? Bilmiyorlardı. Bildikleri tek şey, ikisinin de birbirlerine ihtiyacı olduğuydu, yanında olması gerektiğiydi.

Bakışmalar konuşmaları, konuşmalar planları kendiyle getiriyordu. Ne planı mı? Kaçış planı.

Çünkü onlar burada kısıtlı bir şekilde birbirlerini görmek istemiyorlardı, daima görmek istiyorlardı, her daim, sonsuza kadar.

Bir kaçış planı yaparlar ve büyük bir çabayla bu planda başarılı olurlar. Kaçtılar, lakin nerede kalacaklardı? Nerede yaşayacaklardı? Ne yiyeceklerdi? Bunun için bir ev gerekiyordu öyle değil mi?

Turan'ın aklına bu yanıtsız sorulara cevap olarak ailesi gelir. Ailesinin öldüğü gelir. Ölen ailesinin evinde yaşayabileceği gelir. Tülin ile beraber ölen ailesinden kendisine kalan eve gider ve orada Tülin'le yaşamaya başlarlar.

Tülin ve Turan hasta olmalarına rağmen kendilerine çözüm olarak birbirlerini bulmuşlardı. Onların ki hastalıklı aşktı. İnsanlar hastalıklı aşkı, evrendeki en kötü şeymiş gibi görüyorlardı. Oysa ki hastalıklı aşklar, hastalıklı olmayan fakat zararlı olan aşklara bin çekerdi.

Bu durum insanlara ne kadar kötü bir şeymiş gibi gelse de bunun yararlı tarafları da vardı.

Bir elma ağacı düşün. İki çürük elma ve iki sağlam elma arasından biz insanoğlu daima sağlam olan elmaları seçeriz. O iki çürük elma, ağacın dallarında öylece kalır. Yalnızca onlar anlar birbirlerini. Yalnızca onlar olur kendilerine şifa ve yalnızca onlar bilir, sırf çürük oldukları için vazgeçildiklerini...

İşte bu yüzden bizden olanlar, yaramıza ilaç olanlardır. İki hasta arasında yaşanan aşk kötü bir şey değildi, aksine iyi bir şeydi. Kötü olan şey; bu aşktan doğan varlıklardı.

Bu aşktan doğan varlıklar; ebeveynlerinin eğitimine, davranışlarına, hareketlerine, hal ve tepkilerine bağlı olarak psikolojik olarak etkilenirlerdi. Tek sorun buydu. Bu sorunun çözümü ise iyi bir eğitim vermekti...

Tülin ve Turan'ın beraberliğinden iki çocuğu olur. Aral ve Alkım.



EVETTT ANA KARAKTERİMİZİN AĞZINDAN ANLATMAYA BAŞLIYORUZZZ. (BİSMİLLAHİRAHMANİRAHİM)

Hayaller. Zihinde tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi özlenen şey. Her insanın bir hayali olurdu değil mi? Yapmak istedikleri, olmak istedikleri, başarmak istedikleri, yaşamak istedikleri...

Hayalleri uğruna savaşırdı insan.

Hayalleri uğruna birçok şeye göğüs gererdi.

Hayalleri uğruna yaşamak isterdi.

Hayaller uğruna başarmak isterdi.

Hayaller daima hayatımızdaydı.

Hayaller biizmleydi.

Hayallerimiz umudumuzu yeşertirdi. Yaşama isteği katar, hayatta tutunacak bir dal verirdi.

Hayal kurardık, hayalimizin gerçekleşmesi için çaba sarf ederdik. Olmayan umudumuzu hayal kurarak yeşertirdik.
Umutlar, çiçekti. Hayaller ise çiçeğin kökü. Hayallerimiz oldukça çiçeğimiz güzel açardı. Çünkü yaşamak için bir nedenleri vardı, hayalleri.

Hayallerimiz olmadığında ise köklerimiz topraktan kopmak ister, çiçeğimiz açmak istemezdi. Çünkü yaşamak için bir nedenleri yoktu.

Sizin bir hayaliniz var mıydı? Vardı elbette. Benimde vardı ama hayallerim elimden çalındı. Kaderim bir hırsız gibi hayallerimi elimden aldı ve beni öylece ortada bıraktı.

Ben Alkım. Anlamı gökkuşağı olan fakat hiçbir zaman gökkuşağı kadar renkli olamayan o kız.

Ben Alkım. Ne kadar büyüse de hep çocuk kalan o kız.

Ben Alkım. Acıları ile büyüyen, acıları ile yaşayan o kız.

Ve son olarak ben Alkım. Hayalleri elinden alınmış o kız...

Bugün günlerden neydi? Zaman kavramını unutmuştum. Sahi hangi gündü bugün? Çarşamba? Perşembe? Hmm, ya da cuma? Belki de pazartesi. Bilmiyordum. Bildiğim tek şey havaların soğumaya başladığıydı.

Ağaçların yaprakları renk değiştirmişti, sararmıştı ve terk etmişti ağacı. Ağaç ihanete uğramış gibi yapayalnız kalmıştı. Benim yapayalnız kaldığım gibi...

Beyaz görünümlü bulutlar kararmıştı. Karanlığın hakim olduğu bu Dünya'da, bulutlar dahi kararmıştı. Hayatımın ateşte yana yana karardığı gibi...

Yağmur çiseleyerek yağıyordu. Yeryüzündeki meçhul ateşi söndürmekte tereddüt edercesine. İçimdeki ateşi söndürmekte kararsız olması gibi...

Karnım açtı. Acıkmıştım fakat her gün olduğu gibi odama kilitliydim. Açlığımı bazen su ile dizginlemeye çalışıyordum ve bu çalışmamda zafer elde ediyordum. Komodinin üzerinde bulunan sürahideki suyu bardağa boşaltıp yavaş yavaş içmeye başladım.

Fazlasıyla susamıştım. Suyu yudumlarken birden adım sesleri işitmeye başladım, ecelim gibi gelen o adamın adım seslerini işitmeye başladım. Buraya geleceğinden adım gibi emindim.

Adım sesleri yaklaştıkça boğazımdaki suyu yutmak daha da zorlaşıyordu. Kalbim yerinden çıkmak istercesine hızlı hızlı atıyordu. Korkudan. Kim bilir bugün bana ne yapacaktı.

Işıkla gözümü körleştirme?

Kızarmış yağı bacağıma dökme?

Bıçağı ısıtıp vücuduma derin yaralar açma?

Ya da daha sayamadığım hangisi?

Adım sesleri hala devam ederken bardağı ağzımdan uzaklaştırıp komodinin üzerine tekrar bıraktım. Yatağımın başlığına sırtımı yasladım, ayaklarımı kendime doğru çektim ve kollarımla ayağımı doladım.

Adım sesleri durmuştu çünkü o tam olarak benim odamın önündeydi. Bir müddet sonra anahtarı kilit bölümüne tokuşturma sesleri geldi.

O sırada içimden 'Sakin ol Alkım, sakin ol Alkım. Sana fazla zarar vermeyecek. Korkma. Sakin ol.' diye geçirdim. Kapının gürültülü bir şekilde açılmasıyla istemsiz olarak çıkardığım koku dolu 'hıh' sesini durduramadım.

O gelmişti. Yanılmamıştım. Başımı ona doğru döndürdüğümde yüzünün alayla güldüğünü gördüm. Koyu yeşil gözlerinde kim bilir neler parıldıyordu? Kemikli yüzü ve uzun boyu oldukça korkutucu görünüyordu. Kaslı bir vücudu vardı. Bu yüzden bedeni beni daima kokutuyordu. Kelleşmeye başlayan saçı ne kadar uzaktan komik görünse de; bakışları, bedeni ve ruhu ölesiye korkutucuydu.

Ağır adımlarla yanıma yaklaştı ve bir müddet etrafa bakındı.

Sonra komodinin üzerindeki cam bardağı eline aldı. Bardağı elinde döndürerek inceledi ve hiç beklemediğim bir anda, aniden kafama fırlattı. Bardağı fırlatmasıyla bardak kafamda kuma dönmüştü adeta. Neye uğradığımı şaşırmıştım.

Bu duruma tepkim sadece gözlerimi kocaman açmak olmuştu. Girdiğim şok etkisi bana acıyı hissettirmiyordu.

Alnımdan akan sıcak sıvı akışkanı hissediyordum. Yolunu ezbere bilen bir su gibi akıyordu. Aktıkça daha da akıyordu. Şok etkisinden çıkıp kendime gelmeye çalıştığımda acıyı hissetmeye başlamıştım.

Başım delicesine zonkluyordu. Çırpınıyordu sanki. Kan daha da fazla akmasın diye elimle başıma, yaranın tam merkezine, bastırdım. Canım yanıyordu ama artık üzerimde, derimde kan görmek istemiyordum. Bundan tiksiniyordum.

Olduğum durumu gözden geçirince pozisyonumu bozmadığımı fark ettim. Başımı hafifçe yukarıya kaldırdım ve sert bir şekilde karşımdaki şeref yoksunu adama baktım. Hafiften yukarı kıvrılmış dudağına baktığımda yaptığından bir hayli memnun gibiydi. Gerçi aksi mümkün değildi.

Babam denilecek o adam, ama doğduğumdan beri asla baba olarak kabul etmediğim, şeref yoksunu o adam, yere eğilerek kırılan bardağın bir parçasını eline aldı ve ayağa kalktı.

Pozisyonum, bakışlarım yine ve yine aynıydı. Sert ve soğuk bakışlar...

Elindeki cam parçasını hafifçe havaya kaldırdı ve sinsice gülümsedi. ''Hayatta böyle güzel kızım.'' dedi. O 'güzel kızım' lafını duymamla midemin bulunması bir oldu. Bu kelime katiyen onun ağzına yakışmıyordu. Güzel kelimesini ağzına alarak bu kelimeyi iğrenç bir kelime olarak sunmuştu.

''Bu bardaktan özür dilersem, onu eski haline getiremem. Ve maalesef ki sen de ne kadar benden özür dilesen de anneni geri getiremezsin.'' dedi. Bu adam neden bu kadar ısrarcıydı?

Annemi ben öldürmemiştim. Ona bunu binlerce defa söyledim. Bunu kafaya sokmak bu kadar zor olamamalıydı. 'Annemi ben öldürmedim' demekten yorulmuştum evet ama vaz geçmeyecektim. İşlemediğim suçun suçlusu olmayacaktım.

Derin bir nefes alarak ''Annemi ben öldürmedim.'' dedim. Ses tonum soğuk ve kararlıydı. Güçlü müydüm? Değildim. Bunun farkındaydım ama güçlü görünmeye çalışıyordum. Bedenim korkaktı evet ama ruhum korkak değildi. Sadece ezilmişti. Ezildiği için korkak görünüyordu...

Annem mazoşistti. (Kendine acı çektirmekten zevk alan kimse) Doğum yaptığı sırada ölmüş. Benim yüzümden ölmüş. Ama ben öldürmemiştim ki!

Turan annemin ölümünü benden bilmişti. Ne kadar benim annemi öldürmediğimi söylesem de bunu anlamamıştı. Ansızın odama gelip bana şiddet uygulayarak o günün hırsını çıkarmaya çalışırdı. Kimi zaman da zevk içindi. (Sadist olduğu için)

''Kapa çeneni!'' dedi hiddetle. Hiç ummadığım bir anda aniden sesini yükseltince korkmuştum. Gözlerim irice açılmış, kalbim fazlasıyla hızlı atmaya başlamıştı. Kendimi cesur göstermeye çalışmıştım ama başaramamıştım. Her defasında olduğu gibi...

Yüzünü gerdi ve ''Senin yalanının içine edeyim orospo'' dedi ve elindeki cam parçasını sol omzuma sapladı. Ağzımdan istemsizce cılız bir ''Ah'' sesi çıktı. Gözlerim dolmuştu fakat yaşlar akmamak için ısrarcıydı.

''Yalan söylemiyorum.'' dedim koyu yeşil gözlerine bakarak. Bu cümleyi söylemekten de bıkmıştım. Ama kendimi savunacaktım. Yılmayacaktım.

Çenesini kastı ve gözleri nefretle baktı bana. Sinirle soluyordu. Elini tokat atmak için kaldırdı ve sert bir darbe bıraktı yanaklarıma. Attığı sert tokat darbesiyle dengemi sağlayamamış, kafamı yatağın kenarına çarpmıştım.

Başıma giren derin ağrıyla saniyeliğine yüzümü buruşturdum. Buruşan yüzüm hafifçe eski halini aldı ve gözlerim istemsizce kapanmaya başladı. Gözlerimi açık tutmakta zorlanıyordum. Gözlerimi tam olarak kapatmadan önce son duyduğum, sert bir şekilde çarpılan kapı sesiydi.

(...)

Uyandığımda başımda ve omzumda büyük bir sızı hissediyordum. Sanki başıma çekiçle vuruyorlardı, sanki biri beyin kıvrımlarımı tutmuş, tek tek yoluyordu. Neyse ki omzum pek fazla acımıyordu. Yatağımdaydım ve düştüğüm pozisyondaydım.

Ağır bir şekilde oturur pozisyona geçtim. Bir müddet başımdaki ağrının geçmesini bekledim. Sonrasın da dolabımın yanındaki aynaya girmek için ayağa kalktım. Ayağa kalkmamla başımın dönmesi bir olmuştu. Bu nedenle tekrar oturdum. Bri müddet bekledim yine. Kendimi biraz daha iyi hissettiğimde yavaşça kalkıp dolabımın yanındaki aynaya doğru ilerledim. Aynanın tam karşısında durdum ve dikkatli bir şekilde kendimi inceledim.

Çökmüş halimi inceledim.

Bitik halimi inceledim.

Yorgun halimi inceledim.

Kahverengi tonlarında olan gözümün çehresi yarım ay şeklinde morarmıştı. Kahverengi rengindeki saçım, cadı süpürgesini andırıyordu. Beyaz tenimde alnımdan aşağı doğru akan kurumuş kan fazlasıyla dikkat çekiyordu. Şeftali tonlarındaki dudağımın sol alt kenarı çiziklerle doluydu.

Vücudumun her bir çehresi yaralıydı. Yara bere içerisindeydi. Yaraların iyileştirilmesi, izlerin yok olması gerekiyordu. Pekala kim kapatacaktı bunu? Kim saracaktı bu yaraları? Meçhuldü...

Öylece durmuş aynada kendimi izleyip aynı zamanda iç geçirirken gözlerim birden cam batırılan omzuma kaydı. Sağ kolumu yavaş bir şekilde kaldırıp sol omzuma, cam batırılan koluma, doğru götürdüm. Batırdığı cam parçasını avucumun içerisine alarak hızlıca derimden çektim.

Bu hareketimle kurumuş kanlara dolu kolum kanamaya başladı. Kanasındı. Umurumda değildi artık. İçim zaten kan ağlıyordu, dışıma ne cüret?

Aynanın önünden ayrılıp yatağıma doğru ilerledim. Yatağımın kenarına çömelip zemine düşen cam parçalarını toplamaya başladım. Topladığım cam parçalarını avucumun içinde biriktirdim.

Gözle görülebilir derecede bir büyüklüğe sahip olan tüm cam parçalarını topladıktan sonra kapımın yanındaki çöp kutusuna attım. İçerisinin süpürülmesi gerekiyordu aksi takdirde toz halindeki cam parçaları temizlenemeyecekti. Keza süpürüleceğini de hiç sanmıyordum...

Sıkıntılı bir nefes verip kapının arkasına çömeldim ve düşünmeye başladım.

Ne yaşıyordum ben?

Nasıl bir hayat yaşıyordum?

Nasıl bir kader yaşıyordum?

Nasıl bir acı çekiyordum?

Dışarıda gezen, tozan, eğlenen gençlerden ne farkım vardı benim?

Gerçi nasıl bir fark olduğu aşikardı. Benim ailem hastalıklıydı. Babam sadistti, annem mazoşistti. Bu yüzden böyleydi hayatım. Acı, keder, hüzün, mutsuzluk... Kader mi demeliydim buna? Sanırım evet, kader...

Annem yaşasaydı belki de annelik görevini çok güzel yapardı. Biz küçükken abim hep annemi anlatırdı bana. Turan, annemin yanında abime iyi davranıyormuş, annem olmadığında nefretle bakıyor, kötü davranıyormuş. Yani abim böyle demişti bana. Turan asla ama asla babalık görevini yerine getirmemişti. Ne öncesinde ne de sonrasında. Gerçi bir yavrusunun doğmasına sevinmeyen, aksine üzülen bir adamdan nasıl bir şefkat, nasıl bir sevgi bekleyebilirdim ki? Nafileydi. Konu Turan olunca tüm umutlar nafileydi...

Çoğunlukla; bej rengi duvarlara sahip, orta büyüklükte bir gardrop, bir çalışma masası, bir banyosu, bir yatağa sahip odamda kilitli kalıyordum. Bu odada hapistim. Burada esirdim, burada tutsaktım.

Esir bir insan olarak yaşamamak için, özgür olmak için çok çabaladım. Elime geçen her fırsatta kaçmaya çalıştım. Her defasında da yakalandım. Her fırsatta kaçıyordum mamafih çoğunlukla odamın kapısı kilitli kalıyordu.

Yaklaşık iki yıl önce, Turan duştaydı. Küçüktüm ve kaçabileceğime dair umutluydum. Duşta olduğunu fırsat bilip evden kaçmak istemiştim. Merdivenlerden sessizce inip dış kapıya doğru ilerledim. Kapıyı hafifçe araladığımda Turan'ın sağ kolu olan İrfan'ı gördüm. Kapının az ilerisinde, sandalyeye oturmuş, telefonla uğraşıyordu.

Ona yakalanmamak adına mutfağa girip çekmeceden bir kaşık aldım ve mutfağın balkonuna girip kaşığı en ileriye fırlattım. Fırlattığım kaşık bahçe duvarına çarparak yankılanmıştı.

Koşarak evin kapısına, dış kapıya koştum. Şimdi kaçsaydım göremezdi beni. Çünkü mantıken şu an sesin geldiği yere bakıyor olacaktı fakat ne olursa olsun hızlı olmalıydım. Dış kapıyı açtım ve çıkış kapısından dışarı çıktım. Ev ıssız bir yerdeydi bu yüzden kaçmak için ana yola kadar ilerlemem gerekiyordu.

Büyük adımlarla koşmaya başladım. Hızlı ve bir o kadar da tedirgindim. Ya beni yakalarsa? Yakalarsa ne yapardı? İçimden sorduğum bu sorulara karşı başımı hızlıca sağa sola sallayıp aklımı başka şeylere vermeye çalıştım. Kötü düşünürsen başına gelir Alkım. Kötü düşünme.

Yaklaşık on dakikadır koşuyordum. Boğazımın yanma hissiyle kesik kesik nefesler alıyor, başım dönüyor, midem bulanıyordu. Mola verecek zamanım yoktu belki ama az da olsa dinlenmem gerekiyordu. Bu nedenle eğilerek ellerimi bacaklarımın üzerine koydum. Bir müddet o pozisyonda kalarak derince nefes almaya çalıştım.

Etrafa göz gezdirdiğimde ana yolun az ileride olduğunu gördüm. Neyse ki az kalmıştı. Biraz daha koşup oraya varmam gerekiyordu. Eski pozisyonuma geçip orta denilebilecek bir hızda koşmaya başlamıştım çünkü hızlı koştukça boğazım yanıyordu, nefes almakta zorlanıyordum.

Ana yola az kaldığı için içimde bir mutluluk kırıntısı vardı. Sonunda kurtulacaktım! Derken, duyduğum araba sesiyle gözlerimi irice açılmış, içimdeki ürkek kız uyanmıştı. Turan'ın arabası olabilir miydi bu?

Koşmaya devam ettiğim sırada hızlıca arkama baktım ve tekrardan önüme döndüm. Evet! Bu onun arabasıydı! Turan'ın arabasıydı! Koşmaya devam ediyordum ama nefes alamıyordum sanki. Arkadan gelen korna seslerini duymuyor gibiydim. Başım fazlasıyla dönüyordu. Önümü bulanık görüyordum. İçimdeki büyük korku ile ne olduğunu anlamadığım bir şekilde yere yığılmıştım...

Günümüz:

Kaderimiz bir harita misaliydi ve tıpkı bir otobüs gibi durakları vardı. Zaten yaralı olan ruhum ile birlikte kaderimin her durağında bir kez daha kanıyordu yaram.

Kanıyordu.

Kanatıyordu.

Kanatıyorlardı.

Ve bu dinmek bilmiyordu.

Nasıl bir hayattı benimkisi? Yaranın kabuk bağladığı mı yoksa yaranın tuzla basıldığı mı?

(...)

Kapıya yaklaşan adım sesleri duymamla içimdeki titrek hisler uyanmıştı. Hızlı bir şekilde çömeldiğim yerden kalktım ve yatağımın üzerine oturdum. Zihnim tez bir şekilde kafamdaki yanıtsız sorulara cevap aramaya başladı.

Ne yapacaktı bu sefer?

Ne diyecekti?

Neden öldürmüyordu beni?

Neden acı çektirmeyi tercih ediyordu?

Planı neydi?

Yıllardır yanıt aradığım fakat bir türlü yanıt bulamadığım sorular...

Kilit bölümünden tokuşturma sesleri gelmeye başlamıştı. Kalbim duracak gibi hissediyordum. Sanki zehirli hamam böceklerinin içinde kalmış bir av gibi hissediyordum kendimi. Korkuyor muydum? Evet... Korkuyordum...

Kapı açılmıştı. Kapının açılması ile Turan görüş alanıma girdi. İğrenç, mide bulandırıcı bir tebessüm etti ve ''Ooo uyanmışsın bakıyorum da.'' dedi alayla.

Ardından devam etti. ''Ne o öyle bir an bayılıverdin?'' dedi ve bana doğru yaklaştı. Zehirli beyninde dönen planlar vardı. Bir şey yapacaktı, biliyordum ama ne yapacaktı?

Şu an tam anlamıyla yanımdaydı. Gözlerini gözlerime dikti ve sinsi bir gülüş gönderdi. Elini kaldırıp kolumu kavrayacakken telefonu çaldı. Bana baktı ve nefesini sakin olmak istercesine verdi. Kolumu kavramak için kaldırdığı elini yavaşça indirdi, pantolonunun arka cebinden telefonunu çıkardı ve aramayı cevaplamış olacak ki telefonu kulağına doğru götürdü.

''Alo.'' dedi. Sonrasında bir yabancı konuşmaya başladı. Telefondaki kişinin uğultulu sesini az çok alabiliyordum. Duyduğum o ki, telefondaki kişi erkekti. ''Tamam gözünüzü dört açın, geliyorum.'' dedi, ardından telefonu kulağından çekip kapattı. ''Bugün şanslı günündesin gibi görünüyor.'' dedi göz kırparak. Yaptığı hareket ile midemin bulandığını hissettim. Arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi, kapıyı açtı ve sert bir şekilde çarpıp gitti.

O gittikten sonra yatağımdan kalkıp gardırobuma doğru yürüdüm. Çekmecemi açıp içerisinden iç çamaşır ve siyah pijama takımı çıkardım. Sonrasında odamın içerisinde bulunan banyoya girdim.

Çeşmeyi açıp küvetin dolmasını bekledim. Soğuk fayanslara yaslanarak çömeldim. Sırtımla temas eden soğuk fayans sadece bedenimin değil, içimin de titremesine neden olmuştu. Gözlerimi sıkıca kapadım ve ufak bir fısıltıyla konuştum kendime:

''Keşke ölmeseydin anne.''

''Keşke ölmeseydin Tülin KAMAN''

''Keşke ölmeseydin...''

"Keşke ölseydin Alkım."

"Keşke ölseydin Alkım KAMAN"

"Keşke annenin yerine sen ölseydin Alkım."

Keşke, keşkeler gerçek olsaydı...

Ama benim keşkelerim gerçek olamaz çünkü "Toprak acımasızdır. Aldıysa bir kalp bir bedeni, geri vermez sana o gideni..."

Küvetten taşan su sesini duyunca daldığımı anladım ve hemen koşarak çeşmeyi kapattım. Üzerimdeki giysileri çıkararak lavabonun hemen yanında bulunan kirli çamaşır sepetine attım. Küvete girip duşumu aldım.

(...)

Duştan çıkıp üzerimi giyinmiştim. Duş almak fazlasıyla iyi gelmişti. Her zaman ki gibi yine yatağıma geçip oturmuştum.

Gözlerim karşımdaki bomboş duvara, düşüncelerim abime dalmıştı. Ne de çok özlemiştim onu. Burada değildi. Norveç'teydi.

Ben daha 11 yaşındayken Turan onu 15 yaşında yurt dışına göndermişlerdi. Şu an ise 19 yaşındaydım. Koskoca 8 yıl boyunca abimi görememiştim. Kokusunu soluyamamıştım, sesini duyamamıştım, yüzünü görememiştim, tenine dokunamamıştım. Koskoca 8 yıl...

Neden hiç gelmiyordu buraya?

Turan ona da bir şey mi yapmıştı yoksa?

O da beni özlüyor muydu?

Neden beni hiç aramıyordu?

Unutmuş muydu beni?

Annemin öldüğünü biliyor muydu?

Yanıtsız sorularım yine ve yine yanıtsızlığını devam ettiriyordu. Sonuç olarak bunları yanıtlayacak biri yoktu. Sıkıntılı bir nefes verdim. Canım sıkılıyordu. Allah'ın her günü bu dört duvar arasında boğulacak gibi hissediyordum kendimi. Nefessiz gibi hissediyordum.Ölecekmiş gibi hissediyordum. Sadece ama sadece hissediyordum lakin hislerimin önemi yoktu. Hislerim değersizdi.

İçimde, abime olan özlem duygusuyla oturduğum yerden kalkıp dolaba doğru yürüdüm. Çekmeceyi açtım, içerisinden abimle olan fotoğrafımızı aldım. Sonrasında çekmeceyi kapatıp duvara sırtımı dayayarak çömeldim.

Derin bir şekilde fotoğrafa baktım. Gözlerim dolmak için an kolluyor gibiydi ve o anı yakalamıştı. Fotoğrafta abimin sırtında bir okul çantası vardı ve eğilip ceketimin fermuarını kapatıyordu. Ben ise başımı eğmiş, onu izliyordum. Abimle tek fotoğrafımız buydu.

Bir fotoğraf, tek fotoğraf, biricik fotoğraf...

Keşke eski günlerdeki gibi olabilseydik.

Keşke eski günlerdeli gibi masum olabilseydik.

Keşke eski günlerdeki gibi gülüşebilseydik.

Keşke ama keşke beraber olabilseydik abi.

Gözlerimi sıkıca kapattım ve göz pınarımda biriken gözyaşı tanelerinin akmasına izin verdim.

Ne de olsa sessiz ağlamaya alışmıştım ben.
Ne de olsa sessiz ağlamaya alıştırılmıştım ben.

Hep de sessiz ağlamıştım. Söyleyemediğim cümleleri içime atmış, sessizce ağlayarak da çıkarmıştım.

Gözlerim hala kapalılığını sürdürürken abimle en sevdiğimiz şarkıyı, sessiz bir tınıyla söylemeye başladım.

𝑌ı𝑙𝑑ı𝑧𝑙𝑎𝑟𝑎 𝑏𝑎𝑘, 𝑏𝑖𝑧 𝑘𝑢̈𝑐̧𝑢̈𝑘𝑡𝑢̈𝑘.

𝐷𝑒𝑚𝑒𝑧 𝑚𝑖𝑦𝑑𝑖𝑛 ℎ𝑒𝑝 𝑠𝑒𝑣𝑑𝑖𝑘𝑐̧𝑒 𝑏𝑢̈𝑦𝑢̈𝑟𝑠𝑢̈𝑛?

𝐺𝑜̈𝑧𝑙𝑒𝑟𝑖𝑛𝑖 𝑘𝑎𝑝𝑎𝑡 𝑏𝑖𝑧 𝑏𝑢̈𝑦𝑢̈𝑘𝑡𝑢̈𝑘.

𝐵𝑖𝑟𝑏𝑖𝑟𝑖𝑚𝑖𝑧𝑑𝑒𝑛 𝑏𝑢̈𝑦𝑢̈𝑘 𝑠𝑒𝑣𝑑𝑖𝑘𝑐̧𝑒 𝑘𝑢̈𝑐̧𝑢̈𝑙𝑑𝑢̈𝑘...

Yeniden gözyaşları aktı, önemsemedim. Gözlerimi açtım ve hıçkırarak ağlamaya başladım bu kez. Ağlamaktan bulanık gören gözlerimi fotoğrafta gezdirdim. Baş parmağımla abimin yüzünü okşadım.

Yıldızlara bak abi, biz küçüktük.

Yıldızlara her baktığında beni hatırla olur mu?

Gerçekten sevdikçe büyür müydük abi?

Ben büyümedim abi, büyüyemedim...

Gözlerini kapat abi

Her kapattığında o simsiyah boşlukta beni gör olur mu?

Gerçekten birbirimizden büyük sevdikçe küçülür müyüz abi?

Ben küçülmeye hazırım abi. Seninle eskisi gibi beraber olmak için hazırım abi...

Seni seviyorum abi.

Seni seviyorum dünyanın en iyi abisi.

Seni seviyorum Aral KAMAN.

Seni seviyorum...

Gözümden akan yaşları tamamıyla sildim ve abimi öptüm fotoğraftan. Son kez ''Seni seviyorum.'' diye mırıldandım; fotoğrafı ağır bir şekilde çekmeceye yerleştirdim, ayağa kalktım.

Tam arkamı döneceğim sırada kapı sert bir şekilde açıldı. Gelen Turan idi. Duruşumu dikleştirdim ve yüzüne baktım.

40 yıldır aradığı bir şeyi bulmuş gibi bir ifadesi vardı yüzünde. Büyük adımlarla yanıma doğru geldi, hiçbir şey demeden aniden kolumdan tuttu. Kolumu tutmasıyla bön bön açılan gözlerimi engelleyemedim. Aklıma gelen binbir türlü senaryo ile korkmaya başlamıştım. Evet alışmıştım acılara, işkencelere fakat korkuya alışamamıştım. O korku hep bir köşede durmuştu. Hep beklemişti beni.

Kolumdan tutup çekiştirdi. Beni yukarı kattaki odaya götürmeye çalıştığını anlamıştım. O oda benim kâbusumdu. "Bırak beni!", "Bırak!" deyip onun yöneldiği yönün aksine itiyordum kendimi. "Ehh! Sus artık!" deyip yanağıma sert bir tokat attı. Başım yana düşerken umursamadan yine kurtulmaya çalıştım.

Beni merdivenlere doğru sürüklediği sırada merdivenin kolunundan tutup, beni o odaya götürmemesi için elimden geleni yaptım. Göğüs kafesime indirdiği tekme ile hem merdivenin kolunu bırakmak zorunda kalmış, hem de nefesiz kalmıştım. Gözlerimden su gibi firar eden yaşların akmalarına izin verdim.

Nefessiz kalmam sebebiyle Turan'a karşı koyamadım. Kolumu her çekişinde istemsizce ilerliyordum. Beni götürdüğü oda özel bir odaydı. Ses yalıtımı vardı. Hoş, çığlıklarımı yalnızca Turan ve ıssız duvarlar duyuyordu. Acılarımı yansıtmayı sevmezdim ama cansız bir nesne benim acılarımı ortağı olmuştu. olmuştu. Bir duvardan bahsediyorum. Bir duvar. O benim acılarımı ortağı olmuştu...

O odaya gitmemek için ne kadar debelensem de nafileydi. Gücüm ona yetmiyordu. Olmuyordu. Kapının önüne geldiğimizde kapıyı açtı ve beni sert bir şekilde içeriye doğru itti.

İtmesiyle sarsılan dengemi koruyamadım ve yere kapaklandım. O da peşimden içeri girdi, ardından kapıyı kapattı.

İttiğinden dolayı bilinçsiz bir şekilde yığılan bedenim sızlamaya başlamıştı. Tam bulunduğum yerden doğrulacağım sırada belime güçlü bir tekme savurdu. Mamafih dudaklarımdan hafif, acı dolu bir inilti çıktı.

Kafamı yan bir biçimde tuttuğum için ne yaptığını görebiliyordum. Üzerinde tüp, çakmak ve bıçak bulunan masanın önünde durmuş, bir şeyler yapıyordu. Ne yapacağını anladığım sırada gözlerim korkulu bir aydınlanma yaşadı.

Yüzü masaya dönüktü. Acilen bir şeyler yapmam gerekiyordu yoksa bıçağı ısıtıp derimi kesecekti. Telaşla etrafa göz gezdirdim fakat masa ve masanın üzerinde duranlardan başka hiçbir şey yoktu. Bana her işkence çektirdikten sonra eşyaları depoya koyuyordu. Krem rengi küçük bir oda, bir masa ve üzerinde bulunan şeyler.

Ben ne yapmam gerektiğini düşünürken o çoktan tüpü çakmakla yakmış ve bıçağı üzerine koymuş, ısırıyordu.

Turan'a baktım ve ne yapacağımı kafamda planladım. Bıçağı eline almış, ateşte yana çevire çevire her tarafının ısındığından emin olmaya çalışıyordu.

Düştüğüm yerden doğrulmaya çalıştım fakat fazlasıyla sızlıyordu. Ağzımdan ufak bir inleme firar edeceği sırada hemencecik ağzımı kapadım. Tam olarak ayağa kalkmış bir vaziyette bulunduktan sonra sessizce arkasından yaklaştım ve dirseğimi, sırtına gelecek bir biçimde hizaladım. Kendimi hazır hissettikten sonra dirseğimi olabilecek en güçlü şekilde sırtına geçirdim. Dirsek darbemin sırtında bıraktığı acı ile inlemeye başladı.

Bunu fırsat bilip hemen ayağına çelme taktım ve diğer ayağımla tekme attım. Sırtüstü yere düşmüştü. Kapıyı açıp koşarak uzaklaşmaya başladım. Alt kata indim ve dış kapıyı açıp tamamen bahçeye vardım. Babamın sevgili sağ kolu, İrfan, yoktu.

Fırsattan istifade ağaçlarla çevrili bahçenin içinden, ağaçların arasına girerek kaçmaya çalıştım. Son derece hızlı ve bir o kadar temkinli ilerliyordum ki kolumda sıcak, keskin bir şey hissettim. Bu hissetirelerim olduğum yerde ağaç misali çakılamama neden olmuştu.

Kafamı hızlıca sol tarafıma döndüm. Bu bir bıçaktı. Ve sanırım bu bıçak, Turan'a aitti. Umrumda mıydı? Hayır. Durmamakta ısrarcıydım. Bıçağın sol koluma batırılmadığını beynimi inandırarak yeniden koşmaya devam ettim. Bedenimdeki acı ve bu acıya rağmen çabalamak beni epey zorluyordu.

Ağaç dalları yolumu kapatıyor, yönümü şaştırıyordu. İlerlemeye hâlâ devam edecektim ki bıçağın batırılmış olduğu sol kolum bir ağaç dalına sert bir şekilde çarptı ve bu çarpış acımın kat kat büyümesine sebep oldu. Yine durdum. Acı, değil koşmamı, hareket etmemi bile zorlaştırıyordu.

Arkamdan gelen ayak seslerini işitmiyor değildim. Ki büyük ihtimalle bu sesler Turan'a aitti. Daha da yaklaşan adım seslerini duymamla bütün gücümü toplayıp yeniden koşmak için çaba gösterdim. Verdiğim çaba yetersizdi. Kaçsam da bir şey değişmeyecekti. Duruyordum. Pes etmiştim. Kaybetmiştim. Fakat biliyordum, her kaybediş bir kazanışa yelken açıyordu.

Adım sesleri durmuştu ve o tam manasıyla arkamdaydı. Yaklaşık iki - üç saniye kadar sonra Turan'ın iğrenç sesini duydum.

"Kaçmak serbest fakat unutma her kaçış bir acıya bedel."

Söylediği cümlelerden "Kaçarsan acısını çekersin" demek istediğini kolaylıkla anlamıştım.

Söylediği cümle sonrasında hiç beklemediğim bir anda saçıma sert bir şekilde yapışıp beni kendine doğru sürükledi. Beklemediğim bir an da bunu yaptığı için bedenim yere yığılmıştı. Kendisi eve doğru ilerliyor ve aynı zamanda saçımdan tutup beni de o yöne sürüklüyordu. "Tamam yapma, özür dilerim. Bir daha kaçmayacağım" diye çığlıkla karışık bağırdım. Duymuyor gibiydi. Ki duysaydı da kaile almazdı bile.

Saç diplerim, saçımı çekmesiyle firar etmişti sanki. Keskin bir acı vardı, hissediyordum. Yaşlar, yeniden gözlerimden firar etmeye başlamıştı bile. Canım fazla acımasın diye ellerimden yardım alarak onun ilerlediği yöne doğru ilerlemeye çalışıyordum. Nafileydi. Acı her zerremdeydi.

Kolumdaki acı ve saçlarımdaki acı birleşip beni cehennem ateşine atmış gibiydi. Yanıyordum, hissediyordum. Hem bedenen, hem ruhen. Küllerim etraftaydı, saçılmıştı. Ama pes etmek yoktu lügatımda. Madem küllerimi saçıldı, tek tek toplayıp yeniden küllerimden doğacaktım.

Gözlerim ve bilincim acıya katlanamıyordu. Hem sol omzum ve kolum, hem alnım, hem başım... Acı denilemezdi de buna. Bu yaşadığım acının daha da fazlasıydı. Gözlerim kapanırken, bilincimde eş zamanlı hareket ediyordu. Yine ve yine hissediyordum...

(...)

Gözlerimi odamda açtım. Yatağımda. Bilincimi kaybetmeden önce yaşadıklarım zihnimde projeksiyon misali yansıdı. Sonrasında gözlerim hemen sol koluma değdi. Küçük denilemeyecek ve bir o kadar da büyük denilemeyecek, orta derece de bir acı vardı kolumda. İsabet ettirilen bıçak, kolumda varlığını sürdürüyordu. Kan içindeydi fakat soluksuz ve cansız.

Turan sadece beni buraya taşımıştı. Sadece ama sadece taşımıştı. Gerçi kendisinin de taşıdığını pek sanmam. Salak adamlarından birine taşıttırmıştır. Kafamı daha fazla Turan gibi gereksiz ve haysiyetsiz, şeref yoksunu bir adamla düşüncelere boğmadan yatağımdan kalktım.

Kalktığım an başım sabah ki gibi döndü ve sızlamaya başladı. Bunu umursamadan banyoya doğru ilerledim ve lavabonun aynasından kendime bakındım.

İğrenç halimi bir kez daha görmüştüm ve bunu bana gösteren aynalardı. Herkese güzelliğini gösterirken bana çirkinliğimi gösteriyor, acılarımı gösteriyordu.

Kandan tiksiniyordum evet ama kan hep hayatımdaydı. Tiksinmem boşaydı çünkü hayatım kanlı olduktan sonra tiksinmemin bir anlamı kalmıyordu. Hayatım kanlıydı benim. Hayatımın katili ise Turan...

Kurumuş kan lekeleri soluksuzca duruyordu her bir çehremde. Göz altlarım davul misali şişmiş, kanlı dudaklarım vişneye boyanmış gibiydi. Tenimdeki çizikler çirkinliğimin başlıca nedenlerindendi.

İzledim kendimi bir müddet. Sonra dayanamadım kendime bakmaya. O iğrenç halime bakmaya.

Sırtım duvara gelecek şekilde çömeldim ve sırtımı arkama yasladım. Kendimi toplamalıydım. Benim diğer kızlardan farkım olmamalıydı. Onlar gibi mutlu olmalıydım ben. Onlar gibi güzel olmalıydım. Onlar gibi renkli renkli elbiseler giymek, çiçekli böcekli taçlar takmak, makyajlar yapmak, saçlarımı şekillendirmek istiyordum.

Ama en acısı da ne biliyor musunuz? Sadece istemekle yetinmek... Hiçbir zaman diğer kızlar gibi olamayacağımın farkındaydım.

Çökmüştüm. Hem ruhen, hem bedenen, hem de fiziken. Yorgundum ya da yaralı mı demeliydim? Ya da ölü?

Gözüm bir boşluğa dalmıştı. Hep olduğu gibi. Dalıp düşünüyordum. Renkleri, insanları, hayatı, sevgiyi, acıyı... Sonra duruyorum, şarkı diyorum. Şarkı en iyisi.

Şarkılar. Sanırım şarkılar bize huzur veren tek şey. Bana göre her şarkı bir hayat anlatıyor, bir acı, bir mutluluk, bir hüzün. Şarkılar anlatıyor bunu. Bu yüzdendir belki de şarkıların bana şifacı oluşu.

Birden durup düşündüm ve olduğum durumu en iyi anlayan şarkıyı, beni iyi hissettirecek şarkıyı sessizce söylemeye başladım.

Ayıp etmişim
Kayıp etmişim
Her güzel şeyi kırıp dökmüşüm
Ben çöpmüşüm
Ben çökmüşüm

Denizin bittiği yerde sahil evleri
Ben biterim sen başla ey sevgili
Ey sevgili, ey sevgili...

Kalpler kırıktı, cam misali.

Ruhlar yaralıydı, kuş misali.

Bedenlerimiz lekeliydi, kan misali

Geçmişimiz izliydi, yara misali...

(...)

Yatağıma geçmiş oturuyordum. Saat, havaya bakılırsa yaklaşık 17.00 - 19.00 aralarındaydı. Yapacak bir şeyim yoktu. Sıkılıyordum. Zaman geçmiyordu. Bitmek bilmiyordu. Çok yavaştı.

Yaşıtlarım dışarıda gezip tozarken, eğlenirken ben bu eve hapistim. İnsanların bir yere hapis olması için suç işlemeleri gerekirdi değil mi? Ama benim suçum yoktu ki. Suçsuzdum ben. Masum.

Biraz uyuyup dinlenmek bana iyi gelecekti ama açtım. Karnımın açlığı yüzünden uyuyamıyordum.

Odanın kapısına doğru ilerledim ve her ne kadar kilitli olduğuna emin olsam da açmayı denedim. Sessiz bir biçimde kapının kulpunu aşağı çektiğimde açılmıştı. Bu durum beni oldukça şaşırtmıştı. İçime yemek yiyebileceğim için bir heyecan doğdu. Kontrol amaçlı hafif eğilerek başımı sağa ve sola çevirdim.

Kimsecikler yoktu. Odamdan tam anlamıyla çıkıp aşağı kata inen merdivenlere doğru ilerledim.

Merdivenin başından görüldüğü kadarıyla kimse yoktu. Herhangi bir ses de gelmiyordu. Merdivenlerden aşağı inerek salona vardım. Salonun hemen ilerisinde bulunan mutfağa doğru ilerledim. Mutfakta da kimse yoktu.

Kaçmalı mıydım? Mantıklı bir şekilde düşünmem gerekiyordu. Eğer kaçarsam nereye gidecektim? Nerede kalacaktım? Bu sefer kaçtığımda beni yakalasalar ne yapacaklardı? Başıma yine ne gelecekti?

Belli ki gece gece kaçmak hiç mantıklı değildi. Hem karnımda açtı ve gözlerimde de uykunun tadı vardı. Bu nedenle şimdi kaçmamalıydım.

Girdiğim mutfaktan buzdolabına doğru ilerledim ve açtım. İçine bir müddet bakındım. Ne yiyebilirdim? Gözlerim bir kap içerisindeki sarmaya takılınca gözlerim anlık olarak büyüdü. Büyük bir heyecan içimi kaplamıştı.

Hemen dolaptan sarmayı çıkardım ve tezgahın üstüne koydum. Isıtmak istemiyordum çünkü soğuk yiyince daha güzeldi.

Çekmeceyi açıp bir çatal çıkardım, ardından yemeye başladım. Öyle bir yiyordum ki, gören kış uykusuna uyumuş ayı olduğumu sanabilirdi.

Hızlı hızlı yediğim sarmamı bitirdikten sonra buzdolabından bir şişe su çıkardım. Üst raftan da bir bardak çıkardıktan sonra şişenin içerisindeki suyu bardağa boşalttım. Suyumu da hızlı hızlı içtim. Suyumu içtikten sonra ''Açlık'' kavramını halletmiştim.

Mutfaktan çıktım ve merdivenlere yöneldim. Odama doğru ilerledim, kapıyı açıp içeri girdim. Kapıyı kapattıktan sonra büyük bir rahatlama vardı içimde çünkü doymuştum, toktum.

Şimdi sıra uyumaktaydı. Hava soğuk olduğu için dolabımın üst rafında bulunan bir battaniye çıkardım. Yatağıma uzandım ve battaniyeyi üzerime örttüm.

Gözlerimi kapattım ve hayal kurdum. Özgür olduğum bir dünyayı hayal ettim. Sonrasında ise gözlerim uykuya hasretmiş gibi sarmaladı beni...

(...)

Gecenin bir yarısı duyduğum fısıltılar ile uykumun en güzel yerinde uyanmıştım. Evet, uykum hasasstı. Turan'ın bir gece yarısı, ben uykumdayken saçımı tutup koparmak istercesine çekip uyandırdığından, uyuduğum esnada kaynar suyu üstüme döktüğünden, yine ve yine uyuduğum esnada bıçakla kolumun derisini süzmeye çalıştığından artık uykuya hassastım.

Aklım beni uyandıran fısıltılara dönünce, fısıltının sahibine derin bir beddua ettim.

Gece gece kime aitti bu fısıltılar?

Fısıltılarla beraber odama doğru yaklaştığını tahmin ettiğim adım sesleri de duyduğumda tedirginleşmeye başlamıştım.

Odamın kapısının kulbunu oynatma sesi geldi. Kalbim korkudan hızlı hızlı atarken, kalbimin atış sesi kulaklarıma kadar geliyordu.

Kapı tamamen açıldığında gördüğüm ilk şey bana doğru uzatılmış silahın namlusuydu. Korkum ikiye katlanırken siyah maskeli silahın sahibi de görüş açıma girdi. Bana doğru yaklaşırken gözlerim korkuyla açılmış, ne yapacağını kestirmeye çalışıyordum.

Yavaşça bana doğru yaklaşmaya devam ederken tez bir biçimde yataktan çıkıp duvara doğru ilerledim. Bu yaptığımla aramızdaki mesafeyi biraz daha açtım.

"Kaçma. Kurtuluşun yok." dedi kalın bir erkek sesi.

Dediği ile dumura uğrarken nutkum tutulmuş bir biçimdeydim.

"Bana yaklaşma." dedim cılız bir sesle. İstesem de güçlü bir ses çıkaramıyordum.

Az önce dediği şeyi tekrarlayarak "Kaçma, kurtuluşun yok." dedi.

Konum olarak tam da karşımda bulunduğunda beni fevri bir şekilde kendine çekip ellerini ağzıma kapadı. Sonrasında ise beni aşağı kata sürüklemeye başladı.

Ne kadar 'Bırak' deyip yardım edilmeyeceğini bile bile yardım istesem de, sesim boğuk çıkıyor, net anlaşılmıyordu.

Tanımadığım yabancı beni aşağı kata sürüklemeye devam ederken debelenip duruyordum lakin nafileydi. Fazlasıyla güçlüydü.

Aşağı kattaki salona vardığımızda beni sert bir şekilde yere itekleyip silahını bana doğru kaldırdı.

"Sana kurtuluşun yok demiştim." dedi. Dediklerine karşın yüksek bir sesle "Yardım edin!" diye bağırdım.

"Kimse sana yardım edemez. Hepsinin odasının kapısı kilitli." dedi ve cebinden birden fazla anahtar çıkarıp bana doğru fırlattı. O sırada kolundaki bir dövmeyi gördüm. Bir bitkiye aitti ama adını bilmiyordum, ilk defa görmüştüm.

"Zaten ölmek isteyen sen değil miydin?" dedi sırıtarak. Yüzü makseliydi fakat gözlerinin ksılmasından sırıttığını anlamamak için salak olmak gerekiyordu.

"Tanımadığım bir yabancının elinde ölmektense kendimi öldürürüm daha iyi" dedim kinle.

"Üzgünüm ama bazen kurduğun hayaller kaostan ibaret olsa bile gerçekleşemeyebiliyor." dedi, sırıttı.

Tam bir şey diyeceğim sırada silahtan çıkan kurşun sesini duymam, ardından göğüs kafesimde hissettiğim derin acı ile nefessiz kalmıştım...

 

Evettt, birinci bölümümüz bitti.

 

 

Darısı yeni bölümlerimizin başına. Sjsdhjfsd

 

 

Sizce Alkım'ı vuran kimdi?

 

 

Sizce odanın kapısı neden kilitli değildi?

 

 

Kitabı nasıl buldunuz?

 

 

Sınır: 50 oy ve 50 yorum

 

 

Görüşmek üzere, sağlıcakla kalın.

 

 

Gökkuşağındaki renkler gibi özgür olun🤍

 

Loading...
0%