Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm: Hisler ve Gerçekler

@f.kubrat

Bazı cümleler insanların hayatını ve kaderini değiştirebilir. O son cümle de Miray'ın kaderini Yağız'ın ise hayatını değiştirecekti.

 

Bazı cümleler vardır, kalbi hızlandırır bazı cümleler vardır kalbi durdururdu. Bazı cümleler vardır, insanın bir daha hata yapmasını önler ve bazı cümleler vardır, insanın kimseye güvenmemesine sebep olur.

 

İşte bu cümle de o cümlelerden sadece birisiydi. İki kelime bir cümle...

 

 

 

 

 

⚔️

 

Güven neydi, herkesin yana yakıla aradığı o gerçek duyguyu ben hep merak etmişimdir. Sonuç ne mi, koca bir yalan ve boş bir sayfa...

 

Bana her defasında güvenmek denildiğinde ben karşıdaki kişinin güvenden kastının ne olduğunu merak ederdim. En sonunda ise bir karar verdim.

 

Bence güven diye bir şey yoktu, bu sadece insanların uydurduğu saçma bir terimdi sadece, eğer bu benim düşündüğüm gibi değilse ve güven denen duygu gerçekten varsa peki ben neden onu hiç görememiştim, neden onunla hiç denk düşmemiştim de onun karşıtıyla yoluma devam etmiştim?

 

Benim yana yakıla aradığım ama insanların bir adım ötesinde olan bu duygu beni gerçekten mahvetmişti. Çünkü ben o duyguyu bulabilmek için az kalsın benliğimden vazgeçiyordum. Az kalsın...

 

 

☘️

 

''Aldın zaten''

 

Bana söylediği bu anlamsız cümlenin ardından onun yüzüne bakakalmıştım. Benimle alay mı ediyordu, yoksa herkese yaptığı gibi oyun mu oynuyordu? Bu sözü bilinçli söylemediğini düşünmemin sebebiyse onun gerçekten nasıl birisi olduğunu bilmemdi.

 

Onu tanımadan önce, yani ben henüz polisken onun çok iyi bir oyuncu olduğunu duymuştum. Hayır şu sanatçı olandan bahsetmiyorum. İnsanları oyuna getirmesinden bahsediyorum. Bu konunun üstünde o zaman çok durmamıştım ama şu an onu tanıyınca gerçekten nasıl hissettirdiğini ve insana neler düşündürttüğünü anlayabiliyordum. Hatta deneyimliyordum.

 

Yine ve yeniden seninle oynuyor, hep yaptığı gibi, senin aklını dağıtıp aklınca oyunu o kazanacak, unutma sen bir oyundasın ve o da senin rakibin, bu asla ve asla değişmeyecek. Her ne olursa olsun.

 

Haklıydı evet bu böyleydi ve hiçbir zaman değişmeyecekti. Yağız Karahanlı mağlubiyeti benimle tadacaktı.

 

Bakışlarımı boşluktan çevirip ona doğrulttuğum da gülümsediğini gördüm. Tuzakları hiç bitmiyordu.

 

İfademi düzelttim ve o sanki hiçbir şey söylememiş gibi devam ettim.

 

Sesimi sert tutmaya çalışarak ''ben burada ne kadar kalacağım?'' Diye sordum. Aslında bu soruyu daha önce sormam gerekiyordu ama aklıma şimdi, yani sıkışınca gelmişti.

 

Sorumla beraber bozguna uğradı. Sanki bir an bakışlarına koca bir bulut oturdu. Bir şey oldu o an ama ben ne olduğunu anlayamadım. Çok da üstünde durmadım zaten.

 

Duruşunu dikleştirdi. Derinden ama çok derinden bir nefes aldı ve gözlerimin en içine bakarak o nefesi verdi. Sanki bana bir şey söyleyecekti ama ona engel olan bir şey var gibiydi. Derin nefesinin ardından konuşmaya karar verdiğinde karşımda dimdik durdu ve aynı benim gibi sert ve düz bir sesle

 

''8 gün kadar'' dediğinde gözlerim kocaman açıldı.

 

''Ne 8 gün mü, ama ben o kadar sürede yapmak istediklerimi yap-'' dediğimde tüm bunları dışımdan söylediğimi fark ettim ve aniden sustum.

 

Sertçe yutkunduğum da ne söyleyeceğimi bilemeyerek Yağız'a baktım.

 

Yağız kendini tutamayıp güldüğünde ne tepki vermem gerektiğini hala bilmiyordum.

 

Bu sen değilsin Miray, bu benim tanıdığım Miray değil. Sen böyle birisi değilsin. Kendine gelmen gerekiyor. Hem de en acilinden.

 

Kesinlikle.

 

Yağız gülmeyi bırakıp yüzüme baktığında benim tepkisiz ifademle karşılaştı. Bana tekrardan gülümseyerek baktığında kaşlarımı çatarak ona baktım.

 

''Zaten amaçta o ya'' dediğinde Yağız devam edemeden odanın kapısı açıldı ve içeriye birisi girdi.

 

Yağız önümde dimdik durduğu için odaya kimin geldiğini görememiştim. Zaten Yağız'da kimin geldiğine bakmamıştı. Tek yaptığı şey bana bakmaktı. Ne bulmak istiyordu, bilmiyordum ama bir şeyi çözmeye çalıştığının farkındaydım.

 

Kısa bir süre sonra Yağız'ın hemen yanında sekiz dokuz yaşlarında aynı Yağız gibi beyaz tenli, mavi çizgili pijamalı küçük bir çocuk belirdiğinde gülümseyerek çocuğa baktım.

 

Uykusundan yeni uyanmıştı. Bir eliyle uykulu bir şekilde gözünü ovuştururken diğer eliyle de Yağız'ın pantolonunun kenarından tutuyordu. Esneyerek

 

''Abi dün gelen abla uyandı mı?'' Diye sorduğunda Yağız dönüp ona baktı ve içten bir şekilde gülümseyip eğildi ve çocuğu kucağına aldı.

 

Ne yani Yağız'ın bir de kardeşi mi vardı, e ben bu bilgiyi nasıl görmezden gelmiştim?

 

''Evet abim uyandı. Bak tam karşımızda duruyor'' dediğinde başını kaldırdı ve bana baktı.

 

Ben onun benden bahsettiğini yeni anlarken çocuk gözünü ovuşturmayı bıraktı ve uykulu bakışlarını bana doğrulttu.

 

Onun gözlerini görmemle şaşkına dönmem bir oldu. Aynı Yağız'ın gözleri gibi buzdandı gözleri ama daha koyuydu. Tam buz değildi. Okyanus mavisi gibiydi.

 

Bunların aile su ürünleri üzerine çalışmış galiba, buz, okyanus...

 

Çocuk beni baştan aşağı süzerken bense bir Yağız'a bir de çocuğa bakıyordum.

 

Milletin kardeşiyle olan benzerliğine bak, biz bile seninle bu kadar benzemiyoruz Miray.

 

Çocuk beni baştan aşağı süzdükten sonra kısık sesle Yağız'ın kulağına bir şeyler söyledi. Çocuk her ne söylediyse Yağız bana baktı ve gülümsedi. Yağız çenesiyle beni işaret ettiğinde çocuk yavaşça bana döndü ve kısık bir sesle

 

''Merhaba'' dedi ve benim bir cevap vermemi bekledi.

 

Gülümsemeye çalışarak ben de ''merhaba'' dedim ve sanki konuşmayı unutmuş gibi öylece kaldım ve devam edemedim.

 

Çocuk aynı abisi gibi sürekli gülüyordu.

 

Bunların ailede bir sorun var herhalde komple normal değiller sanırım.

 

Çocuk tekrardan konuşmaya başladığında elini bana doğru uzattı ve

 

''Ben Eymen Karahanlı, Yağız Karahanlı'nın kardeşiyim'' çocuğun kendini tanıtmasına değil de Yağız'ın kardeşi olduğu detayını söylemesi gülümsememe sebep olmuştu.

 

Çocuğa gülümseyerek uzattığı elini sıktım ve

 

''Ben de Miray Ateş, Yağız Karahanlı'nın maalesef asistanıyım'' dediğim de Yağız'ın da güldüğünü gördüm.

 

Bir numaralı düşmanıyım demek isterdim ama sen şu çocuğa dua et.

 

Çocuğun yüzünü incelerken Yağız kendini tutamadı ve konuşmaya başladı.

 

''Ben de o meşhur Yağız Karahanlı oluyorum herhalde'' dedi ve gülmeye başladı.

 

Çocuk bakışlarını benden ayırmazken bense Yağız'a bakıyordum.

 

Gülüyordu ediyordu ama bu gülüşler onun kötülüğünü gizlemiyordu. Bazı maskelerin olgunlaşması zaman alır, bu da o maskelerden birisiydi. Yağız kendini gizlediğini sanıyordu ama bunu yapamıyordu. Çünkü ben onun gizlemeye çalıştığı her şeyi görüyordum. Hem de her şeyi...

 

Eymen Yağız'ın kucağından indiğinde benim yanıma yanaştı ve elimden tutarak ''hadi Miray beraber kahvaltı yapalım'' dediğinde elimi sıkıca tuttu ve benim bir şey söylememi bekledi.

 

Eymen'e bakıp gülümsediğim de onun bu teklifini reddetmem gerekiyordu. Çünkü hiçbir şey yemek istemiyordum.

 

Ben Eymen'e vereceğim cevabı düşünürken Yağız yeniden sessizliğini bozdu ve

 

''Eymen hadi sen üstünü değiştir. Biz de Miray ablanla birazdan geleceğiz'' dediğinde hiçbir şey söylemeden Eymen'e bakmaya devam ettim.

 

Eymen Yağız'a karşı gelmeyerek başını salladı ve elimi bırakıp geldiği yoldan geri gitti.

 

O gider gitmez odada tekrardan Yağız ve ben kalmıştım. Yağız hiç beklemeden arkasını dönüp odanın içindeki dolaba doğru yürüdüğünde daha fazla ayakta durmak istemediğimden hemen yanımdaki koltuklardan birine oturdum ve onun bir şey söylemesini bekledim.

 

O ise sadece dolabı açtı ve dolabın içine göz gezdirdikten sonra birkaç parça eşya seçti ve geri bana döndü.

 

Elindeki yeşil kazakla ve siyah bir eşofmanla bana doğru gelirken elindekileri yatağın üstüne koydu ve

 

''Çok rahatsız duruyorsun, istersen bunları giyebilirsin''

 

Ne yani bana kendi eşyalarını mı veriyor, biz bu numaraları çok gördük be evlat.

 

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda ''hayır istemiyorum. Ben böyle mutluyum'' dedim ve onun bir şey demesine fırsat vermeden devam ettim.

 

''Ayrıca ben kahvaltı da yapmak istemiyorum'' dedim ve kollarımı göğsümde birleştirerek alttan alttan ona baktım.

 

Ellerini arkasında birleştirerek gülümsediğinde bir adım atarak tam karşımda durdu ve hafifçe öne doğru eğilerek ''sana bunu isteyip istemediğini sormadım. Bilmem farkında mısın?'' Dediğinde şaşkınlıkla ona bakakaldım.

 

Kaşlarımı çatarak ''pardon?'' dedim ve onun gülümseyen yüzüne tekrardan baktım.

 

''Burası benim evim ve sen benim sana söylediklerimi yapmak zorundasın'' O son kelimeye bilerek vurgu yapmıştı. Sırf beni sinir etmek için.

 

Onun bu üstten tavrı hiç hoşuma gitmemişti. Belli ki birileri iyi bir dersi hak ediyordu.

 

Hızla ayağa kalktığımda ve karşısında dimdik durduğumda işaret parmağımı ona sallayarak ''çok ileri gitme derim, yoksa sonuçlarına katlanamayacağın şeyler yaşarsın'' dediğimde Yağız şaşırır gibi yaptı ve sonra dudaklarını büzerek

 

''Bir örnek versene merak ettim şimdi'' dediğinde alayla güldüm ve

 

''Sözle değil de yaşayarak görmeni daha çok isterim. Denemek bedava ama katlanmak sana çok pahalıya patlayabilir'' son cümlem onun kahkaha atmasına sebep olmuştu.

 

''Deneyelim o zaman, bakalım Miray Ateş neler yapabiliyormuş bir görelim'' dediğinde keyifle gülümsedim ve ''hay hay'' dedim ve ondan uzaklaşıp tekrardan koltuğa oturdum ve onun odadan çıkmasını bekledim.

 

Yağız odanın ortasında dikilmeye devam ederken başımla kapıyı işaret ettim ve

 

''Çıkabilirsin'' dedim.

 

Gözlerini kısarak bana baktığında ''ne yapacağını söylemeyecek misin?'' Diye bir soru yönelttiğinde daha fazla gülümsedim ve

 

''İzle ve gör'' dedim.

 

 

 

☘️

 

 

 

Yağız Karahanlı

 

Şu ana kadar sürekli etrafımdaki insanlarla uğraşmışımdır. Onlarla eğlenmiş, onlarla dalga geçmişimdir. Ama ben ilk defa birisinin karşımda bu hale geldiğini gördüm. Acımasız ve korkusuz...

 

Normalde karşımdaki kişiler benden korkar ağızlarını bile açamazlar, açtıklarında ise yaptıkları tek şey bana yalvarmak olurdu ama ben bu kadında aynı şeyi göremiyordum.

 

Benden korkmuyordu. Hatta bana meydan okuyordu. Bir kadın, benim karşımda dimdik durup bana meydan okumuştu. O kadın bir polisti. Benim bildiğim sadece birisini öldürmekle tehdit etmiş ama hiçbir şey yapmamış bir kadın. Benim bildiğim o kadın Miray Ateşti.

 

Onun gözlerinde bir anlam vardı. Benim çözmek için çaba sarf ettiğim ama bir türlü bulamadığım o şey...

 

Onu tanıyordum. O Miray Ateşti. Gözü karardığında kimseyi göremeyecek olan o kadın. Belki tüm dünya onun kalbinin olmadığını düşünüyordu. Onun için vicdansız denilmişti ama ben biliyordum. Onun bir vicdanı, bir kalbi vardı. Onu suçlamışlardı ama o yine kendini aklamayı başarmıştı.

 

Ona her ne oldu bilmiyorum ama bu benim karakolda gördüğüm kadın değildi. Biraz önce karşımda dimdik duran kadın eskiden sevgi dolu olan o kadın değildi. Büyük bir yara almış birisiydi.

 

Ben Yağız Karahanlı insanların tabiriyle karanlık adam, ben ilk defa bir konuda endişeleniyordum. Korkuyorum demiyorum, endişeleniyorum diyorum.

 

Bu duyguyu bana yaşatan bu kadındı. Miray Ateş, adındaki ateşi gözlerinde görmem beni endişelendiren en büyük şeydi.

 

Bir insanın bakışları bile değişir miydi, onun değişmişti ve ben bunu ilk gördüğümde buna inanmam uzun bir zamanımı almıştı.

 

Onun bakışları artık eskisi gibi masum değildi. Tek bir bakışıyla sanki tüm dünyayı yok edebilecekmiş gibiydi.

 

Ona her baktığımda Jack London'un Martin Eden kitabındaki şu replik aklıma geliyordu.

 

''O kızın sert bakan gözlerini gördünüz.''

 

''Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak olmaz''

 

İşte bu söz belki de onu açıklayan tek şeydi. O kendi başının çaresine bakmış ve zorluklarla tek başına mücadele etmişti.

 

Onu ilk gördüğüm gün beni ilk kez tutuklamışlardı. Ben onu ilk kez orada gördüm. O gün masumdu, çünkü o gün bir polisti. Sorguma girdi, bana sorular sordu. O an o sorguda olmasına rağmen bana sert bakamamıştı. Bakışlarında acımasızlık bile yoktu.

 

Peki o kadın nasıl bu kadına dönüşmüştü?

 

''Patron'' Arda'nın sesini duymamla düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım. Ona sadece bakmakla yetinip hiçbir şey söylemedim ve boş boş Arda'nın yüzüne baktım. Arda'ya bakıyordum ama aklım hala ondaydı. Onun nasıl bu kadına dönüştüğündeydi.

 

''Patron'' Arda'nın tekrardan bana seslenmesiyle ondan bir kurtuluşumun olmadığını anladım ve ondan tek kurtuluşumun konuşmak olduğunu fark ettim.

 

Oturduğum yerde doğruldum ve bacak bacak üstüne atarak geri yaslandım. Elimi masanın üstüne koyduğumda Arda'nın biraz da olsa korktuğunu hissettim.

 

Tabi ya benden kim korkmazdı ki, herkesin korktuğu o adam denilmişti benim için.

 

Senden korkmayan tek kişi Miray Ateş, onu da biliyorsun zaten

 

Bu iyi bir şey miydi, yoksa kötü mü?

 

Zaman gösterecek, bazen tek çare zamandır. Bir merak, bir acı, bir mutluluk ve en önemlisi insan sadece zamanla anlaşılır.

 

''Ne oldu Arda?'' Sesimi oldukça sakin tutmama rağmen Arda'nın yüzü yine de gerilmişti.

 

Arda ona soru sorduğum anda yere baktığında, ki o bunu her yaptığında genelde ortada büyük bir sorun oluyordu. Artık onu da çözmüştüm.

 

Oturduğum yerden kalkıp ellerimi arkamda bağladım ve küçük adımlarla ona doğru yürüyüp tam karşısında durdum. Kulağına doğru yaklaşıp sanki odada biri varmış gibi kısık bir sesle

 

''Sana ne olduğunu sordum'' dedim ve geri çekilerek cevap vermesini bekledim.

 

Arda'yı tanıyordum. O kolay kolay bu kadar zorlanmazdı. Neyden korkuyordu, tepkimden mi?

 

Arda en sonunda konuşmaya karar verdiğinde ne söyleyeceğini merakla bekliyordum.

 

''Miray Hanım şey yapmış'' dediğinde onun adını duymamla yutkumdum ve merakım daha fazla kabardı.

 

Bu kadar erken beklemiyordum. Ne yapmış olabilirdi ki?

 

Sertçe yutkunduğumda derin bir nefes verip ''ne yapmış?'' Diye sordum. Soruyu sordum ama cevabına hazır mıydım, işte onu bilmiyordum.

 

Arda da aynı benim gibiydi ama o benim vereceğim tepkiden korkuyordu. Bense olacaklardan endişeleniyordum.

 

Arda aynı benim gibi bir nefes vererek tek nefeste her şeyi söyledi.

''Öykü'nün evine bir kutu içinde kocaman bir yılan göndermiş''

 

Arda'nın cümlesinin üstüne kendimi tutamayarak kahkaha attım ve az önce sessizlikten kırılan odayı şimdi benim kahkaha sesim dolduruyordu. Beni bu denli güldüren şey Miray'ın böyle bir şey yapması ve benim bunu beklemiyor oluşumdu.

 

Arda'nın şaşkın bakışlarını görmezden gelerek gülmeye devam ettiğimde ellerimi çözüp masanın üstüne oturdum ve gülerek Arda'ya baktım.

 

Kaşlarını çatarak bana bakıyordu. Yüzümde gülümseme asılı kalırken merakla

 

''Nasıl yapmış bir anlatsana, merak ettim'' Arda'nın kaşları daha fazla çatıldı ama bana karşı gelmeyerek olayı anlatmaya başladı.

 

''İşte patron Öykü Hanım'' dediği anda onu susturup

 

''Öykü Hanım değil, sadece Öykü'' dedim ve devam etmesini bekledim.

 

Arda yine şaşkınlıkla kalırken nefesimi verdim ve sessiz kaldım.

 

Yeni bir yardımcı daha almanın zamanı geldi sanırım, bu çocuk sürekli şaşırıp duruyor. Acaba bunun yerine de mi Miray'ı alsak, ay pardon Miray Hanım diyecektim.

 

Ben kendi kendime gülümserken bir yandan da Arda'nın konuşmasını bekliyordum ve sonunda beklediğim oldu.

 

Aslında ben çok sabırlı bir insanmışım. Arda bana bunu öğretti.

 

''Öykü saat 18.40'ta işten çıkıp evine gitmiş, eve girdikten bir süre sonra kapı çalmış, o da zaten şaşırmış bu saatte gelen kim ki diye, kapıyı açınca yerde büyük kırmızı bir kutu görmüş. Ne olduğunu sorgulamadan eve almış. Salona geçip otururken kutuyu açmış. İşte ne olduysa ondan sonra olmuş. Kutuyu açar açmaz yılan dışarı fırlamış. Öykü'de korkudan ne yapacağını bilememiş''

 

Arda'nın olayı anlatmasının üstüne istemeden de olsa mutlu olmuştum ama bu hikayede eksik ve yanlış bir şey vardı.

 

''Onun yaptığına emin misin?''

 

Bunu sence başka kim yapar Yağız, tabii ki o yapacak.

 

''Kutunun içinden bir tane de not çıkmış'' dediğinde kaşımı kaldırarak ne söyleyeceğini merakla bekledim.

 

''Notta, odanı aldım, sıra canını almakta, sana yeni bir arkadaş gönderiyorum ona iyi bak, en azından ölene kadar... Yazıyormuş'' dediğinde nedensiz bir şekilde gülümsüyordum.

 

Sanırım senin yapamadığını yaptığı için bu mutluluk.

 

Bazen içimdeki sesten bile nefret ediyordum. Çünkü çok fazla gerçekleri söylüyor.

 

Masadan kalkıp tekrardan hareketlendiğimde bir iki adım atıp pencerenin yanına vardığımda dışarıya bakarak

 

''Bu hikayede eksik bir şeyler var Arda, eksik ya da yanlış'' Arda hiç beklemeden, hiç düşünmeden

 

''Ne gibi patron?'' Diye sordu.

 

Hızla ona döndüğümde yavaşça adımladım ve odanın tam ortasında durup ''dün o saatte Miray hastanedeydi ve baygındı. Yani onun bunu yapmış olması mümkün değil'' dediğimde Arda anladığını belli edercesine başını salladı ve

 

''Yani bu demek oluyor ki Öykü bunu kendi yaptı?'' güldüğümde Arda'nın yüzü gerildi. Onu da anlıyordum işin içinde Öykü olunca insanın aklına her şey geliyordu.

 

''Ya da Miray bu yolda tek değil'' dediğimde Arda'nın şaşkınlıktan ağzı açıldı. Çok geçmeden hemen sonra

 

''Ama bu mümkün değil, biz Miray Hanımı araştırdığımızda ölen ailesinden başka hiçbir yakınına ve arkadaşına rastlamadık. Bu kesinlikle mümkün değil''

 

Arda'nın kendinden bu kadar emin oluşu benim düşüncelerimi destekler nitelikteydi.

 

''Bu yüzden ben de senin dediğine inanıyorum. O zaman zanlımız Öykü oluyor'' dedim ve alnımı sıvazlayarak ''bunu neden yaptı diye sormayacağım, çünkü biliyorum. Neyse onu ben hallederim''

 

Hiç işimiz yokmuş gibi bir de Öykü'yle uğraşacağız. Bir düşmedi yakamızdan.

 

''Arda sen şimdi yanına Nihal ablayı al beraber alışverişe gidin Miray'a birkaç parça eşya alın. Kendisi bir süre bizimle kalacak''

 

 

 

☘️

 

 

 

Miray Ateş

 

Bazen ben bile kendimi tanıyamıyordum. Bazen insanlar öyle çok ileri gidiyorlardı ki, ben bile gözümün döndüğünün farkına varamıyordum. İnsanlar beni öyle şeyler yapmaya mecbur ediyorlardı ki, ben bile artık aynadaki yansımamdan korkar hale gelmiştim.

 

Ama üzülmediğim tek bir şey vardı. O da insanların yaptıklarımı hak etmiş olmalarıydı. Belki üzülebilirdim ama yaptıklarımı hak etmeselerdi. Aynı şu an Yağız Karahanlı'ya yapacaklarım gibi, beni artık yeniden tanıyacaktı. Ben kimdim ve nasıl biriydim, yeni öğrenecekti. Ve en önemlisi yapacaklarımı hak etmesi...

 

Ona karşı gelişimin elli altıncı dakikasındaydım ki kapının aralanmasıyla ve ''merhaba'' diye bir ses duymamla uzandığım yatakta doğruldum ve gelene baktım. Eymen, üstünü değiştirmiş, mavi tişört mavi pantolon giymiş ve saçını güzelce taramıştı. Elindeyse büyük bir tepsiyle bana bir şeyler getiriyordu.

 

Ona gülümseyerek ''merhaba'' dedim ve başımı omzuma doğru eğerek yanıma gelmesini bekledim.

 

Yatakta tamamen oturur pozisyona geçtikten sonra gülümseyerek Eymen'in yanıma gelmesini bekledim. Öyle dikkatli yürüyordu ki sanki ipin üstünde yürüyormuş gibiydi.

 

Eymen sonunda yanıma geldiğinde tepsiyi dikkatlice yatağın üstüne koydu ve gülümseyerek bana döndü.

 

''Abim senin kahvaltı yapmak istemediğini söyleyince biz de Nihal teyzeyle beraber sana bir tepsi hazırladık. Belki böyle yemek istersin diye'' bakışlarımı Eymen'den çekip tepsiye baktığımda bir sürü şeyin olduğunu gördüm.

 

Zeytin, peynir, salam, omlet, tahin-pekmez, sucuk, domates, salatalık, reçeller...

 

Eymen'e bakarak tatlı bir sesle

 

''Ben canımın istemediğini söylemiştim ama neden zahmet ettin'' dedim ve bir ona bir de tepsidekiler baktım.

 

O ise dudaklarını büzerek ''insanlar yemek yemeden yaşayamazlar ve sen de bir insan olduğun için yemen gerekiyor.''

 

Eymen'in anlamlı cümlesine gülmeden edemedim. Aynı abisi gibiydi. Onu kırmamak için başımı tamam der gibi salladım ve

 

''Peki tamam ama'' dedim ve tekrardan tepsiye göz gezdirdikten sonra Eymen'e dönüp ''tüm bunları ben tek başıma bitiremem senin de bana yardım etmen gerekecek'' dedim ve yanıma otursun diye kenara kaydım.

 

Hiç düşünmeden yanıma oturduğunda bacaklarını altında topladı ve uzanıp tepside duran ekmeklerden birini aldı. Ekmeği bölüp reçele bandırdıktan sonra ağzıma doğru tuttu. İstemsizce kaşlarımı çatarak geri çekildiğimde Eymen de kaşlarını çatarak bana baktı.

 

''Ne reçeli bu?'' Sorumun üstüne Eymen bakışlarını kısarak reçele baktı. Bir süre ne reçeli olduğunu anlamaya çalıştı ve en sonunda ne reçeli olduğu aklına gelmiş olacak ki birden doğruldu.

 

''Çilek reçeli'' odanın içinde Eymen'in sesi yankılanırken bense onun bu ani çıkışına güldüm.

 

Ekmeği ağzıma daha çok yaklaştırdığında elimle onun kolunu tuttum ve

 

''Ama ben çilek reçeli sevmiyorum. Hadi onu sen ye'' bunu söylememle Eymen'in yüzü düştü ama bir süre sonra bir şey yapamayacağını anladığında ekmeği ağzına attı. O ekmeği çiğnerken öyle mutlu gözüküyordu ki, onun bu halinden bile çilek reçelini çok sevdiğini anlayabilmiştim.

 

İşte biz de ne olsun, kendisini çok sevmeyiz. Helva hesabı.

 

''Sen neden yemiyorsun, eğer çaysız yiyemiyorsan merak etme abim onu birazdan getirecek'' dediğinde Yağız'dan bahsettiği yerde direkt olarak gözlerimi devirdim.

 

Yağız'ı beklemeyeceğimi belli etmek için hemen tepsideki ekmeklerden birisini böldüm ve ağzıma attım. Aynı anda Eymen'in ağzı da boş kalmasın diye bir parça daha böldüm ve reçele bandırıp onun ağzına attım. Gülümseyerek bana baktığında aynı gülümsemeyle ona baktım.

 

Bakışlarım Eymen'in yüzünden kapıya kaydığında kapıda Yağız'ı görmemle gülümsemem yüzümde asılı kaldı. Elinde tuttuğu çay tepsisiyle kapıya yaslanmış gülümseyerek bizi izliyordu. Ona baktığımı fark edine bana tekrardan gülümsedi. Bu seferki daha içtendi. Diğerlerinden de içtendi. Yaslandığı yerden doğruldu ve gözlerini gözlerimden ayırmadan

 

"Orada bana da yer var mı?'' Sorusu banaydı. Ona kızgın olup olmadığımı kontrol etmek için bu soruyu bana sormuştu ama ben kızgın olmamama rağmen yine de ona cevap vermedim. Soruya benim yerime Eymen cevap verirken eliyle benim yanımı işaret ederek ağzı dolu bir şekilde ''gel abi gel gel'' dedi ve ağzında kalanları çiğnemeye devam etti.

 

Yağız'a bakmasam da onun biraz da olsa benden çekindiğini anlayabiliyordum.

 

Deliyiz sonuçta, ne yapacağımız belli olmuyor.

 

Yağız ağır adımlarla yanıma geldi ve ilk önce tepsiyi dikkatlice yatağın üstüne koydu, ardından da kendisi, biraz tereddüt etse de bir bacağını kıvırıp yanıma oturdu. Onun yanıma oturmasıyla ondan birazcık uzaklaşmam bir oldu. Eymen ne olduğunu anlamazken Yağız'ın kaşları havalanmıştı.

 

Ona daha fazla bakmamaya çalışarak Eymen'e baktım. Biraz önce bana yaptığı şeyi şimdi Yağız'a yapıyordu. Ekmeği çilek reçeline batırdı ve zorda olsa uzanarak Yağız'ın ağzına doğru tuttu. Yağız hiç beklemeden ekmeği ağzına aldığında onun da aynı Eymen gibi reçeli çok sevdiğini anladım.

 

Şu reçeli bir biz sevmiyoruz galiba Miray, acaba biz de bir sorun olabilir mi?

 

Hayır tabii ki, bunların aile sorunlu, bakma sen.

 

Yağız bize iki çay Eymen'e ise bir bardak süt getirmişti. Sütü alıp içmesi için Eymen'e verdiğimde Eymen hiçbir şey söylemeden sütü aldı ve içmeye başladı. Onun sütü içmesini beklerken ben de ağzıma bir tane zeytin attım. Tam o sırada Yağız kulağıma doğru eğildi ve kinayeli bir ses tonuyla

 

''Hani sen kahvaltı yapmak istemiyordun'' dediğinde ondan uzaklaşıp ters ters baktım ve kısık bir sesle

 

''Çocuk getirmiş o kadar yememek olmazdı. Yoksa yemek istediğimden falan değil'' dediğimde Yağız dudaklarını birbirine bastırarak başını salladı ve

 

''Yani sırf Eymen getirdi diye'' dediğinde güldü ve bir cevap vermemi beklemeden önüne dönüp çayından bir yudum aldı.

 

Onun bu tavrına karşı bir şey söyleyeceğim sırada kapı tıklatıldı ve hemen ardından da kapıda yirmili yaşlarında, 1.65 boylarında açık kahverengi saçlarıyla bir kız belirdi. Kız üstündeki siyah takıma ve yüzündeki ciddi ifadeye karşıt olarak gülümsediğinde kızla göz göze geldik.

 

''Merhaba, oov burada ziyafet varmış'' dediğinde gülümseyerek bize doğru geldi ve tam karşımızda durdu.

 

Bir elini beline koydu ve boşta kalan eliyle Yağız ve Eymen'i işaret ederek ''demek siz o yüzden kahvaltıda bir şey yemediniz, sırf burada yemek için'' dediğinde Yağız ve Eymen aynı anda birbirlerine baktı. Bense şaşkın şaşkın kıza bakıyordum.

 

Kız bana bakarak gülümsediğinde aklına yeni gelmiş gibi ''aa ben sana kendimi tanıtmayı unuttum'' dedi ve elini bana doğru uzatarak ''ben Rüya, senin şu sağında oturanın kız kardeşi, solunda oturanın ablasıyım'' dediğinde şaşırarak ona baktım.

 

Miray sen bir de Yağız'ı araştırdım dedin, peki bizim neden bu kızın varlığından da haberimiz yok? Biz işe böyle başladıysak sonumuzu Allah hayretsin.

 

Adam ailesini çok iyi saklamış, bu durumda ben ne yapabilirim?

 

Ben tüm bunları düşünürken Rüya gözlerini kısarak bana baktı ve ' "sanırım sen de şu Miray olmalısın, Ateş olan'' dediğinde gülümsedim ama aynı anda da kaşlarımı çatmıştım.

 

Biz bu kızı bilmiyoruz ama kız bizi biliyor.

 

Haberlerden duydu desem pek haber izleyen bir tipide yok. Sanırım bu konuya Yağız bakıyordu. Büyük ihtimal o söylemiştir. Göz ucuyla Yağız'a baktığımda ağzındaki lokmayı hala daha bitirmemişti. Bu demek oluyordu ki, adımı o söylemişti.

 

Daha fazla donuk kalmadan gülümseyerek Rüya'ya baktım ve elini sıkarak '' tanıştığımıza memnun oldum Rüya'' dedim.

 

Rüya da aynı samimiyetle bana gülümsediğinde ''ben de'' dedi ve bakışlarını yüzümde gezdirdi.

 

Uzun bir süre beni inceledikten sonra elini yavaşça çekti ve ''az kalsın neden geldiğimi unutuyordum'' dediğinde bakışları bir an Yağız'a kaydı ama hemen sonrasında Eymen'e baktı.

 

Eymen tam o sırada büyük bir dilim peyniri yemekle meşgulü.

 

''Hadi çocuk adam, buraya seni almaya geldim'' dedi ve hiç beklemeden Eymen'in yanına doğru yürüdü ve onun itiraz etmesine fırsat bile vermeden onu birden kucağına aldı.

 

Eymen ağzı dolu bir şekilde Rüya'ya bakarken ağzındakilere rağmen konuşmaya başladı ama sesi boğuk çıkmıştı.

 

''Napıyorsun abla ya? Diye sorduğunda Rüya gözlerini kısarak

 

''Sen demedin mi, dışarıya çıkalım diye, işte gezmeye gideceğiz'' Rüya'nın cümlesinin üstüne Eymen ağzındakileri hızlıca bitirdi ve ellerini birbirine vurarak ''evet, hadi o zaman ne bekliyoruz?'' Dediğinde hepimiz aynı anda güldük.

 

Rüya gitmek için hareketlendiğinde Eymen bana dönüp ''görüşürüz Miray abla'' dedi ve bana el salladı. Ben de ona el salladığımda Rüya kapıdan çıkmadan önce bana 'görüşürüz' dedi ve göz kırptı.

 

Onlar odadan çıkar çıkmaz yine ve yeniden Yağız'la kalmıştık.

 

Kavga, kavga, kavga, siz yalnız kalınca yaptığınız tek şey sonuçta kavga etmek.

 

Bu sefer öyle olmadı. Ne o konuştu, ne de ben sessizce kahvaltımızı yaptık ve her şeyi sessizce bitirdik.

 

O kahvaltı tepsisini aldı. Bense onun getirdiği çay tepsisini aldım. O çayını bitirmişti ama ben çayımdan bir yudum bile almamıştım. Ben onun arkasından sessizce giderken bir yandan da etrafı inceliyordum. Etrafta tablolar, vazoda çiçekler vardı. Ev sadece bunlardan ibaretti ama içi de epey büyüktü.

 

E yani Yağız Karahanlı'nın evi sonuçta ne olmasını bekliyordun ki, küçük bir ev mi?

 

Salona, mutfağa ve kapıya uzanan büyük bir merdivenden indik. Ev ikiye ayrılıyordu aslında, birinci bölüm odalar, ikinci bölüm mutfak ve salon.

 

Merdiveni bitirip sağa yani mutfağa doğru ilerlediğimizde etrafı incelemeyi bıraktım ve Yağız'ı takip ettim.

 

Mutfağa girdik ve Yağız ilk önce elindeki tepsiyi ana tezgaha koydu. Ardındansa elini yıkadı. Ben de aynı onun gibi tepsiyi tezgaha koydum. Daha sonrasındaysa onun gibi elimi yıkamak yerine tezgaha yaslandım ve kollarımı göğsümde birleştirerek tavanı incelemeye başladım.

 

Biz bu evde sekiz gün boyunca ne yapacağız, of Miray girdin şu adamla yarışa, bir türlü çıkamıyorsun.

 

''Ne düşünüyorsun?'' Yağız'ın sessizliği bozup bana soru sorması beni şaşırtsa da bozuntuya vermedim.

 

''8 gün boyunca bu evde ne yapacağımı'' dedim.

 

O ise sanki bu cevabı bekliyormuş gibi hiç düşünmeden cevap verdi.

 

''Normalde evinde ne yapıyorsan burada da onları yapabilirsin, ne yapıyorsun ki?'' Sorusuyla beraber istemsizce gülümsedim.

 

Sence iç ses ona günlük rutinimizin insanları öldürmek olduğunu söylesek mi, bence söylemeyelim ama o çok merak ediyor.

 

Sanırım henüz bunun için biraz erken Miray

 

Ona düşüncelerimi değil de gerçekten normalde neler yaptığımı söyledim.

 

''Mesela kitap okuyorum, müzik dinliyorum, yürüyüşe gidiyorum, spor yapıyorum. Klasik şeyler'' dediğimde Yağız'ın adım seslerini işittim. Kendisini tam karşımda görmemle yaslandığım yerden doğruldum.

 

''Bunları 8 gün boyunca burada da yapabilirsin, bütün imkanlar var'' dediğinde alayla güldüm ve

 

''Yapacağımı sanmıyorum. Her neyse sen benim rutinlerimi boş ver de, şirkete ne zaman gideceğimizi söyle çünkü şirkete gitmeden önce evime uğramam lazım'' dediğimde üstümü başımı gösterdim ve

 

'' Ben şirkete böyle gidemem'' konuşmamın ardından Yağız'a baktığımda şaşkınlıkla bana bakıyordu.

 

''Ne yani sen bu halde bir de şirkete mi gideceksin?'' Diye sorduğunda gülerek ona baktım.

 

Tabii ya ne sandın Yağızcığım, hiç Öykü'yü şirkette yalnız bırakır mıyız?

 

Başımı hızlıca salladığımda Yağız tekrardan şaşırarak

''Senin böyle bir iş aşkın olduğunu bilseydim, seni daha önceden işe alırdım" dedi ve güldü.

 

Ona gözlerimi devirdiğimde gülüşü daha da büyüdü.

 

"Benimki iş aşkı değil, intikam aşkı, lütfen bunları birbirine karıştırmayalım" Yağız şaşkın şaşkın bana bakmaya başladı. Onun konuşmasına fırsat vermeden.

 

"Konuşman bittiyse şirkete gidelim artık" dedim ve ona arkamı dönerek ellerimi yıkamak için ilerledim.

 

Musluğu açtığım sırada ağzının içinden bir şeyler mırıldandı ama ne olduğunu tam duyamadım.

 

Ben ellerimi yıkarken Yağız beni öylece bekledi. Ayakta durduğunu biliyordum ama ne yaptığını göremiyordum. Çünkü inatla ona bakmamayı tercih ediyordum. Ellerimi yıkadıktan sonra musluğu da yıkadım ve musluğu kapatıp ona doğru döndüm.

 

Ona doğru dönmemle onunla göz göze gelmem bir oldu. Yine gülümsedi, hep yaptığı gibi, nedensiz ama bir o kadar da anlamlı.

 

Ona doğru yürüdüğümde beni bir süre baştan aşağı süzdü. Aslında onun bu bakışlarına bir söylerdim ama alacağım cevabın kafamı karıştırmasından korkuyordum. Bu yüzden de susmayı seçtim ve yanından geçip gittim.

 

Kapıdan çıktığım anda o da hemen arkamdan geldi ve hatta hızlı bile yürüyüp önüme geçti. O merdivenleri ikili ikili çıkarken ben bir bir çıkıyordum.

 

Adımları yeterince büyük değilmiş gibi bir de ikili çıkıyor, hey ya rabbim.

 

Merdivenin basamağında aniden durduğunda onun bu ani duruşu karşısında ben de durmak zorunda kaldım. Çünkü az kalsın ona çarpacaktım.

 

''Sen gerçekten iyi misin Miray? Sorusu afallamama sebep olmuştu.

 

Hangi anlamda soruyorsun bunu Yağız, ruhum için mi, dışım için mi, dışımı soruyorsan o hep mutlu bir kadın olarak kalacak ama ruhum, o ise hep yaralı bir kız çocuğu olarak kalacak.

 

Acıyla gülümsedim ve ''sana söylemiştim. Ben hep iyiyim Yağız Karahanlı, sen kendini düşün'' dedim ve basamakları çıkmaya devam ettim. O arkamda kalırken bakışlarımdan ne olduğunu anlamasın diye, çünkü ben bazen onu bile saklayamıyorum, hızlı hızlı merdivenleri çıktığımda odanın olduğu yere doğru yöneldiğimde arkamdan

 

''Dur, oraya gitmeyeceksin'' dediğinde olduğum yerde kalakaldım ama bir yandan da arkama dönmemek için kendimi zor tuttum.

 

Acaba gözlerim dolmuş muydu, sanırım artık bazı şeyleri saklamakta zorlanıyordum. Bu da onlardan birisiydi. Derin nefesler aldım. Hayatımda hiç almadığım kadar ve yavaşça arkama döndüm.

 

Onu tekrar karşımda görmemle donakalmam bir oldu. O, ne ara gelmişti buraya?

 

Umarım Miray, umarım gözlerin dolmamıştır.

 

Umarım iç ses, umarım.

 

Başımı korka korka da olsa kaldırıp Yağız'a baktım. O ise bana çok bakmayıp konuşmaya başladı. Parmağıyla koridorun diğer ucunu işaret etti ve

 

''İlk önce şuraya gitmemiz gerekiyor'' dedi ve yüzüme bile bakmadan o yöne doğru gitti.

 

Hızlıca gözlerimi silip derin bir nefes aldıktan sonra Yağız'ın peşinden gittim.

 

Nereye gidiyorduk, bilmiyordum ama yine de onun peşinden gidiyordum.

 

Koridorun sonuna geldiğimizde Yağız siyah kapının önünde durdu. O an fark ettim ki, bu taraftaki kapıların hepsi rengarenkti. Mavi, siyah, yeşil ve kırmızı

 

Bu renkler şu an bana anlamsız gelmişti ama eminim ki bunların da altından bir şey çıkacaktı.

 

Önünde durduğumuz kapı simsiyahtı. İlk defa böyle bir kapıyla karşılaşıyordum. Simsiyah, asil ama bir o kadar da korkutucu.

 

Ben kapıyı Yağız'ın açmasını beklerken Yağız durdu ve bana dönerek ''hadi aç kapıyı'' dediğinde beni ne beklediği konusunda merak içindeydim.

 

Bakalım bu mafya yine bizim başımıza ne işler açacak.

 

Korkarak kapının kolunu tuttuğumda Yağız'a baktım ve hiçbir şey söylemedim. Yağız'sa ondan bir şey beklediğimi düşünmüş olacak ki konuşmaya başladı.

 

''Bana güven kötü bir şey olmayacak'' dediğinde alayla güldüm ve

 

''Birisine güvenmek mi, hele de sana, intihar etsem daha az acı çekerim'' dediğimde gülümsemem büyüdü ama o gülümsemedi.

 

Onu umursamadan devam ettiğimde elimi kapının kolundan çekmemiştim.

 

''İnsanlara güvenilmez Yağız Karahanlı, bunu acı tecrübelerle yaşamanı istemem. Bu yüzden bana da güvenme, bunları aslında sana o gün şirkette ben sana güveniyorum dediğinde diyecektim ama seni bozmak istemedim. İstersen herkese güven ama asla bana güvenme, çünkü ben canım yandığında kimseyi görmem'' dediğimde Yağız'ın yutkunduğunu fark ettim.

 

Belki cümlelerim sert ve ağırdı ama hayatta en az benim cümlelerim kadar acımasızdı ve en kötüsü de bunların gerçekler olmasıydı.

 

Onun bir şey söylemesini beklemeden kapıyı araladığımda karşımda şaşkına dönmeme sebep olan bir şey gördüm.

 

Burası bir oda değildi. Burası bir kütüphaneydi. Burada bir oda dolusu kitap vardı. Kapıyı aralayıp içeri girdiğimde hayretle etrafa bakıyordum. Burada tonlarca kitap vardı ve hepsi de birbirinden güzeldi.

 

Bunlar güzel de sen adama neler dedin Miray?

 

Bunları elbet bir gün benden duyacaktı. Ha şimdi duymuş, ha başka bir gün, erken olması iyi oldu.

 

Gözlerimi kapattım ve odanın içindeki kitapların o mis kokusunu aldım.

 

''Dünyada hiçbir şeye değişmeyeceğim o koku'' son kez derin bir nefes aldığımda gülümseyerek odanın içinde döndüm ve durup Yağız'a baktım.

 

Gitmemişti, tüm o cümlelerime karşı kapıda beni bekliyordu. Yüzümdeki gülümsemeyle ona baktığımda hiç tereddüt etmeden bana aynı gülümsemeyle karşılık verdi.

 

Kendimin de beklemediği bir anda durdum ve Yağız'a

 

''Teşekkür ederim'' dedim.

 

Yağız bunu duymasıyla hiç şaşırmadığı kadar çok şaşırdı. Öyle ki bir an donup kaldığını bile düşünecektim.

 

Çocuk nereden bilsin senin de teşekkür edebildiğini?

 

Yağız zar zor konuştuğunda ''r-rica ederim. Ne demek'' dediğinde konuşmasının aksaması daha çok gülmeme sebep oldu.

 

Ben gülerken o kendine geldi ve konuşmaya devam etti.

 

''Eğer burayı çok beğendiysen. Burası senin olabilir, kitapları okuyabilir, burada vakit geçirebilirsin'' dediğinde ona sarılmamak için kendimi zor tutuyordum.

 

O kadar da değil.

 

Gülümseyerek başımı salladığımda tekrardan kitaplara baktım. Önümde bir dünya vardı ve ben ilk defa kendimi bu kadar çok mutlu hissediyordum.

 

Hiç durmadım ve merakla raflardaki kitaplara baktım. Her birinin kokusunu içime çektim ve her birinin içini açıp birkaç sayfa okudum.

 

Ben bunları yaparken Yağız kapıda durmayı bırakıp odanın içindeki mavi berjere oturdu ve pencereden dışarıya bakmaya koyuldu.

 

Onun dışarıya bakmasını fırsat bilip kitapları daha fazla inceledim. Burada her şey vardı. Dünya klasiklerinden tutun da ansiklopedilere kadar her şey vardı. Burası benim aradığım yerdi. Hayalimdeki o yerdi.

 

Bir kitap geçti elime yeşile yakın bir rengi olan ve kapağında arkası dönük, üstünde deli önlüğü olan bir kız oturuyordu. Üstünde ise Veronika Ölmek İstiyor yazıyordu.

 

İlk defa böyle bir kitaba denk geliyordum. Ölmeyi isteyen ve ölümü açık açık söyleyen bir kitaba, kitabı açtım ve rastgele bir sayfayı durdurup okumaya başladım.

 

Okuduğum sayfada aynen şöyle yazıyordu;

 

''Nasıl olduğunuzu öğrenmek ister misiniz?''

 

''Nasıl olduğumu zaten biliyorum ve gövdemde sizin gördüğünüz değişikliklerle hiç ilgisi yok olanların. Olan her şey ruhumda oluyor''

 

Kitapta yazanları okumamla içimden bir şeylerin kopması bir oldu. İşte kitapları bu yüzden seviyordum. İçimden bazı şeyleri alıp götürdüğü ve bazen de olsa bana anlaşıldığımı hissettirdikleri için.

 

İnsanlar kendilerinin hiç anlaşılmadıklarını düşünürler, açıkçası ben de onlardandım. Ta ki kitaplarla tanışana kadar, bana beni anladıklarını söylediler ve hayatım tamamen değişti.

 

Sessizliği ve düşüncelerimi bölen Yağız'ın telefonu oldu. Yağız'ın telefonunun çalmasıyla olduğum yerde zıplamam bir oldu.

 

Elimdeki kitapla beraber olduğum yerde kalırken merakla Yağız'a baktım. O ise telefonuna baktı ve hemen sonra bana bakıp ''pardon'' dedi ve telefonu sessize alıp odadan çıktı ve beni kitaplarla yalnız bıraktı.

 

O gittikten sonra tekrar elimdeki kitaba gömüldüm ve kitabı incelmeye başladım. Sanırım sekiz gün boyunca okuyacağım kitabı bulmuştum. Tekrardan sayfaların arasında gezinirken kapı açıldı ve Yağız göründü.

 

Başımı kitaptan kaldırıp ona baktığımda yüzündeki üzgün ifadeyle karşılaştım ve kendimi tutamayıp sordum.

 

''Ne oldu?'' Yağız bu soruyu bekliyormuş gibi mutsuz bir ifadeyle cevap verdi.

 

''Şirkete gitmemiz gerekiyor. Benim toplantım vardı. Ben onu tamamen unutmuşum'' dediğinde elimdeki kitabı kapatıp ona doğru döndüğümde başımı tamam der gibi salladım ve elimdeki kitabı göstererek ''bu kitabı alabilir miyim?'' Sorumla beraber Yağız güldü ve

 

''Sana bu odanın senin olabileceğini söyledim. Sen kalkmış kitabı alabilir miyim diye soruyorsun.'' dedi ve daha çok güldü.

 

Başımı tekrardan salladığımda kitabı sıkı sıkıya tutarak ona doğru yürüdüm ve kapıdan geçip koridora çıktım. Tekrar odaya gitmeden önce ona bakarak ''dediğim gibi ilk önce benim evim-'' dediğim anda Yağız beni susturarak konuşmaya başladı.

 

''Eşyaların odanda, ben Nihal ablaya demiştim. O sana göre birkaç kıyafet aldı. Onları giyebilirsin'' dedi ve benim bir şey söylememe kalmadan kapıyı kapatıp arkasına bile bakmadan bir odaya girdi ve bana göz kırptıktan sonra kapıyı kapattı. Girdiği odanın kapısı da kırmızı renkti.

 

Koridorda tek başıma kalmıştım. Kucağımda bir kitap ve Yağız'ın cümleleriyle odama yol aldım.

 

Odaya girdiğim anda yatağın üstüne serilmiş bir sürü eşyayla karşılaştım. Elbiseler, ayakkabılar, makyaj malzemeleri, takılar ve daha neler neler. Yaklaşıp eşyalara baktığımda büyük bir çoğunluğunun elbise olduğunu gördüm ve hepsi de çok güzeldi. Ama ben bugün elbise günümde değildim. Kitabı bir kenara koyduktan sonra yatağın üstündeki eşyalardan gri bir kazak, siyah mini bir etek ve uzun bir çorap seçerek odanın bir köşesine geçip üstümü değiştirdim.

 

Eşyalar tam benim bedenime göreydi. Bunun arka planında Yağız'ın olduğu aklıma gelince bunu çok sorgulamadım ve odadaki aynanın karşısına geçip kendime bir de orada baktım.

 

Kazak çok uzun değildi hatta ve hatta belime gelmeden bitiyordu. Etekse dizlerimin baya üstündeydi. Eteğin bu denli kısalığını göz ardı etmek için yatağın hemen yanında duran ayakkabılara baktım ve içlerinde gözüme çarpan siyah uzun botları giyerek kombinimi tamamladım.

 

Tam makyaj yapmayı düşünmüyordum ki, ta ki aynadaki yüzümü görene kadar, bir ruhtan farkım kalmamıştı. Yaralardan bahsetmiyorum bile...

 

Kıyafetlerin hemen yanında yatağın üstüne dizilmiş olan rujları ve diğer malzemeleri görmemle o tarafa doğru yöneldim ve ilk önce rengimi olabildiğince düzeltip yaralarımı da kapattıktan hemen sonrasında da rujlar arasında en kırmızı olanı seçtim ve hiç çekinmeden dudağıma sürdüm.

 

Saçlarımı da iki yana açıp taradığımda her şey mükemmel olmuştu. İşte hazırdım.

 

Yatağın yanında duran siyah çantamı aldığım sırada kapı tıklatıldı. Sanırım gelen Yağız'dı. Ne ara hazırlanmıştı?

 

Kapıyı açmadan önce sahte telefonumu kontrol ettim ve kimsenin aramadığından emin olduktan sonra tekrardan çantama koydum. Uzun bir aradan sonra kapı tekrardan çaldığında hızla kapıya yöneldim ve kapıyı açtım.

 

Kapıyı açtığım anda Yağız'ın eli havada kaldı ve beni görmesiyle buzdan gözleri bu sefer gerçekten donakaldı.

 

Tabii canım yüzümüze kan geldi sonuçta, şaşıracak tabii, kaç gündür sürünüyoruz burada.

 

Yağız ağzı açık bir şekilde beni süzerken ben de aynı şekilde onu süzüyordum. Klasik siyah takımını giymişti ve o kırmızı mendilini de koymayı asla ve asla ihmal etmemişti.

 

Yağız bana bakmaya devam ederken onu daldığı yerden uzaklaştırmak için elimi yüzüne doğru salladım.

 

''Miray Ateş'ten Yağız Karahanlı'ya'' dediğimde Yağız zor da olsa kendine gelmişti.

 

''Hadi şirkete gideceğiz, sizin toplantınız var Yağız Bey'' dediğimde gülerek ona baktım ama o yine bana donuk donuk baktı.

 

Şunu çeken bir yere götür Miray, dondu bu.

 

Elimi tekrar salladığımda Yağız en son kendine geldi ama donuk bakışlarla bana bakmaya devam etti.

 

''Yağız Bey tahminen ne zaman kendinize gelirsiniz?'' Sorumla beraber Yağız beklemediğim bir ani çıkışla kendine geldi.

 

''Miray, bana evde değil, şirkette bey diyeceksin'' dediğinde şaşkınlıkla ona baktım.

 

Kaşlarımı kaldırarak şaşkınlığımı belli ettim ve hemen sonra da cümlemi düzelttim.

 

''Yağız Karahanlı, tahminen ne zaman kendinize gelirsiniz?'' Sorumu sordum ve buna da bir bahane bulacağını bildiğim için onun bir şey söylemesini beklemeden hızla merdivenlere yöneldim. O ise arkamda kaldı ve hareket etmedi.

 

Onun biraz önce yaptığı gibi basamakları ikişer ikişer indiğimde onun adım seslerini duydum ve artık donmaktan öteye geçebildiğini anladım. Basamakları ikişer ikişer indikten hemen sonra Yağız yanımda belirdi ve bana doğru eğilerek

 

''Neden kitabını yanına almadın?'' Sesinde ciddi bir tını vardı. Onun bunu sormasını beklemediğim için şaşırdım ama çok belli etmeyerek cevabımı verdim.

 

''Onu şirkette okuyamam'' dediğim anda Yağız hiç beklemeden

 

''Neden?'' Diye sordu. Sorusuna alayla gülerek

 

''İş ve aşkı birbirine karıştırmamak gerekir'' dedim ve gülümsedim.

 

 

 

☘️

 

Yarım saat, yok yok kırk beş dakika bir yol bu kadar sürebilir miydi, ben bu şehirde ilk defa bu kadar toprak görmüştüm. İlk defa, esir alındığım yer hariç, bu şehirde böyle bir ormanla karşılaşmıştım.

 

O ormana öyle bir bakmıştım ki buradan hiç gitmeyeceğimin sözünü verir gibi...

 

Kırk beş dakikalık yolu bitirdikten sonra yine o büyük taş yığınlarının ortasında kalmıştık. Her yerde bir bina vardı ve hepsinin önünde bekleyen milyonlarca insan, belki insanlar böyle olmasaydı, ormanlar da böyle olmazdı.

 

Bu sefer çok beklemedim binanın önünde çünkü artık içeride beni kimlerin beklediğini biliyordum. Bir Öykü vardı beni içeride bekleyen bir de o dört kişi...

 

Yağız'ı beklemeden içeriye girdiğimde yine o turnikelerle karşılaştım. Bu sefer içeride o kalabalık yoktu. Kimse koşturmuyor, kimse patronunun gözüne girmek için çabalamıyordu.

 

Yağız yine arkamdan hızlıca geçip güvenliğin yanına doğru gitti ve onun elinden bir şey aldı. Arkasını dönüp bana baktığında hareketlendim ve hızla onun yanına gittim. Yağız'ın tam karşısında durduğumda Yağız elinde tuttuğu kartı bana uzattı.

 

''Al bakalım, artık buradan zıplaman gerekmeyecek'' dedi. Güldüğünde üzülüyormuş gibi yaptım ve elinden kartı alarak

 

''Ne yani ben bir daha oradan öyle havalı geçemeyecek miyim?'' Bu bir soru değildi, sadece bir alaydı ama o yine bunu yanlış anlamıştı.

 

''İstediğini yapabilirsin, şirket senin''

 

O görüntüler elimde olmasa beni bu şirketin önünden bile geçirmezdin de neyse, susalım bakalım.

 

Onun cümlesini kale almayarak elimdeki karta baktım. Kartın üstüne benim fotoğrafımı bastırmışlardı ve en kötü çıktığım fotoğrafı, çarpılmış gibi çıktığım o fotoğrafı ama bir yandan da ilk ve son kez gülümsediğim o fotoğrafı, fotoğrafı görür görmez başımı karttan kaldırdım ve hızla Yağız'a baktım.

 

''Bu fotoğrafı nereden buldun?'' Sorum direkt Yağız'aydı, çünkü bunu güvenliğin yapma ihtimali yoktu.

 

Yağız sırıtarak ''elimin uzun olduğunu unutma lütfen'' dedi ve bu sefer o benim cevabımı beklemedi ve turnikeye doğru ilerledi, ardından da kartını gösterip diğer tarafa geçti.

 

Asansöre doğru ilerlediğinde güvenliğe gülümseyerek başımı salladım ve Yağız'ın peşinden gittim. Aynı onun yaptığı gibi kartımı okuttum ve diğer tarafa geçtim. O ise asansörün tuşuna basmadan öylece beni bekledi.

 

Yanına vardığımda ona fırsat vermeden tuşa bastım ve şaşırtıcı bir şekilde sessiz kaldık. Asansör geldiğinde Yağız benim geçmemi bekledi ve ben girdikten hemen sonra o da arkamdan asansöre bindi. O tuşa basmak için hareketlendiğinde ondan hızlı davranıp tuşa ben bastım. Kadının 8. kat demesiyle yüzümde bir gülümseme oluştu.

 

İşte başlıyoruz.

 

8. kata geldiğinde asansör durdu ve kadının 'kapı açılıyor' komutunun hemen ardından kapı açıldı.

 

Asansörden çıkınca yine aynı koridordan yürüdük ve o uzun koridoru da aşıp odalarımızın ve çalışanların olduğu yere vardığımızda odamın önünde durdum ve kapıda yazana baktım. Kapının hemen üstünde Miray Ateş yazıyordu. Adımı görmemle gülümsemem bir oldu.

 

İsmimi bir daha böyle göreceğimi düşünmemiştim. Uzun zaman olmuştu, adımı böyle kapıda yazılı görmeyeli...

 

Kapıya ne kadar süredir baktım bilmiyorum ama Yağız'ın bana seslenişiyle bu sürenin çok da kısa olmadığını anladım.

 

''İyi misin?'' Sorusuyla bakışlarımı kapıdan çekerek ona baktım ve acı bir gülümsemeyle

 

''Bana bu soruyu sormaktan vazgeç artık'' dediğimde bulunduğumuz yerdeki masalara baktım ama kimse yoktu.

 

Tekrar Yağız'a bakarak ''bu insanlar neredeler?'' Diye sorduğumda Yağız o an bir şeyi unutmuş gibi kaşlarını kaldırdı ve derinden bir of çekti.

 

Bir elini beline koyup diğer eliyle de alnını sıvazladığında ''herkes toplantıda ve şu an sanırım bizi bekliyorlar'' dedi ve elini belinden çekip bana bakarak ''hadi'' dediğinde hareketlendi ve önden yürümeye başladı.

 

Bense bu toplantıya gidip gitmemek konusunda kararsızdım.

 

Buraya gelmek isteyen sen değil miydin, al işte git çalış.

 

Sence benim buraya geliş amacım çalışmak mı?

 

Yağız benim ayakta öylece dikildiğimi görünce durdu ve ''ne oldu?'' Diye sordu.

 

''Ben toplantıya gelmek istemiyorum. Sen git ben odamda beklerim'' dedim ve bir cevap vermesini bekledim. O ise sadece başını sallamakla yetindi ve geldiğimiz yerden tek başına gitti.

 

O gider gitmez ben de son kez kapıda yazan adıma baktım ve hemen sonra içeriye girdim.

 

 

 

☘️

 

Odama gireli tamı tamına iki saat olmuştu ama hala daha gelen giden yoktu. Ne yapıyorlardı bu kadar bilmiyorum.

 

Yağız'la ayrıldıktan sonra odama girdiğimde nedendir bilinmez ilk önce pencereden dışarıyı izlemeye koyulmuştum. Sanırım beni rahatlattığını düşünmüştüm.

 

En sonunda da ayakta dikilmekten yorulduğum için koltuğuma oturmuştum. Oturuş o oturuş bir daha da kalkmadım. Bir şey de yapmamıştım. Bir süre etrafı inceleyip ondan da sıkıldıktan sonra bilgisayarı açmıştım ve bir sürü oyun oynamıştım. Hatta en sonunda dayanamayıp dinozor oyunu bile oynamıştım.

 

Ben tüm bunları yapmama rağmen hala kimse gelmemişti. Keşke demek istemiyorum ama keşke Yağız'la gitseydim. En azından mimarlık hakkında birkaç şey öğrenirdim.

 

Evet burası bir mimarlık şirketiydi ve ben buraya bunu bilerek gelmiştim. Yağız bana sadece asistanım ol demişti ve ben de bunu sorgulamadan kabul etmiştim.

 

Telefonumu açıp bir bildirimin olup olmadığına baktığım sırada kapıya nazikçe üç kez vuruldu. Kapıya şaşkın şaşkın baktığımda perdeden kimin geldiğini de göremiyordum. Telefonu kapatıp masaya koyduktan sonra duruşumu dikleştirdim ve sesimi olabildiğince nazik tutmaya çalışarak yüksek sesle

 

''Gelebilirsiniz'' dedim ve kapının açılmasını bekledim.

 

Kapı aralandığında gördüğüm ilk şey bir tepsiydi. Tepside bir bardak su vardı ve yanında da bir çay tabağı vardı. Tepsiyi uzatan kişi dışarı kaldığı için kim olduğunu göremiyordum ama bir erkek olduğunu elinden anlamıştım.

 

Kapıya daha dikkatli baktığımda kapı tamamen açıldı ve o an buzdan gözlerle karşı karşıya geldim.

 

Yağız gülümseyerek bana baktığında '' bu kadar nazik birisi olduğunu bilmiyordum'' dedi ve içeriye girip kapıyı kapatarak az önceki beni taklit ederek kendi kendine ''gelebilirsiniz'' dedi ve dudaklarını büzerek bana baktı.

 

Ona gözlerimi devirdikten sonra elindeki tepsiye bakarak ''ne o senin de bugün sürekli tepsi taşıyasın geliyor galiba'' dediğim de başını salladı ve elindeki tepsiye bakarak gülümsedi ardından da dikkatlice havaya kaldırarak

 

''İlaç saati'' dedi, bunu derken son harfi epey bir uzatmıştı.

 

Kaşlarımı çatarak ona baktığımda ''ne?'' dedim ve hemen ardından ''ne ilacı?'' Diye de ekledim.

 

O ise gülerek tepsiyi yavaşça indirdi ve masamın üstüne koydu. Kaşlarımı çatarak tepsiye baktığımda o küçük çay tabağının içinde bir tane küçük beyaz bir hapın olduğunu gördüm.

 

''Seni hastaneden kuru kuruya çıkarmalarını beklemiyordun herhalde, vitamin verdiler sana değerlerin düşmüş'' dedi ve karşımdaki koltuklardan birine oturdu ve dirseğini masaya dayadı.

 

Tepsideki hapa bakarak güldüğümde Yağız anlamaz bir ifadeyle bana baktı.

 

''Sen şimdi benim bu hapı içeceğimi mi düşünüyorsun?'' Sorumla beraber Yağız şaşırarak başını salladı. Bunu yapması benim daha fazla gülmeme sebep oldu.

 

Oturduğum yerden kalkarak masanın etrafından dolandım ve onun oturduğu koltuğun karşısına oturdum. Kollarımı göğsümde birleştirerek

 

''Oradan bakılınca aptal birisi gibi mi duruyorum?'' Sorum Yağız'ı daha çok şaşırtmıştı. Oturduğu yerde doğruldu ve aynı benim gibi kollarını göğsünde birleştirdi.

 

''Ne alakası var?'' Diye sorduğunda bakışlarındaki merakı görebiliyordum.

 

Kollarımı çözüp öne doğru eğildiğimde ''Bak Yağız Karahanlı, ben senin tahmin ettiğinden daha fazla kötü adamla karşı karşıya geldim ve onlardan öğrendiğim en önemli şey kimseye güvenmemem gerektiğiydi'' bakışlarındaki boşluğu gördüğüm anda hiç durmadan devam ettim.

 

''Çünkü onlar güvendikleri insanlar onları sattıkları için oradaydılar, aslında onların tek suçu güvenmekti'' cümlem bittiğinde sözlerimin altında ezildiğimi hissettim.

 

Ona baktığımda ise ne anlatmak istediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi. Onun işini kolaylaştırmak için daha derin bir açıklama yaptım.

 

''Şimdi sen diyeceksin ki 'sen bana ne anlatıyorsun Miray, bir ilaçtan nerelere geldik' ama bir şey diyeyim mi, dedim ya o insanlar bana güveni öğretti diye, aynı insanlar bana birinin getirdiği şeyleri de yememeyi öğretti. Çünkü bana bu öğüdü verenlerden birisi güvendiği bir insan tarafından zehirlendi ve öldü'' bakışlarımı yerden kaldırmadığımda artık ağlamaktan korkmuyordum, artık normal bir insan olamamaktan korkuyordum.

 

Odanın içini sessizlik kapladığında Yağız olanları yeni yeni idrak ediyormuş olacak ki konuşmaya başladı.

 

''Sen'' dedi ilk başta sesi nedendir bilinmez çatallı çıkmıştı. Başımı yerden kaldırıp ona baktığımda ona bakmamı beklediğini anladım.

 

''Sen bugün o yüzden kahvaltıya benimle gelmedin ve o yüzden getirdiğim çaydan bir yudum bile almadın. Güvenmediğin için'' sesi buruk çıkmıştı. Bu beni üzmeli miydi, zaten iki günde bir insana güvenemeyeceğimi, hele de bu kişi bir mafyaysa, ona güvenemeyeceğimi bilmesi gerekiyordu. Niye bu kadar şey yaptı ki?

 

Ağır konuştuğun için olabilir Miray, mafya ama onun da bir kalbi var.

 

Gerçekler can yakar ve bu asla değişmez, bunu şimdiden öğrense iyi olur.

 

Gözlerinin içine baktığımda bir şeyler olduğunu anladım, o gördüklerim kırıklar mıydı, yoksa kesikler miydi, bilmiyorum ama o an onda bir şeyler olduğuna emindim.

 

Kapı çaldı, bu sefer gelen iki kere çaldı kapıyı, az önce olduğu gibi yine topladım kendimi, doğruldum ve Yağız'a ufak bir bakış attıktan sonra aynı onda yaptığım gibi tatlı bir sesle ''gelebilirsiniz'' dedim.

 

Kapı açıldı, bu sefer içeriye kırmızı elbisesiyle İdil girdi. İçerideki ölüm sessizliğini bozansa onun sesi oldu. İdil kapıyı kapatır kapatmaz.

 

''Selam, naber, duyduğuma göre biz bugün işte berabermişiz'' İdil bir çırpıda konuşurken benim dikkat ettiğim tek şey son söylediği şey olmuştu.

 

Kaşlarımı çatarak ''anlamadım, biz tam olarak neyde beraberiz? Sorumla İdil'in de kaşları çatılmıştı. Bakışlarını Yağız'a doğrulttuğunda neşeli bir sesle ''ona söylemedin mi?'' Diye sorduğunda Yağız beklemediğim bir şekilde oturduğu yerden kalktı ve ikimizin yüzüne de bakmadan düz bir sesle

 

''Ne olacaksa sen söylersin, sen ilgilenirsin ben odamdayım. Rahatsız edilmek istemiyorum'' dedi ve hızla kapıyı açıp odadan çıktı.

 

İdil şaşkınlıkla bana bakarken bense ne yapacağımı bilmiyordum. Onun bu kadar alınacağını tahmin etmezdim ama bu benim umurumda değildi. Bazı şeylerin farkına varması gerekiyordu.

 

İdil şaşkınlıkla ''ne oldu ona, siz ne konuştunuz?'' Sorusuna verebilecek hiçbir cevabım yoktu ama benim bildiğim tek şey haklı olduğumdu.

 

İdil'e gülümsemeye çalışarak ''bilmiyorum'' dedim ve konuyu değiştirerek ''biz ne yapacakmışız?'' Diye sorduğumda İdil'in odağını değiştirmeyi başarmıştım.

 

İdil hızla Yağız'ın kalktığı yere oturdu ve heyecanla alkış yapıp ''hadi hazırlan gidiyoruz. Bir ev varmış, içi dekore edilecek biz de ona bakmaya gideceğiz, beraber''

 

Şu cümlenin üstüne kendimi bir anda yolda bulmuştum. İdil'in anlattıklarına göre toplantı esnasında Öykü benim şirketteki işlevim hakkında birkaç yorum yapmıştı, ki ben bunu duyduktan sonra toplantıya gitmemiş olmamın tek pişmanlığı, Yağız ise onu susturmak için bana bu görevi layık görmüş, hem de şirkette sıkılmamam için bunu yapmıştı. Yani bunlar sadece İdil'in söyledikleri, devamını bilmiyordum.

 

Araç yeni yapılan binaların olduğu yerde durduğunda arabadan ilk İdil indi, hemen sonrasında da ben indim. Benim de arabadan inmemin ardından İdil şoföre dönüp ''işimiz uzun sürebilir, sen git istersen'' dediğinde şoför başını salladı ve arabaya binip bir süre sonra yanımızdan uzaklaştı.

 

İdil'le yalnız kaldığımızda koca binaların arasından beraber yürümeye başladık. İkimizde suskunduk ama İdil'in bu suskunluğunun hayra alamet olmadığının ben de farkındaydım. Zaten tahmin ettiğim gibi de oldu.

 

İdil'le yan yana yürürken İdil birden durdu. Onun durmasıyla ben de durmak zorunda kaldım.

 

''Miray'' dediğinde büyük bir şeyin beni beklediğinin farkındaydım. Başımı kaldırıp ona baktığımda İdil hiç beklemeden devam etti.

 

''Biliyorum sen biraz sert bir karaktersin, zaten bu yüzden Yağız'la çok fazla çakışıyorsunuz ama bil ki o senin iyiliğin için uğraşıyor. O ne kadar sert dursa da aslında onun içinde bir sıcaklık var, sen yeter ki ona güven ona sırtını daya, o sırf bir güven için her şeyi yapar'' İdil'in son cümlesi benim yutkunmama sebep olmuştu.

 

O an bir ağırlık çöktü üstüme, vicdandı sanırım. Ama biliyordum ki bu sadece o anlıktı. Ben bu yola çıkarken en büyük şeyi kaybetmiştim. Vicdanımı...

 

Ona rağmen sanırım düşünmek için kendime biraz vakit ayırmam gerekiyordu. Ben de gerekeni yaptım. Zar zor gülümsemeye çalışarak

 

''Anladım İdil, şey istersen sen git ben burada seni bekliyeyim. İçeriye girmek istediğimi sanmıyorum. Biraz hava alacağım'' dediğimde İdil anlayışla başını salladı ve küçük adımlarla binalara doğru yürümeye devam etti.

 

O binalara yönelirken bense arabanın bizi bıraktığı yöne doğru ilerliyordum. Adımlarım sağlamdı ama bir o kadar da ürkekti. Nedenini ise bilmiyordum.

 

Arabanın bizi bıraktığı yere vardığımda tam o anda bir şey oldu. Uzaktan simsiyah bir araba hızla geldi ve benim tam önümde durdu. O an her şey çok hızlı gelişti. Arabadan üç kişi indi, birisi elindeki şırıngayı boynuma doğru sapladı. Diğerleri ise beni kolumdan ve bacağımdan tutarak arabaya bindirdiler. Sonrasındaysa hatırladığım şeyse İdil'in bağırışı ve boynumdaki acıydı.

 

 

 

☘️

 

 

 

Yağız Karahanlı

 

Odamdaydım ama sanki çok dar bir yerdeymişim gibiydi. Aynı hisleri yaşıyordum. Aynı kişi tarafından, bana güvenmediğini açık açık söyleyen o kişi tarafından.

 

Zaten ben de onun bana güvenmesini beklemiyordum, şu an için. Ama yine de içimde bir umut yeşermişti. Bana güvendiğine dair, onun bana güvenmesi demek benim kendime güvenmem demekti ve işte o da beni gerçekten güçlü yapardı.

 

Dışarıdan bakılınca büyük olan ama benim şu an içinde can çekiştiğim daracık odamda sessizlik hakimken, tabii düşüncelerim hariç, çünkü onlar hiç susmadılar. Kalbimin sesinden bahsetmiyorum bile, masada duran telefonum çalmaya başladı.

 

Telefonu elime aldığımda arayan kişiye baktım. İdil arıyordu. Kaşlarımı çatarak telefona baktığımda İdil'in beni sadece iş için arayacağı aklıma geldi ama o an Miray'ın yanında olduğu aklıma geldi, belki benden özür dilerdi ya da üzgün olduğunu bir şekilde belli ederdi. Bu düşünce bile benim içimi rahatlatıyordu.

 

Düşüncelerimi sustururken hızla çağrıyı yanıtladım ve telefonu kulağıma götürerek ''efendim'' dedim.

 

İşte o an İdil'in sesini duymamla düşüncelerimin hepsi yalan oldu.

 

''Yağız koş yetiş, Miray'ı kaçırdılar''

 

İdil'in yakarışlarından sonra duyduğum ses telefonumun yere düşme sesiydi.

 

 

 

☘️

 

 

 

1 saat sonra...

 

''Arda bul artık şu lanet olası telefon sinyalini, bir saattir ne yapıyorsun?'' Yüksek çıkan sesimin ardından bir kırılma sesi daha geldi.

 

İdil'in beni aramasının hemen ardında neredeyse koşarak şirketten çıktım ve arabama binip olabildiğince hızlı bir şekilde eve vardım. Şimdi ise Arda'nın müştemilata kurduğu sistem aracılığıyla Miray'ın telefonundaki sinyale ulaşmaya çalışıyorduk ve tabii başarısızlıkla sonuçlanmıştı.

 

Ben kendime hakim olamayıp etrafta ne var ne yoksa hepsini kırmıştım. Bu kırdığım da sonuncusuydu. Odadan kırılacak bir şey kalmadığında duvarları kapıları tekmelemeye başlamıştım. Ha bir de bir yandan da Arda'ya bağırıyordum.

 

''Kim, neden ve nasıl yapar bunu, hangi cüretle Miray'ı kaçırabilir, bir şey söylesene Arda?'' Arda korkuyla yerinde zıpladığında başını bilgisayardan kaldırarak bana baktı. O an ben de ne gördü bilmiyorum ama korktuğunu anlayabiliyordum.

 

Arda kısık bir sesle '' maalesef bilmiyorum patron'' dediğinde öfkem daha da arttı. O an her yeri yakıp yıkmak istedim ama olmadı, kılımı bile kıpırdatamadım. Çünkü ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum. Belki de hala çoktaydım. Onu bile bilmiyordum.

 

Zar zor duvara yaslandığımda bacaklarım beni daha fazla taşıyamadı ve duvardan kayarak yere oturdum. Kafamı kaldırıp duvara yasladığımda tavanı izliyordum.

 

Arda'ysa hala daha bir şeyler bulabilmek için uğraşıyordu. Kendime engel olamayarak çaresiz bir şekilde

 

''Ya ona bir şey yaptılarsa?'' Bu cümleyi asla inanarak söylememiştim ama bana bu cümleyi söyleten bir şey vardı. Endişe...

 

Arda bu soruyu ona sorduğumu sanarak işini bıraktı ve sandalyede bana dönerek ''sanmam patron, çünkü o çok güçlü bir kadın, kendisine bir şey yapılmasına asla izin vermez'' dedi ve beni endişelendiren o cümleyi kurdu.

 

''Tabii ellerini kollarını bağlamadılarsa, çünkü biz öyle yaptık'' Arda haklıydı ve bu haklılığı benim çenemin kasılmasına sebep olmuştu.

 

Oturduğum yerde doğrulduğumda Arda'nın gözlerinin içine bakarak ''ben onun yaralarını kapatmaya çalışırken başkasının bir yara açmasına izin vermem. Hem daha onun yaraları bile kapanmadı'' çaresizliğimi Arda görmesin diye gözlerimi kapatıp tekrar tavana baktığımda telefonuma bir bildirim geldi.

 

Gelen bildirimle gözlerimi açtım ve oturduğum yerde doğruldum. Mesajın Miray'dan olma umuduyla telefonu cebimden çıkardım ve ekrana baktım.

 

Ekranda bilinmeyen bir numara görmemle kaşlarım çatıldı ama durumu anlayıp hızla mesajın üstüne tıkladım ve konuşan kişiyi dinlemeye koyuldum. Konuşan kişinin sesi cızırtılı geliyordu ama yine de ne söylediğini anlayabiliyordum.

 

''Selam Karanlık Man, nasılsın diyeceğim ama kötü olduğunu biliyorum. Malum asistanın kaçırıldı. Kim kaçırdı? Aa dur onu ben kaçırdım, doğru unutmuştum'' son cümlenin ardında hızla ayağa kalktım.

 

''Sana olan kinimden dolayı artık unutkanlık başladı. Ne dersin Yağız Karahanlı , sence de bir gün karşı karşıya gelir miyiz? Bence geliriz, hatta senin gelmen daha kısa sürecek gibi'' Kin mi? Kayıttaki kişi konuşmasında devam ettiğinde şu an düşünmek için vaktimin olmadığını anladım.

 

''Seninle karşılaşmayı uzun zamandır bekliyorum. Kısmet bugüneymiş. Ha sen şimdi şey diyorsundur. Onu senin kaçırdığında nasıl emin olacağım, nasıl güzel tahmin değil mi? Cevap olarak sana şunu söyleyebilirim. Hani senin şu birkaç gün öncesine kadar bir depoda sakladığın ve onu boynundaki yonca kolyesiyle tehdit ettiğin kadın var ya işte ondan bahsediyorum. O şu an benim karşımda oturuyor. Aynı senin yaptığın gibi ben de onun ellerini ayaklarını bağladım. Tek fark kolyesi boynunda ve yüzünde benim değil, senin yara izlerin duruyor'' bu cümlenin üstüne sertçe yutkundum ve içimin acıdığını hissettim.

 

''Demem o ki Yağız Karahanlı asistanını geri almak istiyorsan benim ayağıma gelmek zorundasın. Yoksa ben burada bu küçük kadını öldüreceğim. Çünkü hiç yerinde durmuyor. Mesaja cevap ver, konumu al, hadi görüşürüz''

 

Kayıt bittiği anda mesaj silindi ve ben de hiç düşünmeden ondan konum istedim. O ise bunu bekliyormuşçasına konumu attı ve altına da bir fotoğraf attı.

 

Fotoğrafta arkadan çekilmiş bir sandalye vardı ve sandalyede başına siyah çuval geçirilmiş, elleri, kolları bağlı birisi vardı. O kişi Miraydı. İşte o andan sonra kimse beni o odada tutamadı.

 

 

 

☘️

 

Gelen konum ve fotoğraftan sonra arkama bile bakmadan o odadan çıktım ve yanıma yığınla adam alıp konumdaki yere gittim. Konuma göre Miray terk edilmiş bir binadaydı. Hatta orası için bir depo bile denilebilirdi.

 

Yolda dört araba vardı. En önde benim içinde bulunduğum araba, arkadaki iki arabada da her ihtimale karşı bir sürü adamım. Son arabanın içinde de Miray'a bir şey olma düşüncesine karşılık iki tane de doktor vardı.

 

O ihtimali görmek benim canımı yaksa da bunu yapmak zorunda kalmıştım. Evet ben buna zorunda kalmıştım.

 

Araba bana atılan konumda durduğunda yıkık dökük bir binanın önündeydik. Arabadan inmeden önce belimdeki silahı kontrol ettim ve şarjörleri botlarımın içine koyup arabadan öyle indim.

 

Plan belliydi, içeriye girecektim, yeni düşmanımla tanışacaktım ve Miray'ı alacaktım. Çatışmam gerekiyorsa çatışacaktım. Aksi bir şey olması mümkün değildi.

 

Arabadan indiğim anda Arda yanıma geldi ve bana bakarak ''her şey konuştuğumuz gibi patron, adamlar binanın etrafını sardılar, sıra bizde'' Arda'ya başımı salladığımda belimdeki silahı çıkardım ve sıkı sıkıya tutup pozisyonumu aldım ve önden binaya girdim.

 

Arda arkamdaydı ve onun arkasındaysa yaklaşık yirmi kişi vardı. Geriye kalan on kişi binanın etrafını sarmıştı. İçeriye girdiğimde etrafı kolaçan ederek sırtımı duvara verdim ve adamlardan biriyle göz göze gelerek onlara yukarıya çıkmalarını işaret ettim. On kişi yukarıya çıkarken geriye kalan on kişiyi de sağ ve soldaki odalara dağıtmıştım.

 

Geriye Arda'yla ben kaldığımızdaysa aşağıya doğru uzanan merdivenlerden temkinli bir şekilde indiğimde basamakların bitiminde beni kapıları kapalı olan karşılıklı iki oda karşılamıştı. Sağdaki odanın yanında ben duruyordum ve benim hemen karşımda da Arda duruyordu. Başımla ona onay verdiğimde Arda yavaşça kapıyı açtı ve bu sefer önden o girdi. Onun arkasından ben temkinli bir şekilde ilerlerken bu odanın boş olduğunu fark ettim. Odada sadece borular vardı.

 

Onun burada olmama düşüncesi beni yavaşça ele geçirirken Arda'nın ''burada değil, bir de karşı odaya bakalım'' demesiyle belki bir umut oradadır düşüncesiyle koşarak o kapının olduğu yöne doğru gittim ve hiç beklemeden o kapıyı açtım.

 

Kapıyı açtığım anda kapının tam karşısında, odanın tam ortasında aynı fotoğrafta olduğu gibi sırtı bana dönük, başına siyah çuval geçirilmiş, elleri kolları bağlı oturan onu gördüm. Miray Ateşi.

 

Yüzümde ister istemez bir gülümseme oluştuğunda hiç düşünmedim, hiç beklemedim ve onun yanına koştum. Arda'nın arkamdan gelmesini bile beklemedim ve koşarak Miray'ın yanına vardım. Onun tepesinde dikilirken bir şeylerin ters gittiğini fark ettim ama içimdeki güdüye engel olamadım. Miray'ın başındaki çuvalı çıkardığım anda şaşkınlık olduğum yerde kalakalmıştım.

 

Bu sandalyede oturan Miray değildi. Kötü olansa benim gözümün bu sandalyede bir adamın oturduğu göremeyecek kadar kör olmasıydı ve bir şey daha vardı ki ben bu sandalyede oturan adamı da tanıyordum. Drake Boris, benim en büyük düşmanım.

 

Başımı çevirip Arda'ya baktığımda onun da aynı şaşkınlıkla bana baktığını gördüm. Sonra, sonraysa odanın içini bir topuklu ayakkabı sesi doldurdu. Hemen sonra da bir alkış sesi, sesin geldiği yöne doğru döndüğümde Miray'ı gördüm. Alaylı gülüşüyle beni alkışlıyordu.

 

''Tebrik ederim Yağız Karahanlı, Drake Boris'i buldun ama aradığın kişi bendim. Öyle değil mi?'' Miray'ın bu anlamsız konuşmasından ne çıkarmalıydım, bilmiyorum ama ben henüz hiçbir şey çıkaramamıştım.

 

Sandalyede oturan Drake hareketlenmeye başladığında ona döndüm ve kısık gözlerle bana bakışını gördüm. Beni gördüğü anda gözleri kocaman oldu ve şaşkınlıktan ağzı açık kaldı.

 

''Ya-Yağız Karahanlı?'' Drake'in yüzündeki ifadeyi görmezden gelerek Miray'a baktığımda onu baştan aşağı süzdüm. O iyiydi. Kimse ona bir şey yapmamıştı. Peki onu kim kaçırmıştı?

 

Bakışlarımı etrafta gezdirdiğimde Miray bana doğru geldi ve tam karşımda durdu. Yine o simsiyah gözleriyle bana bakıyordu. Yine karartmıştı o gözlerini, beni orada yanacağımı bilmese de...

 

''Görünüşe göre beni bulmak için çok zahmet etmişsin. Sanırım kolyeme taktırdığın çip sana doğruları söylememiş''

 

İşte bunu beklemiyordum. Bunu bu kadar erken fark etmesini beklemiyordum. Kaşlarım havalandığında sertçe yutkundum ve tam bir şey söyleyecektim ki o beni susturdu.

 

''Benim bu kadar aptal olabileceğimi düşünmen beni ne kadar üzse de bunun üstünde çok fazla durmayacağım'' dedi ve eliyle Drake'i göstererek ''malum misafirimiz var'' dedi ve Drake'e doğru yürüyüp onun ellerini ve ayaklarını çözdü.

 

Miray geri çekildiğinde Drake hemen ayağa kalktı ve bana yine, eskisi gibi o gıcık gülüşünü attı. Ardından Miray'a dönerek ''merhaba Miray Ateş'' dedi ve ona el salladı. Daha sonra ona biraz eğilerek ''ve sana da merhaba iç ses'' dedi.

 

Onun bu hareketi sinirlerimi bozsa da Miray'ın onun hakkından gelmesini bekledim ama yapmadı. O sadece ve sadece ikimizin arasında durmakla yetindi.

 

''Evet beyler'' dediğinde ellerini arkasında birleştirdi ve ikimizin de yüzüne bakarak

 

''Sizi neden burada topladığımı merak ediyor olmalısınız'' dediğinde merakla onun söyleyeceklerini bekliyordum.

 

Bakışlarımı Drake'e değdirmeden yalnızca Miray'a bakıyordum ve onun ağzından çıkacakları merak ediyordum.

 

''Sizi buraya getirdim çünkü birinize, ki bu kişi Yağız Karahanlı'' dediği anda delici bakışları beni buldu.

 

''Beni hafife almaması gerektiğini öğretmem gerekiyordu. Evet Yağız Karahanlı biraz önce bu odada beni kaçıran kişiyi arıyordun. O kişi benim, senin gerçeklerle karşılaşman için kendimi kaçırtmam gerekti'' dediği anda bir şokla daha karşı karşıya geldim.

 

O an sanki olduğum yere çivilenmiştim. Dudaklarımın arasından sadece ''ne?'' Diye bir soru döküldü. O ise her zaman yaptığı gibi bunu da önemsemedi ve Drake dönerek

 

''Ve sen Drake Boris, sana söylemiştim. Gözüm karardığında seni bile görmem demiştim ve sen bunu yaptın. Ben de seni eski düşmanınla karşı karşıya getirdim'' dediği anda Drake'in ilk defa şaşırdığını görmüştüm.

 

Drake tam bir şey söyleyecekti ki Miray onu susturdu ve benim tekrardan donakalmama sebep olacak o cümleyi kurdu.

 

''Drake Boris mi dedim, ay pardon dilim sürçtü galiba Okan Ateş diyecektim'' dedi ve bana dönerek

 

''Tanıştırayım, benim canımdan çok nefret ettiğim abim''

 

İşte o an ben gerçek Miray Ateşi gördüm. Hem gözündeki ateşle hem de kimseye acımadığı o yüzüyle, ben o an hislerin ve gerçeklerin birbirine karışmaması gerektiğini öğrendim.

 

 

 

☘️

 

O an Yağız Miray'la tekrardan tanıştı. Bu sefer hiç bilmediği, hiç tanımadığı o acımasız yüzüyle, o an Yağız Karahanlı hislerin anlamsız olduğunu öğrendi. Güven duygusunun da sadece aileye olduğunu da öğrendi.

 

Miray gerçekler can yakar demişti, bu doğru ama eksik şeyler vardı. Gerçekler canı hisler ise sizi yakar. Bu düzen böyledir ve hiç değişmez.

 

İnsan hep geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalır. Ya gelecekle yön bulur ya da geçmişte kaybolur. İnsana doğruyu bulduracak olansa yalnızca kendine olan güvenidir. Başkasına duyulan güvense yalnızca sizi yok eder.

 

Onlar da bunu yaşayıp gördüler, belki de en acı halleriyle ama burada önemli olan o hatayı tekrarlamamaktır. Yağız'sa şimdi bu kurala uymak zorunda kalacaktı.

 

 

⚔️

Loading...
0%