@fantastikokur
|
O kadar karmaşık hissediyordum ki. Benim bildiğim insanlar birbirini korurdu. Biri düşse diğerleri kaldırırdı. Parası olmayana para bulunurdu. Her türlü zorluk aşılırdı. Beni düşüren bu insanlardı. Bunlar yüzünden yalnız kalmıştım. Bu insanlar yüzünden evlenecektim. Babam bu insanların boş boğazlığı yüzünden beni dövmüştü. Ve ben bu insanların gerçek yüzünü ilk defa görmüştüm. Hiçbir beklentileri olmayan birine edilmezdi yardım. Günü gelipte karşılığını verebilecek olan içindi tüm bunlar. Ben, benim için yapacakları hiçbir şeyin karşılığını veremezdim. Paramı zar zor kazanırdım. Okula gitmemiştir. Diplomam yoktu. Annem ölmüştü, babam sokağa atmıştı. Arkanda kimsecikler yoktu. Yarın bir gün bir çulsuzla evlenip giderdim mahalleden onların gözünde. Bir daha görmezler diye yüzümü. Ne diye yardım edeceklerdi bana? Bir hayır duasına kimse razı gelmiyordu artık. Ama öyle değildi işte. Herkesin kızını vermek için can attığı Iraz Fazlıoğlu ile evleniyordum ben. Hem de Nazende hanıma rağmen. Artık mahallenin sultanı gibi bir şeydim. En zengin ailenin tek oğlunun eşi... Hepsinden nefret ediyorum. Benden nefret edenlerden ben daha çok nefret ediyorum. Öfkem bir gün tüm bedenimi aşıp hepsini bulacaktı. Genç bir kızın namusunu bu kadar kolay ağzına alan bir mahalle, beni altına girmekle suçladıkları adamda hiçbir kusur bulmamıştı. Iraz iyi bir adamdı. Kalbi temizdi. Zarar gelmezdi. Korur kollar, gücü yettiğince yardım ederdi fakat bir erkekti. Sen erkeksin sözleriyle yetişmiş bir erkek. Mahalle ortasında ben bu kızla evleneceğim diye bağırmasından anlayabilirdiniz. İkimizin de kimseye verecek bir hesabı yokken bir girdabın içinde dönüp duruyorduk. Biter miydi tüm bunlar? Öldürülen kadınların, okutulmayan, hayata dair hiçbir fikri olmayan, ailesinin uygun gördüğü şekilde yaşamına başlayıp eşinin uygun gördüğü şekilde bitiren, anne olmak istiyor musun diye sorulmadan bunu bir göreviymiş gibi addedip tüm hayatını bu çocuklara adaması beklenilen tüm bu kadınların bir sonu var mıydı? Dayak görüp, üstüne kuma getirilen, belki defalarca aldatılan, kendisi ve çocukları dövülen ve dışarıya çıkmasına izin verilmeyen bir çok kadın; eşi eve ekmek getirdiği için, kendisiyle evli kalmaya devam ettiği için kendini şanslı görüyordu. El alem ne derdi babasının evine dönse? Babası kabul eder miydi ki? Kendisini kabul etse çocuklarını eder miydi? Belki de eve uğramayan adamın, kadın çocuklarını alıp gitmek isteyeceği zaman baba olacağı tutardı. Hepsi çözülse ne değişecekti? Yine bir adam gelecekti babasının kendisi için uygun gördüğü. Belki ikinci kadın olacaktı. Belki ölen bir kadının yuvasına çökecekti. Çocukları bir sığıntı gibi kalacaktı yabancı bir adamın evinde. Belki yaşlı herifin teki olacaktı. Bir ayağı çukurda eli iş tutmayan bir adam. Kendisiyle yaşıt çocuğu olan bir adama eş olmasını isteyeceklerdi. Bitmiyordu. Kendimizin seçmediği bir durumun omuzlarımıza bıraktığı yük bitmiyordu. Ne zaman kurulmuştu bu düzen? Hani Peygamber Efendimiz Hz. Fatıma'yı omuzlarına alıp geldiğinde Mekke sokaklarını cahiliye dönemine son vermişti. Diri diri gönül mü yorduk belki ama diri diri, ateşsiz yanıyorduk. Yıllar öncesi Peygamberimizin yaptığını, yapmamızı önerdiği davranışı biz bu zamanda yapamıyorduk. “Karısını dönenin davacısı ahirette ben olacağım” diyen peygamberin ümmeti mi yapıyordu tüm bunları? Her biri yalandı. Beş vakit kıldıkları namaz aldıkları ahları kurtarır mıydı? Allah bilir. Lakin benim hakkım helal değil Allah’ım. Bu kadar eziyet çektiği halde kabullenmeyi, boyun eğmeyi, öldürmedi terk etmedi diye şükür etmeyi öğreten bu sisteme hakkım helal değil. Bu vicdansızlığı kabul etmiyorum ben. Öz babamın bana attığı tokadı, annemin güzel düşlerini barındıran düğünümü bana zehir eden bu olanları unutamıyorum. Sen duyarsın, görürsün ve bilirsin. Hiçbir kulunun ahını da yerde bırakmazsın. Benim ahım yalnızca babama değil, babama bunu yapabileceğini aşılayan her şeye... Sen bilirsin Allah’ım. Aynadan aksimi izliyordum. Tüm gece boyunca uyumamış az önce aklımdan geçenlerin bin bir türlüsünü geçirmiştim. Sabah olup da Nergis kapıma dayanana kadar dönüp durmuştum yatakta. Kapıyı açıp Nergis'i içeri aldım. Büyük bir heyecanla girmişti içeri. Benim en heyecanlı olmam gereken bir günde benden daha fazla heyecanlı olduğu için onu kıskanmak benim mi suçumdu? Nergis'in hala taşıdığı o çocuksu neşe, hayatı seven yönüne imreniyorum. Benimde o halde olduğum zamanlar pekte uzak değildi lakin aradan ön yıllar geçmiş gibi hissediyordum. Sahi ben ne zaman her şeyde bir hayır aramayı, her hüzünde gülünebilecek bir şey aramayı, kardelen çiçeklerine inanmayı bırakmıştım? Her biri arkamı dönsem görebileceğim, kalbime sorsam hatırlamayacağım kadar yakındı. “Aaa ne bu gözlerinin hali? Uyumadın mı yoksa tüm gece?” gülerek sorduğu soruya gülümsedim. “uyumadım.” “Heyecandan mı? Bende uyuyamazdım.” Göz devirdim. Tam cevap verecektim ki içeri Güney girdi. “Güney sen ne zaman uyandın?” diye sorarken elindeki ekmeği gördüm. İçine salça sürülmüştü. “Oldu bir yarım saat.” “Neden beni uyandırmadın?” “rahatsız etmek istemedim.” “sen beni rahatsız etmezsin ki.” “olsun. Yorulma yine de.” Nergis'e ve bana baktı. “size iyi eğlenceler.” Dedi ve mutfağa gitti. Ben daha bir şey söyleyemeden Nergis kolumdan çekiştirerek odama çıkardı. “Oyalanmayalım. Anca hazırlanırız. Ayyy Gülşah ben çok heyecanlıyım.” Ellerini çırpışına garip bir bakış attım. “Heyecanlı olacak bir şey yok.” Dirseğini koluma geçirirken aynı zamanda göz deviriyordu. “Ruhsuz şunu kızım sen. İyi tamam anladık isteyerek değil ama bir şekilde evleniyorsun. Bugün nikahın var. Bu kadar somurtkan olma.” Sustum ve beni odama çekiştirmesine izin verdim. Evet büyük gün bugündür. Kaderimin değiştiği gün. İyi mi olurdu yoksa kötümü bilmem ama bugünün geri kalan ömrüm boyunca hep izini taşıyacaktım. Her bir detayı. İçimdeki her bir duygu ve gördüğüm her bir şeyi... Bugünden itibaren evli bir kadın olacaktım. Nergisin dediği gibi istekli ya da değil bir adamla hayatımı birleştiriyordum. Ve bu basit bir şey değildi. Bu adam bir gün gelip hayatımdan çıkacak olsa da her anıyla aklımda yaşayacaktı. Iraz'la evleneceğim için evde değişiklikler yapılmıştı. İki gün önce alışverişe gitmiş ve eşyaların bazılarını değiştirmiştir. Eve telefon bağlatılmış ve televizyon alınmıştı. Aslında televizyonu istememiştim fakat Nazende hanın ortaya atılıp “Ben oğlumun evinde televizyon yok dedirtmem.” Demişti. Mahallede bir çok kişinin evinde televizyon yoktu. Benim istememe sebebim ise ne kadar süreceği belli olmayan bir evliliğe bu kadar uğraşmamaktı. Evde yapılan değişikliklerden biride yatak odasındaydı. Çift kişilik bir yatak, daha büyük bir gardırop, tuvalet aynası ve bir koltuk vardı. İçeriyi bilmeyen biri gerçekten birbirini severek evlenen iki gencin yatak odası sanırdı. Önemsizdir hepsi. Nergis beni tuvalet aynamın önüne oturtturup daha dün yıkadığım saçlarımı taramaya başladı. Sonra tekrar zil çaldı. Ben kim geldi diye meraka düşerken Nergis zaten kimin geldiğini biliyor gibiydi. Gidip kapıyı açtı. Geri yanıma geldiğinde artık yalnız değildi. Mahallenin genç kızları vardı. “Eee hadi hazırlayalım gelinimizi.” Nergis'in sözleri üzerine kızlar etrafıma doluştu her gelinin saçını yapan Nur abla arkama geçti. Saç maşasını fişe taktı ve bir postada o saçımı taradı. Bu sırada bende aynadan Nergis'le bakışıyordum. Düğün olmayacaktı. Boşa uğraştı. Dini nikah kıyılacak ve herkes dağılacaktı. Nikahta başım örtülü olacakken ne diye uğraşıyorlardı? Sesini çıkarmadım. O kadar gelmişlerdi. Neşelerini kaçırmak istemedim. “getirdim Nur abla. Bulması zor oldu ama Güney verdi.” Diye odaya falan Meryem'e baktım. Meryem odadaki genel nüfustan biraz daha küçüktü. Elindeki makasa anlamsız bakışlar attım. “Getir şekerim getir. Bu Gülşah iyice etraftan habersiz kaldı. Moda nedir bilmez. Kız kâkülsüz olur mu hiç?” “Hayır istemiyorum ben. Nur abla kesme kalpli bana.” “Sus kız. Sana sormuyoruz bir şeyi. Nikaha pijamalı çıkacaksın diye korkuyorum.” “Abla ama istemiyorum.” “Az bir şey keselim bak sana ne kadar çok yakışacak. Hem eksilmez ya. Maşallah hem gür hem uzun. Azıcıkta bize verseymiş böyle saçtan Rabbim ne olurmuş sanki?” En sonunda razı geldim. Nur abla söylediği gibi ince bir katman kesti. Gerçekten de yakışmıştı. Kendime beğeniyle bakıyordum. Böyle anlar bir zamanlar basit olsa da şimdi o kadar özeldi ki. Saçım kesilince. Nur abla maşa ısınana kadar elbisemi giymemi istedi. Naciye ablanın verdiği elbiseyi ütüledim ve güzelce asmıştım. Askıyı aldım ve elbiseyi giydim. Tüm kızlar bana hayranlıkla bakıyor çok güzel olduğuma dair bir şeyler söylüyordu. Bende kendime aynadan bakıyordum. Dirseklerimde son bulan balon kolları ve kare yakası vardı. Göğüs kısmı bolken belimi tam sarıyordu ve geniş eteği ayak bileklerimi bir az üstüne kadar uzanıyordu. Sol tarafında dizime kadar uzanan bir yırtmacı vardı. En hoşuma giden şey ise saten kumaşıydı. Kendimi peri kızı gibi hissetmekten alıkoyamıyordum. Elbisenin arka tarafında yine elbisenin kendi kumaşından bir kurdele vardı. Elbise tam olarak bu kurdeleden genişliyordu. Naciye abla yırtmacı, kare yakayı ve kurdeleyi kendi eklemişti. Çünkü o zamanlar bunlar kullanılmıyordu. “Hadi gel canım maşa ısındı.” Tekrar tuvalet aynamın önüne oturdum ve Nur ablanın saçımı yapmasını bekledim. İlk önce kaküllerimin uçlarını kıvırdı. Sonra alttan başlayarak üste doğru maşa yapmaya başladı. Maşa bittiğinde iki taraftan da bir tutam alıp arkada birleştirdi. Bu sırada Nergis, Nur ablaya iki saattir yapmaya çalıştığı duvağı verdi. O duvağı eski bir Gül’den yapmış olması ne kadar zaman geçerse geçsin beni güldürecekti. İmkansızlıklar içerisinde bir şeyler yapıyorduk. Omuzlarımın biraz altına gelen duvağı iki tutam saçı birleştirdiği yere sabitledi. En son dokunuş olarak da beyaz sim döktü. Yoğun itirazlarım sonucu eser miktarda dökmüştü. “Hazırladığım en güzel gelenlerden birisin Maşallah.” “Nur abla benimde saçımı sen yap. Kız ne güzel oldu Gülşah.” “Benim arkadaşım hep güzel. Peri padişahının kızı gibi oldun.” “Kızlar daha makyajı var. Açılın kenara.” Nur abla tekrar yanıma geldiğinde kendime aynadan bakmayı kesip ona döndüm ve oturdum. Eline aldığı sürmeyi gözlerimin içine ve etrafına yaymaya başladı. Sürmeyle işi bitince maskarayı aldı ve kirpiklerime sürdü. “Türkan Şoray gibi oldun kız. Tek fark onun gözler kahve.” Gülmemek için zor tuttum kendimi. Türkan Şoray’a öyle kolay benzen nezdinde. Hele ben hiç benzemez dimi. Dünya güzeli kadındı Türkan Şoray. Diğer kızlarda gülerken en sonunda kırmızı ruju eline aldı. Taşırmamaya özen göstererek yaydı dudaklarıma. Aynadan kendime baktığımda gerçekten çok güzeldim. Kızlara döneme denk aşağıdan kapı çaldı. Hepimiz birbirimize bakıyorduk. Gelecek başka kimse yoktu ki. “Senin ne işin var burda? Her şey senin yüzünden zaten.” Güney’in sesiyle aşağı nasıl indim hiçbir fikrim yoktu. Ben başta babam geldi sansam da gelen halamdı. “Güney bırak gitsin. Ne. Söyleyecekse söylesin sonrada defolsun gitsin.” “ama abla” “Güney tamam, sıkıntı yok.” Kızlar ve Güney halamın içeri girmesiyle dışarı çıktılar. Bende koltuklardan birine oturdum. Kızların giderken açık bıraktığı kapıyı halam kapattı ve benim peşimden salona geldi. Karşıma oturdu. Etrafa bakıyordu. “evin güzelmiş.” Cevap vermedim. Yüzünde nasıl bir ifade vardı bilmiyorum ama başka bir şey söylemedi. “neden geldin?” “Gerçekten kimsesiz gibi mi evleneceksin?” “kimsem var mı?” “Gülşah yapma böyle. Kızım senin arkanda dağ gibi baban-“ “o dağ benim başıma yıkıldı Handan hanım. Sen yıktın o dağı başıma. Anamın haftası dolmadan o Memnune'yi sen soktun o eve. Abim senin yüzünden, dağ dediğin o adam yüzünden hapiste. Ne halde biliyor musun sen? Bilmiyorsun. Bende bilmiyorum. Sen kendi ellerimle gönderdin yeğenini oraya. Gelmiş burda baban var diyorsun. Kimse bana evlenmek istiyor musun diye sormadı. Kimse bana seviyor musun diye sormadı. Sokağın ortasında babamdan dayak yerken Iraz geldi ve benim nikahıma alacağım kadına vuramazsın dedi. Arkanda dağ dediğin o adamın boyunduruğundan çıktım başka bir adamın boyunduruğu altına giriyorum. Bunu sen yaptın Handan hanım. Bu kadar büyük müydü anama nefretin?” Serttim. Benden beklemedikleri kadar serttim. Gülşah bu zamana kadar kimseye saygıda kusur etmemiş, sesini çok çıkarmamış ve kimseyle sorunu olmayan kendi halinde bir kızdı. Bu duruşu onlar bilmiyordu. Acılarla yoğurulmuş bir kadının ne kadar ileri gidebileceğini, acımasızlaşacağını, korkusuzlaşacağını bilmiyorlardı. O küçük zihinleri bir kadınında insan olduğunu anlamıyordu. En az erkekler kadar insandık. Sevgi, aşk, nefret, öfke, hırs bizler içindi. Ve bir kadının dik durabileceğini hepsine gösterecektim. Annemin her bahar başıma kon durduğu o papatyadan taşlar artık zümrüttendi, ve kimse başımdaki tacı düşüremeyecekti. Halam bana üzgün ve pişmanlık dolu gözlerle baktı. Hiçbir anlamı olmayan özürler daha fazla can yakmaktan başka bir işe yaramazdı. Çantasından bir kutu çıkardı. Lacivert kadife, uzun ince bir kutuydu. “bu Annenindi. Pek bakmazdı. Belki küçüklüğünden hatırlarsın. Ne zaman, nasıl aldı bilmem. Öldüğünde çok beğendiğim için almıştım odasından. Kaç gecedir rüyamda rahat bırakmadı beni. Senin olsun Gülşah. Annem seni rahatsız etmez.” Kutuyu elinden serçe çekerek aldım. “zaten benim olduğu için annem gecelerce rahat bırakmamış seni. Şimdi çık git evimden. Babamla yaşadığım evi yeterince kirlettin, buradan uzak ol.” Halam gidene kadar oturduğum yerden kalkmadım. O gittikten sonra yavaşça bana verdiği kutuyu açtım. İçinde boyunu tasma gibi saran, aşağı sarmayan üç katlı bir inci kolye vardı. Gerçekten de annem pek bakmazdı. Hatta son 10 yıldır hiç görmemiştim. Belki de daha fazla bile olabilir. Tabi küçüklüğümde daha fazla takıyordu. O kadar şık bir kolyeydi ki ister istemez bugün için bunu takmak istedim. Odama çıkıp aynanın karşısına geçtim ve kolyeyi taktım. Bizim alamayacağımız kadar pahalı ve güzeldi. Belki de bu kolye, mahallenin en zengini olarak görülen Fazlıoğlu ailesinin de boyunu aşardı. Nazende cadısı görünce şok olacaktı. Bunu düşününce kıkırdadım. Annem böyle bir kolyeyi neden takmayı bırakmıştı ki? 1918 kelime |
0% |