@fantastikokur
|
Medya: Iraz Fazlıoğlu 28 Kasım Alışıyordu insan şeye. Ölüme, gidenlere, hayal kırıklarına, altında kaldığı enkazlara bile alışıyordu. Hayat öyle garip bir şeydi ki onsuz yapamam dediğin her şeyi elinden alıyordu. Zor oluyordu, acılar içinde kıvrandırıyordu ama onsuz yapıyordun. Annem öldükten iki hafta sonra babam tekrar evlenmişti. Evet acı vericiydi. Öfke doluyum ve bunun affı yoktu. Ama Allah’ın her günü aklımdan çıkmadığı günler geride kalmıştı. Artık kabullenmiştir. Annem yoktu ve geri gelmeyecekti. Bunu da kabullenmiştim. Artık Ankara’ya geri dönmeyecektim. Ailemle mutlu olduğum, anılarıma ev sahipliği yapan, birlikte büyüdüğüm insanlar kilometrelerce geride kalmıştı. Bunu da kabullenmiştim. İstanbul’da abimin küçük evinde yaşıyordum. Ortalık iyice karışıktı. Darbe olmuştu. Ama biz üç kardeş her şeyden uzak mutlu mesut yaşıyorduk. Abimin son günlerde garip davranması dışında hiçbir sıkıntı yoktu. Güney yavaş yavaş eski haline geri dönüyordu. Elbette annesinin kaybının, babasının onu istemeyişinin, o kadını eve getirdiği gecenin anıları ruhunda kalıcı iz bırakmıştı ama her geçen gün daha az can acıtırdı. Menemen için domatesleri doğrayıp tavaya aktardım. Bu devirde zordu yemek içmek. Yağ ve şeker kuyruklarına girersin. Bazen sıra tam sana geldiğinde yağ da şeker de biterdi. Günlerce bulamazdın bazen. Gençleri bir bir hapse alıyorlardı. Zaten üniversiteler karışıktı. Liselerde karışmaya başlamıştı. Sağ sol kavgası her yerdeydi. Menemen’i yaptıktan sonra Güney'i ve abimi uyandırmaya gittim. Abim burada Güney için yeni bir usta bulmuştu. Tabii Güney her fırsatta Iraz'ı daha çok sevdiğini dile getiriyordu. Iraz İstanbul’a geldiğimden beri aklımı karıştırıyordu. Veda edememiş olmak kalbimi yaralıyordu. Oysa veda edemediğim ve bana İran’dan daha yakın olan bir sürü kişi vardı. İclal bile bana Iraz'dan daha yakındı. Ama ben ona veda etmek istiyordum. Gittiğimi öğrendiğinde ne tepki vereceğini bilmek istiyordum. Gidip Güney'i uyandırdım. O lavaboda elini yüzünü yıkarken abimi de uyandırdım. Abim ilk uyandığında günaydın diye fısıldadı. Sonra etrafına bakındı. Güney’i göremeyince tekrar bana döndü. Eliyle yanına oturmamı işaret etti. İstediğini yerine getirdiğimde çekmeceden bir yazma içine sarılmış bir çok para çıktı. “bak Gülşah bu parayı sizin için saklıyorum. Eğer ben yanınızda olamazsam Güney’ive seni idare etsin diye. Bana bir şey olursa bu burada.” Abim beni korkutuyorsun. Üç gündür gitmekten, ayrı düşmekten, başına bir şey gelmesinden bahsedip duruyordu. Derdi neydi merak ediyordum. “Abi beni korkutuyorsun. Üç gündür böylesin. Ne oldu?” Gözlerini kaçırdı. Sonra bana baktı ve kaşlarını çattı. “Bir şey olduğu yok Gülşah. Haberin olsun diye söyledim. Her şeyde bir şey arama.” Söylenerek odadan çıktı. Parayı geri çekmeceye yerleştirmekten geri kalmamıştı. İçimdeki sıkıntıyla daha fazla uzatmadan mutfağa gittim. Hep birlikte sofraya oturduk. Eskisi gibi değildi. Yavaş yavaş iyileşiyor birbirimizin yaralarını sarıyorduk. Bir anda alacaklı gibi çalmaya başlayan kapıyla neye uğradığımızı şaşırdık. Güney ve ben mutfakta kalırken abim kapıyı açmaya gitti. Biraz sonra bende abimin peşinden gittim. “Gürkan Eldem burada mı?” diye soran askerle yüreğime bir korku düştü. “Benim.” Dedi abim. Ve yanıt gecikmedi. “tutuklusunuz. Zorluk çıkarmayın.” Abimin ellerini kelepçeler kendi ne olduğunu tam olarak idrak edebilmiş değildim. Beynim algılayamasa da kalbim ne olduğunu biliyordu. 8 gündür bir çok genç bu şekilde götürülüyordu. Güney de ardıma geçtiğinde ailemizden bir kişinin daha gidişini sessiz sedasız izledik. ... Iraz Fazlıoğlu Hayat sıkıcıydı. Çocukluğumu gençliğimi geçirdiğim mahalle artık bana dar geliyordu. Her şey televizyon ekranları gibi siyah beyaz bir haldeydi sanki. Kuşlar ötmüyordu. Bir sabah uyandığımda öğrenmiştim zümrüt güzelinin artık burada olmadığını. Gürkan kardeşlerinize alıp gitmişti. Hayri Eldem karısı ölür ölmez bir başkasıyla evlenmişti. Zümrüt güzeli annesini kaybettikten sonra birde bununla yüzleşmişti. Severdi o Ankara’yı bu, mahalleyi. Bilseydi sevmezdi. Kalbi bu kadar saf olmasaydı sevmezdi. Hayri amca evlendikten hemen sonra burada kalsaydı sevmezdi. İlk başta kırkı çıkmadan yeniden evlendi diye kınayan insanları duyabilseydi, olanları kınayan tüm bu insanların sonra Memnun hanım ile muhabbete girmeye çalıştıklarını görseydi sevmezdi. İçi acırdı üstelik. Saniye teyzenin kocası ve komşuları, arkadaşları tarafından bu kadar çabuk unutulması onun canını yakardı. Benimde canım yanıyordu. O kadar alışmıştım ki uzaktan da olsa her gün onu görmeye. Göğüs kafesimin içinde kalp değil onun sevdası atıyordu. Cenazede bayılışı onu kucağıma alıp arabaya bindirmek dün gibi aklımdaydı. En ufak şeyden korumak istiyordum onu. Yapamıyordum. Kaderin sert rüzgarları onu oradan oraya savuruyordu ve ben onun hayatında ki bir hiç olarak uzaktan izliyordum. Bazen bu bile yoktu. Her şey olduktan sonra haberim oluyordu. Bir sabah uyanıyordum ve l artık benden çok uzakta oluyordu. Korkuyordum. Memleket karışıktı. Askerler darbe yapmıştı. Sağ sol kavgaları iyice artmıştı. Asker resmen sokaktan gençleri topluyordu. Kadın erkek demeden alıyorlardı. Nereye götürdüklerini de bilmiyordum. Birazda bunun için korkuyordum. Gülşah suçsuzdu. Bir şeye bulaşmazdı ama götürülenlerin kaçı suçluydu ki. Kitap okumak, bir siyasi görüş savunmak, herkesten farklı düşünmek ne zamandan beri suçtu? Belki bu şaşan adalet terazisi bir şey için onu da suçlu bulurdu ve benim burada ruhum duymazdı. Belki orada kalbi birine atardı ve beni sonsuza kadar unuturdu. Onun için eskiden yaşadığı mahallede bir abi olarak kalırdım. İşte tüm bu düşünceler canımı sıkıyordu. Mutlu olacaksa gözümün önünde olsa dahi sesimi çıkaramazdım ama belirsizlik insanı mahvediyordu. İçinde hep bir umut taşıyordun. Ve içindeki umut aldığın her nefeste umutsuzlukla savaşıyordu. Bir şeyler netleşen kadar asla bir kazanan olmuyordu. Yalandı efendim. Gözden ırak olan gönülden ırak falan olmuyordu. Çokça özlemiştim ben Gülşah'ı. Şimdi karşımda olsa tek kelime edemezdim. Lakin o yemyeşil gözler yeterdi. Dokunamazdım ben ona lakin özlemin dokunmakla geçtiği nerede görülmüş? Özlem geçmezdi. Yanı başında bile özlersin. Ben aynı mahallenin içinde çokça kez özlerken aramızda artık şehirler vardı. Ve yeni bir huy edilmiştim. İşe gitmeden önce etrafı geziyordum. Gözlerinin onu aradığını elbette biliyordum ama iyi geliyordu. Bazen duvara yazılan yazıları silen esnafları görüyordum. Sisteme isyan eden yazıları siliyorlardı. Bazen etrafta turlayan askerleri görüyordum, her biri bana garip bakışlar atıyordu. Bu devirde böyle boş boş gezmek hoş değildi. Ama bir zümrüt güzelini göremiyorum. Duyduğum bağrış sesleriyle ara sokaklardan geçip seslere doğru gittim. Gülşah'tı bağıran. Hayri amcanın oturduğu binanın kapısını yumruklu yordu. Acı dolu sesi kulaklarıma geldikçe benim yüreğimde bir şeyler kırılıyordu. Hayri amca nasıl dayanıyordu? “Babam olduğun güne lanet olsun! Bizi böylece sokağa mı atacaksın? Hiç mi vicdanın yok? Hadi annemin hatrı yok, biz senin çocuğunuz.” Gülşah geri çekildi. Onu her gördüğümde gözleri yaşlı olmak zorunda mıydı? Eskiden gözlerinin içi gülerdi. Bu yıl onu nadiren gülerken görmüştüm. Gözlerine hüzün çökmüştü. “Çık dışarı Hayri Eldem. Söylesene vicdanın rahat mı? Mutlu musun o kadınla? Üç çocuğunu sokağa atıp mutlu musun? Askerler abımı götürdü. Hiç mi merak etmiyorsun? O senin oğlun, oğlun! Hiç mi Allah korkun yok?” Gülşah eline bir taş aldı. Hızla Hayri amcanın evinin camlarından birine fırlattı. Cam tuz buz olmuştu. “Rahat mısınız annemin bin bir emekle kurduğu o evde? Dilerim Allah’tan bir gün bile gülmesin yüzünüz. Annemin ölüsünün üstüne kurduğunuz o yuva başınıza yıkılsın. Uğruna çocuklarını sildiğin o evlilik her gün sana azap olsun. İnsan hiç çocuğunu merak etmez mi? Abımı aldı asker diyorum. Hiç sorma gereği duymadın mı? Sen nasıl babasın?” yere çökmüştü artık Gülşah. Tüm mahalle onu izliyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Artık bağırmıyor resmen haykırıyordu. “Yalan mıydı? Evladım deyip başımızı okşadığın günler annem ölene kadar mıydı? Senin babalığın bu kadar mı? Söylesene! Karşıma bile çıkamıyor musun? Anneme sevgin saygın yok, çocuklarına saygın yok, o kadınla mı mutlu olacaksın? O kadın için mi bizi kapı dışarı ediyorsun? Allah’ından bul! Allah’ından bul!” Bu tarafa doğru gelen askerleri görünce hemen gidip Gülşah’ı çöktüğü yerden kaldırdım. Az ileride bir pastane vardı. Oraya götürdüm. Gülşah öylece ağlıyordu. Benim onu oradan çıkardığımın farkında değil gibiydi. Soru sormuyor nereye götürür sen oraya geliyordu. Pastaneye geldiğimizde onu masallardan birine oturttum. Güney'de ardımızdan gelmişti. Gülşah'ın yüzünde kardeşi görünce buruk bir gülümseme oluştu. “özür dilerim.” Diye fısıldadı. Sesi kısılmış olabilirdi. O kadar çok bağırmıştı ki boğazının acıdığına emindim. Pastacı Ahmet abi yoktu. Çırağı Mesut buradaydı. “Mesut bir bardak su bir de çay getir.” Mesut tamam abi deyip dediklerimi yapmaya gitti. Bende tekrar Gülşah'a döndüm. Örüp arkaya attığı saçlarından bir kaç tutam yüzüne geliyordu. Onları elimle arkaya attım. Saçları çok yumuşaktı. Adı gibi kokuyordu. Güzel l kokuluydu, zümrüt güzeli. İlk defa ona bu kadar yakındım. Mesut istediklerimi getirince geri çekildim. Gülşah suyu almak için uzandı ama elleri titriyordu. Ondan önce uzandım ve yavaşça suyu ona içirdim. Güney'de ablasının karşısında oturuyordu. Gülşah suyu içtikten sonra biraz daha rahatlamıştı. Ona çayı da içmesini söyledim ve pastaneye doğru gelen askerlerle konuşmak için çıktım. “Selamın aleyküm.” Dedi asker. Benim Gülşah’ı götürdüğünü büyük ihtimalle görmüşlerdi. “aleyküm selam.” Çok uzatmadı. “kadın nerede?” “Pastanede.” Beni geride bırakıp pastaneye gitmek için ilerlediler. “babası evden atmış kardeşiyle birlikte.” Bana döndüler. “Annesi öldü. Babası başka kadınla evlendi. Abileri yanına almıştı onları ama askerler götürmüş. Niye bilmem. Babaları kabul etmemiş. O yüzden olay çıkarmış.” Askerlerin kendi aralarında bakıştıklarını gördüm. Şu zamanda olay çıkarmak tehlikeliydi. Sesin biraz yüksekse sana acımazlardı. Gülşah’ı götür memeleri için elimden geleni yapmalıydım. En sonunda askerlerin hepsi bana döndü. “kadın bir daha olay çıkarırsa ikinizi de atarım içeri.” Baş selamı verdin ve Gülşah’ın yanına geri döndüm. “Abla ne yapacağız?” Diye soruyordu Güney. “Bilmiyorum. Naciye ablaya tekrar atölyede çalışabilir miydim diye soracağım.” Dedi. Sesi yine kısıktı, zümrüt güzelinin. “Nerede kalacağız?” Güney'in ikinci sorusuyla başını eğdi Gülşah. “Benim ikinci bir evim var. Onu size kiralayabilirim. . Eşyaları da hallederim. Siz zaman geçtikçe bana geri ödersiniz. Güney'de tekrar yanımda işe başlayabilir.” Gülşah dolu gözlerle baktı bana. İçin gitti. Gözlerinde bir ışık vardı. “Gerçekten mi?” sesi titrek ve minnettardı. Bazen adil olmadığı için kızıyordum bu hayata. En güzelini hak ediyordu karşımda ki kadın. Oysa çekmediği acı kalmamıştı. Ona olumlu anlamda başımı salladım. Bir kaç kişiyi aradım ve eve eşya ayarlamasını istedim. Pastaneden çıktıktan sonra Mahallenin diğer ucunda olan eve gittik. Bu evi bir gün Gülşah'la evlenirsem birlikte yaşarız diye almıştım. Nasip Güney ve Gülşah'aymış. Belki bir gün üçümüz yaşardık. Şimdi onu mutlu etmeye yetsin de. Biz eve baktıktan sonra onlara akşama kadar eşyanın geleceğini söyledim. Kirayı da konuştuktan sonra anahtarı verip yanlarından ayrıldım. Bugün bu mahallede Hayri Eldem vicdansızlığın kitabını yazmıştı. İle giderken onun evinin önüne geçtim. Yeni bir cam takılıyordu. Memnune hanım kocasının yanında timsah gözyaşları döküyordu. Onlara iğrenerek baktım. Hayri Eldem bu günlerin hesabını nasıl ödeyecek bilmiyordum.
1562 kelime Seviliyorsunuz <3
|
0% |