@fantastikokur
|
Bazı zamanlar olurdu. Aynalar gerçeği yansıtmaz, diller lal, gözler kör olurdu. Öyle günler vardı ki hayatta, biz yaşardık ama başkasına aitmiş gibi hissettirir diye. Bir rüzgar eserdi bazen kalbimizde. Üşütürdü olduğu yeri. Biz kötü sanırdık ama iyiydi. Dost sandıklarımızı da gösterirdi, düşman sandıklarımızı da. Kaybettiklerimiz ardımızda, elimizde kalanlar yanımızda, kazanacaklarımız karşımızda olurdu. En sonda ise ölüm. Kazanacaklarımızın getirdiği hırstan göremediğimiz ölüm gittikçe yaklaşırdı. İnsan dünyadaki nasibini doldurmadan ölmezdi. Kazanmak için her şeyi yaptığında ise hızlıca dolardı nasibi. Çok garipti aslında, ölümden deli gibi korkan bu insanların ölüme koşarak gitmesi. Aslında tüm bunlarda kaderdi. Kendi ellerimizle hazırladığımız ama bizden güçlü olan kader. Bizim ve sevdiklerimizin seçtiği yollardı aslında kader. Bir kaç saat sonra kıyılacak olan nikah babamın seçimiyle yazılmıştı kaderime. Ve bu seçim artık babamın seçimlerinin hiçbirinin beni etkilemeye eğimi gösteriyordu. Ben o gün babamın öldüğünü kabul etmiştim. Hayri Eldem, benim babam olan Hayrı Eldem değildi. Benim babam eşini ve çocuklarını severdi. İlk önce dinler sonra karar verirdi. İstediğimizi yapmamıza izin verirdi. İzin vermediği şeylerde ise kötülük gördüğü içindi. Böyle bir adam değildi benim tanıdım Hayri Eldem. Oğlunu askerlerin götürdüğünü bile bile bir kez dahi karakola gitmeyen, karısının kırkı çıkmadan başka bir kadınla evlenen, çocuklarını evden atan, kızını meydanda döven, 12 yaşında oğluna bile acıması olmayan bu adam, beni büyüten adamdan çok farklıydı. Şimdi aynadan kendime bakarken geçmiş gözümün önünden gitmiyordu. Annem gelsin istiyordu mesela. Üstündeki elbise, Naciye ablanın hediyesi değil annemin hediyesi olsun istiyorum. Abim aşağıda beklesin, istediğin zaman dön kardeşim arkanda abin var desin istiyordum. Biliyordum. Güney'de en az benim kadar buruktu. Yediremiyor dünya kendine. Ablasının bu şekilde evlenmesini istemiyordu. Bende istemiyordum. Güney kırmızı kuşağı belime bağlarken yüzü gülsün isterdim. Babamın evinden gelin olayım isterdim. Yapacak bir şey yoktu. Annem, abim gelemezdi. Güney’in burukluğunu geçiremedim. O kırmızı kuşak belime bağlanmayacak, düğün olmayacaktı. Annemin kurduğu eve başkasını getiren babamın evinden gelin olmazdım. O adamın elini öpmezdim. Bu kadardı. Elimden gelen her bir şey bu kadardı. Mahallenin kızları tarafından giydirilip süslenip imam nikahı kıymak. Böyle bir günde heyecan hissedememek. Ama içime bir güç gelmişti. Annemin kolyesini takmak kendimi iyi hissettirmişti. Birden aklıma abim geri geldiğinde neler olacağı geldi. Çok kızar mıydı bana? Iraz'a kızar mıydı? Iraz belki de bu hikayedeki tek iyiydi. Kızmamalıydı. Mecburiyeti anlamazdı ki o. Erkekti sonuçta. Iraz'a kimse Gülşah'la evleneceksin dememişti. Ben namussuz olmuştum. Abim çıktığında yatıp çıktı olacaktı. Aldıkları genç kızlar için her şey daha da zorlaşacaktı. İnsan öyle hale geliyordu ki, öz abisinden korkuyordu. Anlaşılamamak o kadar kötüydü ki. Odamın kapısı açıldı ve içeri Güney ardından da Nergis girdi. Güney beni baştan aşağı düzdü sonra “Çok güzel olmuşsun.” Kardeşime gülümsedim. İşte böyle heyecanlanıyordu insan. Sevdikleriyle olduğunda. Sevdiklerinin seni seçmesiyle. Hayat böyle güzeldi. Özlediğim o bütün anlar bunlardan ibaretti. “olmuş muyum gerçekten?” çocuksu bir tonda sorduğum soru onu da güldürdü. “Gerçekten çok güzel olmuşsun ablacığım.” Birbirimize sıkı sıkı sarıldık. “ne olursa olsun her şeyi düzeltebiliriz. Sakın unutma bunu tamam mı? Belki diğerleri gibi fiziki olarak yanında olamayabilir ı’m. Bilmiyorum çünkü annem hep benimle kalır sanıyordum ama asla babamız gibi gitmem. Varlığımı hep hissedeceksin. Söz veriyorum.” “Sende öyle. Senin için her şeyi yaparım.” Gerçekten de doğruydu. Annem bazen hala geceleri üstümüzü örtecek gibiydi. Abimle sofra kavgalarına devam ediyor gibiydik. Toprak artık eskisinden daha sıcaktı. Abime dair her zaman umudumuz vardı. Ama babam yoktu. Babamın bize gelmemesi için hiçbir sebebi yoktu ama gelmemeyi seçmişti. Yavaş yavaş ailemizden kendini silmişti. Ölümün hapisin ayıramadığı ailemizi varlığıyla parçalamıştı. Yapmamız gerekeni yapmıştık. Bizi istemeyen bir adamdan tüm bağlarımızı koparmıştık. Çok sevdiğimiz biri bile olsa varlığıyla bize zarar verebilir yanımızda tutmamıştık. Bizim annemiz vardı. Abimiz vardı. Ama babamız yoktu. Güney'le sarılmamız bittiğinde Nergis'e geldi sıra. İki kolumdan tutup “Çok güzelsin.” Dedi. Onunla da sarıldık. “Mehmet amca haber gönderdi. Yarım saate burada olurlarmış.” Ona başımı salladım. Son kez aynadan kendime baktım ve aşağı indik. ... Kapı çalana kadar içimde heyecana dair hiçbir şey yoktu. Ondan sonra ise bir anda hızlıca ayağa kalkmış, kapıya koşmuştum. Kalbim hızla atıyordu. Gözlerini kapattım ve bir iki saniye sakinleşmek için uğraştım. Biraz daha iyi hissettiğimde kapıyı açtım. İçeri ilk önce Mehmet amca girdi. Arkasından da müstakbel kaynanam Nazende. Ve Iraz Fazlıoğlu karşımdaydı. Saçları özenle yapılmıştı. Yeni tıraş olduğu çok belliydi. Üstünde acı kahverengi bir takım vardı. İçinde ise siyah bir gömlek. Ve yine siyah bir kravat takmıştı. Elinde ise bir buket çiçek vardı. Mor küçük çiçeklerden oluşan çok hoş bir buketti. “isteme olmayacak ama ben yine de sana çiçek getirmek istedim. Yok dün biraz olsun gülsün istedim.” Dediğinde artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Gitsin diye uğraştığım heyecanın artık kölesiyim. Buketi ondan aldım ve çiçekleri kokladım. Yüzünde bir gülümseme oluşurken tekrar konuştu. Kesinlikle kalbime zoru vardı. “çiçekçi de gözüme en çok bunlar güzel gelmişti. Şimdi ise bir kuru ottan farksızlar. Ben ne yapacağım seni? Her yaptığım senin yanında çirkin kalıyor. Senden güzelini bulamam, senin kadar güzelini bulamam. Sana layık olanı bulamıyorum. Ben seni ne yapacağım?” Utançtan yanaklarım kızarmıştı. Başımı hemen yere eğdim ve mutfağa gittim. Biraz nefeslendikten sonra bir büyük kavanozun içine biraz su doldurdum. Çiçeklerin kağıdını çıkarıp vazoya koydum. O kadar güzellerdi ki. Iraz'ın sözleri aklıma gelince yüzümde istemsiz gülümseme oluşuyor yanaklarım kızarıyordu. Tekrar ciddiyetimi kazandığımda salona döndüm. Iraz yere oturmuştu. Karşısında imam oturuyordu. Yan tarafta ise iki şahit. İkiside mahallenin esnaflarındandı. Iraz'ın yanına oturdum. Nergis bana annemin el emeği olan pullu beyaz yazmalardan birini verdi. Nur ablanın özenle yaptığı saçlarımı görünmeyecek şekilde kapattım. “kızım ananın babanın adı nedir?” “annem Saniye, babam Hayri.” O adamı baba olarak anmak çok zordu. “oğlum senin?” “annem Nazende, babam Mehmet.” İmam söylediklerimizi not aldıktan sonra ayetleri okumaya başladı. Ayet ve hadisler bittiğinde “kızım sen mehir olarak ne istiyorsun?” diye sordu. Düşünmemiştim. Ne olacağı belli olmayan bir evlilikten bu. “Bu evi Gülşah’a veriyorum.” ıraz'ın sözleri üzerine arkada fenalaşan lar vardı. Oh olsun. Malda mülkte gözüm yoktu lakin hak ediyordu böyleleri. “Sen Hayri kızı Gülşah, Mehmet oğlu Iraz'ı kocalığa kabul ettim mi?” “ettim.” “ettin mi?” “ettim.” “ettin mi?” “ettim” “Sen Mehmet oğlu ıraz, Hayri kızı Gülşah'ı karın olarak kabul ettin mi?” “ettim.” “ettin mi?” “ettim” “ettin mi?” “ettim.” Dünya etrafımda dönüyordu. Artık evli bir kadındım. Hayatta kalmaya çalışırken oradan oraya savrulmuş, tutunacak bir kal arayan bir kadındım. Bir nefesim vardı benden geriye. Cılız, cansız köklerini toprağa salmak için elinden geleni yapıyordum. Bu cılız fidanın bir ulu çınar olduğunu görmek nasip olur muydu? ... Yazardan Soğuk, karanlık duvarlar her zamanki gibi üstlerine geliyor, aldıkları nefesi onlara dar ediyordu. Kan kokusu vardı buralarda. Ömrünün baharında, gencecik insanların laneti vardı. Boğuyor dünya insanı. Ne rahat uyku vardı buradakilere ne de güzel bir gün. Her biri ayrı cehennemin içerisindeydi. Her birinin azabı birleşip bir girdap oluşturmuş ve herkesi içerisine almıştı. Ateştendi bu girdap. Kandan, acıdan, işkence dendi her bir parçası. Kaçma kurtulma ümitleri tükenmişti. Nereye kadar dayanırdı ki insan buna? Etten kemikten beden ne kadar sabrederdi? Anaya, babaya sevgiliye, bacıya, kardeşe tekrar kavuşma isteği nereye kadar götürürdü onları? Ne kadar zaman olduğunu bilmiyorlardı. Daha bir çok şey gibi. Kaç arkadaşım, kardeşim, düşmanım dediklerinin ölümünü izlemişlerdi? Baktıkları, sırtlarını yasladıkları tüm bu duvarlar kırmızıydı. Onların kanıyla boyanmıştı. Her yeni gelin n bir başkasının kanı ekleniyordu. Diz çöktürmüşlerdi Gürkan'a. Gözleri bağıydı. Tıraş makinesinin rahatsız edici sesi odada yankılandı. Titredi Gürkan. Üstü başı iyice yırtılmıştı. İyice soğuyan havayla kıyafetleri onu ısıtmaya yetmiyordu. İnsan ne zaman sonra soğuğa alışırdı? Tıraş makinesi yavaş yavaş saçlarıyla buluştu. Zaten kısaydı ki. Her işkence öncesi yapılırdı bu. Bitmesin isterlerdi. Çünkü bittikten sonra ne olacağını bilmezlerdi. Gürkan şanslı değildi. Tıraş kısa sürmüştü. İlkini hatırladı bir an. Aptal cesareti vardı o gün üzerinde. Hava bu kadar soğuk değildi. Kıyafetlerinde daha bir sökük bile yoktu. Güzel kardeşi Gülşah'ın elleriyle diktiği ufak bir yer sökük sayılmazdı. İlk oradan başlamıştı üstündekiler eskimeye. Hücreye götürmeden önce tüm saçları kesilmişti. Omuzları çöktü. Daha ilk andan kendisine acınmayacağını biliyordu. Ama her insan biraz da olsa peri masalında yaşardı. Hücreye bırakıldığında diğerlerini gördü. Bazıları çok kötüydü. Bazıları da onun gibi. Kötü olanların çok uzun zamandır burada olduğunu düşündü ilk başta. İnsan 8 günde bu hale gelemez diye düşünüyordu. Gelirdi. Anlayacaktı. Ve onlar ilk ölenler oldu. Gürkan'ın gözleri hala kapalıydı. Büyük bir sabırla bekledi. Bu seferki neydi? Kafası şu dolu kovaya mı sokulacak, bedenine elektrik mi verilecek, sırtına kırbaçlar mı vurulacaktı? Belki de yumruklarla başlarlardı bu sefer. İlk seferki gibi. Gürkan bu odaya ilk gelişinde adamın ona ne söylediğini hatırlıyordu. Hoş geldin hediyesi olarak hafif başlıyorum demiş ve bir kahkaha atmıştı. Sonrası yüzüne inen bir yumruktu. Gözleri kapalı, elleri ayakları bağlı, sizleri üstüne çökmüş vaziyette katlanmaya çalışıyordu. Henüz o erkeklik gururu dediği şey incinmemişti. Ağzından ufak inlemeler dışında bir şey çıkmıyordu. Sonra ise karnına inen tekmeleri hissetti. İlk gün basitti. Sonra ise her şey daha acımasızdı. Aklının içinde anılarda dolaşırken sırtına sertçe indi kırbaç. Yara bere doluydu sırtı. Kabul bağlayacak kadar bekletmiyorlardı hiç. Bir gün kan kaybından öleceğim diye düşündü. Acıya hala katlana bildiği için şükrediyordu. Son olacak dedi. Bir gün bu işkencelerin sonu olacak ve kavuşacaktı. Umudu Gülşah'a, Ayşe’ye kavuşmaktı lakin bunun öteki ucunda annesi vardı. Ölümle yaşam arasındaydı Gürkan. Kırbaçlar sırtına teker teker iniyordu. İlk önce yanma ve inanılmaz bir acı hissediyordu. Sırtından bir ıslaklık yayılıyordu tüm bedenine. Sonra aynı kırbaç bacaklarına inmeye başladı. Bazen bağırıyor bazen inliyordu. Boğazı acıyordu. Bağırmaktan ve soğuktan şişmiş olmalıydı. Kimsenin umrunda değildi. Herkes yaşamak için kendi yolunu bulmalıydı. Yavaş yavaş bedenini bırakırken tekmeleri hissetti. Gözleri karardı ve bedeni kendini saldı. ... Ahmet Köksal, belki de buralardaki en yaşlı kişiydi. Nasıl, ne zaman, neden içeri alındığını kimse bilmezdi. Her hücrede bir sıkıntı çıkarırdı. Buraya da yeni gelmişti. Herkes gibi o da insandı. Pişmanlıklarıyla, mutluluklarıyla bu hayatın sert rüzgarlarından nasibini almış bir adamdı. Yaşadığı her şey kendi seçimiydi. Bundan yıllar öncesinde girdiği yolda bir çok şeyi kaybetmişti. Tek avuntusu geride bıraktığı herkesin mutlu olmasıydı. Tabii insan ölene kadar yanılmaya, hata yapmaya mahkumdu. Geldiği andan beri hücreyi inceliyordu Ahmet. Gencecik delikanlıların bakışlarında görmeyi sevdiği gözü karalılım yok olmuştu. Dava edindikleri meseleleri haykıracak güçleri kalmamıştı. Kendisine yaşlı olduğu için daha merhametli davranılırdı. Bu yüzden kaybedecekler diye geçirdi içinden. Önemli olan ruhtur. Beden ne kadar uğraşırsa uğraşsın, insan ruhu öldüğünde ölürdü. Ondaki ruhun hayatı boyunca asla bir durağı olmamıştı. Güzel zamanlar geçirmişti. Hücrenin kapıları açıldığında herkes gibi bakışlarını kapıya çevirdi. İki saat önce götürülen genci getirmişlerdi. Şükretti içinden. Bu zamana kadar kimin sağ salim geri getirildiğini görse şükrederdi. Burada yaşamak zor, ölmek kolaydı. Gence baktı. En fazla 22 yaşında olmalıydı. Yazıktır bu gençlere. Ne hayaller vardı, artlarında bırakıp bu zindana düşmüşlerdi. Yavaşça yerinden kalktı. Her yeri ağrıyordu Ahmet’in. Yine de gencin yanına şikayet etmeden ulaştı. Üstündeki gömleğin koluyla yüzündeki kanları sildi. Gömlekte kırıldı ama kandan iyiydi. Kandan her şey daha iyiydi. Gülşah'tan İmam nikahtan sonra dışarı çıktı. Bende Mehmet amcanın bana uzattığı eli öptüm. “Bak kızım burası küçük yer, çok iyi bilirsin. Biz de her şeyi biliriz. Senin suçsuz olduğunu da biliriz. Daha doğduğun an gibi ak paksın sen. Çocuksun. Gelinim olduğun için mutluyum lakin insan daha farklı olsa demeden edemiyor. Bunlar önemsizdir. Beni de baban kabul et kızım. Ben seni kızlarımla aynı yere koydum.” Başımla küçük bir karşılık verdim ve geriye çekildim. Nazende'ye bakma ihtiyacı hissetmedim. Zaten elini de öptüm ezdi, Mehmet amca gibi konuşmazdı. Bende kapıma dayanan bu kadını ciddiye almazdım. Bu zamana kadar öğrendiğim bir şey varsa deli öfkem olduğuydu. Gözlerim Iraz'a kaydı. O zaten bana bakıyordu. Beni rahatlatmak ister gibi baktı. Ona gülümsedim ve Güney'e döndüm. Konuşacak bir şey yoktu. Birbirimize sıkıca sarıldık. Nazende hanım ve Mehmet amca gidecekti. Onları uğurlamak için Iraz'la birlikte kapıya yürüdük. “yenge mi demeliyim?” diyen İclal'e göz devirdim. “yengelik mi yapayım?” “görümcelik yapmamdan iyidir.” “bir görünce eksikti zaten başıma. Onu da sen yap tam olsun.” İkimizde kıkırdadık. Önümüzde ilerleyen Nazende bize döndü ama onu umursamadan gülmeye devam ettim. İclal ise annesinin sessiz tehdidine karşı sustu. Kapıya geldik ve Iraz'ın ailesiyle vedalaştık. Kapıyı açtığımızda büyük şaşkınlık bedenimi, zihnimi kapladı. Neredeyse tüm mahalle kapımın önündeydi. Ve davul sesi kalabalık sokakta yankılandı. Tanıdık şarkının sözlerini tüm herkes birlikte söyledi. Ve ben ne olduğunu anlamıştım. “Oğlan bizim kız bizim.”
|
0% |