Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2.BÖLÜM

@fatimaay

2.BÖLÜM

   

“Anne güneş neden daha yok?” Bu saçma sorum annemin sesli bir biçimde gülmesine sebep oldu.

“Güneşin doğmasına daha 20 dakika var kuzum.” Nasıl?

“Nasıl? Güneşi de mi leylekler getiriyor? Her sabah ki güneş farklı mı?” Annem az öncekinden daha sesli güldüğünde kaşları mı çattım.

“Hayır annecim benim. Güneşin böyle her sabah gökyüzüne çıkmasına güneşin doğuşu denir. Onları leylekler getirmez.”

“Heeee! Ben sandım ki, onları da bizim gibi leylekler getiriyor.” Annemin tebessümüyle ben de güldüm. Ve merakıma yine yenik düştüm.

“Anne, bende Güneşim ama beni leylekler getirmiş dediğimde konşmanın en başından beri yanımızda olan akrabalarımız; teyzem, eniştem ve onların çocukları Emre ve Cemre, gülmeye başladı. Cemre ablam;

“Sence havada ki güneşle sen aynı mısın?” Bir süre düşündüğümde hayır değildim.

“Hayır, O kocaman yuvarlak ve parlak. Bense küçücük minnacığım. Baksana.” dediğimde küçük ellerimi onlara uzattım. “Ellerim bile küçücük. Ve ben parlamıyorum ve yuvarlak da değilim.” son cümlemden sonra tam tur güldüğümde aile bireylerim de güldüler. Lafa annem girdi.

“Hayır Güneşciğim, sen de küçüksün ama buran kocaman.” dediğinde elimi alıp kalbimin üzerine götürdüğünde güldüm. Ve annem lafına devam etti. “Ve sen parlıyorsun güneş bak.” deyip kolumdan tutup beni ara hol de ki aynanın önüne götürdü. “Bak gözleri ışıl ışıl parlıyor. Gözlerin gibi güneş gibi ol kuzum.” Gülümsedim ve akamı dönüp annemin boynuna atlayıp yanağına kocaman sulu bir öpücük kondurdum.

 

 

____________________________

 

Gözlerimi açtığım da başımın üstünde ki mavi floresan bana her şeyi açıklıyordu. Etraf kan; ceset ve toz değil, hastane kokuyordu. Hastane kokusunu tarif etmemi beklemeyin benden! Hastanenin kendine has bir kokusu vardı işte. Siz hasta olup gittiğinizde bıkkınlık, bir yakınınız ölüm döşeğinde olduğunda hüzün, eğer yakınınızın ölümü için gittiyseniz de... Bilmiyorum o kokuyu. Tamam diğerlerini yaşadım onların kokusunu ve hissiyatını biliyordum fakat yakınının ölümü... Bunu pekala bilmiyordum. Peki o yakınlarımın cenazesi olacak mıydı?

“Anne bize ölünce ne olacak?” Annem bu sorumun üzerine bir süre düşündü.

“Cennete gideceğiz kızım.” Cennet neydi?

“Cennet ne anne?” Annem tebessüm etti.

“Cennet; bizi yaratanın bizim sevaplarımız karşılığında her istediğimizin gerçekleştirdiği bir yer.” Her istediğimiz mi!?

“Orada istersem denizkızı bile olur muyuum?” Annem kaşlarını havaya kaldırıp gülümserken beni onayladı.

“Olursun balım tabii.” O zaman çok güzel olurdu işte.

“Peki anne ölünce direkt cennete mi ışınlanıyoruz. O zaman neden mezarlıklar var ışınlanmayanları mezarlığa mı gömüyorlar?” Annem sorumu ciddiyetle cevapladı.

“Işınlanmıyoruz Güneşim. Öldükten sonra bizi toprağa gömüyorlar, toprağa gömüldüktn sonra melekler bizi tutup cennete götürüyorlar.” Gömülmek mi.

Anne beni gömmeseler olur mu, ben korkarım.” Annesi güldü.

“Olmaz kuzucuğum. İyi şeyler yaparsan korkmana gerek yok.” Tek bildiğim, toprak soğuk du. Çok soğuk.

Annem ve babam muhtemelen şu an cennettelerdi. İçimdeki ses senin yüzünden aptal! Sen aval aval bakmak yerine yanlarına çökseydin seni korumak için ayağa kalkıp ölmezlerdi. Benim yüzümden miydi peki? Ben olmasaydım yaşarlar mıydı? Direkt koşsaydım yanlarına, yaşarlar mıydı? Gelen sesle düşüncelerim bölündü.

“Günaydın Güneş Hanım. Nasıl hissediyorsunuz kendinizi?” Bok gibi. Kafamı sola çevirdiğimde içeri giren beyaz önlüklü boynunda asılı steteskopu olan siyah saçlarına beyazlar karışmış gözlüklü adama baktım.

“Yorgun.” dediğimde boğazımda ki acıyı hissettim. Beslenmemi serum yoluyla yapmış olmalılardı. Adam ağzını açıp konuşacaktı ki böldüm. “Su.” Adam onaylarcasına kafasını sallayıp masanın üzerinde ki sürahinin yanında ki karton bardaktan bir tane alıp sürahiden içine su doldurdu. Ardından bana uzattığı suyu içtiğimde içimde suyun akışının verdiği ferahlamayla bir nebze olsun fiziksel olarak rahatlamıştım.

“Evet Güneş Hanım, sağ bacağınız da uyluk ve kaval kemiğinizde çatlaklar ve zedeler var ve diz kapağınız çıkmış. Çok ağır bir şeyiniz yok.” Yok ya bayağı sağlamım fark edersiniz. Hafifçe gülümsedim.

“Bende öyle düşünmüştüm.” Derin bir nefes aldım. Doğrulmak için hareketlendiğim anda, yarı yaşlı doktor- artık onun adı bu- ceplerinde ki ellerinden birini çıkartıp durmamı belirten bir şekilde havaya kaldırınca dudum.

“Hareketlenme, rahatsızsan koltuğu dikleştirebilirim.” Şu an tuvalete diye çıkıp tuvalette oyalanmayı çok isterdim ama günlerdir adam gibi bir şey yemediğimi farz edersek bu bahanem yersiz saçma olurdu.

“Neredeyim ben?”

“İstanbul’da.” He iyi İstanbul güzel memleket. Havası, tarihi falan. Bir saniye... İstanbul mu?

“Ne!?” Çalınan kapıyla kapıya verdim dikkatimi. Hey bismillahirrahmanirrahim. Bu ellerinden öptüğüm analar ne güzel taşla- öhm evlatlar doğuruyordu böyle. İçeri giren tahminimce 1.85’den uzun, gür siyah saçlarının yanları tıraşlı, Renginin ne olduğunu seçemediğim gözleri çekik, Buradan belli olan gür kirpikleri ve üzerinde şık bir gri takım elbisesi olan bir kesinlikle beyfendiydi.

“Hoş geldiniz Bulut Bey.” Kesinlikle hoş geldiniz Bulut Beyciğim!

“Hoş buldum Araf Bey. Güneş Hanımın durumu nasıl?” Kurban olduğum sen nereden tanıyorsun beni? Doktor falan mı acaba?

“Bacağında ki hasarları saymazsak durumu fazlasıyla iyi.” Bende diyorum ya mükemmelim(!). Alt tarafı iki-üç ay kadar tekerlekli sandalyeye muhtaç olacaktım. Adını az önce öğrendiğim Bulut Bey Konuşmaya girdi.

“Peki o zaman Araf Bey bize müsaade edin.” Hey maşallah yiğidim ne bu hız! Ne zaman biz olacak kadar yakınlaştık?

“İyi günler Bulut Bey.” Bulut Bey hafifçe kafasını sallamakla yetindi. Yarı yaşlı doktor kapıyı hafifçe kapatıp Çıktıktan sonra Bulut Bey yatağımın Yanında ki refakatçi koltuğuna oturdu.

“Tanışmaya fırsatımız olmadı Güneş Hanım. Bulut ben.” hafifçe gülümsedim.

“Memnun oldum Bulut Bey. Fakat benim İstanbul’ da ne işim var?” Hafifçe tebessüm etti oda aynı şekilde.

“Kafanız da ki soruları anlıyorum Güneş Hanım. Elimden geldiğince de yanıtlayacağım.” Kafamda ki sorular çok değildi ya. Yani değildi, sayılmazdı bence.

Benim burada ne işim var? Niye diğer deprem zedeler gibi bende yardım çadırlarında değildim? Bulut denen bu Bey beni nereden tanıyordu? Annem ile babama ne olmuştu? Deprem nerede olmuştu? Sağ kalan akrabalarım var mı? Kaç gündür uyuyordum? Depremin üzerinden kaç gün geçmişti? Günlerdir uyumamdan dolayı bir rahatsızlığım çıkabilir mi? Komaya falan girmiş olabilir miydim? Yıl kaçtı? Fenerbahçe şampiyon oldu mu?

“Benim burada ne işim var? Niye diğer deprem zedeler gibi bende yardım çadırlarında değilim? Siz beni nereden tanıyorsunuz? Annem ile babama ne oldu? Deprem nerede oldu? Sağ kalan akrabalarım var mı? Kaç gündür uyuyorum? Depremin üzerinden kaç gün geçti? Günlerdir uyumamdan dolayı bir rahatsızlığım çıkabilir mi? Komaya falan girmiş olabilir miyim? Yıl kaç? Fenerbahçe şampiyon oldu mu?” Bulut Bey’in yutkunduğunu gördüğümde gülümsemeye çalıştım.

“Yani bunlar temel sorular kusura bakmayın biraz kafanızı ağrıttım Bulut Be-” Lafımı bölen tok ses devam etti.

“Öncelikle Bey’i kaldıralım. İletişimimizin daha sağlam olması gerektiğini düşünüyorum. Ve sorularınız mantıklı olanından başlayım isterseniz.” Pis odun hödük! Benim sorularımın hepsi gayet mantıklıydı. Yani bir kısmı...

“Fenerbahçeliyseniz ne yazık ki Fenerbahçe hala şampiyon olamadı.” Evet en mantıklı olanından başlamıştı. Beşiktaşlı olsam bile bu soruyu merak etmiştim. Fenerbahçe’nin şampiyon olduğu yıla kendimce milat İlan edecektim! Ve Daha bir kişiyi beklemem dışında, hayatımda hiçbir şey bu kadar uzun sürmemişti. Hadi ama Fenerbahçeli arkadaşlarım kızmayınız. Haklıyım!

“Peki diğer sorularım hatırlamazsınız tekrar söyleyeyim. Benim burada ne iş-”

“Sakin ol Güneş Hanım. Bu arada Güneş dememde sakınca var mı?” Yoo. Aksine hoşuma bile gider.

“Hayır sakıncası yok. Buyurun.” Dikkatimi vererek onu dinledim.

“Evet. Beş aydır komadasın Güneş. Doktorlar komada olmanın sebebini fiziksel bir sağlık sorunundan değil, Yaşadığın şoktan psikolojik olduğunu söylediler. Bu hastaneye gelmeni ben istedim. Ortağı olduğum sağlık kuruluşlarından biri de bu hastane. Ailene ne olduğunu inan bilmiyorum. Ama senin için onlara ne olduğunu bulmaya çalışırım. Başta sende diğer depremzedeler gibi çadırdaydın ama komada olduğun için hatırlamazsın. 2 Gün enkaz altında kaldın. Normalde gönüllü kurtarma ekipleri ve AFAD sizin olduğunuz binadan umudu kesmişti. Her çıkan ölü çıkıyordu. Sağ bir tek sen çıktın. Ve bende o sırada orada iş adamı olarak gönüllüydüm. Yine de binadan umudu kesmeyerek devam ettirdim çalışmalara ki iyi ki devam ettirmişim sen yaşıyordun çünkü. Ve o şartlar altında komada müdahele edilmeyecek bir hasta olduğun için zorluk çıkarıyordu. Ve bilmiyorum, içimde bir yerlerde senin yaşamanda kendimi sorumlu hissettim. Ve... Bilmiyorum seni en iyi şartlar altında tedavi ettirmek istedim. Senin için de sorun yoksa tabii.” Kafamı sağa sola ‘sorun yok’ der gibi salladığımda Gülümsedi ve devam etti. “Ve seni tanımıyorum. Enkaz altında çıktığında yüzünü ilk o zaman gördüm. Bir de robot olmadığım için diğer sorularını aklımda tutamadım. Tekrar eder misin?” Öksürüp sorusunu yanıtladım.

“Yıl kaç? Geri kalan sorularımı hemen hemen yanıtladınız.”

“Yıl hala 2024. Sana beş aydır komada olduğunu söyledim. Beş yıl değil.” Aman fırsatçı. Hemen de açık yakalıyor.

“Kusura bakma. Sana da normalce yılı sorduğum için. Ayrıca seni tanımıyorum bile. Doktor de değilsin ayrıca. Değilsin dimi?” Kafasını salladığında onayımı alıp devam ettim. “Nereden bilebilirim bana yalan söylemediğini, belki 3 yıldır komadayım ve Fenerbahçe şampiyon oldu? He?” Söylediğim kelimler sonrası burnundan güldüğünü görünce kaşlarımı çattım. Daha sonra oturduğu yerden kalktı ve başımda durduğunda iç cebinden çıkarttığı telefonunda bir şeyler yapıp telefonu bana doğrulttuğunda ekrana baktım.

“24 Kasım 2024.” Ekranda gördüğüm kelimeyi sesli okuyarak kendimi onayladım. En son 24 temmuzdu. Ertesi gün tercih yapacaktım. Bugün tam 5 ay olmuş olmalıydı.

“Tamam kusura bakma!” Sitemli sözcüğüm sırasında sırıtarak Yatağımın sağında ki sandalyeyi yatağımın dibine çekti ve oturdu.

“Komada olduğun süre boyunca zorluk olmasın diye saçlarını kestiler.” Dediğinde ellerim saçlarıma gitti. Belimin yukarısında olan saçlarım şimdi kulağımın hemen altındaydılar. Kesinlikle besinlerin oksitlenmiş kalınıtısı (bok) gibi göründüğüme emindim.

“Ayna verebilir misin bana?” Diye sorduğumda sesimin titremesine engel olamadım. O ise son model iphonesinin kamerasını açıp bana verdi. Kameradan kendime baktığımda gözümden bir damla yaş düştü. Gözlerimin altı mosmor, Her zaman pembemsi olan yanaklarım ve yüzüm sararmış, saçlarım kısacık kalmış... Gözümden bir damla yaş daha düştüğünde elimde ki telefonu kapatıp hızla ona uzattım ve gözlerimden akan yaşı sildim.

“Tekrar Çıkması eskisi gibi olması 8-9 ay sürer en fazla.” Bu bilgiyle içime gerçekten su serpmişti!

“Dışarı çıkmak istiyorum.” Hemen ayağı kalktı.

“Tamam bekle tekerlekli sandalye getireyim.” Kapıyı açıp çıktıktan sonra kapıyı örtünce gözlerim etrafta gezindi. Özel hastane olduğu çok belliydi. Sağımda bir tezgah ve musluk vardı. Önümde ise orta boy ne çok küçük ne de çok küçük diyebileceğim bir televizyon vardı. Televizyonun altında ise koltuk vardı. Solumda ki duvar komple camdı ve bulunduğum duvara monte edilmiş bir masa önünde de iki bar sandalyesine benzer sandalye vardı. Akıl hastanesinde gibiydim daha çok. Burada her şey insanı çıldırtabilecek kadar beyazdı. Birazdan gel buraya diyip de elimi kolumu bağlayıp kırık bacaklarım yüzünden beni sürükleyip beyaz bir odaya atsalar şaşmazdım. Ne öyle yapmıyorlar mı? Bir youtuber videosunda görmüştüm. Sanırım Enes Patos mu neydi adı? Tamam kesin sesinizi isim hafızam bok gibi.

Beynine çomak soktuğumun salağı Enes Patos ne lan. Adam içini okusa dava eder lan seni.

 

Kapı açıldığında bütün heybetiyle ve elinde akülü tekerlekli sandalyeyle girdiğinde arkasında da sarışın bomba gibi bir hatun girmişti. Bu hatun hemşirede olsa bomba gibi olması sinirimi bozmuştu yani. Sevmediğim şeylerden birisi de bok gibi göründüğüm zamanlarda yanımda benden çok daha güzel görünen birisi olmasıydı. Hemşire yanıma gelip sol kolumda ki serumu çıkarttığında bir tekerlekli sandalye bir Bulut’a baktım. O da bütün zekasını kullanıp benim kendimi binemeyeceğimi anladığında Bir kolunu bacağımda ki alçılara dikkat edip bacaklarımın altından geçirdi, diğer elini de sırtıma koyup kucağına aldı ve sandalyeye dikkatlice oturttu. Bacaklarımı sandalyenin öne uzanan bacak koyma yerlerine yerleştirdi. Ve sağımda tezgahın altındaki dolabın kapağını açtı, Bir battaniye çıkartıp bacaklarıma serdi. Ve arkamdan yavaşça ittirip odadan çıkarttı.

“Şu an manuel olarak kullanıyorum ben. Sen kendinde kullanabilirsin istersen.” Kafamı sağa sola sallayarak sorun olmadığını belirttim. Önce asansöre bindik. Daha sonra bahçeye ulaştık ve beni bahçede gezdirmeye başladı. İlerlediğimiz yol taştı. Yolun kenarında çimenlikler üzerinde ise yol boyunca yol kıyısında düzenli ilerleyen uzun ağaçlar vardı. Adete orman yürüyüşünü andırıyordu. Şu an her ne kadar yürüyor olmasam da kendimi yürüyormuş gibi iyi hissetmiştim.

“Hastaneden ne zaman çıkacağım?”

“Yarın evde devam edebilirsin aslında. Yatalaklık bir durumun yok sandalyede halledebilirsin, değil mi?”

“Bilmiyorum, Yaparım sanırım.” Ama gidecek bir evim yoktu.

“Ve şu an gidecek bir yerin olmadığı için istersen seni bir süre misafir edebilirim?”

“Kesinlikle olmaz. Sana yük olmak istemem.” Gerçekten evde onun parasıyla beslenmek falan mı? Asla!

“Peki maddi olarak problem ediyorsan ikimizde işine gelebilecek bir fikir sunayım?”

“Sun.”

“Asistanım ol. O zaman hem evimde kalmak zorunda olursun iş sebebiyle hem de kendi paranı kazanırsın. Sandalye konusunda sana yardım ederim. İkimizde birbirimizin işine yararız, olmaz mı?” Mantıklı aslında.

“Olur böylesi daha makul.” Durdu ve gülümseyerek önüme geçti.

“O zaman.” Tek kaşımı kaldırarak sorgulayacı bakışlarımı ona doğrulttum. “Hayatıma hoş geldin Güneş.”

 

 

 

  

 

 

 

 

Loading...
0%