@fatmadogu
|
Bölüm:1 Huylu Huyundan Vazgeçmez!
Pencereden içeriye sızan rüzgâr usul usul bedenini buluyor ve ona getirdiği serinlik ruhuna işleyip içini ferahlatıyordu. Uyanmasına rağmen yerinden bir milim bile oynamayan vücudunun hareketsizliğini koruyarak gözlerini yukarıya dikmiş beyaz tavanı izliyor ve düşünüyordu. Fakat tavanın beyaz olması nedense düşünmesinin tadını tuzunu kaçırıyor sanki zihninin çalışmasını engellemek için önüne bir set örüyor ve onu düşünmekten alıkoyuyordu. Bunun neden böyle olduğu üzerine kafa yormak mantıksız. Zira dünyada her şeyin anlamlı bir neden sonuç ilişkisi yoktur. Varsa bile hepsine hâkim değiliz ve bu nedenle hayatımızda nedensiz ve sonuçsuz kalan çok şey var. Bu da onlardan biri işte! Birden aklında beliren artık bir odası olduğu gerçeği zihnine yabancı bir misafir gibi kuruldu. Üstelik yerini yadırgamışa da benzemiyordu. Ama ne olursa olsun benliğine tam olarak oturmayan bu durum ona tuhaf geliyor ve bunu bir türlü sindiremiyordu. Belki Eskiden çok sevinirdi. Fakat şimdi bu durumun onu yeteri kadar mutlu etmediğinin farkındaydı. Belki de zamanında yaşanmayan her şey insana buruk bir sevinç veriyordu. Asuman da tıpkı diğer herkes gibi o buruk sevinci yaşıyor ve buna bir anlam veremiyordu. Yataktan çıkmak hazırlanmak ve okula gitmek zorundaydı. Biraz zorlansa da ayağa kalktı. Elini ve yüzünü yıkamak için odasından çıkıp banyonun yolunu tuttu. Her ev cumhuriyetinde güne kahvaltıyla başlanır. Cumhuriyetsiz evler için de geçerlidir bu. Yalnızca cumhurları yoktur. Cılız bir cumhuriyet ve cumhursuz bir mevcudiyetleri vardır. Yani yalnız ve tatsızdırlar ama bir şekilde bu cumhuriyete dahildirler. Babası Aslan Bey çoktan kahvaltı masasındaki yerini almıştı. Bir yandan kahvaltı yapmak için karısını ve kızını beklerken diğer yandan da yıllar sonra doğduğu yere tekrar gelmenin verdiği heyecan ile babasından kendisine kalan evini inceliyordu. Baktıkça burayı ne kadar özlediğini anlıyor ve tarifsiz bir mutluluk hissediyordu. Nihayet onun için uzun bir zamanın ardından memleket hasreti sona ermişti. Kahvaltıdan sonra Asuman çantasını da alıp antreye doğru ilerledi. Annesi çıkacaklarını anlayınca elindeki bulaşıkları bırakıp onları uğurlamak için kapıya yöneldi. Yüzyıllardır değişmeyen kadim bir gelenektir bu. Annelerin ailelerine gösterdiği içinde nice duyguyu barındıran esrarengiz bir bağlılık ve bu bağlılığa dayalı bir tür ritüel. Aslında düşününce belki de o kadar da esrarengiz değildir. Biraz daha düşününce sanki varlığı yaratılış esnasında benliğimize işlenen kodlara dayanıyormuş gibi geliyor insana. Kim bilir? Tanrı bilir tabi ki kısıtlı idrak değil. Bu kısıtlı idrakı küçümsemek de değil. İdrak tüm kısıtına rağmen değerlidir ve bu değeri ile daima insanlığın gözlerini kamaştırır. Çünkü kendisi tanrısal biliştendir. Babasıyla evden çıkıp arabaya bindiler ve okulun yolunu tuttular. İkisinden de çıt çıkmıyordu. Aslan Bey mutlu bir ifade ile bir yandan arabasını sürüyor diğer yandan da etrafına bakıp geçmiş anılarını yad ediyordu. Asuman onun bu halini fark edince onu rahatsız etmemeye karar verdi. Geçen zamanın daha çabuk geçmesi için etrafını inceleyerek en son dört yıl önce geldiği bu ilçenin iyileştirilen yerlerini tespit etmeye çalıştı. Değişen çok da bir şey yoktu. Demek ki koltuk sahipleri halkın geleceğini itinayla yemeye devam ediyordu. Halk da bu duruma itinayla partizan olmaya. Partizanlık insanın gözlerine inen ve hakikati görmesini engelleyen aptalca bir perdedir. Fakat nedense yüzyıllardır varlığını sükunetle koruyor. Üstelik hakkında çok az itiraz ve eleştiri var. Çarpık bir düzen, düzenin müritleri ve bu düzenin başında bulunan takım elbiseli, kravatlı bürokratik aynı zamanda demokratik dere beyler! Zira her bağlılıkta biraz kutsallık, biraz otorite, biraz itaat ve biraz tarafgirlik vardır. Bu dünden bugüne çok az değişen ve asla ortak olmayı düşünmediği bir düzendi. En azından kimin sömüreceğine o karar vermek istemiyordu. Genellemesini biraz acımasız karanlık ve suçlayıcı bir nitelikte bulsa da bundan o an için vazgeçmeye niyeti yoktu. Okula gelmişlerdi babası arabayı durdurup kızının gözlerinin içine baktı. "Sorunlarını mümkün mertebe akıl yoluyla ve hukuka dayalı bir şekilde çöz. Şiddet en son başvuracağın yol olsun. Olur da başvurmak durumunda kalırsan orantılı güç kullan ve kontrollü ol. Odağında daima olayı kontrol altına almak olsun. Sakın ilk vuran taraf sen olma. Derslerini iyi bir şekilde dinle. Öğretmenlerine ve arkadaşlarına karşı saygılı ol. Sevdiklerine karşı ise saygılı olmanın yanında şefkatli ve anlayışlı ol. Onları koruyup gözetle Anlaştık mı?" "Elbette!" dedi. Babasının uzattığı eli sıktı. Uzlaşma ritüeli de tamamlanmıştı. Artık içi rahat bir şekilde oradan ayrılabilir ve kötü adamların peşine düşebilirdi. Kötü adamlar... Hangi kötü adamlar? Bunu kurcalamanın bir alemi yoktu. Kanunlar o adamların niteliklerini zaten belirlemişti. Her şeyi kurcalama hastalığına kolayca yakalanabilecek biri olduğunun farkındaydı ve burada durmalıydı. O da öyle yaptı. Bugün okula erken gelmişti. Başını kaldırıp okul binasına şöyle bir baktı. Önünde muhteşem bir manzara uzanıyordu.Bina oldukça görkemli bir görünüme sahipti. Yapı malzemesi olarak baltık mimarinin düzgün kesme bazalt taşları kullanılmış ve bu binanın gizemli havasını arttırmış ihtişamına da ihtişam katmıştı. Mimarisi ise biraz baltık biraz barok biraz da gotik bir tarz daydı. Mimarı farklı bir şeyler denemek istemiş ve bunu başarmıştı. Kesinlikle işgalcilerin bu ülkeden kuyruklarını kıstıra kıstıra kendi ülkelerine döndüklerinde geride bıraktıkları tek güzel şey bu ve bunun gibi yapılardı. Okul insana müthiş bir görsel şölen sunuyordu. Bu görkemli güzel duruşunun yanında aynı zamanda karanlık bir havası da vardı. Kapalı havalarda ve gece çöktüğü vakit insanı ürperten bir görünüme sahip olduğunu söylemek yanlış bir tahmin olmazdı. Yine de bu ona güzelliğinden hiçbir şey kaybettirmiyordu. Tıpkı şairin dediği gibi: "vardır her güzelin bir kusuru kusur olmasa güzel de olmazdı" gerçi bu bazı insanlar için böyleydi. Onun için değil. Bilakis çoğu için kusur görünen şey onun için tamlık ve aydınlıktı. Hikmetini görebilen için karanlıkta kusur da var edicidir tıpkı aydınlık tamlık gibi. Böyle bir okulda okumanın onun için bir ayrıcalık olduğunu düşünüyordu. Sadece bu binayı görmek ve tadını çıkarmak için bile olsa okula düzenli bir şekilde gelebilirdi. Binanın üzerinde gezinen gözleri en son giriş kapısının hemen üstündeki balkonda durdu. İçinden: "insan burada bir bardak çay eşliğinde ne hülyalara ne düşüncelere dalar! " diye geçirdi. Düşüncelerine ara verip bahçenin içini süzmeye başladı. Bahçede sadece dört öğrenci vardı. Etrafta sabah sessizliği. Birkaç saniye ne yapacağını düşündü. Kısa bir duraklamanın ardından bahçenin içini dolaşmaya karar verdi. Ağaçların sık olduğu tarafı gözüne kestirerek oraya doğru yürümeye başladı. Ağaçlar güzelliklerini daima koruyan varlıklar. Her hal ve zamanda ayrı ayrı güzeller. Hele ki boyları sizin boyunuzu geçip varlıkları varlığınızı sarıp sarmalayıp ruhunuzu huzurlu kılıyorsa. Asuman bu düşünce ve hissiyatla derin bir nefes aldı. Biyolojik bir hareket nasıl böylesine ruhsal bir etkiye sebep olabilirdi ki? Bu ancak insanın maddi ve manevi bir yapıdan oluşmasıyla açıklanabilir. Ve daha ötesi de var. Evrenin de maddi ve manevi bir yapıdan oluşmasının bu durumla yakından bir ilgisi var. Köprüler görevlerini eksiksiz bir şekilde yerine getiriyor ve böylelikle her şey birbiriyle etkileşime giriyordu. Maddiyattan maneviyata geçiş veya maneviyattan maddiyata geçişin olduğu bir yolculuk vuku buluyor. Ve tabiki bu yolculuğun ortaya çıkardığı esrarengiz enerji insanı içten dışa ve dıştan içe sarıp sarmalıyor bazen kuşatıyor ve onu iyi yönde dönüştürüyordu. Fakat bu yolculuk nitelik açısından niteliksizse durum farklılaşıyordu. Sonuç insan içinde, evren içinde karışıklığa sebep oluyor ve bu karışıklık neticesinde ortaya çıkan bir kaos çıkıyordu. Kaos, tarihi tecrübelerle sabittir ki insana iyi gelmiyor ve sonu hüsranla bitebiliyordu. çünkü insan da evrende bir düzen içinde yaratılmış varlıklardır. Aldığı nefesin içine dolan güzel kokuyu fark etmesi uzun sürmemişti. Tanıdık bir kokuydu. Gözleri burnuna dolan kokunun sahibini aramaya başladı. Çok geçmeden sağ tarafında dikili duran ağacı gördü. Adını bilmediği halde tanıdığı bir ağaçtı. Ne zaman hakkında araştırma yapmaya karar verse sonrasında bunu yapmayı mutlaka unutuyordu. Onunla her karşılaştığında ona minnetle bakıyor ve bu unutkanlığı için kendini kınıyordu. Ağaç açık yeşil renkte yaprakları uzun ve inceydi. Dalları yaprakları ile beraber yere doğru eğiliyordu. Acaba bu bir çeşit secde olabilir mi diye düşündü. sonuçta annesi bitkilerinde Allahı kendi çapında zikrettiğini söylemişti. Ama yok olamaz! çünkü ağacın dalları kıblenin sınırı aşıyordu. insan gibi tüm bedeni ile kıbleye yönelemiyordu. Fakat duruşu yaratan karşısında yaratılanın gösterdiği derin bir tevazuyu simgeliyor olabilirdi. Bu akla daha uygundu. Düşününce ne asalet ama kendinden güzel kokmak! Gerçi bu tüm ağaçlar için geçerli bir durum değildi. Fakat yine de güzeldi. İnsan böyle değildi. Güzel kokmak için bir şeylere ihtiyacı vardı.Yine de kendine has ve başkasına iyi gelen bir kokuya sahipti. Onu minnetle selamladıktan sonra yürümeye devam etti. Okulun arka kısmına geldiğinde belli belirsiz bazı sesler duymaya başladı. Seslerin geldiği tarafa doğru doğru yöneldi. Biraz ötesinde üç çocuk bir çocuğu aralarına almış dövüyorlardı. Üç çocuktan biri oldukça zayıf ve esmerdi. Hareketlerinden elebaşı olduğunu anladığı kişi ise uzun boylu geniş omuzlu ve sarışındı. Üçüncüsü ise kilolu ve beyaz tenliydi. Aralarına aldıkları çocuğa şöyle bir baktı. Asuman güzelliğin göreceli olduğuna inanan insanlardan biriydi. Ve tamda o anda o çocuk kendi görecesine göre güzel görünüyordu. İçini saran yersiz bir merakın etkisiyle ona daha yakından bakmaya karar verdi. Onlara biraz daha yaklaştı. Çocuğun yüzüne dikkatli bir şekilde bakınca tuhaf bir şeyler fark etmeye başladı. Yüzündeki ifade güzelliğini gölgede bırakıyordu. Bu da neydi böyle? Onu dövenlerle alay eder gibi bakıyordu. Bakışlarından rahatsız olan sarışın çocuk, başına çömelip saçlarından tuttu. Sertçe kendine doğru çekerek: "sanırım sert seviyorsun öyle değil mi?" dayak yiyen çocuk ise umursamaz bir tavırla: "senin kadar değil şehmus!" diyerek gülmeye başladı. Adının şehmus olduğunu öğrendiği çocuk sinirlerek onu yere doğru fırlattı. Ona bir adım yaklaşıp karnına sert bir tekme attı. Hissettiği acının etkisiyle yüzünü buruşturup elini karnına götürdü. acısı hafifleyince yarım kalan gülmesine devam etti. Bu gülüş Şehmus’un sabrını taşıran son damla olmuştu. İşaretiyle diğer ikisiyle beraber yerdeki çocuğu dövmeye başladılar. Asuman gördüğü tablo karşısında daha fazla dayanamayacağını anlamıştı. Başını önüne eğdi. Suratı düşmüş bir şekilde burnundan soludu. Sonra yüzünü çocuklara dönüp onu fark etmeleri için genzini temizledi. Duymamışlardı. Bunun üzerine öksürmeye başladı. Çocuklar onu bu sefer duymuştu. Sesin geldiği tarafa doğru baktılar. Asumanı alaycı bir ifadeyle süzen Şehmus: "görmemiş gibi yap ve ikile!" dedi. Asuman duyduğu cümlenin ona verdiği hazımsızlıkla önüne baktı. Sadece kendi duyacağı bir tonda: "insanlar her zamanki gibi tahmin edilebilir. Benzer insanlar ve benzer tablolar neden hiç değişmiyor acaba?" Sonra onların duyabileceği bir tonda: "matematiğim hiç iyi değil biliyor musun? O yüzden ne demek istediğini anlamıyorum." Elini kulağına götürerek: "iki ne?" Şehmus sinirli bir gülüşle: "bana kaşındığını söyleme sakın! Çünkü kız olman zerre sikimde değil. Sonra demedi deme!" Asuman: "anlıyorum ama biliyor musun bende uyuz da yok maalesef! Nasıl kaşınabilirim ki?" duyduğu şeyler Şehmus’a kızın konuşmaktan anlamadığını gösteriyordu. Ona doğru yürümeye başladı.. Yanına geldiğinde suratına sert bir yumruk attı. asuman geriye doğru çekilerek yumruğu savmıştı. Şehmus attığı yumruğun hedefi bulamaması sonucu kendisini yere doğru savrulmaktan alıkoyamadı. Kendisini toparlayıp tekrar Asuman'a doğru hızla ilerleyip saldırdı. Attığı ikinci yumruğu da savan Asuman Şehmus'un yüzüne sert bir yumruk ile karşılık verdi. Yumruğu hedefi bulmuştu. Şehmus acı içinde elini yanağına götürdü. Asuman ise etrafına bakarak: "huylular huylarından neden vazgeçmiyor, yada geçemiyor mu diye sormalıyım?" ortaya sorduğu soru etrafa yayılıp havaya karıştı ve kayboldu. Şehmus kararlı bir şekilde ona tekrar tekrar saldırsa da her seferinde yenik düşen ve darbe yiyen taraf kendisi oldu. Artık dövüşecek hali kalmadığını anladığında ise pes etti. Asuman bunun üzerine geride duran diğer iki çocuğa baktı. Ona saldırıp saldırmayacaklarını anlamaya çalışıyordu. Korkmuşlardı ve onunla dövüşmeye niyetleri yok gibiydi. Durumu netleştirmeye çalışarak onlara doğru tehditkar bir adım attı.Bunun üzerine ikisi de koşarak oradan uzaklaştılar. Şehmus şaşkınlıkla gidişlerini izledikten sonra Asumana bakarak ayağa kalktı ve elini uzatıp cılız bir tehdit savurarak oradan uzaklaştı. Asuman dalgın gözlerle onun kaçışını izledi. sonra arkasındakinin varlığını hatırlayarak dönüp ona baktı. Ellerini yere dayamış ve geriye doğru yaslanmıştı. Ona bakıyordu. İkisinin de bakışları birbirlerini bulmuştu. Çocuk başını geriye doğru yaslayarak gülmeye başladı. Birkaç saniye sonra yüzünü asumana döndü. "elimin uzanamadığı dallara konan kuşlara selam olsun(1)" dedi. Ne demek istediğini anlayamamıştı. Üstelemedi. Yanına gidip yerden kalkması için elini ona doğru uzattı. Çocuk birkaç saniye kendisine uzatılan ele baktı. Asuman ise merak ve heyecan içinde elinin tutulmasını bekliyordu. Onunla ilgili merakını giderecek yegane şey buydu. Sonunda çocuk ona uzatılan eli tutup ayağa kalktı. İşte o an Asuman, çocuğun kavga esnasında göstermiş olduğu ifadenin ardındaki gizemi çözmeye, bununla ilgili anılarını görmeye başladı. Babasının annesine ve çocuğa hayatı nasıl zindan ettiğini, kumara ve içkiye olan bağımlılığını, annesi ile babasından yediği dayakları, çocuğun gözünden annesinin mutsuz halini bile, her şeyi en ince ayrıntısına kadar görmüştü. Tüm bunları kısa bir zamanda görmesinin etkisiyle mi yoksa gördüğü anıların ona hissettirdiği duygulardan dolayı mı bilmiyordu ama başının döndüğünü hissetti. Toparlanmayı başarınca dikkatle ona baktı. Düşünüyor ve gördüğü şeylerden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Belki de çocuk annesini bu durumdan kurtarmak istiyor fakat buna gücünün yetmediğini görünce kendisini yetersiz hissettiğinden bir nevi suçluyor ve cezalandırıyordu. Belki de kendisini içerden hiç bu kadar net görmemişti ve bu durumun farkında bile değildi. Fark etmesi lazımdı.Çünkü fark ederse yüzleşir ve ancak yüzleşirse bu sorunu çözebilirdi. Aksi takdirde bir kısır döngünün içinde debelenip duracaktı. Asuman sonucunu bilmediği o boşluğa elini uzatmaya karar vermişti. Babası insanların anılarını görme yeteneğine doğuştan sahip olanlardan biriydi. Bu yeteneğe doğuştan sahip olanlar iyi insanlardır. Fakat bu yeteneğe sadece iyi insanlar sahip değil. Çünkü yeteneğin aktarılabilir bir özelliği var. Bu açıdan iyi birine aktarımı mümkün olduğu gibi kötü birine de aktarılması da mümkün. Bu da insanlar için hem iyi hem de kötü sonuçlar doğuruyor. Bu yüzden bu yeteneğe sahip olmak bazen bir lütuf bazen de bir lanettir. Babası yeteneğini hayatı boyunca sadece on kez kullanmıştı. Ona getirdiği sorumluluklardan dolayı yeteneği kullanmaktan kaçınmıştı. Asuma'ın son doğum gününde süregelen ısrarı üzerine onu karşısına almış: "bak kızım insanların anılarını görmek bir yandan insanı cezp edip meraklandırırken diğer yandan ise alman gereken sorumlulukları beraberinde getirir. Bu sorumluluklar bazen hafif, insana mutluluk veren türden olsa da bazen de kaldırması zor ve ağırdır. O kadar ağırdır ki üstesinden gelemeye bilirsin. Ve her şeyden daha önemlisi bir şeyi iyileştirmeye çalışırken berbat da edebilirsin. Bu da sana beraberinde derin üzüntü ve pişmanlıklar hatta ve hatta vicdan azabı getirir. O yüzden yeteneğini kullandığında dikkatli olmalı ve iyice düşünmelisin. Bir insanın güzel anılarını görmek insanı mutlu edebilir ve o insanı daha da mutlu edebilmen için sana çeşitli ipuçları sunar fakat onun kötü bir anısını görmeye karar vermek beraberinde hesap edemeyeceğin birçok şey getirir. Söylediklerimi asla unutma ve her anı görmeye karar verdiğinde hatırla!" demiş ve sözleri bittikten sonra Asumanın elini tutarak yeteneğinin benliğindeki tüm varlığını ona aktarmıştı. Babasının söylediği şeylerin hiçbirini unutmamıştı fakat buna rağmen çocuğun anılarını görmeye karşı duyduğu merakın üstesinden gelememişti. Dokunduğu kişinin anıları ona ilk önce pasif görüntüler halinde görünüyordu. işin bu aşamasında vazgeçmek için vakti oluyordu. Eğer görmeye tam olarak karar verirse öncelikle aklında mutlaka belirgin bir istek, bir soru ya da belirlenmiş bir anı veya zaman dilimi olmalıydı. Bu yüzden çocuğun zihnine girerken onun yüzündeki ifadeye sebep olabilecek anılarını yoklamıştı. İşte o zaman pasif görüntüler belirginleşmeye başlamış ve böylelikle belirlediği anıları görebilmişti. Gördükleri neticesinde zihninde beliren soru işaretlerini açıklığa kavuşturmalıydı. Sıradaki hamlesini gerçekleştirmek üzere kollarını sıvadı. Az ötedeki banka doğru yürüyorlardı. Çocuk yediği dayağın etkisini şimdiden hissetmeye başlamıştı. Vücudunun her yeri ağrıyordu. Banka varınca yavaşça oturdu. Asuman da gelip yanına oturarak çantasından çıkardığı ıslak mendili ona uzattı. Çocuk teşekkür edip mendili aldı ve yaralarını silmeye başladı. Yüzündeki yaraları silerken ona bakıp: "neden yaptın?” "neyi?" "beni neden kurtardın?" "dayak yiyordun. Üçe birdiler. Adil bir dağılım yoktu." çocuk söylediklerine karşı tebessüm ederek devam etti. "peki sana sarmalarından korkmuyor musun?" "sararlarsa onlardan sarma yaparım. olur biter." çocuk duyduğu espri karşısında bir an dondu sonra: "cidden böyle iğrenç bir espiri yaptığına inanamıyorum." asuman tebessümle ona bakarak: "hayat kusursuz değil. İnsanlar da öyle. Kusurlar da bizdendir, iğrenç espirilerde öyle." "peki, fakat sorumu hala yanıtlamadın." "şunu hiç duydun mu bilmiyorum ama 'insan korkabilir fakat korkakça davranmak işleri çoğu zaman daha da kötüleştirir.' bende böyle düşünüyorum ve düşüncelerime daima sadık olmuşumdur." "anlıyorum. Olurda seni rahatsız ederlerse haberim olsun." konuyu uzatmak istemiyordu. Bu yüzden: "tamam." dedi ve kısa bir duraksamanın ardından: "asuman ben." "harun." "güzel isimmiş. Yanlış hatırlamıyorsam parlayan demek, öyle değil mi?" "hayır, bir tutam ot demek." beklemediği bu cevap karşısında bir süre ne diyeceğini bilemedi. fakat daha sonra: "demek ki sen o anlamı tercih ediyorsun." sonra bir cevap arar gibi yüzünü yokladı fakat Harun'un yüzünde en ufak bir ifade bile yoktu. Anlaşılan cevap vermek istemiyordu. El mahkum tamamladı cümlesini: "öyle olsun bakalım." dedi. Aralarında süren kısa bir sessizliğin ardından Asuman zamanının geldiğini düşünerek zihninde hazırlamış olduğu soruyu kelimelere döktü. "onlar seni döverken neden hiç karşı koymuyordun? Sanki dayak yemek ister gibi bir halin vardı. Kendinden bir çeşit intikam mı alıyor yoksa kendine bir çeşit ceza mı veriyor? Diye düşünmeden edemedim." tüm dikkatini ona vererek: "hangisi?" diye sordu. Harun önce yüzünde anlamsız bir ifadeyle ona baktı. Bir süre onun söylemiyle fark ettiği şeyler üzerine düşündü. Şaşırmıştı. Dayak yemek istediği doğruydu. Bunu içinde bile olsa kabul ediyordu. Ama kendisine ceza mı verdiği yoksa kendisinden intikam mı aldığı konusunda emin değildi. Bunları birinin fark etmesi ayrıca tuhaftı ve bu onu etkilenmişti. Çünkü insanların çoğu bencildi. Daima bene doğru yol alıyorlar ve benin dışındakileri umursamıyorlardı. Düşünceli gözlerle Asumanı süzdü. Ona ne cevap vereceğini bilmiyordu. Bir süre içindeki uçsuz bucaksız çölde sessizce soluklandı. Sonra önüne bakarak: "bu sorunun bende şu an için bir cevabı yok! Ve gitmem gerek. Her şey için teşekkür ederim." deyip ayağa kalktı. Asuman: "rica ederim." Harun başka hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Oysa bir süre onun gidişini izledi. Sonra geriye yaslanıp başını yukarıya doğru kaldırdı ve gökyüzünü izlemeye başladı. Bulutlar kararmaya başlamıştı. Bu ya bir rahmetin ya da bir vahşetin alametiydi! (1) Alper Gencer: solarken Şiirin mısrasında yaptığım değişiklik için mazur görün. Yazara saygılarımla… |
0% |